Tag www.musabyasirozen.com.tr

Muhammed Ali

MUHAMMED ALİ

Muhammed Ali (doğum Cassius Marcellus Clay Jr., 17 Ocak 1942, Louisville, Kentucky – 3 Haziran 2016 Phoenix, Arizona), Amerikalı profesyonel boksördür. Tüm zamanların en iyi boksörü olarak kabul edilen Muhammed Ali, kariyeri boyunca yaptığı maçların yalnızca 5 tanesini kaybetmiştir.

Hayatı

Muhammed Ali, 17 Ocak 1942’de Louisville, Kentucky’de, Cassius Marcellus Clay Jr. ismi ile Afroamerikan ve çeyrek İrlanda kökenli bir ailede dünyaya geldi. 12 yaşındayken boksla tanıştı ve kısa zaman içinde National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası’nda amatör kayıtlara girdi. Yine 1960’ta Roma’da ağır hafif siklette altın madalya alarak profesyonel lige döndü. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları’nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı.

1964 yılında 22 yaşındayken, S. Liston’u yenip Dünya Şampiyonu oldu. Bu zaferden sonra dinini değiştirdiğini ve İslam’a geçtiğini açıkladı. Muhammed Ali ismini aldı ve çok sevdiği boks’a 1967’den 1970’e kadar ara vermek zorunda kaldı. “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım.” diyerek Vietnam Savaşı’na gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı ve pasaportu elinden alınınca dava süresince maddi sıkıntılar yaşadı ve iflas ettiğini açıkladı. Ailesinin yardımı ve üniversitelerde para karşılığı yaptığı konuşmalarla geçimini sağladı. 1970’te temyiz davasını kazanıp tekrar boksa döndü. 1971’de Joe Frazier ile ‘Asrın maçı’na çıktı ve profesyonel boks kariyerinde ilk defa kaybetti. Uzmanlar üç buçuk sene aradan sonra sadece 2 maç yapan Muhammed Ali’nin bu kadar zor bir maça hazır olmadığı görüşünde hemfikirdi. Fakat o en kısa zamanda tekrar şampiyon olmak istiyordu. Ardından çenesinin kırıldığı maçta Ken Norton’a sayı ile yenilince, kendi ve yakınları dışında birçok kişi kariyerinin bittiğini sandı. Fakat o azmedip art arda unvan için rakip olan boksörleri bir bir yendi. Ken Norton’i yenip rövanşı aldı.

1973’te Joe Frazier ile unvan maçı için anlaştı. Arada sadece Joe Frazier-George Foreman maçı kalmıştı. Frazier sürpriz bir şekilde iki raundda nakavt oldu. Ali böylece önce Fraizer ile maç yapıp arkasından da Foreman’la maç ayarladı ve iki maçı da nakavt’la kazandı. Böylece hem kaybettiği unvanını alacak hem de daha bitmediğini gösterecekti. 1974’te Foreman’ın bahisçilerde 7’ye 1 favori olduğu maçta rakibini hiç beklenmedik bir taktik ile sekizinci raundda nakavt edip hak ettiği unvanı Floyd Patterson’den sonra tekrar elde eden ikinci boksör oldu. 1978’de L. Spinks’e yenilip ardından aynı yıl rakibini yenince Dünya Şampiyonluğunu 3 kez elde eden ilk boksör oldu. O zamanlar sadece 2 Dünya Boks Federasyonu olması değerini daha da farklı kılıyordu. 2008 yılı itibarı ile 8 Dünya Boks Federasyonu bulunuyordu. Muhammed Ali’nin etkin döneminde en iyi boksörler, unvanı elde edebilmek için, mutlaka karşı karşıya gelirlerdi. George Foreman’in 1994 yılında 20 sene aradan sonra tekrar Dünya Şampiyonu olması ve unvanını çok kez savunması, o dönemin boksunun birçok ülkede neden “Altın 70’li yıllar” diye anıldığını bize anlatıyor.

1978’de boksu Şampiyon olarak bıraktı. Sonra 1984’te Parkinson hastalığına yakalanmasına rağmen bunu gizleyip büyük para karşılığı iki maç daha yapıp kaybetti. İkisi de o vaktin veya sonrasının Dünya Şampiyonları idi. (eski sparring partneri Larry Holmes ve Trevor Berbick). Profesyonel döneminde sadece 5 kez yenilen, Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu olan Muhammed Ali, 36 yaşına kadar bütün şampiyonlar için tek isim olmayı başardı ve 37’si nakavt olmak üzere 56 maç kazandı.

Onun yaşadığı dönemde İnsan Hakları Savunucusu Malcolm X de yaşadığı için münasebetleri olmuş ve “Kan Kardeşler” olarak anılmışlardır.

Muhammed Ali

Bokstan sonraki yaşamı

1984 yılında, Muhammed Ali Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan’ın yeniden seçilebilmesi için kendisine destek verdiğini açıkladı. 1991 yılında Ali, Körfez Savaşı sırasında Irak’a gitti ve Amerikalı rehinelerin serbest bırakılmasını müzakere etmek amacıyla Saddam Hüseyin ile bir araya geldi.

1996 yılında Atlanta, Georgia’da 1996 Yaz Olimpiyatları’nda ateşini yakma onuruna vardı.

17 Kasım 2002 tarihinde, Muhammed Ali, “Barış BM Elçisi” olarak Afganistan’a gitti. BM özel konuğu olarak üç günlük bir iyi niyet misyonuna ilişkin Kabil’de bulundu.

27 Temmuz 2012 tarihinde Ali, Londra’da, 2012 Yaz Olimpiyatları Açılış törenindeki Olimpiyat Bayrağını taşıdı. Parkinson hastalığından dolayı stadyumda bayrağı taşıyamayacak hale gelince eşi Lonnie ayakta durmasına yardımcı oldu.

20 Aralık 2014 tarihinde Ali, pnömoni şikâyetine muzdarip hastaneye yatırıldı. Ali bir kez daha Scottsdale, Arizona’da bir konuk evinde tepkisiz bulunduktan sonra idrar yolu enfeksiyonu rahatsızlığı ile 15 Ocak 2015 tarihinde hastaneye yatırıldı. Ertesi gün taburcu oldu.

Muhammed Ali

Muhammed Ali’nin zamanının en iyisi olduğu kabul edilir. 2001 yılında Hollywood tarafından hayatı filme alındı. Ali adlı filmde Muhammed Ali’yi Will Smith canlandırdı.

Parkinson hastalığı yüzünden uzun süre Michigan’daki çiftliğinde gözlerden uzak yaşamayı tercih eden ünlü boksör, ringlerde 20 yıldır ağzından düşürmediği “Bütün zamanların en iyisiyim” lafını ispatlayarak bir efsane olmuştur.

Buna rağmen, 2001 yılındaki 11 Eylül saldırıları üzerine Muhammed Ali, başında New York İtfaiye Müdürlüğü şapkası ile Sıfır Noktasına giderek destek ve dayanışmasını göstermek gereği duymuş ve şöyle demiştir:

“Beni asıl inciten, ‘İslam’ adının bulaştırılması ve ‘Müslüman’ [adının] bulaştırılması ve sorun çıkarılıp nefret ve şiddete yol açılması. İslam, katil dini değildir. İslam, barış demektir. Evde öylece oturup insanların sorunun kaynağı olarak Müslümanları yaftalamalarına seyirci kalamazdım.”

Hayatını anlatan biyografik roman, 2002 yılında Kaknüs Yayınları tarafından yayımlanmıştır (ISBN 975-6698-34-9).

Uzun süredir Parkinson hastalığı ile mücadele eden Muhammed Ali 3 Haziran 2016 tarihinde solunum yolu rahatsızlığı nedeniyle tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirmiştir.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABİ

Muhyiddin İbnü’l-Arabî (Arapça: مُحِي اَلدِّينْ اِبْنُ الْعَرَبِي; d. 28 Temmuz 1165 – 10 Kasım 1240) ya da tam adıyla Muhyiddîn Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî el-Hâtimî et-Tâî (Arapça: أَبُو عَبْدُ الله مُحَمَّدْ بِنْ عَلِي بِنْ مُحَمَّدْ بِنْ اَلْعَرَبِي اَلحَاتَمِي اَلطَّائِي), ünlü İslâm düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair. Şeyhü’l Ekber unvanı ile de bilinir.

Hayatı

Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Muvahhidler döneminde, 28 Temmuz 1165’te Mursiye (Murcia), Endülüs’te doğdu. Bilinmeyen bir sebeple sekiz yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye geldi. Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. İsminin sonunda yer alan el-Hâtimî et-Tâî, onun cömertliği ve hayırseverliğiyle ün kazanmış olan Taî kabilesine mensup Adî b. Hâtim et-Taî’nin kardeşi Abdullah b. Hâtîm et-Taî’nin soyundan geldiğini göstermektedir. Bu kabilenin Arap olması sebebiyle İbn Arabî ve ataları “Arabî” (Arab) diye tanınmışlardı. Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra çıktığı seyahatte Şam, Bağdad ve Mekke’ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüşmeler yaptı. Babası, kendisinde bir değişiklik olduğunu fark ederek İbnü’l-Arabî ile görüşmek isteyen filozof İbn Rüşd’e ondan bahsetmişti. İbn Rüşd, gerçek bilginin akıl yoluyla elde edildiğini savunurken İbnü’l-Arabî; gerçek bilginin sadece aklımızdan vücuda gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok tasavvuf yoluyla elde edilebileceğine inanıyordu. Daha sonra Sufizmi benimsedi ve hayatını manevî yola adadı.

İbnü’l-Arabî, kendisine “Manevî annenim ve dünyevî annenin ışığıyım” diyen Kordovalı Fatma adında 95 yaşından büyük bir kadına hizmet etti. Takvası ve tevekkülü ile bilinen bu kadın, kendisi üzerinde de oldukça büyük bir etki bırakmıştı.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

Seyahatleri

İbnü’l-Arabî, ilk defa 36 yaşında İspanya’dan ayrıldı ve 1193’te Tunus’a geldi. Tunus’ta bir yıl geçtikten sonra 1194’te Endülüs’e döndü. Babası İbnü’l-Arabî’nin Sevilla’ya gelmesinden kısa bir süre sonra öldü. Annesi de birkaç ay sonra öldüğünde İspanya’yı ikinci kez terk etti ve iki kız kardeşi ile 1195’te Fas’ın Fez kentine gitti. 1198’de İspanya’nın Córdoba şehrine döndü ve son kez 1200’de İspanya’yı Cebelitarık’tan geçerek tamamen terk etti. Mağrip’teki bâzı yerleri ziyaret ederek 1201’de Tunus’tan ayrıldı ve 1202’de hac etti. Üç yıl Mekke’de yaşadı ve orada el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye (Arapça: اَلْفُتُوحَاتُ الْمَكِّيَّة) adlı eserini yazmaya başladı.

Mekke’de vakit geçirdikten sonra Suriye, Filistin, Irak ve Anadolu’ya seyahat etti.

1204 yılında İbnü’l-Arabî, Selçuklu döneminde büyük tanınmış bir şeyh olan Mecdüddin İshak ile buluştu. İbnü’l-Arabî, bu kez kuzeye yöneldi; önce Medine’yi ziyaret ettiler ve 1205’te Bağdat’a gittiler. Bu ziyaret, ona Şeyh Abdülkâdir Geylânî’nin doğrudan öğrencileriyle tanışma fırsatı sundu. İbnü’l-Arabî, âlim Ali bin Abdullah bin Câmî’yi görmek için Musul’u ziyaret etmek istediği için sadece 12 gün orada kaldı. Orada Ramazan ayını geçirdi ve et-Tenezzülâtü’l-Mevṣıliyye ile el-Celâl ve’l-cemâl’i yazdı.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Ekberî Öğretisi

Varlık birliği (Vahdet-i Vücud) öğretisinin baş sözcüsü olmakla birlikte kendisinden sonra vahdet-i vücud görüşünü benimseyen sufiler için Muhyiddin İbn Arabi’nin lakaplarından olan Şeyh-i Ekber’e atıfla Ekberî sıfatı kullanılmıştır. Her ne kadar varlığın bir olduğunu kabul etmiş olsalar da Ekberî sufiler, bâzı görüşlerinde farklılıklar sergilemişlerdir. Meselâ Abdülkerim el-Cili ve Sadreddin Konevî her ikisi de Ekberî olmakla birlikte özgün görüşleri de olan ve başlı başına bir sufi metafiziği ve felsefesine sahip olan düşünürlerdir.

İbnü’l-Arabi’ye yönelik eleştiriler

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye karşı öğretisini benimseyenlerce Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh), öğretisine karşı çıkanlar tarafından Şeyh-i Ekfer (en kâfir şeyh) gibi birbirine taban tabana zıt lakapların verilişi, İbnü’l-Arabî’nin İslâm tarihinde üzerine en sert tartışmaların yapıldığı kişilerden biri olduğunun göstergesidir.[10] İbnü’l-Arabî’ye ait birçok görüş tartışılagelmiş, fakat üzerinde en çok durulan konu şüphesiz vahdet-i vücud düşüncesidir.

İbnü’l-Arabî, vahdet-i vücud (varlığın birliği) dolayısıyla panteizmi savunduğu, yani varlığın Tanrı olduğunu söylemesi iddiasıyla hem bâzı fakihlerden, hem de bâzı sufîlerden ılımlı ve sert eleştiriler almıştır.

Fakat Fususu’l-Hikem şârihlerinden Ahmed Avni Konuk, panteizmin vahdet-i vücud kavramından farklı olduğunu ifade eder ve 11 madde ile açıklar. Bu maddelerden ikisi şöyledir:

Madde 4: Vahdet-i vücudu müşahede edenler, taayyünat ve eşyanın hakikatinin Hak olduğunu söylerler; fakat taayyünatın ve eşyanın kendisine Hak demezler. “Hak, Hak’tır ve eşyalar da kendi zatlarında eşyadır” derler. Vücûdîler (panteistler) ise eşyanın taayyünlerinin ve zatlarının Hak olduğunu söylerler.

Madde 8: Vahdet-i vücudu müşahede edenler, Cenabı Hakk’ı hem “tenzih”, hem “teşbih” ederler. Vücûdîler (panteistler) ise yalnız “teşbih” ederler.

İbnü’l-Arabî’nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbelî Mezhebi geleneğinden beslenen âlim İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye’ye göre vahdet-i vücud küfürdür, dolayısıyla onu savunanlar da kâfirdir.

Bâzı tasavvuf ehilleri Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin geldiği idrak ve ilâhî anlayış seviyesinin peygamberler hariç insanlığın gelebileceği en yüksek seviye olduğu görüşündedirler. Tasavvuf çevrelerindeki genel kanaat, gelmiş geçmiş en büyük birkaç şeyhten biri olduğu yönündedir; bu da “Şeyh-ül-Ekber” yakıştırması ile paraleldir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin öğretisinin ve anlayışının ancak onun düzeyinde olanlarca anlaşılabileceği, yani ancak cüz’î iradenin tamamen devre dışı bırakılması ile anlaşılmasının mümkün olabileceği; aksi hâlde cüz’î iradeden tamamen kopamayan ve ilâhî iradeyle tamamen bütünleşemeyen bir kişinin Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bu yöndeki söylemlerini dillendirmesinin bir mânâda yalan beyan olacağı ifade edilmiştir.

Sadreddin Konevî’den günümüze kadar İbnü’l-Arabî ekolünü devam ettiren sufilerden bazıları

  • Fahreddin Iraki 1213-1289
  • Müeyyidüddin el-Cendi ö. 1291
  • Aziz Nesefi ö. 1300
  • Dâvûd-i Kayserî ö. 1350 Konevî’nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî’nin talebesidir.
  • Sadeddin Fergani ö. 1300
  • Abdürrezzak Kaşani ö. 1329
  • Mahmud Şebüsteri 1288-1340
  • Şeyh Bedreddin 1359-1420
  • Abdülkerim el-Cili 1366-1424
  • Molla Fenârî ö. 1430 Babası Konevî’nin halifelerindendir.
  • Şah Ni’metullah-i Velî ”(Nûr’ed-Dîn Kirmanî)” 1330-1431
  • Abdurrahman Câmî 1414-1492
  • Muhammed Kutbuddin İznikî ö. 1450 Molla Fenârî’nin talebesidir.
  • Yazıcızâde Muhammed Efendi ö. 1451 Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.
  • Akşemseddin ö. 1459 Fatih Sultan Mehmed’in hocasıdır. “Risâletü’n-Nuriyye” ve “Def’u Metaini’s-Sufiyye” adlı eserlerinde İbn Arabi’nin görüşlerini savunmuştur.
  • Abulvehhab Şarani 1493-1565
  • Cemal Halvetî (Çelebi Halife) ö. 1506 İbn Arabî’nin iki beytini şerh etmiştir.
  • İdris Bitlisî ö. 1520
  • Sofyalı Bâli Efendi ö. 1552 Füsûs şârihi.
  • Üftâde Muhammed Muhyiddîn ö. 1580 Bursalı ve Celvetiye Tarikatı büyüklerindendir.
  • Aziz Mahmud Hüdâyi ö. 1629 Üftâde’nin talebesidir.
  • Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi ö. 1578
  • İsmail Ankaravî ö. 1631 Meşhur Mesnevî şârihidir.
  • Abdullah Bosnevi ö. 1636 Füsus şârihidir.
  • Sarı Abdullah Efendi ö. 1660
  • Sunullah Gaybi ö. 1676 Keşfü’l Gıta adlı eserinde Vahdet-i vücud açıklanmaktdır.
  • Karabaş Veli Ali Alâeddin Atvel ö. 1685
  • Atpazarî Osman Fazlı İlâhî ö. 1690
  • Niyâzî-i Mısrî ö. 1693 En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.
  • İsmail Hakkı Bursevî ö. 1724
  • Nasuhî Mehmet Efendi ö. 1717
  • Neccarzade Mustafa Rıza Efendi ö. 1746
  • Abdülaziz Debbağ ö. 1717
  • Abdülgani Nablusi 1641-1731
  • Kırımlı Selim Baba ö. 1756
  • Şah Veliullah Dehlevi 1703-1762
  • Abdullah Salâhî-i Uşşâkî ö. 1781
  • Ahmed İbn Acibe 1747-1809
  • Köstendilli Süleyman Şeyhi 1750-1820
  • Safranbolulu Mehmed Emin Halvetî ö. 1867
  • Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin ö. 1881
  • Emir Abdülkadir 1808–1883
  • Muhammed Nur’ül Arabi ö. 1887
  • Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî ö. 1893 Tercüme-i Cânibü’l-Garbi fî Halli Müşkilâti İbn Arabî adlı bir eseri vardır.
  • Ahmed Amiş Efendi 1807-1920
  • Hüseyin Vassaf 1872-1929 Uşşaki şeyhlerinden yazar.
  • Abdurrahman Sami Uşşâki 1878-1935
Hüsnü Mübarek

HÜSNÜ MÜBAREK

Muhammed Hüsnü Said Mübarek (4 Mayıs 1928, Minufiye – 25 Şubat 2020, Kahire), Mısırlı asker ve siyasetçi. 1981-2011 yılları arasında Mısır cumhurbaşkanı. 2011’in Ocak ayında başlayan yaygın halk gösterilerinden sonra, önce 10 Şubat 2011 tarihinde yetkilerini yardımcısı olan Ömer Süleyman’a devretti, ertesi gün de görevinden istifa etti.

Kahire’deki Mısır Askerî Akademisi’ni (1949) ve Bilbays’taki Havacılık Akademisi’ni bitirdi (1950). Sovyetler Birliği’nde ileri uçuş ve bombardıman teknikleri konusunda öğrenim gördü. Mısır Hava Kuvvetleri’nde çeşitli görevler üstlendikten sonra 1966-69 arasında Hava Akademisi komutanlığını yürüttü. 1972’de Enver Sedat tarafından hava kuvvetleri komutanlığına getirildi. Ekim 1973’te İsrail’le yapılan Yom Kippur Savaşı’nın ilk günlerinde Mısır Hava Kuvvetleri’nin elde ettiği başarılarda önemli rol oynadı. Ertesi yıl mareşal oldu.

Nisan 1975’te devlet başkanı yardımcılığına atandı. Fas, Cezayir ve Moritanya arasında Batı Sahra’nın (İspanyol Sahrası) geleceğiyle ilgili anlaşmazlıkta arabuluculuk yaptı.

Hüsnü Mübarek

Devlet başkanlığı

6 Ekim 1981’de Enver Sedat’ın bir suikast sonucunda öldürülmesi üzerine devlet başkanı oldu. Bu görevde öteki Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye çalıştı. 1982’de Lübnan’ı işgal eden İsrail’le yakınlaşma politikasından uzaklaştı. 1987’de altı yıllık ikinci bir dönem için, oyların yüzde 97’sini alarak devlet başkanlığına yeniden seçildi. 1989’da, Enver Sedat döneminde İsrail’le yaptığı barış antlaşması yüzünden Arap Birliği’nden çıkarılmış olan Mısır tekrar birliğe kabul edildi, merkezi de Kahire’ye taşındı.

1990-91’deki Körfez Bunalımı ve onu izleyen Körfez Savaşı sırasında Arap ülkeleri, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında başlıca aracı işlevini üstlendi. Suudi Arabistan’ın, uluslararası kuvvetlerin desteğine başvuru kararının desteklenmesinde öteki Arap ülkelerine öncülük etti.

Enver Sedat’a yapılan suikastın ardından Mısır Devlet Başkanlığına ve Ulusal Demokratik Parti’nin liderliğine seçilen Mübarek; 1987, 1993, 1999 ve 2005 yıllarında yapılan ve muhalefetin katılımının kısıtlandığı seçimlerde arka arkaya dört kez göreve seçildi.

26 Haziran 1995’te, Afrika Birliği Örgütü Zirvesi için gerçekleştirdiği Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa seyahati sırasında kendisine suikast girişiminde bulunuldu. İstihbarat raporlarına göre girişim, el-Kaide ile birlikte hareket eden ve Mısır’da faaliyet gösteren İslam Cemaati ile Mısır İslam Cihadı tarafından gerçekleştirilmiş ve Sudan hükûmeti ile ülkenin istihbarat servisleri tarafından desteklenmişti.

Hüsnü Mübarek

Protestolar ve istifası

2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap dünyası protestolarının 25 Ocak 2011’de Mısır’da da başlaması üzerine 10 Şubat 2011’de yetkilerinin çoğunu yardımcısı Ömer Süleyman’a devretti, 11 Şubat 2011’de ise görevini orduya ve anayasa mahkemesine devrederek istifa etti. İstifa ettikten kısa bir süre sonra tutuklandı ve yargılanmaya başlandı. Bir süre idamla yargılanmıştır. 2 Haziran 2012 günü yardımcısı ile birlikte ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, oğulları ile yargılanan birkaç kişi ise beraat etmiştir. Kısa süre sonra Mübarek’in idam edilmesini isteyen göstericiler, Mübarek’in yargılandığı mahkeme önünde polisle çatışmışlardır. Yaşanan gelişmeler üzerine Mübarek depresyona girmiştir.

Mısır’ın en üst düzeydeki temyiz mahkemesi tarafından 2 Mart 2017’de hakkında beraat kararı verildi. 24 Mart 2017’de serbest bırakıldı.

Ölümü

Hüsnü Mübarek 25 Şubat 2020’de başkent Kahire’deki Kahire askerî hastanesinde, 91 yaşında hayatını kaybetti. Kahire’nin dışındaki bir aile mezarlığında askerî cenaze töreni düzenlendi.

Roger Garaudy

ROGER GARAUDY

Roger Garaudy (17 Temmuz 1913, Marsilya – 13 Haziran 2012, Paris) Fransız düşünür ve yazar.

1952 yılında Sorbonne Üniversitesi’nden felsefe dalında, 1954 yılında SSCB Bilimler Akademisi’nde bilim dalında doktor unvanı elde etmiştir.

Fransız Komünist Partisi’nde etkin bir konumda yer aldıktan sonra bu partiden ayrıldı. Fransa Parlamentosu’nda milletvekili, meclis başkan yardımcılığı, milli eğitim komisyonu üyesi ve senatör olarak görev yaptı. Daha sonra profesörlüğe devam etti.

Emekliliği sırasında pek çok akademik eser yayımlayan Garaudy, 1982 yılında Müslüman olmuştur.

Roger Garaudy

Eserleri

  • Dünyadaki Tek Medeniyet Batı Değil
  • Le Terrorisme Occidental (Batı Terörizmi) (2004)
  • Mythes fondateurs de la politique israélienne (İsrail’in kuruluşundaki mitler) (1995) Bu kitabında savunduğu antisemitik görüşler Fransız ceza kanunlarına göre suç teşkil eder.
  • Avons-nous besoin de Dieu? (Tanrı gerekli mi?) (1993)
  • Karl Marx (1972 ve 1977) On bir dile tercüme edilmiştir.
  • Pour un Modèle français de socialisme (Sosyalizmin bir Fransız modeli üzerine) (1968)
  • Lenine (1968) İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Portekizceye tercüme edilmiştir.
  • La pensée de Hegel (Hegelin düşüncesi) (1966) İspanyolca, Portekizce, Arnavutça ve Yunancaya tercüme edilmiştir.
  • Marxisme du XX siècle (20.yy Marksizmi) (1961) Norveççe, İngilizce, Türkçe, Çekçe’ye tercüme edilmiştir.
  • Dieu est Mort (Tanrı Öldü) (1962) Hegel üzerine inceleme. Almanca ve İspanyolcaya tercüme edilmiştir.
  • Perspectives de l’homme (İnsanın Ufukları) (1955) Sırbo-Hırvatça, İspanyolca, Lehçe, Portekizçeye tercüme edilmiştir.
  • Theorie materialiste de la connaissance (Materyalist Bilgi Teorisi) (1953) Çekçe, Rusça, Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir.
  • Les sources françaises du socialisme scientifique (1949) (Bilimsel sosyalizmin Fransız kaynakları) Lehçe, Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir.
  • Siyonizm Dosyası
  • Yaşayanlara Çağrı
  • İnsanlığın Medeniyet Destanı
  • Geleceğimizde İslam Var
  • Hatıralar
  • Endülüs’te İslam
  • İslam ve İnsanlığın Geleceği
  • Yobazlıklar
  • Amerikan Efsanesi
  • İlahi Mesajlar Toprağı Filistin
  • İslam’ın Vadettikleri
  • İsrail Dosyası “Siyasi Siyonizm”
  • İslamiyet ve Sosyalizm
Cat Stevens

CAT STEVENS

Cat Stevens veya Yusuf İslam (doğum adıyla Steven Demetre Georgiou; d. 21 Temmuz 1948, Londra), İngiliz şarkı sözü yazarı ve müzisyendir. Müzik tarzı folk, pop, rock ve İslamî müzikten oluşur. 1977 yılında Müslüman olmuş ve bundan iki yıl sonra da adını Yusuf İslam olarak değiştirmiştir.

Georgiou, çoğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda olmak üzere çoğunluğu Cat Stevens mahlasıyla 60 milyondan fazla albüm sattı. “Wild World”, “Father and Son”, “Morning Has Broken”, “Peace Train”, “The First Cut Is the Deepest” ve “Lady D’Arbanville” gibi ünlü parçalarıyla hatırlanır. Sanatçı, 2014 yılında Rock and Roll Hall of Fame (Rock and Roll Efsaneler Müzesi)’ne dâhil edilmiştir.

Cat Stevens

Çocukluğu ve gençliği

21 Temmuz 1948 tarihinde Londra’da doğdu. Kıbrıslı Rum bir babanın ve İsveçli bir annenin üçüncü çocuğu olan Cat Stevens’ın asıl adı Steven Demetre Georgiou’dur.

Babası Yunan Ortodoksu olmasına rağmen, Steven bir Katolik okuluna gitti. 8 yaşındayken annesi ve babası boşandı. Bir süre beraber yaşadılarsa da, annesi oğlunu alıp İsveç’e döndü. 16 yaşındayken okulu bıraktı, daha sonra Sanat Okulu’na girdi ama oradan da ayrıldı.

Müzik kariyeri

İlk hit parçasını ve albümünü 18 yaşındayken yaptı. “I Love my Dog” şarkısı Cat Stevens’ın doğuşu anlamına geliyordu. 1966 yılında Matthew and Son albümünü piyasaya sürdü. Bu dönemde Cat Stevens ismini aldı. 1967’de yayımlanan New Masters albümü fazla tutulmadı, bu albüm sonradan birçok kişi tarafından yorumlanan The First Cut Is the Deepest parçasıyla hatırlanır.

1968’in başında 19 yaşındayken Stevens tüberküloza yakalandı. Aylarca hastanede yattığından müziğe tekrar dönmesi 1970’i buldu.

1970’te yayımladığı folk müzik temeline oturtulmuş, önceki albümlerinden de biraz farklı sayılan Mona Bone Jakon yayımladı. Bu albümde o dönemki aşkı Patti D’Arbanville için yazılmış (daha sonra bir klasik halini alan) “Lady D’Arbanville” parçası da yer alır. Cat Stevens, 1970’in ikinci yarısında yayımladığı uluslararası bir başarı yakalayan Tea for the Tillerman albümüyle yoluna devam etti. Wild World parçası bu albümdeki en beğenilen ve popüler parça oldu.

Kendine has bir müzik oluşturan Stevens 1971’de çıkardığı Teaser and the Firecat albümüyle başarının tadını çıkarmaya devam etti. Bu albümde “Peace Train”, “Morning Has Broken” ve “Moonshadow” gibi birçok hit parça yer alıyordu. 70’li yıllarda yeni albümler yayımlamaya devam etti.

Cat Stevens

Müslüman oluşu

2008 yılında
1976 yılında bir kaza sonrası boğulmak üzere olan ve Tanrı’ya yakaran Cat Stevens, yıllar sonra VH1 kanalında o anda şunları aklından geçirdiğini söylemiştir: ”Oh God! If you save me I will work for you.” (Tanrım, eğer beni kurtarırsan senin için çalışacağım).

Din değiştirmesinden sonra uzunca bir süre müzik kariyerine ara verdi. Sahnelerden uzaklaştı, hatta müzik şirketlerinden artık albümlerinin dağıtılmamasını rica etti fakat bu talebi reddedildi. 2006 yılında oğlunun evinde eline aldığı gitar ile birlikte bu kararını 28 yıl sonra değiştirdi. Önce kendi eski şarkısı olan Father and Son şarkısını Ronan Keating ile söyledi. Ardından 2006 yılında An Other Cup albümünü çıkardı. Ardından, 5 Mayıs 2009’da olumlu eleştiriler alan albümü Roadsinger piyasaya çıktı. Müzisyen son olarak 2014 yılının sonlarında Tell ‘Em I’m Gone isimli son albümünü piyasaya çıkarttı.

Şu an eşi Fauzia Mubarak Ali ve altı çocuğuyla birlikte Londra’da yaşamaktadır.

Albümler

  • Cat Stevens adıyla
  • Matthew & Son (1966)
  • New Masters (1967)
  • Mona Bone Jakon (1970)
  • Tea for the Tillerman (1970)
  • Teaser and the Firecat (1971)
  • Catch Bull at Four (1972)
  • Foreigner (1973)
  • Buddha and the Chocolate Box (1974)
  • Saturnight (Live in Tokyo) (1974)
  • Numbers (1975)
  • Izitso (1977)
  • Back to Earth (1978)
  • Majikat (2005)
  • Gold (2005 derleme)
  • My lady d’arbanville
  • Birçok derleme ve antoloji

 

Yusuf İslam adıyla

  • The Life of the Last Prophet (1995)
  • I Have No Cannons that Roar (1998)
  • Prayers of the Last Prophet (1999)
  • A is for Allah (2000)
  • I Look I See (2003)
  • Footsteps In The Light (2006)
  • An Other Cup (2006)
  • Roadsinger (2009)
  • Tell ‘Em I’m Gone (2014)
Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

SALİH MİRZABEYOĞLU VE BÜYÜK DOĞU-İBDA MEFKURESİ

Kudsî Hadis-i şerifte meâlen: “Âlemi insan, insanları ise bana ibadet etsinler diye yarattım!” buyurulur…

“İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun…” Meâli: “Biz Allah’a aidiz ve nihayet O’na döneceğiz.” (Bakara; 156)

Bilindiği gibi Büyük Doğu-İBDA Mektebi’nin mimarları, Necib Fazıl Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu’dur. Bu mektebin iki mütefekkiri yüz elli küsur şaheser vermiş, hayatları mücadele ile geçmiş, çok zulüm görmüşlerdir. Zindan duvarları bile gözyaşına boğulmuştur. Dolayısıyla bir değil, bin makale ile dahi bu dâva ve şahsiyetleri takdim etmek, yeterli olmayacaktır. Ancak, “Parça bütünün habercisidir!” hikmeti gereği, mücmel bir takdimin de zarurî olduğuna inanıyoruz.

Nereden başlayalım?

Meselâ, “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” diye sormak, “Ölüm nedir?” diye sormanın aynıdır. Bunu kendi lisanından mücmel olarak iktibas edelim:

– «“Ben kimim?” diye sormak, “ölüm nedir?” diye sormakla birdir… “Ben”… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hâdiseler dizisinden ibaret!»

Mâzi idrakiyle hâlin yaşanması ve ötelere (“sonsuzluk kervanı”) dair bir kimlik edinmenin zaruretine işaret eden Mirzabeyoğlu, baba tarafından Muş ilinde ikâmet eden Mutkî aşîretine mensuptur. Bu şecere kısaca şöyle:

– “Mutkî aşîreti reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey, onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu… Büyük Sahâbî “Seyf-ül İslâm-İslâmın Kılıcı” lâkaplı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir şecere…”

Anne tarafından “Hz. Ebu Bekir’in soyundan” olan Babaanne Hanife Süphandağı, “Abdulhâkim Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi”dir.

Yâni Mirzabeyoğlu, “Seyyid” soyundandır da…

Anne tarafından dedesi ise; “Abdulkadir Güleray… Baba adı Ali, ana adı Adile… Babası ve annesi, Bulgaristan’ın Çırpan yöresinden gelip Bursa’ya yerleşen göçmen…”

Babaannesi, babası ve halası, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün edilen Salih İzzet Erdiş, 10 Mayıs 1950 yılında Erzincan’da doğmuştur. “Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada… Ben, son anda mezardan dönen insanım!..” diyen Mirzabeyoğlu, soyadını, 1975 Gölge dergisinin çıkışı ile aldığını ifade eder…

“4 Şubat 1990 yılında Hayran Hanım’la Şer’î nikâhı kıyılan” Mirzabeyoğlu’nun, Şerife Neslihan (12 Kasım 1990) ve Ayşe Elif (6 Ocak 1993) adında iki kızı vardır…

İlkokul, Ortaokul ve Liseyi Eskişehir’de bitiren Mirzabeyoğlu, 1964 tarihinde kendisine annesi tarafından hediye edilen Eflatun’un “Devlet” adlı eserini, “Benim not alarak okuduğum ilk eser de, 1967’de bu eserdir” şeklinde ifade ederek, didaktik amaçlı okuma-araştırma ve “fikir sancıları”nın başladığı tarihi verir.

Şahsiyetinin ana çizgilerinin Eskişehir’de piştiğini ifade eden Mirzabeyoğlu, 15-16 yaşlarında Milliyetçiler Derneği ve Komünizmle Mücadele Derneği’nde Rahmetli Halil ağabey ve Milli Eğitim Kitabevi’nin şefliğini yapan Suat Fıratlı ağabeyle hemen her gün beraber olduğunu vurgular. Kitabevini ise, “uzun nutuklarına sahne olan bir mekân” olarak tasvir eder. Bu arada Milli Nizam Partisi Eskişehir Gençlik Kolları’nın başında Erbakan’la tanışma ve nihâyet Üstad’ı Necib Fazıl Kısakürek’e; fikir ve haysiyetine, “yanasıya aşkla” vurulması, aynı tarihlere denk gelir…

1975-76’da Gölge dergisiyle fikir arenasında görünen, 1979-80 yıllarında Akıncı Güç adlı dergiyle kükreyen Mirzabeyoğlu, Milli Selamet Partisi’nin Gençlik Kolu olarak faaliyet gösteren “Akıncılar Derneği”nin isim babasıdır da… Akıncı Güç dergisi vesilesiyle Necip Fazıl’la yakından tanışan Mirzabeyoğlu, âhirete irtihâline (25 Mayıs 1983) kadar Üstad’ın yanındadır.

Gölge Dergisi’nde mücerret fikrin tohumlarını eken ve Akıncı Güç dergisini çıkardıktan sonra bizzat Üstad’ın nezaretinde, “mücerret fikir” ufkunda kanat çırpan Mirzabeyoğlu, her biri mâzinin irfan hazinesine mıhlı, terkipci ve icadçı fikirlerle dolu; bize “Köklerimiz”i hatırlatan ve tesir gücü BÜYÜK DOĞU’dan mülhem 60 küsur şâheserin sahibidir…

Hâsılı, “Bende ne hikmet varsa büyüklerime aittir. Hatalar -varsa- nefsime aittir” diyen Mirzabeyoğlu’nu anlamak için Necib Fazıl ve Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini öyle veya böyle az da olsa anlamak gerekir.

İmam-ı Rabbânî’den Muhyiddin-î Arabî’ye, Elmalılı Hamdi Yazır’dan Kadı Beydavî’ye, Mevlâna’dan Şeyh Gâlib’e, Şerif Cürcani’den Kadı Iyaz ve İmam-ı Gazâliye, Ebu Hanife ve İmam-ı Şâfii’ye, “Şahsiyetler Topluluğu”na; dört halifeye ve nihâyet, “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber”e uzanan bir çizginin temsilcisi olan Mirzabeyoğlu ve dâvası, fikir ve ıstırabı, ciltler dolusu eserlere mevzu olsa gerektir.

Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra bu dâvanın (mücmel-kısa olarak) takdimine geçebiliriz.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

BÜYÜK DOĞU-İBDA MEFKÛRESİ

“Büyük Doğu-İBDA Fikir ve Aksiyon Mektebi”, hayatı, ölüm ve ötesini, “asıl” ve “asla bağlı bir teferruatçılık şuuruyla” tahlil eden terkipci “büyük kafalar”ın, İslâmı, “yeni bir anlayış” çerçevesinde, yâni; “anlayışı yenileyerek” takdim etmesi ve çağa hâkim kılınmak istenilen İslâmî bir nizamın usûl ve kaideler bütününü, cemiyetin idrak nazarına sunmasından ibarettir. Bu fikir mektebinin iki Mütefekkirinin üslûbları önce kâlbe-hisse, sonra akıl ve ruha hitap eder; anlaşılmaz değil, zor anlaşılırdır. Dolayısıyla külliyatı kavramak için sadece ilim ve akıl kâfi gelmez. Kırgızistan Taza Din Hareketi kadrosuna mensup Cumay Suyunaliyev’in; “Biz İbda’yı hissederek kabul ettik. Şimdi, hissettiklerimizi anlamaya çalışıyoruz” şeklindeki ifadesi, buna dair bir argüman olarak kifâyet eder.

Mevcut İslâmî anlayışların içerisinde, “ayrı bir meşrep ve mezhep” değil, “İslâmın emir subaylığı” olan Büyük Doğu, Üstad’ın ifadesiyle: “BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz, BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye tâlip…” bir mefkûre’dir. [1]

Üstad, “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinde “Devlet ve İdare Mefkûresi”ni kısaca şöyle izah eder:

– “Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır… Yüceler Kurultayı”nın âzası, eksiksiz ve fazlasız 101’dir…

“Başyücelik Hükûmeti” bir Başvekil ve on bir vekilden mürekkeptir…”

Hükûmetin 11 Dâvası’nı ise; “Ruh ve Ahlâk Dâvası, Umumî İrfan Dâvası, Köy ve Köy Dâvası, Şehir ve Umran Dâvası, Ordu Dâvası, İç İnzibat Dâvası, Dış Münâsebetler Dâvası, Bütün Neşir Vâsıtalarını Murâkebe ve Himaye Dâvası, İş Emniyeti ve İş Sahaları Arasında Ahenk Dâvası, Nüfusu Çoğaltma, Güzelleştirme ve Sağlamlaştırma Dâvası, Milli Servet ve İktisat Dâvası” şeklinde tasnif eder.

Başyücelik Hükûmeti’nin “Temel Prensipler”ini ise; “Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve mülkiyette tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık ve Müdahalecilik” şeklinde tasnif eden Üstad, eğitimden mûsîkiye, edebiyattan sinemaya, kılık-kıyafetten sokaktaki adama kadar her mesele, mevzuu ve muhatabın görev ve hâlline dair bir disiplin, bir tertip, bir çözüm ve nizam teklifi sunar.

“İslâmiyeti feyizlendirme bahsinde beş bâtıl güdüm”ün ise; “reformacılar, havaî ve nefsanî tefsirciler, satıhçı ve kışırcı şeriatçılar, sahte ve yalancı sofiler, ham ve kaba softalar” olduğunu belirtir.

Salih Mirzabeyoğlu, Akıncı Güç Kadrosu ve Necip Fazıl’la Yakından Tanışması
– “Biz ruh hamurumuzu Büyük Doğu teknesinde ve onu yoğuran ellerde idrak ettik ve başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul edemeyiz!” […]

– “Kendisinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz bu yol Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun ta kendisidir. Ve adı “gerçek İslâmiyet”tir…” [2] ifadeleriyle fikir arenasına atılan “Akıncı Güç” dergisi ve kadrosu Üstad Necib Fazıl tarafından şu şekilde medhedilir:

– “İşte tam 40 yıldır süze süze özleştirdiğimize şahit olduğumuz bu birkaç genç ve 3-5 ağabeyleri, satranç tahtasının ilk karesindeki ilk vâhid mevkiîndedir. Bu vâhidi elde edebilmek için 40 yıl çalıştık, ama sonunda “evraka-buldum!” diyebilmek saadetine ulaştık. Gerisi keyfiyetini bunlarla paylaşan basit bir kemmiyet meselesidir ve cevher, kan oturmuş tırnaklarımızla 40 yıl kazıdığımız kuyudan çıkarılmıştır.”

Üstad Necip Fazıl bu kadro hakkında sözlerine şöyle devam eder:

– Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı…

Daima böyledir. İlâhi tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, bir köşenizde otururken görünüverir.

Bu ışık, hiç birini görüp tanımadığım, görüp tanıyınca da aramızdaki ezelî yakınlığa şahid olduğum gençlerden… Şu anda “Akıncı güç” isimli derginin ilk sayısından…” [3]

Müjdelerin Müjdesi
“Birkaç gün önce… Büyük Doğu Yayınlarının idare yerine birer meşale kıvraklığında üç genç geldi. Oturdular ve tek kelime söylemeden bana bir dergi uzattılar: AKINCI GÜÇ… Bunlar bu dergiyi çıkaran ve güden gençler… […]

Gece yatağıma uzanıp dergilerini açtığım zaman ne görsem iyi? Bir baştan öbür başa kadar Büyük Doğu idealinin destanı… Hem de en derin fikir tabakalarına kadar nüfuz edici ve bugünkü aydın İslâm gençliğini Büyük Doğu mihrak ve istikâmetinde gösterici bir tahlil, terkip, tefekkür ve tahassüs ifadesiyle… Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha âdi pohpohlamalarla değil… Duyarak, düşünerek ve yaşayarak… […]

Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!” [4]

Ayrıca Üstad, Mirzabeyoğlu’nun; “Azat kabul etmez bir zaptolunmuşluk hissiyle ve bunu hayatının mânâsı bilen gençlik adına Üstadım’a…” şeklinde, kendisine ithaf ettiği “Kültür Dâvamız” adlı eserini şu sözlerle karşılar:

– “Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefis murakabesi eseridir. Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na sevgiyle… Bize ağuşunu açmış. Takdirkârıyım!” der.

Ve daha neler ve neler…

Salih Mirzabeyoğlu “İbda Diyalektiği” adlı eserini şu şekilde takdim eder:

– “Bu eser… İnsan ve toplum meselelerine “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” hâlidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm’a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarı.” [5]

Mirzabeyoğlu, “topluluk hakikatini” temin cehdi ile ömür tüketen; ümmetin derdiyle dertlenmeyi “câna minnet bilen”, hâsılı, ötelere sermâye biriktirme gayesi güden ve bu gayenin güdülmesi gerektiğini vatanın has evlâtlarına aşılayan bir fikir ve aksiyon adamıdır.

“İnsanın anladığı üzerinde telif hakkı vardır” diyen Mizrabeyoğlu; “İBDA bünyesinde belirttiğimiz veya belirtilmiş her kıymet, yapılan herşey Büyük Doğu’nundur ve iftiharla söyleyebiliriz ki, bu bünye her zerresiyle Büyük Doğu’nun tesiri altındadır” ifadesiyle, İBDA’nın adresini gösterir. [6]

Mirzabeyoğlu’nun bu tavrı ve vurgusu, bir fikir adamının, tesiri altında olduğu fikrin adresini göstermesinin veya “damıttığı fikrin” hangi ideolocyaya “nisbet vasfını” göstermesinin bir “fikir haysiyeti” olduğunu hatırlatsa gerektir…

Salih Mirzabeoğlu “İBDA”yı ise şöyle tarif ve takdim eder:

– “İBDA, ismini ve mânâsını, geçmişini, hâlini ve geleceğini, yaptığı ve yapacağı herşeyi, aklı geride bırakıcı ve kâlbe hitabedici bir tecrit derinliği ve haysiyeti içinde, topyekûn kâinatı tek cümleyle izah edercesine şöyle ifade edilebilir: BÜYÜK DOĞU’nun sırrı İBDA ve İBDA’nın sırrı ise BÜYÜK DOĞU’dur… Ve ne kadar tekrar edilse azdır ki, bu fikir ve mânânın nesep bağı içinde İBDA, kuşa niyet çektirircesine bulunmuş bir isim değil, İslâma muhatap anlayışı temsil makamındaki BÜYÜK DOĞU’ya nisbet vasfını gösteren bir sıfattır. Demek ki İBDA, hem sıfat, hem isim, hem iç mânâ, hem dış temsil, hem öz ve hem de nakıştır.” [7]

– “Eğer Büyük Doğu’yu, her mânânın suretini barındıran ve her suretin mânâsını saklayan “misâl âlemi” gibi alırsanız, İBDA ona tutulmuş aynadır, o ruhun yuvasıdır, onun tecelli mekânıdır ve bu yıldız birleşmesi içinde de, onun görünüşü ve zamanıdır.” [8]

Nereye intisap ettiğini de, şu cümlelerle özetler:

– “Kendisinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz BÜYÜK DOĞU yolunun derinliğine ve genişliğine doğru destanını yazan İBDA, bir dâvâsı, iddiası ve ispatı bulunmadan, karışıklıkta ve arada kaynayarak boy gösteren sürüngenlerin tersine, en açık bir biçimde ilân eder ki, Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun tâ kendisidir. Ve, tarihi boyunca da görüldüğü üzere “Fırka-ı Nâciye-Kurtuluş Yolu Fırkası” diye isimlendirilen bu yolun çapraz çizgileriyle hiçbir alâkası yoktur.” [9]

Daha sonra, “İslâm ve Kâinat, Tarih Şuuru, Terkibi Dâva Şeması, Kendinden Zuhur vb.” ilke ve prensipleri levhalar hâlinde takdim eder.

– “İslâm Tasavvufu” ve “Batı Tefekkürü” sahası arasında kanatlarını açan İBDA, birincisinde imânın hakikatini ve ikincisinin de bir “arınma kurnası” hâline getirdiği gizli imânını selâmlarken, “ana gövde” dilinde, yâni işin kemmiyet örgüsüne memur zarurî bir âlet mevkiindeki Büyük Doğu dilinde tecelli eden mânânın muhasebecisi, iç ve dış hikmetlerin bu gövdeye maledicisidir.” [10]

Özetlersek: BÜYÜK DOĞU-İBDA FİKİR VE AKSİYON MEKTEBİ bir, “ehl-i sünnet” mektebidir. Bu mektep, mücerret fikir istidadına haiz bir tarih anlayışı ve şuuru aşılar. Batıyı ve Doğuyu kavrama cehdini mutlak gerekli gören bu mektepte asıl olan, bildirilen hakikatleri olduğu gibi bulma-anlama ve bu çerçevede; “hakikatleri aslına ircâ etme” cehdidir. İrfanî düşünceyi (sezgi ve ilhâm) önemseyen bu mektep, zahiri ihmâl etmeden ve “keyfiyetleri Allah’a havale ederek”, bâtını doğru bir şekilde tev’il etmeyi de gerekli görür.

“Fikirde müphem, aksiyonda açık olma tavrı” ise, vazgeçilmez bir ilkedir…

“Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet” şeklinde tasnif edilen prensiplere riayet eden; “İ’lâ-yı Kelimetullah” ve “Nizam-ı Âlem” dâvası güden bu mekteple kıyas edilecek (zuhurundan bugüne değin) başka bir ekol yoktur, demek, bir hakikati ifade etmektir. Dolayısıyla, “taklitler”den ve “post-modern intihâlciler”den sakınmak gerekir…

Mirzabeyoğlu, mücmel olarak takdim ettiğimiz bu “ölçü” ve “ölçülendirmeler”i ihlâs ve samimiyetle hayata hâkim kılmak istediği için, kafa ve gönül nisbeti dış mihraklara müştak olan bir kısım Jakoben Cumhuriyetçilerin hedefi olmuştur.

Buna dair bilgi ve belgeler mucibinde mücmel bir tahlil ve mülâhaza.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

28 ŞUBAT SONRASI İDAM KARARI VE İŞKENCE

1991’de “İşkence” ve 2001 sonrası Bolu’da “Telegram” ve “ÖLÜM ODASI B-Yedi” adlı eser…

Bilindiği gibi bir kısım derin zevat tarafından 28 Şubat, Erbakan ve Çiller hükümetine karşı, “post-modern sivil darbe” olarak nitelendirilir…

İki yıl iktidarda kalan; şeyhlere, mollalara Başbakanlık Konutu’nda iftar dâveti veren, birçok özel okul, hastahane, vakıf, dernek, yardım kuruluşu vesair açan, açılmasına vesile olan Refah Partisi, bu icraatlarından dolayı “jakoben” tâbir edilen Cumhuriyetçilerin hışmına uğramış, üç-beş densiz tarafından Sincan gibi ilçelerde düzenlenen Humeyni Posterli “Kudüs Geceleri” ve çorabının suyunu müridlerine içiren “Kalkancı” misâli şeyh bozuntuları vesair bahane edilerek, “yahudi-mason medyası” tarafından, “irtica hortluyor!” yaygarası basılmış, buna mukabil Çevik Bir Paşa nezâretinde tanklar, Sincan’a yürütülmüştür.

Yâni, irticanın baş müsebbibi olarak lanse edilen Erbakan Hoca, “kata-külle”ye getirilip hükûmetten alaşağı edilmiştir. Bu hâdisenin adı icracılar tarafından, “demokrasiye yapılan balans ayarı”, muhalifler tarafından, “Post-modern sivil darbe” olarak tarihe kaydedilmiştir.

“Bin yıl sürse de, on beş milyon cana mâlolsa da bu savaşı sürdürecekleri”ni ifade eden 28 Şubat Darbeci’leri alelacele kolları sıvamış, bütün yurtta, hattâ sınır ötesi bir “mürteci (!) avı” başlatmış; on binler ile ifade edilen Müslüman suçlu-suçsuz gözaltına alınmıştır. Bu “jakoben baskı” karşısında hemen bütün İslâmi hareketler sindirilmiş; bu hâdise karşısında hemen bütün mensuplar bir “seyirci rolü” oynamıştır. Müslümanların yahut Müslümanlık iddia edenlerin bu sessiz tavrı (!) dolayısıyla “jakoben baskı” alabildiğine artmış; mahkemeler kurulmuş; hâkimlerin önüne, “cezası onanmış” dosyalar serilmiş; tutuklu veya şartlı yargılananlara en ağır cezalar verilmiştir. Salih Mirzabeyoğlu’na gelince:

Salih Mirzabeyoğlu, İBDA külliyatında İBDA ve İBDA/C’nin ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini defaatle izah etmesine rağmen, “İBDA/C terör örgütü lideri” olmakla itham edilmiş, askerî ve siyasî erkânın verdiği brifinglere katılan ve burada verilen tâlimatları yerine getirmeyi kendilerine husûsî görev (!) addetmiş olan bir kısım savcının “suç duyurusu”nda bulunması ve bir kısım hâkimin, “duyurulan bu suç” (!) hakkında derledikleri argümanlar neticesinde “idam cezası”na çarptırılmıştır.

Kısaca şöyle:

İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 12/01/1999 tarihinde Savcı Ali Yorulmaz tarafından hazırlanan iddianamesinde; “Türkiye’deki mevcut anayasal düzeni yıkarak yerine dini esaslara dayalı merkezi Türkiye’de olan Ortadoğu ülkelerini de içine alan Büyük Doğu İslâm Devleti kurmak amacıyla faaliyetlerini sürdüren ve 1985 yılında bu fikir doğrultusunda, İBDA/C adlı yasa dışı örgütü oluşturan Kumandan kod sanık Salih İzzet Erdiş’in kurmuş olduğu” iddia edildikten sonra, “İBDA/C adlı silahlı terör örgütünün asıl hedefinin de, mevcut Anayasal düzeni silah zoru ile değiştirip yerine İslâm Devleti kurmaktır” denilerek, Salih Mirzabeyoğlu, İBDA/C’nin icra ettiği tüm eylemlerden sorumlu tutulmuştur.

Hâlbuki “İBDA/C adlı örgütün lideri olan kod adıyla da kurulacak olan BÜYÜK DOĞU İSLÂM DEVLETİ’nin komutanı seçilecek olan KUMANDAN kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber, …” diyen de, bu hükme rağmen; “Lidersiz bir örgüt düşünülemeyeceği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA/C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerde örgüt lideri sorumludur…” diyerek, Mirzabeyoğlu’na “İDAM KARARI” veren de, aynı devletin aynı mahkemesidir.

Kısaca şöyle: Metin Çetinbaş’ın başkanlığını yaptığı 6 Nolu DGM’de duruşma savcısı olarak görev yapan Ali Cengiz Hacıosmanoğlu (02-04-2001) tarafından da çeşitli suçlarla itham edildikten sonra karar metninde;

(Kumandan Kod-Salih Mirzabeyoğlu) sanık Salih İzzet Erdiş’in silâhlı terör örgütü olan İBDA/C örgütünü kurarak örgütün gerçekleştirdiği birçok öldürme, yaralama ve diğer faaliyetlerinden dolayı doğan sorumluluğu, emir ve komutası göz önünde bulundurularak;

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını Tağyir ve Tebdil veya İlgaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan TBMM’nin vazifesini yapmaktan Men’e cebren teşebbüs etmekten eylemine uyan TCK’nin 146/1 MADDESİ GEREĞİNCE İDAM CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA” karar verilmiştir.

(02-04-2001 BAŞKAN-24570 ÜYE-26486- 24472 K-134 METİN ÇETİNBAŞ, R. ERGİN ŞERAN, A. TAMER TARGAN, Z. DENİZ)

Hâlbuki o tarihlerde (hattâ daha sonra dahi) hiçbir İBDA/C sanığı, “adam öldürme cürmü”nden hüküm giymediği gibi, o tarihten iki yıl önce Adana DGM’nin açtığı davada İstanbul DGM, bu suçlamaları reddederek kısaca; “İçişleri Bakanlığının dosya içerisindeki 3 Mart 1998 tarihli yazısında bu sanığın İstanbul’da yayınlanan yasal dergilerdeki faaliyetlerinde yasadışı örgütün üyesi ve yöneticisi olduğunun delili olamaz. Bu nedenle; Cumhuriyet Başsavcılığının YETKİSİZLİĞİNE, gereğinin takdir ve ifası için hazırlık evrakının ADANA DGM CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA gönderilmesine karar verildi.” (25. 5. 1998. MEHMET SÜSLÜ- 25543) denilerek, Salih Mirzabeyoğlu’nun, “terör örgütü” lideri olduğu iddiası reddedilmiştir.

Demek ki, idam kararı verilirken ortada hukuk yok, âdil yargılama yok, yok oğlu yok fakat, sadece brifinglerde alınan kararları tatbik etmeye azmetmiş olan “taraflı” savcı ve hâkimler zümresinin ithamı, dolayısıyla “yasa dışı” kararları vardır ki; hukuk, “tarafsız” olmalıdır…

Bu meyanda daha önce Mirzabeyoğlu’nun yargılandığı mahkemenin ilk hâkimi olan Sedat Karagül; “İBDA/C iki kez ölümle tehdid etti beni. Duruşmada beni tehdit ettiler” (kılına zarar verilmediğini belirtmekte fayda var. S.B.) demekle birlikte; “Mirzabeyoğlu, ilk gün duruşmada çok kötü durumdaydı. Savunma yapamadı. Devlet otoritesinin hiçe indiği bir davadır bu. Devletin otoritesi sıfır olmuştur. […] DGM’de siyasi baskı görmediğim davam olmadı” [11] şeklinde ifadeleriyle DGM’de baktığı her davada “siyasi baskı” gördüğünü beyan etmektedir.

Ergenekon sanıklarının avukatlığını yapan, Mirzabeyoğlu dâvasında o dönemin karar hâkimi olan Metin Çetinbaş ise; “Dosyanın detaylarını hatırlamıyorum. Biz o günkü şartlara göre karar verdik. Ben bir hata yapıldığını düşünmüyorum ama bu o dosyada hata yapılmadı demek değildir. Allah’ın adâleti değil ki mutlak ve kesin olsun. Hiçbir Hâkim verdiği kararların yüzde yüz doğru olduğunu söyleyemez. Ben hata yapılmadığını düşünüyorum ama o dosyada yüzde yüz hata yapılmadı demek değildir. Hâkimler de hata yapabilir” [12] demektedir.

Mızmız bir şekilde olsa da bu ve benzeri ifade ve itiraflar gösteriyor ki, Mirzabeyoğlu, bir itham ve hukuksuzluğun, bir “taraflı yargı” ve dayatmanın marifeti neticesinde “idam cezası” onanmış birisidir. Aslında Mirzabeyoğlu (kendi ifadesiyle), “TC içinde yaşayan 3000 aile”nin emrine ve çıkarlarına âmade olan bir “üst konsey” tarafından mahkûm edilmiştir. Bu “üst konsey”in uzantısının, mazlum insanlara ceberrut kesilen uluslararası müstekbirler olduğu âşikârdır. Sinsi İngiltere’nin organize ettiği, zâlim ABD’nin kullanıldığı ve terörist İsrail ve Musevi bankerlerin finans ve teşvikiyle hareket eden bu “uluslararası üst konsey”in çıkarlarına uymayan fikir ve hareket mensubu her şahıs ya zulme uğrar yahut derhâl ötekileştirilir. İnsanları iliklerine kadar sömüren, inançlarını başkalaştıran bu sisteme karşı “dik duruş” tavrı gösteren her şahıs en mâsum ifadeyle, “tehlikeli” addedilerek mahkûm edilir. Hâsılı Mirzabeyoğlu, bu müstekbirler tarafından maddî ve mânevî hakları gaspedilen mazlum insanlara, “Başyücelik Devleti” adı altında “Yeni Dünya Düzeni” teklif ettiği ve bu uğurda hayatını adadığı için mahkûm edilmiştir.

Bu çerçevede:

Mazlumların kanıyla harcı yoğrularak inkişaf eden bu barbar Batı sistemine karşı, “kendisi” olarak kalabilecek fikir ve aksiyon mihrakının Mimar ve güdücüsü Mirzabeyoğlu’dur; Ortadoğu ve Ortaasya Müslümanları, hattâ bütün ezilen milletler için biricik “kurtuluş reçetesi” Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon mektebinin teklif ettiği “Başyücelik Devleti”dir. Kabaca; frenklerin pergel ve cetvelle çizdiği sınırlara mahkûm olanların böyle bir devlet nizamından rahatsız olması mâzur (!) addebilebilir, fakat frenk barbarlığından canı yananların böyle bir devlet nizamının hâkim olmasından rahatsız olması, düşünülemez…

Hulâsa: Salih Mirzabeyoğlu, “İBDA/C ne?” şeklinde suallere cevaben; “İbda fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda!”… Kıvam Hukuk Bürosu, İBDA Kitabevleri, Kitab-Propaganda, AK Doğuş (dergi), yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; “Cebhe”den kasıt bunlar…” demesine rağmen, “örgüt lideri” olmak suçundan idam cezasına çarptırılması, “kara câhillik” değilse eğer tamamen düzmece ve tâlimatla dayatma neticesi bir karar olsa gerektir.

Hukukta, “suçun şahsiliği” ilkesi mâlûm. Yasa koyucu ve uygulayıcıların bu “yasa”ya aykırı hüküm vermeleri, başkaları hakkında hüküm vermeyi de gerekli kılar; “Falan adamın suçluyla diyaloğu var, onu da yargılayalım!” gibi.

Bunun abes olduğuna dair misâl, Mirzabeyoğlu’nun savunmasında kısaca şöyle tasvir edilir:

“Büyük Doğu ve İBDA, eserlerimde binbir defa geçtiği gibi, bir ayniyetin iki kanadı olarak bir terkib belirtir; yâni Büyük Doğu İBDA… Biri, eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl?” tavrıdır; diğeri de aklın “niçin?” tavrı… Buna rağmen, “o olmakla, ondan olmak” arasındaki fark gereği, İbda’ya isnad edilen suçtan dolayı, “Büyük Doğu” suçlanamaz… Aynı şekilde, legal ve illegal İBDA-C’lerden dolayı da, “o onu tanıyor, bu bunu tanıyor” diye İBDA sorumlu tutulamaz… Eğer sorumlu tutulursa ben de diyorum ki, “benim liderim Necip Fazıl’dır!”… Üstadım’la Turgut Özal’ın teması mâlum olduğuna göre, o da örgüt üyesidir…

Aynı şekilde: Necip Fazıl’ın 1976’da başlayan ve Süleyman Demirel’in 3-5 bin adedini üst fiyatından alıp partililere dağıttırarak katkıda bulunduğu “Rapor” isimli kitab-dergi’de, Nisan 1980’den 12 Eylül’deki sonuncu 13. sayısına kadar ben de yazdım.” Yâni, Turgut Özal’dan Süleyman Demirel’e kadar devlet erkanı olan şahsiyetlerden, Yahya Demirel ve Selim Edes’e kadar işadamı olan şahsiyetlerin, hattâ bankacı bürokrat Engin Civan’ın dahi örgüt adamı olmakla itham edilmesi lâzım gelir. Öyle değil mi?

Hâsılı: 28-12-1998 tarihinde, “çocuklarını almak için gittiği okulun önünde tutuklanan”, 02-04-2001 tarihinde idama mahkûm edilen ve 13 senesi tek kişilik hücrede olmak kaydıyla, 17 sene zindanda yatan ve bu arada telegram işkencesine mâruz kalan Mirzabeyoğlu’nun şahsında tatbik edilen bu zulüm ve hukuksuzluğu tarih, “Hukuk Devleti” olduğunu iddia eden bir devletin alnına, “kara bir leke” olarak kaydetmiştir.

Her vicdan taşıyıcı insanı çıldırtması gereken bu zulüm ve hukuksuzluk karşısında maalesef medya ve hususiyetle “Yahudi medyası” büyük bir sessizliğe bürünmekle kalmamış, aşağılık bir tavır sergilemiştir. Birkaç yıl boyunca, hususiyetle de bu hâdisenin yaşandığı tarihlerde Mahmud Çetin, Sibel Eraslan, Ebubekir Sıfil, Ahmet Kekeç, Murat Alan ve birkaç kişi dışında bu meseleye dikkat çekme cesareti gösterebilen meşhur yazar ve muhabir olmamıştır.

Ülke çapında büyük bir sessizlik yaşanırken, Salih Mirzabeyoğlu’nu sevenler ve İBDA fikir mektebi sevdalıları, yazar ve avukatları bu zulüm ve hukuksuzluk karşısında bir “vicdan patlaması” yaşamış, her fırsatta bunu yayın organlarında yazmışlar ve meydanlarda nümâyişlerle dile getirmişlerdir…

Devlet erkânının ve siyasilerin bu vurdumduymazlıktan silkinmesini talep eden ve ülke çapında bu sessizliği bozmak isteyen birkaç gönüldaş ise, 8 Kasım 2010 tarihinde Ak Parti Genel Merkezi’ne bir dilekçe vermek suretiyle harekete geçmiştir. İlerleyen haftalarda belli-başlı partiler ziyaret edilerek bu dilekçe iletilmiş, bir kısım basında bildiri yayımlatılarak basın harekete geçirilmiş ve bunun akabinde zincirleme eylemler halinde, Salih Mirzabeyoğlu’na zindan ziyaretleri düzenlemek, Ramazan aylarında Bolu Cezaevi kapısı karşısında, “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” çadırlarında bir ay boyunca nöbet beklemek, imza kampanyaları düzenlemek gibi faaliyetler neticesinde ülke insanı, devlet erkânı ve siyasilerin dikkati bu noktaya çekilmiştir.

Kısaca, “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” istediğini sesli bir şekilde haykırabilmenin bir vicdan, bir vebâl ve “sonsuz bir istikbâl” meselesi olduğunu şuuruyla hareket eden bütün İBDA mensupları, kararlı yürüyüşleriyle -geç de olsa- ülke çapındaki bu sessizliği bozmuştur.

Nihâyet hakkında, “yeniden yargılanma” yolu açılan Salih Mirzabeyoğlu, bazı devlet büyüklerinin de bu meseleye hassasiyet göstermesi ve vesile olmasıyla 22 Temmuz 2014 tarihinde Bolu F-Tipi Cezaevi’nden tahliye edilmiştir.

Bir gazetecinin kendisine; “İçeride yattığınız 17 yılı bir kayıp olarak görüyor musunuz?” sorusuna mealen; “Ben fikir damıtıyorum. İçeride geçirdiğim yıllar bu mânada boşa geçmiş değil. Dışarıda da aynı şeyi yapacağım!” diyerek “fikir damıtmaya” devam etmiştir.

7 Mayıs 2018 günü evinin bahçesinde, “fikir damıtırken” Telegram işkencecilerin suikastına maruz kalması hasebiyle hastaneye kaldırılan ve “Beyin Kanaması” geçirdiği teşhis edilen Mirzabeyoğlu, 16 Mayıs 2018 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

Şehadeti Makbûl, Mekânı Cennet-i Âlâ olsun İnşallah…

Hadis-i Şerif meâli: “Bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir!”

Büyük Doğu-İbda Fikir ve Aksiyon Mektebini Anlamak
“Anlaşılmaz”lığın mevzu olduğu bir ortamda Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl:

– “Yanlış anlaşılmaktansa, hiç anlaşılmamayı tercih ederim!” der.

Mücerret fikirle ilk defa muhatab olunduğunda insanların ekseriyeti anlamakta zorlanabilir veya anlamayabilir. Bu da kınanacak bir durum değildir. Yeter ki insan, anlamadığını anlasın. Zira hiç anlamayan adam en azından, “anlamadığını” anlamışsa, ilk etapta bu, daha sonra “doğru anlamak” için yeterli bir başlangıç olabilir, olur…

Büyük Doğu’yu “doğru anlayan” İrfan Sultanı-Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise meâlen:

– “Büyük Doğu anlaşılsaydı, genişlemesi sözkonusu olurdu” der…

Bu çerçevede; Aynen Necip Fazıl gibi, “anlaşılmaz” değil, “zor anlaşılır” olan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “bütün fikirlerini” herkes belki kendisi gibi anlayamaz fakat istidadı kadar anlar, anlayabilir. O’nun eserlerini okuyan herkesin ilk etapta anlayacağı bir şey muhakkak vardır. Bu istidattan, yâni ilk adımdan sonra sadâkat hâsıl olursa idrak-anlama kabiliyeti muhkemleştiği gibi, gelişir de, fakat “tam ve mükemmel” olmayabilir, olmaz.

Zira böyle bir şey olsa, bir Salih Mirzabeyoğlu daha olurdu. Hani kendisine; “Yürüyen Necip Fazıl” denilen Mirzabeyoğlu gibi bir anlayış sahibi olan ve hayatı boyunca “tecrit ufkunda kan terleyen” ve “fikir damıtan” birisine de; “Yürüyen Salih Mirzabeyoğlu” denilebilirdi.

Her âlimin fevkinde bir ilim ve/veya bir âlim vardır. Ki; “Eşyanın hakikatini olduğu gibi idrak etmek”, peygamberlere bahşedilen husûsî bir imtiyazdır…

Bu çerçevede, İnsan-ı kâmil’i; hâl ve hareketlerini, fikir ve kanaatlerini topyekûn anlamak söz konusu olmadığı gibi, hiç anlamamak diye bir şey yoktur…

İşine gelip gelmeme, fitne-haset ve kıskançlık vesaire de, meselenin cabası…

Ezcümle: Mirzabeyoğlu’nun irfan ufkunun altında kanat çırpmaya çalışan istidatlar elbette var ve inşallah var olacaklardır. Lâkin şimdilik, O’nun benzeri yok…

Şu hususu belirtmekte de fayda var ki; fikri, çeşitli mesele ve hâdiseleri “anlaşılmaz kılma!” gayreti, entelektüel züppelik ve ukalâlığın alâmetidir. Bu edâ ve tavır ise, Mirzabeyoğlu tarafından kesinlikle tasvip edilmez. Mirzabeoğlu, bu tür entelektüel züppe ve ukâlaları; “Anlaşılmamayı, aydın görünme süksesine katık olarak kullanan maymun adam!” şeklinde tarif ve tahkir eder.

Hususen; “Zor anlaşılmak”ın, “hiç anlaşılmamak” ve papağanvâri tekrarın da, “doğru anlamak” olmadığını ifade etmekte fayda var. Zira İbda diyalektiği; “ezbere bilgi, bilgi değildir!” der. Hâl böyleyken, “iktibas”ın, “doğru anlamak” olduğu iddia edilemez.

Bir başka ifadeyle tekrar edelim ki; ihlâs ve samimiyeti olan her idrak ehli ve şahsiyet sahibi her insan Büyük Doğu-İBDA fikir mektebini, biraz cehd sarf ettikten sonra kapasitesi ve mesleğine göre az veya çok anlar, hattâ anlamakla kalmaz, bir anlayış sahibi olabilir, olur…

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;

Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…”

Bu hikmetli şiiri hatırlattıktan sonra Necib Fazıl’ın ifadesiyle; “Yeni bir meşrep ve mezhep değil, İslâmın emir subaylığı” olan Büyük Doğu-İBDA Fikir Mektebi’ni anlamak için bazı hususlara dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz ki, elbette, itibara şâyan başka hususlar tesbit edilebilir, edilmiştir de.

Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyle, icmâlen:

a) Bu mekteple ilk tanışanlar, beş yüz kelimelik lügat bilgisiyle bu mektebi minnacık anlamanın dışında, bırakın derinliğine, yüzeysel anlamanın dahi mümkün olmadığından hareket ederek, Büyük Doğu-İBDA külliyatında yeni tanıştıkları veya anlamadıkları kelime ve kavramları lügat ile birlikte tâlim etmelidir… Biraz lügat kurdu ve irfan ehli ise, çile sahibi mütefekkirler karşısında, mütevâzi olmalıdır…

b) Bu mektebi anlamanın kolay olmadığı peşinen kabul edilmeli ve anlayış teminine gidilmelidir. Bu “temin” için ise defaatle okuma ve tefekkür etmenin yanı sıra, karşılaştırmalı okuma yapılmalı, kapasite zorlanmalıdır… Meselâ Cemil Meriç okumaları ihmâl edilmemelidir…

c) Önce, anlamadığımız meseleler hakkında değil de, biraz da olsa anladığımız meseleler hakkında kafa yormalı ve hiç anlamadığımız meseleler tâdil edilmelidir…

d) Az buçuk anladıktan, hattâ biraz anladıktan sonra dahi bu mektebi, yâni Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nu “aşmanın” hiç mümkün olmadığı kabul edilerek okumalara devam edilmelidir. Yâni, herkes haddini bilmelidir.

Zira: “Haddini bilmeyen, zıddına döner!”…

e) Yine, biraz anlayış sahibi olunduktan sonra, dışarıda ilgisiz ve habersiz, lâkin samimi olan insanlar, diyalog ve telkin esnasında asla kınanmamalı, muhatabın irfanî durumuna göre kelâm etmeye gayret gösterilmelidir. Zira başlangıçta hemen herkes anlayış bakımından hemen hemen aynı durumda olduğunu unutmamalıdır…

f) Hususiyetle tekrar edelim ki, hiç anlaşılmayan meseleleri ve akıl ve akıl üstü hikmetleri anlamak, zamana bırakılmalıdır…

Meselâ; “Bir Velî mevzuunu bulamaz ki ben desin!” hikmetini ezberlediğim hâlde ancak yıllar sonra biraz anlayabildiğimi söylememde fayda var…

g) Az buçuk anladıktan sonra, “topyekûn anladım, tamam!” havasına bürünülmemelidir.

Hâsılı, Büyük Doğu-İBDA külliyatı, ona-buna “caka satmak!” veya “menfaat devşirmek” için değil, bir fikrin inşası ve cihana hâkim kılınması için okunmalıdır…

Neticede, Büyük Doğu-İBDA fikriyatını anlamak için cehd sarfeden her insan, “anlayış” için kendine has ve hususî bir usûl ve metod geliştirebilir ki, en esaslı anlayış temin etme usûlünden birisi de, -başlangıçta başka usûl ve metodları gözardı etmeden- budur…

İhlas ve samimiyet ehli, idrak ve şahsiyet sahibi, dâva ahlâkı ve mütevâzi bir duruş sahibi olan ve; “aradığının ne olduğunu bilen” irfan ehline selâm olsun…

“Kim var?” diye seslenildiğinde, sağına, soluna, önüne, arkasına bakmadan “Ben varım!” diyebilen ve bunun şuurunu nefsine maletmeyen, fakat, değil şahsiyetini, nefsini dahi ego-manyak çapsızlara paspâye etmekten imtina eden bir gençlik!..

Mukaddes dâva seni bekliyor!..

Not 1: “Karaya Bulanmış Çağın” Kutub Yıldızı Salih Mirzabeyoğlu’nu nisbeten anlayabilmek için tarih, edebiyat, tefsir, fıkıh, tasavvuf gibi dinî, ahlâkî, siyasî ve kültürel eserlerin de okunması gerektiği unutulmamalı…

Not 2: Necip Fazıl’ın “Çile” adlı şiir kitabı ve Salih Mizrabeyoğlu’nun “Bütün Fikrin Gerekliliği” kitabı, gençliğimde benim için sığınacak bir limandı. Defaaten, sindire sindire okur ve ezber yapardım ki, bu okumalar beni tefekküre zorlardı.

Bundan, bir hayli anlayış temin ettiğimi söyleyebilirim…

Notlar:
1- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1986, s. 8.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 34-35.

3- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 33-34.

4- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 31-32.

5- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği-Kurtuluş Yolu, İbda Yayınları, 3. Basım İstanbul 1995, s. 5.

6- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 24.

7- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 10-11.

8- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 16.

9- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 13.

10- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 15.

11- Semra Pelek, Milliyet Gazetesi, 30 Eylül 2001.

12- Yeni Akit Gazetesi, 23 Eylül 2011.

Not: “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” ile alâkalı parantez içindeki anekdotlar, “Tilki Günlüğü” adlı 6 Ciltlik eserden derlenmiştir…

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

BİR KEŞF-İ KADIM OLARAK BÜYÜK DOĞU VE NECİP FAZIL

Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[ref]Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 7-10.[/ref] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir. Bidayeti Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder.

İlkeleri

Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder.

Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini müşahhas hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar.

Bedevi:

– Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.

– Bilakis ben onu senden satın aldım.

– Aldığına dair şahit getir.

Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar.

Huzeyme:

– Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [ref]Ebu Davud, Kada, 3604.[/ref]

– Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[ref]İbn Hacer, el-İsabe, II, 339.[/ref]

Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz.

Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen kayıtsız şartsız teslimiyet vardır.

İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir.

Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır.

Ashapta ki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister. Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler:

– Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım.

– Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız?

– Evet.

Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet iner:[ref]Bkz. Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, III, 15-16.[/ref] “İnsanlardan öyleside vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”[ref]Bakara(2): 207.[/ref]

Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede görülmektedir.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Tarihi Süreç

Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar.

Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için Onun millet bünyesine nisbetle konumunu kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”[ref]Kısakürek, Hitabeler, s. 250.[/ref]

Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne ibare de, ne de manada problem kalmıştır.

Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır.

İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hâkim olmuştur.

Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder.

Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürühu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarib insanlar medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların müfredatına sığınır. Büyük ruhlu âlimlerin açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vucutlar” gibi kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür.

Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır. Zira bu devirde Müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu. Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye götürüp İbn Kemal çapındaki âlimlerle meclise alamadık. Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi. Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek “ulu hocalardan” yoksunduk.

Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri bulamadı. “O bir arslandı fakat pençeleri yoktu.”

Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde, ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı.

Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in düşüncesinin tekelinde idi.

Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikâp etti ve “Türkü madde planında kurtardıktan sonra mana planında helak etti.”

Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Âdem olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken, muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun:

“Burada erdi Musa

Burada uçtu İsa

Bülbül burada varsa

Hürriyet için öter.

Ne örümcek ne yosun,

Ne mucize ne füsun

Kâbe Arab’ın olsun

Çankaya bize yeter.” diyordu.

Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye anlatıyordu.

Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı.

Tahribat öylesine etkindi ki bu dönemde ayakta kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan âlimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf inkılabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza attılar.

Kaşgari Dergâhında insanları irşad eden Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip İslam’ın emrine amade kıldı.

Şeyh Edebali

ŞEYH EDEBALİ

1206 yılında doğduğu tahmin edilen Şeyh Edebali, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı-din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi’nin kayınbabası ve hocası, Osmanlı Devleti’nin fikir babasıdır. Asıl adı Mustafa’dır. Künyesi, İmadüddin Mustafa b. İbrahim b. İnac el- Kırşehri’dir.

İlk eğitimini Hanefi fıkıhçısı Necmeddin ez-Zâhidî’den aldı. Daha sonra Şam’a giderek dönemin meşhur alimlerinden dersler aldı. Tefsir, hadis ve İslam hukukunda uzmanlaştı. Eskişehir yakınlarında o zamanki adıyla İtburnu köyünde yaşadı. Kendi yaptırdığı zaviyede öğrenci yetiştirdi ve halkı aydınlattı. Bilecik’te yaptırdığı dergahta, Osman Gazi’yi de birçok defa misafir etti. Rivayete göre, Osman Gazi, dergahta bulunduğu bir gece rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç çıkıp dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştür.

Şeyh Edebali rüyayı şöyle tabir etmiştir: “Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun ile evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam’a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir. ”

Şeyh Edebali

NE ZAMAN VE NASIL ÖLDÜ?

120 yaşlarında Bilecik’te vefat eden Şeyh Edebali, dergâhının zikir odasına gömülmüştür. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etti. Bilecik’te ve Eskişehir’de adına türbeler yapıldı.

Onun Osman Gazi’ye vasiyeti ve Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye vasiyeti, Osmanlı Devleti’nin mayasını oluşturan Ahilik felsefesinin güzel bir ifadesidir. Ahi lideri olan Şeyh Edebali, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin ilk kadısı ve müftüsüdür.

Şeyh Edebali

TÜRBESİ NEREDE?

Bilecik’teki en önemli tarih miraslarından bir tanesidir. Orhan Gazi Camii’nin üst tarafındaki tepelik alandadır. Yapılış tarihi belli olmamakla birlikte Orhan Gazi devrinde inşa edildiği kabul edilmektedir. Türbede Şeyh Edebali ile birlikte, şeyhin neslinden altı büyük ve dört küçük sanduka vardır. Sanduka odasının haricinde iki oda daha bulunmaktadır. Türbe ve dergâh, Sultan II. Abdülhamid döneminde ve son olarak da 2012 yılında tadilat görmüştür. Türbenin hemen yanında aynı tarihlerde inşa edildiği tahmin edilen, Osman Gazi’nin eşi Bala Hatun ve annesinin sandukalarının bulunduğu bir türbe daha bulunmaktadır.

Tapduk Emre

TAPDUK EMRE

Tapduk Emre (d. 1210-1215 – ö. ?), Horasan erenlerinden bir Türkmen ve Alevi-Bektaşi dervişi ,Yunus Emre’nin mürşidi. Horasanlı olup Cengiz Han döneminde Anadolu’ya Alevî-Bektaşî usulü Kur’an ve Ehl-î Beyt ittikadini, yani Peygamber Muhammed ve On İki İmam inancını yaymak için gelmiştir. 1210 ile 1215 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin halefidir. Söylenene göre Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre’yi yetiştirme işini Taptuk Emre’ye bırakır. Tarihçilerin “koyu (aşırı) İslamî-Bâtınî” dediği Taptuklular, Taptuk Emre adlı Türkmen babasının çevresinde oluşan kitlelerde birleşiyorlardı. Taptuk Emre’den itibaren Anadolu’da bir “Taptuklular” topluluğunun varlığına rastlanır. Nallıhan Taptuk Emre dergâhına kırk yıl odun taşıyan derviş Yunus, taptukluların yetiştirdiği en büyük ozanlardan biri olarak kabul görür.

Tapduk Emre’nin mezarının yeri kesin olarak belirlenememiş olmakla birlikte Eskişehir, Nevşehir (Hacıbektaş ilçesi), Manisa, Aksaray ve Afyonkarahisar’da Tapduk Emre’ye ait olduğu iddia edilen mezarlar bulunur.

Tapduk Emre

Horasan’dan Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir. Yaşadığı dönem hakkında kaynaklarda farklı rivayetler yer alır. Âşıkpaşazâde onun Orhan Gazi zamanında (1324-1362) yaşadığını ve Yıldırım Bayezid devrinde (1389-1402) öldüğünü kabul ederken (Târih, s. 199-200) Mecdî onu Yıldırım Bayezid dönemi dervişleri arasında sayar. Saltuknâme yazarı Ebülhayr Rûmî de Tapduk Emre’yi Orhan Gazi devrinde yaşadığı bilinen Karaca Ahmed’in çağdaşı olarak gösterir. Fakat gerek müridi Yûnus Emre’nin gerekse şeyhi Barak Baba’nın dönemleri göz önünde tutulursa Tapduk Emre’nin bundan elli yıl kadar önceki bir tarihte, yani XIII. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı söylenebilir. Tapduk kelimesinin onun adı mı yoksa lakabı mı olduğu konusu belirsizdir. Bektaşî geleneği kendisine Tapduk adının verilmesini Hacı Bektâş-ı Velî ile olan ilişkisine bağlar ve bu hususta yaygın bir menkıbeyi esas alır (Vilâyetnâme, s. 21). Öte yandan Tapduk Emre’nin Bektaşîlik’le ilgisinin olamayacağından hareketle son dönemde yapılan bazı araştırmalarda Yûnus Emre’nin şiirlerinde geçen “tapduk” kelimesinin Tanrı’yı nitelemek için kullanıldığı, dolayısıyla Tapduk isminde bir şahsın mevcut olmadığı ileri sürülür (Kabaklı, s. 12-14). Babaî zümrelerine mensup pek çok derviş gibi Tapduk Emre’nin de baba unvanını taşıdığı Yûnus Emre’nin bazı mısralarından anlaşılmakta, ayrıca Tapduk Emre’nin yaşadığı dönemde Anadolu’da bu ismi kullanan şahsiyetlerin varlığı bilinmektedir. Mecdî, onun Sakarya nehri yakınlarında bulunan köyünde münzevi bir hayat sürdüğünü ifade eder (Şekāik Tercümesi, s. 78). Tapduk Emre’nin dönemindeki birçok derviş gibi çiftçilikle uğraştığı ve müridlerinin eğitimiyle meşgul olduğu tahmin edilebilir. Onun Sakarya nehri yakınlarında bugün kendi adıyla bilinen köyde yaşadığı konusunda kaynakların büyük çoğunluğu ittifak etmekle beraber Manisa’da Kula ile Salihli arasında bir köyde yaşadığına dair bazı rivayetler de vardır. Hatta Tapduk Emre’nin Saruhan Bey’in kızı Hacı Fatma Sultan’la evlendiği rivayet edilir; fakat bu görüş akademik çevrelerce pek kabul görmemiştir.

Tapduk Emre’nin mensup olduğu tarikat ve mürşidinin kimliğine dair bilgiler de birbirinden farklıdır. Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’de, onu Sarı Saltuk ve Barak Baba ile birlikte Hacı Bektâş-ı Velî’nin müridleri arasında gösterilerek Bektaşî geleneğine dahil edilir. Vilâyetnâme’de (s. 21) Tapduk Emre’nin Hacı Bektâş-ı Velî’nin üstünlüğünü tanıdığına, hatta kendisine Tapduk adının aralarındaki bir görüşme sırasında verildiğine işaret edilir. Ancak bizzat müridi Yûnus Emre, “Yûnus’a Tapdug u Saltug u Barak’tandur nasib / Çün gönülden cûş kıldı ben nice pinhân olam” mısralarıyla (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 100) Tapduk Emre’yi Barak Baba’nın müridleri arasında gösterip konuya daha somut delillerle yaklaşılmasına imkân verir. Yûnus Emre’nin bu ifadelerinden Tapduk Emre’nin Barak Baba’nın müridi olduğu kesin biçimde ortaya çıkar. M. Fuad Köprülü’ye göre Tapduk Emre, Babaî çevreleriyle yakın ilişki içerisinde bulunduğundan tıpkı şeyhi gibi bir Türkmen babası hüviyeti göstermektedir (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 266). Onun silsilesi şeyhi Barak Baba vasıtasıyla Sarı Saltuk’a ulaşır. Barak Baba’nın bir Haydarî dervişi olduğu bilinmektedir (Ocak, Sarı Saltık, s. 76). Bu durum Tapduk Emre’nin de bir Babaî-Haydarî dervişi olabileceğinin delilidir ve baba unvanını taşıması da bunu desteklemektedir. Baba unvanı onun aynı zamanda abdalân-ı Rûm zümresiyle bir ilgisinin bulunabileceğini düşündürmektedir. Nitekim Abdülbaki Gölpınarlı onun “tâife-i abdalân”dan olduğu kanaatindedir (Yunus Emre, s. 28). Saltuknâme müellifi Barak Baba’dan bahsetmeden Tapduk Emre’yi doğrudan Sarı Saltuk’un müridlerinden sayar. Rivayete göre zikir meclisinde kadın ve erkekleri bir arada toplayan Tapduk Baba başlangıçta Sarı Saltuk tarafından eleştirilse de daha sonra onu ikna etmeyi başarır ve müridi olur (Saltuknâme, vr. 302a-304a). Aynı şekilde Hızırnâme’de Sarı Saltuk ile Tapduk Emre’nin isimleri birlikte zikredilir. İsmâil Hakkı Bursevî ise onun şeyhi olarak, Moğol istilâsı öncesinde Buhara’dan Anadolu’ya göç eden ve Sinan Efendi yahut Sinan Ata adıyla bilinen Orta Asyalı Nakşibendiyye tarikatı mensubu bir Türkmen şeyhinin ismini zikreder.

Tapduk Emre’nin ailesi hakkında verilen bilgiler menkıbevî rivayetlerle bezenmiştir. Bir kızının Yûnus Emre ile evlendiği rivayet edilmekteyse de bu rivayet gerek Yûnus’un divanında gerekse diğer çağdaş kaynaklarda yer almamaktadır. Ankara Nallıhan yakınlarındaki Emre Sultan köyünde mezarı bulunan Bacı Sultan adlı bir kızının daha olduğu nakledilir. Abdülbaki Gölpınarlı, Yûnus Emre’nin Tapduk Emre’nin oğlu olabileceği ihtimaline dikkati çeker (Yunus Emre, s. 197). Kaynaklarda yer alan ifadelerden Tapduk Emre’nin çok sayıda müridi bulunduğu anlaşılmaktadır. el-Veledü’ş-şefîḳ müellifi Niğdeli Kadı Ahmed, Tapduklular adını taşıyan bu müridlerin dinî kurallara riayet etmediklerini, kadınlarını, kızlarını saygıları gereği misafirlerine sunarak konuk severlik gösterdiklerini söyler (Ocak, Babaîler İsyanı, s. 198). Gerçeği yansıtması mümkün görülmeyen bu ifadeler, gayri Sünnî tarikat mensupları ile mutaassıp Ehl-i sünnet mensupları arasındaki çekişmeyi göstermekten öte bir anlam taşımaz. Tapduk Emre’nin en tanınan müridi Yûnus Emre’dir. Uzun yıllar hizmetinde bulunan Yûnus Emre onun görüşlerini Anadolu ve Şam’da yaymış, kendisinden saygı ve övgüyle söz etmiştir (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 48, 104, 109, 187). Şeyhinin kapısına kırk yıl boyunca hizmet ettiğine dair meşhur menkıbe birçok kaynakta yer almaktadır (Vilâyetnâme, s. 48; Lâmiî, s. 842). Yûnus Emre şeyhi gibi Kalenderî-Melâmetî düşünceyi benimsemiş (Ocak, Kalenderîler, s. 69), şeyhinin fikirlerini yaymaya çalıştığını ve bunu başardığını, “Vardığımız ellere şol safâ gönüllere / Halka Tapduk mânisin saçtık elhamdülillâh” mısralarıyla dile getirmiştir (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 116). Tapduk Emre’nin Şeyh Ömer ve Şeyh Câfer isimli iki müridi daha olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.

Tapduk Emre

Tapduk Emre’nin ölüm tarihi ve mezarının bulunduğu yer konusu da ihtilâflıdır. Âşıkpaşazâde onun Yıldırım Bayezid döneminde (1389-1402) öldüğünü söyler. Ancak Yûnus Emre’nin XIII. yüzyılın sonları ve XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı dikkate alındığında bir şiirinde öldüğünü haber verdiği mürşidinin XIII. yüzyılın sonlarında vefat etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bursa’da, Manisa’da Kula ile Salihli arasındaki Emre adlı bir köyde, Afyon-Sandıklı, Karaman, Sivas, Erzurum, Aksaray, Isparta-Keçiborlu gibi yerlerde Tapduk Emre’ye izâfe edilen mezarlar vardır. Bunlardan bazıları hem Yûnus Emre’ye hem Tapduk Emre’ye ait kabul edilmektedir. Bununla birlikte en muteber görüş, Tapduk Emre’nin mezarının Ankara’nın Nallıhan ilçesine bağlı Emresultan köyünde bulunduğu şeklindedir. Nitekim bu bilgi birçok kaynağın yanı sıra Afyonkarahisar Şer‘iyye Sicilleri’nde de yer almaktadır (Öztelli, s. 52). Bu köydeki türbede ailesine mensup oldukları ileri sürülen daha pek çok kişinin mezarı vardır. Tapduk Emre’nin ve müridlerinin faaliyet sahasının Anadolu coğrafyası ile sınırlı kalmayıp Balkanlar’a da ulaştığı bazı köy adlarının onun adıyla anılmasından anlaşılmaktadır. Meselâ Anadolu’da Aksaray ilinin merkez nahiyesine ve Edirne’nin Havsa ilçesine bağlı birer köy, ayrıca Varna’ya bağlı bir köy Tapduk adını taşımaktadır. Bu bilgi, Tapduk Emre’nin sözü edilen bölgelere gittiğini doğrulamasa bile müridlerinin yayılma sahasının tahmini konusunda önem arzetmektedir.

Ömer Muhtar

ÖMER MUHTAR

Berka’nın Defne bölgesindeki Butnân’da doğdu. Libya’daki en büyük Arap kabileleri arasında sayılan Menife’ye mensup Gays ailesindendir. İlk eğitimini babasından aldı. Ardından tahsil için kardeşi Muhammed ile birlikte Senûsîler’in Zenzûr Zâviyesi şeyhi Seyyid Hüseyin el-Garyânî eş-Şemsî’nin yanına gönderildi; babasının ölümü üzerine de onun himayesine girdi. Zenzûr’da zâviyedeki eğitiminden sonra, Senûsiyye’nin kurucusu Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin 1859’da vefatından kısa bir süre önce yerleşip merkez zâviyesini faaliyete geçirdiği Cağbûb kasabasına gitti. Burada hareketin ikinci önderi Mehdî Muhammed b. Muhammed es-Senûsî’nin yanında öğrenimini tamamladı. Sekiz yıl kaldığı bu zâviyede İslâmî eğitimi Şeyh ez-Zirvâlî el-Mağribî el-Cevvânî’den, dinî ilimleri ise Fâlih b. Muhammed ez-Zâhirî’den aldı.

Eğitim yıllarında Mehdî es-Senûsî’nin dikkatini çekti. Mehdî es-Senûsî, 1895’te Cağbûb’dan ayrılarak Kufra’da yeni kurulan Tâc köyüne gidip burasını merkez zâviye yapmak istediğinde Ömer el-Muhtâr’ı da beraberinde götürdü. Burada öğrenimini tamamlayanlar Trablusgarp vilâyetinde açılan zâviyelerden birine şeyh olarak gönderildiğinden Ömer el-Muhtâr da 1897’de, Cebelülahdar’daki kabilelerden Osmanlı Devleti’ne genelde tam itaat göstermeyen Merc kasabası yakınındaki Ubeyd kabilesine ait Kasûr Zâviyesi’ne şeyh tayin edildi. Bu kabileyi kısa zamanda Osmanlı idaresine yaklaştırdı ve buradaki diğer Arap kabileleri arasında devam eden kavgaları da sona erdirdi. Özellikle Ubeyd kabilesini cihad hareketinin öncü kuvveti olacak şekilde eğitti. Bu zâviyede iken çocuklara İslâmî eğitim vermesi, yolculara ve çevredeki fakirlere ikramda bulunması, müntesiplerinin günlük işlerine yardımcı olması gibi faaliyetleriyle şöhreti arttı.

Mehdî es-Senûsî, 1899’da Kufra’daki zâviyesini Çad sınırları içinde Borku bölgesindeki Garû’ya taşıyınca onunla birlikte gidenler arasında Ömer el-Muhtâr da vardı. Çad’ın güneyindeki Vedây Sultanlığı topraklarının Fransızlar tarafından işgalini önlemek için bölgede yapılan seferlere katıldı. Bir müddet sonra Ayn Galaka’da açılan zâviyeye şeyh tayin edildi. Ancak Mehdî es-Senûsî’nin 1902’de Garû’da ölmesi üzerine buradaki faaliyetler yavaşladı. Ömer el-Muhtâr, Ayn Galaka’da bulunduğu süre içinde eğitim ve tebliğle meşgul olduktan sonra 1903 yılında Kasûr Zâviyesi’ne döndü. Mehdî es-Senûsî’nin ölümünün ardından oğlu İdrîs’in henüz on üç yaşında olması sebebiyle geçici olarak hareketin başına getirilen yeğeni Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin, 27 Eylül 1911’de İtalya’nın Osmanlı Devleti idaresindeki Trablusgarp vilâyetine çıkarma yapması üzerine nasıl bir tavır takınılacağını kararlaştırmak için Kufra’da yaptığı toplantıya katıldı. Ardından Cebelülahdar’a döndü ve Ubeyd kabilesini cihada hazırlayıp onlardan 1000 kişilik bir mücahid birliği kurdu. Böylece İtalyanlar’a karşı ilk saldırıda bulunan birlikler arasında yer aldı. Yerli ahali, yaklaşık yirmi yıl süren savaş süresinde dağlara çekilip İtalyanlar’a baskınlar düzenleyerek çarpışmalara katıldı.

Ömer Muhtar

Ömer el-Muhtâr, 1912’de Osmanlılar’ın Uşi (Ouchy/Lozan) Antlaşması sonucunda kuvvetlerini buradan çekmesinin ardından geride kalan askerleri Mısır’a götürmek isteyen Aziz el-Mısrî ile ona engel olmak isteyen Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin adamları arasında çıkan çatışma sonrasında Ahmed Şerîf es-Senûsî tarafından ara buluculukla görevlendirildiği gibi Berka bölgesinin kumandasını da üstlendi. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Osmanlı Harbiye Nezâreti, Teşkîlât-ı Mahsûsa vasıtasıyla buraya bazı subaylarını gönderdiğinde, İcdâbiye’de Şeyh İbrâhim el-Mısrâtî ile birlikte Osmanlılar’ın Afrika grup komutanı sıfatıyla faaliyette bulunan Enver Paşa’nın kardeşi Nûri Paşa ile görüşmek için Butnân’a gitti. Bu arada Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin İstanbul’a götürülmesinin (1917) ardından Osmanlı Devleti İdrîs es-Senûsî’yi onun halefi olarak kabul etmişti. İdrîs es-Senûsî’nin (I. İdrîs) genel vekili sıfatıyla direniş hareketinin kumandanlığına getirilen Ömer el-Muhtâr, Cebelülahdar’a geldiği yıllardan itibaren başta Enver Paşa olmak üzere Türk subaylarından aldığı bilgiler ışığında emrine verilen gönüllüleri sayıları 100 ile 300 arasında değişen birliklere ayırdı. Kabileleri de üç ayrı bölgede teşkilâtlandırarak her biri için kaymakam ve kadı görevlendirdi, bunların tamamını kendine bağladı. Yine Enver Paşa’nın Trablusgarp savaşı yıllarında askerî eğitim almaları için İstanbul’a gönderdiği, burada yetiştikten sonra geri dönerek direnişe katılan yerli subaylar da onun yanında yer aldı.

İdrîs es-Senûsî bazı ileri gelen şeyhler ve kabile reisleriyle birlikte tedavi gerekçesiyle 1922’de Mısır’a gitmiş ve yerine kardeşi Muhammed Rızâ es-Senûsî’yi vekil bırakmıştı. 27 Şubat 1923’te Ömer el-Muhtâr son gelişmeleri görüşmek üzere bir heyetle birlikte Mısır’a gitti. Arap ve İslâm dünyasına yardım çağrısında bulundu. İdrîs es-Senûsî, Mısır’da güven içinde hayatını sürdürmesi karşılığında bu ülkenin İtalya ile anlaştığını ileri sürerek kendisinden talep edilen yardım konusunda herhangi bir şey yapamayacağını söyledi. Bu arada Ömer el-Muhtâr’ın Mısır’a geçtiğini öğrenen İtalyanlar buraya bir heyet gönderip cihaddan vazgeçmesini ve Mısır’da yaşamasını, Berka’ya döndüğü takdirde kendisine bir köşk tahsis edilerek maaş bağlanacağını bildirdiler. Bu teklifleri reddeden Ömer el-Muhtâr dönüşü esnasında Ebyârülgubâ’da İtalyanlar’ın saldırısına uğradıysa da kurtulmayı başardı (23 Nisan 1923). Haziran ayında İtalyanlar’la Senûsîler arasında Ömer el-Muhtâr’ın da katıldığı büyük bir çarpışma meydana geldi.

İdrîs es-Senûsî’nin kendisine hiçbir ümit vermemesi üzerine Ömer el-Muhtâr, heyette yer alan Yûsuf Ebû Rahîl el-Mismârî ve Ali Hâmid el-Ubeydî ile birlikte Ahmed Şerîf es-Senûsî’ye 20 Şubat 1924 tarihinde bir mektup gönderdi. İtalyanlar’ın daha önce İdrîs es-Senûsî ile imzaladıkları anlaşmaları iptal ettiklerini, Trablusgarp halkının başsız bırakıldığını, askerî bir düzeni olmayan birliklerle Cebelülahdar’da cihada devam edeceklerini bildirdi; kendilerine para, silâh ve erzak göndermesini talep etti. Bu arada bütün bölgeleri gezerek Berka, Trablus ve Fizan’daki direnişleri tek bir idare altında toplamaya çalıştı.

Ömer Muhtar

Libya’da henüz işgal edilmeyen şehirlerin bir an önce ele geçirilmesi için sabırsızlanan Mussolini 1925’te Emilio de Bono’yu Trablusgarp sömürge valiliğine tayin etti. Ömer el-Muhtâr’a destek sağlayan Cağbûb, Ûclâ, Câlû, Fizan ve Kufra gibi yerlerin Cebelülahdar ile irtibatlarının kesilmesine karar verildi. Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin kardeşi Seyyid Safiyyüddin’in idareci olarak bulunduğu Cağbûb’u İdrîs es-Senûsî’den aldığı emir üzerine direnmeksizin 9 Şubat 1929’da İtalyanlar’a teslim etmesi Ömer el-Muhtâr’ı büyük bir destekten mahrum bıraktı. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki kuvvetler İtalyanlar’a karşı vurkaç taktiği uygulamaya başladılar. İtalyan işgal ordusu ile direnişçiler arasında çarpışmalar hızlandı. Bunlardan ilki Rahîbe’de meydana geldi ve burada çok sayıda İtalyan askeri esir alındı. İkincisi Akīretü’l-Matmûra’da oldu. Ömer el-Muhtâr önemli adamlarından bir kısmını bu çarpışmada kaybederken İtalyanlar’a da büyük kayıplar verdirdi. 22 Nisan 1927’de Derne’de Ömer el-Muhtâr’ın İtalyan ordusunun yedinci taburuna büyük zayiat verdirmesinin ardından İtalyan işgalindeki bölgelerde mevcut Senûsî zâviyeleri ve camiler kapatılıp şeyhler tutuklandı. Bingazi işgal edildiği halde buranın çevresindeki Berka bölgesi direnişin merkezine dönüştüğü için İtalya 1928’de burayı topyekün işgale karar verdi.

Berka bölgesine 1923-1929 yılları arasında Bongiovanni, Mombelli, Teruzi ve Sicilliani vali tayin edilmiş, ancak bunlar Ömer el-Muhtâr karşısında başarısız kalmıştı. 1929’da Trablusgarp ile Bingazi birleştirildi ve sömürge genel valiliğine Pietro Badoglio getirildi. Yeni vali yerli ahalinin direnişini her çareye başvurarak kırmaya kararlıydı. Muhammed Rızâ es-Senûsî ve Şârif el-Garyânî, İtalyanlar adına 6 Nisan 1929’da Ömer el-Muhtâr ile görüştüler ve direnişten vazgeçtiği takdirde Hicaz’a veya Mısır’a gidebileceğini, ayrıca kendisine para verileceğini söylediler. Bu teklifler reddedildiği gibi valinin bu yolda şahsî girişimleri bir sonuç vermedi.

10 Ocak 1930’da sömürge genel vali yardımcılığı ve Sirenayka valiliğine o güne kadar tayin edilenlerin en acımasızı olarak bilinen Rodolfo Graziani getirildi. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki mücahidlerin Libya’dan ve dış dünyadan yardım almalarını önlemek için buranın Fizan, Kufra ve Mısır ile bağlarının koparılması kararlaştırıldı. Bu amaçla 15 Ocak 1930 tarihinde Cebelülahdar’daki direniş siperleri uçaklarla bombalanırken 24 Ocak günü Fizan’ın merkez şehri Merzûk, 25 Şubat’ta ise buranın batısındaki Gāt kasabası işgal edildi. 1928 yılı başında İtalya’ya sürgüne gönderilen Muhammed Rızâ serbest bırakılıp Bingazi’ye dönünce Ömer el-Muhtâr’a bir mektup yazarak İtalyanlar’a teslim olmasını istedi. Yine red cevabı alan İtalyanlar bu defa Rızâ tarafından Cebelülahdar ahalisine hitaben yazılan bir mektubu uçaklarla yerleşim yerlerine attılar. Bundan da bir sonuç alamayınca bölgenin kırsal kesimlerinde yaşayan bütün halkı kamplarda toplamaya başladılar. 23 Eylül 1930 tarihinde İtalyanlar’la yapılan Kerisse çarpışmasında Ömer el-Muhtâr’ın yakın adamlarından Fudayl b. Ömer ile birlikte kırk adamı şehid oldu. Trablusgarp direnişinin önemli bölgelerinden olan Kufra’nın merkezi Tâc köyü İtalyanlar’ın eline geçti (18 Ocak 1931).

Direnişe en büyük destek Mısır’dan geldiği için Graziani, Akdeniz sahilindeki Sellûm yakınında deniz kıyısından güneydeki Cağbûb’a kadar uzanan yaklaşık 270 kilometrelik bir mesafeyi 2 m. yüksekliğinde ve 3 m. genişliğinde dikenli tellerle kapattırdı. Böylece mücahidlerin yardım temin ettikleri tek yön de kesilmiş oldu. Bölgedeki yerli ahali önce Aynülgazâle kampına kapatıldı, dört ay sonra da 1934 yılına kadar kalacakları Akīle, Makrûn, Sulûk ve Berîka kamplarına doldurularak mücahidlerin yerlilerle irtibatı kesildi. Verimli arazilerin tamamı İtalya’dan buraya göç ettirilen ailelere verildi. Kamplarda bulunanların yarısı açlık ve hastalık yüzünden ölürken bazıları da mücahidlere bağlılıklarını devam ettirdikleri bahanesiyle idam edildi. Sadece Berîka kampında 1930-1932 yılları arasında 30.000 kişi öldü.

Ömer el-Muhtâr, yaşının ilerlediği gerekçesiyle Mısır’a gidip yerleşmesi yolundaki tavsiyelere karşılık mücadeleyi sürdürmeye kararlı olduğunu bildiriyordu. Bu azminden ötürü kendisine “çöl aslanı” unvanı verilmişti. Ancak 11 Eylül 1931 tarihinde adamlarıyla birlikte sahâbeden Seyyid Râfi‘in kabrini ziyarete gittiklerinde İtalyan çemberi içinde kaldılar. Ömer el-Muhtâr burada İtalyanlar’a esir düştü, yapılan mahkemede “İtalyan tebaası bir isyankâr” olarak yargılandı ve idama mahkûm edildi (15 Eylül 1931). Ertesi gün de Sulûk kampında tutulan 20.000 civarındaki halkın önünde asılarak idam edildi. Afrika’daki Avrupa sömürgeciliğinin karşısında en önemli direniş hareketlerinden birini ortaya koyan Ömer el-Muhtâr, Berka halkının Senûsiyye içinde kendi rızalarını kazananlara verdiği “seyyid” unvanı ile ve “şeyhü’ş-şühedâ” olarak anıldı. Hayatı ve faaliyetleri pek çok araştırmaya konu oldu.

Kürt Şeyh Said

KÜRT ŞEYH SAİD

Şeyh Said (Şeyh Said Palevi, Şeyh Said Pirani, Şeyh Muhammed Said Nakşibendi, Şeyh Said Efendi) (d. 1865/1866; Palu, Elazığ – 29 Haziran 1925, Diyarbakır), seyyid bir aileye mensup, Zaza asıllı Nakşibendi şeyhi, Kürt lideri. Müderris, mutasavvıf, müfessir ve muhaddis olan Şeyh Said, Şeyh Said İsyanı’nın lideriydi. Cumhuriyet’in ilanına ve laik düzene karşı çıkan Şeyh Said, şeriat isteğiyle dönemin hükûmetine karşı silahlı isyan girişiminde bulunmuş, bunun üzerine 1925 yılında yargılanmış ve idam edilmiştir.

Hayatı

1865 yılında Palu’da doğmuştur. Babasının adı Şeyh Mahmud Fevzi, annesi ise Gulê Hanım’dır. Palu, Elazığ, Diyarbakır ve Muş’ta eğitim gördükten sonra, babasının vefatı üzerine Nakşibendi Tarikatı postnişini (lideri) olmuştur. Babası Şeyh Mahmud Fevzi’nin Palu’dan Hınıs’a göç etmesiyle oraya yerleşmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Rus İmparatorluğu’nun Doğu Anadolu Bölgesi’ne ilerlemesinden dolayı Piran’a taşınmak zorunda kalmış ve savaştan sonra Hınıs Kolhisar’a yerleşmiştir.

Aile geçmişi

Şeyh Said, Muhammed’in neslinden olup seyyiddir. Şeyh Said’in dedesi Palulu Şeyh Ali Sebdi’dir. Şeyh Ali Sebdi’nin beş oğlu vardır: Şeyh Muhammed Nesih, Şeyh Mahmud Fevzi (Şeyh Said’in babası), Şeyh Hasan Naki, Şeyh Hüseyin Zeki ve Şeyh İbrahim (Kudo Efendi). Şeyh Mahmud Fevzi’nin de yedi oğlu vardır: Şeyh Said, Şeyh Bahaeddin, Şeyh Diyaeddin, Şeyh Necmeddin, Şeyh Tahir, Şeyh Mehdi ve Şeyh Abdurrahim.

Şeyh Said’in beşi kız, beşi erkek olmak üzere on çocuğu olmuştur. Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza Efendi’nin oğlu Mehmet Fuat Fırat, 1973’te Erzurum bağımsız milletvekili olarak TBMM’ye girmiştir. Günümüzde Şeyh Said ailesinin temsilcisi Şeyh Said’in torunu Abdulilah Fırat’tır.

Şeyh Said, dedesi Şeyh Ali Septi’nin halifelerinden Şeyh Ahmed-i Çani’nin kızı Amine Hanım ile evlenmiştir. Amine Hanım, aile Rus Harbinden dolayı Hınıs’tan Piran’a göç ettiği zaman rahatsızlanmış ve ölmüştür. Hanımı vefat ettikten sonra Şeyh Said, Kürt Miralayı Hamidiye Alaylarının liderlerinden Cibranlı Halit Bey’in kız kardeşi Fatma Hanım ile evlenmiştir. Yine Halit Bey’in kardeşi olan Güllü Hanım da, Binbaşı Kasım (Ataç) ile evliydi. Şeyh Said’i ayaklanmanın bastırılması ardından ele veren, Binbaşı Kasım’dır.

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said’in soyağacı

Şeyh Said’in 6. göbekten dedesi olan Seyyîd Haşim İran’dan Diyarbakır’a göç edip yerleşmiştir. 1639 yılında Sultan IV. Murad tarafından siyaseten öldürülmüştür.

Şeyh Said Efendi’den devam eden Nakşibendi Tarikatı Silsile-i Sâdât’ı şu şekildedir:

  • Muhammed bin Abdullah
  • Ebu Bekri’s-Sıddiyk
  • Selman-ı Farisî
  • Kâsım bin Muhammed
  • Cafer-i Sadık
  • Bayezid-î Bistamî
  • Hâce Ebû’l Hasan Kharakânî
  • Şeyh Ebû Aliyyini’l Fârmedî
  • Hace Yûsuf Hemedânî
  • Hace Abdülhâlık-ı Gucdüvânî
  • Hace Ârif-i Rivgerî
  • Hace Mahmûd İncir-i Fağnevî
  • Hace Ali-i Râmitenî
  • Hace Muhammed Baba es-Semmâsî
  • Hace Şeyh Emir Külâl
  • Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî
  • Şeyh Alâeddîn Attâr
  • Şeyh Yâkûb-u Çerhî
  • Hace Ubeydullah-ı Ahrâr
  • Şeyh Muhammed Zâhid
  • Şeyh Derviş Muhammed es-Semerkandi
  • Şeyh Hâce Muhammed Emkenekî
  • Şeyh Muhammed Bâki Billah
  • İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fâruk Serhendî
  • Şeyh Muhammed Ma’sûm Serhendî
  • Şeyh Muhammed Seyfüddîn-i Farukî
  • Şeyh Nur Muhammed Bedvânî
  • Şemseddin Cân-ı Cânân Mazhâr
  • Şeyh Abdullah ed-Dehlevî
  • Mevlânâ Hàlid-î Bağdâdî
  • Şeyh-ul Meşayih Seyyidina Ali Es-Sebdi Palevi Diyarbekiri
  • Şeyh Mahmud Fevzi Efendi Palevi
  • Şeyh Muhammed Said Efendi Palevi
  • Şeyh Ali Rıza Efendi Palevi
  • Şeyh Muhammed Emin Efendi Palevi
  • Palevi kolunun ana silsilesidir. Şeyh Ali Septi’den itibaren halifelerin kendi silsileleri mevcuttur.
  • Şeyh Said Efendi’nin Şeyh Ali Rıza Efendi haricinde icazet verdiği diğer halifeleri mevcuttur.

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said İsyanı

Birinci Meclisin Bitlis milletvekili Yusuf Ziya tarafından aşiretler arasındaki tanınmışlığı ve sözünün geçmesi nedeniyle gizli Kürt İstiklal Komitesine (“Azadi” örgütü) üye yapıldı. 1924 yılında Yusuf Ziya tutuklandı. Örgütlenmeyi itiraf eden Yusuf Ziya Bey, Cibranlı Halit, Hasananlı Halit, Hacı Musa ile birlikte Şeyh Said’in de adını verdi. Doğu illerindeki aşiretleri dolaşan Şeyh Said, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’in dinsiz olduğundan, çıkarılan yasalar ile İslamiyet’in, nikâh, ırz ve namusun, Kuran’ın ortadan kalkacağından, ağaların ve hocaların idam edileceğini veya sürüleceğinden bahseden propagandalar yaptı. Kayınbiraderi Albay Cibranlı Halit’in adamları Cemiyet-i Akvam’a haber vereceklerini, bölgede devletin askeri güçlerinin bulunmadığını ve kolayca bölgeyi ele geçirebileceklerini söyledi. Cumhuriyete ve devrimlere karşı bir ayaklanma fetvası hazırlayarak devrimlere destek verenlerin canları ve mallarının helal olduğunu yazdı. Fetvayı aşiretlerin ileri gelenlerine gönderdi. Varto’daki Hormek aşireti devlet yanlısı olduğu için ayaklanmaya uymayacaklarını açıkladı. Şeyh Said ifade vermek için Bitlis Harp Divanı’na davet edildiğinde yaşlı ve hasta olduğu için ifade vermeye gitmeyince ifadesi Hınıs’ta alındı. Diyarbakır, Çapakçur, Ergani ve Genç illerinde bir ay kadar dolaştıktan sonra 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’daki kardeşinin evine yerleşti. Piran’da jandarmanın 5 suçluyu tutuklama girişimi üzerine çıkan çatışma sebebiyle ayaklanma hareketi planlanandan önce başladı. 1924 Ekim ayından yakalanacakları güne kadar hükûmetle haberleşmekte olan bacanağı Kasım Bey (Kasım Ataç) tarafından ihbar edilmiştir. Genç Hâdisesinin (Şeyh Said İsyanı) bastırılmasından sonra “Şark İstiklal Mahkemesi”nde yargılanıp idama mahkûm edildi.

Şeyh Said’in, Kürt Teali Cemiyeti üyesi olduğuna dair bugüne kadar hiçbir belge ortaya konulamamıştır. Kürdistan Teali Cemiyetinin tespit edilebilen üyelerinin listesi bilinmektedir ve bu listede Şeyh Said’in ismi yoktur. Ayrıca, Şeyh Said’de, Şark İstiklal Mahkemesi’nde ‘Kürdistan Teali Cemiyeti’ ile ilişkisinin olmadığını kendisi açıklamıştır. Ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen ‘Azadi Örgütü’ üyelerinin isimlerini içeren listede de Şeyh Said’in ismine rastlanmamıştır. Mevcut belgeler, Azadi Örgütü’nün, ayaklanmanın hiçbir safhasında, hiçbir rolünün olmadığını da kanıtlamaktadır. Naci Kutlay’ın, Fehmi Efendi’nin anılarından alındığını kaydettiği bilgilere göre “Şeyh Said’in isyan haberini duyan Diyarbakır’daki ‘Azadi üyeleri’ şaşkına dönerler. Hiç kimsenin bundan haberi yok. Azadi üyesi Dr. Fuat, Liceli Fehmi Efendi’den Şeyh Said’i isyandan vazgeçirmesini, kabul etmediği takdirde onu öldürmesini ister. Ancak isyan durdurulamayınca, Azadi örgütü harekete ulusal bir renk vermek için Kürtler ve Kürdistan adına bildiriler bastırılıp dağıtırlar.”

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said’in mezarı

29 Haziran 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi tarafından Diyarbakır Dağkapı Meydanında idam edilen Şeyh Said, idam sehpasında iken son isteği sorulduğunda, kâğıt kalem ister ve kâğıda Arapça olarak, “Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir,” yazar ve kelime-i şehadet getirerek idam edilir. Şeyh Said, idamından önce başsavcı Ahmet Süreyya Örgeevren’i vasi tayin ettiği ve vasiyetnamesini hazırladığını yazmış: “Nitekim; Şeyh Said Efendi idamından biraz önce tevkifhanede yazdığı bir vasiyetname ile beni bu vasiyetin icrası için vasi nasb ve tayin etmiş bu vasiyetnamesi asılmasından sonra bana verilmişti. Bu vasiyet; üzerinde bulunan ve maliye veznesine verilmiş olan parasından veresesinden kimlere verilmesine ve kendisi için mezar yaptırılmasına dairdi… Mahkemenin müddeiumumîsi bulunduğum için, şeyhin vasisi sıfatıyla bu vesayeti kabul ve icra edemezdim. Onun için resmî ve itimat edilir bir el ile vasiyetinin yerine getirilmesi için vasiyetnameyi Ankara’da İçişleri Bakanlığına göndermiştim.”

Yayımlanmış Kitapları

Şeyh Said’in kendi el yazısıyla Arapça diliyle yazmış olduğu kütüphanesinde bulunan kitaplar hakkında yazdığı açıklamalı kitaplar kataloğu, bibliyografik, biyografik risâle, Arapça orijinal tıpkıbasımı ve Türkçe tercümesi Kütüphane Risalesi – Şeyh Said Efendi 28 Aralık 2021 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. adıyla ilk kez 2021 yılında Abdulilah Fırat tarafından hazırlanıp tercüme edilerek yayımlandı.
Şeyh Said’in kendi el yazısıyla Arapça diliyle yazmış olduğu bazı içtimai meseleler hakkında açıklamalı fetvâları, Arapça orijinal tıpkıbasımı ve Türkçe tercümesi Fetvâlar Mecmûası – Şeyh Said Efendi 26 Şubat 2022 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. adıyla ilk kez 2022 yılında Abdulilah Fırat tarafından hazırlanıp tercüme edilerek yayımlandı.

Erzurumlu İbrahim Hakkı

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI

Erzurumlu İbrahim Hakkı (d. 18 Mayıs 1703, ö. 22. Haziran 1780, Hasankale, Erzurum) Türk mutasavvıf, sosyolog ve âlim. Marifetname’nin yazarıdır.

2 Muharrem 1115’te (18 Mayıs 1703) Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğdu. Babası Derviş Osman Efendi, aralıklarla otuz yıl kadar süren iyi bir eğitim görmüştü (Mârifetnâme, s. 521). Annesi, Hasankale’nin ileri gelenlerinden Dede Mahmud’un kızı Şerîfe Hanîfe Hanım’dır. İbrâhim Hakkı’nın “Hakîrullah” diye andığı ve “hilm ü hayâ madeni” olarak tanıttığı babası (a.g.e., s. 514), bazı maddî ve ruhî problemler sebebiyle sıkıntılı bir dönem yaşamış, İbrâhim Hakkı’nın doğumuyla bir ferahlık hissetmekle birlikte sıkıntısı devam etmişti. 1119’da (1707) Erzurum’a yerleşen Osman Efendi burada yörenin ileri gelen ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1122’de (1710) hac niyetiyle yola çıkmışken Siirt’e yaklaşık 7 km. uzaklıkta bulunan Tillo’ya (bugünkü Aydınlar) uğramış, yörenin tanınmış mürşidlerinden İsmâil Fakîrullah’a intisap ederek buraya yerleşmiş, böylece yıllardır aradığı huzura burada kavuşmuştur.

Babasının isteği üzerine dokuz yaşında iken amcası Ali tarafından Tillo’ya götürülen İbrâhim Hakkı babasıyla karşılaştığında şeyhi İsmâil Fakîrullah’ı da orada gördüğünü, içinde ona karşı derin bir sevgi ve hayranlık duygusu uyandığını ifade eder (a.g.e., s. 516). Bundan sonra İsmâil Fakîrullah’ın babası için yaptırdığı, günümüze kadar ayakta kalan (İbrahimhakkıoğlu, s. 42) hücrede yaşamaya başlamış, İsmâil Fakîrullah’ın ilim ve irfanından istifade etmesi yanında Mârifetnâme’deki ifadesiyle (s. 516) “peder-i azîzi kendisini hücredaş edip hilm ü rıfk ile ilim öğretip lutufla terbiye kılmıştır.” İbrâhim Hakkı’nın ilk tasavvuf zevkini babasından aldığı anlaşılmaktadır.

On yedi yaşında iken babasını kaybeden (Receb 1132 / Mayıs 1720) İbrâhim Hakkı, muhtemelen öğrenimini sürdürmek amacıyla aynı yıl Erzurum’a dönerek büyük amcası Molla Muhammed’in evine yerleşti. Burada, özellikle Arapça ve Farsça konusunda kendisinden faydalandığı söylenen Erzurum müftüsü şair Hâzık Mehmed Efendi dışında kimlerden ders okuduğu hususunda bilgi bulunmamaktadır. Mârifetnâme’deki bir beyitten (beyit 514) bu ikinci tahsil döneminin sekiz yıl kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.

İbrâhim Hakkı, öğrenimini tamamladıktan sonra İsmâil Fakîrullah’ı ziyaret etmek üzere 1141’de (1728-29) Tillo’ya gitti, babasının hücresine yerleşerek tasavvufî hayata yöneldi. Şeyhine hizmet edip onun feyzinden istifade etmeyi sürdürdü. 1147’de (1734) İsmâil Fakîrullah’ın vefatı üzerine Erzurum’a döndü. Daha önce babasının imamlık yaptığı Yukarı Habib Efendi Camii’ne imam oldu. Bu arada ilk evliliğini yaptı. 1150’de (1738) hacca gitti. Dönüşte Ömer Hayyâm, Ferîdüddin Attâr, Sa‘dî-yi Şîrâzî, Nizâmî-yi Arûzî gibi şairlerin şiirlerini topladığı, ayrıca kendisinin de iki manzumesinin yer aldığı Lübbü’l-kütüb adlı geniş hacimli bir eser hazırladı.

1160 (1747) yılında İstanbul’a giden İbrâhim Hakkı, şeyhi Fakîrullah’ın Sultan I. Mahmud nezdindeki saygınlığından faydalanarak padişahla görüşüp ilgi ve takdirini kazandı, saray kütüphanesinde çalışmasına izin verildi. Özellikle yeni astronomiye ilgisinin bu kütüphanedeki çalışmalarıyla başladığı söylenebilir. İbrâhim Hakkı İstanbul’da iken kendisine müderrislik pâyesi verildi ve ders okutması şartıyla Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı tevcih edildi. Erzurum’a döndükten sonra Habib Efendi Camii’ndeki imamlık görevini sürdüren İbrâhim Hakkı, bir müddet sonra aynı zamanda iyi bir mûsikişinas olan oğlu İsmâil Fehim’in tahsilini tamamlaması üzerine bu görevi ona bırakarak ilmî faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek için günlerinin çoğunu Hasankale’de geçirmeye başladı.

Erzurumlu İbrahim Hakkı

İbrâhim Hakkı 1168’de (1755) resmî bir hizmet için İstanbul’a çağrılan Erzurum gümrükçüsü Mehmed Sun‘ullah ile birlikte ikinci defa İstanbul’a gitti. O, ilkinden daha uzun sürdüğü anlaşılan bu ikinci ziyaret sırasında da kütüphane çalışmaları yapmış olmalıdır. Nitekim Mârifetnâme’yi İstanbul dönüşünden kısa bir süre sonra tamamlaması (Zilhicce 1170 / Ağustos 1757), onun bu eserle ilgili olarak İstanbul’da yoğun bir hazırlık çalışması yaptığı kanaatini vermektedir. İbrâhim Hakkı, Hasankale’ye dönünce bir yandan Mârifetnâme’nin telifiyle meşgul olurken bir yandan da öğrenci yetiştirmeye başladı. Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı III. Mustafa tarafından 1173 (1760) yılında yenilendi. İbrâhim Hakkı, tekkenin oldukça kısıtlı olan gelirini oğulları ile amcasının oğlu Yûsuf Nedim arasında paylaştırdı. Bu arada önemli eserlerinden İrfâniyye’yi (Mecmûatü’l-irfâniyye) tamamladı.

1177’de (1763) üçüncü defa Tillo’ya giden İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah’ın oğulları Hamza Ganiyyullah ve Mustafa Fânî tarafından babalarının halifesi olarak büyük bir ilgiyle karşılandı; muhtemelen Tillo’ya yerleşmesini sağlamak üzere onu kız kardeşleriyle evlendirdiler. Bu sırada İnsâniyye adlı eserinin telifini tamamlayan İbrâhim Hakkı, 1177 Şevvalinde (Nisan 1764) Mustafa Fânî ile birlikte ikinci defa hacca gitti ve dönüşte yine Tillo’da kaldı, burada öğrenci okutmaya ve eser yazmaya devam etti. Bu arada geniş hacimli eserlerinden Mecmûatü’l-meânî’yi bitirdi. Bir süre sonra da Erzurum’a gitti. 1181’de (1768) Erzurum müftüsü Şeyh Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa çıktığı hac yolculuğu sırasında amcasının oğlu Yûsuf Nesîm’e Şam’dan yazdığı mektupta eserlerinin oralarda bile arandığını ve ilgiyle okunduğunu bildiriyor, kendisinden bazı kitaplarını temin edip göndermesini rica ediyordu (İbrahimhakkıoğlu, s. 125). Yolculuğun ardından Erzurum’a döndü. Yaklaşık üç yıl sonra oğlu İsmâil Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya giderek buraya yerleşti. 1189’da (1775) altı ay kadar süren ağır bir hastalığa yakalandı. Hasankale’deki öğrencilerinden Derviş Halil kendisini ziyarete gelmiş, ancak İbrâhim Hakkı onun ölçüsüz davranışlarından rahatsız olmuştu. Bir süre Tillo’da kalan Halil hocasının yeni yazdığı bazı eserleri de okumuştu. Daha sonra Erzurum’a dönünce hocasının bir sır kitabını okuduğu yolunda sözler sarfederek güya onun itibarını arttırmak istemiş, ancak bu açıklama herkeste bir merak uyandırmıştı. Muhtemelen bu haberin, kendisi hakkında bâtınî fikirler taşıdığı yolunda dedikoduların çıkmasına yol açacağından kaygılanan İbrâhim Hakkı, Sünnî akîdeye bağlılığını ispat etmek amacıyla âyet ve hadislerden başka şeylerle meşgul olmayı bıraktığı mesajını veren Urvetü’l-İslâm ve Hey’etü’l-İslâm adlı iki eser yazarak değişik kişilere gönderme gereğini duydu. Erzurum’daki Yûsuf Nesîm’e de Urvetü’l-İslâm ile birlikte gizli işaretli bir mektup göndererek “Avnikli kezzâb” diye andığı Halil’in anlattıklarına inanmamalarını ve onun söylediklerinin iftira olduğunu bildirdi (a.g.e., s. 155-162).

Bu arada şeyhinin kızı olan son eşinin genç yaşta ölümü İbrâhim Hakkı’yı derinden etkiledi. Onun vefatından sonra yazdığı bir mektupta teessürünü duygulu ifadelerle anlatmaktadır (a.g.e., s. 167-168). Kısa bir süre sonra şeyhinin büyük oğlu Hamza Ganiyyullah’ın ölümü üzerine yalnızlığı daha da artan İbrâhim Hakkı 19 Cemâziyelâhir 1194 (22 Haziran 1780) tarihinde vefat etti. Ölümünden iki yıl önce yazdığı vasiyetnâmesinde şeyhinin kubbesi altına defnedilmemesini, oraya şeyhin evlâtlarının gömülmesi gerektiğini belirtmesine rağmen (a.g.e., s. 170) bunu bir fedakârlık olarak telakki eden İsmâil Fakîrullah’ın oğlu Mustafa Fânî’nin isteği üzerine şeyhinin türbesine defnedildi. Bizzat İbrâhim Hakkı tarafından yaptırılan, planı da kendisine ait olan bu kubbeli türbe yaklaşık 40 m2 olup sekizgen bir kaide üzerine oturtulmuştur. Günümüzde bir ziyaret mahalli olan türbede her yıl 18 Mayıs – 22 Haziran tarihleri arasında çeşitli faaliyetler yapılmaktadır.

İbrâhim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” (İnsâniyye, vr. 341b) şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir. Geniş tasavvuf bilgisi, konuları iyi bir düzen içinde ve anlaşılır bir üslûpla ifade etmesi, özellikle eğitimde Arapça’nın hâkim olduğu, Türkçe eserlerde ise ağdalı bir dilin kullanıldığı dönemde eserlerinin büyük bölümünü nisbeten sade bir Türkçe ile yazması İbrâhim Hakkı’nın takdire değer yönlerindendir. Ayrıca geleneksel astronomi yanında yeni astronomiyle tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, psikoloji, ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir.

İbrâhim Hakkı, ilmî ve tasavvufî birikimini maddî menfaat temini için kullanmamıştır. İstanbul’da iken kendisine tevcih edilen Abdurrahman Gazi Dede zâviyedârlığının geliri son derece azdı. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalışmış, kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde yaşamıştır. Oğullarından birine ithaf ettiği sanılan İrfâniyye adlı eserinin sonunda yer alan, “Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclisine gelesin; herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir ferdi hakir görmeyesin ve kimseden hiçbir nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın; tezyîn-i zâhiri koyup gökçek ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin” (İbrahimhakkıoğlu, s. 98) şeklindeki nasihatleri onun ilme, güzel ahlâka ve insana verdiği değer yanında kanaatkâr ve tok gözlü olmayı, minnetsiz yaşamayı ne kadar önemsediğini de göstermektedir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı

Yeni astronominin verilerinden söz ederken hiçbir ilmî gelişmenin Allah’ın evreni yaratıp yönettiği gerçeğine aykırı olamayacağını belirten İbrâhim Hakkı, bütün gelişmelerin bu inanç çerçevesinde yorumlanması gerektiğini sık sık vurgular. Ona göre din bakımından önemli olan, âlemin Allah tarafından yaratıldığının kabul edilmiş olmasıdır; bunun ötesinde yaratılışın ve oluşun keyfiyetine dair ortaya konan teorileri ve ilmî tesbitleri benimsemenin bir sakıncası yoktur. Mârifetnâme’de (s. 266) Ebû Hanîfe’den “sermezhebimiz” diye söz eden İbrâhim Hakkı’nın Nakşî veya Kādirî olduğu söylenmektedir. Bursalı Mehmed Tâhir’e göre ise Üveysî’dir (Osmanlı Müellifleri, I, 35). Mesih İbrahimhakkıoğlu dedesinin Nakşî olmadığını savunursa da (Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 191-192) Mârifetnâme’de başka hiçbir tarikata yer vermezken “velîlerin en seçkinlerinin tercih ettiği tarikat” olarak nitelediği Nakşibendiyye’ye geniş yer ayırması (s. 443-450) bu tarikata mensup olduğu kanaatini güçlendirmektedir.

İbrâhim Hakkı’nın tasavvufi görüşleri Osmanlı tasavvufunun tipik ve canlı bir örneğidir. Mârifetnâme’de mârifet, fenâ, bekā, muhabbet ve aşk, velâyet, keramet, tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, şükür, rızâ, seyrüsülûk, sâlik, mürşid, nefis ve nefis mertebeleri gibi tasavvufun hemen bütün konularına yer vermiştir. Dünyanın anlamı, makbul olan ve olmayan dünya (a.g.e., s. 272 vd.), kalbin mânası, mahiyeti, mârifetullahla ilgisi (a.g.e., s. 283 vd.) gibi konulara ilişkin görüş ve açıklamaları önemli ölçüde Gazzâlî’nin İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’indeki fikirleriyle paralellik arzeder. İbrâhim Hakkı, fizik âlemin kavranmasında akıl ve duyu tecrübelerinin önemini kabul etmekle birlikte dinî ve tasavvufî konularda aşkı felsefeden üstün tutar; hatta, “Katında fülse değmez felsefînin aklı vicdanı” mısraında görüldüğü gibi (Divan, s. 174) genel telakkiye uyarak felsefe ve filozof kavramlarından olumsuz bir tavırla söz ettiği de olur. Bu sebeple diğer mutasavvıflar gibi İbrâhim Hakkı da ilham yoluyla elde edilmiş bilgiyi kitâbî bilgiden üstün tutar (Mârifetnâme, s. 388). Bu arada, vahdet-i vücûdun bir bilgi konusu sanılmasının ilhâd ve zındıklığa kadar varan tehlikeler içerdiği uyarısında bulunur. Çünkü vahdet-i vücûd bilgi konusu değil şühûd konusudur; şühûd ise mücahede ile varılabilen bir haldir. İbrâhim Hakkı, evliyâ-yı kirâmın yazdığı bütün kitapların şeriatla uyuştuğunu, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kitaplarının “usul ve fürûa mutâbık” olduğunu, fakat okuyucunun anlama kabiliyetinin yetersizliği yüzünden bu konuda avam arasında şüphe doğduğunu belirtme ihtiyacı duyar (a.g.e., s. 595).

Klasik felsefe ve tasavvuf düşüncesindeki, insanı küçük âlem kabul eden anlayışa İbrâhim Hakkı da büyük önem verir. Bütün mutasavvıflar gibi onun için de hayatın en yüksek gayesi mârifet, mârifetin en yüce derecesi mârifetullahtır. Mârifetullahın anahtarı kendini bilmek, kendini bilmenin anahtarı da âlemi bilmektir. Allah bütün âlemi insanın buyruğuna vermiş, insanın bedenini de ruhuna itaat ettirmiştir ki insan kendi bedenine, organlarının oluşumuna, güçlerinin tertibine bakarak aşağı ve yukarı âlemde bunun benzerlerini bulup aynı düzenin orada da sürdüğünü görsün; özellikle kendi ruhunun bedenini yönetmesi gibi Allah’ın da evren üzerinde tasarrufta bulunup onu yönettiğini anlasın, buradan hareketle Allah’ın fiillerine ve sıfatlarına vâkıf olarak sevgisini ve kulluğunu O’na yöneltsin ve böylece irfan ehline katılsın (a.g.e., s. 216-217, 385-386). İbrâhim Hakkı bu gayelere ulaşmak için sahih bir itikad ve düzenli ibadete ihtiyaç bulunduğunu önemle belirtmiştir. Ona göre ebedî kurtuluşu kazanmanın tek şartı Kitap ve Sünnet’le amel etmektir. Allah dostlarının hallerine ve kemallerine ulaşmanın yolu onların yolunu izlemekten geçer. Her türlü ferdî ve içtimaî problemi aşmanın Kur’an’a uymakla mümkün olduğuna işaret eden ve bununla ilgili âyet ve hadisleri sıralayan İbrâhim Hakkı (a.g.e., s. 258-259), aynı şekilde Hz. Peygamber’e uyup onun yolundan gitmenin gerekliliğine dair âyet ve hadisleri kaydettikten sonra, “Hudâ rabbim nebim hakkā Muhammed’dir resûlullah / Hem İslâm dînidir dînim kitâbımdır kelâmullah” beytiyle başlayan 116 beyitlik manzumesinde Ehl-i sünnet akaidini özetlemiştir (a.g.e., s. 263-266). Mârifetnâme’de büyük ölçüde Gazzâlî’nin İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’inden istifade ile yazıldığı anlaşılan, ayrıca Gazzâlî’den sonraki dönemlerde ortaya çıkmış gayri Sünnî tasavvuf akımlarına da yer veren bir bölümde (s. 451-454; krş. İḥyâʾ, III, 404-407), tasavvuf ehlini on iki fırkaya ayırarak sadece birinin kurtuluş fırkası kabul edildiğini, bunların da, “Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerif dinimize ve dünyamıza kâfidir ve şeriat bize vâfidir” diyen fırka olduğunu ifade etmektedir (Mârifetnâme, s. 453). İbrâhim Hakkı irfanın dört aslı kabul ettiği tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, rızâ konularına büyük önem vermiştir. Özellikle “Tefvîznâme” adını verdiği, “Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif anı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” mısralarıyla başlayan manzumesi çok meşhurdur (a.g.e., s. 385).

İbrâhim Hakkı, Allah’ın varlığını ispat için imkân delilini esas almış, bu çerçevede âyetlerden de faydalanarak bazı kozmolojik deliller sıraladıktan sonra âlemin hâdis olduğuna selim aklın kesin bir burhanla şehâdette bulunduğunu, irfan ehlinin, o yüce yaratıcının icat ve yaratma sırlarını zâhir ve bâtın âleminde güneşli günden daha aydın ve açık olarak müşahede ettiğini söylemiştir (a.g.e., s. 24). Aynı yerde hukemâya nisbetle de olsa, “Mümkün değildir ki bir mevcut ma‘dum ola; belki mevcut hemîşe mevcut ve ma‘dum hemîşe ma‘dumdur” diyen İbrâhim Hakkı mevcudun ancak bir mertebeden bir mertebeye, bir halden bir hale intikal edip değişime uğrayabileceğini ifade etmiş, ardından avâmın bu değişimi seyrederken ma‘dumun mevcut veya mevcudun ma‘dum olduğunu zannettiği görüşünü ileri sürmüştür. Bu açıklama Lavoisier’nin, “Var olan yok olmaz, yok olan da var olmaz” şeklindeki sakınım yasasından başka bir şey değildir.

Cevher, araz, hal, mahal, madde, sûret, mevzû, cism-i tabîî, nefs-i insâniyye, nefs-i felekiyye gibi felsefî terimleri Meşşâî gelenek çerçevesinde açıklayan İbrâhim Hakkı’nın, tedbir ve tasarrufu ile cisimlere etkide bulunmayan akıl (kozmolojik akıl) için “lisân-ı ehl-i şer‘ ile melektir” demesi de (a.g.e., s. 24) Fârâbî’den beri gelen felsefî anlayışın bir devamıdır. Yine Fârâbî’nin başlattığı sudûr teorisini de ehl-i hikmete nisbet ederek anlaşılır bir üslûpla tanıtmaktadır. Şu farkla ki, “Vâhidden vâhid sudûr edegelmiştir” demekle birlikte (a.g.e., s. 26) belki bir ihtiyat tedbiri olarak varlığın doğuş (zuhûr) düzeninde küllî aklın (akl-ı evvel) Allah tarafından icat ve mevcut edildiğini söylemiş, ancak burada bir yoktan yaratmadan söz etmemiştir. İbrâhim Hakkı, zuhûrun sonundaki onuncu aklın akl-ı fa‘‘âl yanında akl-ı feyyâz, vâhibü’s-suver ve tabîat-ı mutlaka diye adlandırıldığını ifade eder. Mârifetnâme’nin, geleneksel astronomi hakkında bilgi verdiği bölümünde ise, “Allah kendi nurundan bir latif ve azîm cevher var edip ondan bütün kâinatı vücuda getirdiğini tedrîc ve tertip ile izhar etmiştir ve ona cevher-i evvel ve nûr-ı Muhammedî ve levh-i mahfûz ve akl-ı kül ve akl-ı izâfî tesmiye olunur” demektedir. İnsana ait akıl nefse has bir gelişme sürecinin son noktasıdır. Nefis mürekkep cisme büyüme, duyu ve hareket yanında düşünme kabiliyeti de kazandıran düzeye ulaşırsa bu nefse sahip olan varlık insan adını alır. İnsan varlığın özü, her mevcudun özeti, cihan ağacının meyvesi, devranın son noktasıdır (a.g.e., s. 26-27). Buradaki “devran”dan maksat, İslâm dünyasında Câbir b. Hayyân’dan beri daha çok tasavvufta ve tasavvuf etkisindeki felsefede ilgi toplayan yükseliş ve iniş sürecidir. İbrâhim Hakkı, “Hak Teâlâ’nın tesiriyle” dört unsurdan madene, madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana uzanan gelişim (istihâle) sürecini özetlerken insanı bu sürecin gaye noktasına yerleştirmektedir. Bu teoride her bir varlık basamağından diğerine geçilirken birer ara varlık da gösterilmekte olup hayvanla insan arasındaki varlığın maymun olduğu belirtilir. “Zira kılları ve kuyruğu dışında cümle âzası … insana benzer” (a.g.e., s. 28). İhvân-ı Safâ, İbn Miskeveyh gibi ilk İslâm düşünürlerinden başlayıp Kınalızâde Ali Efendi, Muhyî-yi Gülşenî gibi Osmanlı âlimlerine kadar gelen bu teorinin, İbrâhim Hakkı’dan yarım asır kadar sonra Lamarck ve Darwin tarafından ortaya atılan evrim teorisiyle aynı olup olmadığı tartışılmaktadır. İbrâhim Hakkı’da en güzel ifadesini bulan İslâm dünyasındaki evrim anlayışı, Darwinizm’in aksine yalnızca biyolojik bir evrim değil madde ve ruh bütünlüğü içinde bütün ontik gerçekliği kapsayan bir gelişmedir; ayrıca burada gelişim Darwinizm’deki doğal seleksiyon yerine ilâhî iradeye bağlanmıştır.

İbrâhim Hakkı Mârifetnâme’de tabiat bilimlerine çok geniş yer vermiştir. Fitneye sebep olmamak düşüncesiyle yeni astronomiye ve diğer ilimlere dair bilgi verilmeden önce eski astronomiye uygun geleneksel yaratılış senaryosunu tanıtma gereği duyulmuştur. Onun yeni astronomideki kaynağı, İstanbul ziyaretleri sırasında tanıma ve inceleme fırsatı bulduğu Kâtib Çelebi’ye ait Cihannümâ adlı eserdir. Fakat mutaassıp ulemâdan tepki görme endişesi taşıdığı için yeni astronomi konularına ve bu arada yerin yuvarlaklığını kanıtlamaya girişirken bu görüşün şeriata aykırı olabileceği tereddüdünü ortadan kaldırmak amacıyla Gazzâlî’nin Osmanlı ulemâsı nezdindeki saygınlığından yararlanma yoluna gitmiştir. İbrâhim Hakkı, bu hususta oldukça tedbirli davranarak Tehâfütü’l-felâsife’nin giriş kısmındaki konuyla ilgili bir pasajı aynen Türkçe’ye çevirdiğini ifade eder. Gazzâlî burada, ay ve güneş tutulması olaylarını örnek gösterip bunların astronomi bilimine göre nasıl vuku bulduğunu açıkladıktan sonra bu gibi ilmî konularda filozoflarla tartışmaya kalkışmanın dinî bir zaruret olmadığını, ilmî sonuçlarla çatışır gibi görünen hadisler bulunduğu takdirde kesin sonuçlara karşı direnmektense bu hadislerin te’vilinin “ehven” olduğunu ifade eder. İbrâhim Hakkı’nın, belki de buradan aldığı cesaretle arzın yapısını ve tabakalarını ilmî yöntemlere göre anlatırken, İbn Abbas’tan nakledilen öküz ve balık kıssasının sahih olduğu tesbit edildiği takdirde bunun öküz burcu ve balık burcu olarak yorumlanması gerektiğini belirttikten sonra Hz. Peygamber’in, “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisini hatırlatarak umûr-i dîniyyeden olmayan şeylerin din âlimlerinden sorulmaması gerektiğini söylemek suretiyle (a.g.e., s. 118) dinî ilimlerle pozitif bilimlerin metotlarının ayrı olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.

Gazzâlî’nin, din bakımından önemli olanın âlemin yapısı ve nasıl işlediği değil yaratıcının fiiliyle vücuda geldiği görüşü İbrâhim Hakkı için yol gösterici bir önem taşıyordu. Nitekim kendisi de, “Pes âlem ne hey’ette olursa olsun ve ne cihetle hareket kılarsa kılsın cümlesi ol bedî‘… hazretlerinin kemâl-i kudret ve azametine dâldir ve bizlere lâzım olan ancak bu nazar-ı ibretle kesb-i kemâldir” (a.g.e., s. 117) diyerek dinle bilim arasında doğru bir ilişki kurmanın yolunu göstermiştir. Aynı şekilde onun o dönemlerde ortaya çıkan, gittikçe daha çok taraftar toplamaya başladığını belirttiği yeni astronomi fikrine dayalı bilgiler vermeden önce bu konularda ilmî bir kanaate varmanın dinle bir ilgisi olmadığı uyarısında bulunması anlamlıdır. Çünkü din açısından mühim olan, âlemin Allah tarafından yaratılmış olduğu inancının benimsenmesidir (a.g.e., s. 144).

Esas itibariyle Copernicus astronomisini yansıtan bu bilgilere yeni aklî deliller ekleyen İbrâhim Hakkı sistem hakkındaki bilgileri basite indirgeyerek anlatmaya çalışmıştır (Irmak, XXXVI [1973], s. 155). Buna karşılık kelâmcılara dayanarak müneccimlerle tabiatçı filozofların yüce yaratıcının bilgisinden mahrum olduklarını, bütün olup bitenleri yıldızlara ve tabiata bağlayarak sapıklığa düştüklerini söyler (Mârifetnâme, s. 85). İbrâhim Hakkı bu arada dehrîleri de eleştirmiştir (Divan, s. 11).

Onun, dünyayı çevreleyen hava tabakasının çeşitli katlarında cereyan eden klimatolojik değişmelerin güneş ısısının yerden yansımasından ileri geldiği ve bu yansımaya en yakın olan bölgelerde havanın daha sıcak olacağı, yükseklere çıkıldıkça sıcaklığın düşeceği gibi tesbitleriyle bugünkü bilim seviyesine yaklaştığı kabul edilmektedir. Yıldırım ve gök gürültüsünün mahiyeti, ışık dalgalarıyla ses dalgalarının yayılışındaki zaman farkı, gök kuşağı, ay hâlesi, sis, kırağı, çise ve bulutların oluşumu, hava hareketleri gibi meteorolojik olayları, İbn Sînâ’nın eş-Şifâʾ adlı eserinden de yararlanmakla birlikte (meselâ bk. Mârifetnâme, s. 101) çoğunlukla kendi gözlemlerine dayanarak oldukça isabetli bir şekilde kaydetmiştir (Irmak, XXXVI [1973], s. 156-157). İbrâhim Hakkı, dünyanın yuvarlak olduğuna dair yeni deliller ortaya koyarken (Mârifetnâme, s. 117) dünyanın güneşin etrafında ve kendi çevresinde dönüşünü, gece ve gündüzün meydana gelişini de ilmî olarak anlatmakta (a.g.e., s. 102), bu arada Macellan’ın dünyayı dolaşması ve Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfi hakkında mâlûmat vermektedir (a.g.e., s. 114-120).

İbrâhim Hakkı, insanın anatomisi ve fizyolojisiyle ilgili hemen her konuda dönemine göre yeni sayılacak ayrıntılı bilgiler vermektedir. Meselâ on iki kaburganın yönleri ve fonksiyonel özellikleri, bel kemiği ve bunun bölümleri, bilek ve el kemiklerinin görevleri gibi konulara dair açıklamalar bugünkü bilgilerle paralellik arzetmektedir. Bu bilgileri esas itibariyle İbn Sînâ’dan alan İbrâhim Hakkı, ayrıntıda kendi gözlemlerine dayalı birçok yenilik ortaya koymuştur (Irmak, XXXVI [1973], s. 164-165). Psikolojide büyük ölçüde İbn Sînâcı geleneği tekrar eden İbrâhim Hakkı’nın Mârifetnâme’de kişinin saç, göz, kulak, el, baş gibi organlarından ve dış görünüşünden hareketle onun ahlâk ve karakter yapısı hakkında sonuç çıkarma yollarını gösteren bilgilerden oluşan kıyafet ilmi (physiognomy) konusuna ayırdığı bölüm (s. 208-216), İslâm ilimler tarihinde bu alanda yapılmış çalışmalar içinde özel bir yere sahiptir (geniş bilgi için bk. Revnakoğlu, s. 168-196; Çelebioğlu, EFAD, XI [1979], s. 305-347). İnsanın ahlâk yapısına temel oluşturan güçleri de geleneksel Meşşâî anlayışı çerçevesinde gazap gücü, şehvet gücü ve nefs-i nâtıka olarak gösterir (Mârifetnâme, s. 206 vd.). Bunların ifrat ve tefritlerinden erdemsizlikler (ahlâk-ı zemîme), itidal derecelerinden erdemler (ahlâk-ı hamîde) meydana gelir. İbrâhim Hakkı, nefs-i nâtıkayı İsrâ sûresinde (17/85) emr-i rabbânî olarak gösterilen rûh-ı insânî olarak da adlandırır ve buna gönül dendiğini belirtir. Felsefî gelenekteki meşhur Eflâtuncu iradî ölüme atıfta bulunarak iradesiyle nefsini öldüren kişinin gönül yüzünden benlik perdesi kalkıp kendini ve rabbini bilme mertebesine ulaşacağını, gönlünün huzur ve sevinç aydınlığı ile dolacağını, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilip ölmeden önce ebedî hayatı kazanmış olacağını ifade eder. Ayrıca felsefî mahiyetteki ahlâk kitaplarının vazgeçilmez konularından olan ölümün anlamı, mahiyeti, ölüm korkusunun sebepleri gibi konuları âyet, hadis ve tasavvufî görüşlerle daha da zenginleştirerek işlemeye çalışmıştır (a.g.e., s. 246-254).

1163’te (1750) yazdığı tecvid risâlesinin girişinde yer alan, “Erzurum şehrinde şöhret bulup nef‘i âm olsun için Türkçe söylemişiz” (İbrahimhakkıoğlu, s. 61-62) şeklindeki ifadesinde dönemin eğitim ve öğretim anlayışına gizli bir tenkit sezilmektedir. 1165 (1752) yılında kaleme aldığı Tertîbü’l-ulûm başlıklı ilk Türkçe manzum eserinde de aynı amaçla yeni bir ders programı önerisinde bulunmuştur. Programda geleneksel din ilimlerinin yanında felsefe, matematik, coğrafya, astronomi, anatomi, tıp gibi alanlar da yer alıyordu. İbrâhim Hakkı, daha sonra kaleme aldığı Mârifetnâme’de bu alanların her birine büyük değer verecek ve çok geniş yer ayıracaktır. 1168’de (1755) tertip ettiği divanında da (s. 196-197) yirmi beş beyitlik bir “Tertîbü’l-ulûm” bölümü bulunmaktadır. 1166’da (1753) hazırladığı rûznâmesi, zamanına göre takvim tekniği hususunda oldukça ilginç yenilikler taşımaktadır (geniş bilgi için bk. İbrahimhakkıoğlu, s. 67-68). Ancak bu yenilikçi tavrına rağmen öğrencinin hocasına kayıtsız teslimiyetini öngören otoriter ve dogmatik eğitim anlayışını aşamamıştır. İbrâhim Hakkı, geleneksel eğitim ilkeleri arasında daha çok hocanın öğrencisine şefkatli ve anlayışlı davranması, öğrencinin de hocasına karşı edepli ve saygılı olmasıyla ilgili olanları sıralar. Gazzâlî gibi kendisi de öğrencinin sorgulamaya kalkışmadan hocasının bilgisine mutlak olarak güvenmesini öğütler (Mârifetnâme, s. 540; krş. İḥyâʾ, I, 50).

Eserlerinin bir kısmını manzum olarak kaleme alan İbrâhim Hakkı genellikle Hakkı, bazan da Fakîrî mahlasını kullanmış, Türkçe’den başka Arap ve Fars dillerinde de manzumeler yazmış, kaside, gazel, musannef, rubâî ve kıtalarında ilmî, dinî-tasavvufî fikirlerini ustalıkla dile getirmiştir. Mesnevi tarzında kaleme aldığı manzumelerde daha ziyade didaktik bir amaç güden İbrâhim Hakkı’nın divanındaki şiirler tamamen tasavvuf neşvesiyle yazılmıştır. Mârifetnâme başta olmak üzere hemen bütün mensur eserlerinde yer alan manzumeler konunun okuyucu tarafından daha fazla ilgi görmesine yardımcı bir nitelik taşır. Bu tür şiirleri ya konunun özeti mahiyetinde veya örneklendirmeler şeklinde kullanmış, yer yer başka şairlerin manzumelerini de iktibas etmiştir. İbrâhim Hakkı’nın şiiri eğitici, öğretici ve irşad edici bir araç olarak kullanma gayreti, ilim adamı ve mürşid kimliğinin şair kimliğinden önde bulunmasına yol açmış, dolayısıyla bazı manzumeleri şiir tekniği bakımından kusurlu bulunmuştur. Sanat değeri daha yüksek olan gazellerindeki zengin hayal ve çağrışımlar bile ona usta bir şair kimliği kazandırmaya yetmemiş, sadece kendisine geniş kültürünü ve ilmî birikimini nazımla anlatan başarılı bir nasihatçı görüntüsü vermiştir.

Eserleri

İbrâhim Hakkı’nın çoğu Türkçe olan eserlerinin sayısı hakkında değişik rakamlar verilmiştir. Meselâ Bağdatlı İsmâil Paşa otuz iki eser adı sıralamış (Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 39-40), Bursalı Mehmed Tâhir bu sayıyı otuz dokuza çıkarmıştır (Osmanlı Müellifleri, I, 33-36). Kendisi çalışmalarından söz ederken çoğunu büyük kitaplarının içine aldığı küçük risâlelerini müstakil eser olarak saymamıştır. İlâhînâme’nin sonuna eklediği bir notta onu “ana eser”, beşi de “evlât eser” olmak üzere on beş kitabını dili ve telif tarihleriyle birlikte kaydetmiştir. İnsâniyye adlı eserinde de (vr. 341b) Tillo’ya yerleştikten sonra kaleme aldığı on eserden en beğendiği beşinin adını sıralamaktadır.

1. Divan. 1168 (1755) yılında oğlu İsmâil Fehîm için tertip edilmiştir (yazma nüshaları için bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 42). 1263’te (1847) basılan eserde kasidelerin ardından dinî-tasavvufî mahiyette 366 gazelden oluşan “İlâhînâme” başlıklı bölüm yer almaktadır. Divandaki birçok manzume, başta Mârifetnâme olmak üzere müellifin daha sonra yazılan çeşitli kitaplarında da geçmektedir (a.g.e., s. 28). “Müfredât” (yazmalarda “Ma‘niyyât”), “Rubâiyyât”, “Vâsılnâme”, “Pendnâme”, “Şükürnâme” gibi bölümlere ayrılan eserin, Numan Külekçi ile Turgut Karabey tarafından klasik tarzda mürettep bir divan haline getirilerek tenkitli neşri yapılmıştır (bk. bibl.). Divanda Arapça ve Farsça şiirler dahil 500 kadar manzume yer almaktadır.

2. Mârifetnâme. 1170’te (1757) tamamlanan eser İbrâhim Hakkı’nın ismini ölümsüzleştiren en önemli çalışmasıdır. Dinî ve din dışı ilimlere dair ansiklopedik bir eser olan Mârifetnâme müellifin ilmî ve fikrî kişiliğini, yetişmişliğini, din ve ilim anlayışını yansıtması yanında dönemin skolastik zihniyetinden kurtulma çabasını yansıtan nâdir örneklerden biri olması bakımından da özel bir değer taşımaktadır. Pek çok yazması bulunan Mârifetnâme’nin (Külekçi – Karabey, s. 42-45) birçok baskısı yapılmış (Bulak 1251, 1280; Kazan 1261; İstanbul 1284), ayrıca Turgut Ulusoy (İstanbul, ts.) ve Faruk Meyan (İstanbul 1980) tarafından sadeleştirilmiştir.

3. Mecmûatü’l-irfâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-vahdâniyye fî ma‘rifeti’n-nefsi’r-rabbâniyye olan eseri müellifin kısaca İrfâniyye diye andığı da görülmektedir. Bu sebeple Bağdatlı İsmâil Paşa ve Bursalı Mehmed Tâhir, Mecmûatü’l-vahdâniyye ile İrfâniyye’yi iki ayrı eser olarak kaydetmişlerdir. İbrâhim Hakkı’nın torunlarından Celalettin Toprak da eser sayısını elli dörde çıkardığı listede aynı hatayı tekrarlamıştır (Ceviz, sy. 23 [1996], s. 85-97). Müellifin 1174’te (1761) derlediğini belirttiği eserin bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve daha uzun bölümü Türkçe yazılmış olup dört yazma nüshası bilinmektedir (a.g.e., sy. 23 [1996], s. 87-88). Kitapta hadis olduğu rivayet edilen, “Kendini bilen Allah’ı da bilir” sözünün tasavvufî açıklaması yapılmış, bu arada âyet ve hadislerle müslüman düşünür ve âlimlerin konuyla ilgili fikirlerine de yer verilmiştir (eserin kaynakları hakkında bk. a.g.e., sy. 23 [1996], s. 89-92).

4. İnsâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-insâniyye fî ma‘rifeti’l-vahdâniyye olan bu geniş hacimli eseri müellif yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler (İbrahimhakkıoğlu, s. 72; Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları hakkında bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 33-35). Bu kaynaklardan seçilen parçaların daha çok tasavvuf ve eğitim ağırlıklı olduğu görülmektedir. Eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Düğümlü Baba, nr. 352; diğer nüshaları için bk. İbrahimhakkıoğlu, s. 100).

5. Mecmûatü’l-meânî (Mecmûatü’l-Hakkī). Müellif bu eserini 1178’de (1765) üç lisan üzerine nazmettiğini belirtmektedir (İbrahimhakkıoğlu, s. 72). Kitapta dinî ve tasavvufî şiirler yanında astronomiyle ilgili cep tahtasının kullanımı hakkında Türkçe bir bölüm, Kur’an tecvidine dair yine Türkçe bilgiler, Arapça, Farsça ve Türkçe küçük bir sözlükle “Kavâid-i Fürsiyye” başlıklı diğer bir bölüm bulunmaktadır (Arkeoloji Müzesi Ktp., Said Paşa, nr. 576).

6. Meşâriku’l-yûh. Müellifin 1185 (1771) yılında, kendisine ait olanlarla birlikte bazı eserlerden derlediği tasavvuf başta olmak üzere çeşitli konulara dair Farsça, Türkçe ve az sayıda Arapça manzumeden oluşan bir antolojidir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381).

7. Sefînetü’r-rûh min vâridâti’l-fütûh. 1187’de (1773) müellifin diğer bazı eserlerindeki Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerin kırk bölüm (vâridât) halinde derlenmesiyle meydana gelmiştir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3413, 3812).

8. Kenzü’l-fütûh. 1188’de (1774) düzenlenen eser tasavvufî ve didaktik mahiyetteki 1021 beyitten oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3316). Bazı şiirler Arapça’dan Farsça’ya ve Türkçe’ye çevrilmiştir. Müellif, eserin sonunda dua mahiyetindeki iki manzumede eser hakkında bilgi vermektedir.

9. Defînetü’r-rûh. 1189’da (1775) derlenen eserde müellifin Mecmûatü’l-meânî’sinden seçilmiş Arapça, Farsça ve Türkçe 400 beytin yanında daha önce yazdığı Cilâü’l-kulûb ve İnsân-ı Kâmil başlıklı risâleleriyle üç mektubu bir araya getirilmiştir. Mesih İbrahimhakkıoğlu eserin bir nüshasının kendisinde bulunduğunu belirtmektedir (Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 140).

10. Rûhu’ş-şürûh. 1189’da (1775) hazırlanmış olup müellifin divanında yer alan “İlâhînâme”den seçilmiş manzumelerden oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381/3).

11. Urvetü’l-İslâm. İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme’den istifade ile 1191’de (1777) hazırladığını bildirdiği, ağırlıklı olarak Türkçe yazılmış eserini oğlu Muhammed Şâkir için kaleme aldığını ifade etmektedir. Kitap Kur’an’ın büyüklüğü, tecvid kuralları, sünnete uyma, esmâ-i hüsnâ, Hz. Peygamber’in isimleri ve hilyesi, itikad, İslâm’ın şartları, namazın şartları gibi konuların işlendiği on beş bölümden oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1462).

12. Hey’etü’l-İslâm. Urvetü’l-İslâm ile aynı tarihte yazılan eserin önsözünde müellif, filozofların astronomiyle ilgili eserlerini okumanın inancı bozacağını söyleyerek bunları terkettiğini belirtmektedir (a.g.e., s. 154). Mesih İbrahimhakkıoğlu, eserin 180 sayfa hacmindeki bir nüshasının kendisinde bulunduğunu bildirmektedir (a.g.e., s. 154).

13. Tuhfetü’l-kirâm. İbrâhim Hakkı’nın Tillo’ya gittikten sonra kaleme aldığını belirttiği “evlât eserler” serisinin ilkidir (bk. İnsâniyye, vr. 341b). Müellifin Mecmûatü’l-meânî’den Arapça ve Farsça olarak aldığını ifade ettiği eser hakkında 1180’de (1766) yazıldığı dışında bilgi yoktur.

14. Nuhbetü’l-kelâm. 1182’de (1768) Mecmûatü’l-meânî ve Mârifetnâme’den yapılan alıntılarla oluşturulduğu müellifi tarafından bildirilen bu eser de halen elde bulunmamaktadır.

15. Ülfetü’l-enâm. Yine müellifin 1189’da (1775) Mârifetnâme’den alıntı yaparak düzenlediğini belirttiği eser (İbrahimhakkıoğlu, s. 72) günümüze ulaşmamıştır.

Müellifin listesinde görülmemekle birlikte Lübbü’l-kütüb, onun Farsça şiirlerden seçtiği 144 beyitlik iki manzumesinin de yer aldığı antoloji türü bir kitaptır. Mesih İbrahimhakkıoğlu, yedi cilt olduğu söylenen eserin iki cildinin kendisinde bulunduğunu söylemekte (a.g.e., s. 52), Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi için beş cildinin satın alındığı kaydedilmektedir (Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 40). İbrâhim Hakkı’nın Tertîbü’l-ulûm başlığını taşıyan Türkçe manzum bir eseri daha vardır. Dört beş varaktan ibaret olan risâle (yazma nüshaları için bk. Özyılmaz, s. 10-14), çeşitli öğretim kademelerinde okunması gereken derslere ve öğretim kurallarına ilişkin muhtevası dolayısıyla önemli kabul edilmektedir.

İbrâhim Hakkı’nın oğullarına, hanımlarına, dost ve yakınlarına yazdığı mektupların büyük bir kısmı halen torunlarının elinde olup bunların çoğunu Mesih İbrahimhakkıoğlu Erzurumlu İbrahim Hakkı adlı eseri içinde yayımlamıştır (bk. bibl.). İsmet Binark ve Nejat Sefercioğlu tarafından İbrâhim Hakkı’ya nisbet edilen eserlerin listesiyle, hakkında yapılan yayınları ihtiva eden bir eser yayımlanmıştır (Erzurumlu İbrâhim Hakkı Bibliyografyası, Ankara 1977).

error: İçerik korunuyor !!!