İslami açıdan Toplumunun Sosyolojik Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Dini Yönden Türk Toplum Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Türkiye toplumunun sosyal yapısı “üzerine türlü teoriler üretilmiştir, bunların bir bölümü resmi tarih ve resmi teorilerdir. Tarih, bu bilgi dalının karakteri gereği hemen her dönemde Siyasal iktidarların eğilimi yönünde toplumu tanımlar. Özellikle ülkedeki 70 yıllık Siyasal rejim adeta öznel tarihini yansıyarak kendini hayatiyet alanı açabilmiştir. Ancak yine de tarih, sıkışınca müracaat edilen bir mekan, merci ve hacet kapısı yerine kullanılmaktadır. Bazen düşmanların gözünü korkutmak için, bazen doğal bir ihtiyaçtan, bazen de sağduyunun çalması sonucu yeniler eskilere sığınır, onları anlar. Tarih en ziyade hatıra getirildiği zaman dilimi, onun kırılma dönemleri, eski deyimle def-İ mefsedet halleri olsa gerekir.

Resmi tarihte elbette her zaman yalan söylemez. Belki küçük rötuşlarla büyük yanılgılara neden olur; makyaj değiştirir, mask tazeler. Bir de kimi tarihsel kareleri dev aynasında gösterir; kiminin fotoğrafını bile çekmez. Tarih kötüdür yahut tarih iyidir türünden yargılar bu yargıya varanların kendi gelecekleri hakkındaki kehanetten başka nedir ki? Günümüzün resmi tarihsel perspektiften görüntüsü herkesçe malum; tarih kötüdür, şimdiyse iyidir. Tarih, bireyi, toplumu, sistemi ile başlangıcından beri halkın yahut halkların karanlıklarda yaşadığı dönemlerdi. Kitaplar yazmıştır ama kamu vicdanında yankısı bulunmadığı için belki de insanlar çabuk unuttular; aslında yeni tarihsel dönemin fikri kurucuları tarafından savunulmuştur, denilmiştir ki İslam, Türkiye toplumunun tarihsel ve geleneksel hızını kesmiştir. Bir resmi tarihsel söylem açısından İslam, orta Asya’dan kopup gelen bu cevval kavmin hem ileriye dönük yönünü değiştirmiştir, hem de onun nizamını alem davasında geri bırakmıştır!

Nerede, ne zaman, hangi delile dayandırıldığı belirtilmeksizin cumhuriyet, demokrasi ve hatta laiklik bu toplumun öznel bünyesinde öteden beri var olan olgular gibi gösterilmiştir. Ülke yönetiminde tek söz sahibi gibi görünen TBMM’ye kadar girmiş nice insanla konuşursanız işitirsiniz, yukarıdaki yargıyı ya da çok yakın bir iddiayı. Ancak delil sormayacaksınız, çünkü bu böyledir. Yani Türkler doğuştan (Orta Asya’dan) demokrat, cumhuriyetçi ve laiktirler. Eski Şamanist Türklerden birkaç eski püskü delil bile gösterebilirler size… Yine resmi teorilere göre düne kadar Türkiye’de Türk’ten başka kavim yoktu. Varsa da kimisi kuzeyde Türk’ün deniz görmüş kısmı, kimisi karda yürüyüp izini hiç kaybetmeyen ve kart kurt sesleri çıkaran dağlı kesimidir. Onlarda herkes gibi özbeöz Türk’türler. Öyleyse “Ne Mutlu Türküm Diyene”… Ayrıca kendini Türk hisseden herkes Türk’tür! Bu ülkede yaşayıp kendini Türk hissetmemek ise hem ayıp hem günahtır.

Ülkede sürdürülen resmi söylemin halkından, halkın düşünce ve yaşama tarzından tamamen kopuk ve tepeden inmeci bir zihniyet olduğu savunulur. Ama bunu bütünüyle paylaşmak bize doğru gözükmüyor. Birtakım dayatmacı yöntemlerle halkın kimi konularda zorla yönlendirildiği, çeşitli dönemler için doğrudur. Ancak halkın tüm bu olup bitenlere çanak tutucu rıza felsefesi, göz yumulduğu yani müstahaklığı da görmezden gelinemez. Zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Kurt ile kuzunun aynı mekanda yıllarca ve kardeşçe yaşaması… Eğer yaşıyorlarsa ya kurt kuzulaşmıştır ya kuzu kurtlaşmış, tabiatları bozulmuştur. Toplum mozaiği hakkında ileri sürülen teorilerin en iyi niyetli ve üslubu düzgün olanı; “uysal ve tepkisiz“ benzetmesidir. Öteki benzetmelerin çoğu bu vasıfları daha çok uç noktalara taşıyan örneklerdir. Örneğin toplumun çoğunluğu en çok bedevi, hala göçebe, köylü, taşralı, kolektif bilinçten yoksun ve en nihayet Aziz Nesin tarafından aptal olarak nitelendirilmiştir.

Üçü de kendi köşesinde birbirinden daha marjinal üç sınıftan söz edilebilir. “ Türkiye Toplumu “içinde: yöneten sınıf (büyük sanayici iş adamları onların ortağı sayılır), yönetilen kitleler ve aydınlar (geniş kitleden kültürü ve yaşam biçimi ile kopmuş ama yöneticilerin dümen suyuna girmemiş olanları sayıyoruz yalnızca, büyük, gittikçe büyüyen medya, gazete patron ve milyarderleri de hariç elbet). Üç sınıfta birçok bakımdan birbirine karşı, birbirinden hazzetmeyen, birbirini götürmek istedikleri yöne inat edip gitmemekte direnen, elinden gelse öteki sınıfları susturacak kadar onlardan uzak düşen duyarlılıklara sahiptirler. Yani aralarında ciddi bir sevgisizlik, kopukluk, soğukluk egemendir. Resmi söylemle her ne kadar kendini Türk hisseden herkes Türk sanılsa da en azından her Türk’ün bir diğerine muhabbet ve sadakatle bağlanacağı bir urvetul vuska yoktur. Son yıllarda toplumun sosyal yapısını belirlemeye yönelik resmi olmayan ama sağlıklı ve derinliklide olmayan çalışmalar, iddialar, değişik görüşler yoğunlaştı. Tarihsel kökleri bulunan bir toplumun bu gününü belirlemede ve kurmada geleneksel yapısına yönetmenin önemi, hiç olmazsa bu kadarı, hem de Müslüman olmayan aydınlarca vurgulanmaya başladı. Tek parti despotizminin neredeyse günümüze dek sürdüğü bir dönemde, tek sesliliğin yerini çok sesliliğe terk etmesi açısından bu bir gelişme olarak görülebilir. Ancak bilim ve gerçeklik uğruna, gerekirse acımasız olundukça hakikat, ne anlaşılır ne de elde edilebilir. Toplumda var diyorsak eğer çöküntüyü yalnızca sömürgecilerin aleyhteki çalışmalarıyla açıklamaya kalkışmak, toplumun kendi kusurlarını göz ardı etmek, yine çözümsüz sonuçlarda sorunları düğümlemekten öte bir işe yaramaz. Türk toplumunda kültür, öteki her şeye benzetilerek adeta bir fors, askeri üniforma gibi kullanılmaktadır. Fiyakasından geçmemektedir çoğu insanın.

Türk Toplumunun Sosyolojik Yapısı

Bizim taşra kentinde bir vakitler bitpazarında Avrupa eskisi giysiler satılırdı. Avrupalılar eski giysilerini güya yardım olsun diye Filistin’e gönderirmiş. Onlar bu yabancı giysileri en yakın ülke olan ve bu giysileri çoktan giymeye alışkın Türkiye’ye Suriye üzerinden kaçak olarak gönderir, yerine kaçak tütün vs. alırlarmış. İşte bu giysilerden bir takım elbiseyi esnaftan bir adam satın almış, giyinmişti. İşin ilginç yanı ceketin iç cebi üzerindeki Avrupai etiket görünmediğinden onu da söktürüp ceketin dışındaki mendil cebinin üzerine rozet gibi diktirmişti. Sanırım hala iftiharla rozet kullanan yegane ülke Türkiye’dir. Her vesile ile profesörlüğünü gündeme getiren hocalar yabancı dil bilgisini kullandığı kelimelerle sergilemeye koşan bilgiçler, din hakkında konuşanları ille de müftü görmek isteyen dindarlar, basit bir haberi veya hakikati hatırlayıp halkı aydınlatmayı amaçlayan yazı ve sözlerdeki ağdalı, gösterişli üslup, her şeyi ille de üniforma gibi kullanma arzusunun göstergesi değilmidir? Ya Batı’dan gelen her şeye karşı o sonradan görme tavrın mazereti de var kuşkusuz. Bir kere gelen nesne (Ve beraberinde gelen ahlak) gerçekten ilk karşılaşılan bir nesnedir. İkincisi, Batı niceden beri icat ve keşiflerin merkezidir. Üçüncüsü ise, üretilen şey bu ülke toplumunun gerçekten yabancısıdır. Zira batı kendine özgü şeyler üretmekle, kendi yaşama standartları ve dünya görüşü çerçevesinde biçim vermektedir. Bunlara şaşırmak da toplum belki haklıdır. Ama bunları topluma taşıyanlara ne demeli? Herhalde bilgi ve görgü artırım denemeleridir, bunlar. Ve bilinçsizce, hiç kritik etmeden, tüm reklam mallarına saldırmanın haklı ve anlamlı bir yanı yoktur. Sonra bütün bunlar feodal kalıntılar, göçebelik, taşralık, köylülük ile izah edilir ve hatta aptallıkla…

Düşünmesi az olan toplumun duygusallıkları yaşantısında daha ağır basar, bu sonuç doğaldır. Türkiye toplumu çoğunluk itibari ile duygusal bir toplumdur. Bu yüzden kolay dönüşen bir toplumdur. Geleneksel yapısında da bu vardır. Salt akıl yürütmek, düşünmek yerine, deyim yerindeyse, filozofiye (hikmet yumurtlama çabası anlamında) eğilim daha ziyadedir. Filozofiye de İslami hikmet kavramıyla örtüştürerek kendince ona meşrutiyet elbisesi giydirmiştir. Bir kere herkesin hayatı romandır.

Hemen herkes filozof yada şairdir. Biraz avam kalanlar halk filozoflarıyla idare eder. Bunların çoğu da veli sanılan delilerdir. Daha kültürlü çevrelerde yaşayanlar en son moda felsefe cereyanlarının erken muhibbidirler. Bakılırsa daha kaynaklarında kim olduklarını iyice anlamadan postmodernist Türkler aramızda dolaşmaktadır. Özgür düşünceden çok filozofiye ve kendince sözlere eğilimi, toplumun, alıştırıldığı ve özendirdiği hoşgörüsünden, tevilci mantalitesinden ve aşırı duygusallığından kaynaklansa gerekir.

Türkiyede Yaşanan İslam

Kur’an‘ın öğrettiği İslam ile halkın yaşadığı İslam arasındaki bariz farkları gözlemlemek de toplumun yapısı hakkında ipuçları, bilgiler veriyor. Örneğin Türkiye toplumunun Kur’an‘a bakışının tipik modeli Osman Gazi’ye yaşatılmış, efsaneleştirilmiş ve bir halk mitolojisi gibi yinelenip durmaktadır. Osman Gazi eğer doğruysa yatmak için girdiği odada duvara asılı Kur’an-ı Kerim i görünce, Kur’an‘ın bulunduğu odada edebinden uyuyamamış, sabaha kadar uykusuz beklemiştir. Evet, bu belki mütevekkil sanılan bir tavırdır ama düşüncesizcedir. Ve tevekkül noksanlığı değil lakin düşüncesizlik Kur’an‘ın nasıl yendiği bir tutumdur. Halkların yanlış tevekkül eğilimine, duygusal bakışına örnek çoktur. Örneğin Kur’an-ı Kerim, insanın kendi başına, bağımsız düşünmesine verdiği önemi, hiçbir tutum ve tavra vermemiştir. Ama bunu görmezden gelen insanlar Kur’an‘da ancak birer defa zikredilen “vesile“ ve “nazar “ kavramları üzerine nice korkunç ve İslam dışı felsefeler bina etmişlerdir. “Vesile“ öne sürülerek, Allah ile kul arasında aracın bile bulunması gerektiği bile savunulmuştur. “ Nazar“ ile de büyücülüğe, sihre, fala, şans oyunlarına neredeyse caizeler üretilmiştir. Her iki telakki Kur’an‘ın başka ayetleri ile tevhidin karşıtı gösterilerek verilse de, ne gam; halk kendi duyarlığına uygun felsefeyi yakalamıştır, üstelik kendince bunun kaynağı Kur’an’dır, gerisi onu pek ilgilendirmemektedir. Elbet kitlelerin bu tavrı, aynı tavrı onaylayan halk hocaları tarafından da sürdürülmüştür. Hatta halkı bu tavra biraz da onlar sevk etmişlerdir. Halk ağzı konuşan vaazlar kürsüde yüzyıllarca yanlışın çığırtkanlığını yapmışlardır. Halkın o kürsülerden işittikleri ile ALLAH’ın sahih dini arasında bazen büyük uçurumlar olmuştur.

Duygusal halkın yaşamı nükte ve fıkralar üzerine bina edilmiştir, adeta. Kuşkusuz bir açıdan bakıldığında bu folklorik ve kültürel bir zenginlik olarak gözükür. Ancak atlanan bir nokta vardır. Kendini İslam’a nispet eden bir halk, ezberlediği yahut ürettiği nükte ve fıkraların onda yahut yüzde biri kadar bile dinlerinin kaynağı olan ilahi vahiy ile temasa geçmemiş, ilişkiye girmemiştir. Yönetenleri memnun bırakan bu tutum, bilenlerin de, başka bilenler çıkmayacağı için işlerine gelmiştir. Halk ozonları, halk nüktedanları hatta halk vaizleri bile bazen günlük namazda okudukları Kur’an ayetlerinin ne demeye geldiğinden habersiz, ömürler tüketmişlerdir. Çünkü böyle gelmiş, böyle gitmektedir. Ve böyle gelip böyle gitmekte olması güya filozofça, şairce bir edadır. Bunca dinine bağlı bir halkın, Türkiye’de hemen büyük çoğunlukta ladini bir hayat sürdüren ve onu dayatan hükümlere nasıl tahammül ettiği zaman zaman hayretle sorunla gelmiştir. Bu sorgulamada iki yanlış var: biri halkın dindarlığı, ikincisi de yönetenlerin dinsizliği. Her iki kesimin de aslında dine bir bakış açıları, dini bir yorumlayış tarzları vardır. Ve o pencereden bakıldığında her iki kesimde aynı ton ve edada bir tür dindarlardır. Bu “ Türk Tipi Müslümanlık” tır. Birazı politikacıların İslamizasyon politikalarının ekmeğine yağ sürmektedir bu tür Müslümanlığın… Bir kısmı halkın düşünme melekesine galebe çalan kökleşmiş duyarlıklarını okşamaktadır… Eh, bir kısımda diğer dinlerden, Budizm, şamanizm, Hristiyanlıktan devşirilmedir.

Türkiye halkları yüzyıllardan biri Müslüman’dır. Güzel, hayırlı Müslümanlık modelleri ortaya koymuşlardır. Büyük bir Müslüman medeniyeti gelecek kuşaklara emanet etmişlerdir. Ne ki halkın dini, hakkın dini ile zaman zaman tashih edilmez, bir tecdide tabi tutulmazsa bulanıklaşır. Hele İslam ilahi, halkın dindarlığa beşeri olduğundan, tecdid yani yenileme, Müslümanlar bakımından dönem dönem büyük bir ihtiyaç olarak belirir. Dervişler, halk arifleri, ozanlar diliyle tümden müteşabih (çok anlamlı) bir üslup kazanan dinsel söylemin ilahi vahiy ile tashihine, tecdidine gerçekten zaruret doğmuştur. Aksi takdir de her an kendisiyle ve her şeyiyle çelişen eceli dinsel söylem, halkın ve yönetenlerin birbirinden razı olduğu bir ortamı var edebilir. Ama bu sonuç çokluk Hakk‘ın memnun olmadığı, daha doğru bir ifadeyle razı olmadığı bir ortamdır. Hakk’ın rıza göstermediği bir son ise kötü akıbettir. Resmi ve gayri resmi herkesin gönlünde yatan, etliye sütlüye bulaşmayan, siyasetten ALLAH’a sığınan, toplumları ve bireyleri yönetmeye kalkmayan belki yalnızca vicdanlara hafif bir korku salan şu “Türk Tipi Müslümanlık” sorgulanmalıdır.

Türk Halkların İslami Yaşantısı

Bir toplum ki düşünme melekesini pek fazla kullanmaz, ama sıra dine geldiği zaman tabir caizse kafasına göre takılır, ne hikmetse o noktada dini keyfine uydurur. Düşünmemek yerine nükteler, fıkralar, maniler, espriler, dervişan öyküler, mitolojiler, platonik ve her türlü aşk masalları, efsun, uğur, şans teraneleri, yani bir cümle çok anlamlılık bazen anlamsızlıklarla ömrünü harcar. O toplumun felahı elbet gecikir. Halkın bütün bu yatkınlığı var gücüyle destekleyen aydınlar bu tutumları bir de milliyetçilik muhafazakarlık sanmazlar mı? Varın hesaplayın erişilen yanlışlığın boyutunu. Bir garip dünyadır bu toplumun dünyası ki yaşarken din ve Allah’a karşı tepkisinin düzeyi hangi şiddette ise ölünce arkasından hem de namazını kılanlar tarafından aynı şiddette “ iyi biliriz” denilir. Sonra inanıp inanmadığı meçhul Allah’ı adına namazı kılınıp defnedilir. Ancak onların içlerinden samimi birisi çıkar, “ benim namazımı kılmayın, ben inanmıyorum” derse herkesin daha çok tepkisini çeker, ne demek namaz kılmamak, diye… Samimiyetsizliğe prim ve ödül dağıtılırken, samimiyetin ödülü horlanmak mı olmalıydı?

Toplumlarında huyları, karakterleri, alışkanlıklar vardır. Huy değiştirmek alışkanlıklardan vazgeçmek zordur. Türkiye toplumu şimdi bu en zor kapının eşiğindedir geleneksel deyişle, eşikte duranı yel çabuk çarpar. Kapıyı kapatıp acilen ya içeri girecek ya yine dışarıda kalacaktır. Bizim aralarında yaşadığımız, birçoğu akrabamız olan kendi toplumumuza önerimiz, Müslümanlık iddiasının sadra şifa verecek biçimde hakikatle örtüşmesi için “Müslümanın yeniden Müslüman olması” gerekmektedir. Yüzyılımızın başında büyük Müslüman düşünür Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” sanırız yeni yüzyıllar bu sözü iki şıkkıyla da doğrulayacak Müslümanları beklemektedir. Duygu sömürüsüne değil düşünceye çağrıldığının, kurtuluşun nükte ve fıkralarda değil Allah’ın ayetlerinde yazılı bulunduğunun bu topluma, bu insanlara birileri tarafından söylenmesi artık gerekliydi. Her geçen gün ihtiyaç biraz daha artmaktadır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

 

KUDÜS

BEDİR RUHUNDAN GAZZE’YE

Beşinci asırda dünya karanlık ve buhran içerisinde, zulüm zirvede, Avrupa’da engizisyon mahkemeleri kadınları cadı diye giyotine vurup, bilim adamlarını canlı canlı kazıklarda yakıyordu. Çocukların ve kadınların hiçbir insani hakkı yoktu, köle olarak alınıp, satılır keyfi olarak öldürülürdü. Kilise din adı altında istediklerinin mallarına el koyar, İstediğini de zenginleştirirdi. Avrupa kıtası bu zalimliklerin altında perişan bir durumdaydı. Bugün Orta Doğu diye bilinen Arap yarımadasında durum pek de farklı değildi, adeta cahilliğin ve zulmün doruklarını bir kültür olarak yaşıyor, yaşatılıyordu. Kadınlar pazarlanıyor, bir eşya misali kullanılıyor, doğan kız çocukları bir utanç eseri olarak algılanıp diri diri toprağa gömülüyor, riba, faiz ticarete bulaşmış, Kavimler arası korkunç kan davaları almış başını gitmiş, adalet mefhumu sadece güçlü olandan yana, kölelik ve cariyelik son derece normalleşmiş, vicdanlardan katranlaşmış, gözler körelmiş, akıl dumanlaşmış bir hal içindeydi. Tüm insanlık bir ceset misali ruhunu arıyor karanlıklara bulanmış vicdanlar ışığa muhtaçtı…

Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle çöle bir Nur teşrif etmişti. Yıl 571, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, Fahri kainat efendimiz Resulullah (s.a.v) yeryüzünü kutlu doğumuyla şereflendirmişti. 40 yıl daha dünya sahnesi boşluktaydı, zulüm sürmekte, insanlık çaresizlik içerisinde Kıvranmak taydı. Tekgöz bir evde 30 metrekarelik bir ortamda “İslam davası“ mevzusu başladı. Bir çocuk, iki erkek, bir kadın ve gök dolusu melek kalabalığı ordular ordular görünmeyen ordular, gizli davet çığırı… Sayıları 40’a doğru ve bütün bunlar arasında karanlığı çakı ucuyla kesen en zevkli helezonları çizen ışık Nakışları öğren minicik fakat kıvılcım kuvvetinden yana biricik ateş, peygamber yeğeni” Ebu Turab lakaplı Ali... Mevzunun daha fazla ilerleyebileceğini sanmadıkları bir tuhaflık gözüyle ve ahmakça baka kalan mankafalar. Sağ elime güneşi sol elime kameri verseler de bu davadan vazgeçmemi isteseler, ben öleceğimi bilsem yine dönmem sözüyle liderse lider, önderse önder Peygamberse peygamber… 

Ben Resulüm

Herkes dondu çıt yok

İçlerinde en küçük Ali

Hz Ali ayağa kalktı

Allah Resulü onu oturttular

Bir daha kalktı

Bir daha oturtuldu

GAZZE

Üçüncüsünde Allah’ın Resulü elini Ali’ye uzattı. Ali topluluğa haykırdı. Bu mecliste yaşça en küçük olan benim. Belki vücudum küçük, kollarım cılız, bacaklarım sıska, ama bu halimle ben yine size yardım etmeye hazırım. Haydi davranın, herkes taptığı putlardan farksız, hareketsiz mankafa, İslam’ın aksiyon bayrağı bunca olgun ve pişkin insan arasında toy ve zayıf bir çocuğun elinde…

Bedir Gazvesine doğru 313 sahabi yola çıkar zayıf ve güçsüzler, okuma yazmaları yok, yoksullar, toplumda bir ağırlıkları olmayan kimseler, gözler onları basit görüyor, elbiseleri yırtık, Çarıkları söktü, kılıçlarının Kapları eskiydi… Ne akılla, ne akılsız, hesapsız, çıkarsız ölüm ötesi bir inanç ve kararlılıkla, sayıca kendilerinden On kat fazla tam donanımlı ve tecrübeli bir orduya karşı, Ya Rabbi; Bu topluluğu da helak edersen, sana yeryüzünde ibadet edecek toplum kalmayacak davasına muhatap “şanlı bedir aslanları yürüdüler. Bu öyle bir kutlu yürüyüş ki Allah davasının ilk sorumluluğuyla yeryüzündeki ilk İslam Savaşı, ilk fiili mücadele ve ilk şehitlik mertebeleri, ilk dökülen kan Her şeyin ilki… Bu fedakarlığı ve inanca karşı kayıtsız kalmayan Allah orduları sağ cenahta 3000 melek sol cenahta 3000 melekle büyük İslam tarihimizdeki ilk zafer…

FİLİSTİN DAVASI

Kutlu ve kutsal tarihimize yaptığımız bu yolculukta inanmışlığın ve itaatin önderliğinde insanların nice azlarla Çok lara galip geldiğini küffarı bozguna uğrattığını bir kez daha hatırlamış olduk. Hakikat meydanında karıncaların filleri yere çaldığını bir kez daha anlaşılmış oldu. Bedir de gösterilen bu tavrın ve inancın Allah‘ın da yardımıyla nasıl bir zafere çevirdiği apaçık ortada iken, günümüz İslam toplumlarında ki Ruhi sönüklük, Çaresizlik, başıboşluk, uyuşmuşluk, hadbinlik neticesinde bugünlerde “Gazze” tonlarca bomba ya, binlerce füzeye muhatap bir halde perişan, garip, boynu bükük halde… Adeta çoluk çocuk, yaşlı, kadın evlerinde saklandıkları bir köşede tepelerine düşecek füzeyi beklercesine gelecek ölümü titreyerek bekliyorlar. Yaklaşık 2 milyar Müslüman ve bağlı oldukları devletler sessiz, Kör ve sağır. Yazımızın başında yaptığımız ufak tarihi yolculuğa değinecek olursak, insan düşünmeden duramıyorum acaba 20. asırda teknolojinin ve çağının zirvesini yaşayan insanlık beşinci asırdaki olanak ve imkanlardan daha mı geride de Bu büyük zulme ses çıkaramıyor. Tek yaptıkları halkların gazlarını alırcasına meydanlarda şiir okuyup, bayrak sallatmak olan devletlerin bugün uluslararası siyaset gereği düştükleri bu durum sizce kabul edilebilir bir durum mudur?

FİLİSTİN'E ÖZGÜRLÜK

Dış siyaset veya uluslararası politika gereği 20. yüzyılda dünya devletlerinin sadece çıkarları ve menfaatleri uğruna  uyguladıkları bir dünya Siyaseti var. Prensipler yok, yalnızca olaylar var. İyi ve kötü yok, yalnızca şartlar vardır. Devlet başkanları onlara rehberlik etmek için olayları ve şartları benimser. Gömlek değişir gibi tavırlar, ilişkiler değiştirilir. Ve netice itibari ile devletler kendi varlıklarını ekonomilerini, dış ilişkilerini, Haklarını korumuş olurlar. Ülke yönetimlerin bu davranışları da ülke aydınları tarafından övülür. Çeşitli kanallarda dış politikada çok iyiyiz, güzel gidiyoruz, idare ediyoruz… Gibi sözler söylenir. Oysaki dini ve insani açıdan baktığımızda son 25 gündür Gazze’de yaşananlar, katliam ve zulümler karşısında yapılması gereken neydi? Ne olmalıydı? Müslüman olup kültürüne, tarihine son derece bağlı bir ülke olarak bu suskunluğumuzun altında yatan nedenler nelerdir? Geçmişte Bedir de Sergilediğimiz o şanlı ruhla bugünkü duruşumuz arasında neler değişmiştir?

Asırlardır süren doğu-batı mücadelesinin 21. yüzyılda ki başlığı olan “Filistin davası“ bugün mazlum ve mağdur, milyonların ahları ve inlemeleri kimseyi yeterince ilgilendirmiyor. Müslüman toplumlar üzerinde çok ciddi bir uyuşukluk hakim, özlerini, tarihlerini ve değerlerini unutmuş kitleler söz konusu. Oysa ne diyor hadisi şerif de “Her kim kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe tam olarak iman etmiş olmaz“ bugün bu ruh ölmüş tür. Gazze’de kadın, yaşlı, çocukların üzerine düşen tonlarca bomba, füze bugün bizlerin evlerine, ocaklarına Düşseydi, acaba hangi duygular içerisinde olurduk. Ve böyle giderse Orta Doğu‘daki kan durdurulmazsa elbet sıra Türkiye’ye de gelecektir.

Türkiye (Adana, Adıyaman, Afyonkarahisar, Ağrı, Aksaray, Amasya, Ankara, Antalya, Ardahan, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bartın, Batman, Bayburt, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Düzce, Edirne, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Giresun, Gümüşhane, Hakkâri, Hatay, Iğdır, Isparta, İstanbul, İzmir, Kahramanmaraş, Karabük, Karaman, Kars, Kastamonu, Kayseri, Kilis, Kırıkkale, Kırklareli, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Manisa, Mardin, Mersin, Muğla, Muş, Nevşehir, Niğde, Ordu, Osmaniye, Rize, Sakarya, Samsun, Şanlıurfa, Siirt, Sinop, Sivas, Şırnak, Tekirdağ, Tokat, Trabzon, Tunceli, Uşak, Van, Yalova, Yozgat, Zonguldak)

Siyonizmin hedeflerinde olan bir ülkedir. İsrail’in vadedilmiş topraklar görüş ve zihniyeti Türkiye’yi de kapsamaktadır. Bu nedenle “Filistin davasıTürkiye’nin kırmızı çizgisidir. Mutlak suretle başkenti Kudüs olan Filistin devleti kurulmalı ve Yahudi mezalimine dur denilmelidir. Türkiye devleti ve milletleri ile her daim Filistin davasının destekçisi ve savunucusu dur. Filistin özgür olmalı ve sonsuza kadar özgür kalmalıdır.

Büyük Doğu Marşı

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Avlanır, kim sana atarsa kement,

Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!

Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!

Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Necip Fazıl Kısakürek (1938)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

TAKLİT

TAKLİT VE TAHKİK

Taklit“ öncelikle kişinin kendisine güvensizliğini veya kendisine güvenmenin aşırı bir risk üstlenme durumunu peşinen kabullenmeyi gösterir. Bu yüzden taklit bir varlığı ya da kuruma referansla telafi etmesi ile açığa çıkar. Daha açık bir deyişle sorumlulu ve özgürlüğün bir başkasına devredilmesi otoritenin emri veya yönlendirilmesi ile harekete geçen bir risk grubunu ortaya çıkarmaktadır. Buna karşılık “tahkik” ise kişinin kendi özgür araştırmaları tecrübeleri ve öngörülerini emanet etmesi durumudur. Bir başka değişle kendi aklıyla hareket etmesidir.

Aksine her iki düzlemde de doğrudan güven kelimesinin anlamı değişmekte ve yeniden tanımlanmaktadır. İşin açığı yukarıdaki yaklaşımlara benzer düşünme biçimleri modern dünyamızın güven duygusunu bitirmek tedir. Zira güvenin referansı akıl, tecrübe, uzmanlaşma veya otoritenin kendisi değil farklı bağlamlarda ve farklı zamanlarda ne tür anlam verdiğidir. Sözgelimi Gazali, Descartes, Sokrates veya ibn tufeyl Belli varlık düzlemlerinde akla güvenden söz ettiklerinde burada akıl değil güvenin kendisinden ne anlaşılacağı üzerinedir Sokrates’e seni 30 kişi öldürecek sen intikamını nasıl alacaksın diye sorulduğunda tabiat benim intikamını alacaktır dedi! Burada bir tahkik ve güven söz konusudur. Yani taklidi olmayan tek şey cesarettir. Taklitte güven cesaret, tahkik de ise güven akıldır.

TAHKİK

Örneğin doktora güven, doktorun hastalığı ne ölçüde doğru teşhis ettiği ve hastalığın giderilmesi için ne ölçüde iyi belirlediği “tatbik“ ile sınırlıdır. Oysa Allah’a güven, doğrudan varoluşsal bir dayanağı ve şifanın kaynağına güvendir. Bu nedenle güven var olmanın diğer adıdır. İnsanın hayatta kalabilmesi için, yeme, içme, soluma faaliyetlerini Yerine getirmesi gerekiyorsa, güvende insanın fiziki ve Ruhi ihtiyaçlarının başında gelmektedir. Güveni sağlayan en asli unsurlardan inanca bağlı duygu birliği (tevhit) Ve yaşanan mekandır. Çünkü güvenle bağlanamadığımız hayatta diğer ahlaki davranışlarımızı geliştirme ve ilişkiler bağımızı ölme imkanımızın varlığından söz edilemez. Bu zeminde başarı, mutluluk, geçim, cesaret, hakkaniyet gibi gelişme imkanı bulur. Güveni zeminden çekersek, bütün bu erdemler sarsılır. Bu amaç doğrultusunda öncelikle bilmeliyiz ki güvenin en büyük düşmanı şiddet,yalan ve taklittir. Annesinin tehditleri, babasının da ayağı altında ezilen bir çocuk kendisini nasıl güvenebilir? Sahte sevgilerle boş hayale kapıdan bir çocuk doğruları öğrendiğinde yalanın ve taklitlerini boş hayalleriyle kalakalır ahir ömründe kendisini nasıl güvende hissedebilir? Sadece derin ve sessiz bir duygu değildir güven. Çünkü ailede ebeveynler de oluşan güven iklim toplumu doğrudan etkileyecek bu ilişki ağını dahil edecektir. Dolayısıyla güvenen ve güvenilen insan yetiştirmek sadece bireyin değil toplumun ve ümmetin geleceğini de şekillendirmektir.

GÜVEN

Bu aşamada artık yapmamız gereken önce kendimizi güven testine tutmaktan geçer, bu insanın Cihat’ı kendi ile başlar sonra da evine geçer sonra da topluma sirayet eder. “Taklidi iman“ ve “tahkik iman“ tezlerini çürütende gerçek bir iman ve mümince yaşamdan geçer. Testimize başlayacak olursak ilk önce güvensizlik oluşturan hallerimizden vazgeçelim; yalan, dolan, hileyi, taklidi, şiddeti hayatımızdan çıkaralım. Sonra mahremiyete özenli, Sırrı saygılı, dedikodu ve fitneden uzak güvenilir bir ilişki tarzını ailemizde yerleştirelim. Sonra da ektiğimiz fidanın nasıl kök saldığını göreceğiz.“ eman toplumun oluşumunda payı bulunan emin insanlar olmak için çaba sarf etmeliyiz” Şöyle bir tespit yerinde bir değerlendirmedir. Yiyecek içecek ve giyecek üretimi yapan firma kuruluşların durumunu iyi incelemek gerekiyor. Toplum nezdinde güven kazandıktan sonra üretti yiyecek ve içecekleri helal olmayan katkı maddelerini katan sanki bunlar yokmuş gibi reklamını yapıp insanları aldatanlar var, halbuki bunlar taklitten ve tahkikten oluşan unsurlardır. Bu açıdan içinde yaşadığımız toplumda zor süreçlerden geçmektedir. Bu yüzden insanlar birbirlerini art niyetle yaklaşabilmekte, bu da bir kısım tatsız olayların vuku bulmasına neden olmaktadır.

Bir ülke içinde yaşanılan güven bunalımı da uluslararası düzeyde devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerini de çok yakından ilgilendirmektedir. Sonuç olarak ister insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ister devletlerin ve toplumların birbirleriyle olan münasebetlerin de güven duygusu neler kazandırıyorsa taklit ve tahkik te tam zıddı olarak kazanımların tamamen yok olmasına neden olacaktır.

Bu bakımdan güven gibi son derece önemli değerin erezyona uğramasını önleyip dünyayı taklit ve tahkik lerden uzak tutup güven duygusunu aşılamalıyız. Bu yazı kapsamında önce güven duygusunu hareketlendirmeli, İki taraf öznesini bertaraf Edip “güvendeyiz, güvendesiniz sloganının devamını getirmeliyiz.”

Saygılarımla değerli aziz okuyucularıma.

Yusuf İslam Burhan

www.musabyasirozen.com.tr

İNSAN VE SADIK YARİ

İNSAN VE SADIK YARİ

Birbirlerine ölümüne bağlı birbirine hayat bahçeden insan ve sadık yari kara toprak. İlk önce toprak insana can verir sonra da insan toprağı işleyip bitkiler, Sebzeler, meyveler elde eder. Hayatımızın can damarı olan suda topraktan fışkırmaktadır. İnsan ne kadar etten ve kemikten yaratılmış olsa da yarıdan fazlası su olsa dahi aslı Özü yaradılışı topraktır.

Allah (C.C) (Hac süresi 147.) Ayetinde bildirdiği üzere “insanlar sözümü iyi dinleyin, Rabbiniz birdir, babanız da birdir, hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Adem ise topraktandır.“ apaçık insan ile toprağın bağı ayette belirtiliyor. Buna binayen insanın karakteristik özellikleri de aslı olan toprağa çekmiştir. Örnek olarak sert, yumuşak, verimli, verimsiz, kara, kızıl vs vs gibi ayırdığımız toprak çeşitleri vardır. İnsanı da nankör, iyi, kötü, çalışkan, tembel, yumuşak ve sert olarak çeşitlendiririz. Bunu biraz daha açacak olursak her türlü bitkiye kucak açan toprak yine tüm uğraşlara rağmen hiçbir bitkinin bir otun dahi yetişmesini ne kadar emek versem dahi nankörse müsaade etmeyen tam tersine kendi işine bakılmadığı halde sürüp, Ekmeden bitki veren  toprak çeşitleri vardır. Bunu bir insanla da ilişkilendirebiliriz çünkü her şey aslına çeker sözünü ispatlıyor.

İNSAN VE SADIK YARİ

Biraz da toprağın farklı özelliklerinden bahsedelim. İnsan vücudundaki elektriği alır, sitresi yorgunluğu alır toprakla temas ettiği an akıp gider o yüzdendir ki toprakla uğraşan kişiler güçlü sağlıklı yaşarlar bir diğer özelliği de Yıldırım paratonerleri topraklama yaparak elektrik akımını doğrudan toprağa iletip tüm zararı ortadan kaldırır. Bir başka özelliği de dini bakımdan su bulamadığımız anlarda Teyemmüm abdesti ile ibadetlerimizi yerine getiririz, yine deterjan yerine kullanılabilir kap, kacak ve bedendeki kirleri temizleyebilir. Bu zeminde eski insanların uzun ve sağlıklı yaşaması Eski toprak deyimiyle  hem toprakla haşır neşir olmaları hem de oturdukları evleri toprakta ve kerpiçten olup sağlıklı yaşayabilmektir.

Sadık yari insanın hayatını idame ettirmesi için her türlü fedakârlığı yapmaktadır. Madenlerden yakıtları saymakla bitiremeyeceğimiz özellikleri ile insanın sadık yarinin namı  madalyonun öteki yüzü niye ölü toprak deyimi ile anılmaktadır. Ben bu deyimi çürütmek istiyorum, ilk önce bu deyimi ne için kullanılıyor acaba ölülerimizi gömdükümüz içinde ya da kaybetmek istediğimiz, yok olmasını istediğimiz şeyleri toprağa gömdüğümüz içinmi dir? Yoksa ben mi böyle algılıyorum? Bence toprak ölü gibi görünüyor olsa da sinesine gömülü herşeyleri yok etmiyor niteliklerini değiştirip içine aldığı canlı-cansız her şeyi maddeye Matar yerlere dönüştürüyor. Örnek petrol, kömür, elmas, doğalgaz gübreye dönüşerek yeni canları geri veriyor, yani sonuç olarak toprak canlıdır bunun bir diğer kanıtı da Bir avuç toprakdaki mikroorganizma ve bakteri sayısı dünyadaki insan sayısından daha fazladır. Madalyonun ise şimdi öteki yüzüne bakacak olursak daha içten daha samimi bir ifadeyle toprak ana sözünü ele alalım. Toprak ana güneşe, ay, yağmur, kar ve fırtınaya karşı hep cömerttir. Kışın uykuya dalıp baharla yeniden dirilip hastalığı bize hep bir fısıldama çabası içerisindedir. Bizim farkına bile varamadığımız onca nimete can vermektedir. Bugün cezaevlerinde onca yatan mahkumun özlediğim tek şey topraktır. Hak ettiği değeri kendisini göstermediği için toprak insanın özgürlüğüdür. Özgürlüğünüzün kıymetini bilmeliyiz. Toprak ana bu hayatın ta kendisidir. Hayatımızın başlangıcından, merkezinde ve kaynağıdır, işte toprağa bu yönden bakmalıyız.

İNSAN VE SADIK YARİ

İnsan olarak toplum olarak topraktan uzakta kalmamalıyız ülke olarak vatanımızın her karış toprağını değerlendirmeli toprak mahsulleri üreterek ülkemizi kalkındırmalıyız. Nitekim toprak ananın cömertliği ve ülkemizin toprak zenginliğinden yararlanarak hızlı bir üretim sistemi kurup şu an ekonomik buhrandan kurtulmamızı da sağlayacak olan tahıl ürünleri başta olmak üzere sebze, meyve ihracatını kesip ürettiklerimizle hem halkımızın ekmeğini çıkartıp hem de ithalat yaparak ülke ekonomimizi kalkındırmak zorundayız. Çünkü üretmeyen sürekli tükenen bir toplum haline dönüşürsek yok olup gideriz. Sonuç olarak insan ve sadık yari arasındaki bu ilişkiyi iyi değerlendirirsek her şeye karşı güçlü bir duruş sergileriz yeterki ellerimiz toprağa gitsin o cömertliğini bizden esirgemeyecektir. “Ya toprakla yaşayacağız ya da yaşamayacağız” toprak bize kelepçe vurmadan, biz ona kelepçe vurmalıyız ki amacımıza varalım.

Değerli okuyucularıma…

Türkiye'de Irk Sorunu

Irkçılık

Irk Kelime kökeni çok çeşitli olarak kullanılmakla beraber biz İnsan oğlunun zihninde aynı kavmi, soydan gelen toplumun birden Ten’sel (siyah-beyaz) Birbirine benzeyen topluluklar için kullanırız. Tabii ki daha da çeşitlendirenler var. ırk veya ırkçılık insan oğlunun varoluşundan günümüze kadar gelmiş en vebalı ve bulaşıcı hastalıklardan bir tanesidir. Son yüzyıllarda her ne kadar gelişmiş ya da demokrasisi gelişmiş bazı toplum ve ülkelerde sık rastlanmasa da aslında kanser hastalığı gibi insan oğlunda bitmeyen bir hastalığa dönüşmüş bulunmaktadır. Kendimce ırkçılık insan oğlunun ilk yaratılışı ile başlamış öyle ki yüce Allah bütün insanlığın babası Hazreti Adem’i topraktan yaratırken, ondan önce yaratılmış olan bütün meleklere ve cinlere Hazreti Adem’e secde etmelerini emretmiş. Fakat kendisinin ateşten yaratıldığını ve bu yüzden kibir yapıp kendisini daha üstün gören şeytan (İblis) secde etmeyi Allah’ın emrine karşı gelip lanetlenmiştir. Bu kıssadan bile anlaşılıyor ki ırkçılık çok kötü ve tehlikeli olur sonu lanetlenmedir.

Halbuki yüce Allah (cc) İnsanı “eşref-i mahluk” Olarak yaratmış ve hikmet gereği kavimlere, kabileleri ve farklı Tende yaratıp birbirinden ayırarak birbirleriyle daha iyi ilişki, ticaret, birbirlerini tanıma vb.Bir şekilde hayatın devamını sağlamıştır. ( Kuran’i şuura mensup her insanın hadiseye böyle bakması imanın) bir gereğidir. Baştan bilelim ki Allah (cc) Yeryüzüne gelmiş, geçmiş bütün insanların Hazreti Adem ile Havva’dan olduklarını insanlara tebliğ edilen 4 kutsal kitapta da belirtmiştir. Kuran’i kelime göre ise ırklar özellikle yaratılmışlardır. Başlangıçta insanlar tek bir Ümmet tek bir toplum idi sonradan ayrılığa düşmeleri üzerine Allah rahmetinin müjdecileri ve azabın habercileri olarak peygamberler ve habercileri Hak ile kitap indirdik ki o kitap insanlar arasında ayrılığa düşme noktasında hakem olsun. Yine bir ayette “ Ey insanlar muhakkak biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık sizi tanışmanız için şubeleri ve kavimlere ayırdık. Şüphesiz Allah indinde en şerefliniz takva da Allahın emrini dinleme konusunda kim daha dikkatli ise en üstün olanınız odur. Muhakkak ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandırdiye buyuruyor.

Bunca açıklamalara ve delillere rağmen insan oğlunun içinde müthiş bir ırkçılık mevcuttur. Hatta bu ırkçılık yüzünden elçi olarak gelen bir sürü peygamberlere bile uyumamış yeri gelmiş zulüm edilmiştir. Hatta bu illet bugün bile hayatımızda olup gerek devletimizde gerekse de ilimizde ilçemizde köyümüzde mahallelerimizde bazen de evimizin içerisinde bile karşılaştığımız bir kangrene dönüşmüş bulunmaktadır. Küresel olarak biraz örnek Verdikten sonra şu an yaşadığımız hayattan da biraz değiniriz. İsrailliler (Yahudiler) Geçmişte olduğu gibi hala yüce Allah’ın onları bütün ırklardan daha üstün olarak yarattıklarını geri kalan tüm insanların onlara biat etmeleri kanısındadır.

Amerika kıtasında beyazlar kendilerini daha üstün ırk olarak zannetmiş ve alt tabaka gördükleri kıtanın gerçek sahipleri Kızılderili halkını katliamdan geçirmiş ve orada yaşayan zenci vatandaşları insan yerine koymayıp senelerce zulüm etmiş, işkence etmiş ve insan yerine koymamıştır. Günümüzde her ne kadar eşit haklar ve imtiyazlar sağlamışlarsa da hala ruhların da ırkçılık bitmemiş zaman zaman vuruluyor.

Yine Avrupa ülkeleri İngiltere, İspanya ve Fransa başta olmak üzere ülkeler 20. ve 21. yüzyıllarda Afrika kökenli zenci vatandaşları köle olarak kullanmış sırf siyahi ırktan oldukları için yine işkence ve zülüm yapmış evlerinde, işlerinde kullanmışlardır. Yine Çingene ırkına mensup vatandaşlar da ırklarından dolayı ikinci sınıf muamelelere maruz kalmış özellikle Fransa daha da ileriye giderek ibadet ettikleri kiliseleri bile beyaz Fransız ve siyah çingene kiliseleri ayrı olarak kullanmışlardır. Gen ve Ten’den sonra aynı dinden olmadıkları içinde insanlara ıkçılık yapmıştır.

Avustralya kıtasında Aburjiniler aynı musamelelere Yine Balkanlar’da yaşayan çingeneler yıllarca kimliklerini ve onurlarını korumak için kendi ırklarını inkar etme derecelerine gelmiştirler.

Moğollar Kendilerini dünyanın en üstün ırklı sanıp bir zamanlar gördükleri her yeri yakıp, yıkıp katliamlar yapmışlardır.

Almanların yahudilere ırklarından dolayı yaptığı katliamlar nedeniyle dünyanın son evrelerinde birinci ve ikinci Dünya Savaşları patlak vermiş milyonlarca insan ölmüş, sakatlanmış, sürülmüş ve milyonlarca insanın hayalleri sönmüştür. Yine gerek Selçuklular gerekse Osmanlılar Zamanında yine bir sürü ırk, toplum, farklı inanç grupları katliamdan geçilmiş, ya da işkence ve zülüm çekmiştir.

Hindistan’da Müslüman Arakan toplumuna tarifsiz yorumlar yapmakta.

Çin devleti şimdi de Uygur Türklerine inançlarından dolayı zülüm yapmakta.

Yine maalesef günümüz Türkiye’sinde bir çok talihsiz olaylar yaşanmış hala da en güncel olan Kürt karşıtlığı üst seviyededir bunun gibi dünyada bir sürü olmuş ve hala devam etmekte olan sorunlar mevcut. Bunun için yüzlerce roman, makale, köşe yazıları yazılmış olup belgeseller çekilmiştir. Son 21. yüzyıl dünyasında kendince demokrasi ve insan hakları açısından Kendini geliştiren ülkeler de bayağı gelişmeler kaydedilmiş. Bu incelendiğinde eğitim seviyesinin gelişmesi ön sıralarda yer almaktadır. Maalesef eğitim seviyesinin düşük ve çok kültürlü Orta Doğu bölgesinde ırkçılık hala kanayan yara gibi her gün değişik haberlerle karşılaşmaktayız.

Irkçılık Hastalığı

Evet kimsenin elinde olmayan Doğarken rengine, milletini, ırkını seçmediği gibi dünyaya geliş şartlarından dolayı böbürlenmemeli ve dışlanmamalı çünkü gerçekte ırkın önemi yok önemli olan insan olmak ve inançlı olmak. İnsan olan inancı ve ırkı ne olursa olsun hiçbir ırkın mensubu aşağılayıcılığa maruz kalmamalı. Aynen Allah beni dilediği Irktan yaratmış, ama yaratılanlar ırktan dolayı ırkçılık yapıyor. Sözü gibi aslında bu ırkçılığın temelinde biraz devlet resimlerinin payı yüksek. Çünkü rejimi biz kurduk diyenler kendi ırklarının kahramanlıklarını ve her fırsatta ırklarının dünyaya bedel olduklarını bas bas bağırıyorlar. Ama onlarla kolkola, göğüs göğüse mücadele etmiş başka ırkın kahramanlıklarından fedakarlıklarından nedense hiç söz etmiyorlar. Bunu dile getirmeye çalışan, bu kullanılan dilin yanlış ve toplumu zehirliyor diyen bir sürü Aydın, siyasetçi, yazar, bilim insanı maalesef ya cezai işlemlere maruz kalıyor ya da başka devletlerde ülkelerinden uzakta sürgün hayatı yaşamaktadırlar.

Bugün ırkçılık maalesef ülkemizde çeşit çeşit şekillendirmelerle o kadar çok yaygınlaştırmış ki her an kapınızı çalar durumdadır. Günlük yaşantımızda hastanelerde, okullarda, düğünlerde, eğlencelerde, spor müsabakalarında, metroda, mahallelerimizde vs vs her nefes alışımızda hissetmekteyiz. Bunun temel nedeni ülkemiz adına söylemek gerekirse çok dinli ve çok dili kadim ve zengin mozaiksel kültürümüzden kaynaklanmaktadır. Çünkü yaşadığımız coğrafya gerek bölgenin köklü yerlileri gerekse de imparatorluktan geriye kalan çok çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı ve bir o kadarda kadim bölgesel açıdan çok inançlılığın bol olduğu kadim bir bölgedir. Tabi buna eğitim düşüklüğü ve üstün ırk hastalığına da eklediğimizde maalesef 100 yıldır kurulan cumhuriyetimiz de olaylar hiç eksik olmuyor. Çünkü beraber kurdukları bu güzel Vatanda Türkler, Kürtleri kabul etmiyor Kürtler Süryanileri kabul etmiyor, Süryaniler Ezidi mensubu halkı kabul etmiyor. Bu böyle Lazlar, Çerkezler, abazalar, Ermeniler, arnavut, gürcü vs vs bunun yanında çingeneler, romanlar, hayatın her alanında dışlanmaktadırlar. Dediğim gibi bu konular üzerinde ciltlerle kitaplar yazılmış her ne kadar abartılıyor, eskidendi, yok canım daha neler denilse de maalesef gerçekleri değiştirmiyor. Çünkü toplum içinde gezilip, dolaşıp onların acı ve sevinçlerini dokunduğunda insan maalesef gerçeklerle karşılaşıyorlar. Bugün hala ırktan dolayı okullarda özellikle alay konusu olan horlanan, dışlanan ve bu yüzden bir ömür boyu travmaları atlatamayan ve bunun sonucunda bir yanında kin ve nefretle büyüyen çocuklar var. Hala evlerimizde gelin olarak gelmiş fakat farklı ırk veya inançtan olan ve çaktırmadan ırklarından dolayı hor gördüğümüz ve bazen de yuvaları dağıtılırcasına hissettirdiğimiz gelinlerimiz var. Yine yeni giyinişlerinden, elbiselerinden, çalgısından, konuşmasından ve bir sürü özelliğinden dolayı bizden kabul etmediğimiz kendimizi kutsal onların aşağılık bir ırktan, kavimden geldiklerini sanıp rejimin bize sağladığı imtiyazlardan dolayı hayatın her evresinde hakaret ettiğimiz insanlar var. Bunu inkar Edip göz ardı edemeyiz. Sonuç bu tür davranış ve girişimlerin hepsi bize mutsuzluk, olumsuzluk, Siyasal, sosyal, ekonomik olarak ters bir şekilde dönüyor. Ve yara hiçbir şekilde kapanmıyor. Tabii ki bu tür yaşam ve davranışlar çoğu insanın Siyasal, sosyal ve ekonomik olarak işlerine geliyor. Hata diye Teşvik edici girişimleri de var. Daha önce de ifade ettiğim gibi bu konular üzerine ciltler dolusu yazı makaleler yazılmış. Halbuki insanlar sadece insan olduklarını, özünde Herkesin beşeriyat olarak aynı ırk ve soydan geldiklerini bilse paylaşmanın, hoşgörünün, kendisine yapılmasını istemediğini onunda başkasına yapmamasını bilse herkes eşit bir şekilde Adaletli, kardeşçe, sevgi ve saygı çerçevelerinde herkesin inancını, dilini, kültürünü kabul etse ve bunların hepsinin ortak zenginlik olduğunun farkına varsa ve özellikle her vatandaşın vergisinden, iş gücünden, emeğinden faydalandığı vatandaşlarına bir ve eşit tutsa sanırım hayat herkes için daha güzel olacak ve insanlarımız mutluluğu başka ülkelerde aramaz. Tüm pozitif enerjisini kendi ülkesi, devleti için sarf eder.

Herkesin eşit ve özgürce hakça ve Adalete birlikte yaşaması dileğiyle.

Hidayet Salçok

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!