
Bir zamanlar gerçek vücut hikmetini, gerçek hayat gayesini, kılıcı üzerinde taşıdığı en sahici medeniyet ifadesi ile koskoca insanlığa teklif eden Türk’ün, mazisindeki üstünlüğe yol açmak davası… DAVA BUDUR!
Fert ve cemiyet halinde bütün insanlığı tekeffül edici biricik sistemin dünya çapında müşahade ve murakabesini yerine getirmek, çilesini çekmek ve onu bütün sebepler ve neticeler manzumesiyle bayrak astırmak davası… DAVA BUDUR!
Tarih boyunca, bu meseleler meselesini hangi derecesine kadar yükselip hangi derecesine kadar düştüğümüzü açıkça görmek ve göstermek; ve bu günün şartları içinde neresinden başlayıp neresine kadar ulaşabileceğimizi planlaştırmak davası… DAVA BUDUR!
Dünya tarihiyle beraber, yan yana ve iç içe tarih ölçümüzü abideleştirmek davası DAVA BUDUR!
Garp istikametindeki büyük medeniyet taarruzlarımızdan sonra açılan ve bir daha kapanmayan dört asırlık rical nihayet kahhari hezimet ve nihayet kahharı hezimetten de beter düşman ruhuna teslimiyet devrimizin sırlarına ermek davası… DAVA BUDUR!
Kanuni Sultan Süleyman’dan tanzimat günlerine kadar gelen vecd ve aşk iflası devrinin bizden ne alıp götürdüğünü ve düşmana ne getirip verdiğini muhasebe etmek davası… DAVA BUDUR!
Garp medeniyetinin doğuşunu, doğruluşunu, serpilişini, yayılışını, toplantısını, saf nizama girişini, bize doğru taarruza geçişini ve şarkı ,iflasa götürüşünü, bütün illetleri ve akibetleriyle mizana vurmak davası… DAVA BUDUR!
Garp ruhuna esaret ve teslimiyet devrimizin başı olan tanzimat maymunluğunu bütün foyasıyla ortaya koymak davası… DAVA BUDUR!
Tanzimatı takip eden ve herbiri Türk milletini biraz daha ağır bir mahkumiyet kararıyla garp celladına teslim eden ve her biri evvelkine rahmet okutan sahte inkılapların muazzam yalanlarını suratlarına çarpmak davası… DAVA BUDUR!
Öz cebimizde kaybettiğimiz ve söndürdüğümüz ruh güneşin, zıt alemlerde ve zulmet iklimlerinde aramaya kalkmanın tarihi faciasını destanlaştırmak davası… DAVA BUDUR!
Türk evinin üst katındaki yeni nesil örneğinin hayasız cehline gülünç gösteren tezadı bozmak davası… DAVA BUDUR!
Ruhumuzun altın madenini çürütüp, tenekeye çeviren tarihi suikastçıların şeytani maharetine karşılık, tenekeyi milyonlarca derece hararet altında pişire pişire yine altına döndürmek gibi Rahmani bir cehde vücut vermek davası… DAVA BUDUR!
Fatih’in vücudunu heykelleştirmeye hazırlanarak ruhuna ihanet eden telakkiye karşılık, onun ruh heykeli içinde Türk Milletini vücutlaştırmak ve fetihlerin, belki en üstüne memur kılmak davası… DAVA BUDUR!
Yememek, içmemek, eğlenmemek, uyumamak sadece düşünmek, ağlamak, bulmak ve yapmak davası. DAVA BUDUR!
Aşk davası, vecd davası, iman davası, ahlak davası, ecdad davası, hayat davası, nereden geliyorum? davası, Nereye gidiyorum? davası, fenadan kurtuluş davası, bekaya eriş davası, dünya imanı davası, içtima davası, mukaddes kelimeyle ALLAH davası… DAVA BUDUR!
Fatih… Batı dünyasını, kendi içine karşı bir tez, dışına karşıda bir ( anti tez ) halinde şahlandıran Rönesans hareketine ve yeni çağa eş kurucu muazzam aksiyoniyle Fatih…
Aklın madde ve eşya üzerindeki Kuran’la sabit fetih ve teshir hakkını, Batılı mühendislere top döktürerek abideleştiren, gerçek islami ruhuyla Fatih… Bir gece içinde donanmasını, bir sepet su çiçeği gibi Haliç’e döken engel tanımaz hareket şevkiyle Fatih…
Taarruz gününü soran vezire “bu sırrı külahımın duyacağını bilsem, başımdan çıkarıp, atardım” cevabı içinde olanca devlet, nizam, tedbir ve sır karakterini heykelleştirici iş dehasiyle Fatih… Doğu dillerinden üç, batı dillerinden de ikisine bildik çıkan, arayıcı, tarayıcı kültürüyle Fatih…
Bir öfke deminde kolunu kestirdiği macar mühendisin, hakkını şeriatla araması üzerine karşılık olarak, kendi kolunun kesilmesi hükmünü basan ulvi mahkemesi ve adaletiyle Fatih…
Doğu dillerinden üç, batı dillerinden de ikisini bildik çıkan arayıcı, tarayıcı, kültürüyle Fatih…
İtalya’lı ressamın fırçasına, insan yüzünde asalet armasının vecdini aşılayan, içi fikir ve humma dolu gözleri, hafif kıvrık burnu, hikmet çizgisi incecik dudakları, hasılı derinliğine ferd ruhunun en zarif nakışlarını pırıldatıcı simasiyle Fatih…
Bu Fatih, yani Fatih, biricik Fatih. Türk tarihinin gerçek Fatihi, islamın nurunu o zamanki Türk topluluğunu billur fenerinde ışıldatma ve bu nuru, bütün saffet, asliyet ve hakikatiyle zıd dünyaya, kapkaranlık Batıya taşıma hamlesinin, insan ve başbuğ şeklinde en büyük idealizm örneğidir. Ve bu gaye, bu mana dışında, ne Fatih, ne fetih, ne idealizm, ne inanç hiçbir şey mevcut değildir. Bu dünya çapında ki gerçeği, ulus hakikatlerin sadece yaldız kısmını görebilen bir şairimiz bile ne derinden sezmiş ve “İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel” isimli şiirle mana yüklemiştir.
Vur Pençe-i Âlî`deki şemşîr aşkına
Gülbang-ı âsmânı tutan pîr aşkına
Ey leşker-i müfettihü`l-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-i cihângîr aşkına
Düşsün çelengi Rûm`un, eğilsün ser-i Firenk
Vur Türk`ü gönderen yed-i takdîr aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki tekbîr aşkına
Yedi asırlık tarih dilimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam… Büyük Doğu Mimarıdır!!!
İnsanların anlaşabilmesi, “bildirilebilme” ile mümkün… Bu ise, hakikat hükmünün insanlardaki müşterekliğiyle, yani “ben” ile “başkası” arasındaki ortaklık imkanı demektir… Böyle bir hakikat temeli olmasa, lisan olmaz… Dil ve işaretler, insanlar arasında ortak bir “mana” dünyası meydana getiren sembollerdir.
Ve şu dava:
İşte bütün bunlar çerçevesinde kapsayıcı dil Büyük Doğu!..
1975’ten başlayarak toplumun genel fikir çerçevesinde “BÜYÜK DOĞU” yu oturtmak mücadelemizin sebebi anlaşılıyor; islam inkılabı burada…
Bunu böylece vasıflandırış nisbetide, Büyük Doğu’nun muradı ve “niçin” buudu halinde İBDA’da… BÜYÜK DOĞU – İBDA, bir ayniyetin iki kanadı halinde şudur;
Eşya v hadiseler karşısında, ruhun tavrına “nasıl” denir… “Nasıl” davası. Eşya ve hadiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrına karşı, akıl “niçin”lerle yaklaşır ve FİKİR meydana gelir. Silsile halinde: Fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlaktır, ki kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir… Büyük Doğu – İBDA çekirdeği hususiyetinin açılışındaki umumiyet ifadesinin teorik dil alanı manasıyla, bu umumiyet içinde hususiyeti billurlaşan şahsiyet ve mevzuların fikir – fiil- sanat edalarının temin ettiği “has ve hususi” teorik dil alanında görülen sembollerin raksını, bu çerçevede “ teorik dil alanı “ bahsinin genel ve özel manasının ortak sembollerinden ortak sembollere varış zeminini işaretleyişini anlıyor musunuz?
Dil olmadan “fert – şahsiyet”, “zamanilik – tarih” sürü yerine “toplum” gibi insanı hayvandan ayırıcı hiçbir oluştan bahsedilemez…
Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı… “İlk dil, ilk emirle vardı; ilk insan, ilk peygamberdi” tezimiz, işi başından itibaren, her oluşu kendine bağlayıcı bir şekilde gösterir. Bu ikazdan sonra, Amerikalı bir dil profesörü olan John Searle’ün karşısında bir konuşturucu olarak göreceğimiz kişinin, mevzunun ehemmiyetini çerçeveleyen ifadelerini verelim ki, deva koklayan fikir çehremizin isabeti de bu vesile ile görülmüş olsun:
İstanbul’un, Konstantinopolis’in fethini vazifelendiren, müjdeleyen ve bu fethi gerçekleştirecek başbuğ ve askeri “ ne güzel başbuğ! “ ve “ ne güzel asker! “ diye anlatan muazzam hadis…
ALLAH Resulünün, hangi dil ve soydan olursa olsun, bütün İslam birlik ve topluluklarına ana cadde işareti veren bu emirlerini yerine getirmek şerefi, başlıca İslam aksiyonu halinde, bundan beş yüz şu kadar yıl evvel, Türk topluluğuna ve onun başbuğu Fatih Sultan Mehmet Han’a nasip oldu.
Öyle bir emirdir ki bu, Fatih’e gelinceye kadar. Resulullah serverinin, hicaz ve Suriye’den kalkıp İstanbul’a kadar gelen ve gerçek şehitler sıfatıyla kanlı elbiseleri içinde İstanbul surlarının dibine gömülen muazzam sahabelerinden başlayarak, kaç defa tecrübe edilmiş, fakat başarılamamıştı.
Bedir gazası tohumunun, batıyı can evinden toslama yolunda ağacını vermek ve yemişini dermek gibi bir harikayı, bundan 6 asır kadar evvel Türk topluluğu ve onun genç başbuğu yerine getirdi.
Bütün yolların kendisine çıktığı Roma’nın şark bölümü Bizansiyum, gerçekte doğu ve batı düğümünün merkezi bin bir yol ağzı; onun fatihi, Sultan Mehmet’te, Türk cemiyetini, dünü, evvelki günü, bugünü ve yarınıyla saran binbir mananın kavşak noktasıdır. Fatih’ten yola çıkıp nereye varamayız ki?
İlk mana, büyük mana, kurtarıcı mana; Fatihi anlamak için, uçurumun dibinden dağ başına bakarak ve uçurumu göremeyecek değil, dağ başından uçuruma göz atarak ve her an yüksekliğin şartını içimizde gizli tutarak hükme varmak lazımdır. Biz çent zamanından beri, tarihi mefahirimizle pohpohlanırken palasparelere bürünmüş dilencinin, boynuna ölü bir plaka asıp şehzadelik iddia etmesi gibi, ne kendi öz gerçeğini, şu andaki gerçeğini, ne de kaybettiği büyük hakikat mazideki maktul hakikati görebilen, gözlere mil çekici ve ruha zift doldurucu bir halet, bir piskoz içindeyiz. Fatih’i görebilmek için, başımızı abdal abdal havaya kaldırıp, nur saçarak dünyayı devreden füzeye bakmalıyız; bir an o füzenin içinden dünyaya ve kendimize bakmalıyız! Ancak bu şekilde büyük başbuğ ordusunun dümen neferi olabilmek fazileti ve liyakatine ereriz.
Yol budur ve tektir. Ve ikisi o türlü bitişmiş ve birleştirmiştir ki, aynı çizginin şimal ve cenup kutuplarını gösteren ok işaretleri haline gelmiştir.
Bu ölçüler dışında herşey de, her gün biraz daha can nefes ve ümit kaybetmekten ibaret kalmıştır.
Bizi ancak, yüce Yunus’un tabiriyle zehirli aş kurtarabilir.
Onu yemeye ve yedirmeye kim gelir?