Tag Tarihte İz Bırakanlar

Adolf Hitler

ADOLF HİTLER

Adolf Hitler (Almanca telaffuz: [ˈadɔlf ˈhɪtlɐ], Bu ses hakkındadinle (yardım·bilgi); 20 Nisan 1889, Braunau am Inn – 30 Nisan 1945, Berlin), Avusturya doğumlu Alman politikacı, demagog ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi lideridir. 20. yüzyılın en güçlü ve kötü şöhretli diktatörlerinden biri olarak kabul edilir.

1919’da Alman İşçi Partisine (Deutsche Arbeiterpartei; DAP) üye olmasıyla başlayan politik yaşamı, bu partinin 1920’de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisine (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei; NSDAP) dönüşmesiyle devam etti ve 1921’de parti başkanlığına yükseldi. Hitler’in Şansölye seçilmesi için önündeki engel 1925’ten 1932’ye kadar vatansız statüde olmasıydı. Bu engeli kaldırmak adına, dönemin İçişleri Bakanı ve aynı zamanda Thule Cemiyetinin üyelerinden olan Bakan Dietrich Klagges’in yaptığı atamayla, Berlin’de bulunan Brunswick temsilciliğine atanarak devlet memuru statüsü kazandı ve Alman vatandaşlığına geçti. 1933’te, ülkede kurulan yeni koalisyon hükûmetinin başkanlığına atanmasıyla Şansölye (Reichskanzler) oldu. 1934’te, Cumhurbaşkanı’nın (Reichspräsident) makamını devraldı ve Führer (Lider) adında bir devlet başkanlığı makamı yarattı; devlet ve hükûmet başkanlıklarını Führer und Reichskanzler unvanını kullanarak bir arada yürüttü. Diktatörlüğü 30 Nisan 1945’te intihar etmesiyle son buldu. 1 Eylül 1939’da Polonya Seferi ile Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nı başlattı. Savaş boyunca askerî operasyonlarla yakından ilgilendi ve Holokost’un sürdürülmesinin merkezinde yer aldı.

Hitler, Almanya’da I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Büyük Buhran’dan güç kazandı. Propaganda ve etkileyici bir dille, alt ve orta tabakanın ekonomik istemlerine ümit veriyordu; bunun yanında da belli bir seviyede milliyetçilik, sosyalizm, antisemitizm, anti-komünizm ve anti-kapitalizm de sunuyordu. Ekonominin tekrar kurulması, yeniden silahlandırılmış bir ordu, totaliter ve faşist bir rejimle; Hitler Almanya içerisindeki düzeni yeniden tesis etti ve güçlü bir ülke yarattıktan sonra, saldırgan bir dış politika izleyerek Alman “yaşam alanı”nı (Lebensraum) genişletmek amacıyla Polonya’ya saldırdı. Yıldırım savaşı (Blitzkrieg) taktikleri ve Mihver Devletleri ittifakı ile birlikte Avrupa’nın büyük bölümünü, Asya’nın ve Afrika’nın bir bölümünü işgal etti.

ABD’nin II. Dünya Savaşı’na Müttefikler’in tarafında katılması ve Kızıl Ordu’nun ilerlemesi ile Alman ordusu gerilemeye başladı. Sovyet güçlerinin 23 Nisan 1945’te Berlin’e girmesi ile Almanya’nın yenilgisi kesinleşmişti. Hitler; işgal altındaki Berlin’de, eşi Eva Hitler (Eva Braun) ile yer altı sığınağında (Führerbunker) 30 Nisan 1945 günü intihar etti. Cesedi, vasiyeti üzerine takipçileri tarafından yakıldı. Alfred Jodl’ın 7 Mayıs 1945’te imzalayıp ertesi gün yürürlüğe giren teslim belgesiyle Büyük Alman İmparatorluğu son buldu.

Hitler’in saldırgan dış politikası, Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin ana nedeni olarak kabul edilir. Onun Yahudi karşıtı politikaları ve ırkçı ideolojisi, aşağı ırk mensubu olarak gördüğü en az 5,5 milyon insanın ölümüne neden oldu.

Soyu

Hitler’in babası Alois Hitler (1837-1903), Maria Anna Schicklgruber’in gayri meşru çocuğuydu. Vaftiz kaydı babasının adını göstermiyordu ve Alois başlangıçta annesinin soyadı olan ‘Schicklgruber’ı taşıyordu. 1842’de Johann Georg Hiedler, Alois’in annesiyle evlendi. Alois, Hiedler’in erkek kardeşi Johann Nepomuk Hiedler’in ailesinde büyüdü. 1876’da Alois’in vaftiz kaydı bir rahip tarafından Johann Georg Hiedler’i Alois’in babası olarak kaydetmek üzere şerh edildi (“Georg Hitler” olarak kaydedildi). Alois daha sonra “Hitler” soyadını aldı (‘Hiedler’, ‘Hüttler’ veya ‘Huettler’ olarak da yazılır). Bu isim muhtemelen Almanca hütte (“kulübe”) kelimesine dayanmaktadır ve muhtemelen “kulübede yaşayan kişi” anlamına gelmektedir.

Nazi yetkilisi Hans Frank, Alois’in annesinin Steiermark eyaletinin başkenti Graz’da Yahudi bir aile tarafından temizlikçi olarak işe alındığını ve ailenin 19 yaşındaki oğlu Leopold Frankenberger’in Alois’in babası olduğunu öne sürdü. O dönemde Graz’da Frankenberger soyadına sahip biri yoktu ve Leopold Frankenberger’in varlığına dair hiçbir kayıt bulunmadı. Ayrıca, Steiermark’ta Yahudilerin ikamet etmesi yaklaşık 400 yıldır yasadışıydı ve Alois’in doğumundan on yıllar sonrasına kadar yeniden yasal hale gelmedi. Bu nedenle tarihçiler, Alois’in babasının Yahudi olduğu iddiasını reddederler.

Adolf Hitler

Çocukluğu ve gençlik yılları

Braunau am Inn dönemi

Adolf Hitler, 20 Nisan 1889 tarihinde Almanların yoğunlukta olduğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı Yukarı Avusturya’nın Braunau am Inn kasabasında o sıralarda gümrük memuru olan Alois Hitler (1837–1903) ve Alois’in üçüncü eşi (aynı zamanda ikinci dereceden kuzenidir ve evlenmek için kiliseden izin alınmıştır.) Klara Pölzl’ün (1860–1907) oğlu olarak doğmuştur. Alois’in altı çocuğundan dördüncüsüdür. Avusturya vatandaşı olarak doğdu.

İsmi Eski Almancada ‘asil kurt’ (Adolf = Adel + wolf) anlamına gelen Adolf, akrabaları arasında kısaca ‘Adi’ ismiyle biliniyordu. (Adolf Hitler, yakın çevresiyle arasında, 1920’lerin başlarından itibaren ‘Wolf’ takma adını kullandı. Hatta bu durum Avrupa kıtasındaki çeşitli merkezlerin isimlerinde de etkili oldu. Doğu Prusya’da Wolfsschanze, Fransa’da Wolfsschlucht, Ukrayna’da Werwolf gibi.)

Yasal olarak Hitler soyadı ile dünyaya gelen Adolf’un baba tarafından gelen atalarının erkek bireyleri ‘Hiedler’ soyadına sahiplerdi. Amerikalı gazeteci William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu adlı kitabında, Hitler’in soyağacı ve soyadı konusunda şunları yazmaktadır: “Hitler’in büyükbabası, Johann Georg Hiedler, gezici bir değirmenciydi. Aşağı Avusturya’da köy köy gezerdi. 1824’te ilk evlenmesinden beş ay sonra bir oğlu oldu. Ama ne çocuk ne annesi yaşadı. On sekiz yıl sonra Duerrenthal’da çalışırken, Strones köyünden kırk yedi yaşında bir köylü kadın olan Maria Anna Schicklgruber ile evlendi. Bu evlenmeden beş yıl önce, 7 Haziran 1837’de Maria’nın gayrimeşru bir çocuğu olmuş, adını Alois koymuştu. Bu çocuk sonradan Adolf Hitler’in babası oldu. Alois’in babasının, her ne kadar kesin kanıtlar yoksa da Johann Hiedler olması ihtimali çoktu. Ne olursa olsun, Johann kadınla evlenmiş, ama bunun gibi olaylara uygulanan geleneğe aykırı olarak, çocuğu meşrulaştırmak zahmetine katlanmamıştı. Çocuk, Alois Schicklgruber olarak büyüdü. Anna 1847’de öldü, Johann Hiedler bu ölümden sonra otuz yıl ortalıktan yok oldu. Seksen dört yaşında Waldviertel’de Weitra kasabasında yeniden ortaya çıktı. Bu sefer adını Hitler diye yazıyordu. Bir noterle üç şahit huzurunda kendisini Alois Schicklgruber’in babası olarak kaydettirdi.”

Aile, 1892 yazında babalarının gümrük idaresinin başına getirilmesi nedeniyle Almanya sınırındaki Passau kasabasına taşındı. 1895 baharında aile Avusturya’ya döndü ve Hafeld’deki Rauschergut’a taşındı, böylece Hitler mayıstan itibaren Fischlham’daki tek sınıflı ilkokula devam etti. Temmuz 1897’de Lambach’a taşınmasıyla, Leonding’e taşınarak ikinci ve üçüncü sınıfı ve son olarak dördüncü sınıfı tamamladı. İyi ve zeki bir öğrenci olarak kabul edildi. 1900’den itibaren K. k. State Realschule Linz, öğrenmeye isteksiz olduğunu gösterdi ve iki kez performans hedefini kaçırdığı için bir sonraki sınıfa geçemedi. Franz Sales Schwarz’ın dini eğitimini hor gördü, sadece Leopold Pötsch’ten coğrafya ve tarih dersleri ilgisini çekti. Mein Kampf’ta (1925) Pötsch’ün olumlu etkisini vurguladı. Hitler, lise günlerinde hayatı boyunca hayranlık duyduğu Karl May’ın kitaplarını okumayı severdi. Babası onu bir devlet memuru kariyeri için seçmişti ve öğrenme konusundaki isteksizliğini sık, başarısız dayaklarla cezalandırmıştı. 1904’te annesi Hitler’i Steyr’deki ortaokula gönderdi. Orada düşük okul notlarından dolayı dokuzuncu sınıfa terfi etmedi. Geçici bir rahatsızlıktan dolayı ortaokuldan herhangi bir vasıf olmadan ayrıldı ve Linz’deki annesinin yanına dönebildi.

Linz dönemi

Hitler ilk tahsilini doğduğu kasabada yaptı. Orta tahsiline Linz şehrinde başladı. Linz’de başladığı lisede ise 1. sınıfı yeniden tekrarlamak zorunda kaldı. O sıralarda, ileride memur olmasını isteyen babasıyla zıtlaşıyor, ressam olmak istediğini söylüyordu. Sevmediği dersleri asıyor, hiç ilgilenmiyordu. İleride öğretmenlerini çok sert biçimde eleştirmiş, sadece tarih öğretmenini çok sevdiğini ve ona çok şey borçlu olduğunu belirtmiştir. Çizimlerine ve resimlerine çok güvenen Adolf, bu konudaki direnişine hiç ara vermiyordu. (I. Dünya Savaşı’na katılmasından önce, Hitler’in 2000’den fazla çizimi ve resmi vardı.)

Hitler, Kavgam’da şöyle anlatır:

« En çok tarih ve coğrafya derslerinde başarı gösteriyordum. İşte bu sıralarda “milliyetçi” oldum ve tarihin gerçek anlamını anlamayı, idrak etmeyi ve bu konuya nüfuz edebilmeyi öğrendim. Zevklerim, beni babamın hayatına benzer bir hayata itmiyordu. Konuşma yeteneğim, çocukluk arkadaşlarıma verdiğim, ikna edici ve daha doğrusu kandırıcı söylevlerle oluşmaya başladı. Kendi kendimi zor idare edebilen küçük bir lider olmuştum. Bu arada iyi bir öğrenci olduğumu da söyleyebilirim. Çalışmak bana kolay geliyordu. Boş zamanlarımda “Lambach Chanoine”lerin yanında şan dersleri takip ediyordum. »
Hitler, ressam olma konusunda inat ediyor, bir sanatçı olma hayallerinde kendisine çok güveniyordu. Sanatçılık onun için tam anlamıyla bir idealdi. Buna rağmen babasının “yaşam mücadelesi” konusundaki öğütlerinde haklı olduğunu düşünüyordu. Oğlunun güvenle para kazanabileceği iyi bir mesleğe sahip olması gerektiğine inanan babasına hak veriyordu:

« Bir vakitler kendi hayatının en büyük halkalarını oluşturan şeyin, benim tarafımdan kabul edilmemesine bir türlü akıl erdiremiyordu, işte bu yüzden babamın kararı basit, emin ve çok doğaldı. Hayat kavgasının kazandırdığı çelik gibi bir karaktere sahip olan babam, benim, daha doğrusu tecrübesiz bir delikanlının geleceği hakkında karar vermesine izin vermiyordu. Fakat sonunda iş bambaşka oldu. »
On üç yaşında tüberkülozdan babasını kaybetti (3 Ocak 1903). Daha sonra ağır bir ciğer hastalığı geçirmiş, doktorun tavsiyesiyle bir yıl kadar okuldan ayrı kalmış, sonra da maddi sorunlar nedeniyle okula geri dönememiştir. Annesine bakma sorumluluğuyla inşaatta işçi olarak çalışmaya başladı. Bu dönem boyunca çizimlerine devam etti.

« Benim için meslek problemi, tahmin ettiğimden çok daha kısa bir süre içinde çözülecekti. Çünkü, babam daha ben on üç yaşındayken ansızın öldü. Bir felç darbesi, babamı en güçlü döneminde iken yere vurdu. O dünyadaki hayatını acı çekmeden sona erdirdi. Fakat bizi büyük bir üzüntünün içine attı. Babamın en büyük isteği, oğlunu, kendisinin ilk günlerinde çektiği yokluklardan kurtarmak için bana meslek sahibi olmamda yardım etmekti. Bu isteğini gerçekleştiremedi. Fakat bilinçsiz bir biçimde benim içime, ikimizin de aklımızdan geçirmediğimiz bir geleceğin tohumlarını ekmişti. »
Okuduğu kitaplar içindeki antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) ise o zamanlar ortaya çıktı. İlk başlarda bu fikre karşı çıksa da Yahudilerin birbirlerini kültür, sanat, politika, iş hayatı gibi bütün alanlarda kayırdıklarını düşünmeye başlayınca, Yahudileri sevmemeye başladı. Kendisi bu konuyu şöyle izah eder:

« Ne zaman bir tiyatro gösterisi, bir müzik abartılırsa Yahudi yapımı bir şey olduğunu görüyordum. Bunu abartanlar da Yahudilerdi. Birçok alanı ele geçirdikleri için tüm alanlarda birbirlerini kayırıyorlardı. Güzel bir Alman yapıtı 10 üzerinden 5 alamazken Yahudi yapıtları 10 alıyordu. Bu yüzden bir antisemitist olmaya karar verdim. »

Adolf Hitler

Viyana dönemi

Annesinin hastalığı ortaya çıktığında geçim kaynakları neredeyse kurumak üzere olan Hitler, kendisine bağlanan yetim aylığıyla geçiniyordu. Bu yüzden Viyana’ya gitme kararı aldı.

« Bir çanta dolusu elbise ve çamaşırla Viyana’nın yolunu tuttum, içimde sarsılmaz bir irade vardı. Babam elli yıl önce kaderini zorlamayı başarmıştı. Babam gibi yapacaktım. Ama ben “adam” olacaktım, memur değil. »
1907 yılında başvurduğu Viyana Güzel Sanatlar Akademisi tarafından ressamlığa uygun olmadığı gerekçesi ve yeteneklerini mimarlık alanında geliştirmesi öğüdüyle reddedildi. Adolf, bu öğüdü yerine getirmeyi çok istemesine rağmen bunun için teknik alt yapısı ve lise diploması olması zorunluydu.

On dokuz yaşına geldiğinde annesini göğüs kanserinden dolayı kaybetti (21 Aralık 1907). Annesiyle hep ayrı bir bağı olduğundan söz eder ve o öldüğünde babasının ölümünden daha fazla üzüldüğünü anlatır. Annesinin ölümünden sonra, Hitler’in tek isteği Güzel Sanatlar Akademisi’ne girebilmekti.

« Babama saygı ile bağlanmıştım, annemi ise sevmiştim. »
1908’de bir kez daha başvurduğu akademinin, onu yeniden reddetmesinin ardından umutlarını da yitirmiş bir şekilde tamamen parasız kaldı. Yetim maaşının kendi payına düşen kısmını da kardeşi Paula’ya veren Hitler, 21 yaşındayken halasından kalan az miktardaki miras parasının da bitmesiyle 1909’da evsizler yurduna yerleşti. Posta kartlarından kopyaladığı manzara resimlerini, dükkânlara ve turistlere satarak geçinmeye çalışan Hitler, 1910 yılında, çalışan fakir adamların kaldığı bir eve yerleşti.

« Nihayet on dört on beş yaşıma geldiğimde siyasetten bahsedildiği sıralarda Yahudi kelimesini duymaya başladım. Bu sözler ben de az da olsa bir itiraz etme duygusu uyandırıyordu. Mezhepler dolayısıyla çıkan kavga ve çekişmeleri gördüğüm vakit içimde nahoş hisler kabarıyordu.
Alman ile Yahudi arasındaki farkın sadece dinler arasında olduğunu zannediyordum. Hatta sürekli zulümlere hedef olmalarını, din farkına veriyor ve bu yüzden de kendilerine antipati beslemiyordum.

İşte kafam bu düşüncelerle dolu olarak Viyana’ya geldim. O günlerde Viyana′da iki milyon kişi yaşıyordu ve bu nüfusun iki yüz bini Yahudi idi. İşte ben bunun farkında değildim. İlk günlerde gözlemlerim ve düşüncelerim, yeni değer ve fikirlerin giriştikleri hücuma pek o kadar karşı koyacak kuvvette değildi. Nihayet içimde ağır ağır sükunet ortaya çıkmaya başladığı ve bu hummalı hayaller açıklığa kavuştuğu sıralarda, Yahudi meselesi ile burun buruna geldiğim an ki, etrafımı çepeçevre saran dünyaya çok daha dikkatli bakmaya başladım.

Yahudi meselesi ile karşılaşmamdaki şekil bana pek hoş gelmedi. Ben o sıralarda Yahudi’yi sadece başka bir dine mensup bir kimse olarak kabul ediyordum. Dini çekişmelerden ve dini inanışlardan çıkan her türlü düşmanlığı, hoşgörü ve insaniyet adına daima kınamaktan da kendimi alamıyordum. Bu arada Viyana’nın Yahudi aleyhtarı basınının tutumu da bana medeni bir milletin örf ve geleneklerine yakışmaz gibi geliyordu. »
Hitler Viyana’dayken, ilk kez içinde Doğu Avrupa’daki birçok Ortodoks Yahudi (Hitler’e göre ırkçı teorilerle karışık, geleneksel dinci ve önyargılı, geniş bir Yahudi kitlesi) için antisemitist düşünceler barındırmaya başladı. Zamanla Lanz von Liebenfels’in ırk ideolojileri ve antisemitizm hakkındaki yazılarından ve Viyana Belediye Başkanı, aynı zamanda Hristiyan Sosyal Partisinin kurucusu ve tarihin en şiddetli demagoglarından Karl Lueger ve pan-Cermenist Georg Ritter von Schönerer gibi politikacıların yarattığı polemiklerden etkilendi. Daha sonra Kavgam (Mein Kampf) adlı kitabında, dine bağlı antisemitizm karşıtlığından, nasıl tam tersi bir zemine (antisemitizmi ırkçı zeminde desteklemeye) geçiş yaptığını anlattı.

Adolf Hitler

Münih dönemi

Babasından kalan mal varlığının son parçasıyla Mayıs 1912’de, Münih’e gitti. Her zaman gerçek Almanya’da yaşamak istemişti. Mimariyle ve Houston Stewart Chamberlain’ın yazılarıyla daha da ilgilenmeye başladı.

Hitler Yahudileri, kendi tanımladığı ari ırkın doğal düşmanları olduğunu iddia etmeye başladı ve Avusturya’daki krizden de onları sorumlu tuttu. Aynı zamanda kendi antisemitizmini Marksizm karşıtlığı ile birleştirerek sosyalizmin ve özellikle de liderleri arasında birçok Yahudi bulunduran Bolşevizmin keskin hatlarını tanımladı. Almanya’nın uğradığı askeri bozgundan 1917 Devrimlerini sorumlu tutarak Yahudileri Alman İmparatorluğu’nun askeri yenilgisinin ve sonuç olarak ortaya çıkan ekonomik problemlerin de suçlusu kabul etti.

Çokuluslu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Parlamentosundaki oturumları uzunca bir süre inceledikten sonra, demokratik parlamenter sistemin aşağılığına ve bayağılığına ilişkin sabit bir inanç geliştirdi. Bu da kendi politik görüşlerinin temelini biçimlendirdi.

« 1912 yılının baharında Münih’e gittim, sanki yıllarca orada oturmuşum gibi şehir bana hiç yabancı gelmedi, incelemelerim beni defalarca bu Alman sanatının merkezine götürmüştü. Münih bilinmezse Almanya görülmüş sayılamayacağı gibi, Münih tanınmadıkça Alman sanatı hakkında da bir fikre sahip olunamaz. »
Münih’e gitmesi, bir süreliğine Avusturya’daki askerlik görevinden de kaçmasını sağladı fakat sonrasında Avusturya ordusu tarafından tutuklandı. Yapılan fiziksel inceleme ve pişmanlık savunması sonrasında askerlik için elverişsiz sayıldı ve Münih’e dönmesine izin verildi. Buna rağmen Ağustos 1914’te Almanya I. Dünya Savaşı’na girdiğinde acilen Bavyera Kralı III. Ludwig’den Bavyera alayında savaşmak için izin ricasında bulundu. İsteği kabul edildi ve Hitler gönüllü olarak Bavyera ordusuna katılmış oldu.

Askerlik

Hitler, Batı Cephesi’nde Albay Julius List komutasındaki 16. Bavyera Yedek Piyade Alayı’na (“List Alayı”) verilmiştir. Birinci Ypres Muharebesi, Somme Muharebesi, Arras Muharebesi ve Passchendaele Muharebesi’ne katılmıştır. Fransa ve Belçika’da, 16. Bavyera Yedek Alayı karargâhında haberci olarak aktif hizmette bulunan ve düşman ateşine maruz kalan Hitler, yanındaki diğer askerlerin aksine yemeklerden ya da zor koşullardan asla şikayet etmedi. Bunun yerine sanat ya da tarih hakkında konuşmayı tercih eden Hitler, şiirler yazdı, ordu gazetesi için bazı karikatürler ve eğitsel çizimler yaptı. Görevini yaparken gösterdiği sürati ve başarısı nedeniyle ilki Aralık 1914’te İkinci Sınıf Demir Haç ve diğeri de 4 Ağustos 1918’de ve onbaşı düzeyindeki bir askere nadir olarak verilen bir onur olan Birinci Sınıf Demir Haç olmak üzere iki askeri nişan aldı. Madalyaya onu aday gösteren subayın –Teğmen Hugo Gutmann– Yahudi olması ironik bir rastlantıdır. 18 Mayıs 1918’de Siyah Yara Rozeti aldı.

Hitler alayı terk etmek istememesine rağmen, gene de ‘liderlik özelliklerinin yeterli çerçevede olamadığı’ gerekçesiyle rütbesi yükseltilmedi. Bazı kaynaklara göre ise yükseltilmemesinin asıl nedeni Alman vatandaşı olmamasıydı. Alay karargâhındaki görev mevkisi çokça tehlike içermesinin yanı sıra ona sanat çalışmalarını sürdürmesi için de zaman veriyordu. Ekim 1916’da Fransa’nın kuzeyinde bacağından yaralanan Hitler, Mart 1917’de ön saflardaki görevine geri döndü.

15 Ekim 1918’de savaşın sona ermesinden kısa bir süre önce, Hitler zehirli gaz saldırısından dolayı geçirdiği geçici körlük nedeniyle, savaş meydanındaki askerî hastaneye götürüldü. David Lewis ve Bernhard Horstmann gibi bazı psikologlara göre ise bu geçici körlüğün sebebi geçirdiği bir histeri kriziydi. Hitler, hayatının amacının Almanya’yı kurtarmak olduğuna iyice ikna olmuştu.

Uzun zamandır Almanya’ya hayran olan Hitler, hâlâ Alman vatandaşı olmamasına rağmen savaş sırasında da tutkulu bir vatansevere dönüştü. Alman ordusu hâlâ düşman topraklarını tutmaktayken, Kasım 1918’de Almanya’nın teslim olmasıyla şoka uğradı. Birçok Alman milliyetçisi gibi o da savaş alanında değil masada yenilmelerini tasvir eden ‘sırtından bıçaklanma efsanesine’ inandı. Buna neden olan politikacılar daha sonra ‘Kasım Hainleri’ olarak adlandırıldılar.

Tanıklara göre, Hitler subaylara karşı itaatkar davrandı. Onlara hiç itiraz ve sitem etmedi. Bir asker olarak kötü muamele yemekten asla şikayet etmedi. Tanıklara göre, sigara veya içki içmedi, asla arkadaşlarından ve ailesinden bahsetmedi, genelevleri ziyaret etmekle ilgilenmedi. Genellikle sığınağın bir köşesinde saatlerce kitap okuyarak, düşünerek veya resim yaparak oturdu.

Adolf Hitler

Siyasete girişi

Thule Cemiyeti ile Guido von List Cemiyetine katılımı

Viyana’da komşusu olan Dietrich Eckart vasıtasıyla Adolf Josef Lanz ile 1914’te tanışan Hitler aynı yıl List Cemiyetine üye oldu. Nitekim, Hitler’in kişisel kütüphanesindeki okültik kitapların II. Dünya Savaşı sonrasında muhafaza edildiği ABD Kongre Kütüphanesi’ndeki kitaplarından yazarı Guido von List olan Deutsch-Mythologische Landschaftsbilder adlı kitabın üzerinde Sevgili Armanen Kardeşim Adolf Hitler’e ithafı mevcuttur. Armanen tabirinin ilk olarak Guido von List tarafından ortaya atılmış olması ve sadece List Cemiyeti üyelerine ithafen yazılmasından ötürü Hitler’in List Cemiyetine üye olduğu düşünülmektedir.

I. Dünya Savaşı’ndan 2 yıl sonra Adolf Hitler, 31 Mart 1920 tarihinde ordudan aldığı resmî emirle sivil hayata geçti. Ünlü tarihçiler Alan Bullock ve Ian Kershaw’ın ortaya çıkarttığı ve resmî olarak da bilindiği gibi Hitler aynı gün Münih’te ünlü Thierschstrasse adlı konuttaki 41 numaralı odaya taşındı. Bu odanın hemen yanında ise Thule Cemiyetinin kurucusu Baron Sebottendorf’un sahibi olduğu ve daha sonra Hitler’in üzerine hibe ettiği dönemin Almanya’daki en popüler milliyetçi gazetesi olan Völkischer Beobachter’ın ofisi bulunmaktaydı. Hitler, Sebottendof’la Münih’te bizzat tanıştıktan sonra önce Alman İşçi Partisine, daha sonra ise 555-7 üye numarasıyla Thule Cemiyetine katıldı.

Alman İşçi Partisine katılması

Hitler Münih Devrimi’ne katılmış ve bir ara sosyalist bir aktivist olmuştur. Daha sonra Yüzbaşı Karl Mair başkanlığındaki Bayerische Reichswehr Gruppennkommando Nr.4’te, yani Bavyera ordusunun istihbarat şubesinde eğitim alıp karşı devrim eylemlerinde bulunmuştur.

I. Dünya Savaşı’ndan ve Alman mağlubiyetinden sonra Hitler, hiçbir resmî eğitimi ve iş kariyeri olmadığı için mümkün olduğunca uzun süre için ordu içinde kalmaya çalıştı. Hitler bu sıralarda 1914’ten beri dostluk kurduğu ve manevi babası olarak tanımladığı Dietrich Eckart vasıtasıyla Nazilerin baş öğretmen olarak tanımladıkları Rudolf von Sebottendorf’un kurduğu ve Nazizm’in doğduğu Thule Cemiyetine üye oldu ve kısa bir süre sonra Nazilerin okültik lider olarak tanımladığı Adolf Josef Lanz’ın 1905–1917 yılları arasında yayınladığı Ostara dergisini okumaya ve beyaz ırkın üstün olduğu düşüncesi, antisemitizm ve antikomünizm fikirlerine sahip olmaya başladı.

Kış mevsimini Avusturya sınırı yakınlarında Traunstein’daki esir kampında gardiyanlık yaparak geçirdi. 1919’un ilkbaharında Münih’e döndü. Münih’te kısa süren Sovyet rejiminin sorumlularını incelemek amacıyla, 2. Piyade Alayı tarafından kurulmuş olan tahkikat komisyonuna bilgi topluyordu. Hizmetlerinden dolayı Ordu bölge komutanlığındaki Siyasi Şube Basın ve Haberler Bürosu’nda kendisine yeni bir iş verildi. Ordu, tutucu görüşlerini yaymak amacıyla askerler için siyasi eğitim kursları açtı. Hitler bu kurslardan birinin dikkatli bir öğrencisiydi. Bir gün derste Yahudiler için iyi bir kelime kullanılınca hemen derse müdahale etti ve tam tersine Yahudileri kötüleyen uzun bir nutuk çekti. Bu sırada Yahudiler üzerine çektiği nutuktan üstleri çok memnun kaldılar ve onu Münih alayına Bildungsoffizier (eğitim subayı) tayin ettiler. Başlıca görevi, tehlikeli fikirlerle, barışçılıkla, sosyalizmle ve demokrasi ile savaşmaktı. Böylece Hitler, söz söyleme yeteneğini denemek fırsatını elde etti. Çünkü söz söylemek, kendi görüşüne göre, başarılı politikacılığın ilk şartıydı.

1919 yılının Eylül ayında bir gün Ordu Siyasi Şubesi’nden bir emir aldı: Münih’te Rudolf von Sebottendorf’un kurduğu Thule Cemiyeti tarafından kurulan Alman İşçi Partisi adında küçük bir siyasi grubu inceleyecekti. Hitler, incelemeye memur edildiği partinin toplantısındaki konuşmacılardan birini tanıyordu. Bir hafta önce, ordu eğitim kurslarının birinde, Gottfried Feder adında bir inşaat mühendisinin konferansını dinlemişti ve bu konferanstan çok memnun kalmıştı. Feder’in bu parti toplantısındaki konuşması bittikten sonra Hitler kalkıp gidecekti. Bu sırada bir profesör ayağa kalktı ve Feder’in ileri sürdüğü fikirlerin doğru olup olmadığını ele aldı. Bavyera’nın Prusya’dan ayrılmasını, Avusturya ile birlikte bir Güney Alman ulusunu teşkil etmesini teklif etti. Bu fikir o sıralarda Münih′te çok yaygındı. Ama bu fikrin burada açıklanması Hitler’i çok kızdırdı ve ayağa kalkarak verdiği cevap o kadar sert oldu ki dinleyiciler şaşkın yüzleriyle bu bilinmeyen genç konuşmacıya bakarken, profesör salondan çıkıp gitmişti. Dinleyicilerden biri Hitler’in yanına koştu ve eline küçük bir broşür sıkıştırdı. Bu kişi demircilik işi ile uğraşan Anton Drexler’di. Drexler’e nasyonal sosyalizmin siyasi teşkilatlanma açısından gerçek kurucusu denilebilir.

Hitler, ertesi gün kendisine gönderilen Alman İşçi Partisine kabul edildiğini bildiren bir kartı alınca çok şaşırdı. Hitler aslında kendi partisini kurmak istiyordu. Bu yüzden bu fikrini bir mektup ile bildirmek üzereyken içinde bir merak uyandı ve çağrıldığı komite toplantısına gitmeye ve kendilerine neden partilerine katılmak istemediğini şahsen anlatmaya karar verdi. Toplantıya gitti ve iyi karşılandı fakat katılmama isteğini söyleyemedi. Toplantıdan sonra kışlasına döndü. İki gün boyunca uzun uzadıya düşündü ve sonra bu tanınmamış partiye katılmaya karar verdi. Adolf Hitler böylece mühendis Gottfried Feder ve altı kişi tarafından kurulmuş olan Alman İşçi Partisi (Deutsche Arbeiterpartei, DAP) isimli bir partiye yedinci üye olarak katıldı.

Hitler, 1920 yılının başlangıcında partinin propagandasını eline aldı. 24 Şubat 1920’de Alman İşçi Partisinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei, NSDAP) olarak değiştirildi. NSDAP’nin taraftarlarına komünistler ve sosyal demokratlar tarafından küçümseme maksadıyla kısaca “Nazi” ismi verildi.

Sebottendorf, Thule’nin Almanya’daki en büyük propaganda aracı olan ve sahibi olduğu Völkischer Beobachter gazetesini Thule Cemiyeti riyasetine katılan ve Führer olarak seçtiği Hitler’in üzerine devretti. Bu arada Joseph Goebbels bu gazetenin tamamen parti bülteni hâlini almasını sağladı. Gazetede partisinin fikirlerini açıklayan makaleler yayımladı. Gazetenin patronu olan Hitler, partinin üst basamaklarına kadar ilerleyip 29 Temmuz 1921’de liderlik makamına geldi.

Parti 25 maddelik bir program hazırladı. Bu programın ilk maddesi Almanya’yı Versay Antlaşması’nın getirdiği güçsüzlükten kurtarmaktı. Sonra da Hitler 1926’da taktik nedenlerden ötürü, bu maddeleri değişmez ilan etti. Alman vatandaşlığının yalnız Alman kanını taşıyanlarda olması gerektiği önemli başlıklardan biriydi.

Birahane Darbesi ve Mein Kampf

Benito Mussolini’nin Roma Yürüyüşü’nü taklit ederek 8-9 Kasım 1923’te Münih’teki Bavyera hükûmetini devirmeye yönelik Birahane Darbesini düzenledi. Düzenli orduya karşı paramiliter birlikler oluşturmak ve meşru yönetimi yıkmak suçundan yargılanmaya başladı. 1 Nisan 1924’te 5 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. O dönem Tibet’te araştırmalar yapan Rudolf von Sebottendorf Ekim 1924’te Almanya’ya döndü. Sebottendorf’un 4 Ekim 1924’te Bavyera Halk Mahkemesi hakimlerinden Georg Neithardt’a yazdığı 4 sayfalık mektubun akabinde bilindiği gibi 20 Aralık 1924 günü hakim Neithardt’ın da kararıyla Hitler Bavyera Halk Mahkemesi tarafından kamu düzeni ve halk için tehlike oluşturmadığı ve meşru yönetimi devirmeye yönelik faaliyetlerde bulunan paramiliter teşkilatlarla bağlantısı olmadığı gerekçesiyle serbest bırakıldı.

Bu dönemde Rudolf Hess aracılığıyla Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabı yazan Hitler, hapisteyken otobiyografisini ve fikirlerini içeren bir kitap yazmış olması neticesinde, kendisine partinin geleceğe dönük hedeflerini topluma açıklayabilme olanağı sundu. Kitap, partinin bundan sonraki faaliyetlerine yön verdi. Hitler hapisten çıktıktan sonra partiyi yeniden düzene soktu. Partisi 1929 yılına kadar başarısız oldu. Ancak Dünya Ekonomik Krizinden sonra daha fazla oy kazanabildi (1929). 1930 seçimlerinde %18 oy ile SPD’den sonra ikinci büyük parti oldu. Hitler’in oyları Katoliklerden çok Protestanlardan, şehirlilerden çok kırsal kesimden ve işçilerden çok orta-üst tabakadan geldi.

Adolf Hitler

İktidara yükselişi

1925’te kendi isteği ile Avusturya vatandaşlığından çıkan Hitler hâlen Alman vatandaşı değildi ve seçimlere adaylığını bile koyamaması tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Bu onun için büyük bir sorundu. 25 Şubat 1932’de Brunswick Devleti’nin nasyonal sosyalist olan İçişleri Bakanı, Hitler’i Berlin’deki Brunswick temsilciliğine Ataşe tayin ettiğini açıkladı. Bu komik manevra ile Hitler otomatik olarak bir Brunswick ve dolayısıyla Alman vatandaşı oldu ve Almanya Cumhurbaşkanlığına adaylığını koymaya hak kazandı. Bu engeli kolaylıkla atlatan Hitler kendisini büyük bir enerjiyle seçim kampanyasına attı. 13 Mart 1932’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine NSDAP’nin adayı olarak katılan Hitler’in rakipleri, 1925’ten beri Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan bağımsız aday Paul von Hindenburg, KPD’nin adayı Ernst Thälmann ve Stahlhelm/DNVP’nin adayı Theodor Duesterberg idi. Hitler seçimlerde 11.339.446 oy aldı, bu sayı %30.1’e tekabül etti. Karşısındaki en güçlü rakibi olan Hindenburg ise 18.651.497 oy aldı. Hindenburg’un aldığı oylar %49.6’ya tekabül etti, buna rağmen Cumhurbaşkanlığını çok ufak bir farkla (%0.4) kaçırmış oldu ve seçim ikinci tura kaldı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu 10 Nisan 1932’de gerçekleştirildi. Hitler bu turda 13.418.547 (%36.8) oy aldı. Hindenburg ise 19.359.983 oy aldı ve %53’lük bir oran elde ederek Cumhurbaşkanı seçildi. Hitler, bu seçimlerden ikinci olarak ayrıldı.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden birkaç ay sonra, 31 Temmuz 1932’de, parti üçüncü kez genel seçime katıldı. Seçim sonuçlarından yine parlamentoda çoğunluğu sağlayabilen bir parti çıkmadı. Toplam oyların %37’sini alan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, parlamentoda çoğunluğu sağlayamamakla birlikte en çok sandalye sayısına sahip partiydi.

1933 yılının Ocak ayında, komünistlerin bir genel grevle tüm ekonomiyi işlemez hâle getirerek bir “devrimci durum” yaratacakları ya da ülkede iç savaş çıkacağı konusundaki endişeler o derece derinleşmişti ki, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg Hitler’i, Katolik Merkez Partisi ile koalisyon kurarak istikrarlı bir hükûmet teşekkül ettireceği umuduyla şansölye atadı. Ancak Katolik Merkez Partisi ile bir anlaşma sağlanamadı. Buna karşın medya patronu Alfred Hugenberg’in liderlik ettiği Alman Ulusal Halk Partisinin (DNVP) desteğini alan Hitler, bu partiyle koalisyon kurdu.

Reichstag Yangını

27 Şubat 1933 akşamı Reichstag’ta bir yangın çıktı. Bu yangının NSDAP’nin polis örgütü olan Gestapo tarafından başlatıldığı da iddia edilmesine rağmen polis soruşturması daha çok komünistler üzerinde yoğunlaştı. Ertesi gün Hitler Hindenburg’a, anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran bir kararname imzalattı. İzleyen günlerde NSDAP ve DNVP dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durduruldu.

Hitler 5 Mart 1933 tarihinde ülkeyi yeniden bir genel seçime götürdü. Seçim kampanyası sırasında endüstri, finans ve sigorta devlerinden büyük miktarda mali destek sağladı. 5 Mart 1933 seçimlerinde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisinin oyları %44 düzeyine çıktı. Nasyonal sosyalist olmayan Alman Ulusal Halk Partisinin ve diğer milliyetçi veya muhafazakâr partilerin oyları düşmüş olmakla birlikte, parlamentoda çoğunluk sağlanabiliyordu.

Yetki Kanunu

Seçimlerin hemen ertesinde parlamentodan bir “yetki kanunu” çıkartıldı. Bu kanun, Reichstag’ın tüm yetkilerini dört yıl süre ile kabineye devrediyor ve çalışmalarına bu süre için ara veriyordu. Ancak böyle bir kanun için parlamentoda üçte iki çoğunluk kararı gerekmektedir. Bu çoğunluk kararının nasıl sağlandığı Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi tutanaklarına da geçmiştir. Oylamanın yapılacağı gün parlamento SA tarafından kuşatılmış, bazı sosyal demokrat parlamenterler içeri alınmamıştır. Zaten 81 komünist parlamenter de seçimlerden önce gözaltına alınmıştı.

Adolf Hitler, 21 Mart 1933 tarihinde Potsdam’daki Garnizon Kilisesi’nde düzenlenen bir törenle göreve başladı. “Potsdam Günü” (Tag von Potsdam) adıyla anılacak bu olay, nasyonal sosyalist hareket ile eski Prusya elitleri ve ordu arasındaki birliği göstermek için yapıldı. Hitler bir frak giymiş hâlde ortaya çıktı ve alçak gönüllülükle Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’u selamladı.

23 Mart 1933 günkü parlamento oturumunda “Halkta ve İmparatorlukta Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Yasa” (Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reich) adındaki yetki tasarısı kabul edildi. Almanya’da parlamenter demokrasi böylece sona erdi. Yeni nasyonal sosyalist rejimin politik düzenlemeleri doğrultusunda, Alman halkının en önde gelen temsilcisi hâlini alan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi tarafından Üçüncü Reich ilan edildi. Artık gerçek seçim yapılmayacak ve parlamento üyelerini Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi seçecekti. Hitler’in geniş yetkilere sahip olduğu Führer makamının meşru temeli, yalnızca bu yetki yasasıdır. Parlamentonun kendisine geniş yetkiler sunmasının sonucunda Hitler, 23 Mart 1933’ten sonra Alman İmparatorluğu’nun tek lideri oldu. Parlamentonun ya da günlük işlerde Cumhurbaşkanı Hindenburg’un baskısından kurtuldu ve onu etkisiz bıraktı. Çünkü bu kararnameyle yasama ve yürütme erklerini eline almıştı. 1933 senesi içerisinde çıkarılan yasalar aracılığıyla diğer partileri yasakladı. Kendisini, Almanların yanılmaz büyük lideri ilan etti ve Alman halkının bir kısmı da onu destekledi. Bundan sonra Almanya, ölümüne kadar Hitler’in peşinden gitti.

Hitler halka, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtaracağına söz verdi ve bu yolda çalışmalarına başladı. Almanya’da aşırı artış gösteren işsizliği savaş hazırlığı için kullanarak iş sahası oluşturdu. Ülke genelinde büyük otobanlar inşa ettirdi. Naziler, Büyük Buhran’ın ortasında iktidara geldi. O dönemde işsizlik oranı %30’a yakındı.1938’de Almanya’da işsizlik ortadan kalktı. Nazilerin iktidara geçişinden (1933) II. Dünya Savaşı’nın başlangıç yılına (1939) kadar Almanya’da haftalık kazançlar reel olarak %19 arttı. 1933 yılında 56 olan sanayi üretimi, 1938 yılında 144’e çıktı. Hitler liderliğindeki Nazilerin iktidara geldiği 1933 yılından itibaren Almanya ekonomisi üzerindeki gelişmeler ve Hitler’in izlediği ekonomi politikaları günümüzde dahi olağanüstü başarı olarak değerlendirilmektedir.

2 Ağustos 1934’te Paul von Hindenburg öldü. Bunun üzerine Hitler Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlendi. Onun Cumhurbaşkanlığı makamına yükselişinin halkın onayına sunulması için 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum düzenlendi (Volksabstimmung über das Staatsoberhaupt des Deutschen Reichs).

Referandumun sonucunda %89.93 “evet” oyu çıkarak Hitler’in Cumhurbaşkanı olmasına, bununla birlikte Şansölyelik görevini de sürdürmesine halk tarafından onay verildi.

Adolf Hitler

Uzun Bıçaklar Gecesi

Hitler iktidarının ikinci yılında pek çok üst düzey SA elemanının öldürülmesini emretti. 30 Haziran 1934ʼü 1 Temmuz 1934ʼe bağlayan gece en az 85 kişi SS subayları tarafından katledildi. Hitler’in ordunun güvenini kazanmak için böyle bir emir verdiği ileri sürülmektedir. Operasyondan sonra Hitler ordu üzerinde tam otorite kurmayı başarmış, önce Avrupa, sonra da dünya fethi için güçlü bir Alman ordusu yaratma hazırlıklarına hız vermiştir. Tarihçiler tarafından Üçüncü Reich için bir dönüm noktası olduğu ileri sürülmektedir.

Nazi Almanyası

İç politika

Antisemitizm ve öjeni

Hitler, ülkedeki bütün aksaklıkların nedeni olarak Yahudileri ve Çingeneler gibi bazı azınlıkları gösteriyordu. Alman halkının bir kısmını bu ve benzeri demagojik söylemlerine inandırmayı başararak büyük destek aldı. Almanya’yı ekonomik anlamda Yahudi sermayesinden arındırmanın yanı sıra politik ve kültürel alanlardan da defetmek için harekete geçti.

Yahudileri toplama kamplarında topladı. Çalışabilecek durumda olanlar ayrıldıktan sonra diğerleri gaz odalarında öldürülüp cesetleri fırınlarda yakıldı. Bu faaliyetler sadece Almanya’da değil, daha sonra işgal edilen bütün ülkelerde de gerçekleştirildi. Bu şekilde Avrupa’da milyonlarca Yahudi öldürüldü.

Hitler’in erken öjeni politikaları Brandt Operasyonu adlı bir programda fiziksel ve gelişimsel engelli çocukları hedef aldı ve daha sonra ciddi zihinsel ve fiziksel engelli yetişkinler için bir ötanazi programı onaylandı, şimdi T4 Operasyonu olarak anılacaktır.

İktisat politikası

Hitler, iktidara gelmesinin hemen ardından Alman ekonomisinin düzenlemesini hedef almıştır. Gerek I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasının, gerekse de 1929 yılındaki genel ekonomik buhranın sonucunda Alman ekonomisi ciddi sıkıntılar içindeydi. Yaşanan hiperenflasyon, aşırı boyutlara varan işsizlik ve bunlara bağlı olarak sanayideki kapasite düşüklüğü, Hitler’in izlediği ekonomi politikalarıyla kısa sürede kontrol altına alınmıştır.

Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılını izleyen yıllardaki Alman ekonomisinde gözlenen gelişmeler, çoğu kez Hitler’in olağanüstü başarısı olarak kabul edilir. Hitler’in iktidarın tüm kontrolünü ele geçirmesinin hemen ardından tüm sendikalar kapatılmış, tüm çalışanlar bir “işçi birliği” çatısı altında toplanmış, işçi aidatları, genel bütçeye aktarılmıştır. Ücret artışları ve bunun sonucu olan grev olasılığının kalktığı ekonomide, doğal olarak bir istihdam artışı yaşanmıştır. İş gücü maliyetinin düşmesi ve iş dünyasındaki barış ve istikrar, iş gücü talebini artırmıştır. Teknolojik ve askeri alanlarda büyük yatırımlar yapmıştır.

Dış politika

Vatikan ile işbirliği sağlanması

Adolf Hitler Katolik bir ailede dünyaya gelmişti. Onun bir Katolik olarak yaşayıp öldüğü iddia edilse de, bu kesin bir ihtimal değildir. Çünkü Alman ırkının üstünlüğünü kutsayan, ulusal mitlerle süslü, Cermen topluluklarına ait Hristiyanlık öncesi pagan inanışlarını benimsemiş olabileceği ihtimali üzerinde de durulmaktadır. Hitler’in dinî inancı ne olursa olsun, onun döneminde Almanya’nın politik çıkarları gereği Vatikan’la olan ilişkileri hep olumlu yönde olmuştur.

Yeniden silahlandırma (16 Mart 1935)

Alman ekonomisinin canlandırılmasının ardından Hitler, izleyeceği dış politikanın temelini oluşturan askeri stratejisini hayata geçirmeye yönelmiştir. Bu stratejinin ilk adımında Alman kara, deniz ve hava kuvvetlerinin, Versay Antlaşması ile getirilen sınırlamalardan kurtulmasını sağlamıştır. Bunun sonucunda büyük tonajlı savaş gemileri ve denizaltı, zırhlı kara savaş araçları üretimine geçilmiş, kara ordusunun mevcudu artırılmıştır.

Almanya-Britanya Donanma Antlaşması (18 Haziran 1935)

Almanya’nın yeniden silahlandırmasını önlemek için Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya, 11-14 Nisan 1935 tarihleri arasında Stresa’da görüşmüş ve Stresa Cephesi oluşturulmuştur. Fakat 18 Haziran’da Birleşik Krallık, Almanya ile anlaşarak Birleşik Krallık Donanmasının toplam tonajının %35’e (420.595 ton) kadar denizaltı dışındaki savaş gemilerine sahip olmasını kabul edince Stresa Cephesi çökmüştür.

Anti-Komintern Paktı (25 Kasım 1936)

Japonya Büyükelçiliği Askerî Ataşesi Korgeneral Hiroshi Ōshima ile nasyonal sosyalist Almanya’nın Abwehr Başkanı Wilhelm Canaris’in girişimleriyle 25 Kasım 1936 tarihinde Komintern’in uluslararası komünizm hareketinin kendi ülkelerine bulaştırmamak için Anti-Komintern Paktı imzalanmıştır.

Anschluss (12 Mart 1938)

Avusturya’nın ilhakı (Anschluss) 12 Mart 1938’de Hitler’in hayalindeki Büyük Almanya’yı oluşturma çabalarının ilk adımı olmuştur.

Avusturya’nın ilhakını (Almancadaki karşılığı Anschluss) Versay Antlaşması gereği 15 yıldır Milletler Cemiyetinin kontrolünde olan Saar bölgesinin Almanya’ya verilmesi, Çekoslovakya’nın Südet bölgesinin Almanya’ya verilmesi, Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgali ve en sonunda Polonya’nın işgali takip etti.

İlhaka giden yolun başlangıcı Almanya’nın yasa dışı Avusturya Nasyonal Sosyalist Partisinin Avusturya tarafından tanınması ve hükûmet ortaklığının kabul edilmesi yolundaki baskıları oluşturdu. 1938’de Avusturya Şansölyesi Kurt Schuschnigg, bağımsızlığı korumak ümidiyle son bir hamle yaparak Almanya’yla birleşme ya da bağımsızlık üzerine bir referandum yapmaya karar verdi. O zaman Almanya Schuschnigg’e iktidarı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisine devretmesi için baskı yaptı. Bu çok iyi planlanmış darbe sonucu Avusturya Nasyonal Sosyalist Partisi Viyana’da 11 Mart’ta kontrolü ele geçirince Alman orduları Avusturya’ya girdiğinde hiçbir direnişle karşılaşmadı. Avusturya’nın ilhakına uluslararası tepki yumuşak oldu. Versay Antlaşması’na göre Avusturya ve Almanya’nın birleşmesi yasaklanmıştı ve bunu gözetmekle görevli I. Dünya Savaşı’nın İtilaf Devletleri sadece diplomatik protesto ile yetindiler. Bağımsız Avusturya ancak II. Dünya Savaşı sona erdiğinde yeniden ortaya çıkmıştır.

Münih Konferansı (29-30 Eylül 1938)

Hitler’in ikinci stratejik hedefi, Almanca konuşan nüfusun yaşamakta olduğu bölgelerin, Alman topraklarına katılmasıdır. Bu stratejik evrenin adımları, 12 Mart 1938’de, Avusturya’nın ilhak edilmesiyle başlamıştır. Ardından ikinci adım olarak Çekoslovakya toprakları içindeki Südet bölgesidir. Hitler’in baskısıyla 29 Eylül 1938 günü imzalanan Münih Antlaşması’yla Südet bölgesi Almanya’ya veriliyor. Konferans; Alman, İtalyan, İngiliz ve Fransız başbakanlarının katıldığı, Çekoslovakya’nın temsilci bulundurmadığı bir antlaşmadır. Antlaşmanın hayata geçirilmesi konusunda Hitler, hiç zaman kaybetmemiştir. 1 Ekim 1938’de yine silah kullanılmaksızın, uluslararası anlaşmalara dayanılarak nüfusunun %50’den fazlasını Almanların oluşturduğu Südet bölgesi Almanlarca işgal edilecektir. 15 Mart 1939’da ise Çekoslovakya’nın kalanını da topraklarına ekleyeceklerdir. Fransa ve İngiltere, buna sessiz kalmışlardır. Çünkü Avrupa çapında yeni bir savaş istemiyorlardı. Çek endüstrisinin Almanya’ya katılmasıyla, Almanya’nın savaş hazırlıklarını daha da kolaylaştırmıştır.

Adolf Hitler

II. Dünya Savaşı

Hitler, Wehrmacht’ı güçlendirdikten sonra ideolojisi gereği Alman milleti için oluşturması gereken “Lebensraum”un temellerini atmaya başladı. Öncelikle Avusturya ile birleşimi (Anschluss) gerçekleştirdi. Hemen ardından Münih Antlaşması ile Südet bölgesini elde etti. Daha sonra antlaşmaya uymayarak Çekoslovakya’nın geri kalanını müttefiki Macaristan ile işgal etti. Litvanya’dan Memel bölgesini istedi ve aldı. En son yapılması gereken Doğu Prusya ile ana toprakların birleştirilerek Prusya’nın toprak bütünlüğünün garanti altına alınması idi. 23 Ağustos 1939 tarihinde Sovyetler ile anlaşarak ortak bir şekilde Polonya’nın ve Doğu Avrupa’nın bölüşülmesini sağladı. 1 Eylül akşamı Danzig şehrinin Almanya’ya ilhakı için Polonya’ya bir nota verdi ve nota reddedildi. Bunun üzerine Hitler Polonya’ya askerî müdahalede bulundu. İlerleyen süreçte Birleşik Krallık ve Fransa da Almanya’ya savaş ilan etti, böylece II. Dünya Savaşı fiilen başlamış oldu.

Japonya ile ittifak

Şubat 1938’de, yeni atanan dışişleri bakanı, güçlü bir şekilde Japon yanlısı Joachim von Ribbentrop’un tavsiyesi üzerine Hitler, Çin Cumhuriyeti ile Çin-Alman ittifakını sona erdirerek bunun yerine daha modern ve güçlü Japonya İmparatorluğu ile ittifaka girdi. Hitler, Mançurya’daki Japon işgali altındaki devlet olan Mançukuo’nun Almanya tarafından tanındığını duyurdu ve Almanların Japonya’nın elindeki Pasifik’teki eski kolonileri üzerindeki iddialarından vazgeçti. Hitler, Çin’e silah sevkiyatına son verilmesini emretti ve Çin Ordusu ile çalışan tüm Alman subaylarını geri çağırdı. Misilleme olarak, Çinli General Chiang Kai-shek Almanları birçok Çin hammaddesinden mahrum bırakarak tüm Çin-Alman ekonomik anlaşmalarını iptal etti.

Polonya

Almanya, 1 Eylül sabahı herhangi bir savaş ilanı olmaksızın Polonya’ya saldırdı. Alman planına göre Batı Cephesi’nden kaydırılan birlikler sayesinde 1 ay içinde Polonya işgal edilecek ve hemen ardından ordu bütün gücünü batıya çevirecekti. Savaş boyunca Wehrmacht generallerinin kullandığı Blitzkrieg taktiklerinin ilk örnekleri Polonya’da görülmüştür. Kısa sürede Alman birlikleri Varşova’yı ele geçirmiştir. Ülkenin doğusunu ise Almanlar ile anlaşan Sovyetler ele geçirmiştir.

“Sarı durum” ve “kırmızı durum”

Almanya Polonya’yı ele geçirdikten sonra askeri güç ve yığınağını batıya kaydırdı. Ancak Müttefik generalleri arasında Almanya’nın saldırıp saldırmayacağı veya Fransa’ya saldırırsa nereden saldıracağı tam olarak kestirilemiyordu. Almanlar ise ikinci bir Marne Bozgunu yaşamamak için deniz kıyısından saldırmayı öngören Schlieffen Planı’nı tekrar kullanmayacaktı. Alman Genelkurmayı Müttefikler’e kendilerinin yenileştirilmiş bir Schlieffen Planı’nı kullandıklarını düşündürmek için Hollanda’yı da işgal bölgesine kattı. Ancak esas vurucu darbe Ardenler bölgesinden saldıracak zırhlılardı. Nitekim Müttefikler Ardenler bölgesindeki ormanlık alanın herhangi bir zırhlı saldırısını engelleyeceğini veya kısıtlayacağını düşünüyordu. Ancak planlar boşa çıktı. BEF ve Fransız ordusu 20 günde Almanlara yenildi. BEF ve Fransa’ya ait 1.400.000 kadar askeri İngiltere’ye esir olmaktan Dunkerque Tahliyesi’yle kurtardı. Bunun üzerine zaten bir çıkarmaya sert bir şekilde direnecek olan Birleşik Krallık ana topraklarının güvenliğini sağladı. Kısa bir süre sonra Fransız ordusu teslim oldu ve işbirlikçi Vichy Fransası kuruldu.

Barbarossa Harekâtı

Almanya, sırası ile Polonya, Danimarka-Norveç, Fransa cephelerinde galip geldikten sonra Çelik Paktı’ndan askeri bir darbe ile ayrılan Yugoslavya’ya bir cezalandırma saldırısı uyguladı, ardından işgal etti. Daha sonra müttefiki İtalya Krallığı ile savaşta olan Yunanistan’ı Bulgaristan ile birlikte işgal etti. Hitler, I. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinde Alman komünistlerin büyük etkisi olduğunu düşünüyor ve Sovyetler’in ise esas kışkırtıcı olduğunu ima eden hareketlerde ve konuşmalarda bulunuyordu. Başarısız Birahane Darbesi sonrasında cezaevinde iken yazdığı politik görüşlerini öne süren Kavgam’da açık açık Alman ırkının yaşayabilmesi için “Lebensraum”unu doğuya doğru genişletmesi gerektiğini söylemiştir. Stalin ise pek çok sorunu görmezden gelerek Müttefikler’in de kibirli davranışları sonucu Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzalamış ve Nazi Almanyası ile birlikte Doğu Avrupa’yı işgal etmişti. Ancak Hitler tarafından Kızıl Ordu’nun bazı sorunları Kış Savaşı sırasında ortaya çıkmıştı.

Viyana Diktası ile Romanya’da faşist bir yönetim kurulmuş olan Bulgaristan ise Yunan Makedonyası ile Dobruca’nın bir kısmı karşılığı Mihver Devletleri safında savaşa girmişti. Finlandiya ise Kış Savaşı ile aksak bir barışa sahip ve kaybettiği toprakları geri almak ister bir durumda idi. Ayrıca Kızıl Ordu’nun agresif hareketleri sürekli sınır ülkelerinde daha radikal hükûmetlere yol açıyordu. Alman ordusu kısa sürede Doğu Cephesi’ne bütün gücünü yığdı. 1941 yazı sonunda bir savaş ilanı olmaksızın ilk Alman birlikleri Sovyetler’e saldırdı ve dört sene sürecek olan Doğu Cephesi Savaşları başladı.

Afrikakorps ve İtalya Cephesi

Almanya’nın müttefiki İtalya, Libya’da başlarda İngilizlere karşı başarı alıyormuş gibi gözükse de daha sonradan Libya’nın çok önemli mevkilerinden birini kaybetmiş ve başarısızlığa uğramıştı. Bunun üzerine Alman Genelkurmayı İtalya’ya yardım etme kararı aldı. Esasen Afrikakorps efsanevi komutan Erwin Rommel ile başarılı olsa da sürekli desteklenen İngiliz Ordusu -ki Afrikakorps öncelikli bir cephede değildi, öncelik Doğu Cephesi’ndeydi- ve Japonya ile imzaladığı antlaşma gereği Almanya’nın Pearl Harbor baskınından sonra ABD’ye savaş ilan etmiş olmasıyla ve bunun sonucu ABD’nin Vichy Fransası’na saldırmasıyla sıkıştı. Ayrıca İngilizlerin, Almanların Enigma şifreleme sistemini çözmesi ile Afrika’ya göndereceği yardımların güzergâhı ve saati önceden biliniyor ve Kuzey Afrika limanlarına ulaşamadan Akdeniz’deki hakim konumdaki İngiliz donanmasınca imha ediliyordu. Belli bir süre sonra ise Tunus üzerinden Sicilya ve Güney İtalya’nın savunmasına atandı. Ancak Müttefikler başarılı Sardinya, Anzio ve Sicilya çıkarmalarından sonra Roma’ya doğru ilerlemeye başlayınca İtalyan Hükûmeti kayıtsız şartsız teslim oldu. Buna rağmen yenilen İtalyan Ordusu’nun artıkları Roma’nın kuzeyinde bazı savunma hatları kurdular. Savaş burada durgun bir şekilde geçti.

Normandiya

Amerika’nın savaşa girmesi güç dengelerini değiştirmişti. Müttefikler İtalya’da savaşı kazanmış, ancak Almanya’ya karşı gerçekçi bir ilerleme kazanmamış hatta durdurulmuştu. Kara Avrupası’na farklı noktalardan saldırılması gerekiyordu. Başlarda yaklaşan Sovyet işgaline karşı Balkanlar’a bir çıkarma düşünüldüyse de daha sonra Fransa’da karar kılınmıştır. 1944 yılı yazında Müttefikler Normandiya Kıyıları’ndan dört sahilden çıkarma yapmış, Caen ve Cherbourg gibi bölgelere ise hava indirme tümenleri ile saldırmışlardı. Kanlı mücadelelerden Sonra Alman Ordusu Müttefik ordusunu Alsas-Loren ve Belçika sınırlarında durdurabildi. Ardenler gibi belli başlı karşı taarruzlarda bulunabilse de tam anlamıyla bir yenilgi aldı ve Almanya’nın insan ve kaynak gücü tükendi. Müttefikler yavaş yavaş Almanya’yı batıdan işgal etmeye başladı. Hitler’in 1944’teki Normandiya Çıkarması’na yanıt vermekte gecikmesi, Müttefiklere sahili güvence altına almak için gerekli zamanı verdi.

Sovyet ilerleyişi ve Berlin Muharebesi

Doğu Cephesi’nde dengeler, Almanya’nın İtalya’da ve Fransa’da savaşa girmesi ile değişti. Değişen dengeler sonucunda Sovyetler hızlı bir ilerlemeye başladı. Stalingrad’da esir düşen asker sayısının da fazla olması nedeniyle Alman Ordusu güçsüz bir konuma geldi. Sırasıyla Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya taraf değiştirdi. Yugoslavya topraklarında ise partizan gruplar belli başlı bölgelerde yönetimi ele geçirdiler. 1945 baharında ise Sovyet birlikleri Polonya’yı ele geçirdi ve Pomeranya’da ilerlemeye başladı. Ocak 1945’te Almanya’nın çoğu harap durumdayken, Hitler radyoda şunları söyledi: “Kriz şu anda ne kadar vahim olursa olsun, her şeye rağmen bizim değişmez irademiz tarafından yönetilecektir.” 16 Nisan’da başlayan Berlin Muharebesi 2 Mayıs’ta sonuçlandı. Reichstag’da Sovyet bayrağı dalgalanıyordu. Hitler 30 Nisan 1945’te intihar ederek yaşamına son vermişti.

Adolf Hitler

Kişisel özellikleri

Hitler’in genel olarak ele alınan en önemli özelliği insanları çabuk etkileyebiliyor olmasıydı. Bu, nasyonal sosyalizm propagandasıyla birleştirilerek halka sunuluyordu. Hitler’in üstün bir insan olduğu lanse ediliyor, konuşmalarındaki tavırlarıyla bunu, onu dinleyen kitleye hissettirmeye çalışıyordu. Çoğu NSDAP yöneticisinin onu saplantılı bir biçimde benimsemesi ve bu yöneticilerin halkla bir araya geldiklerinde kendi iç yapılarının Hitler’e bağımlı olduğunu bariz şekilde göstermesi yapılan propagandanın etkilerindedir. Nazi Almanyası Hava Kuvvetleri Komutanı olan Hermann Göring, Hitler için şöyle demiştir: Ben vicdansız biriyim. Benim vicdanım Adolf Hitler’dir.

Mimik ve jestlerini ustaca kullanan Hitler, konuşmalarında hangi hareketleri yapacağına saatlerce çalışır ve bunları fotoğraflarla kayıt altına alırdı.
Hitler, mücadeleci bir kişilik sergilemeye çalışıyor ve üstün niteliklere sahipmiş izlenimi vermek için vücut dilini etkin bir biçimde kullanıyordu. Sert bakışlar, ani hareketler ve uzun konuşmalar propaganda amacı ile yapılan ayrıntılardı. Kendisini yanılmaz, hata yapmaz bir lider olarak göstermeye çalışıyor, eskiden savunduğu görüşleri hâlen sıkı sıkıya savunduğunu belirtiyordu. Goebbels onun için şöyle demiştir: Führer hiç değişmez. Çocukken nasılsa şimdi de öyledir.

Saplantılarla dolu hayatında sanata çok önem vermiş, özellikle resim konusunda kendisini otorite olarak kabul etmiştir. Annesinin ölümünden sonra sulu boya resimler yaparak otel odalarında yaşadığı biliniyor, kazandığı parayla müzeleri geziyor, umarsızca parasını tüketiyordu.

Opera müziğine saplantılı derecede hayrandı. Gençliğiyle ilgili anılarında anlatmış olduğuna göre, harçlığının bir kısmını düzenli aralıklarla operaya gitmek için harcamaktaydı. Alman opera bestecisi Richard Wagner’a tutkuyla bağlıydı. Hitler’in Wagner takıntısı 12 yaşında başladı. Besteci, onun üzerinde oldukça etkili olmuştu. Adolf Hitler, kitabı Kavgam’ın ilk bölümünde şöyle yazmıştı: 12 yaşıma geldiğimde, hayatımdaki ilk operayı gördüm, Lohengrin. Bir anda bağımlısı oldum. Bavyera Ustası (Richard Wagner) için olan gençlik coşkum sınır tanımıyordu.

Ölümsüzlük hissi Hitler’in başka bir saplantısıdır. Bu fikre, ondan önce doğan kardeşlerinin ölmüş olması yüzünden kapılmış olabilir. Diğerleri ölürken kendisinin hayatta kalması özel olduğu hissini uyandırmıştır. Kendisini ilahi koruma altında görmesini sağlayan dayanaklardan biri de I. Dünya Savaşı’nda cephedeyken içinden bir sesin yerinden kalkıp başka bir yere gitmesini söylemesidir. Bu içsel sesten sonra bir bombanın terk ettiği cepheye düşmesi ve oradaki arkadaşlarının ölmesi inandığı düşünceyi saplantılı hâle getirmesine sebep olmuştur. Hitler’e 42 kez suikast girişiminde bulunulmuştur. Bunların çoğundan aldığı ufak yaralarla kurtulmayı başarmıştır.

Ölümü

Savaş sonucunda Almanya’nın yenilgisinin kesinleşmesi ve ümitsizliğin iyice artması üzerine 30 Nisan 1945’te Berlin’de eşi Eva Braun’la birlikte intihar etmeye karar verirler. Kendilerini bir odaya kaparlar ve önce Eva Braun içinde siyanür bulunan bir kapsülü ısırır ve zehir saniyeler içinde etkisini gösterir, hemen ardından ise Hitler bir siyanür kapsülünü ısırır ve eş zamanlı olarak tabancayla sağ şakağına ateş eder. (Hitler’in çene kemiğinde hiçbir barut kalıntısı tespit edilmedi, bu da Hitler’in ağzından bir kurşun yarasıyla ölmediğini göstermektedir.) Kendi isteğiyle Führerbunker bahçesinde benzinle cesetleri, bombaların neden olduğu bir çukura yerleştirilip yakılmıştır. Hitler’in bunu istemesinin sebebinin Sovyet ordusu tarafından yakalanıp teşhir edilmek istememesi olduğu iddia edilmektedir. İntihar etmeden önce yanındaki generallere “Cesedimi Rusların eline asla vermemelisiniz, beni Moskova’da heykel yaparlar.” demiştir.

Rus güçleri içeri girip cesetleri bulduğunda ise diş kayıtlarıyla yapılan otopside teşhis edilen Hitler’in ve Eva Braun’un cesetleri, bir çeşit türbe hâline gelmelerini önlemek için bir süre dolaştırıldıktan sonra, gizli Sovyet departmanı SMERSH tarafından Magdeburg’daki yeni başmerkezlerinde gömüldü. 4 Nisan 1970’te bir Sovyet KGB ekibi tarafından, Magdeburg’da bulunan SMERSH’in tesisinde bulunan mezardan Hitler ve Braun’un kalıntılarını çıkarılarak tamamen yakıldı ve külleri Elbe Nehri’nin bir kolu olan Biederitz nehrine döküldü.

Hitler, ölümünün ardından yıkıma devam edilmesi için emirler bırakmış ve vasiyetnamesinde diğer NSDAP liderlerini görmezden gelerek Karl Dönitz’i Almanya cumhurbaşkanı, Joseph Goebbels’i de Almanya şansölyesi olarak göstermişti. Buna rağmen Joseph Goebbels ve eşi Magda Goebbels de 1 Mayıs 1945’te intihar etti.

Adolf Hitler

Vasiyeti

Hitler, iki vasiyetnamesinden ilki olan siyasi vasiyetnamesinde “Almanya’nın bütün milletler ve Alman ulusu için zehir gibi tehlikeli olan Yahudileri ve Bolşevizm’i kovalamaktan asla vazgeçmemesi” gerektiğini belirtmekteydi. Hitler’e göre Almanya’nın geleceğini tartışmasız bu olgu belirleyecekti. Hitler, savaşa girmekte haklı olduğunu savunuyor ve yenilgiden “korkak ve yalancı” olmakla itham ettiği generalleri sorumlu tutuyordu. İkinci vasiyeti olan özel vasiyetnamesinde ise tüm hayatı boyunca topladığı sanat eserleriyle doğduğu şehir olan Linz’de bir müze kurulmasını istedi. Tüm şahsi mallarını partiye, eğer parti kalmamışsa devlete bıraktığını ifade etti.

Özel hayatı

Aile

Hitler, kendisini tamamen siyasi misyonuna ve millete adamış, ev hayatı olmayan bekâr bir adam olarak kamusal bir imaj yarattı. 1929’da sevgilisi Eva Braun ile tanıştı ve her ikisi de intihar etmeden bir gün önce 29 Nisan 1945’te onunla evlendi. Eylül 1931’de üvey yeğeni Geli Raubal, Münih’teki dairesinde Hitler’in silahıyla intihar etti. Günümüz söylentileri arasında arasında Geli’nin kendisiyle romantik bir ilişki içinde olduğu ve ölümünün derin, kalıcı bir acı duyduğu söylentileri vardı. Hitler’in küçük kız kardeşi ve yakın ailesinin yaşayan son üyesi Paula Hitler, Haziran 1960’ta öldü.

Din üzerine görüşleri

Hitler, Katolik bir anne ve antiklerikal görüşleri olan bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi; Hitler evden ayrıldıktan sonra bir daha asla kiliseye veya ayinlere katılmadı. Albert Speer, Hitler’in kiliseye karşı siyasi arkadaşlarına saldırdığını ve kiliseyi hiçbir zaman resmi olarak terk etmemiş olmasına rağmen, kiliseye bağlı olmadığını belirtir. Hitler’in, organize bir dinin yokluğunda insanların gerici olduğunu düşündüğü mistisizme döneceğini hissettiğini ekliyor. Speer’e göre Hitler, Japon dinî inançlarının veya İslamın Almanlar için “uysal ve gevşek” Hristiyanlıktan daha uygun bir din olacağına inanıyordu.

Tarihçi John S. Conway, Hitler’in temelde Hristiyan kiliselerine karşı olduğunu belirtir. Bullock’a göre, Hitler Tanrı’ya inanmıyordu, antiklerikal görüşteydi ve Hristiyan etiğini küçümsüyordu çünkü onun tercih ettiği “en güçlünün hayatta kalması” fikrine aykırıydılar. Protestanlığın kendi görüşlerine uyan yönlerini tercih etti ve Katolik Kilisesi’nin hiyerarşik organizasyonunun, ayinlerinin ve deyimlerinin bazı unsurlarını benimsedi. Hitler kiliseyi toplum üzerinde önemli bir siyasi muhafazakar etki olarak gördü ve kilise ile “acil siyasi amaçlarına uygun” stratejik bir ilişki benimsedi. Halk arasında Hitler, Yahudilere karşı savaşan bir “Aryan İsa”ya inandığını iddia etse de, Hristiyan mirasını ve Alman Hristiyan kültürünü sıklıkla övdü. Hristiyanlık yanlısı söylemlerine karşı, Hristiyanlığı “saçmalık” ve “yalanlara dayanan saçmalık” olarak tanımlayan ifadeleriyle çelişiyordu.

ABD Stratejik Hizmetler Ofisi’nin (OSS) “Nazi Master Plan” adlı raporuna göre, Hitler, Reich içindeki Hristiyan kiliselerinin etkisini yok etmeyi planladı. Nihai hedefi Hristiyanlığın tamamen ortadan kaldırılmasıydı. Bu hedef, Hitler’in hareketini erken dönemde bilgilendirdi, ancak o, bu aşırı pozisyonu alenen ifade etmenin uygunsuz olduğunu gördü. Bullock’a göre Hitler, bu planı uygulamadan önce savaşın bitmesini beklemek istemişti.

Speer, Hitler’in Heinrich Himmler’in ve Alfred Rosenberg’in mistik fikirlerine ve Himmler’in SS’i mitolojileştirme girişimine olumsuz bir bakış açısına sahip olduğunu yazdı. Hitler daha pragmatikti ve tutkuları daha pratik kaygılara odaklandı.

Hitler, Hristiyanlığın yanı sıra ateizmi de eleştirdi.

Sağlığı

Araştırmacılar çeşitli şekillerde Hitler’in irritabl bağırsak sendromu, deri hastalıkları, düzensiz kalp atışı, koroner skleroz, Parkinson hastalığı, Frengi, dev hücreli arterit ve Kulak çınlamasından muzdarip olduğunu öne sürdüler. 1943’te OSS için hazırlanan bir raporda, Harvard Üniversitesi’nden Walter C. Langer, Hitler’i “nevrotik bir psikopat” olarak tanımladı. Tarihçi Robert G. L. Waite, 1977 tarihli The Psychopathic God: Adolf Hitler adlı kitabında, borderline kişilik bozukluğundan muzdarip olduğunu öne sürer. Tarihçiler Henrik Eberle ve Hans-Joachim Neumann, Parkinson hastalığı da dahil olmak üzere bir dizi hastalıktan muzdarip olmasına rağmen, Hitler’in patolojik sanrılar yaşamadığını ve kararlarının her zaman tamamen farkında ve dolayısıyla sorumlu olduğunu düşünüyorlar. Hitler’in tıbbi durumuyla ilgili teorileri kanıtlamak zordur ve bunlara çok fazla ağırlık vermek, Nazi Almanyasının birçok olayını ve sonuçlarını bir bireyin muhtemelen bozulmuş fiziksel sağlığına atfetme etkisine sahip olabilir. Ian Kershaw, Holokost ve II. Dünya Savaşı için yalnızca bir kişiye dayanarak dar açıklamalar peşinde koşmak yerine, hangi sosyal güçlerin Nazi diktatörlüğüne ve politikalarına yol açtığını inceleyerek Alman tarihine daha geniş bir bakış açısının daha iyi olduğunu düşünüyor.

1930’larda bazen Hitler, 1942’den itibaren tüm et ve balıklardan kaçınarak esas olarak vejetaryen diyetini benimsedi. Sosyal etkinliklerde bazen misafirlerinin etten uzak durmalarını sağlamak amacıyla hayvanların katledilmesi ile ilgili grafik anlatımlara yer verdi. Özel sekreteri Martin Bormann, Hitler’e düzenli olarak taze meyve ve sebze tedariki sağlamak için Berghof yakınlarında (Berchtesgaden yakınlarında) bir sera inşa ettirdi.

Hitler vejetaryen olduğu dönemde alkol içmeyi bıraktı ve bundan sonra sadece çok nadiren sosyal ortamlarda bira veya şarap içti. Yetişkin hayatının çoğunda sigara içmiyordu, ancak gençliğinde çok sigara içiyordu (günde 25 ila 40 sigara); sonunda alışkanlığını “para kaybı” olarak nitelendirerek sigarayı bıraktı. Alışkanlığı kırabilecek herkese altın bir saat hediye ederek yakın arkadaşlarını sigarayı bırakmaya teşvik etti. Hitler, 1937’den sonra ara sıra amfetamin kullanmaya başladı ve 1942’nin sonlarında bağımlı hâle geldi. Speer, bu amfetamin kullanımını Hitler’in giderek artan düzensiz davranışına ve esnek olmayan karar verme sürecine bağladı (örneğin, cephelerde nadiren askeri geri çekilmelere izin veriyordu, Normandiya Çıkarması’na yanıt vermekte gecikti).

Savaş yıllarında özel doktoru Theodor Morell tarafından 90 ilaç reçete yazılan Hitler, kronik mide sorunları ve diğer rahatsızlıklar için her gün birçok hap alıyordu. Düzenli olarak amfetamin, barbitüratlar, opiatlar ve kokain ile potasyum bromür ve atropa belladonna tüketiyordu. 20 Temmuz 1944’te kendisine yapılan suikast girişiminde patlayan bomba sonucu kulak zarı yırtıldı ve bacaklarından 200 ağaç kıymığı çıkarıldı. Hitler’in haber filminde sol elinde titreme ve savaştan önce başlayan ve hayatının sonlarına doğru kötüleşen yürüyüşü görülmektedir. Ernst-Günther Schenck ve hayatının son haftalarında Hitler ile tanışan diğer birkaç doktor da kendisine Parkinson hastalığı teşhisi koymuştur.

Eylül 1944’te Otto Skorzeny, Wolfsschanze’de Hitler ile bir araya geldi ve savaşın Hitler üzerinde belirgin bir baskı oluşturduğuna dikkat çekti:

“ Başkomutan’ın ortaya çıkışıyla derinden sarsıldım, onu en son bir önceki sonbaharda gördüğümde nasıl göründüğünü hatırladım. Eğildi ve çok daha yaşlı görünüyordu, sesinde yorgun bir ton vardı. Bir hastalığa yakalanıp yakalanmadığını merak ettim. Sol eli o kadar şiddetli titriyordu ki, ayağa kalktığında sağ elini tutmak zorunda kaldı.

Hitler’in Parkinson hastası olduğu iddiasına karşı çıkan uzmanlar da bulunmaktadır.

Adolf Hitler

Mirası

Hitler’in intiharı günümüzde bir “büyünün” kırılmasına benzetilir. Hitler’e halk desteği, o öldüğü zaman çökmüştü ve çok az Alman onun ölümünün yasını tuttu; Ian Kershaw, sivillerin ve askeri personelin çoğunun ülkenin çöküşüne alışmakla ya da herhangi bir çıkar elde edemeyecek kadar savaştan kaçmakla meşgul olduğunu savunuyor. Tarihçi John Toland’a göre, nasyonal sosyalizm, lideri olmadan “bir balon gibi patladı.” Temmuz 1952’de, tüm Batı Almanya’nın yüzde 24’ü hala Hitler hakkında iyi bir fikre sahipti.

Hitler’in eylemleri ve Nazi ideolojisi neredeyse evrensel olarak son derece ahlaksız olarak kabul edilir; Kershaw’a göre, “Tarihte hiçbir zaman böyle bir yıkım -fiziksel ve ahlaki- tek bir adamın adıyla ilişkilendirilmemiştir.” Hitler’in siyasi programı, yıkılmış ve fakir bir Doğu ve Orta Avrupa’yı geride bırakarak bir dünya savaşına yol açtı. Almanya, Stunde Null (Sıfır Saat) olarak nitelendirilen toptan yıkıma uğradı. Hitler’in politikaları, daha önce görülmemiş bir ölçekte insanların acı çekmesine neden oldu; R.J. Rummel’e göre, Nazi rejimi, tahminen 19,3 milyon sivilin ve savaş esirinin öldürülmesinden sorumluydu. Ayrıca, II. Dünya Savaşı’nın Avrupa Cephesi’ndeki askerî harekât sonucunda 28,7 milyon asker ve sivil öldü. İkinci Dünya Savaşı sırasında öldürülen sivillerin sayısı, savaş tarihinde eşi benzeri görülmemişti. Tarihçiler, filozoflar ve politikacılar Nazi rejimini tanımlamak için sıklıkla “kötü” kelimesini kullanırlar. Birçok Avrupa ülkesi hem Nazizmin teşvik edilmesini hem de Holokost inkârını suç saymıştır.

Tarihçi Friedrich Meinecke, Hitler’i “tarihsel yaşamda kişiliğin tekil ve hesaplanamaz gücünün en büyük örneklerinden biri” olarak tanımladı. İngiliz tarihçi Hugh Trevor-Roper, onu “tarihin ‘korkunç basitleştiricileri’ arasında, en sistematik, en tarihsel, en felsefi ve yine de dünyanın şimdiye kadar gördüğü en kaba, en acımasız, en az yüce lideri olarak gördü. Tarihçi John M. Roberts’a göre, Hitler’in yenilgisi, Almanya’nın hâkim olduğu bir Avrupa tarihinin sonunu getirdi. Onun yerine, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer NATO ülkelerinin hakim olduğu Batı Bloku ile Sovyetler Birliği’nin hakim olduğu Doğu Bloku arasında küresel bir çatışma olan Soğuk Savaş ortaya çıktı. Tarihçi Sebastian Haffner, Hitler ve Yahudilerin yerinden edilmesi olmadan modern İsrail ulus devletinin var olamayacağını iddia ediyor. Hitler olmasaydı, eski Avrupa etki alanlarının ve sömürgeciliğin kaldırılmasının erteleneceğini iddia ediyor. Dahası, Haffner, Büyük İskender dışında, Hitler’in de nispeten kısa bir zaman aralığında geniş çapta dünya çapında değişikliklere neden olması açısından karşılaştırılabilir diğer tarihsel figürlerden daha önemli bir etkiye sahip olduğunu iddia ediyor. Adolf Hitler istatistiklere göre Nasıralı İsa’dan sonra hakkında en çok yayın yapılmış kişidir.

Propaganda

Hitler siyasi kariyeri boyunca birçoğu Leni Riefenstahl tarafından yapılan ve modern film yapımcılığının öncüsü olarak kabul edilen bir dizi propaganda filminde yer aldı ve rol aldı. Hitler’in propaganda filmi gösterileri arasında şunlar yer alıyor:

Der Sieg des Glaubens (İnancın Zaferi, 1933)
Triumph des Willens (İradenin Zaferi, 1935)
Tag der Freiheit: Unsere Wehrmacht (Özgürlük Günü: Silahlı Kuvvetlerimiz, 1935)
Olympia (1938)

İlgili belgeseller

  • ‘Leni’ Riefenstahl, ‘Sieg des Glaubens’, (1933) Fragman 12 Eylül 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Leni’ Reifenstahl, ‘Triumph des Willens’, (1935) Fragman 25 Mart 2008 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Leni’ Riefenstahl, ‘Tag der Freiheit – Unsere Wehrmacht’, (1935) Fragman 30 Eylül 2007 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Leni’ Riefenstahl, ‘Olympia I: Fest der Völker’, (1938) Fragman 19 Şubat 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Leni’ Riefenstahl, ‘Olympia II: Fest der Schönheit’, (1938) Fragman 12 Eylül 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Das Dritte Reich – in Farbe (Third Reich in Colour)’, (TV, 1998)
  • ‘Sie wollten Hitler töten’, (TV, 2004)
  • ‘Hitler – Eine Bilanz’, (TV, 2005)
  • ‘Kıyamet: Hitler’in Yükselişi’
  • ‘Kavgam’ (belgesel)
  • ‘Hitler: Öldüren Karizma’

BÜLENT ECEVİT

Mustafa Bülent Ecevit (28 Mayıs 1925 – 5 Kasım 2006); Türk gazeteci, şair, yazar ve siyasetçidir. Eski Türkiye başbakanı, çalışma ve sosyal güvenlik bakanı, devlet bakanı ve başbakan yardımcısı. 1974–2002 yılları arasında dört kez Türkiye başbakanlığı görevini üstlenmiştir. 1972–1980 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanlığında, 1987–2004 yılları arasında ise Demokratik Sol Parti genel başkanlığında bulunmuştur. 1961–1965 yılları arasında İsmet İnönü tarafından kurulan hükûmetlerde çalışma bakanı olarak yer almıştır. Ecevit, 20 Temmuz 1974 tarihinde ilk Kıbrıs Harekâtı’nı, 14 Ağustos 1974 tarihinde ise “Ayşe tatile çıksın.” parolasıyla ikinci harekâtı başlatmıştır. 1999 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesini sağlamıştır. Anne tarafından dedesi olan Medine Harem Şeyhi Hacı Emin Paşa’dan kendisine kalan Medine’deki yüklü mirası 2005 yılında Türk hacılarının yararlanması koşuluyla devlete, Diyanet İşleri Başkanlığına bağışlamıştır.

Siyasi kariyerine CHP’de başlayan Ecevit, ilk defa 1957 genel seçimlerinde CHP Ankara milletvekili olarak Meclise girmiştir. 1972 yılında istifa eden İsmet İnönü’nün yerine genel başkanlığa seçilmiştir. Genel başkanlığı sırasında partisi 1973 genel seçimlerinde %33,3 oy almıştır. 1974 yılında genel başkanlığını Necmettin Erbakan’ın yaptığı Millî Selamet Partisi ile kurduğu koalisyon hükûmetinde ilk defa başbakanlık görevini almıştır. Başbakanlık döneminde 1974 yılında Kıbrıs Harekâtı yapılmıştır. 10 ay süren bu koalisyon hükûmeti Ecevit’in istifasıyla dağılmıştır. 1977 genel seçimlerinde parti, oy oranını %41,4’e çıkarmıştır. Bu oy oranı, sol görüşlü bir partinin çok partili siyasal yaşamda kazandığı en yüksek oy oranı olarak tarihe geçmiştir. 1978 yılında yeni bir hükûmet kurarak tekrar başbakan olmuştur. 1979 yılında ara seçimlerde başarısızlığa uğrayınca görevden çekilmiştir.

Ecevit, 12 Eylül Darbesi sonrası diğer bütün partilerin ileri gelenleriyle birlikte 10 yıl siyaset yasaklıları kapsamına alınmıştır. Siyasal yasağı devam ederken eşi Rahşan Ecevit’in başkanlığında Demokratik Sol Parti kurulmuştur. 1987 yılında yapılan referandumla siyasal yasağı kaldırılınca (%50,16) DSP’nin başına geçmiştir. 1987 Türkiye genel seçimlerinde partisinin milletvekili çıkaramaması üzerine aktif siyasetten ve genel başkanlıktan ayrılacağını açıklamıştır. Ancak 1989’da aktif siyasete dönmüştür. 1999’da kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonunda yeniden başbakanlık koltuğuna oturmuştur. 2002 Türkiye genel seçimlerinde partisi baraj altında kalmış ve seçilememiştir. 2004 yılında yapılan DSP 6. Olağan Kurultay ile aktif siyaseti bırakmıştır. 5 Kasım 2006 pazar günü dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu ölmüştür.

Bülent Ecevit

Özel yaşamı

Ailesi

Mustafa Bülent Ecevit, 28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul’da doğdu. Mustafa ismi, Huzur-u Hümayun hocalarından dedesi Kürdizade Mustafa Şükrü Efendi’den kaynaklanmaktadır. Babası, Kürdizade Mustafa Şükrü Efendi’nin oğlu Kastamonu doğumlu Fahri Ecevit, Ankara Hukuk Fakültesinde adli tıp profesörüydü. (15 Ocak 1945 tarihli Ecevit’in AÜ DTCF öğrenci kimlik cüzdanındaki nüfus cüzdan suretine göre baba adı Fahrettin, gene 5 Mayıs 1951 tarihli AÜ DTCF talebe hüviyet cüzdanındaki nüfus cüzdan suretine göre baba adı Mehmet Fahrettin, öte yandan babasının 31 Ekim 1951 tarihli Yeni Sabah gazetesindeki ölüm ilanında Prof. Dr. Fahri Ecevit, ayrıca babasının kullandığı kartvizitte Pr. Dr. Fahri Ecevit.) Fahri Ecevit daha sonra siyasete girerek 1943-1950 yılları arasında CHP’den Kastamonu milletvekilliği yaptı. İstanbul doğumlu olan annesi Fatma Nazlı ise ressamdı.

Osmanlı döneminde Suudi Arabistan’da kutsal toprakların koruyucusu olarak görev yapan Mekke Şeyhülislamı Hacı Emin Paşa, Ecevit’in anne tarafından büyük dedesiydi. Ecevit’in annesi vefat ettiği için miras kendisine kalmıştır. Mirasla ilgili öteden beri bilgi sahibi olan Ecevit, mirasa sahip olma adına herhangi bir girişimde bulunmamıştı. Ecevit’in basına yaptığı açıklamayla kamuoyunun haberdar olduğu miras yaklaşık 110 dönümlük bir arazi ve bu arazilerdeki taşınmazlardan oluşuyordu. Miras kalan topraklar Mescidi Nebevi bölgesinin 99 dönümlük kısmını oluşturuyordu. Medine Mahkemesi tarafından yapılan gayriresmî değer tespitinde, gayrimenkule 11 milyar değer biçilmişti. Davanın avukatlarından Alphan Altınsoy da arsaların toplam değerinin 2 milyar doları bulduğunu belirtmişti. Ecevit, ömrünün son zamanlarında miras yoluyla sahip olduğu serveti Türk hacıların faydalanması için bağışlamıştı. Ecevit’in bu davranışı ilk bakışta popülist gayelerle yapılmış bir davranış gibi görülebilirdi ancak Ecevit böyle bir mirasa sahip olduğunu ve bunu da Diyanete bağışladığını açıkladığında politikada aktif değildi.

Eğitimi

Bülent Ecevit, 1944 yılında Robert Kolejinden mezun oldu. Önce Ankara Hukuk Fakültesi, sonra da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Filolojisi bölümüne kayıt yaptırmasına rağmen yükseköğrenimine devam etmedi. İngiltere’de bulunduğu yıllarda Londra Üniversitesine kayıt yaptırdı. Burada İngiliz dili ve edebiyatı, Sanskritçe, Bengalce ve sanat tarihi üzerine eğitim aldı ancak eğitimini tamamlamadı.

Çalışma hayatı

Bülent Ecevit, çalışma hayatına 1944’te Basın Yayın Genel Müdürlüğünde çevirmenlik yaparak başladı. 1946-1950 yılları arasında Londra Elçiliğinin Basın Ataşeliğinde kâtip olarak çalıştı. 1950 yılında Cumhuriyet Halk Partisinin yayın organı olan Ulus gazetesinde çalışmaya başladı. 1951-52’de yedek subay olarak askerliğini yaptıktan sonra yeniden gazeteye döndü. Ulus gazetesi Demokrat Parti tarafından kapatılınca Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinde yazar ve yazı işleri müdürü olarak görev yaptı. 1955 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Kuzey Karolina eyaletinin Winston-Salem kentinde, The Journal and Sentinel’de konuk gazeteci olarak çalıştı. 1957’de Rockefeller Foundation Fellowship Bursu ile yeniden ABD’ye gitti, Harvard Üniversitesinde sekiz ay sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yaptı. Bu sırada Ecevit’in “Hocam” diye bahsettiği Henry A. Kissinger, Harvard Üniversitesi rektörü idi. Harvard’da 1957 yılında, 1950-1960 arasında verilen antikomünizm seminerlerine Olof Palme, Bertrand Russell gibi kişilerle birlikte katıldı.

1950’lerde Forum dergisinin yazı işleri kadrosunda yer aldı. 1965’te Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazdı. 1972’de aylık “Özgür İnsan”, 1981’de haftalık “Arayış”, 1988’de aylık “Güvercin” dergilerini çıkarttı.

Evliliği

1946 yılında okuldan arkadaşı Zekiye Rahşan Aral ile evlendi. Bülent Ecevit’in vefatından 14 yıl sonra eşi Rahşan Ecevit, 17 Ocak 2020 tarihinde ölmüştür.

Siyasal yaşamı

Cumhuriyet Halk Partisi

Ulus gazetesinde başlayan siyasete ilgisi, Bülent Ecevit’i 1954 yılında CHP Çankaya Ocağına kaydolmaya itti. İlk olarak Gençlik Kolları Merkez Yönetim Kurulunda görev aldı. 32 yaşında, İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in adaylığını devretmesiyle, 27 Ekim 1957 seçimlerinde CHP’den milletvekili oldu. Milletvekili olarak siyasi yaşamına başlayan Ecevit, 12 Ocak 1959 günü toplanan CHP 14. Olağan Kurultayı’nda Parti Meclisine giren isimler arasında yer aldı. 27 Mayıs 1960 Askerî Müdahalesi’nden sonra, CHP kontenjanından, Kurucu Meclis üyesi oldu. 1961 genel seçimlerinde Zonguldak milletvekili seçildi. 1961-65 arasında görev yapan İsmet İnönü başkanlığındaki 3 koalisyon hükûmetinde de çalışma bakanı olarak yer aldı. Bu dönemde Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun çıkarılması (24 Temmuz 1963), sosyal güvenlik haklarının genişletilmesi için çaba harcadı.

Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisinin (AP) kazandığı 1965 genel seçimlerinde Zonguldak’tan yeniden milletvekili seçildi. Bülent Ecevit bu tarihten sonra muhalefete dönen CHP’nin içinde “Ortanın Solu” görüşünün öncülüğünü yapmaya başladı. Aynı dönemde parti içinde Ortanın Solu’na karşı çıkan bir klik ortaya çıktı. 18 Ekim 1966’da toplanan 18. Kurultay’da 43 yıllık CHP’nin genel sekreterliğine seçildi. CHP tarihinde ilk defa bir genel sekreter ilçelerden köylere bütün CHP örgütlerini tek tek gezerek partililer ve delegelerle tanıştı. Ecevit; çalışkanlığı, hitabet gücü ve parti içinde demokratik sol duruşuyla giderek sivrildi. Ortanın Solu, partinin temel ilkesi olarak kabul edildi. Ecevit, Ortanın Solu hareketiyle CHP’nin aşırı sola bir duvar çektiğini, AP’nin de aşırı sağa karşı bir duvar çekmesiyle demokrasinin sürekli yaşama olanağı bulacağını savundu.

1967’de Ortanın Solu politikasına karşı çıkan Turhan Feyzioğlu ile Bülent Ecevit arasındaki çatışma tırmandı. Genel Başkan İnönü, Ecevit’i desteklerken Meclis Grubu ise Feyzioğlu’nu tutuyordu. 28 Nisan 1967 tarihinde düzenlenen 4. Olağanüstü Kurultay’dan sonra Feyzioğlu önderliğindeki 47 milletvekili ve senatör partiden ayrılarak Güven Partisini kurdu. Kemal Satır önderliğindeki bir grup ise parti içinde kalarak Ortanın Solu politikasına karşı mücadeleyi sürdürdü. Genel Sekreter Ecevit, köyleri kalkındırma planını açıklayarak “Toprak işleyenin, su kullananın” sloganını ortaya attı (11 Ağustos 1969).

Bülent Ecevit

Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan sonra CHP’nin tutumu konusunda parti içinde önemli görüş ayrılıkları belirdi. İsmet İnönü, müdahaleye açıkça karşı çıkılmasını onaylamıyordu. Bülent Ecevit ise 12 Mart Muhtırası’nın CHP içindeki Ortanın Solu hareketine karşı verildiğini söyleyerek partisinin askerî yönetimce oluşturulan hükûmete katkıda bulunmasına karşı çıktı ve genel sekreterlikten istifa etti (21 Mart 1971). Ecevit’le yoğun bir mücadeleye giren İnönü, 4 Mayıs 1972’de toplanan 5. Olağanüstü Kurultay’da, “Ya ben ya Bülent!” sözleriyle siyasetinin partisince onaylanmaması durumunda istifa edeceğini açıkladı. Kurultay’da parti meclisi için yapılan güven oylamasında Ecevit yanlılarının 507’ye karşılık 709 oy ile güvenoyu alması üzerine 8 Mayıs 1972’de istifa eden İsmet İnönü’nün yerine 14 Mayıs 1972 tarihinde genel başkanlığa seçildi. İsmet İnönü böylece Türk siyasal yaşamında parti içi mücadele sonucunda değişen ilk genel başkan oldu. Kurultayın ardından Kemal Satır ve grubu partiden ayrılarak önce Cumhuriyetçi Partiyi kurdu, kısa süre sonra da Millî Güven Partisiyle birleşerek Cumhuriyetçi Güven Partisine (CGP) katıldı.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığı ve başbakanlığı

1973 cumhurbaşkanlığı seçiminde askerlerin desteklediği Emekli Orgeneral Faruk Gürler’in seçilmesine AP lideri Süleyman Demirel’le birlikte karşı çıktı. Bülent Ecevit ve Demirel’in üzerinde anlaştıkları Fahri Korutürk’ün 6 Nisan 1973’te cumhurbaşkanı seçilmesiyle (6. cumhurbaşkanı) cumhurbaşkanı seçimi krizi son buldu. Ancak Ecevit’in, Faruk Gürler’in aday olduğu seçimlere katılmama kararı almasına rağmen Gürler’e oy vermiş olan CHP Genel Sekreteri Kamil Kırıkoğlu ve arkadaşları partiden istifa ettiler.

CHP, Bülent Ecevit liderliğinde girdiği ilk genel seçimde Ak günlere olarak bilinen seçim beyannamesi etrafında toplanan politikalarla 14 Ekim 1973 genel seçimlerinde yüzde 33,3’lük oy oranıyla 185 milletvekili çıkararak birinci parti oldu. CHP’nin oy oranı bir önceki seçime göre yüzde 5,9 arttı, partinin oy oranı kırsal alanda gerilerken kentlerde arttı. Ancak Ecevit’in başkanlığındaki CHP en fazla oyu almasına rağmen çoğunluğu kazanamadı. 26 Ocak 1974 tarihinde Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Millî Selamet Partisi (MSP) ile kurduğu koalisyon hükûmetinde ilk defa başbakanlık görevini aldı.

Koalisyonun kurulmasından hemen sonra Başbakan Yardımcısı Erbakan’ın, İstanbul’un Karaköy Meydanı’ndaki “Güzel İstanbul” heykelini “ahlaksızlık” olduğu sebebiyle kaldırtıp çöpe attırması ve yayımlattığı genelge ile bira satışlarını yasaklaması büyük tepki çekti.

Başbakan Bülent Ecevit, çıkarmayı planladığı genel affın solcuları da kapsamasını isterken koalisyon ortağı Necmettin Erbakan’ın buna karşı çıkması kriz başlattı. Sonunda çıkarılan af ile Kadir Mısıroğlu gibi sağcılar ve Ertuğrul Kürkçü gibi solcular aftan yararlandı. 1974 genel affı ile 61 bin olan cezaevindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 24 bine kadar indi.

Bu arada ilk kez 1970’te CHP Gençlik Kollarının düzenlediği bir forumda kullanılan “demokratik sol” kavramı, 28 Haziran 1974’te toplanan CHP Tüzük Kurultayı’nda parti tüzüğünün ilkeleri arasına alındı. Ecevit bu ilkeyi; ülkenin nesnel koşullarına dayanan, dogmaya ve özentiye kapılmayan yerli bir sol düşünce akımı olarak niteledi.

Ecevit hükûmetinin en önemli uygulamalarından biri, Haziran 1971’de Amerika Birleşik Devletleri’nin baskısıyla yasaklanan haşhaş ekiminin 1 Temmuz 1974’te serbest bırakılmasıydı.

Kıbrıs Harekâtı

Temmuz 1974’te, Bülent Ecevit başbakanken, Yunanistan’daki askerî cuntanın desteklediği EOKA yanlısı Rumlar, Kıbrıs’ta Makarios’a karşı darbe yaptı. Darbe nedeniyle Ada’da yaşayan Türklerin yaşamlarının tehlikeye girmesi nedeniyle ordu alarma geçirildi. Londra’ya giden Ecevit, Türkiye gibi Kıbrıs anlaşmalarına garantör devlet olarak imza koymuş Britanya hükûmetinin yetkilileriyle görüştüyse de Kıbrıs’taki duruma bir ortak çözüm bulunamadı. Ecevit’in başında olduğu hükûmet askerî müdahale kararı aldı. 20 Temmuz’da başlayan Kıbrıs Barış Harekatı’nı 14 Ağustos’taki II. Barış Harekâtı izledi. Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra Ecevit, “Kıbrıs Fatihi” olarak anılmaya başladı.

Bülent Ecevit

Milliyetçi Cephe ve azınlık hükûmetleri

Kıbrıs Harekâtı’nın başarıya ulaşması ve büyük kamuoyu desteğine rağmen kurulduğunda tarihî bir laik-dindar uzlaşısı olarak görülen CHP-MSP koalisyon hükûmeti içindeki çelişkiler, siyasal mahkûmların da genel af kapsamına alınması ve Kıbrıs konusundaki anlaşmazlığın da etkisiyle gittikçe büyüdü. 10 ay süren bu koalisyon hükûmeti, 18 Eylül 1974’te Bülent Ecevit’in istifasıyla sona erdi. Bu hükûmetin dağılması üzerine Süleyman Demirel’in başbakan olarak görev yaptığı AP-MSP-MHP-CGP partilerinden oluşan I. Milliyetçi Cephe Hükûmeti kuruldu.

1977 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi oyunu yüzde 41,38’e çıkarmayı başardı. Bu oy oranı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sol görüşlü bir partinin çok partili siyasal yaşamda kazandığı en yüksek oy oranı olarak tarihe geçti. Aynı zamanda bu oy oranı, 1950’den sonra Cumhuriyet Halk Partisinin aldığı en yüksek oy oranı olarak tarihe geçti.

Ecevit oy oranını artırmakla birlikte o zamanki seçim sistemine (nispi seçim sistemi) göre çoğunluğu kazanamadığı için bir azınlık hükûmeti kurmaya karar verdi. Bu azınlık hükûmetinin güvenoyu alamaması nedeniyle Süleyman Demirel’in başbakanlığında II. Milliyetçi Cephe hükûmeti (AP-MSP-MHP) kuruldu. Ecevit, “Kumar borcu olmayan 11 milletvekili arıyorum.” sözüyle AP’den ayrılan 11 milletvekiline (Güneş Motel Olayı) ek olarak Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Güven Partisinin de desteğiyle II. Milliyetçi Hükûmetini devirip 5 Ocak 1978 tarihinde yeni bir hükûmet kurarak tekrar başbakan oldu.

Ancak Ecevit seçim propagandası sırasında ve muhalefet önderi olarak ileri sürdüğü düzen değişikliğini, vaatlerini gerçekleştiremedi. Daha da hızlanan terör, etnik ve dinsel kışkırtmalarla Malatya ve Maraş gibi kentlerde katliam boyutlarına ulaştı. Enflasyon hızı da yüzde 100’ü geçti, grevler yayıldı. TÜSİAD, gazetelere tam sayfa eleştiri ilanları vererek hükûmetin istifasını istedi. Bunlara ek olarak AP’den gelen ve bakan yapılan 11 milletvekilinin (Tuncay Mataracı, Hilmi İşgüzar, Orhan Alp, Oğuz Atalay, Mete Tan, Güneş Öngüt, Mustafa Kılıç, Şerafettin Elçi, Ahmet Karaaslan, Enver Akova, Ali Rıza Septioğlu) desteğini kazanmak için verdiği tavizler ve bu bakanların haklarında çıkan yolsuzluk söylentileri, Ecevit’e zarar verdi. Ecevit bu dönemde, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargonun Eylül 1978’de kesin olarak kaldırılmasından sonra Amerikan üslerini yeniden faaliyete açtı.

Romanya Devlet Başkanı Nikolay Çavuşesku ve Bülent Ecevit’in 1978’de yaptığı görüşme
14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerde başarısızlığa uğrayan Ecevit görevden çekildi ve Süleyman Demirel 25 Kasım 1979 tarihinde MSP ve MHP’nin desteğiyle bir azınlık hükûmeti kurdu.

Suikast girişimleri

Bülent Ecevit altı kez suikast girişimine maruz kaldı. Bunlardan biri ABD’de, diğerleri ise Türkiye’de gerçekleşti.

Ecevit, 70’li yıllarda koalisyon hükûmetlerinin kurulmasından itibaren çeşitli saldırılara uğradı. Bunlardan en önemlileri 23 Temmuz 1976’da New York’ta ve 29 Mayıs 1977’de o yıllarda sivil uçuşların yapıldığı Çiğli Havaalanı’nda gerçekleşti. 1976’da Kıbrıs Harekâtı sonrasında ABD’ye yapılan bir gezi sırasındaki saldırı, Ecevit’in korumalığını yapan FBI ajanı tarafından önlendi. Çiğli Havaalanı’ndaki girişimde dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın kardeşi Mehmet İsvan yaralandı. Suikastta kullanılan silahın Özel Harp Dairesinde bulunduğu iddiaları sonraki yıllarda çeşitli tanıklıklarla tartışıldı.

12 Eylül ve siyasi yasaklı dönem

12 Eylül Darbesi’yle Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in komutasındaki Silahlı Kuvvetler, ülkenin yönetimine el koydu. Eşi Rahşan Ecevit ile birlikte Hamzakoy’da (Gelibolu) yaklaşık bir ay gözetim altında tutulan Bülent Ecevit, daha sonra serbest bırakıldı. Diğer parti başkanlarıyla beraber siyasetten uzaklaştırıldı. 28 Ekim 1980’de siyasi parti çalışmaları durdurulunca, siyasi yasak nedeniyle “kendisi eve hapsolup sustuğunda partiyi karıştırmak isteyenlerin istediklerini yapabilecekleri” gerekçesiyle 30 Ekim 1980’de CHP Genel Başkanlığından istifa etti. Ayrıca istifasıyla ilgili kamuoyuna bir açıklamada bulundu. Askerî yönetime karşı çıkışları nedeniyle önce Nisan 1981’de yurt dışına çıkması yasaklandı. 1981’de çıkarmaya başladığı “Arayış” dergisinde yayımlanan bir yazısı nedeniyle Aralık 1981’den Şubat 1982’ye kadar cezaevinde kaldı, Arayış dergisi de 1982’de askerî rejim tarafından kapatıldı. Daha sonra yabancı basına siyasi demeç verdiği gerekçesiyle Nisan-Haziran 1982 arasında yine tutuklu kaldı.

Ecevit, 7 Kasım 1982 halkoylamasında kabul edilen 1982 Anayasası’nın geçici 4. maddesi ile diğer bütün partilerin ileri gelenleriyle birlikte 10 yıl siyaset yasaklıları kapsamına alındı.

Demokratik Sol Parti

12 Eylül döneminde eski CHP kadrolarından kopan Bülent Ecevit, 1983-85 arasında Demokratik Sol Partinin (DSP) kurulması çalışmalarını destekledi. 1985 yılında Ecevit’in siyasete girme yasağı devam ederken eşi Rahşan Ecevit’in başkanlığında DSP kuruldu. Eylül 1986 ara seçimlerinde başkanlığını Rahşan Ecevit’in yürüttüğü bu partinin propaganda gezilerine katıldı. Yaptığı konuşmalarla siyaset yasağını çiğnediği gerekçesiyle hakkında çeşitli davalar açıldı.

Bülent Ecevit, Kasım 1985’te Sosyal Demokrasi Partisi ve Halkçı Partinin Sosyaldemokrat Halkçı Parti adı altında birleşmelerine rağmen birleşme taleplerine karşı geldiği ve sol oyları böldüğü gerekçesiyle eleştirilere uğradı.

Yine bu dönemde kamuoyunda “aile partisi” görüntüsü giderek yerleşen DSP’de bazı muhalif sesler parti içinde demokrasi olmadığından yakınmaya başladı. 14 Haziran 1987 tarihinde Rahşan Ecevit’e muhalif olan grubun gerçekleştirdiği 2. Kurucular Kurulu toplantısında muhalif harekete önderlik eden Celal Kürkoğlu, partiden ihraç edildiği belirtilen kurucu üyelerin katıldığı toplantıda genel başkan ilan edildi. Bu süreçte muhalifler ve parti yönetimi karşılıklı suç duyurularında bulundu. Parti içi tartışmalar, açılan davalarla mahkemelere taşındı. Yaklaşık üç ay süreyle genel başkanlık iddiasında bulunan Celal Kürkoğlu 14 Eylül 1987’de 15 arkadaşıyla birlikte SHP’ye katıldı.

Bülent Ecevit

Demokratik Sol Parti Genel Başkanlığı

1987 yılında yapılan referandumla eski siyasilerin siyaset yasağı kaldırılınca (%50,16) Bülent Ecevit DSP’nin başına geçti (13 Eylül 1987). Aynı yılın kasım ayında yapılan genel seçimlerde DSP’nin yüzde 10’luk seçim barajını aşamayarak milletvekili çıkaramaması üzerine Ecevit, ilk kongrede parti genel başkanlığından ve aktif siyasetten ayrılacağını açıkladı. Ancak 1989 yılının başlarında siyasete döndü ve partililer tarafından yeniden liderliğe getirildi.

20 Ekim 1991 seçimlerinde ulusal birliğin ve laikliğin korunması gerektiğini vurgulayan Ecevit, Türkiye’nin önder ülke durumuna gelmesini gerektiğini savundu. Sosyaldemokrat Halkçı Partinin (SHP) partisine karşı yürüttüğü “Sosyal demokrat oyları bölmeyin.” kampanyasına karşı SHP’nin aday listelerinde Halkın Emek Partisi (HEP) üyelerine yer vermesini eleştirdi, SHP’nin “bölücülerle iş birliği yaptığını” ileri sürdü. İktidara geldiklerinde üretici, tüketici ve satıcıdan oluşan güçlü bir kooperatif düzen kuracaklarını açıkladı. Zonguldak’tan milletvekili seçilerek partisinden 6 milletvekiliyle birlikte TBMM’ye girdi. CHP’nin yeniden açılması gündeme gelince CHP Kurultayı’nın CHP’nin DSP’ye katılma kararı almasını önerdi. 9 Eylül 1992’de toplanan CHP Kurultayı’na çağrıldığı hâlde katılmadı.

DSP’nin oyları 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan erken genel seçimde yüzde 14,64’e, milletvekili sayısı 76’ya yükseldi ve DSP solun en büyük partisi konumuna geldi. Ecevit, 30 Haziran 1997 tarihinde ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz başkanlığında kurulan ANASOL-D koalisyonunda başbakan yardımcısı olarak görev aldı. 25 Kasım 1998’de koalisyon hükûmetinin gensoruyla düşürülmesinin ardından 11 Ocak 1999’da CHP dışındaki partilerin desteğiyle DSP azınlık hükûmetini kurarak yaklaşık 20 yıl aradan sonra 4. kez başbakan oldu. Ecevit’in azınlık hükûmetinin iktidarda olduğu sırada PKK lideri Abdullah Öcalan Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirildi (15 Şubat 1999). Ecevit, haberi Türkiye’ye şu sözlerle duyurdu:

“Değerli Gazeteci Arkadaşlarım,
Sizlere ve aziz yurttaşlarımıza bir haberim var. Bu sabaha karşı saat 03.00’ten itibaren bölücü terör örgütü PKK’nın başı Abdullah Öcalan, Türkiye’dedir. Dünyanın neresinde olsa devletimizin onu ele geçireceğini söylemiştik. Bu devlet sözü yerine getirildi. Şehit analarına verilen söz yerine getirildi. Bütün dünyadan dışlanan Abdullah Öcalan, sonunda kendini Türkiye’nin kucağında buldu. Yaptıklarının ve yaptırdıklarının hesabını bağımsız Türk adaletine verecektir.”

Ecevit, 1970’lerden sonra yeniden patlama yaptı. DSP, 18 Nisan 1999’da yapılan genel seçimlerden yüzde 22,19 oy oranıyla birinci parti olarak çıktı. Seçimlerden sonra hükûmeti kurmakla görevlendirilen Ecevit, 28 Mayıs 1999’da ANAP ve MHP ile kurulan ANASOL-M koalisyonunda yeniden başbakanlık koltuğuna oturdu.

Bu dönemde eşi Rahşan Ecevit’in önerisiyle çıkarılan (22 Aralık 2000) ve devlete işlenen suçların dışındaki suçlara erteleme ve şartlı salıverme getiren “Şartla Salıverme ve Erteleme Yasası”, kamuoyunda Rahşan Affı olarak nitelendirildi. Bu yasanın kapsamı, Anayasa Mahkemesinin ilgili kararıyla genişletildi, kanunu yapanların öngöremediği sonuçlar ortaya çıktı ve bazı hukuki uygulamalar kamuoyunda tepkilere neden oldu. Bu afla birlikte cezaevlerindeki mahkûm sayısı yetmiş binden kırk bine düştü.

Süleyman Demirel’in ardından cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer ile Bülent Ecevit Hükûmeti arasında zaman zaman bazı yasaların iade edilmesi nedeniyle gerginlik yaşandı. Bu gerginlik 19 Şubat 2001 tarihinde yapılan Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında doruğa ulaştı. Cumhurbaşkanı Sezer ile yaşadığı anayasa kitapçığı krizi nedeniyle Başbakan Ecevit, MGK toplantısını terk etti. Yaşanan bu kriz ekonomide zor günlerin başlangıcı oldu. (bkz. 2001 Türkiye ekonomik krizi)

Fethullah Gülen ile ilişkisi

Bülent Ecevit, toplumun bir kesimi ve Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bir tehlike olarak görülen Fethullah Gülen’le çeşitli defalar bir araya gelip sohbet etti, Gülen’in okullarını gezdi ve bu okullardan övgüyle bahsetti.

1997 yılında onursal başkanlığını Gülen’in yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Ecevit’e “Siyaset Dalında Ulusal Uzlaşma Ödülü”nü verdi.

Ecevit, başbakan yardımcısı olduğu 1998 yılında Roma’ya giden Gülen’in karşılanması için Roma Büyükelçisi’nden ricada bulundu, bu hareket dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in tepkisini çekti. Ecevit, Gülen’in okullarında çağdaş bir eğitim verildiğini savundu:

“Benim gözlemim çok olumlu. Sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve onun dostlarının bu konudaki çabalarını gerçekten takdirle izliyorum. Çağdaş bir eğitim verildiği belli.”

28 Şubat süreci devam ederken DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, Fethullah Gülen hakkında iddianame hazırladı. Bu dönemde, Gülen’in yıllar önce yaptığı konuşmaların görüntüleri art arda televizyon kanallarında yayımlanmaya başlandı. Bu konuşmalarda Gülen’in, “bürokraside nasıl yapılanmaları gerektiğini” anlattığı görülüyordu. Başbakan Ecevit, katıldığı bir televizyon programında Gülen hakkında şöyle konuştu:

“Açıklamalarında laiklikle ters düşmemeye özel bir özen göstermişti. Çağ dışı bir akım temsil etmiş olabileceği izlenimini vermemişti. Dediğim gibi bunda samimi olunabilir, gayrisamimi olunabilir fakat böyle kuşku uyandırıcı, bende kuşku uyandırıcı birtakım tavırlarına tanık olmamıştım. … Bu okulları gören kime rastlarsam, laikliğe bağlılığını bildiğim kime rastlarsam, bu okullarda laiklik karşıtı veya Türkiye’deki rejim aleyhinde, Atatürk aleyhinde herhangi bir telkinde bulunulmadığı bilgisini aldım. Kim gezdiyse bu okulları, kim gördüyse. … Bu okullar tabii dünyanın dört bucağına Türk, Türkiye hakkında bilgi, Türkçe, Türk kültürünü yayıyor. Ve dediğim gibi bir olumsuzluğa da rastlanmadı.”

Ecevit’in 2004’te siyaseti bırakışının ardından Gülen de Zaman gazetesine “BÜLENT BEY’İ UĞURLARKEN” başlıklı bir ilan vererek Ecevit’ten övgüyle bahsetti.

Bülent Ecevit

Sağlık sorunları ve siyaseti bırakışı

Sağlık sorunlarıyla ilgili söylentiler çıkan Bülent Ecevit, 4 Mayıs 2002’de rahatsızlanarak Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesine kaldırıldı. Tedavisi sırasında durumu daha da kötüleşince eşi Rahşan Ecevit tarafından hastaneden çıkartılarak evine getirildi. Bir süre evinde dinlenen Ecevit, 17 Mayıs’ta yeniden hastanede tedavi altına alındı ve 11 gün burada kaldı. Rahşan Ecevit bu dönemdeki tedaviler konusundaki kuşkularını kamuoyuyla paylaştı. İddiaları tekzip edildi ancak konu sonraki yıllarda Ergenekon Davası sırasında da gündeme geldi.

Ecevit’in rahatsızlığı sırasında görevine devam edip edemeyeceği tartışmaları gündeme geldi. Bu tartışmalar partisine de yansıdı. Kendilerini “Dokuzlar” olarak adlandıran DSP’li 9 milletvekili, 25 Haziran’da bir bildiri yayımlayarak, “Ecevitler öncülüğünde Ecevitsiz yaşama geçilmesini” istediler. 5 Temmuz 2002’de Ecevit adına basın açıklaması yapan bir grup DSP’li milletvekili, Ecevit’e en yakın isimlerden biri olan Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’ı açık bir biçimde eleştirdi. 7 Temmuz 2002 tarihinde MHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli, partisinin düzenlediği 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda yaptığı açıklama ile 3 Kasım’da erken seçim istedi. Ertesi gün Ecevit, kendisiyle görüşmeye gelen Hüsamettin Özkan’la yollarını ayırdı. Özkan’ın DSP’den ve hükûmetten istifasını aralarında Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in de olduğu 6’sı bakan olmak üzere toplam 63 milletvekilinin istifası izledi. İstifalarla koalisyon hükûmeti TBMM’deki sayısal desteğini yitirdi. Bu gelişmeler üzerine 16 Temmuz 2002’de koalisyon hükûmetini oluşturan üç partinin genel başkanları arasında yapılan zirve toplantısında 3 Kasım’da erken seçim yapılması kararı alındı. 31 Temmuz 2002’de TBMM Genel Kurulunda yapılan oylamada erken seçim önergesi, oylamaya katılan 514 milletvekilinden 449’unun kabul oyuyla kabul edildi. 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde DSP barajı aşamadı ve TBMM dışı kaldı.

Genel başkanlıktan ayrılma kararını, 3 Kasım seçimlerinden önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da zaman zaman dile getiren Ecevit, 22 Mayıs 2004 tarihinde düzenlediği basın toplantısıyla halefini ilan etti ve görevi Genel Başkan Yardımcısı Zeki Sezer’e devretmek istediğini belirtti. 24 Temmuz 2004 tarihinde yapılan 6. Olağan Kurultay ile aktif siyaseti bıraktı.

Ölümü

İlerleyen yaşı, bozulan sağlığı ve doktorlarının karşı çıkmasına rağmen Danıştay Saldırısı’nda hayatını kaybeden Yücel Özbilgin’in 19 Mayıs 2006’daki cenazesine katıldı. Törenin ardından beyin kanaması geçiren Bülent Ecevit, uzun süre Gülhane Askerî Tıp Akademisinde yoğun bakımda kaldı. Bu dönemde kendisi için tutulan ziyaretçi defteri “Kaldırım Defteri” adıyla anılır. Ecevit, bitkisel hayata girdikten 172 gün sonra 5 Kasım 2006 Pazar günü Türkiye saatiyle 22.40’ta (20.40 [UTC]) dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu öldü.

Ecevit’in Devlet Mezarlığı’na gömülebilmesi için ölümünün hemen ardından 9 Kasım’da yapılan bir kanun değişikliğiyle bu mezarlıklara başbakanların da gömülmesi sağlandı. 11 Kasım 2006’da yapılan cenaze törenine yurdun dört bir yanından ve başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmak üzere pek çok ülkeden gelen büyük bir kalabalık katıldı. Cenaze törenine beş eski cumhurbaşkanı ve siyasetçiler de katıldı. Kocatepe Camisi’nde kılınan cenaze namazının ardından Devlet Mezarlığı’nda toprağa verildi. 11 Kasım 2006 günü Devlet Mezarlığı’na defnedilen Ecevit için anıt mezar yapılması da gündeme geldi.

Beşiktaşlı olduğu bilinen Ecevit için Çarşı grubunun “Forzabesiktas.com” adresli web sitesi karartıldı. Sitede, siyah zemin üzerine Bülent Ecevit ve eşi Rahşan Ecevit’in bir mitingde halkı selamlarken çekilmiş fotoğrafları yer alırken fotoğrafın altında ise, “Karaoğlan, Kara Kartal Seni Unutmayacak.” yazısı yer aldı.

Bülent Ecevit

Kişisel yaşamı

Genel başkan seçilmesinden kısa bir süre sonra Kars’a giden Bülent Ecevit, Susuz ilçesinde arkadaşı Rasim Yarkadaş’ın (eski CHP milletvekili Barış Yarkadaş’ın babası) evine konuk olur. Misafirlerini evlerinin kapısında karşılayan Anne Şahzade Şahin (Şaşo Hala), Ecevit’in boynuna sarılır ve Kars’ın kendine özgü ağzıyla, ”Kurtar bizi bu dertlerden ay Garaoğlan!” der. Ecevit o günden sonra “Karaoğlan” olarak anılmıştır.

Süleyman Demirel, en büyük rakibi olan Ecevit’i, darbeyle devrilen Şilili sosyalist devlet adamı Salvador Allende’ye benzetip atıfta bulunmak için “Allende-Büllende” tabirini kullanmıştır.

Ecevit, başbakanlık dönemlerinde yapılan Kıbrıs Harekâtı sonrasında “Kıbrıs Fatihi”, Abdullah Öcalan’ı yakalama operasyonu sonrasında da “Kenya Fatihi” olarak anılmıştır. Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında dönemin başbakanı olan Ecevit, harekâttan sonra ziyaret ettiği adada büyük bir coşkuyla karşılanmış ve barış güvercini uçurmuştu. Daha sonra düzenlediği mitinglerde güvercin uçurmaya başladı. “Savaşın Şahini, Barışın Güvercini Karaoğlan” sloganı eşliğinde uçurulan güvercinler yaygınlaştı.

Mavi gömlek giyip siyah kasket takan Ecevit; TEKEL Bafra, Samsun, Bitlis, TBMM, Tokat, Maltepe, 2000, Ballıca sigarası içer ve eniştesi İsmail Hakkı Okday’ın hediyesi olan Erika marka daktilosuyla yazardı. Bu 70 yıllık daktiloyu ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi’ne armağan etmiştir.

Günde 3 dem çay içen Ecevit genellikle Klasik Batı Müziği ve Türk Halk Müziği dinlemekteydi.

Makam otomobili olarak da hep yerli üretim ve ucuz zırhlı araçlara binen Ecevit; sırasıyla Anadol A1, Renault 12, Murat 124, Tofaş Kartal, Fiat Tempra, Renault Safrane, Renault Megane, Hyundai Dynasty ve Ford Transit’e binmiştir.

Tarihçi İlber Ortaylı, “Ecevit dürüst politikacıydı.” diyerek Ecevit hakkında şöyle yazdı:

“Protokol ve tevazu bakımından Ecevitler, Türk yöneticilerinin tarihi içinde bir kırılma, istisnai bir dönem meydana getirdiler. Bülent Bey, kibar üslupla konuşan bir siyasetçiydi. Türkiye’de protokole ve hitap edebiyatına ‘Sayın’ kelimesini o getirdi. Genel müdüre de, bakana da, falanca kasabanın ilkokul öğretmenine de ‘Sayın’ kelimesi ve soy isimle hitap edilir oldu. Giyimler sadeleşti. Mavi renk yaygınlaştı. Mavi rengi Türk çinilerinden Türk politikasına getirmek Ecevit’in işidir.”

Hatırası

Kartal Bülent Ecevit Kültür Merkezi 2005 yılında hizmete girdi. Zonguldak Karaelmas Üniversitesinin ismi 2012 yılında “Bülent Ecevit Üniversitesi” olarak değiştirildi. Mayıs 2016’da Odunpazarı, Eskişehir’de açılan Tayfun Talipoğlu Daktilo Müzesi’nde kendisinin bal mumundan yapılan bir heykeli sergilenmeye başlandı.

2021’de İzmir’in Güzelbahçe ilçesindeki bir parka eşiyle birlikte adı verildi ve heykeli dikildi.

Edebî kişiliği

Bülent Ecevit lise hayatından beri edebiyatla uğraşmış ve şiirler yazmıştır. Kendini emekli gazeteci olarak tanıtan ve Sanskrit, Bengalce ve İngilizce dillerinde çalışmalar yapmış olan Ecevit; Rabindranath Tagore, Ezra Pound, T. S. Eliot ve Bernard Lewis’in yapıtlarını Türkçeye çevirmiş, kendi şiirlerini de kitap hâlinde yayımlamıştır.

Ödülleri

1997, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, “Siyaset Dalında Ulusal Uzlaşma Ödülü”

Kitaplar

Şiir kitapları

  • Şiirler (1976)
  • Işığı Taştan Oydum (1978)
  • El Ele Büyüttük Sevgiyi, Tekin Yayınevi (1997)
  • Bir Şeyler Olacak Yarın (Tüm şiirleri), Doğan Kitapçılık (2005)

Siyasi kitapları

  • Ortanın Solu (1966)
  • Bu Düzen Değişmelidir (1968)
  • Atatürk ve Devrimcilik (1970)
  • Kurultaylar ve Sonrası (1972)
  • Demokratik Sol ve Hükümet Bunalımı (1974)
  • Demokratik Solda Temel Kavramlar ve Sorunlar (1975)
  • Dış Politika (1975)
  • Dünya-Türkiye-Milliyetçilik (1975)
  • Toplum-Siyaset-Yönetim (1975)
  • İşçi-Köylü Elele (1976)
  • Türkiye / 1965-1975 (1976)
  • Umut Yılı: 1977 (1977)

Hakkında yazılan kitaplar

  • Faruk Bildirici, Kuzum Bülent (2000)
  • Fikret Bila, Phoenix- Ecevit’in Yeniden Doğuşu (2001)
  • Aras Erdoğan, Umut Adam Ecevit (2006)
  • Aytekin Gezici, Bülent Ecevit, Bir Karaoğlan Masalı (2006)
  • Cüneyt Arcayürek, Bir Özgürlük Tutkunu Bülent Ecevit (2006)
  • Can Dündar ve Rıdvan Akar, Ecevit ve Gizli Arşivi (2008)
  • Emrah Konuralp, Ecevit ve Milliyetçilik (2013)
  • Fatih Yaşlı, “Halkçı Ecevit” Ecevit, Ortanın Solu, CHP (1960-1980) (2020)
JACQUES-YVES COUSTEAU

JACQUES-YVES COUSTEAU

Jacques-Yves Cousteau (d. 11 Haziran 1910 – ö. 25 Haziran 1997), Fransız okyanus uzmanı, deniz subayı ve sinema yönetmeni.

Biyografi

Gençliği ve kariyerinin başlangıcı

Avukat oğlu ve noter torunu olan Cousteau, denizi ailesinin yerleştiği Marsilya civarlarındaki küçük koylar sayesinde keşfetti.

1930’da saygın bir okul olan Stanislas Okulunu bitirdikten sonra Brest’in Deniz Harp Okuluna girdi ve topçu eri oldu.

12 Temmuz 1937’de Simone Melchior ile hayatını birleştirdi. İki tane çocukları oldu, Jean-Michel Cousteau (1938) ve Philippe Cousteau (1940). İkisi de Calypso macerasına katılacaklardı.

Jacques-Yves Cousteau

Modern su altı dalışın icadı (1943)

İlk deniz altı deneyimlerini, Fransız Deniz Kuvvetlerinde yaptı. 1936 ‘da, belki de modern dalgıç maskelerinin ataları olan deniz gözlüklerini denedi.

II. Dünya Savaşına katılan Cousteau, birçok askeri ödül aldı. Ateşkesin ardından Simone ve Jacques Cousteau’nun ailesi Megeve şehrine sığındılar. Orada Ichac ailesi ile arkadaş oldular. Jacques-Yves Cousteau’nun ve Marcel Ichac’in hedefi aynıydı: herkese ulaşılmaz ve bilinmeyen yerleri tanıtmak. Cousteau bunu denizaltında yapmayı hedeflerken Ichac dağları tercih ediyor. İki komşu 1943 ‘te Belgesel Filmi Kongresinde berabere birinci oldular.

O dönemde Jacques-Yves Cousteau, kardeşi Pierre-Antoine’den uzaklaşıyor. Yahudi düşmanı bir gazeteci olan kardeşi 1946 ‘da idam cezası aldıysa da 1954 ‘te serbest bırakıldı.

Savaş yılları dalış için önemli yıllar oldu. 1943 ‘te, Cousteau Émile Gagnan ile birlikte modern otonom dalgıç giysisi icat etti. Cousteau 19. yüzyılın (Rouquayrol ve Denayrouze) ve 20. yüzyılın başlangıcındaki (Le Prieur) icatları geliştirip yenileştirdi. Bu icadın patenti onu ömür boyu para sıkıntısından korudu.

GERS’ler ve Élie Monnier (1946-1949)

Savaştan sonra (1946), Cousteau Toulon’da Groupe d’Etudes et de Recherches Sous-marines’i, yani GERS’i (Deniz altı Araştırma ve Çalışma Grubunu) kurdu.

1948’de, Cousteau Akdeniz’e ilk seferi düzenliyor. GERS’in toplandığı yer olan Elie Monnier eski bir römorkördü. Bu seferde Philippe Tailliez, Frédéric Dumas, Jean Alinat ve bulgunun film yapımcısı Marcel Ichac vardı. Küçük bulgu ekibi Mahia’da (Tunus) bulunan ve Romalılar zamanından kalan bir kalıntıyı inceledi. Otonom dalışı kullanan ilk arkeolojik denizaltı operasyonuydu. Böylece bilimsel denizaltı arkeolojisi için ilk adım atılmış oldu.

Jacques-Yves Cousteau

Calypso ve Fransız oşinografik seferleri (1950)

1949 ‘da Cousteau ordudan ayrılıp Fransız Oşinografik Seferleri’ni kuruyor. Ünlü gemisi Calypso’yu satın alıp dünyanın en ilgi çekici denizlerini ve ırmaklarını gezdi.

Gezileri sırasında birçok filme imza attı. Louis Malle ile 1956 ‘da hazırladığı le Monde du silence yani Sessiz Dünya filmi Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ile ödülendirildi. Denizaltı biyolojisini yazdığı kitaplarla tanıtmaya çalıştı.

Jean Mollard’ın yardımıyla SP-350’yi inşa etti. Bu 2 kişilik denizaltı 350 metrelik derinliğe inebildi. Başarılı denemeden sonra, bunu 1965’te 2 taşıt ile tekrarladılar ve böylece 500 metre derinliğe ulaştılar.

1957’de Monako Okyanus Araştırmaları Müzesi’ni yönetti. Precontinent projelerini idare ediyordu. Bu projelerde su altında uzun süre kalınıyordu ve bir “sualtı evi” sayesinde incelemeler yapılıyordu. ABD’nin Bilimler Akademisine kabul edilen ender yabancılardan biriydi.

Jacques-Yves Cousteau ünü giderek yükseliyordu. 1960 yılının Ekim ayında bir yığın radyoaktif madde CEA tarafından Akdeniz’e atılacaktı. Komutan Cousteau basın kampanyası düzenledi ve 2 hafta geçmeden halk ayaklandı. Radyoaktif maddeler treni büyük bir kalabalık tarafından durduruldu ve geldiği yere dönmek zorunda kaldı.

1960’ta Monako’da, Fransız Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’un resmi ziyareti ve Ekim ayındaki nükleer denemeler üzerindeki tartışmaları sayesinde ünlü oldu.

Fransa elçisi, Prens Rainier’ye görüşmelerinin engellenmesinin daha iyi olacağını söylemesine rağmen prens Cousteau’nun müze ziyareti sırasında orada olmasını sağladı. Cumhurbaşkanı dostça kumandana, “atom bilginlerine karşı iyi davranmalarını” istedi. Cousteau şu şekilde cevap verdi: «Sizin atom bilginleriniz bize iyi davranmalı». Devam eden tartışmada, Jacques-Yves Cousteau nükleer sırların Fransa ile paylaşılmamasının Amerikan bir karar olduğu için üzüldüğünü belirti. Çünkü bu yüzden Fransa nükleer araştırmalara ve denemelere başlamıştı.

1974’te ABD’de The Cousteau Society ‘i kurdu. Günümüzde bu vakfın 100.000 üyesi var ve amaçları şimdiki ve gelecek nesillerin yaşam kalitesini korumak.

1977’de Peter Scott ile birlikte, Birleşmiş Milletler tarafından çevre için yaptıklarından dolayı ödüllendirildiler. Presidential Medal of Freedom yani “Özgürlük Madalyası” ona Ronald Reagan, dönemin ABD Cumhurbaşkanı tarafından takdim edildi.

28 Haziran 1979’da, Calypso ile Portekize doğru bir seferde, oğlu Philippe bir kaza sonucu hayatını kaybediyor. Bu durumdan çok etkilenen Cousteau, yanına öbür oğlunu çağırıyor.

Jacques-Yves Cousteau

1990’lı yıllar

24 Kasım 1988’de, Fransız Akademisi’ne seçildi. Kabul töreni 22 Haziran 1989’da gerçekleşti. Kabul törenindeki konuşmasına cevap Bertrand Poirot-Delpech tarafından söylendi.

2 Aralık 1990 eşi Simone Cousteau kanser yüzünden hayatını kaybediyor. Bu güçlü karakterli kadın, Calypsoda eşinden fazla vakit geçiriyordu. 1991 yılının Haziran ayında Cousteau Francine Triplet ile yeni bir evlilik yaptı. Evlenmeden önce yeni eşinden iki tane çocuğu olmuştu, Dianne ve Pierre-Yves. Şu anda Francine Cousteau eşinin eserini sürdürüyor.

Bu andan itibaren, Cousteau ile büyük oğlu arasında ipler gerildi ve beraber çalışmayı bıraktılar. 1996’da Jacques-Yves Cousteau oğlunu Fiji Adaları’nda Cousteau isminde bir tatil köyü açmayı planladığı için mahkemeye verdi.

1992’de Birleşmiş Milletlerin Rio de Janeiro’da (Brezilya) düzenledikleri çevre ve gelişme hakkındaki konferansa davet edildi. BM’nin ve daha sonra Dünya Bankasının sürekli danışmanı oldu.

Aynı sene Gelecek Nesillerin Hakkı Konseyinde başkan seçildi.

Jacques-Yves Cousteau 25 Haziran 1997’de öldü. Ölümü en popüler Fransızlardan biri olduğu ABD’de çok hissedildi. Doğduğu şehirde onun anısına Komutan Cousteau Sokağı yapıldı.

Rütbeleri

  • Légion d’Honneur (Commandeur)
  • Ordre national du Mérite (Grand-Croix)
  • 1939-1945 Savaş Haçı
  • Deniz Kuvvetleri subayı
  • Sanat ve Edebiyat ödülü (Commandeur)

Jacques-Yves Cousteau’ın mirası

Denizaltı dünyasının halk tarafından görülmesi

Cousteau kendine “oşinografik teknisyen” demeyi seviyordu. Çoğu kişi Onun doğaya, özellikle denize âşık olduğunu düşünüyordu. Kendine has gülüşüyle ve televizyon sayesinde, tüm dünyanın insanlarına denizaltı zenginliklerini tanıttı.

Cousteau tarafından yapılanlar ortaya yeni bir tür bilimsel iletişim çıkardı. Bu konuda akademisyenler tarafından eleştirildi. Çünkü televizyonda sunulan işlerle bilimsel çalışmadan uzaklaştığı söyleniyordu. Ama en azından, bilim dalları daha çok kişiye ulaşmış oldu.

Jacques-Yves Cousteau 20. yüzyılın ikinci yarısında, denizaltının keşfi konusunda tartışmasız en önemli insanlardan biriydi. Birçok nesile hiç tanınmamış diyarları tanıttı.

Teknik yenilikler

1943’te Émile Gagnan ile birlikte modern otonom dalgıç giysisini icat etti.

Jacques-Yves Cousteau’nun eserleri

Kitaplar

  • Le monde du silence (Sessizlik Dünyası), Frédéric “Didi” Dumas ile birlikte, Éditions de Paris, 1952.
  • La planète des baleines (Balinalar gezegeni), Yves Paccalet ile birlikte, Robert Laffont, 1986.
  • L’Homme, la Pieuvre et l’Orchidée (İnsanoğlu, Ahtapot ve Orkide, Robert Laffont, 1998, ISBN 2-221-08523-X

Bibliyografi

  • Cousteau, une biographie.(Cousteau, bir biyografi) Bernard Violet, Fayard, 1993
  • Cousteau, Captain Planet.(Cousteau, Gezegen Kaptanı) Roger Cans. Sang de la Terre, 1997
  • Mon père, le commandant.(Komutan babam) Jean-Michel Cousteau, éd. L’Archipel, 2004
  • Jacques-Yves Cousteau dans l’océan de la vie(Jacques-Yves Cousteau, hayatın okyanusunda). Yves Paccalet, Lattès

Filmleri

  • Par-Dix-Huit Métres de Fond (Onsekiz Metre Derinlikte), (1943)
  • Epaves (Batıklar), (1945)
  • Paysages du Silence (Sessizlik Manzaraları), (1947)
  • Les Phoques du Rio de Oro (Rio de Oro Fokları)
  • Dauphins et Cétacés (Yunuslar ve Balinagiller), (1948-1949)
  • Le Monde du Silence (Sessiz Dünya), (1955)
Muhammed Ali

MUHAMMED ALİ

Muhammed Ali (doğum Cassius Marcellus Clay Jr., 17 Ocak 1942, Louisville, Kentucky – 3 Haziran 2016 Phoenix, Arizona), Amerikalı profesyonel boksördür. Tüm zamanların en iyi boksörü olarak kabul edilen Muhammed Ali, kariyeri boyunca yaptığı maçların yalnızca 5 tanesini kaybetmiştir.

Hayatı

Muhammed Ali, 17 Ocak 1942’de Louisville, Kentucky’de, Cassius Marcellus Clay Jr. ismi ile Afroamerikan ve çeyrek İrlanda kökenli bir ailede dünyaya geldi. 12 yaşındayken boksla tanıştı ve kısa zaman içinde National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası’nda amatör kayıtlara girdi. Yine 1960’ta Roma’da ağır hafif siklette altın madalya alarak profesyonel lige döndü. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları’nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı.

1964 yılında 22 yaşındayken, S. Liston’u yenip Dünya Şampiyonu oldu. Bu zaferden sonra dinini değiştirdiğini ve İslam’a geçtiğini açıkladı. Muhammed Ali ismini aldı ve çok sevdiği boks’a 1967’den 1970’e kadar ara vermek zorunda kaldı. “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım.” diyerek Vietnam Savaşı’na gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı ve pasaportu elinden alınınca dava süresince maddi sıkıntılar yaşadı ve iflas ettiğini açıkladı. Ailesinin yardımı ve üniversitelerde para karşılığı yaptığı konuşmalarla geçimini sağladı. 1970’te temyiz davasını kazanıp tekrar boksa döndü. 1971’de Joe Frazier ile ‘Asrın maçı’na çıktı ve profesyonel boks kariyerinde ilk defa kaybetti. Uzmanlar üç buçuk sene aradan sonra sadece 2 maç yapan Muhammed Ali’nin bu kadar zor bir maça hazır olmadığı görüşünde hemfikirdi. Fakat o en kısa zamanda tekrar şampiyon olmak istiyordu. Ardından çenesinin kırıldığı maçta Ken Norton’a sayı ile yenilince, kendi ve yakınları dışında birçok kişi kariyerinin bittiğini sandı. Fakat o azmedip art arda unvan için rakip olan boksörleri bir bir yendi. Ken Norton’i yenip rövanşı aldı.

1973’te Joe Frazier ile unvan maçı için anlaştı. Arada sadece Joe Frazier-George Foreman maçı kalmıştı. Frazier sürpriz bir şekilde iki raundda nakavt oldu. Ali böylece önce Fraizer ile maç yapıp arkasından da Foreman’la maç ayarladı ve iki maçı da nakavt’la kazandı. Böylece hem kaybettiği unvanını alacak hem de daha bitmediğini gösterecekti. 1974’te Foreman’ın bahisçilerde 7’ye 1 favori olduğu maçta rakibini hiç beklenmedik bir taktik ile sekizinci raundda nakavt edip hak ettiği unvanı Floyd Patterson’den sonra tekrar elde eden ikinci boksör oldu. 1978’de L. Spinks’e yenilip ardından aynı yıl rakibini yenince Dünya Şampiyonluğunu 3 kez elde eden ilk boksör oldu. O zamanlar sadece 2 Dünya Boks Federasyonu olması değerini daha da farklı kılıyordu. 2008 yılı itibarı ile 8 Dünya Boks Federasyonu bulunuyordu. Muhammed Ali’nin etkin döneminde en iyi boksörler, unvanı elde edebilmek için, mutlaka karşı karşıya gelirlerdi. George Foreman’in 1994 yılında 20 sene aradan sonra tekrar Dünya Şampiyonu olması ve unvanını çok kez savunması, o dönemin boksunun birçok ülkede neden “Altın 70’li yıllar” diye anıldığını bize anlatıyor.

1978’de boksu Şampiyon olarak bıraktı. Sonra 1984’te Parkinson hastalığına yakalanmasına rağmen bunu gizleyip büyük para karşılığı iki maç daha yapıp kaybetti. İkisi de o vaktin veya sonrasının Dünya Şampiyonları idi. (eski sparring partneri Larry Holmes ve Trevor Berbick). Profesyonel döneminde sadece 5 kez yenilen, Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu olan Muhammed Ali, 36 yaşına kadar bütün şampiyonlar için tek isim olmayı başardı ve 37’si nakavt olmak üzere 56 maç kazandı.

Onun yaşadığı dönemde İnsan Hakları Savunucusu Malcolm X de yaşadığı için münasebetleri olmuş ve “Kan Kardeşler” olarak anılmışlardır.

Muhammed Ali

Bokstan sonraki yaşamı

1984 yılında, Muhammed Ali Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan’ın yeniden seçilebilmesi için kendisine destek verdiğini açıkladı. 1991 yılında Ali, Körfez Savaşı sırasında Irak’a gitti ve Amerikalı rehinelerin serbest bırakılmasını müzakere etmek amacıyla Saddam Hüseyin ile bir araya geldi.

1996 yılında Atlanta, Georgia’da 1996 Yaz Olimpiyatları’nda ateşini yakma onuruna vardı.

17 Kasım 2002 tarihinde, Muhammed Ali, “Barış BM Elçisi” olarak Afganistan’a gitti. BM özel konuğu olarak üç günlük bir iyi niyet misyonuna ilişkin Kabil’de bulundu.

27 Temmuz 2012 tarihinde Ali, Londra’da, 2012 Yaz Olimpiyatları Açılış törenindeki Olimpiyat Bayrağını taşıdı. Parkinson hastalığından dolayı stadyumda bayrağı taşıyamayacak hale gelince eşi Lonnie ayakta durmasına yardımcı oldu.

20 Aralık 2014 tarihinde Ali, pnömoni şikâyetine muzdarip hastaneye yatırıldı. Ali bir kez daha Scottsdale, Arizona’da bir konuk evinde tepkisiz bulunduktan sonra idrar yolu enfeksiyonu rahatsızlığı ile 15 Ocak 2015 tarihinde hastaneye yatırıldı. Ertesi gün taburcu oldu.

Muhammed Ali

Muhammed Ali’nin zamanının en iyisi olduğu kabul edilir. 2001 yılında Hollywood tarafından hayatı filme alındı. Ali adlı filmde Muhammed Ali’yi Will Smith canlandırdı.

Parkinson hastalığı yüzünden uzun süre Michigan’daki çiftliğinde gözlerden uzak yaşamayı tercih eden ünlü boksör, ringlerde 20 yıldır ağzından düşürmediği “Bütün zamanların en iyisiyim” lafını ispatlayarak bir efsane olmuştur.

Buna rağmen, 2001 yılındaki 11 Eylül saldırıları üzerine Muhammed Ali, başında New York İtfaiye Müdürlüğü şapkası ile Sıfır Noktasına giderek destek ve dayanışmasını göstermek gereği duymuş ve şöyle demiştir:

“Beni asıl inciten, ‘İslam’ adının bulaştırılması ve ‘Müslüman’ [adının] bulaştırılması ve sorun çıkarılıp nefret ve şiddete yol açılması. İslam, katil dini değildir. İslam, barış demektir. Evde öylece oturup insanların sorunun kaynağı olarak Müslümanları yaftalamalarına seyirci kalamazdım.”

Hayatını anlatan biyografik roman, 2002 yılında Kaknüs Yayınları tarafından yayımlanmıştır (ISBN 975-6698-34-9).

Uzun süredir Parkinson hastalığı ile mücadele eden Muhammed Ali 3 Haziran 2016 tarihinde solunum yolu rahatsızlığı nedeniyle tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirmiştir.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABİ

Muhyiddin İbnü’l-Arabî (Arapça: مُحِي اَلدِّينْ اِبْنُ الْعَرَبِي; d. 28 Temmuz 1165 – 10 Kasım 1240) ya da tam adıyla Muhyiddîn Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî el-Hâtimî et-Tâî (Arapça: أَبُو عَبْدُ الله مُحَمَّدْ بِنْ عَلِي بِنْ مُحَمَّدْ بِنْ اَلْعَرَبِي اَلحَاتَمِي اَلطَّائِي), ünlü İslâm düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair. Şeyhü’l Ekber unvanı ile de bilinir.

Hayatı

Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Muvahhidler döneminde, 28 Temmuz 1165’te Mursiye (Murcia), Endülüs’te doğdu. Bilinmeyen bir sebeple sekiz yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye geldi. Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. İsminin sonunda yer alan el-Hâtimî et-Tâî, onun cömertliği ve hayırseverliğiyle ün kazanmış olan Taî kabilesine mensup Adî b. Hâtim et-Taî’nin kardeşi Abdullah b. Hâtîm et-Taî’nin soyundan geldiğini göstermektedir. Bu kabilenin Arap olması sebebiyle İbn Arabî ve ataları “Arabî” (Arab) diye tanınmışlardı. Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra çıktığı seyahatte Şam, Bağdad ve Mekke’ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüşmeler yaptı. Babası, kendisinde bir değişiklik olduğunu fark ederek İbnü’l-Arabî ile görüşmek isteyen filozof İbn Rüşd’e ondan bahsetmişti. İbn Rüşd, gerçek bilginin akıl yoluyla elde edildiğini savunurken İbnü’l-Arabî; gerçek bilginin sadece aklımızdan vücuda gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok tasavvuf yoluyla elde edilebileceğine inanıyordu. Daha sonra Sufizmi benimsedi ve hayatını manevî yola adadı.

İbnü’l-Arabî, kendisine “Manevî annenim ve dünyevî annenin ışığıyım” diyen Kordovalı Fatma adında 95 yaşından büyük bir kadına hizmet etti. Takvası ve tevekkülü ile bilinen bu kadın, kendisi üzerinde de oldukça büyük bir etki bırakmıştı.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

Seyahatleri

İbnü’l-Arabî, ilk defa 36 yaşında İspanya’dan ayrıldı ve 1193’te Tunus’a geldi. Tunus’ta bir yıl geçtikten sonra 1194’te Endülüs’e döndü. Babası İbnü’l-Arabî’nin Sevilla’ya gelmesinden kısa bir süre sonra öldü. Annesi de birkaç ay sonra öldüğünde İspanya’yı ikinci kez terk etti ve iki kız kardeşi ile 1195’te Fas’ın Fez kentine gitti. 1198’de İspanya’nın Córdoba şehrine döndü ve son kez 1200’de İspanya’yı Cebelitarık’tan geçerek tamamen terk etti. Mağrip’teki bâzı yerleri ziyaret ederek 1201’de Tunus’tan ayrıldı ve 1202’de hac etti. Üç yıl Mekke’de yaşadı ve orada el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye (Arapça: اَلْفُتُوحَاتُ الْمَكِّيَّة) adlı eserini yazmaya başladı.

Mekke’de vakit geçirdikten sonra Suriye, Filistin, Irak ve Anadolu’ya seyahat etti.

1204 yılında İbnü’l-Arabî, Selçuklu döneminde büyük tanınmış bir şeyh olan Mecdüddin İshak ile buluştu. İbnü’l-Arabî, bu kez kuzeye yöneldi; önce Medine’yi ziyaret ettiler ve 1205’te Bağdat’a gittiler. Bu ziyaret, ona Şeyh Abdülkâdir Geylânî’nin doğrudan öğrencileriyle tanışma fırsatı sundu. İbnü’l-Arabî, âlim Ali bin Abdullah bin Câmî’yi görmek için Musul’u ziyaret etmek istediği için sadece 12 gün orada kaldı. Orada Ramazan ayını geçirdi ve et-Tenezzülâtü’l-Mevṣıliyye ile el-Celâl ve’l-cemâl’i yazdı.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Ekberî Öğretisi

Varlık birliği (Vahdet-i Vücud) öğretisinin baş sözcüsü olmakla birlikte kendisinden sonra vahdet-i vücud görüşünü benimseyen sufiler için Muhyiddin İbn Arabi’nin lakaplarından olan Şeyh-i Ekber’e atıfla Ekberî sıfatı kullanılmıştır. Her ne kadar varlığın bir olduğunu kabul etmiş olsalar da Ekberî sufiler, bâzı görüşlerinde farklılıklar sergilemişlerdir. Meselâ Abdülkerim el-Cili ve Sadreddin Konevî her ikisi de Ekberî olmakla birlikte özgün görüşleri de olan ve başlı başına bir sufi metafiziği ve felsefesine sahip olan düşünürlerdir.

İbnü’l-Arabi’ye yönelik eleştiriler

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye karşı öğretisini benimseyenlerce Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh), öğretisine karşı çıkanlar tarafından Şeyh-i Ekfer (en kâfir şeyh) gibi birbirine taban tabana zıt lakapların verilişi, İbnü’l-Arabî’nin İslâm tarihinde üzerine en sert tartışmaların yapıldığı kişilerden biri olduğunun göstergesidir.[10] İbnü’l-Arabî’ye ait birçok görüş tartışılagelmiş, fakat üzerinde en çok durulan konu şüphesiz vahdet-i vücud düşüncesidir.

İbnü’l-Arabî, vahdet-i vücud (varlığın birliği) dolayısıyla panteizmi savunduğu, yani varlığın Tanrı olduğunu söylemesi iddiasıyla hem bâzı fakihlerden, hem de bâzı sufîlerden ılımlı ve sert eleştiriler almıştır.

Fakat Fususu’l-Hikem şârihlerinden Ahmed Avni Konuk, panteizmin vahdet-i vücud kavramından farklı olduğunu ifade eder ve 11 madde ile açıklar. Bu maddelerden ikisi şöyledir:

Madde 4: Vahdet-i vücudu müşahede edenler, taayyünat ve eşyanın hakikatinin Hak olduğunu söylerler; fakat taayyünatın ve eşyanın kendisine Hak demezler. “Hak, Hak’tır ve eşyalar da kendi zatlarında eşyadır” derler. Vücûdîler (panteistler) ise eşyanın taayyünlerinin ve zatlarının Hak olduğunu söylerler.

Madde 8: Vahdet-i vücudu müşahede edenler, Cenabı Hakk’ı hem “tenzih”, hem “teşbih” ederler. Vücûdîler (panteistler) ise yalnız “teşbih” ederler.

İbnü’l-Arabî’nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbelî Mezhebi geleneğinden beslenen âlim İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye’ye göre vahdet-i vücud küfürdür, dolayısıyla onu savunanlar da kâfirdir.

Bâzı tasavvuf ehilleri Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin geldiği idrak ve ilâhî anlayış seviyesinin peygamberler hariç insanlığın gelebileceği en yüksek seviye olduğu görüşündedirler. Tasavvuf çevrelerindeki genel kanaat, gelmiş geçmiş en büyük birkaç şeyhten biri olduğu yönündedir; bu da “Şeyh-ül-Ekber” yakıştırması ile paraleldir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin öğretisinin ve anlayışının ancak onun düzeyinde olanlarca anlaşılabileceği, yani ancak cüz’î iradenin tamamen devre dışı bırakılması ile anlaşılmasının mümkün olabileceği; aksi hâlde cüz’î iradeden tamamen kopamayan ve ilâhî iradeyle tamamen bütünleşemeyen bir kişinin Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bu yöndeki söylemlerini dillendirmesinin bir mânâda yalan beyan olacağı ifade edilmiştir.

Sadreddin Konevî’den günümüze kadar İbnü’l-Arabî ekolünü devam ettiren sufilerden bazıları

  • Fahreddin Iraki 1213-1289
  • Müeyyidüddin el-Cendi ö. 1291
  • Aziz Nesefi ö. 1300
  • Dâvûd-i Kayserî ö. 1350 Konevî’nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî’nin talebesidir.
  • Sadeddin Fergani ö. 1300
  • Abdürrezzak Kaşani ö. 1329
  • Mahmud Şebüsteri 1288-1340
  • Şeyh Bedreddin 1359-1420
  • Abdülkerim el-Cili 1366-1424
  • Molla Fenârî ö. 1430 Babası Konevî’nin halifelerindendir.
  • Şah Ni’metullah-i Velî ”(Nûr’ed-Dîn Kirmanî)” 1330-1431
  • Abdurrahman Câmî 1414-1492
  • Muhammed Kutbuddin İznikî ö. 1450 Molla Fenârî’nin talebesidir.
  • Yazıcızâde Muhammed Efendi ö. 1451 Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.
  • Akşemseddin ö. 1459 Fatih Sultan Mehmed’in hocasıdır. “Risâletü’n-Nuriyye” ve “Def’u Metaini’s-Sufiyye” adlı eserlerinde İbn Arabi’nin görüşlerini savunmuştur.
  • Abulvehhab Şarani 1493-1565
  • Cemal Halvetî (Çelebi Halife) ö. 1506 İbn Arabî’nin iki beytini şerh etmiştir.
  • İdris Bitlisî ö. 1520
  • Sofyalı Bâli Efendi ö. 1552 Füsûs şârihi.
  • Üftâde Muhammed Muhyiddîn ö. 1580 Bursalı ve Celvetiye Tarikatı büyüklerindendir.
  • Aziz Mahmud Hüdâyi ö. 1629 Üftâde’nin talebesidir.
  • Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi ö. 1578
  • İsmail Ankaravî ö. 1631 Meşhur Mesnevî şârihidir.
  • Abdullah Bosnevi ö. 1636 Füsus şârihidir.
  • Sarı Abdullah Efendi ö. 1660
  • Sunullah Gaybi ö. 1676 Keşfü’l Gıta adlı eserinde Vahdet-i vücud açıklanmaktdır.
  • Karabaş Veli Ali Alâeddin Atvel ö. 1685
  • Atpazarî Osman Fazlı İlâhî ö. 1690
  • Niyâzî-i Mısrî ö. 1693 En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.
  • İsmail Hakkı Bursevî ö. 1724
  • Nasuhî Mehmet Efendi ö. 1717
  • Neccarzade Mustafa Rıza Efendi ö. 1746
  • Abdülaziz Debbağ ö. 1717
  • Abdülgani Nablusi 1641-1731
  • Kırımlı Selim Baba ö. 1756
  • Şah Veliullah Dehlevi 1703-1762
  • Abdullah Salâhî-i Uşşâkî ö. 1781
  • Ahmed İbn Acibe 1747-1809
  • Köstendilli Süleyman Şeyhi 1750-1820
  • Safranbolulu Mehmed Emin Halvetî ö. 1867
  • Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin ö. 1881
  • Emir Abdülkadir 1808–1883
  • Muhammed Nur’ül Arabi ö. 1887
  • Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî ö. 1893 Tercüme-i Cânibü’l-Garbi fî Halli Müşkilâti İbn Arabî adlı bir eseri vardır.
  • Ahmed Amiş Efendi 1807-1920
  • Hüseyin Vassaf 1872-1929 Uşşaki şeyhlerinden yazar.
  • Abdurrahman Sami Uşşâki 1878-1935
Hüsnü Mübarek

HÜSNÜ MÜBAREK

Muhammed Hüsnü Said Mübarek (4 Mayıs 1928, Minufiye – 25 Şubat 2020, Kahire), Mısırlı asker ve siyasetçi. 1981-2011 yılları arasında Mısır cumhurbaşkanı. 2011’in Ocak ayında başlayan yaygın halk gösterilerinden sonra, önce 10 Şubat 2011 tarihinde yetkilerini yardımcısı olan Ömer Süleyman’a devretti, ertesi gün de görevinden istifa etti.

Kahire’deki Mısır Askerî Akademisi’ni (1949) ve Bilbays’taki Havacılık Akademisi’ni bitirdi (1950). Sovyetler Birliği’nde ileri uçuş ve bombardıman teknikleri konusunda öğrenim gördü. Mısır Hava Kuvvetleri’nde çeşitli görevler üstlendikten sonra 1966-69 arasında Hava Akademisi komutanlığını yürüttü. 1972’de Enver Sedat tarafından hava kuvvetleri komutanlığına getirildi. Ekim 1973’te İsrail’le yapılan Yom Kippur Savaşı’nın ilk günlerinde Mısır Hava Kuvvetleri’nin elde ettiği başarılarda önemli rol oynadı. Ertesi yıl mareşal oldu.

Nisan 1975’te devlet başkanı yardımcılığına atandı. Fas, Cezayir ve Moritanya arasında Batı Sahra’nın (İspanyol Sahrası) geleceğiyle ilgili anlaşmazlıkta arabuluculuk yaptı.

Hüsnü Mübarek

Devlet başkanlığı

6 Ekim 1981’de Enver Sedat’ın bir suikast sonucunda öldürülmesi üzerine devlet başkanı oldu. Bu görevde öteki Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye çalıştı. 1982’de Lübnan’ı işgal eden İsrail’le yakınlaşma politikasından uzaklaştı. 1987’de altı yıllık ikinci bir dönem için, oyların yüzde 97’sini alarak devlet başkanlığına yeniden seçildi. 1989’da, Enver Sedat döneminde İsrail’le yaptığı barış antlaşması yüzünden Arap Birliği’nden çıkarılmış olan Mısır tekrar birliğe kabul edildi, merkezi de Kahire’ye taşındı.

1990-91’deki Körfez Bunalımı ve onu izleyen Körfez Savaşı sırasında Arap ülkeleri, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında başlıca aracı işlevini üstlendi. Suudi Arabistan’ın, uluslararası kuvvetlerin desteğine başvuru kararının desteklenmesinde öteki Arap ülkelerine öncülük etti.

Enver Sedat’a yapılan suikastın ardından Mısır Devlet Başkanlığına ve Ulusal Demokratik Parti’nin liderliğine seçilen Mübarek; 1987, 1993, 1999 ve 2005 yıllarında yapılan ve muhalefetin katılımının kısıtlandığı seçimlerde arka arkaya dört kez göreve seçildi.

26 Haziran 1995’te, Afrika Birliği Örgütü Zirvesi için gerçekleştirdiği Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa seyahati sırasında kendisine suikast girişiminde bulunuldu. İstihbarat raporlarına göre girişim, el-Kaide ile birlikte hareket eden ve Mısır’da faaliyet gösteren İslam Cemaati ile Mısır İslam Cihadı tarafından gerçekleştirilmiş ve Sudan hükûmeti ile ülkenin istihbarat servisleri tarafından desteklenmişti.

Hüsnü Mübarek

Protestolar ve istifası

2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap dünyası protestolarının 25 Ocak 2011’de Mısır’da da başlaması üzerine 10 Şubat 2011’de yetkilerinin çoğunu yardımcısı Ömer Süleyman’a devretti, 11 Şubat 2011’de ise görevini orduya ve anayasa mahkemesine devrederek istifa etti. İstifa ettikten kısa bir süre sonra tutuklandı ve yargılanmaya başlandı. Bir süre idamla yargılanmıştır. 2 Haziran 2012 günü yardımcısı ile birlikte ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, oğulları ile yargılanan birkaç kişi ise beraat etmiştir. Kısa süre sonra Mübarek’in idam edilmesini isteyen göstericiler, Mübarek’in yargılandığı mahkeme önünde polisle çatışmışlardır. Yaşanan gelişmeler üzerine Mübarek depresyona girmiştir.

Mısır’ın en üst düzeydeki temyiz mahkemesi tarafından 2 Mart 2017’de hakkında beraat kararı verildi. 24 Mart 2017’de serbest bırakıldı.

Ölümü

Hüsnü Mübarek 25 Şubat 2020’de başkent Kahire’deki Kahire askerî hastanesinde, 91 yaşında hayatını kaybetti. Kahire’nin dışındaki bir aile mezarlığında askerî cenaze töreni düzenlendi.

Roger Garaudy

ROGER GARAUDY

Roger Garaudy (17 Temmuz 1913, Marsilya – 13 Haziran 2012, Paris) Fransız düşünür ve yazar.

1952 yılında Sorbonne Üniversitesi’nden felsefe dalında, 1954 yılında SSCB Bilimler Akademisi’nde bilim dalında doktor unvanı elde etmiştir.

Fransız Komünist Partisi’nde etkin bir konumda yer aldıktan sonra bu partiden ayrıldı. Fransa Parlamentosu’nda milletvekili, meclis başkan yardımcılığı, milli eğitim komisyonu üyesi ve senatör olarak görev yaptı. Daha sonra profesörlüğe devam etti.

Emekliliği sırasında pek çok akademik eser yayımlayan Garaudy, 1982 yılında Müslüman olmuştur.

Roger Garaudy

Eserleri

  • Dünyadaki Tek Medeniyet Batı Değil
  • Le Terrorisme Occidental (Batı Terörizmi) (2004)
  • Mythes fondateurs de la politique israélienne (İsrail’in kuruluşundaki mitler) (1995) Bu kitabında savunduğu antisemitik görüşler Fransız ceza kanunlarına göre suç teşkil eder.
  • Avons-nous besoin de Dieu? (Tanrı gerekli mi?) (1993)
  • Karl Marx (1972 ve 1977) On bir dile tercüme edilmiştir.
  • Pour un Modèle français de socialisme (Sosyalizmin bir Fransız modeli üzerine) (1968)
  • Lenine (1968) İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Portekizceye tercüme edilmiştir.
  • La pensée de Hegel (Hegelin düşüncesi) (1966) İspanyolca, Portekizce, Arnavutça ve Yunancaya tercüme edilmiştir.
  • Marxisme du XX siècle (20.yy Marksizmi) (1961) Norveççe, İngilizce, Türkçe, Çekçe’ye tercüme edilmiştir.
  • Dieu est Mort (Tanrı Öldü) (1962) Hegel üzerine inceleme. Almanca ve İspanyolcaya tercüme edilmiştir.
  • Perspectives de l’homme (İnsanın Ufukları) (1955) Sırbo-Hırvatça, İspanyolca, Lehçe, Portekizçeye tercüme edilmiştir.
  • Theorie materialiste de la connaissance (Materyalist Bilgi Teorisi) (1953) Çekçe, Rusça, Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir.
  • Les sources françaises du socialisme scientifique (1949) (Bilimsel sosyalizmin Fransız kaynakları) Lehçe, Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir.
  • Siyonizm Dosyası
  • Yaşayanlara Çağrı
  • İnsanlığın Medeniyet Destanı
  • Geleceğimizde İslam Var
  • Hatıralar
  • Endülüs’te İslam
  • İslam ve İnsanlığın Geleceği
  • Yobazlıklar
  • Amerikan Efsanesi
  • İlahi Mesajlar Toprağı Filistin
  • İslam’ın Vadettikleri
  • İsrail Dosyası “Siyasi Siyonizm”
  • İslamiyet ve Sosyalizm
Cat Stevens

CAT STEVENS

Cat Stevens veya Yusuf İslam (doğum adıyla Steven Demetre Georgiou; d. 21 Temmuz 1948, Londra), İngiliz şarkı sözü yazarı ve müzisyendir. Müzik tarzı folk, pop, rock ve İslamî müzikten oluşur. 1977 yılında Müslüman olmuş ve bundan iki yıl sonra da adını Yusuf İslam olarak değiştirmiştir.

Georgiou, çoğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda olmak üzere çoğunluğu Cat Stevens mahlasıyla 60 milyondan fazla albüm sattı. “Wild World”, “Father and Son”, “Morning Has Broken”, “Peace Train”, “The First Cut Is the Deepest” ve “Lady D’Arbanville” gibi ünlü parçalarıyla hatırlanır. Sanatçı, 2014 yılında Rock and Roll Hall of Fame (Rock and Roll Efsaneler Müzesi)’ne dâhil edilmiştir.

Cat Stevens

Çocukluğu ve gençliği

21 Temmuz 1948 tarihinde Londra’da doğdu. Kıbrıslı Rum bir babanın ve İsveçli bir annenin üçüncü çocuğu olan Cat Stevens’ın asıl adı Steven Demetre Georgiou’dur.

Babası Yunan Ortodoksu olmasına rağmen, Steven bir Katolik okuluna gitti. 8 yaşındayken annesi ve babası boşandı. Bir süre beraber yaşadılarsa da, annesi oğlunu alıp İsveç’e döndü. 16 yaşındayken okulu bıraktı, daha sonra Sanat Okulu’na girdi ama oradan da ayrıldı.

Müzik kariyeri

İlk hit parçasını ve albümünü 18 yaşındayken yaptı. “I Love my Dog” şarkısı Cat Stevens’ın doğuşu anlamına geliyordu. 1966 yılında Matthew and Son albümünü piyasaya sürdü. Bu dönemde Cat Stevens ismini aldı. 1967’de yayımlanan New Masters albümü fazla tutulmadı, bu albüm sonradan birçok kişi tarafından yorumlanan The First Cut Is the Deepest parçasıyla hatırlanır.

1968’in başında 19 yaşındayken Stevens tüberküloza yakalandı. Aylarca hastanede yattığından müziğe tekrar dönmesi 1970’i buldu.

1970’te yayımladığı folk müzik temeline oturtulmuş, önceki albümlerinden de biraz farklı sayılan Mona Bone Jakon yayımladı. Bu albümde o dönemki aşkı Patti D’Arbanville için yazılmış (daha sonra bir klasik halini alan) “Lady D’Arbanville” parçası da yer alır. Cat Stevens, 1970’in ikinci yarısında yayımladığı uluslararası bir başarı yakalayan Tea for the Tillerman albümüyle yoluna devam etti. Wild World parçası bu albümdeki en beğenilen ve popüler parça oldu.

Kendine has bir müzik oluşturan Stevens 1971’de çıkardığı Teaser and the Firecat albümüyle başarının tadını çıkarmaya devam etti. Bu albümde “Peace Train”, “Morning Has Broken” ve “Moonshadow” gibi birçok hit parça yer alıyordu. 70’li yıllarda yeni albümler yayımlamaya devam etti.

Cat Stevens

Müslüman oluşu

2008 yılında
1976 yılında bir kaza sonrası boğulmak üzere olan ve Tanrı’ya yakaran Cat Stevens, yıllar sonra VH1 kanalında o anda şunları aklından geçirdiğini söylemiştir: ”Oh God! If you save me I will work for you.” (Tanrım, eğer beni kurtarırsan senin için çalışacağım).

Din değiştirmesinden sonra uzunca bir süre müzik kariyerine ara verdi. Sahnelerden uzaklaştı, hatta müzik şirketlerinden artık albümlerinin dağıtılmamasını rica etti fakat bu talebi reddedildi. 2006 yılında oğlunun evinde eline aldığı gitar ile birlikte bu kararını 28 yıl sonra değiştirdi. Önce kendi eski şarkısı olan Father and Son şarkısını Ronan Keating ile söyledi. Ardından 2006 yılında An Other Cup albümünü çıkardı. Ardından, 5 Mayıs 2009’da olumlu eleştiriler alan albümü Roadsinger piyasaya çıktı. Müzisyen son olarak 2014 yılının sonlarında Tell ‘Em I’m Gone isimli son albümünü piyasaya çıkarttı.

Şu an eşi Fauzia Mubarak Ali ve altı çocuğuyla birlikte Londra’da yaşamaktadır.

Albümler

  • Cat Stevens adıyla
  • Matthew & Son (1966)
  • New Masters (1967)
  • Mona Bone Jakon (1970)
  • Tea for the Tillerman (1970)
  • Teaser and the Firecat (1971)
  • Catch Bull at Four (1972)
  • Foreigner (1973)
  • Buddha and the Chocolate Box (1974)
  • Saturnight (Live in Tokyo) (1974)
  • Numbers (1975)
  • Izitso (1977)
  • Back to Earth (1978)
  • Majikat (2005)
  • Gold (2005 derleme)
  • My lady d’arbanville
  • Birçok derleme ve antoloji

 

Yusuf İslam adıyla

  • The Life of the Last Prophet (1995)
  • I Have No Cannons that Roar (1998)
  • Prayers of the Last Prophet (1999)
  • A is for Allah (2000)
  • I Look I See (2003)
  • Footsteps In The Light (2006)
  • An Other Cup (2006)
  • Roadsinger (2009)
  • Tell ‘Em I’m Gone (2014)
Şeyh Edebali

ŞEYH EDEBALİ

1206 yılında doğduğu tahmin edilen Şeyh Edebali, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı-din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi’nin kayınbabası ve hocası, Osmanlı Devleti’nin fikir babasıdır. Asıl adı Mustafa’dır. Künyesi, İmadüddin Mustafa b. İbrahim b. İnac el- Kırşehri’dir.

İlk eğitimini Hanefi fıkıhçısı Necmeddin ez-Zâhidî’den aldı. Daha sonra Şam’a giderek dönemin meşhur alimlerinden dersler aldı. Tefsir, hadis ve İslam hukukunda uzmanlaştı. Eskişehir yakınlarında o zamanki adıyla İtburnu köyünde yaşadı. Kendi yaptırdığı zaviyede öğrenci yetiştirdi ve halkı aydınlattı. Bilecik’te yaptırdığı dergahta, Osman Gazi’yi de birçok defa misafir etti. Rivayete göre, Osman Gazi, dergahta bulunduğu bir gece rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç çıkıp dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştür.

Şeyh Edebali rüyayı şöyle tabir etmiştir: “Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun ile evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam’a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir. ”

Şeyh Edebali

NE ZAMAN VE NASIL ÖLDÜ?

120 yaşlarında Bilecik’te vefat eden Şeyh Edebali, dergâhının zikir odasına gömülmüştür. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etti. Bilecik’te ve Eskişehir’de adına türbeler yapıldı.

Onun Osman Gazi’ye vasiyeti ve Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye vasiyeti, Osmanlı Devleti’nin mayasını oluşturan Ahilik felsefesinin güzel bir ifadesidir. Ahi lideri olan Şeyh Edebali, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin ilk kadısı ve müftüsüdür.

Şeyh Edebali

TÜRBESİ NEREDE?

Bilecik’teki en önemli tarih miraslarından bir tanesidir. Orhan Gazi Camii’nin üst tarafındaki tepelik alandadır. Yapılış tarihi belli olmamakla birlikte Orhan Gazi devrinde inşa edildiği kabul edilmektedir. Türbede Şeyh Edebali ile birlikte, şeyhin neslinden altı büyük ve dört küçük sanduka vardır. Sanduka odasının haricinde iki oda daha bulunmaktadır. Türbe ve dergâh, Sultan II. Abdülhamid döneminde ve son olarak da 2012 yılında tadilat görmüştür. Türbenin hemen yanında aynı tarihlerde inşa edildiği tahmin edilen, Osman Gazi’nin eşi Bala Hatun ve annesinin sandukalarının bulunduğu bir türbe daha bulunmaktadır.

Tapduk Emre

TAPDUK EMRE

Tapduk Emre (d. 1210-1215 – ö. ?), Horasan erenlerinden bir Türkmen ve Alevi-Bektaşi dervişi ,Yunus Emre’nin mürşidi. Horasanlı olup Cengiz Han döneminde Anadolu’ya Alevî-Bektaşî usulü Kur’an ve Ehl-î Beyt ittikadini, yani Peygamber Muhammed ve On İki İmam inancını yaymak için gelmiştir. 1210 ile 1215 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin halefidir. Söylenene göre Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre’yi yetiştirme işini Taptuk Emre’ye bırakır. Tarihçilerin “koyu (aşırı) İslamî-Bâtınî” dediği Taptuklular, Taptuk Emre adlı Türkmen babasının çevresinde oluşan kitlelerde birleşiyorlardı. Taptuk Emre’den itibaren Anadolu’da bir “Taptuklular” topluluğunun varlığına rastlanır. Nallıhan Taptuk Emre dergâhına kırk yıl odun taşıyan derviş Yunus, taptukluların yetiştirdiği en büyük ozanlardan biri olarak kabul görür.

Tapduk Emre’nin mezarının yeri kesin olarak belirlenememiş olmakla birlikte Eskişehir, Nevşehir (Hacıbektaş ilçesi), Manisa, Aksaray ve Afyonkarahisar’da Tapduk Emre’ye ait olduğu iddia edilen mezarlar bulunur.

Tapduk Emre

Horasan’dan Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir. Yaşadığı dönem hakkında kaynaklarda farklı rivayetler yer alır. Âşıkpaşazâde onun Orhan Gazi zamanında (1324-1362) yaşadığını ve Yıldırım Bayezid devrinde (1389-1402) öldüğünü kabul ederken (Târih, s. 199-200) Mecdî onu Yıldırım Bayezid dönemi dervişleri arasında sayar. Saltuknâme yazarı Ebülhayr Rûmî de Tapduk Emre’yi Orhan Gazi devrinde yaşadığı bilinen Karaca Ahmed’in çağdaşı olarak gösterir. Fakat gerek müridi Yûnus Emre’nin gerekse şeyhi Barak Baba’nın dönemleri göz önünde tutulursa Tapduk Emre’nin bundan elli yıl kadar önceki bir tarihte, yani XIII. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı söylenebilir. Tapduk kelimesinin onun adı mı yoksa lakabı mı olduğu konusu belirsizdir. Bektaşî geleneği kendisine Tapduk adının verilmesini Hacı Bektâş-ı Velî ile olan ilişkisine bağlar ve bu hususta yaygın bir menkıbeyi esas alır (Vilâyetnâme, s. 21). Öte yandan Tapduk Emre’nin Bektaşîlik’le ilgisinin olamayacağından hareketle son dönemde yapılan bazı araştırmalarda Yûnus Emre’nin şiirlerinde geçen “tapduk” kelimesinin Tanrı’yı nitelemek için kullanıldığı, dolayısıyla Tapduk isminde bir şahsın mevcut olmadığı ileri sürülür (Kabaklı, s. 12-14). Babaî zümrelerine mensup pek çok derviş gibi Tapduk Emre’nin de baba unvanını taşıdığı Yûnus Emre’nin bazı mısralarından anlaşılmakta, ayrıca Tapduk Emre’nin yaşadığı dönemde Anadolu’da bu ismi kullanan şahsiyetlerin varlığı bilinmektedir. Mecdî, onun Sakarya nehri yakınlarında bulunan köyünde münzevi bir hayat sürdüğünü ifade eder (Şekāik Tercümesi, s. 78). Tapduk Emre’nin dönemindeki birçok derviş gibi çiftçilikle uğraştığı ve müridlerinin eğitimiyle meşgul olduğu tahmin edilebilir. Onun Sakarya nehri yakınlarında bugün kendi adıyla bilinen köyde yaşadığı konusunda kaynakların büyük çoğunluğu ittifak etmekle beraber Manisa’da Kula ile Salihli arasında bir köyde yaşadığına dair bazı rivayetler de vardır. Hatta Tapduk Emre’nin Saruhan Bey’in kızı Hacı Fatma Sultan’la evlendiği rivayet edilir; fakat bu görüş akademik çevrelerce pek kabul görmemiştir.

Tapduk Emre’nin mensup olduğu tarikat ve mürşidinin kimliğine dair bilgiler de birbirinden farklıdır. Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’de, onu Sarı Saltuk ve Barak Baba ile birlikte Hacı Bektâş-ı Velî’nin müridleri arasında gösterilerek Bektaşî geleneğine dahil edilir. Vilâyetnâme’de (s. 21) Tapduk Emre’nin Hacı Bektâş-ı Velî’nin üstünlüğünü tanıdığına, hatta kendisine Tapduk adının aralarındaki bir görüşme sırasında verildiğine işaret edilir. Ancak bizzat müridi Yûnus Emre, “Yûnus’a Tapdug u Saltug u Barak’tandur nasib / Çün gönülden cûş kıldı ben nice pinhân olam” mısralarıyla (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 100) Tapduk Emre’yi Barak Baba’nın müridleri arasında gösterip konuya daha somut delillerle yaklaşılmasına imkân verir. Yûnus Emre’nin bu ifadelerinden Tapduk Emre’nin Barak Baba’nın müridi olduğu kesin biçimde ortaya çıkar. M. Fuad Köprülü’ye göre Tapduk Emre, Babaî çevreleriyle yakın ilişki içerisinde bulunduğundan tıpkı şeyhi gibi bir Türkmen babası hüviyeti göstermektedir (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 266). Onun silsilesi şeyhi Barak Baba vasıtasıyla Sarı Saltuk’a ulaşır. Barak Baba’nın bir Haydarî dervişi olduğu bilinmektedir (Ocak, Sarı Saltık, s. 76). Bu durum Tapduk Emre’nin de bir Babaî-Haydarî dervişi olabileceğinin delilidir ve baba unvanını taşıması da bunu desteklemektedir. Baba unvanı onun aynı zamanda abdalân-ı Rûm zümresiyle bir ilgisinin bulunabileceğini düşündürmektedir. Nitekim Abdülbaki Gölpınarlı onun “tâife-i abdalân”dan olduğu kanaatindedir (Yunus Emre, s. 28). Saltuknâme müellifi Barak Baba’dan bahsetmeden Tapduk Emre’yi doğrudan Sarı Saltuk’un müridlerinden sayar. Rivayete göre zikir meclisinde kadın ve erkekleri bir arada toplayan Tapduk Baba başlangıçta Sarı Saltuk tarafından eleştirilse de daha sonra onu ikna etmeyi başarır ve müridi olur (Saltuknâme, vr. 302a-304a). Aynı şekilde Hızırnâme’de Sarı Saltuk ile Tapduk Emre’nin isimleri birlikte zikredilir. İsmâil Hakkı Bursevî ise onun şeyhi olarak, Moğol istilâsı öncesinde Buhara’dan Anadolu’ya göç eden ve Sinan Efendi yahut Sinan Ata adıyla bilinen Orta Asyalı Nakşibendiyye tarikatı mensubu bir Türkmen şeyhinin ismini zikreder.

Tapduk Emre’nin ailesi hakkında verilen bilgiler menkıbevî rivayetlerle bezenmiştir. Bir kızının Yûnus Emre ile evlendiği rivayet edilmekteyse de bu rivayet gerek Yûnus’un divanında gerekse diğer çağdaş kaynaklarda yer almamaktadır. Ankara Nallıhan yakınlarındaki Emre Sultan köyünde mezarı bulunan Bacı Sultan adlı bir kızının daha olduğu nakledilir. Abdülbaki Gölpınarlı, Yûnus Emre’nin Tapduk Emre’nin oğlu olabileceği ihtimaline dikkati çeker (Yunus Emre, s. 197). Kaynaklarda yer alan ifadelerden Tapduk Emre’nin çok sayıda müridi bulunduğu anlaşılmaktadır. el-Veledü’ş-şefîḳ müellifi Niğdeli Kadı Ahmed, Tapduklular adını taşıyan bu müridlerin dinî kurallara riayet etmediklerini, kadınlarını, kızlarını saygıları gereği misafirlerine sunarak konuk severlik gösterdiklerini söyler (Ocak, Babaîler İsyanı, s. 198). Gerçeği yansıtması mümkün görülmeyen bu ifadeler, gayri Sünnî tarikat mensupları ile mutaassıp Ehl-i sünnet mensupları arasındaki çekişmeyi göstermekten öte bir anlam taşımaz. Tapduk Emre’nin en tanınan müridi Yûnus Emre’dir. Uzun yıllar hizmetinde bulunan Yûnus Emre onun görüşlerini Anadolu ve Şam’da yaymış, kendisinden saygı ve övgüyle söz etmiştir (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 48, 104, 109, 187). Şeyhinin kapısına kırk yıl boyunca hizmet ettiğine dair meşhur menkıbe birçok kaynakta yer almaktadır (Vilâyetnâme, s. 48; Lâmiî, s. 842). Yûnus Emre şeyhi gibi Kalenderî-Melâmetî düşünceyi benimsemiş (Ocak, Kalenderîler, s. 69), şeyhinin fikirlerini yaymaya çalıştığını ve bunu başardığını, “Vardığımız ellere şol safâ gönüllere / Halka Tapduk mânisin saçtık elhamdülillâh” mısralarıyla dile getirmiştir (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 116). Tapduk Emre’nin Şeyh Ömer ve Şeyh Câfer isimli iki müridi daha olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.

Tapduk Emre

Tapduk Emre’nin ölüm tarihi ve mezarının bulunduğu yer konusu da ihtilâflıdır. Âşıkpaşazâde onun Yıldırım Bayezid döneminde (1389-1402) öldüğünü söyler. Ancak Yûnus Emre’nin XIII. yüzyılın sonları ve XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı dikkate alındığında bir şiirinde öldüğünü haber verdiği mürşidinin XIII. yüzyılın sonlarında vefat etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bursa’da, Manisa’da Kula ile Salihli arasındaki Emre adlı bir köyde, Afyon-Sandıklı, Karaman, Sivas, Erzurum, Aksaray, Isparta-Keçiborlu gibi yerlerde Tapduk Emre’ye izâfe edilen mezarlar vardır. Bunlardan bazıları hem Yûnus Emre’ye hem Tapduk Emre’ye ait kabul edilmektedir. Bununla birlikte en muteber görüş, Tapduk Emre’nin mezarının Ankara’nın Nallıhan ilçesine bağlı Emresultan köyünde bulunduğu şeklindedir. Nitekim bu bilgi birçok kaynağın yanı sıra Afyonkarahisar Şer‘iyye Sicilleri’nde de yer almaktadır (Öztelli, s. 52). Bu köydeki türbede ailesine mensup oldukları ileri sürülen daha pek çok kişinin mezarı vardır. Tapduk Emre’nin ve müridlerinin faaliyet sahasının Anadolu coğrafyası ile sınırlı kalmayıp Balkanlar’a da ulaştığı bazı köy adlarının onun adıyla anılmasından anlaşılmaktadır. Meselâ Anadolu’da Aksaray ilinin merkez nahiyesine ve Edirne’nin Havsa ilçesine bağlı birer köy, ayrıca Varna’ya bağlı bir köy Tapduk adını taşımaktadır. Bu bilgi, Tapduk Emre’nin sözü edilen bölgelere gittiğini doğrulamasa bile müridlerinin yayılma sahasının tahmini konusunda önem arzetmektedir.

Ömer Muhtar

ÖMER MUHTAR

Berka’nın Defne bölgesindeki Butnân’da doğdu. Libya’daki en büyük Arap kabileleri arasında sayılan Menife’ye mensup Gays ailesindendir. İlk eğitimini babasından aldı. Ardından tahsil için kardeşi Muhammed ile birlikte Senûsîler’in Zenzûr Zâviyesi şeyhi Seyyid Hüseyin el-Garyânî eş-Şemsî’nin yanına gönderildi; babasının ölümü üzerine de onun himayesine girdi. Zenzûr’da zâviyedeki eğitiminden sonra, Senûsiyye’nin kurucusu Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin 1859’da vefatından kısa bir süre önce yerleşip merkez zâviyesini faaliyete geçirdiği Cağbûb kasabasına gitti. Burada hareketin ikinci önderi Mehdî Muhammed b. Muhammed es-Senûsî’nin yanında öğrenimini tamamladı. Sekiz yıl kaldığı bu zâviyede İslâmî eğitimi Şeyh ez-Zirvâlî el-Mağribî el-Cevvânî’den, dinî ilimleri ise Fâlih b. Muhammed ez-Zâhirî’den aldı.

Eğitim yıllarında Mehdî es-Senûsî’nin dikkatini çekti. Mehdî es-Senûsî, 1895’te Cağbûb’dan ayrılarak Kufra’da yeni kurulan Tâc köyüne gidip burasını merkez zâviye yapmak istediğinde Ömer el-Muhtâr’ı da beraberinde götürdü. Burada öğrenimini tamamlayanlar Trablusgarp vilâyetinde açılan zâviyelerden birine şeyh olarak gönderildiğinden Ömer el-Muhtâr da 1897’de, Cebelülahdar’daki kabilelerden Osmanlı Devleti’ne genelde tam itaat göstermeyen Merc kasabası yakınındaki Ubeyd kabilesine ait Kasûr Zâviyesi’ne şeyh tayin edildi. Bu kabileyi kısa zamanda Osmanlı idaresine yaklaştırdı ve buradaki diğer Arap kabileleri arasında devam eden kavgaları da sona erdirdi. Özellikle Ubeyd kabilesini cihad hareketinin öncü kuvveti olacak şekilde eğitti. Bu zâviyede iken çocuklara İslâmî eğitim vermesi, yolculara ve çevredeki fakirlere ikramda bulunması, müntesiplerinin günlük işlerine yardımcı olması gibi faaliyetleriyle şöhreti arttı.

Mehdî es-Senûsî, 1899’da Kufra’daki zâviyesini Çad sınırları içinde Borku bölgesindeki Garû’ya taşıyınca onunla birlikte gidenler arasında Ömer el-Muhtâr da vardı. Çad’ın güneyindeki Vedây Sultanlığı topraklarının Fransızlar tarafından işgalini önlemek için bölgede yapılan seferlere katıldı. Bir müddet sonra Ayn Galaka’da açılan zâviyeye şeyh tayin edildi. Ancak Mehdî es-Senûsî’nin 1902’de Garû’da ölmesi üzerine buradaki faaliyetler yavaşladı. Ömer el-Muhtâr, Ayn Galaka’da bulunduğu süre içinde eğitim ve tebliğle meşgul olduktan sonra 1903 yılında Kasûr Zâviyesi’ne döndü. Mehdî es-Senûsî’nin ölümünün ardından oğlu İdrîs’in henüz on üç yaşında olması sebebiyle geçici olarak hareketin başına getirilen yeğeni Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin, 27 Eylül 1911’de İtalya’nın Osmanlı Devleti idaresindeki Trablusgarp vilâyetine çıkarma yapması üzerine nasıl bir tavır takınılacağını kararlaştırmak için Kufra’da yaptığı toplantıya katıldı. Ardından Cebelülahdar’a döndü ve Ubeyd kabilesini cihada hazırlayıp onlardan 1000 kişilik bir mücahid birliği kurdu. Böylece İtalyanlar’a karşı ilk saldırıda bulunan birlikler arasında yer aldı. Yerli ahali, yaklaşık yirmi yıl süren savaş süresinde dağlara çekilip İtalyanlar’a baskınlar düzenleyerek çarpışmalara katıldı.

Ömer Muhtar

Ömer el-Muhtâr, 1912’de Osmanlılar’ın Uşi (Ouchy/Lozan) Antlaşması sonucunda kuvvetlerini buradan çekmesinin ardından geride kalan askerleri Mısır’a götürmek isteyen Aziz el-Mısrî ile ona engel olmak isteyen Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin adamları arasında çıkan çatışma sonrasında Ahmed Şerîf es-Senûsî tarafından ara buluculukla görevlendirildiği gibi Berka bölgesinin kumandasını da üstlendi. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Osmanlı Harbiye Nezâreti, Teşkîlât-ı Mahsûsa vasıtasıyla buraya bazı subaylarını gönderdiğinde, İcdâbiye’de Şeyh İbrâhim el-Mısrâtî ile birlikte Osmanlılar’ın Afrika grup komutanı sıfatıyla faaliyette bulunan Enver Paşa’nın kardeşi Nûri Paşa ile görüşmek için Butnân’a gitti. Bu arada Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin İstanbul’a götürülmesinin (1917) ardından Osmanlı Devleti İdrîs es-Senûsî’yi onun halefi olarak kabul etmişti. İdrîs es-Senûsî’nin (I. İdrîs) genel vekili sıfatıyla direniş hareketinin kumandanlığına getirilen Ömer el-Muhtâr, Cebelülahdar’a geldiği yıllardan itibaren başta Enver Paşa olmak üzere Türk subaylarından aldığı bilgiler ışığında emrine verilen gönüllüleri sayıları 100 ile 300 arasında değişen birliklere ayırdı. Kabileleri de üç ayrı bölgede teşkilâtlandırarak her biri için kaymakam ve kadı görevlendirdi, bunların tamamını kendine bağladı. Yine Enver Paşa’nın Trablusgarp savaşı yıllarında askerî eğitim almaları için İstanbul’a gönderdiği, burada yetiştikten sonra geri dönerek direnişe katılan yerli subaylar da onun yanında yer aldı.

İdrîs es-Senûsî bazı ileri gelen şeyhler ve kabile reisleriyle birlikte tedavi gerekçesiyle 1922’de Mısır’a gitmiş ve yerine kardeşi Muhammed Rızâ es-Senûsî’yi vekil bırakmıştı. 27 Şubat 1923’te Ömer el-Muhtâr son gelişmeleri görüşmek üzere bir heyetle birlikte Mısır’a gitti. Arap ve İslâm dünyasına yardım çağrısında bulundu. İdrîs es-Senûsî, Mısır’da güven içinde hayatını sürdürmesi karşılığında bu ülkenin İtalya ile anlaştığını ileri sürerek kendisinden talep edilen yardım konusunda herhangi bir şey yapamayacağını söyledi. Bu arada Ömer el-Muhtâr’ın Mısır’a geçtiğini öğrenen İtalyanlar buraya bir heyet gönderip cihaddan vazgeçmesini ve Mısır’da yaşamasını, Berka’ya döndüğü takdirde kendisine bir köşk tahsis edilerek maaş bağlanacağını bildirdiler. Bu teklifleri reddeden Ömer el-Muhtâr dönüşü esnasında Ebyârülgubâ’da İtalyanlar’ın saldırısına uğradıysa da kurtulmayı başardı (23 Nisan 1923). Haziran ayında İtalyanlar’la Senûsîler arasında Ömer el-Muhtâr’ın da katıldığı büyük bir çarpışma meydana geldi.

İdrîs es-Senûsî’nin kendisine hiçbir ümit vermemesi üzerine Ömer el-Muhtâr, heyette yer alan Yûsuf Ebû Rahîl el-Mismârî ve Ali Hâmid el-Ubeydî ile birlikte Ahmed Şerîf es-Senûsî’ye 20 Şubat 1924 tarihinde bir mektup gönderdi. İtalyanlar’ın daha önce İdrîs es-Senûsî ile imzaladıkları anlaşmaları iptal ettiklerini, Trablusgarp halkının başsız bırakıldığını, askerî bir düzeni olmayan birliklerle Cebelülahdar’da cihada devam edeceklerini bildirdi; kendilerine para, silâh ve erzak göndermesini talep etti. Bu arada bütün bölgeleri gezerek Berka, Trablus ve Fizan’daki direnişleri tek bir idare altında toplamaya çalıştı.

Ömer Muhtar

Libya’da henüz işgal edilmeyen şehirlerin bir an önce ele geçirilmesi için sabırsızlanan Mussolini 1925’te Emilio de Bono’yu Trablusgarp sömürge valiliğine tayin etti. Ömer el-Muhtâr’a destek sağlayan Cağbûb, Ûclâ, Câlû, Fizan ve Kufra gibi yerlerin Cebelülahdar ile irtibatlarının kesilmesine karar verildi. Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin kardeşi Seyyid Safiyyüddin’in idareci olarak bulunduğu Cağbûb’u İdrîs es-Senûsî’den aldığı emir üzerine direnmeksizin 9 Şubat 1929’da İtalyanlar’a teslim etmesi Ömer el-Muhtâr’ı büyük bir destekten mahrum bıraktı. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki kuvvetler İtalyanlar’a karşı vurkaç taktiği uygulamaya başladılar. İtalyan işgal ordusu ile direnişçiler arasında çarpışmalar hızlandı. Bunlardan ilki Rahîbe’de meydana geldi ve burada çok sayıda İtalyan askeri esir alındı. İkincisi Akīretü’l-Matmûra’da oldu. Ömer el-Muhtâr önemli adamlarından bir kısmını bu çarpışmada kaybederken İtalyanlar’a da büyük kayıplar verdirdi. 22 Nisan 1927’de Derne’de Ömer el-Muhtâr’ın İtalyan ordusunun yedinci taburuna büyük zayiat verdirmesinin ardından İtalyan işgalindeki bölgelerde mevcut Senûsî zâviyeleri ve camiler kapatılıp şeyhler tutuklandı. Bingazi işgal edildiği halde buranın çevresindeki Berka bölgesi direnişin merkezine dönüştüğü için İtalya 1928’de burayı topyekün işgale karar verdi.

Berka bölgesine 1923-1929 yılları arasında Bongiovanni, Mombelli, Teruzi ve Sicilliani vali tayin edilmiş, ancak bunlar Ömer el-Muhtâr karşısında başarısız kalmıştı. 1929’da Trablusgarp ile Bingazi birleştirildi ve sömürge genel valiliğine Pietro Badoglio getirildi. Yeni vali yerli ahalinin direnişini her çareye başvurarak kırmaya kararlıydı. Muhammed Rızâ es-Senûsî ve Şârif el-Garyânî, İtalyanlar adına 6 Nisan 1929’da Ömer el-Muhtâr ile görüştüler ve direnişten vazgeçtiği takdirde Hicaz’a veya Mısır’a gidebileceğini, ayrıca kendisine para verileceğini söylediler. Bu teklifler reddedildiği gibi valinin bu yolda şahsî girişimleri bir sonuç vermedi.

10 Ocak 1930’da sömürge genel vali yardımcılığı ve Sirenayka valiliğine o güne kadar tayin edilenlerin en acımasızı olarak bilinen Rodolfo Graziani getirildi. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki mücahidlerin Libya’dan ve dış dünyadan yardım almalarını önlemek için buranın Fizan, Kufra ve Mısır ile bağlarının koparılması kararlaştırıldı. Bu amaçla 15 Ocak 1930 tarihinde Cebelülahdar’daki direniş siperleri uçaklarla bombalanırken 24 Ocak günü Fizan’ın merkez şehri Merzûk, 25 Şubat’ta ise buranın batısındaki Gāt kasabası işgal edildi. 1928 yılı başında İtalya’ya sürgüne gönderilen Muhammed Rızâ serbest bırakılıp Bingazi’ye dönünce Ömer el-Muhtâr’a bir mektup yazarak İtalyanlar’a teslim olmasını istedi. Yine red cevabı alan İtalyanlar bu defa Rızâ tarafından Cebelülahdar ahalisine hitaben yazılan bir mektubu uçaklarla yerleşim yerlerine attılar. Bundan da bir sonuç alamayınca bölgenin kırsal kesimlerinde yaşayan bütün halkı kamplarda toplamaya başladılar. 23 Eylül 1930 tarihinde İtalyanlar’la yapılan Kerisse çarpışmasında Ömer el-Muhtâr’ın yakın adamlarından Fudayl b. Ömer ile birlikte kırk adamı şehid oldu. Trablusgarp direnişinin önemli bölgelerinden olan Kufra’nın merkezi Tâc köyü İtalyanlar’ın eline geçti (18 Ocak 1931).

Direnişe en büyük destek Mısır’dan geldiği için Graziani, Akdeniz sahilindeki Sellûm yakınında deniz kıyısından güneydeki Cağbûb’a kadar uzanan yaklaşık 270 kilometrelik bir mesafeyi 2 m. yüksekliğinde ve 3 m. genişliğinde dikenli tellerle kapattırdı. Böylece mücahidlerin yardım temin ettikleri tek yön de kesilmiş oldu. Bölgedeki yerli ahali önce Aynülgazâle kampına kapatıldı, dört ay sonra da 1934 yılına kadar kalacakları Akīle, Makrûn, Sulûk ve Berîka kamplarına doldurularak mücahidlerin yerlilerle irtibatı kesildi. Verimli arazilerin tamamı İtalya’dan buraya göç ettirilen ailelere verildi. Kamplarda bulunanların yarısı açlık ve hastalık yüzünden ölürken bazıları da mücahidlere bağlılıklarını devam ettirdikleri bahanesiyle idam edildi. Sadece Berîka kampında 1930-1932 yılları arasında 30.000 kişi öldü.

Ömer el-Muhtâr, yaşının ilerlediği gerekçesiyle Mısır’a gidip yerleşmesi yolundaki tavsiyelere karşılık mücadeleyi sürdürmeye kararlı olduğunu bildiriyordu. Bu azminden ötürü kendisine “çöl aslanı” unvanı verilmişti. Ancak 11 Eylül 1931 tarihinde adamlarıyla birlikte sahâbeden Seyyid Râfi‘in kabrini ziyarete gittiklerinde İtalyan çemberi içinde kaldılar. Ömer el-Muhtâr burada İtalyanlar’a esir düştü, yapılan mahkemede “İtalyan tebaası bir isyankâr” olarak yargılandı ve idama mahkûm edildi (15 Eylül 1931). Ertesi gün de Sulûk kampında tutulan 20.000 civarındaki halkın önünde asılarak idam edildi. Afrika’daki Avrupa sömürgeciliğinin karşısında en önemli direniş hareketlerinden birini ortaya koyan Ömer el-Muhtâr, Berka halkının Senûsiyye içinde kendi rızalarını kazananlara verdiği “seyyid” unvanı ile ve “şeyhü’ş-şühedâ” olarak anıldı. Hayatı ve faaliyetleri pek çok araştırmaya konu oldu.

Kürt Şeyh Said

KÜRT ŞEYH SAİD

Şeyh Said (Şeyh Said Palevi, Şeyh Said Pirani, Şeyh Muhammed Said Nakşibendi, Şeyh Said Efendi) (d. 1865/1866; Palu, Elazığ – 29 Haziran 1925, Diyarbakır), seyyid bir aileye mensup, Zaza asıllı Nakşibendi şeyhi, Kürt lideri. Müderris, mutasavvıf, müfessir ve muhaddis olan Şeyh Said, Şeyh Said İsyanı’nın lideriydi. Cumhuriyet’in ilanına ve laik düzene karşı çıkan Şeyh Said, şeriat isteğiyle dönemin hükûmetine karşı silahlı isyan girişiminde bulunmuş, bunun üzerine 1925 yılında yargılanmış ve idam edilmiştir.

Hayatı

1865 yılında Palu’da doğmuştur. Babasının adı Şeyh Mahmud Fevzi, annesi ise Gulê Hanım’dır. Palu, Elazığ, Diyarbakır ve Muş’ta eğitim gördükten sonra, babasının vefatı üzerine Nakşibendi Tarikatı postnişini (lideri) olmuştur. Babası Şeyh Mahmud Fevzi’nin Palu’dan Hınıs’a göç etmesiyle oraya yerleşmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Rus İmparatorluğu’nun Doğu Anadolu Bölgesi’ne ilerlemesinden dolayı Piran’a taşınmak zorunda kalmış ve savaştan sonra Hınıs Kolhisar’a yerleşmiştir.

Aile geçmişi

Şeyh Said, Muhammed’in neslinden olup seyyiddir. Şeyh Said’in dedesi Palulu Şeyh Ali Sebdi’dir. Şeyh Ali Sebdi’nin beş oğlu vardır: Şeyh Muhammed Nesih, Şeyh Mahmud Fevzi (Şeyh Said’in babası), Şeyh Hasan Naki, Şeyh Hüseyin Zeki ve Şeyh İbrahim (Kudo Efendi). Şeyh Mahmud Fevzi’nin de yedi oğlu vardır: Şeyh Said, Şeyh Bahaeddin, Şeyh Diyaeddin, Şeyh Necmeddin, Şeyh Tahir, Şeyh Mehdi ve Şeyh Abdurrahim.

Şeyh Said’in beşi kız, beşi erkek olmak üzere on çocuğu olmuştur. Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza Efendi’nin oğlu Mehmet Fuat Fırat, 1973’te Erzurum bağımsız milletvekili olarak TBMM’ye girmiştir. Günümüzde Şeyh Said ailesinin temsilcisi Şeyh Said’in torunu Abdulilah Fırat’tır.

Şeyh Said, dedesi Şeyh Ali Septi’nin halifelerinden Şeyh Ahmed-i Çani’nin kızı Amine Hanım ile evlenmiştir. Amine Hanım, aile Rus Harbinden dolayı Hınıs’tan Piran’a göç ettiği zaman rahatsızlanmış ve ölmüştür. Hanımı vefat ettikten sonra Şeyh Said, Kürt Miralayı Hamidiye Alaylarının liderlerinden Cibranlı Halit Bey’in kız kardeşi Fatma Hanım ile evlenmiştir. Yine Halit Bey’in kardeşi olan Güllü Hanım da, Binbaşı Kasım (Ataç) ile evliydi. Şeyh Said’i ayaklanmanın bastırılması ardından ele veren, Binbaşı Kasım’dır.

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said’in soyağacı

Şeyh Said’in 6. göbekten dedesi olan Seyyîd Haşim İran’dan Diyarbakır’a göç edip yerleşmiştir. 1639 yılında Sultan IV. Murad tarafından siyaseten öldürülmüştür.

Şeyh Said Efendi’den devam eden Nakşibendi Tarikatı Silsile-i Sâdât’ı şu şekildedir:

  • Muhammed bin Abdullah
  • Ebu Bekri’s-Sıddiyk
  • Selman-ı Farisî
  • Kâsım bin Muhammed
  • Cafer-i Sadık
  • Bayezid-î Bistamî
  • Hâce Ebû’l Hasan Kharakânî
  • Şeyh Ebû Aliyyini’l Fârmedî
  • Hace Yûsuf Hemedânî
  • Hace Abdülhâlık-ı Gucdüvânî
  • Hace Ârif-i Rivgerî
  • Hace Mahmûd İncir-i Fağnevî
  • Hace Ali-i Râmitenî
  • Hace Muhammed Baba es-Semmâsî
  • Hace Şeyh Emir Külâl
  • Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî
  • Şeyh Alâeddîn Attâr
  • Şeyh Yâkûb-u Çerhî
  • Hace Ubeydullah-ı Ahrâr
  • Şeyh Muhammed Zâhid
  • Şeyh Derviş Muhammed es-Semerkandi
  • Şeyh Hâce Muhammed Emkenekî
  • Şeyh Muhammed Bâki Billah
  • İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fâruk Serhendî
  • Şeyh Muhammed Ma’sûm Serhendî
  • Şeyh Muhammed Seyfüddîn-i Farukî
  • Şeyh Nur Muhammed Bedvânî
  • Şemseddin Cân-ı Cânân Mazhâr
  • Şeyh Abdullah ed-Dehlevî
  • Mevlânâ Hàlid-î Bağdâdî
  • Şeyh-ul Meşayih Seyyidina Ali Es-Sebdi Palevi Diyarbekiri
  • Şeyh Mahmud Fevzi Efendi Palevi
  • Şeyh Muhammed Said Efendi Palevi
  • Şeyh Ali Rıza Efendi Palevi
  • Şeyh Muhammed Emin Efendi Palevi
  • Palevi kolunun ana silsilesidir. Şeyh Ali Septi’den itibaren halifelerin kendi silsileleri mevcuttur.
  • Şeyh Said Efendi’nin Şeyh Ali Rıza Efendi haricinde icazet verdiği diğer halifeleri mevcuttur.

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said İsyanı

Birinci Meclisin Bitlis milletvekili Yusuf Ziya tarafından aşiretler arasındaki tanınmışlığı ve sözünün geçmesi nedeniyle gizli Kürt İstiklal Komitesine (“Azadi” örgütü) üye yapıldı. 1924 yılında Yusuf Ziya tutuklandı. Örgütlenmeyi itiraf eden Yusuf Ziya Bey, Cibranlı Halit, Hasananlı Halit, Hacı Musa ile birlikte Şeyh Said’in de adını verdi. Doğu illerindeki aşiretleri dolaşan Şeyh Said, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’in dinsiz olduğundan, çıkarılan yasalar ile İslamiyet’in, nikâh, ırz ve namusun, Kuran’ın ortadan kalkacağından, ağaların ve hocaların idam edileceğini veya sürüleceğinden bahseden propagandalar yaptı. Kayınbiraderi Albay Cibranlı Halit’in adamları Cemiyet-i Akvam’a haber vereceklerini, bölgede devletin askeri güçlerinin bulunmadığını ve kolayca bölgeyi ele geçirebileceklerini söyledi. Cumhuriyete ve devrimlere karşı bir ayaklanma fetvası hazırlayarak devrimlere destek verenlerin canları ve mallarının helal olduğunu yazdı. Fetvayı aşiretlerin ileri gelenlerine gönderdi. Varto’daki Hormek aşireti devlet yanlısı olduğu için ayaklanmaya uymayacaklarını açıkladı. Şeyh Said ifade vermek için Bitlis Harp Divanı’na davet edildiğinde yaşlı ve hasta olduğu için ifade vermeye gitmeyince ifadesi Hınıs’ta alındı. Diyarbakır, Çapakçur, Ergani ve Genç illerinde bir ay kadar dolaştıktan sonra 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’daki kardeşinin evine yerleşti. Piran’da jandarmanın 5 suçluyu tutuklama girişimi üzerine çıkan çatışma sebebiyle ayaklanma hareketi planlanandan önce başladı. 1924 Ekim ayından yakalanacakları güne kadar hükûmetle haberleşmekte olan bacanağı Kasım Bey (Kasım Ataç) tarafından ihbar edilmiştir. Genç Hâdisesinin (Şeyh Said İsyanı) bastırılmasından sonra “Şark İstiklal Mahkemesi”nde yargılanıp idama mahkûm edildi.

Şeyh Said’in, Kürt Teali Cemiyeti üyesi olduğuna dair bugüne kadar hiçbir belge ortaya konulamamıştır. Kürdistan Teali Cemiyetinin tespit edilebilen üyelerinin listesi bilinmektedir ve bu listede Şeyh Said’in ismi yoktur. Ayrıca, Şeyh Said’de, Şark İstiklal Mahkemesi’nde ‘Kürdistan Teali Cemiyeti’ ile ilişkisinin olmadığını kendisi açıklamıştır. Ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen ‘Azadi Örgütü’ üyelerinin isimlerini içeren listede de Şeyh Said’in ismine rastlanmamıştır. Mevcut belgeler, Azadi Örgütü’nün, ayaklanmanın hiçbir safhasında, hiçbir rolünün olmadığını da kanıtlamaktadır. Naci Kutlay’ın, Fehmi Efendi’nin anılarından alındığını kaydettiği bilgilere göre “Şeyh Said’in isyan haberini duyan Diyarbakır’daki ‘Azadi üyeleri’ şaşkına dönerler. Hiç kimsenin bundan haberi yok. Azadi üyesi Dr. Fuat, Liceli Fehmi Efendi’den Şeyh Said’i isyandan vazgeçirmesini, kabul etmediği takdirde onu öldürmesini ister. Ancak isyan durdurulamayınca, Azadi örgütü harekete ulusal bir renk vermek için Kürtler ve Kürdistan adına bildiriler bastırılıp dağıtırlar.”

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said’in mezarı

29 Haziran 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi tarafından Diyarbakır Dağkapı Meydanında idam edilen Şeyh Said, idam sehpasında iken son isteği sorulduğunda, kâğıt kalem ister ve kâğıda Arapça olarak, “Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir,” yazar ve kelime-i şehadet getirerek idam edilir. Şeyh Said, idamından önce başsavcı Ahmet Süreyya Örgeevren’i vasi tayin ettiği ve vasiyetnamesini hazırladığını yazmış: “Nitekim; Şeyh Said Efendi idamından biraz önce tevkifhanede yazdığı bir vasiyetname ile beni bu vasiyetin icrası için vasi nasb ve tayin etmiş bu vasiyetnamesi asılmasından sonra bana verilmişti. Bu vasiyet; üzerinde bulunan ve maliye veznesine verilmiş olan parasından veresesinden kimlere verilmesine ve kendisi için mezar yaptırılmasına dairdi… Mahkemenin müddeiumumîsi bulunduğum için, şeyhin vasisi sıfatıyla bu vesayeti kabul ve icra edemezdim. Onun için resmî ve itimat edilir bir el ile vasiyetinin yerine getirilmesi için vasiyetnameyi Ankara’da İçişleri Bakanlığına göndermiştim.”

Yayımlanmış Kitapları

Şeyh Said’in kendi el yazısıyla Arapça diliyle yazmış olduğu kütüphanesinde bulunan kitaplar hakkında yazdığı açıklamalı kitaplar kataloğu, bibliyografik, biyografik risâle, Arapça orijinal tıpkıbasımı ve Türkçe tercümesi Kütüphane Risalesi – Şeyh Said Efendi 28 Aralık 2021 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. adıyla ilk kez 2021 yılında Abdulilah Fırat tarafından hazırlanıp tercüme edilerek yayımlandı.
Şeyh Said’in kendi el yazısıyla Arapça diliyle yazmış olduğu bazı içtimai meseleler hakkında açıklamalı fetvâları, Arapça orijinal tıpkıbasımı ve Türkçe tercümesi Fetvâlar Mecmûası – Şeyh Said Efendi 26 Şubat 2022 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. adıyla ilk kez 2022 yılında Abdulilah Fırat tarafından hazırlanıp tercüme edilerek yayımlandı.

error: İçerik korunuyor !!!