Tag musab özen

Deprem felaketi

04:17 Felaketi

85 milyonun yüreğini yakan asrın felaketi ni yaşamaktayız 2 dakika da yok olan hayatlar dümdüz olan şehirler mucize kurtuluşlara tarifi olmayan acılara bir millet olarak yardımlaşmaya aynı zamanda büyük dersler çıkarmamız gereken en küçüğümüzden büyüğüne kadar şapkasını önüne koyup hayatı, kendini sorguladığı zamanları yaşamaktayız ve tanıklık etmekteyiz.
Sahadaki acıların zorlukların aksaklıkların imkansızlıkların her ne kadar tarifi olmasa da yaşıyor mus gibi hissederek yüreklerimizde sızısını yaşamaktayız. Devletimiz ve milletimiz elele vererek bu enkaz hayatları tamir edecek kimisini tamir etmeye çalışacak ama izi hep kalacak şu zamanda kurtarma çalışmalarından tutun barınma, sağlık, gıda, yaşamsal tüm ihtiyaçlara ilgili eksikliklerini hayatları fedakarlıkları insanlığımı vicdanımı kaybetmiş davranışlarda bulunanları ülkemizin tüm yayın kuruluşlarında sosyal medyada, tüm platformlarda dize getirebilmektedir. Ben daha çok bundan sonrasıyla ilgili konulara değinmek istiyorum millet ve devlet olarak kendimizi sorgulamamızın bunun da somut olarak değişimlere dönüşmesi gerekmektedir şarttır.
Deprem felaketi
Bizler kadere iman etmiş bu imanla şereflendirilmiş bir milletiz bu iman gücüyle Allah celle celalühu buyurduğu üzere yeryüzünün inşası İçin halifesi olan insan doğru şekilde biz Müslüman bu Millet haddi aşmadan tüm tedbirleri alarak tevekkülü Allah diyerek inşa edersek milletçe kaderimizde olan bu imtihanları daha az hasarlarla çok iyi dersler çıkararak geçirebiliriz. Bununda en önemli ilk adımı Üstad necip Fazılın İdeolocya örgüsünden ana hatlarıyla ortaya koyduğu İslam inkılâbının gerçekleştirmek bu şuuru oluşturmaktır bunuda en ücra köylerden başlayarak metropollerimizdeki en ücra mahallelere kadar tüm nesilleri eğiterek başlamak gerekmektedir o zaman ilim de, bilimde tam anlamıyla idrak etmiş ruh derinliğine ulaşmış bir toplum oluşturmak lazım. Toplumun tüm sınıfları bu inkilap doğrultusunda. Bir millet olma şuuru oluşturuldu mu başarıdan söz edilebilir.
O zaman biz Japonların, Amerikalıların, Avrupalıların başarılarından tekniklerinden değilde onlar bizim ilmimizle bilmemizle geliştirdiğimiz tekniklerimizi başarılarımızı konuşurlar. Felaketin ilk gününden belli yabancı milletlerin depremle ilgili geliştirdiği tekniklerden bahsedilmekte özellikle japon halkının başarıları öne çıkarılmakta, halen bu kadar başarılılar diye kimse tam anlamıyla sorgulamakta Materyalist Olarak madde odaklı bakışla yorumlanmaktadır.
Deprem felaketi
İşin aslıysa işi ehline verip tam anlamda inanmış ruh derinliğine ulaşmış disiplinli bir şekilde idrakleri doğrultusunda millet olmaları başarıyı Getirmektedir. İlimde bilimde bahçeden Allah cc dir. Biz Müslüman alemi tam anlamıyla şuurlu İslam inkılâbının Ruhi derinliğine erişmiş nesillerle başarıya varabiliriz aksi takdirde devletimizin ve milletimizin tüm çabalarıyla ekonomik anlamla tüm SORUNLAR çözülse de yeniden konutlar inşa edilerek kentler ekonomik olarak ihya edilip ayağa kaldırılarak Metropolleştirseler bile nesiller boyunca ilimde bilimde tam anlamıyla kavrayamamış başka milletleri taklit ederek yerimizde sayıklayarak kalırız.
Her ne kadar yaralarımız acılarımız çok taze iken bile felaketin ilk gününden beri tüm yayın kuruluşlarında imar izinleri müteahhitlerin uygun olmayan malzemeler kullanmaları yerel yönetimlerden merkezi yönetime kadar yapılmayan denetimler mevzuat dışı izinler vs vs. Bir çok eleştiriler tesisler dile getirilmekte ki daha çok çok uzun süre bu konular konuşulacak ama asıl işin Özü liyâkatli Ehl olmayan kişilerin hak etmediği yerlere getirip manevi Ruhi derinliğe erişememiş eğitilmemiş nefsine Esir olmuş günlük çıkar peşindeki kişilerin iş görme ve karar merciilerinden görevlendirilmeleridir.
Deprem felaketi
Topyekün ülke olarak kaideleri kurallar ilimle bilimle belirlenmiş İslam inkılâbının doğrultusunda düzen inşa etmedik mi bu felaket unutulup yaralar kabuk bağlar da mı hiçbir şeyi idrak edemeyerek aynı çarpık düzen devam eder, daha önceki felak etlerde değişmediği gibi örneğin elazığ, Van, İzmir, Marmara Ve çeşitli tüm felaketlerdeki gibi. Siyasi rantlar bol sıfırlı dövizli ihaleler ne hakka ve halka hizmet etme yerler (HAŞA) cennetten bir köşe vaatlerinle sayılmaya çalışılan sırf günlük dünyevi menfaatleri için haddi açtıkları brand çarkı devam eder. Son olarak milletçe yaşamış olduğumuz bu felak ette ki imtihanımız da yaşanan Allah cc tarafından bahsedilen mucize diye adlandırabileceğiniz bir çok kurtuluş hadiseleri vardır en Kazlardan kurtarılan kişilerin özellikle çocukların yaşamış oldukları hadiseleri anlattıklarında tarifi mümkün olmayan kelimelerin Kifayetsiz kaldığı duyguları Yaşamışızdır. Yaşıyoruz da bu kişilerle Röportaj yapılarak bölgeselleştirilip gelecek nesillerimizde oluşması gereken ruhçuluğun sağlanması için eğitim amaçlı kullanılmalıdır. Çağımızın robotlaşmış beyni yıkanmış varoluş amacını kavrayamamış olanı da yitirmiş batıl tarafından materyalist anlayışıyla kuşatılmış küllerinden dolmayı bekleyen milletimizin Ruhi Buhranına bir nebze de olsa ilaç olacaktır.
06.2.2023 tarihi 04.10 7 saat tarihinin yeniden dirilişimizin miladı olması dileklerimizle.
Hakkı rahmetine kavuşan ahrette göçen ümmeti Muhammete Allah’tan rahmet diler acılı ailelerine baş sağlığı sabırlar, yaralılara acil şifalar dilerim.
“Geçmiş olsun güzel yurdumun güzel insanları”
EMRAH SAĞLIK
Af çağrısı

Türkiye Cumhuriyeti Kamuoyu’na Duyuru 23 Yıldır Cezaevinde Yatan Mahkum ve Ceza İnfaz Sistemindeki Adaletsizlikler!!!

Ceza hukukundaki adaletsiz uygulama sonucu, Ben ve benim gibi 50 bin mahkum ve suçsuz olarak yıllardır cezaevindeler. Ben 1989 yılında 36 yıl ceza aldım ve tahliye edildim, (yaklaşık 10 yıl ceza yattım), Fakat işlemediğim bir suçtan dolayı ceza aldım ve şartlı Salı verilmem geri alındı. 36 yılı sil baştan tekrar yatırıyorlar. Onun için 23 yıldır bir fiil cezaevindeyim. Daha önce ceza yattığım 10 yılı da eklediğimde 33 yıldır aynı cezayı iki seferdir çekmiş oluyorum. Benim gibi aynı cezai durumda olan 50 bin mahkum vardır. Bunların sesi olamamayı var olan ceza hukuk sistemindeki çarpıklığın nasıl uygulandığını görünür kılma gibi bir hakkımda olamaz.

Öncelikle ceza hukuk sistemimizin Roma hukuk sisteminden geldiği için sonradan çıkan yasa lehte ise uygulanır, aleyhde ise uygulanmaz ilkesi vardır. Ben 2000 yılında içeri (cezaevine) girdim, suç tarihinde yürürlükte olupta uygulanan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu vardı. Onun için bu Tck’nın 17. Maddesine dayanarak şartlı salıverilmem geri alınıyor ve haksız yere 33 yıldır ceza yatıyorum.

Daha da 2045 yılına kadar cezaevinde yatacağım. Oysa ki 01 haziran 2005 yılında yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK ile 765 sayılı TCK’yı karşılaştırıp lehe uygulamayı yasa güvencesine alındığını ilgili kanunla açıklanmıştır. Yasaların hukuk kurallarına göre uygulanmadığından dolayı benim gibi 50 bin insan haksız yere şartlı salıverilme kararları geri alınmış ve suçsuz yere yıllardır cezaevinde yatıyorlar.

01 haziran 2005 yılında yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK lehime olduğu için 14.02.2005 yılında Osmaniye 1. Ağır ceza mahkemesince geri alınan şartlı salıverilme kararının ortadan kaldırılıp Tahliye edilmem gerekiyordu. Çünkü lehe uygulama gereği Yasa Böyle Emrediyor. Ben suç tarihinde 765 sayılı ceza yasasına tabi olup, 647 sayılı infaz yasasına görede ceza infaz ediliyorum. Lehe uygulama gereği 2005 yılında 2005 yılında, geri alınan şartlı salıverilme kararımın ortadan kalkması gerekiyor.

Af çağrısı

Şöyle’ki; Yargıtay içtihadı birleştirme kurulunun 23.02.1938 gün ve 23/9 sayılı kararı ile düzenleme yapılan 5252 sayılı yasanın 9/3.maddesi gereğince uygulama olanağı bulunan ceza hukukuna ilişkin yasanın, Leh ve Aleyhteki hükümleri ile birlikte ayrı ayrı ele alınarak somut olaya göre sonuçların değerlendirilmesi ve karşılaştırılması sonucunda Fail bakımından daha lehe sonuç veren yasanın belirlenip, son hükmün buna göre verilmesi, Lehe sonuç doğuran yasanın bir Bütün halinde uygulanması iki yasa birbirine Karıştırılmadan uygulanması gerekmektedir. Bununla birlikte 765 sayılı TCK’nın 2.madde 2. Fıkrasında bir cürüm veya kabahatin işlendiği zamanın kanunu ile sonradan neşir olunan kanun hükümleri birbirinden farklı ise failin lehinde olan kanun Tatbik ve infaz olunur denesine rağmen 5237 sayılı TCK’nın madde 2. Fıkrasında suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümlerini birbirinden farklı ise failin lehinde olan kanun uygulanır ve infaz olunur şeklinde düzenlenmiştir.

Nitekim 5237 sayılı TCK’nın 7.madde 2. Fıkrasında gerekçe : İkiden çok kanun değişmesi halinde bunlardan hangisi daha Lehte ise onun uygulanacağını belirtmek maksadıyla maddenin 2. Fıkrası kaleme alınmıştır denmektedir. Bu gerekçede birden çok kanun değişmesi halinde Lehe olan kanun uygulanması açısından kanun koyucunun iradesinin tespiti yönünden yol göstericidir. Bu itibarla 5237 sayılı TCK’da şartlı salı verilmenin geri alınmasına ilişkin bir hüküm bulunmadığından, bu kanun Lehimedir. Her ne kadar 5275 sayılı ceza infaz yasasının 107. Maddesinde Şartlı salıverilmeyi geri alma var ise de, suç tarihinde 647 sayılı infaz yasası yürürlükte olup bu yasada şartlı salıverilmenin geri alınmasına ilişkin bir düzenleme bulunmadığından infaz rejimi açısından 647 sayılı yasa Lehime olmaktadır.

 

Burada 01 haziran 2005 Tarihinde yürürlüğe giren 5275 sayılı infaz kanununun 107.maddesinin ilgili fıkrasına göre şartlar oluşmuş ise de Benim 5275 sayılı yasanın 107. Maddesi anlamında bir infaz rejimine tabi olmadığımdan 5275 sayılı yasanın 107. Maddesi uygulanmaz. Başka bir açıdan bakıldığında da 5275 sayılı kanunun 107. Maddesinin 2. Bendi gereğince cezalarımın 2/3’sini infaz kurumunda çekmedim. B bendi gereğince denetim süresine tabi tutulmadım, 9. Bendi gereğince denetim süresinde bana rehberlik edecek uzman bir kişi görevlendirilmediği gibi 5275 sayılı kanunda belirtilen infaz sırasında hakkımda uygulanacak birçok hükümden ve yararlanabileceğim haklardan yararlanmaksızın yalnızca 107. Maddesinin aleyhimde olan ilgili fıkrasını Tek başına yasanın içinden çekip alınarak uygulanmasının olanağı bulunmamaktadır.

Başka bir değişle; Maddi ceza hukukuna ilişkin 5237 sayılı TCK’da şartlı salıverilmenin geri alınmasına ilişkin bir hüküm bulunmadığından, bu yasa Lehimedir.

İnfaz yasası olarakta 647 sayılı yasada şartla salıverilmenin geri alınmasına ilişkin bir düzenleme bulunmadığından 647 sayılı yasa Lehime görünmektedir.

Af çağrısı

 

Hangi infaz statüsü Lehime ise o uygulanmalıdır. 647 sayılı infaz yasası infaz statüsü yönünden lehime olduğundan bu yasa uygulanarak Tahliye edilmem gerekiyordu.

04.11.2004 Tarihli 5252 sayılı yasanın uyum hükümlerine yoklamada bulunan madde 3-(1) mevzuata yürürlükten kaldırılan Türk Ceza Kanun’una yapılan yoklamalar, 5237 sayılı Türk Ceza Kanun’unda bu hükümlerin karşılığını oluşturan maddelere yapılmış sayılır.

(2) mevzuatta yürürlükten kaldırılmış Türk Ceza Kanun’unun Kitap, bab ve fasıllarına yapılmış olan yoklamalar o kitap, bab ve fasıl içinde yer almış hükümlerin karşılığını oluşturan 5237 sayılı Türk Ceza Kanun’unun maddelerine yapılmış sayılır.

Görüldüğü gibi 765 sayılı TCK’ ın ve 5237 sayılı TCK’ yı karşılaştırıp Lehe uygulamayı hüküm kurmayı güvence altına aldığını belirten 5252 sayılı yasada 765 sayılı Türk Ceza Yasa’sının 107. Maddesi uygulanır diye bir yasa açıklama mantığıda yoktur.

İşte 1 Haziran 2005 yılında yürürlüğe yeni ceza yasaları girdiğinde Daha önce şartlı salıverme kararları geri alınanlara ilişkin mahkemeler farklı kararlar verip bir mağduriyetler giderilmedi ve durumumda olan 50 bin hükümlü sil baştan aynı cezayı bitirmesine rağmen Tekrar yatıyor.

Benim ve 50 bin mağdur mahkum gibi şartlı salıverilme kararı geri alınıp 1 haziran 2005 yılında yürürlüğe giren yeni yasalar sonucu Karabük Ağır Ceza Mahkemesi’nin Lehe kararında Kamuoyunun dikkatine sunmaya yarar görmekteyim.

 

Açıklama; Karabük Ağır Ceza Mahkemesi’nin Hükümlü M.Y. hakkında 10.06.2005 tarih 2005/112 Esas, 2005/97 sayılı Kararında 5237 sayılı yasa da 765 sayılı TCK’nın 17. Maddesinde olduğu gibi şartlı salıverilme bulunmadığından ve 5237 sayılı TCK’nın hak yoksunluğu yönünden de hükümlü Lehine olduğundan 765 sayılı TCK’nın 17.maddesinin uygulanmasına yer olmadığına ve infaz statüsü yönünden de 647 sayılı infaz yasası hükümlü Lehine olduğundan 5275 sayılı yasanın 107.maddesinin uygulanmasına yer olmadığına dolayısı ile şartla Tahliyenin geri alınmaya ilişkin mahkememizin 2001/07 Esas, 2003/70 sayılı karar ilamındaki geri alınmaya ilişkin hükmün 5237 sayılı TCK’nın 7.maddesi gereğince uygulama olanağı kalmadığından ŞARTLI TAHLİYE’NİN GERİ ALINMASI KARARI’NIN ORTADAN KALDIRILMASI’NA VE HÜKÜMLÜ M.Y’NİN TAHLİYESİ’NE KARAR VERİLMİŞTİR.

Görüldüğü gibi hukuki durumumla ve 50 bin mahkumun durumuyla aynı olan Karabük Ağır Ceza mahkemesinin Lehe olan kararı neden mahkemem ve 50 bin kişinin mahkemelerinde uygulanmıyor…

Af çağrısı

Karabük mahkemesi farklı, Osmaniye veya başka il mahkemeleri farklı kararlar veriyorlar. Türkiye Eyalet Federasyon sistemiyle mi yönetiliyor da biz 50 binler bilmiyoruz. Yine 15.04.2020 Tarihinde yürürlüğe giren 7242 sayılı infaz yasası Tamamen içinden çıkılmaz bir hukuk skandalıdır.

7242 sayılı infaz yasasının 48.maddesiyle 5275 sayılı infaz kanununun 107/13/a maddesi değiştirilmiş ve sonradan işlediği suçtan “iki kat” ceza denmektedir.

Böylece mahkemem geri alınan ŞARTLI SALIVERİLMEM kararını KALDIRMALIDI şimdi ben 2000 yılında suç işlemişim 2000 yılına kadar ceza kararını geriye yürüteceksin aldığım cezayı “iki kat” yapacaksın ve aleyhime şekilli sonuç oluşturup hukuka yasalara aykırı olarak beni ceza evinde TUTACAKSIN !!!

Ceza kanunlarının geriye yürümezliği ve çifte yargılama yasağı Hiç kimse işlediği zaman ulusal ve uluslararası hukuka (kanuna) göre suç sayılmayan bir fiil veya ihmalden dolayı mahkum edilemez. (İHEB m. 11/2 : KSHS m 15 AİHS m.9, İHAS m 7, AFİHHŞ m, 7/2 UCM statüsü m.22 ) AYM 38/1’e göre kimseye suçu işlediği zaman kanunda suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Savaş, seferberlik, sıkı yönetim veya olağan üstü hallerde bile savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, suç ve cezalar geçmişe yürütülemez gibi AYM 15 ve sözleşmeler açıktır.

Durum böyleyken 15.04.2020 Tarihli 7242/48. Maddeyle getirilen değişiklik sonucu ceza kararlarını geriye yürütüp iki kat ve aleyhte şekil oluşturup 50 binlerin mağduriyeti giderilmediği gibi adeta yaralarımıza tuz basılmıştır. Yani mahkemeler uyarlama yaparken bile açık açık hata ve usule aykırı karar veriyorlar. Örneğin Ben suç tarihi olan 2000 yılında suç işledim ve tabi olduğum ceza kanunu 765 sayılı TCK’dır bu TCK’nın 70.maddesinde şöyle diyor; “Birden çok müebbet ceza halinde tek müebbet ceza infaz olunur” ve 647 sayılı infaz kanununa göre infaz etmem gereken sürede 16 yıldır Fakat ben 23 yıldır yatıyorum.

Yani mahkemeler 15.04.2020 tarihli 7242 sayılı infaz kanunun 48.maddesini uygularken 765 sayılı TCK’nın 70. Maddesini yani bu eski yasamaya ait olan davaları nasıl bir karara bağlayacaklarına dair bir mevzuatta yoktur. Hala hala mükerrire esas teşkil edildiği kararlara bakıldığında tamamen hukukun katliamıdır. Ceza yasalarımız Ağır hapis Hafif hapis diye tasnif edilmiştir.Hal böyle iken nasıl olurda daha önce alınan bir aylık ceza kararını esasa alıp Cinayet suçundan mükerrir takarsın. Normalde Ağır Ceza, Hafif ceza birbirinin karşılığı olamaz ve mükerrir’e esas alınamaz.

Af çağrısı

Geri alınan şartlı salıverilmelerde aynen böyledir. Yani ceza yasalarımız ve ceza infaz sistemimiz tamamen amaçlanan hedeflerden uzak olup kişiyi çürütme ölüme terk etme ve daha fazla suçlular ordusunu yaratmayı hedefliyor. Zira haksız yere geri alınan şartlı salıverilme kararları sonucu 50 bin mağdur hükümlü vardır. Bu çarpık infaz sisteminin kurbanı olan on binlerin aileleri de mağdur olmuşlardır.

06.02.2023 günü merkezi Kahramanmaraş olmak üzere 11 ilde yaşanan deprem sonucu evlerimiz yıkılmış, Ailelerimiz perişan olmuş kimi arkadaşlarımızın aileleri öldü. SAYIN CUMHURBAŞKANIMIZ’dan bizzat AF çıkarmasını istiyoruz.Bizlerde mağdur ve mazlumuz çarpık ve adaletsiz infaz sisteminin kurbanı olmuş insanlarız. Depremde çoğumuzun aileleri dışarıda kalmış hepsi de yoksul ve ekmeğe muhtaç insanlardır. Ben Şanlıurfalı olup ailemin bir kısmı Hatay İskenderun’da ve diğer kardeşlerim Urfa, Adana, Gaziantep ve ailem çocuklarımda islahiye ilçesinde kalıyorlar. Yaşanan depremde tüm ailem mağdur oldu. Hepsi soğuk havada dışarıda kalıyorlar. Bu mağduriyetimizi haykıran mahkum dernekleri vardır ancak yüz binlerce aile destek,

Hz. Ömer döneminde İslam ordusuyla Bizans ordusu arasında savaş çıkıyor ve savaşta onlarca Bizans askerleri esir düşüyor. Hemen bu esirleri yargılayıp hemen idam etmek istiyorlar, Hz. Ömer devreye girip idamlarını önlemek istiyor ve şöyle diyor; “Bunlar bizansın zoruyla savaşa katılmışlar, hepsinin bekleyen çocukları var, biz savaşı kazandık bari bu esirleri af edelim ve kalplerini feth edelim diyor ve af ediliyorlar. Onun için Hz.Ömer’in adaleti deniyor.

Yine sayın CUMHURBAŞKANIMIZDAN BU ÇIĞLIĞIMI DUYMASINI RİCA EDİYORUM.

Sayın CUMHURBAŞKANIM mağdurun ve mazlumun halini en iyi anlayan sizlersiniz. Bu yaşadığımız Deprem sonucu ailelerimiz perişan, çocuklarımıza bakacak maddi güçte olan kimsemiz yok. Hal böyle olunca bizler burada İÇERİDE akli dengemizi yitirmek üzereyiz bu acılar karşısında hangi kalp dayanır. Bu çığlığımıza karşı göstereceğiniz İNSANİ VE VİCDANİ DUYARLILIĞA OLAN İNANCIMLA SAYGILARIMIZI SUNUYORUZ.Ülkemiz büyük bir felaket yaşadı ve daha da Büyük Depremlerin geleceğini uzmanlar tarafından söyleniyor. Öncelik olarak bir affın ilan edilmesini istiyoruz SAYIN DEVLET BÜYÜKLERİMİZDEN.

Zaten Sayın CUMHURBAŞKANIMIZ olağanüstü hal ilan etti. Ulusal hayatımızı tehdit eden büyük deprem yaşadık. Bu konuda İHAS m. 15’teki “Ulusun hayatını tehdit eden diğer olağanüstü durumları” kavramını yorumlayan insan hakları Avrupa mahkemesi tüm toplumu etkileyen ve onun için bir tehlike teşkil eden bir durumun varlığı halinde yürütmenin başı veya Hükümet olağan üstü hal ilan eder ve toplumun güvenliğini sağlar o zaman, dışarıda ailelerimiz perişan olduğunu ve doğal hava şartlarına rağmen aç ve zor şartlardaki yaşamlarına karşı bizler nasıl bir trajedi yaşadığımız dikkatinize sunmak isterim. Zira yukarıda da değindiğim gibi şartlı salıverilmesi geri alınanlar sadece 50 bindir. Bizler suçsuzuz ve mağduruz sadece adaletsiz FETÖ’cü hakimlerin acımasız ve haksız kararlarının kurbanı olmuşuz.

Af çağrısı

Tüm mahkumlar ve özellikle benim gibi şartlı salıverilmesi geri alınanlar için hiçbir parti iddaları gözetmeden tüm Millet Vekillerine, Tüm Siyasi Partilere çağrımdır;

Haksız yere şartlı salıverilmem geri alındı ve 23 yıldır bir fiil cezaevindeyim, benim gibi 50 bin mahkum vardır. Sizler evinizde çocuklarınızı severken onlara baba şefkatini gösterip sevindirip mutlu olmalarını sağlıyorsunuz. Ya bizler? Yoksul garibanlar olarak yaşanan depremden dolayı çocuklarımız aç, soğuk, kış şartları ellerine geçen bir çadırla tir tir titreyerek yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Devletin veya bir hayır kurumunun uzatacakları bir çorba ile günü gelerek ve gecenin karanlığında hayal kurup Devletin Babalarını af etme gününü duygularının parantezine alıyorlar.

Mahkum olarakta; Ne günümüz gün nede gecemiz gece, kimsesiz kalan ailelerimiz çocuklarımız ve haksız yere yıllardır Cezaevinde oluşumuzda cabası.

Gözlerimiz yaşlı, 5-6 metre kareyi kilo metrelere çeviren kederli mahzun ve boynu bükük kader yolcularıyız. Ülkemizde yaşanan felaket sonucu ailelerimizin ve milyonlarca canlarımızın yaralanması, on binlerce ölümlerin olduğunu bile bile nasıl yemek yiyebiliriz, nasıl derin sohbetlere dalıp ağız dolusu güleriz! Bak yemek arabası geliyor ve kapı açılıyor iki çift karavana! mide ve bağırsaktan ibaret birer kurbanız!! Sadece DEVLETİMİZDEN bizleri üreten ve vatanımıza milletimize faydalı olma şansını tanımasını istiyoruz. Zaten yasalarımızın amacı da bu değil mi? Hani ceza yasalarımızın amacı kişiyi içeride çürütmek, öldürmek değil sosyal bilince kavuşturup toplum arasına salmaktır diye, Hal böyleyken, nasıl olurda ben aynı suçtan TEKRAR 33 YILDIR CEZAEVİNDEYİM?

Cezaevilerinde okul kayıt parası alındığı için çok mahkum okuyamıyor, zaten cezaevleri yoksul insanlarla dolu, mahkumlar okuyup hayat bilincini kazanmasının önündeki engel KAYIT PARALARIDIR. Onun için DEVLETİMİZDEN TÜM KAYIT PARALARININ MAHKUMLARDAN ALINMAMASI İÇİN YASA DÜZENLENMESİNİ İSTİYORUZ. Çünkü insan okuduğu zaman ufku gelişir, hayatına pozitif bakar suç işlemez ve insanları sever. Aynı zamanda vatanına milletine faydalı birer nefer olur. İnanıyorum ki DEVLETİMİZ BU KONUDA’DA DUYARLILIK GÖSTERECEKTİR.

Birde içeride yakalandığım Hastalıklar ve benim gibi hastalar. Ben daha önce 10 yıl yatıp 1997 yılında tahliye adildim. Ve aynı cezayı 2000 yılından buyana (23 Yıldır) yatıyorum. Bu cezaevi sürecinde, iki sefer belimden ameliyat oldum sakat durumdayım. Bağırsak (Kolon) Hastalığına yakalandım ve tıbben çözümü de yok deniliyor. Anti KOAH, ASTIM hastası da oldum. Hal böyle olunca ne sağlığım nede ömrüm bu cezayı bitirmeye müsaittir. Onun için cezaevinde ÖLMEK istemiyorum. Son bir AF istiyorum Devletimizden. Annemin Babamın mezarına gidip Fatiha okumak, bir sofinin Allaha olan aşkı gibi Milletine Vatanına faydalı olmak istiyorum.

Benim durumumda olan sadece 50 bin mahkum vardır. Birde 500 bine yakın mahkum şans bekliyor. (BİR DEFAYA MAHSUS) Af istiyor. Aileler ve akrabaları da dahil ettiğimizde 10 milyon bir kitlenin mağduriyet durumu söz konusu oluyor. Gerçekten insanlar pişman ve büyük bir af edilme duyguları içerisindeler. 2020 yılında verilen Pandemi izni ile taliye edilenler tekrar suça karışmadılar. Olduysa da yok denecek kadardır. Onun için bu kitlesel mağduriyetleri ortadan kaldırmak dışarıda yaşayan Depremden dolayı içler acısı durumda olan ailelerimizin yaralarına merhem olmak ve Denizlere sevdalı nehirler gibi ailelerimize koşmak Milletimize ve Vatanımıza faydalı olma adına AF İSTİYORUM.

MECLİSİMİZİ CUMHURBAŞKANI SARAYINI VE EMNİYET MÜDÜRLÜKLERİNİ F-16 SAVAŞ UÇAKLARIYLA BOMBALAYAN YÜZLERCE İNSANIMIZI ŞEHİT EDEN FETÖ TERÖR ÖRGÜTLERİ 3/4 YATACAKLAR, BEN VE BENİM GİBİ 50 BİNLER 4/4 YATACAKLAR, YANİ ÖMÜR BOYUNCA YATACAĞIZ.

Ben kendimi cezaevinde UNUTULMUŞ OLARAK HSSEDİYORUM. Tüm kararmamış vicdanlara sesleniyorum güneşi görmek istiyorum bana ve bizlere çok görmeyin ne olur? Önümüzdeki doğa yeşillenecek bizleri doğanın kucağına atın. Beton duvarları görmek istemiyoruz.

Yaşanan Depremde kayıp ettiğimiz canlara Allah rahmet eylesin, yaralılara şifalar dileriz. Tüm milletimizin başı sağ olsun OKUYAN tüm dostlara kalbi bizimle olan milyonlarca mahkum ailelerine ve mahkum Derneklerine saygı ve selamlarımızı yolluyoruz.

Mektup yazmak isteyen herkesin mektubu cevaplanır ve daha detaylı yazarım.

Selam ve saygılarımla

27.02.2023 / ABDULMUTTALİP ARSLAN

PATNOS L TİPİ KAPALI CEZAEVİ A-14 KOĞUŞU – AĞRI.

www.musabyasirozen.com.tr

 

Adana 1 Nolu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Ceyhan Açık Ceza İnfaz Kurumu, Adana 2 Nolu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Adana/Suluca Açık Ceza İnfaz Kurumu, Adıyaman Açık Ceza İnfaz Kurumu, Afyonkarahisar Kampüs Açık Ceza İnfaz Kurumu, Afyonkarahisar Açık Ceza İnfaz Kurumu, Sandıklı Açık Ceza İnfaz Kurumu, Emirdağ Açık Ceza İnfaz Kurumu, Patnos Açık Ceza İnfaz Kurumu, Gümüşhacıköy Açık Ceza İnfaz Kurumu, Ayaş Açık Ceza İnfaz Kurumu, Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kalecik Açık Ceza İnfaz Kurumu, Sincan Açık Ceza İnfaz Kurumu, Antalya Açık Ceza İnfaz Kurumu, Ardanuç Açık Ceza İnfaz Kurumu, Aydın Açık Ceza İnfaz Kurumu, Bandırma Açık Ceza İnfaz Kurumu, Balıkesir Açık Ceza İnfaz Kurumu, Batman Açık Ceza İnfaz Kurumu, Gölpazarı Açık Ceza İnfaz Kurumu, Bozüyük Açık Ceza İnfaz Kurumu, Bitlis Açık Ceza İnfaz Kurumu, Bolu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Burdur Açık Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü, Gemlik Açık Ceza İnfaz Kurumu, Ayvacık Açık Ceza İnfaz Kurumu, Çanakkale Açık Ceza İnfaz Kurumu, İskilip Açık Ceza İnfaz Kurumu, Denizli Açık Ceza İnfaz Kurumu, Sarayköy Açık Ceza İnfaz Kurumu, Diyarbakır Açık Ceza İnfaz Kurumu, Edirne Açık Ceza İnfaz Kurumu, Elazığ Kampüs Açık Ceza İnfaz Kurumu, Erzincan Açık Ceza İnfaz Kurumu, Dumlu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Narman Açık Ceza İnfaz Kurumu, Erzurum Açık Ceza İnfaz Kurumu, Eskişehir 2 Nolu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Eskişehir 1 Nolu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Gaziantep Şehitkamil Açık Ceza İnfaz Kurumu, Gaziantep Açık Ceza İnfaz Kurumu, Hatay Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kırıkhan Açık Ceza İnfaz Kurumu, Iğdır Açık Ceza İnfaz Kurumu, Maltepe Açık Ceza İnfaz Kurumu, Marmara Açık Ceza İnfaz Kurumu, İzmir Buca Açık Ceza İnfaz Kurumu, Foça Açık Ceza İnfaz Kurumu, İzmir Açık Ceza İnfaz Kurumu, Torbalı Açık Ceza İnfaz Kurumu, Türkoğlu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Eskipazar Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kars Açık Ceza İnfaz Kurumu, Araç Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kayseri Açık Ceza İnfaz Kurumu, Keskin Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kırklareli Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kırşehir 2 Nolu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kırşehir 1 Nolu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kocaeli Açık Ceza İnfaz Kurumu, Ereğli (Konya) Kampüs Açık Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü, Konya Açık Ceza İnfaz Kurumu, Doğanşehir Açık Ceza İnfaz Kurumu, Manisa Açık Ceza İnfaz Kurumu, Demirci Açık Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü, Akhisar Açık Ceza İnfaz Kurumu, Tarsus Açık Ceza İnfaz Kurumu, Muğla Açık Ceza İnfaz Kurumu, Dalaman Açık Ceza İnfaz Kurumu, Niğde Açık Ceza İnfaz Kurumu, Akkuş Açık Ceza İnfaz Kurumu, Toprakkale Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kalkandere Açık Ceza İnfaz Kurumu, Sakarya Açık Ceza İnfaz Kurumu, Geyve Açık Ceza İnfaz Kurumu, Bafra Açık Ceza İnfaz Kurumu, Kavak Açık Ceza İnfaz Kurumu, Çarşamba A Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Siverek Açık Ceza İnfaz Kurumu, Şanlıurfa Açık Ceza İnfaz Kurumu, Akçakale Açık Ceza İnfaz Kurumu, Durağan Açık Ceza İnfaz Kurumu, Çorlu Açık Ceza İnfaz Kurumu, Tekirdağ Açık Ceza İnfaz Kurumu, Van Açık Ceza İnfaz Kurumu, Erciş Açık Ceza İnfaz Kurumu, Akdağmadeni Açık Ceza İnfaz Kurumu, ozgat Açık Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü, Devrek Açık Ceza İnfaz Kurumu, Erzurum E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Adana E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Afyonkarahisar E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Amasya E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Antalya E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Nazilli E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Aydın E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bitlis E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Burdur E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bursa E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Çanakkale E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Çankırı E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Elazığ E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Gaziantep E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Giresun E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Gümüşhane E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Isparta E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Ümraniye E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kahramanmaraş E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Elbistan E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kastamonu E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kırklareli E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kırşehir E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Konya E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Malatya E Tipi Kapalı İnfaz Kurumu, Manisa E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Mardin E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Mersin E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Muğla E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Muş E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Nevşehir E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Niğde E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Ordu E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Şanlıurfa E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sinop E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sivas E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Trabzon E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Uşak E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Yozgat E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Adana F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sincan 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sincan 2 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İzmir 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu, İzmir 2 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu, Kırıkkale F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu, Kocaeli 2 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Van F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Ağrı Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kızılcahamam Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Artvin Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bartın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Batman Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Edirne Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Erzincan Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Hakkari Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Üsküdar/Paşakapısı Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İzmir/Aliağa Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kayseri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Delice Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sulakyurt Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Vize Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Pınarhisar Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Milas Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Adana/Suluca L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Patnos L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sincan 4 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sincan 1 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sincan 2 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sincan 3 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Alanya L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Antalya L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Balıkesir L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Gerede L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Çorum L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Edirne L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Erzincan L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Eskişehir L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Gaziantep L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Espiye L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Maltepe 1 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Maltepe 2 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Maltepe 3 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara 1 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara 2 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara 3 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara 4 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara 5 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara 6 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara 7 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Marmara 8 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Türkoğlu 2 Nolu L Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Türkoğlu 1 Nolu L Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kilis L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Rize L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sakarya 2 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sakarya 3 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sakarya 1 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz, Adana 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Adana 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Afyonkarahisar 1 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Afyonkarahisar 2 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Dinar T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bolvadin T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Doğubayazıt T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Aksaray T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sincan T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Elmalı T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Ardahan T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Söke T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Burhaniye T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bandırma 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bandırma 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Batman T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Ahlat T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Sungurlu T Tipi Ceza İnfaz Kurumu, Denizli T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Diyarbakır 1 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Diyarbakır 4 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Diyarbakır 2 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Diyarbakır 3 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Düzce T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Elazığ T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Erzincan T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Oltu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İslahiye T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Nizip T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Hatay T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İskenderun T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Yalvaç T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Ümraniye T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Metris 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Metris 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Menemen T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İzmir 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İzmir 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İzmir 3 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, İzmir 4 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Ödemiş T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Karabük T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kars T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kayseri 1 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kayseri 2 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Keskin T Tipi Ceza İnfaz Kurumu, Kocaeli 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kocaeli 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Ereğli (Konya) T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Akşehir T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Seydişehir T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Tavşanlı T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Kütahya T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Akçadağ T Tipi Kapalı ve Açık Ceza İnfaz Kurumu, Manisa T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Salihli T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Akhisar T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Tarsus 3 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Tarsus 1 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Tarsus 2 Nolu T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Anamur T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Seydikemer-Eşen T Tipi Kapalı ve Açık Ceza İnfaz Kurumu, Osmaniye 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Osmaniye 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Samsun T Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Bafra T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Siverek 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Şanlıurfa 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Şanlıurfa 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Siverek 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Şırnak T Tipi Kapalı ve Açık Ceza İnfaz Kurumu, Tekirdağ 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Tekirdağ 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Tokat T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Beşikdüzü T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Van T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Erciş A Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Yozgat 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü, Yozgat 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü, Boğazlıyan T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu

yeniden dirilişin yılı hoş geldin 2023

YENİDEN DİRİLİŞİN YILI HOŞGELDİN 2023

Çok uzun yıllardır özlemle, sabırla beklenen o yıl geldi. Ülkemizin dünya sahnesine çıkışının 100. yılı tabii ki özetle değinecek olursam altı asır boyunca hüküm sürmüş çağı açıp çağ kapatmış yeri gelmiş dünyaya adalet timsali olmuş yeri gelmiş dünyanın korkulu rüyaları olmuş. Avrupa imparatorlarının tahta çıkması için destur kapısı olmuş. Yeri gelmiş hasta adam ilan edilip itibar suikastlerine maruz bırakılmış. Bu şanlı ecdadımızın tarih sahnesinden çekilmesinde ve modern savaş tarihinde görülmemiş o büyük direniş Varoluş Savaşı kurtuluş savaşında verilen mücadele neticesinde dünyanın sömürgeci, emperyalist en güçlü ülkelerine karşı kazanılan zafer sonucunda şu anki sınırlarımız çizilerek ülkemiz kurulmuştur. Gerek sykes-picot Antlaşması olsun gerek Lozan olsun o günkü şartlardaki imkansızlıklar masa siyasetindeki hatalarda verilen tavizler olsun.

Bütün şartları her şeyi bir kenara bırakarak tablonun bütününden gelinen noktaya sonuç odaklı bakarsak ülkemiz İngiliz Fransız mandası olmayarak özgür bağımsız bir ülke olarak kurulup dünya sahnesine yıkılmayan ele geçirilemeyen son sancak son kale olarak kalmıştır. Ve tüm İslam alemin de bir umut ışığı olarak Parıldamaktadır. Sıfırdan bir ülke inşa edilmeye çalışılmıştır. Yıllar süren savaşlar neticesinde ekonomik sosyal siyasal bir devlet olmayı gerekli kılan parametrelerden yoksun bir enkaz olan ama bir olarak savaşıp kazanan muzaffer bir halk ve ordusuyla birlikte mücadele ile inşa edilen bir ülke olmuştur. Tüm düşmanlar şunu anlamışlardı ki bu milleti bu şekilde yenemeyeceklerini onun içindir ki İngiliz komutanı Türklerin elinden kuranı almadan biz bunları yenemeyiz demiştir. Yeri geldi kutsal kitabımızı türlü siyasetlerle almaya çalıştılar. Yeri geldi kadınlarımızın başörtüsünü almaya çalıştılar. Ve bir çok siyasi entrikalarla türlü faaliyetler yaptılar şunu çok iyi biliyorlardı din ve aileyi tahrip edersen toplumun ulaşıp bozulmaması imkansız bu olunca da dağılıp sömürülmemesi imkansız kısmen de bu sinsi emellerini gerçekleştir diler.

Kronolojik sırayla ve olaylarla belirtecek olursam Çarlık Rusya’sının yıkılması. Sovyetlerin kurulması birinci cihan harbi sonrası milletler cemiyetinin kurulması tam randıman vermeyerek etkisiz kalması 1929 ekonomik buhranı, faşizm, Nasyonalizm tam anlamıyla hedefledikleri dünya sistemini inşa Edeme işlerinden Gelen ikinci Dünya Savaşı ve sonrasında birleşmiş Milletler’in kurulması ve üyeliğimiz doğu bloguna karşı batı blogunda yer almışız. Nato üyeliğimiz IMF Dünya bankası kapital dünya sisteminin inşaası ve artık kendi gündemlerinde istedikleri gibi yönlendirdikleri bir Türkiye inşa etmişlerdi ve ettirmişlerdi. Tabii ki halkı aynı halk %90 yozlaştırırp ayrıştıramadan birlik olan Bir halk Kıbrıs barış harekatı tüm bu imkansızlıklara Rağmen ve sistemi yöneten yapıların ve süper güçlerin karşı çıkmasına rağmen yapılarak bir nevi tüm dünyaya ölmedik ele geçirdi demedik sadece zamanı bekliyoruz mesajını verdik bugüne gelene kadar darbelerle sağcı ve solcu denilerek suni kendi ürettikleri ideolojilerle 1000 yılı aşkın süredir bu topraklarda yaşayan kardeş olan beraber Savaşan beraber ölen dini bir örfi bir adeti birbirlerine tamamen entegre olan ırkları birbirine düşürmek için kendi kurdukları destekledikleri kandan beslenen terör örgütlerini kurdular insanlarımızı türlü entrikalarla partizanlaştırıp fitne tohumları ektiler, kutuplaştırdılar radikal İslam altında İslami terör örgütleri ile dinimize en büyük zararı verdiler ne büyük trajedilere imza atıp sömürdüler kendilerini suni düşmanlar yaratıp tüm İslam coğrafyalarında at koşturdular. En azılı düşmanları bile yaptıkları eylemlerle aslında onların Değirmenine su taşıdılar.

Ülkemiz bu oyunları tam merkezinde bir ülkeydi yıllardır şehitlerimizden akan kanda da parmakları var. Bizlere yaşattıkları acıların tarifi yapmaya kitap yazmak gerekir onun için her vatan sevdalısı insanımız bu acıları yaşayarak bilmektedir. Şunuda belirtmek isterim ki Dünya tarihinde bu kadar birbirlerine düşürülmesi için milyonlarca dolarla Limitsiz imkanlarla taarruza uğrayan hedef olan bir ülke yoktur. Ve buna rağmen birbirine düşmeyen birliğinden %90 bazında Ödün vermeyen bir halk daha yoktur. bize yapılanların yüzde onununa maruz kalan ülkeler iç savaşlarla parçalanmış bir nevi onları parçalayan güç odaklarına her bir parçası hizmet etmektedir. Evet onun içindir ki ikinci yüzyılımız da hep birlikte bir olarak dinimize birbirimize sımsıkı sarılarak Bir nevi Çanakkale ruhuyla kurtuluş Savaşı mücadelesi artık bilimle teknolojiyle tüm süper güç olmayı gerektirecek parametrelere sahip olarak genç nesillerimizi tüm alanlarda çığır açacak buluşlara imza atmalarını sağlayacağımız eğitimle yetiştirip ikinci yüzyılımız da nasıl ki 1453 te İstanbul’un fethi ile çağı açtıysak 21. yüzyılda damgamızı vuracağız, 85.000.001 olarak bu başarıyı gösterdik mi Orta Doğu’dan Kafkaslara Balkanlara türkistandan Afrika’ya dünyanın her yerindeki dindaşlarla Kardeşlerle bir olarak Dünya sahnesinde bir süper güç olarak yer alacağız.
Onun içindir ki hoş geldin 2023 diyerek sizleri Allah’a emanet ederim.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE SİYASET BİLİMİ UZMANI

Emrah Sağlık

01/01/2023

www.musabyasirozen.com.tr

Devrim Nedir?

DEVRİM NEDİR?

Devrim insan yaşamının geniş kapsamlı bir şekilde kökten yenilenmesi ve yeniden biçimlendirirmesidir. Ayrıca devrim sayesinde insanın düşünüşün de hızlı bir değişim gerçekleşir devrim sırasında yerleşik bir düzende geniş kapsamlı niteliksel bir değişim söz konusudur bir insan dünya görüşünde eskimiş olanları kaldırıp yerine tamamen yeni ve yenileyici görüşleri koyduğunda devrim Gerçekleşir devrim hem düzenin değişmesini hem de değişimin Gerçekleşmesine ilişkin kuralların da değişmesini Öngören köklü bir dönüşümdür bir insan devrim sayesinde hayatını yönetme biçiminde köklü değişiklikler yapmaktadır devrim insan yapısında Kısa ve uzun vadede önemli olumlu Sonuçlara neden olmaktadır devrim evrim olgusundan farklıdır yavaş bir gelsinlişme olan evrim olgusunun tersi ne devrim olgusu insanın Yaşayışında birden bire gerçekleştirilen temelli bir değişimdir burada uyguladığımız içsel simya sanatı ise evrimsel bir devrime neden olmaktadır bu paradoksaldır ama zaten içsel simya bir Prodokstur Yani gerçekleştirdiğimiz bu Simyasal devrim evrimsel etkilere sahiptir.
Burada gerçekleştirdiğimiz evrimsel devrim dünya görüşünde ani niteliksel değişimlere neden olmakta Ve bu devrimsel değişimler de yavaş yavaş ortaya çıkan evrimsel dönüşümlere neden olmaktadır o yüzden büyük Doğucular olarak evrim için devrim diyoruz.

DEVRİM NASIL GERÇEKLEŞTİRİLİR?

Bir devrim gerçekleştirilmek için birey farkındalığını yükseltmeli tekamülü engelleyen tüm eski şeyleri ortadan kaldırmalı ve yerine tekamülü hızlandıran yeni şeyler koymalıdır o zaman devrim için köklü değişiklikler gerçekleşebilir genelde devrim denildiğinde insanların aklına siyasi devrim gelir siyasi devrim baş kaldırı isyan sivil savaş ve toplumsal yıkımla ilgilidir insanlık tarihi siyasi devrimin tekamül açısından hiçbir yere Vardırmadığını kanıtlamıştır. Burada devrim Dediğimizde hiçbir işe yaramayan siyasi devrimi değil, bütün insanların değişmesini sağlayabilecek tekamüli Devrimi kastediyoruz. Tekamüle devrim insan yapısında hızlı ve büyük değişimlere neden olmaktadır. Devrim kelimesi devirmek kelimesinden gelir. Yani devrim eski devirip Yeniyi dikmek demektir. eskiyi yerlebir Edip yeni yeniden birlik haline getirmektir devrim tekamülsel devrim esnasında insanın bölünmüş kişiliği birlik haline gelmektedir. Uyguladığımız içsel simya sanatı insan bünyesinde devrim denebilecek gelişmelere yol açmaktadır. Bu tür devrim gerçeklerin gözlemlenmesine ve deneyimlenmesine dayanmaktadır. Tekamülsel devrim köklü değişikliklere neden olmasına rağmen kanlı değil kansız Savaşçı değil barışçıldır. İşte tekamülsel devrimin özelliği, büyük ve temelli değişikliklere neden olmasına rağmen barışçıl olmasıdır.

DEVRİM DEĞİŞİKLİKLERİ

Bir insan tekamülün de yavaşladığında ve geç kaldığını hissettiğin de devrim denilen ani değişikliklere başvurabilir. Tekamül yolunda insan bir devrim yapar ve onu tüm başka türlü devrimlerden farklı olarak yaşar. Siyasi devrim bencilliğin artmasına tekamülye devrim ise bencilliğin azalmasına dayanmaktadır. Dünyasal devrim kontrolcülük Ve hoşgörüsüzlük içermektedir. Oysaki varoluşsal devrim kontrole ihtiyaç olmayan hoşgörülü bir din dinamiktir. Varoluşsal devrim pozitif eylemlere ve değişimlere neden olmaktadır. Bu tür devrim sırasında kimsenin üzülmesine veya ölmesine gerek yoktur. Varoluşsal devrim pozitif eylemlere ve değişimlere neden olmaktadır bu tür devrim sırasında kimsenin ölmesine gerek yoktur.Varoluşsal devrim farkındalığın gelişmesine ve değişimlerin farkında olunmasını neden olmaktadır. İnsanlar asırlardır tüketim odaklı onlarca devrim yapmıştır. Artık tekamül için bir devrim yapmanın zamanı gelmiştir. Bugün var ulusal bir devrim gerçekleşmez ise yarın insanlar hayatta kalmayacaklardır.

DEVRİM SESLENİŞİ

Varoluşsal baş kaldırı bir sussuzluk özlemidir. Çünkü özünde herkes masum ve suçsuz dur. Bireyi suçlu yapan cahil toplum dur. Varoluşsal devrim, insanın ebedi varlığına yönelen bir sesleniştir. Dünyasal devrim ise suçluluk özlemi yüzünden silahlanmaktadır. Suçluluk kompleksi dayatılan ve kendilerini ta Çocukluktan itibaren suçlu hisseden kişiler, şiddet ve katliam dolu suçlar işler. Kişi zaten hayatı boyunca toplum tarafından suçlu hissettirilmiştir ve bu dayatılmış suçluluktan bıkmış olan kalabalık gerçekten de suç işlemeye başlar. Yani toplumun çocukları kontrol etmek için onlara Dayattığı suçluluğun Kurbanı olur. Cahil toplum herkese ta Çocukluktan itibaren suçluluk duygusu dayatarak kendi mezarını kazmaktadır. Kendisini sürekli suçlu hisseden kişi elinde sonunda suç işlemeye başlar. Bunun başka bir alternatifi yoktur. Suçluluk duygusundan özgürleşmeyi çalışan kalabalık baş kaldırır ve kralları, başkanları öldürmeye başlar. Aslında kalabalık suçluluk duygusundan kurtulmak ister, ama sonuç olarak daha büyük bir suçluluk duygusuna neden olur o yüzden dünyasal devrim daha da büyük görevliye adaletsizliğe ve suçlulukla yol açar. Yalnızca Varoluşsal devrim insanı gerçekten de özgürleştirebilir, içsel adaleti sağlar ve suçluluk duygusuna son verir.

DEVRİM DEĞİŞİMİ

Dünyevi devrim iktidar yapısında çok kısa bir zamanda yapılan köklü bir değişimdir. Yani dünyevi devrim sadece ve sadece iktidar mücadelesidir. Bu tür devrimin çevresinde edilen laf kalabalığı ise sadece yıkımı ve şiddeti haklı çıkarmak için icra edilen çabalardır. Özelliklerine ve hedeflerine göre farklı türden devrimler meydana gelebilir. Devrim Politik, ekonomik, teknolojik, felsefi, kültürel toplumsal vb. Olabilir. Politik devrim isyan, sivil savaş ve iktidar mücadelesi demektir. Yani politik devrim yıkımla ilgilidir. Politik devrimciler yapmaktan ziyade yıkmakla ilgilenir. Bu tür devrim ekonomik ve politik kurumların kökten değişimini öngörür. Bunun için devrimciler hızlı ve büyük bir değişim Gerçekleştirmeye çalışır. Dünyasal düzeyde devrim için yapılan hızlı ve büyük değişim mutlaka şiddet içerir. Yalnızca var ulusal düzeydeki devrim için gerçekleştirilen hızlı ve büyük değişim şiddet içermemektedir çünkü dışsal değil içseldir. Asırlardır insanların gerçekleştirdiği devrimler hep gelecekte ortaya çıkabilecek bir altın çağı hedeflendi. Fakat günümüzde insanların eline geçen şeye sadece demir çağı diyebiliriz çünkü demir paslanan bir metaldir ve günümüzde her tarafta paslanan demirleri görüyoruz. İnsanlar altın çağı Hedeflediler ama demir çağa vardılar.Şu anda demir çağı altın çağı dönüştürmek için simyasal bir devrime ihtiyaç vardır. Uyguladığımız bu içsel simya sanatı sayesinde içsel “İdeal Büyükdoğu” Devrimi gerçekleşecektir.

DEVRİM DİYALEKTİĞİ

Dünyasal devrim çıkarı, varoluşsal devrim ise yaratır uğruna gerçekleştirilir. Dışsal devrim çarpışma içsel devrim ise çalışmadır dünyasal devrim de kitleleri, kurbanlık koyun gibi meydanlara sürüklerler. Oysaki varoluşsal devrim sırasında birey tüm negatifleri değişim uğruna kurban eder. Dünyasal devrim Yaptırılanların amacı iktidardır fakat onlar hak iddiaları adı altında kitleleri süslü Yalanlarla Kandırıp katliama sürüklerler. Dünyasal devrim vatandaşlar arasındaki kavgadır oysaki varoluşsal devrim vatandaşların barışıdır. Dışsal devrim anarşiye, düzensizliğe, içsel devrim ise düzenin neden olur.Dünyasal devrim önü ve sonu belli olmayan, insanların kim vurduya gittiği bir Kargaşadır. Varoluşsal devrim ise sonu belli olan ve herkesin tekamüle gittiği bir olgudur. Her ülkede rejim denilen bir sosyal düzen vardır. Bu sosyal düzen politik ve ekonomik ilişkilerin ürünüdür. O yüzden dünyasal devrim sosyal sınıflar arasında gerçekleşen bir rejim Savaşıdır. Bu tür devrim sosyal rejim değişikliği ya da yeni bir rejim için yapılan kavgadır. Dünyasal devrimin amacı devleti yıkmaktır yani sadece bir iktidar savaşıdır. Böyle bir devrim varoluşsal değişime asla neden olmaz.
Dünyasal Devrim kurbanlar varoluşsal devrim ise fedakarlıklar ister. Dünyasal devrimde kişi kendini sonucu belli olmayan yeni bir rejim için kurban eder. Oysaki varoluşsal devrimde birey tüm olumsuz alışkanlıklarını tekamül etmek için feda eder.

DEVRİM KARAKTERİSTİKLERİ

Dünyasal devrimin karakteristiği fizik, Varoluşsal devrimin karakteristiki ise fizikötesi kategoridedir. Devrim karakterlerin birbirleriyle karşılıklı etki tepki halinde bulunduğu diyalektik bir olaydır. Devrimler insanlık tarihindeki büyük hengameler ve altüstlüklerdir. Devrim ansızın gerçekleşen bir nitelik atlamasıdır. Devrimin diyalektik gidişleri zamanla değişebilir. Devrim gerçekleştiğinde Karşıdevrim dinamiği de devreye girebilir. Çünkü insan bünyesi değişime direndiği için içsel devrime de direnebilir. Devrim sırasında eski düzen çerçevesi çatlatılır.Devrim somutlaşırken Kendi diyalektiklerinin momentilerini son hadlerini dek geliştirir. Devrimin en olağan üstü Diyalektiği İnsan bünyesinde gerçekleşen birinci diyalektik momenti olan bilinçli evrim veya tekamüldür. Evrim, yavaş birikim ile olur, devrim ise ansızın sıçramayla altüstlük yaratan momenttir Bu nedenle devrim en beklenmedik olaylara gebe olur. Devrim müthiş bir diyalektik sıçramadır. Devrim keskin biçimleri ile inkarların inkarıdır. Devrim kolay kolay görülmemiş zıtlıkların bir arada bulunulurdur.Devrim çok hızlı ve karma karışık bir olgudur. Bir insan devrimin olağan üstü diyalektiğini bütünüyle kavramadığında şaşkına döner. Dünyasal devrim toplumun iktisadi temellerini sarsarak insanların sosyal yaşamlarını altüst eder çünkü bu tür devrim inkârın inkarıdır. Bu nedenle devrim olağan üstü yıkıcı Sonuçlara sahiptir.

Musab Yasir ÖZEN

01/01/2023

www.musabyasirozen.com.tr

Sezai Karakoç

SEZAİ KARAKOÇ

Ahmet Sezai Karakoç (22 Ocak 1933 – 16 Kasım 2021) Türk şair, yazar, düşünür ve siyasetçi.

Hayatı

Babası Yasin Bey olup I. Dünya Savaşı’nda Kafkasya Cephesi’nde çarpışırken Ruslara esir düşmüştür. Babası orta halli bir tüccardı. Dedesi Hüseyin Bey de Plevne Savaşı’na katılmış, Gazi Osman Paşa’nın teşekkürünü kazanmıştır. Annesinin ismi ise Emine idi ve ev hanımıydı. Ahmet Sezai Karakoç İlkokul eğitimini 1938-1944 yılları arasında Ergani’de tamamladı. 1944 yılında sınavlara girip Maraş Ortaokulu’nda parasız yatılı olarak okumaya hak kazandı. 1947-1950 yılları arasında lise eğitimini yine parasız yatılı olarak Gaziantep Lisesi’nde tamamladı. Lise eğitimi boyunca Felsefe dersine ilgi duydu ve Felsefe okumaya karar verdi. Üniversite eğitimi için İstanbul’a geldi. Babası onun ilahiyat fakültesinden mezun olmasını istiyordu. İmkanları dahilinde eğitimine devam edebileceği yatılı tek bölüm Siyasal Bilgiler Fakültesi idi. Üniversite sınavlarına hazırlanırken kazanamama ihtimalini de göz önüne alarak her ihtimale karşı Felsefe bölümüne kayıt yaptırdı.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’te fakültenin Maliye Bölümünden mezuniyetle tamamladı. Altan Öymen’le aynı dönemdendi. Mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığında Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi bölümüne atandı.

Daha sonra Maliye Müfettişliği sınavına girdi ve sınavı kazandı. 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcılığı görevine başladı. 1959 yılında İstanbul’da gelirler kontrolörü oldu. Bir ara Ankara’ya çağrılıp Yeğenbey Vergi Dairesi’nde görevlendirildiyse de kısa bir müddet sonra yine İstanbul’daki görevine döndü. Görevi icabı Anadolu’yu çok gezdi ve birçok il ve ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı buldu. 1960-1961 yıllarında yedek subay olarak yaptığı askerlik görevinden sonra İstanbul’daki görevine kaldığı yerden devam etti. 1965’ten 1973’e kadar birçok kez istifa etti. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görev almadı.

Şairin nüfus kaydında doğum günü 22 Ocak olarak görülmekle beraber kendisi gerçek doğum gününün mayıs ayı içerisinde olduğunu belirtmektedir.

İstanbul’da Diriliş Yayınları ve “Diriliş” dergisini kurdu. 1990 yılında “güller açan gül ağacı” amblemiyle Diriliş Partisini kurdu. Yedi yıl partinin genel başkanlığını yürüttü. Ancak bu parti 19 Mart 1997’de üst üste iki genel seçime girmediği için kapatıldı. 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü ile ödüllendirildi. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işlerine harcanmasını, diğer kısmınınsa posta ile bildirdiği adrese yollanmasını rica ettiği bir mektup yolladı. 2007 yılında Yüce Diriliş Partisini kurdu ve partinin genel başkanlık görevini yürütmüştür. 2007 yılının Nisan ayından ölümüne kadar her cumartesi akşamları, Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığında değerlendirme konuşmaları yapmıştır. Bu konuşmalar partinin internet sitesinden canlı olarak yayınlanmıştır. Karakoç, 2011 yılında Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü fakat kendisine verilen plaket ve para ödülünü reddederek bu ödülü almaya gitmedi.

Sezai Karakoç

Ölümü

16 Kasım 2021’de yaşlılığa bağlı geçirdiği kalp krizi sebebiyle İstanbul’daki evinde öldü. 17 Kasım günü Şehzadebaşı Camisi’nde kılınan ikindi namazına müteakip aynı caminin haziresine defnedildi.

Şiir hayatı-anlayışı

Karakoç, şiirle ilgili görüşlerini yazmaya başladığı dönemlerden itibaren şiir anlayışını da yazmıştır. Bu konudaki düşüncelerini “Edebiyat Yazıları” adını verdiği 3 kitapta toplayan Karakoç’un Türk şiirinde son derece özgün bir yeri vardır. Onun şiiri metafizik bir şiirdir. Türk şiiri geleneksel yapısı itibarıyla aslında metafizik bir şiirdir. Ancak bu özellik Tanzimat’tan sonra değişir. Sadece Abdülhak Hamit’te metafizik bir ürperti söz konusu olur. Onunla tekrar başlayan bu anlayış Cumhuriyet’in ilk yıllarında Necip Fazıl Kısakürek’te ve Ahmet Kutsi Tecer’de kendini gösterir. Bunlardan başka Yahya Kemal ve Asaf Halet Çelebi’de de metafizik anlayış görülür. Fakat bu metafizik unsurlar adı geçen hiçbir şairin şiir anlayışını açıklamaz, anlatmaz.

YTÜ Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ali Yıldız’ın tespitiyle Türk şiirini metafizik bir esasa oturtan şair Sezai Karakoç’tur. Karakoç bunu modern şiirin diliyle yapmıştır. O, Batı edebiyatını da iyi incelemiş bir şairdir. Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu düşüncesindedir ve şiirlerini bu yönde geliştirmiştir.

“Edebiyat Yazıları I” kitabındaki ilk yazı metafizik ile ilgilidir. Bu, hangi kavramlara önem verdiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Karakoç geleneksel şiire de yaklaşır ancak dili farklıdır. O, modern şiirin diliyle şiirlerini yazmıştır. Poetikasını anlattığı ikinci yazı soyutlama ile ilgilidir. Nitekim modern sanat genel anlamda soyutlamaya dayanır. Ona göre şair, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış olur, tamamlanması için şairin tekrar somutlaştırması yani soyutlaştırdığı şeyi tekrar yeni bir bağlama oturtması gerekir. Bunu da Diriliş kavramına bağlar.

Dostu Cemal Süreya, ona, yarattığı mistik şiir tarzından ötürü “Sezo” diyordu ve onu, “Mehmet Akif ve Necip Fazıl karışımı şair” olarak tanımlıyordu.

Sezai Karakoç, şairin genel çizgilerini, “pergünt üçgeni” dediği üç ilkeyle anlatır. Peer Gynt, Norveçli yazar Henrik İbsen’in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç, Pergünt’ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder:

Şair, kendi kendisi olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır.”
Şair, kendine yetmeli: “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli.”
Şair, kendinden memnun olmalı: “Eserin şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeye kandırmalı ve bunu da inandırmalı. Ona ‘Beni andırıyor, ah, beni o’ demeli.” Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil “yaşatma sevinci”dir.

Sezai Karakoç

Eserleri

Şiir

  • Şiirler I (Monna Rosa)
  • Şiirler II (Şahdamar-Körfez-Sesler)
  • Şiirler III (Hızırla Kırk Saat)
  • Şiirler IV (Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu)
  • Şiirler V (Zamana Adanmış Sözler)
  • Şiirler VI (Ayinler/Çeşmeler)
  • Şiirler VII (Leylâ ile Mecnun)
  • Şiirler VIII (Ateş Dansı)
  • Şiirler IX (Alınyazısı Saati)
  • Gün Doğmadan (Toplu Şiirler)

Çeviri Şiir

  • Batı Şiirlerinden
  • İslâmın Şiir Anıtlarından

Deneme

  • Edebiyat Yazıları I Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir
  • Edebiyat Yazıları II Dişimizin Zarı…
  • Edebiyat Yazıları III Eğik Ehramlar

Düşünce

  • Ruhun Dirilişi
  • Kıyamet Aşısı
  • Çağ ve İlham I-II-III-IV
  • İnsanlığın Dirilişi
  • Diriliş Neslinin Âmentüsü
  • Yitik Cennet
  • Makamda
  • İslâmın Dirilişi
  • Gündönümü
  • Diriliş Muştusu
  • İslâm
  • İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü
  • Düşünceler I-II
  • Dirilişin Çevresinde
  • Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I-II-III
  • Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I-II
  • Samanyolunda Ziyafet
  • Unutuş ve Hatırlayış
  • Varolma Savaşı
  • Çağdaş Batı Düşüncesinden
  • Çıkış Yolu I-II-III

İnceleme

  • Yunus Emre
  • Mehmet Âkif
  • Mevlânâ

Tiyatro

  • Piyesler I
  • Armağan

Hikâye

  • Hikâyeler-I Meydan Ortaya Çıktığında
  • Hikâyeler-II Portreler

Günlük yazılar

  • Farklar
  • Sütun
  • Sûr
  • Gün Saati
  • Gür

Röportaj

  • Tarihin Yol Ağzında
  • Unutuş ve Hatırlayış
  • Çıkış Yolu I
  • Çıkış Yolu II
  • Çıkış Yolu III

Belgesel

  • Gün Doğmadan

Ödüller

  • 2011: Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü
DİRİLİŞ

DİRİLİŞ

Diriliş insanı gelecek zamanı en az şimdiki zaman kadar gerçek kabul eder. O ufukların adamıdır. Somut ve mutlak gelecek zaman şimdiki zamanı içten öz ve anlama kavuşturur. onun için Zihnin zamanı bölmesini yaşantıya uygulamaz. Bu dünyayı yaşarken öteki dünyayı da yaşar. Devrimi aşarak diriliş çekirdeğini yeşertir. Statüko veya devrim onun için gerçeğin iki yüzü yada yüz astarıdır. Dirilişin şartı olarak otokritiği ve çileyi görür Özü olarak ALLAH’a ulaşmanın yeni doğumunu sezer. O hep yeniden doğuş adamıdır. Ölüm onarıcısıdır. Durumalış özdeğişimcisidir.

Hizmet için gelmiş bir konuk olarak bilir kendini Hizmet edişte köktencidir. Vecd ve coşkunluk adamıdır. Bu vecd ve coşkunluk sarhoş düzensizliğinden korur kendini. Geometrik oluşumla bütünlenir. Bu coşkunluk durmaksızın geçici oluşum dönemleri dışında toplum ve tabiat içinde dirilişin gizli açılımını arar. Toplum ona ALLAH’ın açılmış bir penceresidir. Her insan onun için ALAH’ın açılmış bir penceresi bir hikmet remzidir. Hayvanlar bitkiler ve cansız eşya dünyasında bile o şefkatin ve hikmet idrakinin devindiğini görür. Ona göre gurur öldürücüdür. Alçak gönüllülük diriltici. Kendini hep bir tohum olarak görür. Toprağa düşer ve boy vermek için gereken şartların gözükmesini sabırla bekler. Bir muştu gibidir. Klişeci değil özcü lafızcı değil anlamcıdır. Biçime değer verir ama biçimin ötesine geçmek amacını yitirmemek için alınteri döker. Önünde dikili gördüğü meşale yücelik meşalesidir. O ışıkta yorumlar oluşu .Hak Ettikten sonra girmeyeceği bölge yoktur. İyimserdir opürtünist değil. İnceleyici yoklayıcı araştırıcıdır. kötümser değil. Sanıdan çekinir. Ancak bu onun gerçeği görmesine engel olmaz.

Ahlaki hukuku ve estetiği metafiziği ile ilişkilidir. Mümkün olduğu ölçüde geçicinin tutsağı olmamaya çalışır. Ebediye bakar hep. Obje ve sujedeki kötülükle savaşta umutsuz olmaz. O hep savaşta bilir kendini. Dönüşsüz tövbenin eridir.Tövbe bozmanın ve ondan doğma pişmanlığın kendinde gelenekleşmemesine bakar. Hatalardan sürekli olarak yabancılaştırır kendini. Sistem üzerine sistem kor aklı. Ama sistemlerin mahkumu olmamakla şarttır. akıl ve iş düzeninde. Sürekli tazeleniş ve yenileniş içindedir. ama yenilik ir amaç değil bir yöntemdir onun için. Heran yeni arza ayak basmışlık duygusunu duyarlılığını taşır. Yozlaşma ve yobazlaşmanın her türlüsüne karşıdır. Derinleşme bir tutkudur onda saplantı değil Hakikati derinleşme ile arar. Bu onu darlaşmaya götüremez. Vecdiyle vahye gider. Vahy ve vecdle donanmış akılla dünyaya tasarruf eder. Böylece fiziğin son ucuna kadar atar adımını, Ama orada ilk çıktığı noktadaki gibi ALLAH’a yakın öteki alemle iç içedir.

M.Yasir ÖZEN. 01/11/2022

TÜRK İSLAM ŞUURUNDA TESLİMİYET

TÜRK İSLAM ŞUURUNDA TESLİMİYET

Başlangıçta teslimiyeti kabul etmek imanımızın ve inancımızın ve inancımızın en temel prensibidir. Böylesi bir teslimiyet sayesinde benlikler daha sonra islamın yaşama ve yürütme ile ilgili düzenlemelerine gönül hoşluğu ile kabul ederler. Her hangi bir yükümlülükle karşılaştıklarında ona karşı çıkmaz. Yürütmeye sokulmasını engellemezler. Söz gelişi içkinin, faizin, kumarın ve cahiliye dönemine ait bütün alışkanlıkların ortadan kaldırılması işte bu şekilde oldu Bu tür alışkanlıklar, bir kaç Kuran ayeti veya ALLAH elçisinin sözleri ile ortadan kaldırılabildiler. Halbuki düğer dünya düzenleri bütün bunlarla mücadele etmek için topyekûn yasaları ile yaşaması ile düzeni ile başını, ordusu elindeki tm iktidar olanakları ile mücadele ederler, ancak toplum yasaklar ve mükerler tarafından gizliden gizliye kemirilirken onlar sadece görünürdeki olumsuzlukları kontrol altına almaktan öteye gidemezler. Halbuki islami yaklaşım bambaşkadır.

Tek ve net yöntem içerir.Bu dosdoğru yöntem sayesinde, dinin başka bir doğal karakteristiği ortaya çıkarmaktadır. Bu din tamamen aktif harekete dayalı, eylemsel bir dindir. Yaşamın bütün evrelerine, realitelerine hükmetmek için gelmiştir. Bu realiteleri kendi emri ile ya onaylar, ya dönüştürür yada kökünden değiştirir. Bundan dolayı başlangıçta yalnız ALLAH’ın egemeniğini tanıyan toplumlarda fiili bir olayla karşılaşma’sının dışında yasa koymaz. Ancak böyle bir durumla karşılaştığı zaman, söz konusu fiili duruma uyun hükmünü koyar. O sadece ‘varsayımlarla’ uğraşan bir kuramlar dizgesi değildir. Yanlızca vakia ile ilgilenen reel bir yöntemdir o. Bu nedenle öncelikle ALLAH’tan başka ilah olmadığını, hakimiyetin sadece ALLAH’a ait olduğu akidesinin yerleştiği, ALLAH’tan başkasına ait olan egemenliği ve bu temel üzerine kurulmayan tam sistemleri reddeden Müslüman Türk Toplumu kurulmalıdır. Böyle bir toplum fiili olarak kurulduğunda onun yaşama ve düzenlemelere gereksinim duyan, reel bir hayatı olur. Ancak o zaman bu din daha başlangıçta din din dışı kalan tüm sistemleri toptan reddederek kurulacak yeni düzenin yasama ve düzenlemelerinin temelini teslim alan bir topluluk için, kendi sistemi yasama gereğini kurabilir.

Bu sistem ve onun yasalarının böyle bir toplumda uygulanabilmesi için söz konusu akidenin kendisine inanan fertlerin vicdanlarında ve toplumlarda egemenliğini tam olarak kurması lazımdır. Ancak o zaman rejimin bir saygınlığı bir ciddiyeti olabilir. Gelişmeler karşısında ani düzenlemeler ve yasalar geliştirilirse, söz konusu toplumun gerçek hayatı üzerinde egemenliğini tam olarak kuran bir akide sahibi olmasıdır. Esprisi insanların sadece ALLAH’ın önünde eğilmelerinin dışında kalanların koydukları haksızlıklara itibar etmemeleri olan yetkin bir inanç sistemi. İnanç sistemleri u niteliklere sahip olan bir insan topluluğu bulunduğu zaman, toplumun yönetimini de kendi egemenliklerine kaldıklarında ancak o zaman hakikat onarın gerçek ihtiyaçlarına karşı yasal düzenlemelerde bulunmaya başlar, gerçek hayatlarını düzenleyebilir.

İSLAMİ AKSİYON

İSLAMİ AKSİYON

Bu dinin en önemli özelliği erçekçi ve harekete dayalı (aktif)oluşudur. İslami hareket aşamalı bir harekettir. İslamın kendine özgü her aşamaya uygun mücadele araçları vardır. Her aşama yerine kendisini izleyen bir başka aşamaya devreder. İslam erçek olguların çeşitli aşamalarına, hayatiyetini yitirmiş, aktivitede mahrum araç ve gereçlere karşı koymadığı gibi bu tür gerçeklerin sadece soyut teorilerle karşılamaz veya soyut kuramlarla onların karşısına dikilmez. İslam’ın cihat konusunda koyduğu ve uyguladığı yönteme Kur’an i naslardan delil getirme girişiminde bulunan bazı kimseler bunu yaparken cihat konusunu kendine özgü özelliklerini ne yazık ki dikkate almıyorlar.

Bu yüzden islamın cihat konusunda uyguladığı yöntemin geçirdiği aşamaların yapısal özelliklerini değişik Kuran’i nasların bu aşamalardan herhangi birisi ile olan ilişkilerini kavrayamıyorlar. Bundan dolayı söz konusu kimseler cihat konusunda çok büyük yanılgıya düşmekten kendilerini kurtaramıyorlar. Dinin cihat konusunda uyguladığı yöntemi ona aykırı anlaşılmaz ve tanınmaz bir kılığa sokuyorlar. Kuran’i naslara ve temel ilkelere taşınıyorlar. Kuran’i naslara ve temel ilkelere, taşımadıkları anlamları yükleyerek yorumlama sırasında bu nasları zorluyorlar. Onların böylesi bir yanılgıya dönüşmelerinin başlıca nedeni Kuran’i naslardan her birisini islamda nihai kuralların temsil eder nihai nas olarak kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. İslam’a ağlılıkları sat bir isimden ibaret müslüman kuşakları baskı altına alan ve ümmetleri kılan ve çağdaş gerçekler karşısında akılca ve ruhça yılgınlığa düşmüş bazı kimseler İslam yanlız savunma amacıyla eski yöne yönelir (savaşır) derler. Böylelikle asıl amacı yer yüzündeki tüm toğutları ve toğudi sistemleri ortadan kaldırıp insanların tek ALLAH’a kulluk etmelerine sağlamak onları kula kulluk etme zilletinden kurtarıp Rablerine kulluk etme izzetine eriştirmek olan islamı asıl amacından yönteminden saptırmakla onu başkalarına özellikle karşıtlarına şirin göstereceklerini sanırlar.

Halbuki bu din kendi inanç ve sisteminin benimsesinler diye insanlara baskı uygulamaz. Sadece söz konusu akide sistemi ile insanların arasına girmiş veya girmesi olası engelleri ortadan kaldırır. İnsanların kendi inanç biçimlerini seçmelerine engel olan tatiller ve otoriter sistemleri ya tamamen izole eder yada iktidar koltuğundan uzaklaştırır. Yani insanlar islam akidesini kendi özgür istemleri ile kabul veya reddebilmeleri için onlara bu akide sistemi arasına giren engelleri tamamen izole edip akide ile insanların arası serbest kalıncaya veya söz konusu güçler İslamın gücüne boyun eğdiklerini ilan ederek cizye verinceye dek onlara baskı uygular.

Ertuğrul Gazi

ERTUĞRUL GAZİ

Ertuğrul Gazi veya Ertuğrul Bey (Osmanlıca: ارطغرل; ö. ~1280, Söğüt), 13. yüzyılın ortalarında Oğuzların Kayı boyunun lideri ve Osmanlı Beyliği’nin kurucusu olan Osman Bey’in babasıdır.

13. yüzyılın ortalarında Orta Asya’daki Cengiz Han’ın Moğol baskısından kaçan Kayılar, ilk olarak Doğu Anadolu civarlarına geldiler. Kayı Boyu beyi Süleyman Şah’ın (veya Gündüz Alp) Fırat Nehri’nden geçerken boğulup vefat etmesi üzerine Ertuğrul Bey, Kayılar’ı Bizans sınırına göç ettirmek istedi. Fakat kardeşleri bu fikrine karşı çıktı. En nihayetinde, bu görüş ayrılıkları nedeniyle Kayılar ikiye bölündü: Ertuğrul’un ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu geride, Ahlat’ta kalırken; Ertuğrul, kardeşi Dündar ile birlikte Batı’ya doğru göç etti.

Anadolu’ya gelmesi ve Söğüt’e yerleşmesi

Anadolu Selçuklu Devleti’nin Bizans İmparatorluğu sınırında bulunan uç emirliklerindeki Türk sayısı, 1243 yılında gerçekleşen Kösedağ Muharebesi sonrasında Anadolu’da başlayan Moğol istilaları sebebiyle artış göstermiş; buna paralel olarak Bizans topraklarına yapılan akınlar artmıştı. Bu akınlar sonucunda, Bizans topraklarında ikinci defa uç beylikleri kurulmaya başlandı.

Sultan Öyüğü (günümüzde Eskişehir) bölgesinde ise, uç topraklarının en ileri hattı olan Söğüt’te yerleşen Türk boyunun başında Ertuğrul Gazi bulunmaktaydı. Ertuğrul Gazi’ye bağlı boyun bu bölgeye ne zaman ve nasıl geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, konu hakkında farklı görüşler mevcuttur.

Ruhî Tarihi’ne göre Ertuğrul Gazi veya atalarının önderliğindeki 340 kişilik Türk boyu, Selçuklular ile birlikte Türkistan’ı terk edip Anadolu’ya gelerek Ankara civarındaki Karacadağ yakınlarına yerleşti. 1222-1230 yılları arasında, İznik İmparatorluğu hükümdarı III. İoannis ile Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı I. Alâeddin Keykubad arasında Eskişehir ve Ankara civarında gerçekleşen mücadelelerden haberdar olan Ertuğrul Gazi, orduya hizmet amacıyla çarpışmalara katıldı. Bu kapsamda Karacahisar’a yapılan kuşatmada yer aldı. Bunu memnuniyetle karşılayan I. Alâeddin Keykubad, Ertuğrul Gazi’yi akıncı başı yaptı. 1230 yılında, Harezmşahlar ile yapılan Yassı Çemen Muharebesi ve Moğollarla yapılan Kösedağ Muharebesi sebebiyle I. Alâeddin Keykubad ile III. İoannis arasında barış sağlandı. Kısa süre sonra I. Alâeddin Keykubad, Ertuğrul Gazi veya atalarına yardımlarından ötürü Söğüt’ü kışlak, Domaniç’i yaylak olarak verdi. Ertuğrul Gazi akınlarına buradan devam ederken, I. Alâeddin Keykubad’ın ayrılmasının ardından Karacahisar elden çıktı. Bunun üzerine Ertuğrul Gazi, yerli tekfurlarla uzlaşma yoluna gitti.

Ruhî Tarihi’nde yer alan bu bilgileri Osmanlı dönemi tarihçisi Neşrî, Ruhî’den aktarmaktadır. Âşıkpaşazâde ise bu anlatılanları kısaltmış ve içeriğini değiştirerek, yaşananları Osman Bey dönemine nakletmiştir.

Başka bir hikâyeye göre ise, Sürmeli Çukur (Aras Nehri vadisi) veya Ahlat’tan Ankara civarındaki Karacadağ eteklerine yerleşen Ertuğrul Gazi ve aşireti, burada bir süre kaldı ve İznik İmparatoru III. İoannis’e karşı I. Alâeddin Keykubad’ın ordusunda yer aldı. Ancak Moğol saldırıları sebebiyle I. Alâeddin Keykubad’ın Konya’ya dönmesinin ardından Ertuğrul Gazi’ye Söğüt’ü kışlak, Domaniç’i yaylak olarak tayin etti.

Ertuğrul Gazi

Ölümü

Ertuğrul Gazi’nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Birçok kaynak onun 1280’li yıllarda (1280, 1281, 1282, 1288 veya 1289) ve tahminen 80’li veya 90’lı yaşlarda vefat ettiğini söylemektedir. Söğüt’te vefat eden Ertuğrul Gazi’nin, oğlu Osman Gazi tarafından yaptırılan bir türbesi bulunmaktadır.

Popüler kültürdeki yeri

19. yüzyılda Osmanlı donanması için inşa edilen bir fırkateyne, onun anısına ismi verilmiştir. 1998’de, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta adına Ertuğrul Gazi Camii inşa edilmiştir.

1988 yılında TRT 1’de yayınlanan Kuruluş “Osmancık” dizisinde Baykal Saran, 2014-2019 yılları arasında yine TRT 1’de yayınlanan Diriliş ”Ertuğrul” dizisinde Engin Altan Düzyatan ve günümüzde ATV’de yayınlanan Kuruluş ”Osman” dizisinde ise Tamer Yiğit tarafından canlandırılmıştır.

Necip Fazıl Kısakürek’in Hatırat Kitaplarında Sosyal ve Siyasi Muhteva

NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN HATIRAT KİTAPLARINDA SOSYAL VE SİYASİ MUHTEVA

Edebi türler içinde otobiyografik içeriğe dayanan eserlerin başında hatırat metinleri gelmektedir. Hatırat kitapları şair ve yazarların kaleminden çıktığında üç alanda kaynaklık özelliğine sahiptir. Bu eserler ilk olarak yazarının özel hayatına ışık tutar.

İkinci olarak edebiyat hayatına kaynaklık edebilir. Üçüncü alanda ise anlatılan yılların toplumsal, kültürel ve siyasi durumunu gösterir. Toplum davalarını mesele edinmiş şair ve yazarların hatıratında bilhassa üçüncü alan dikkat çeker. Necip Fazıl Kısakürek’in hatırat kitapları böyle eserlerdir. 1904-1983 yılları arasında yaşayan Kısakürek, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok kritik dönemini idrak etmiş bir mütefekkir ve edebiyatçıdır.

Eserleriyle başarılı bir sanatkâr olarak kendini edebiyat tarihine kabul ettirirken hayatı ve fikirleriyle nesillerin dünya görüşü üzerinde istikamet verici bir isim olmuştur. Necip Fazıl Kısakürek, şair ve yazar olarak çok sayıda eser kaleme almış velût bir isimdir. Eserlerinden bir kısmı hatırat türü metinlerdir. Yazar bu türdeki kitaplarında çocukluktan itibaren hayatını ve geçirdiği aşamaları anlatır. Bununla birlikte Türkiye’nin gidişatıyla ilgili birçok konuya değinmiştir.

Makalede yazarın bahsettiği sosyal ve siyasi konular incelenecek, bunlar hakkında Necip Fazıl’ın görüşleri verilecektir. Yazarın tek parti yıllarından itibaren gündemde kaldığı görülmektedir. Bazen edebi yönüyle ama genellikle fikirleri ve aksiyoner kimliğiyle Necip Fazıl Kısakürek toplumsal ve siyasal hayatın içinde yer almıştır. İktidarlarla ilişkisi, siyasetçiler, ülkenin fikir hayatı, basın dünyası ve dinî-fikrî aksiyonu anılarında görülen başlıca sosyal ve siyasi konulardı.

Batı Tefekkürü ve İ̇slam Tasavvufu’nda “çifte Kanat” Metaforu

BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLAM TASAVVUFUNDA ÇİFTE KANAT METAFORU

Giriş

Metafor, yalnız edebiyatta değil, felsefe ve diğer söylem biçimlerinde de, anlatımı ve anlamayı güçlendirmek, kolay ve etkili kılmak için oldukça yaygın bir şekilde kullanılan bir söz sanatıdır. Metaforda bir “anlam aktarımı” söz konusudur (Aristoteles 1995: 58). Anlatım ve anlaşılma güçlüğü olan bir konu, yalın ve anlaşılabilirliği olan bir örnek üzerinden sunulur. Edebiyatımızda “istiare”, “eğretileme” olarak karşılanan bu söz sanatı, anlatım ve anlama kolaylığı sağlaması, sözün güzel, güçlü ve etkileyici bir şekilde ortaya çıkması açısından önemlidir. Pek çok karmaşık felsefe sorunu, filozoflar tarafından metaforun anlatım gücüne emanet edilmiştir (bk. Keklik, 1983: 55). Platon, metafor kullanmak suretiyle anlamı belirsiz ve bulanık hâle getirdikleri gerekçesiyle şairleri eleştirir; ne var ki aynı diyalogda, idealar felsefesini açıklamak için, mağara metaforu gibi, düşünce ve sanat tarihinin en etkili metaforuna başvurmaktan geri kalmaz (1992: 201, 281). Denilebilir ki metafor, “edebiyattaki felsefe”nin ve “felsefedeki edebiyat”ın en önemli taşıyıcılarından biridir. Başlıkta yer alan “çifte kanat” metaforu da, şiirsel çağrışımına karşın, ele alınan eserde, düşünsel ve felsefi bir içerimle ortaya çıkar.

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Necip Fazıl’ın 1962 yılında, ramazan ayında verdiği konferanslar serisinin yirmi yıl sonra yine kendisi tarafından metinleştirilmiş hâlidir. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde felsefeden, ikinci bölümünde tasavvuftan söz edilir. Batı düşüncesi, Yunan mitolojisinden başlayarak bir sıra ve düzen içinde özetleyici bir tarzda verilir. İslam düşüncesi ve tasavvufu da, yine benzer şekilde, öne çıkan isim, kavram, tema, düşünce ve yaşantılarıyla ele alınır. Necip Fazıl bu çalışmasında sadece bir hatip edasıyla konuşmaz, bir eğitimci ve bir düşünür edasıyla da konuşur. Birtakım bilgiler verirken kendisini dinleyenleri Doğu ve Batı düşüncesi konusunda eğitmek ve düşündürmek ister. Konuşmasının başında, çok konuşma yaptığını, fakat bu sefer yapacağı konuşmanın daha öncekilere hiç benzemediğini ve onlardan daha önemli olduğunu söyler. Bu önemin de “kitaplık çapta bir fikir cehdini omuzlamaktan” ileri geldiğini belirtir. Shakespeare’den bir alıntıyla “kelimeler kelimeler, kelimeler” derken, hem yaptığı işin zorluk derecesine, hem de ele alınan konuyu ifade etmede kelimelerin yetersizliğine işaret eder. Ancak bu zorlukta, bu “azametli işte”, bu “büyük muhasebe” ve “dünyalar arası büyük murakabe”de bir mutluluk da bulur. Batı düşüncesinin ve İslam maneviyatının ince tahlilinden oluşan bu “deneme”nin en başa alınması gereken eserlerinden biri olduğunu söyler (1984: 7, 9).

Kendine özgü ifadelerle önemini vurguladığı konu, bir bakıma Necip Fazıl’ın diğer eserlerini de açabilecek iki anahtar sözcükten oluşur: “Felsefe” ve “tasavvuf ”. Gerçekten de, bu iki konuda fikir sahibi olmadan, onun eserlerindeki manevi ve düşünsel dokuya nüfuz etmek zordur. Zira o, referanslarını Batılı filozoflardan ve İslam düşünürlerinden alır; eserlerini, bu iki sınır arasındaki bölgede oluşturur. Bu çalışmasında da, Batı’yı felsefe, İslam dünyasını da tasavvufla anlamaya çalışır. Bu açıdan Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu bir zihniyet çözümlemesi olarak da okunabilir.

Gerçekten de Doğu ve Batı, tıpkı döneminin aydınlarında olduğu gibi, Necip Fazıl’ın edebiyat, sanat ve düşünce dünyasında da önemli bir yer tutar. O, Doğu kültürü içinde dünyaya gelmiş, yetişmiş ve zihinsel gelişim evrelerinden geçmiştir. Hayatının belirli bir döneminde de Fransa’ya gitmiş, orada eğitim görmüş, Batı kültürüne tanıklık etmiş, Batılı filozof, şair ve yazarları tanımış, onlardan etkilenmiştir. Doğu ile Batı kültürü arasındaki çelişkiyi zaman zaman kendi varoluşunda yaşamıştır. Farkında olarak ya da olmayarak bu iki yaşam biçimi arasında kaldığı da olmuştur. Edebiyatı, felsefesi, bilimi, mimarisi, müziği, tiyatrosu, şehirleri ile Batı kültüründeki görkemin farkındadır. Kendi uygarlığının ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamaya çalışır. Bu gerilim durumunda, “biz kimiz”, “kim olmalıyız”, “sahip potansiyel nedir” sorularını keskin bir şekilde kendi varoluşunda hissetmiştir. Onun hafakanları, inanma ve inanmama karşısında değil -zira o hayatının her döneminde inanmış birisi olmuştur-, daha çok Doğu ve Batı sorunsalı karşısında ortaya çıkar (bk. 1984: 126). İşte Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, bu sorunsalın cisimleştiği eserlerden birisidir.

Ele aldığı konu, hem süre hem yoğunluk açısından çok geniş bir alanı kapsar. Bir insanlık, medeniyet, inanç ve düşünce tarihi karşısında; bu tarihin genişliği ve enginliği karşısında, konuları çoğu kez derine inmeden geçer; yer yer atlamalarda, yer yer özetlemelerde bulunur. Ama bütün bunları bir bakış açısından yapar; önemli olan da budur. Bu bakış açısı, ona bir düşünür kimliği kazandırır.

Necip Fazıl, bu deneme ile ne yapmak ister? Neden Batı felsefesi ile İslam tasavvufunu aynı çalışma içinde ele alır? Bir karşılaştırma mı yapmak ister, tanıtıcı bilgiler mi vermek ister, bir çözümlemede mi bulunmak ister? Felsefe ile tasavvuf arasında bir kıyaslama yapılabilir mi? Bu doğru bir yaklaşım olur mu? Yoksa baştan sonunu kestirebileceğimiz bir “ululama” ve “yerme” faaliyeti içine mi girer? Felsefe ile tasavvuf arasında nasıl bir ilişki vardır? Felsefe tasavvuf, tasavvuf felsefe için bir imkân olabilir mi? Bu ikisi arasında bir “ortak küme” oluşturulabilir mi? Aynı zihniyet biçimi içinde, aynı kişilikte, aynı ruh hâli içinde bir araya getirilebilirler mi? Yoksa hep denile geldiği gibi, Batı hep Batı, Doğu da hep Doğu olarak mı kalır? Tabii ki, bu soruların hepsini burada ele almak mümkün değildir. Ama diğer sorulara da bir cevap oluşturabilecek şekilde birbiriyle bağlantılı iki soru, iki konu üzerinde durulabilir. Bunlardan ilki, “felsefe ile tasavvuf arasında nasıl bir ilgi vardır”, diğeri ise “bu ikisi aynı zihinsel yapı, duyarlılık içinde bir araya gelebilirler mi” sorularıdır. Bu iki soru, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’ndan alınacak verilerle cevaplanmaya çalışılacaktır.

1. İkilem Oluşturma Eğilimi

Felsefe kendisini sürekli bir arayış, eleştiri, sorma ve soruşturma edimi içinde üretir. Yol açıcı olarak aklı kullanır. Doğasında merak, hayret ve kuşku vardır; bilme sevgisi ve eleştirme duygusu vardır. İnanmak için aramaz, bilmek ve anlamak için arar. Sonuçlarını mutlaklaştırmaz, dondurmaz. Aklın gözleriyle görmek için arar. Kişilerin bakış açılarından kendini üreten teorik bir çabadır. Tasavvufun özünde ise iman ve inanç vardır. Onun öncelikli amacı, bilmek ve kavramak değil; inanmak, içsel bir yaşantı ve terbiye aracılığıyla olgunlaşmaktır. Bir yaşantı hâli olarak öznel tecrübeyi esas alır. Bu nedenle sözde ifade bulma amacı gütmez. Yol açıcı olarak gönlü, sezgiyi ve keşfi kullanır. Bir kesinlikten, bir inanma durumundan söz eder. Arayışı, sorguyu ve kuşkuyu bitirir. Merak duygusu giderek hayrete ve hayranlığa dönüşür. İnanmak ve bağlanmak ister. Bir eleştiri biçimi değil, bağlanma biçimidir. Bir ahlak anlayışı, bir insan felsefesi, bir yaşama fikridir. Söz (“kâl”) değil, “hâl”dir. Oysa edebiyat, felsefe ve düşünce, tümüyle söz demektir. Felsefe bir benlik algısı üzerinde ortaya çıkar. Filozof, felsefesini inşa ederken kendi öznel konumunu da inşa eder. “Ben böyle düşünüyorum”, “dünya bana böyle görünüyor” demek, felsefenin özünde vardır. Varlığı, bilgiyi, değeri, varoluşu, belirli bir bakış açısından ortaya koymaya çalışan bir çabadır. Tasavvuf ise özneyi, benliğe ve iradeye yüklediği anlamla aşkınlaştırmaya çalışın bir yaşama biçimi öngörür.

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’nda Batı, “akıl” ve “plastik”; İslam dünyası ise “ruh”, “gönül”, “iç âlem”, “tekâmül” gibi tanıtıcı özelliklerle öne çıkar. Basit gibi görünse de, “bu ikisi aynı zihinsel yapı, aynı algılayış ve yaşayış biçimi içinde bir araya gelebilir mi, bir ortak küme, bir kesişim alanı olabilirler mi” sorusu, önemli ve zihin açıcı bir sorudur. Buna bir cevap üretebilmek, öncelikli ödev olmalıdır. Zira onda zihinsel ve kültürel planda yaşanan sorunları çözecek bir sır ve kapasite vardır.

Kültür tarihimizdeki tutukluğun aksine, Batı’da kesintisiz süren bir bilme ve anlama geleneği söz konusudur. Necip Fazıl, bu geleneği över. Bazı filozoflardan, onların görüşlerinden hayranlıkla söz eder. Sözgelimi Sokrates’in Savunması’ndan, “[y]erle yıldızlar arası insan takatinin ve derin fikrin harikulade senfonisi” olarak söz eder (1984: 27). Fransa’da bir lise öğretmeninin bile kitabının bulunduğunu söylerken, Batı kültürü içindeki entelektüel canlılığa işaret eder. İslam dünyasında ise 750’li yıllardan başlayarak yaklaşık 500 yıl süren parlak bir dönem yaşanmıştır. Bu dönemde elde edilen felsefi ve bilimsel birikim, Avrupa kültürüne büyük katkılar sağlamış, Rönesans’ın başlamasına doğrudan etki etmiştir. Batı kültürü yeniden doğuşunu, kısmen de olsa İslam kültüründen aldığı bu katkıya borçludur. 1300’lü yıllardan sonra İslam dünyasında bir tutukluk meydana gelmiş, seferler, istilalar ve Gazali gibi kimi otoritelerin felsefecileri ağır eleştirisinin ardından bilim, felsefe ve aklın işlevi konusunda bir kararsızlık yaşanmaya başlamıştır (bk. Gazali 1984: 109). Dinin var olanlara akıl vasıtasıyla bakmayı vacip kıldığını söyleyen İbn Rüşt gibi rasyonalistlerin görüşleri, içsel yaşantı (gönül) ile akıl arasında bir ikilem oluşturma eğilimi güden girişimlerin yanında sönük ve kuşkulu kalmıştır (1992: 65). Böylece felsefe ile din, akıl ile gönül, iç ile dış, madde ile ruh, dünya ve ahret arasında oluşturulan çatlak giderek açılmaya başlamıştır.

Hıristiyan dünyasında Ortaçağı bitiren ve Rönesans’a giden yolu açan girişimlerden biri, felsefe ve din, akıl ve iman arasındaki ilişki sorununa getirilen yapıcı çözüm denemeleridir. İbn Rüşt’ün izleyicilerinden olan Brabantlı Siger ve Hıristiyan teolojisinin büyük ismi Aquinolu Thomas, çifte hakikat kuramıyla, dinin hakikatinin yanına aklın hakikatini de koymuş; böylece Batı kültüründeki tıkanıklığın önü açılmış, evreni ve insanı anlama çabası giderek hız kazanmıştır. Çifte hakikat, hakikatin bölünmüşlüğü değil, birliğidir. Akıldan gelen ve dinden gelen hakikatin çelişmezliğinden hareket eden bu anlayış, engizisyonun sürüp giden katı uygulamalarına karşın, yine de aklın faaliyetine meşru bir zemin hazırlamıştır. Bu yaklaşıma göre, aklın hakikatiyle vahyin hakikati birbirini dışlamaz. Çünkü ikisini yaratan, düzen ve yasalarını koyan, Tanrı’dır. İkisi arasında bir çelişme olduğunda ise dinin hakikati tercih edilecektir. Bu kuramla birlikte akıl da, kendi koşulları içinde kendi hakikatini üretip evreni ve insanı anlamaya başlamıştır. Yeniçağda da din ile akıl arasında bir çelişkinin olamayacağı, aklın da Tanrı’nın bir ışığı olduğu anlayışı yaygınlık kazanmıştır. Bu ışık, herkesin içinde vardır. İnsan onunla yürür, onunla görür, onunla anlar, onunla yaşar. Akıl, Tanrı’nın matematik dille yazdığı kâinat kitabını okuyup anlayacak, dünyada bir varoluş düzeni oluşturabilecek güçtedir. Dinin hakikatiyle aklın hakikati arasında bir çatışma durumunda ise, Ortaçağdakinden farklı olarak aklın hakikati tercih edilecektir.

İnanç söz konusu olduğunda Batı dünyasında aklın işlevini küçümseyici söylemlere de sıkça rastlanır. Sözgelimi Tertullian’dan Kierkegaard’a pek çok düşünür gelip geçmiştir (bk. Reneaux, 1994: 13). Aklın karşısına “saçma”yı çıkarmanın haklı bir gerekçesi olabilir: Teslis’in (“trinite”) akılla kavranamazlığı, bunun da bir paradoks oluşturduğu anlayışı. Akılla kavranmaya çalışıldığında, bir çıkmazla karşılaşılacaktır. Bu yüzden, “her şeyi akılla açıklamaya çalışırsak elimizde doğaüstü bir güç kalmaz” diyen Pascal ile aklın ancak üç boyut içinde düşünebileceğini söyleyen Dostoyevski haklıdır. Ama aynı konu İslamiyet için Hıristiyanlıkta olduğu kadar keskin değildir. Onun Tanrı tasavvuru Hıristiyanlıkta olduğu gibi “üç” ve “bir”, “insan”la “insanüstü” arasında bir yerde bulunmaz. Tanrı’nın İsa’da inkarne (tecessüm) olduğu inancı, rasyonalite açısından bir çıkmazla karşılaşır. Bu yüzden, kimi düşünce tutumlarında “saçma” ve “paradoks” gibi kavramlar bir değer ve kategori olarak ortaya çıkar.

Necip Fazıl felsefeyi bir noktada ret, bir başka noktada da kabul eder. Reddettiği alan, tanrıtanımazlığın felsefe ile buluştuğu noktadır. Şöyle der: “Biz felsefeyi dalaletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hâl olarak tarihi bir sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu diye görmekte mazuruz.” Bu noktada Gazali’nin Tehâfüt el-Felâsife ve El Münkızü Mine’d Dalal isimli eserlerinde ortaya koyduğu felsefe karşıtı tutumu benimser. Bir başka noktada ise şöyle der: “Ona [felsefeye] düşen nihai illiyet [nedensellik] ve gaiyet [amaçsallık] üzerinde görüş salahiyeti olmadığını tasdik yoluyla, kanunları vazedilmiş ve ilmileştirilmiş sahalarda söz sahibi olmaktır ki, o takdirde vazifesi fazilet ve ismi hikmet olur” (1984: 17). Bu önemli bir yaklaşımdır. Zira burada, felsefenin sınırları çizilmekte, tasavvufla arasındaki ortak alan tespit edilmektedir. Necip Fazıl burada, Kant’ın metafizik bilginin neden imkânsız olduğu sorusuna cevap verirken sergilediği tutuma benzer bir tutum sergiler. Buna göre felsefenin ilk nedenler ve nihai amaçlar üzerinde görüş yetkisi olamaz. Oysa felsefe, yüzyıllarca metafizik konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Kant, numenler alanını insan aklının bilme sınırları içinden çıkarır ve bu bilgiyi fenomenler alanı ile sınırlar (1983: 124). Necip Fazıl da felsefe için, “kanunları vazedilmiş ve ilmileştirilmiş sahalarda söz sahibi olmaktır ki, o takdirde vazifesi fazilet ve ismi hikmet olur” derken Kant’a yakın bir çizgide durur. Felsefe, bu şekilde metafizik alandan çekilerek, Kant’ın fenomenler alanı dediği, olgular dünyasına ait bir bilme, sorgulama etkinliği hâline gelir. Yani “Tanrı” ve “ruh” gibi, Kant’ın bilinemezler (“antinomi”) olarak adlandırdığı, İslam düşüncesinde “gâib” olarak geçen alandan çekilecektir; zira aklın kendi başına bu konularda bir yargıda bulunabilmesi söz konusu değildir (1853: 434-435, 1983: 124). Bu durumda da, “gâib”i, insan zihninin erişim alanının dışında gördüğü için, metafizik bilginin imkânsızlığı durumu ortaya çıkar ki, bu da Necip Fazıl’ın yaklaşımına uygun düşer. Zira o, metafizik bilginin mümkün olabileceğini, kişinin kendi aklıyla Tanrı’yı ve ruhun ölümsüzlüğünü bilebileceğini söylemez. Aksine bu “gâib” alanının bilinemeyeceğini, Tanrı’nın ve sonsuzun kavranamayacağını söyler. “Tanrı’yı bilmek”, bir bilgi sorunu değil, bir yaşama ve inanma sorunudur. Bu nedenle metafizik konular, bilimin ve felsefenin değil; inanmayı temele alan dinin, varoluşu temele alan sanatın ve edebiyatın konusu olabilir. O, “Çile” şiirinde, “Bildim seni ey Râb, bilinmez meşhûr!” derken, “Biricik meselem, Sonsuz’a varmak” derken, şairi “Gâibi kurcalayan çilingir” olarak nitelerken, bu tür bir metafizik duyarlık içinde bulunur.

Bu nokta, aklın gâib karşısında sustuğu, fakat aslında bu susku ile de çok şey söylediği bir noktadır. Kant, yukarıda da belirtildiği gibi, numenler karşısında, bir susku durumundan söz eder. Bu susku, “[ü]zerinde konuşulamayanlar konusunda susmak gerekir” diyen çağdaş felsefenin önemli simalarından Ludwig Wittgenstein’da daha da çoğalır (1981: 150). Acaba Necip Fazıl da, aklın gâib karşısında sükût etmesini, üzerinde konuşamayacağı bir konuda susmasını mı istemektedir? Bunu söylemek daha uygun görünüyor. Zira “gâibe büyük riayet lazımdır” (1984: 98) derken, Kant ve Wittgenstein’a benzer bir duyarlık geliştirir. Şu hâlde Necip Fazıl, gâib karşısında susan değil; konuşan ve giderek onu inkâr eden felsefi tutumlar karşısındadır öncelikle. Gâib alanını bir bilgi alanı değil, inanç alanı olarak görür; bu noktada insan zihninin, algılarının, gâib alanına ulaşamayacağını söyleyen Kant’la birleşir. Bununla birlikte İslam’ın özünden türeyen bir içsel yaşantı alanı olarak tanımladığı tasavvufu da, aklın sınırlarını aşan bir sezgi ve kavrama gücü olarak görür. Ona göre, aklın yolu bir noktada biter ve tasavvufun yolu başlar. Tasavvuf, felsefenin sustuğu noktada konuşmaya, onun koşusunun bittiği noktada yürümeye devam eder. Tasavvuf, felsefenin aracı olan aklı değil, kendi aracı olan gönlü kullanır. Bu şekilde felsefenin erişim alanı dışında kalan gâib alanına yönelir; orada kendine bir bilgi, his ve yaşantı alanı bulur. Sezgi, keşif ve ilhamla bazı duygulara erişir. Bu öznel yaşantı, söze dökülebilecek, kavramsallaştırılabilecek, sistematik hâle getirilebilecek bir nitelikte değildir. Tasavvufun bir “kâl” değil “hâl” ilmi olması, bunun ifadesidir.

Necip Fazıl, felsefe ile tasavvufun yakınlaşma noktalarından söz eder. Bu nokta, yukarıdaki alıntıda geçen şekliyle “hikmet” alanıdır. Bunun bir ifadesi olarak, “[t]asavvuf bazı hikmetleri bakımından felsefeye yakındır”, “felsefi tefekküre öz hududu içinde yer verir” der. O, felsefeyi serbest, başı sonu olmayan bir arayış olarak tanımlarken bu çabası esnasında onun birçok duraktan geçtiğine de işaret eder (1984: 15-17). Bu duraklardan bazılarında tasavvufa yaklaşır, bazılarında ise ondan uzaklaşır. Felsefe ve tasavvuf iki ayrı küme olarak düşünülecek olursa, ortak kümeleri de, birbirinin dışında kalan tarafları da vardır. Ortak küme, İslam kültürünün, felsefesinin ve düşüncesinin yeniden ihyası açısından önemlidir. Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’nda ortaya çıkan algıya göre, ortak küme, “hikmet alanı”dır. Hikmet alanında felsefe ve tasavvuf arasında, ortak bir küme oluşur; bunun imkânı ortaya çıkar.

Necip Fazıl tasavvufu, kaynak olarak felsefeye, Yeni Platonculuğa dayandırmak isteyen bakış açılarına karşı çıkar. Tasavvufun, İslam’ın kendi özünden, kendi duyarlığından, kendi saf yaşantısından türediğini düşünür; bu duyarlığın, İslam’ın içyapısını, ruhunu oluşturduğunu söyler. Tasavvuf da bir şekilde evrenin, insanın, varoluşun anlamının kavranışını esas alır (1984: 119). Onun da bir insan, ahlak, bilgi, varlık ve zaman anlayışı vardır. Bu anlayışlar, bazı özellikleriyle felsefi niteliklere sahiptirler; felsefi anlamda geliştirilmeye ve anlaşılmaya uygunluk gösterirler. Bu ortak noktadan bakarak tasavvuf ve felsefenin birbiri için imkân ve potansiyel oluşturduğu söylenebilir. Bu imkân hatırlanmalı, işlenmeli, tıpkı edebiyatta olduğu gibi etkin hâle getirilmelidir. Bu ikisinin birbirine tümüyle kapalı olduğu söylenemez. Böyle bir yaklaşım, İslam kültürünün kendini yenileme ve yeniden üretme araçlarını elinden alır. Bunun sonucunda, Renan’ın ünlü konferansının temel önermesi, İslam dininin, bilime, felsefeye, eğitime, ilerlemeye karşıt bir din olduğu görüşü ortaya çıkar. Buna, tıpkı Namık Kemal’in yaptığı gibi karşı çıkılabilir ama şu sorulara da cevap bulmak gerekir: Eğer her şey yolunda gidiyorsa, İslam toplumları bilimde, felsefede, eğitimde, teknolojide neden geri kalmıştır; eğer bir sorun varsa, bu sorun nereden kaynaklanmaktadır? Beş yüz yıl iyi işleyen, önemli başarılar ortaya koyan İslam zihni, ne olmuş da fesada uğramıştır? Aklın hakikatiyle gönlün hakikati birbiriyle çelişir mi, çelişmek zorunda mıdır? Hemen her konuda bir ikilem oluşturmak, “ya o, ya bu” mantığıyla bir çıkmaza doğru sürüklenmek doğru bir yaklaşım mıdır? Aklı küçümsemek ve gereksiz görmek için ikna edici bir neden var mıdır?

Necip Fazıl, bu önemli soruna getirdiği çözümü, “çifte kanat” metaforuyla formüle eder. Metaforun ima ettiği anlam, İslam zihninin iyileşmesini, sağlıklı bir yapıya kavuşmasını, İslam kültürünün yeniden ihyasını sağlayacak niteliktedir. Ama yalnız İslam kültürünün değil, Batı kültürünün yaşadığı uygarlık krizinin de çaresi olarak görünmektedir. “Çifte kanat” metaforu her şeyden önce sağlıklı işleyen bütüncül yapıya işaret eder.

Batı Tefekkürü ve İ̇slam Tasavvufu’nda “çifte Kanat” Metaforu

2. “Çifte Kanat” Metaforu

İnsan doğası nerede olursa olsun bir ikilem oluşturmaya, “ya o, ya bu” mantığı içinde hareket etmeye eğilimli görünür. Bu eğilim ruh ve madde, iç ve dış, dünya ve ahret, din ve felsefe, akıl ve gönül konuları söz konusu olduğunda daha da belirginleşir. Oysa ruh ve beden, iç ve dış, akıl ve gönül, dünya ve ahret, din ve bilim aynı insani bütünlük içinde yer alır. Onları birbirini dışlayan karşıtlıklar olarak değil, aynı yapısal bütünlüğün unsurları olarak görmek uygun olacaktır. “Çifte kanat” metaforu, bu sağduyunun ürünü gibi görünmektedir. O, yapısal bütünlüğü, bünyesel tamlığı ifade eden bir benzetmedir. Bugün, ikilem oluşturma eğilimi yüzünden, hem Doğu hem de Batı toplumu önemli sorunlar yaşamaktadır. Necip Fazıl, “çifte kanat” metaforuyla, Doğu ve Batı toplumlarına, ikilem oluşturma eğilimleri sonucu yaşadıkları buhran karşısında teorik ve pratik boyutları olan bir çözüm önerisi sunar. “Çifte kanat”, bünyenin tamlık ve sağlık durumunu, tek kanat ise sakatlığı, eksikliği, yoksunluğu simgeler. Toplumsal ve kültürel bunalımların, buhranların, çöküşlerin temelinde bünyedeki eksiklik durumu vardır. Bugün sadece Doğu kültürü değil, Batı kültürü de aynı eksikliği yaşamaktadır. Bu bunalıma işaret eden pek çok eser sayılabilir. Bunlardan hemen ilk anda akla geliverecek olan üçü Valéry’nin, Husserl’in ve Sorokin’in Batı kültürünün “tinsel kriz”ine işaret eden eserleridir. Yarım asır içinde art arda yaşanıveren iki dünya savaşı da bu krizin bir başka göstergesi olarak görülebilir.

Batı aklı, daha Antik Yunan’dan beri, felsefede, bilimde, teknolojide büyük başarılar ortaya koymuştur. Bu gelişme Ortaçağda sekteye uğradıysa da Rönesans’la birlikte yeniden hız kazanmış, evrenin yasalarının keşfinde, toplumsal ve hukuki anlamda dünyanın yeniden tanziminde büyük atılımlar gerçekleştirmiştir. İslam dünyası ise özellikle 1300’lü yıllardan sonra bir duraklama ve gerileyiş içine girmiş, yaşanan entelektüel krizin bir sonucu olarak olup bitenleri yorumlayabilecek ve zamana yön verebilecek zihinsel aktivite, Kısakürek’in deyişi ile “mütefekkir eksikliği” ortaya çıkmıştır. Bu süreçte, Batı’nın manevi olanı, Doğu’nun da aklı dışarıda tutması sonucu bir “muvazenesizlik” durumu söz konusu olmuştur. Batılı zihniyet maddeyi bölmek, parçalamak ve incelemek suretiyle ona egemen olmak ister. Manevi terbiye ile denetlenmeyen bu tutum onu bunalıma sürükler. İslam kültüründe ise ruh, nefs ve kalp (gönül) kavramları ile bir içsel terbiye oluşmuş, fakat o da aklı ve dış evreni ihmal ederek bir başka ölçüsüzlüğe doğru sürüklenmiştir. Necip Fazıl bu durumu şu şekilde dile getirir: “Batılı bütün maddenin topografyasını şahane bir şekilde çıkartmışsa, Doğulu, yani tasavvuf ehli de ruhun topografyasını öyle bitirmiştir” (1984: 175). Bu tek taraflı yönelimde “çifte kanat” metaforunun işaret ettiği sağduyu, itidal ve muvazene hâli ortaya çıkmamıştır. Necip Fazıl, İslam kültüründe yaşanan krizi eleştirirken bir kanadın yokluğuna, Batı kültüründe yaşanan tinsel krizi eleştirirken de diğer kanadın yokluğuna dikkat çeker (1984: 125, 128). Batı’da akıl maddeyi tanımak suretiyle ona egemen olmuş, kimi durumda onu yağmalarcasına kullanmış, bunun sonucunda da sömürgecilik ortaya çıkmış, büyük çevre sorunları yaşanmaya başlamıştır. İslam kültüründe ruh, nefs ve kalp kavramları ile içsel bir terbiye ve ahlak anlayışı oluşmuş, fakat o da aklı ve dış evreni ihmal etmekle bir çöküşe doğru sürüklenmiştir.

Çifte kanat metaforu aklı ve ruhu, maddeyi ve mânâyı, inancın hakikatini ve aklın hakikatini ifade eder. Necip Fazıl şöyle der: “Batılı zanneder ki yalnız akılla olur. Bir büyük manivela ile maddeyi fetheder, vinç gibi kaldırır, fakat vinç ruh desteğinden mahrum kalınca kopar ve altındakileri ezer. Biz de zannettik ki, akılla olmaz. Ruhun her şeyini yerine getirdiğimiz hâlde aklın miskin manivelasına kurban gittik.” Çözüm yoluna şu şekilde işaret eder: “Ne akılla olur, ne de akılsız. Çifte kanat hikâyesi… Zaten bu zevki yitirdiğimiz için kaybettik her şeyi.” Kaybedilenlerin yeniden kazanılması, muvazeneyi yeniden kurabilecektir. Denge hâlini formüle etmek için sık sık kullandığı yargıyı konferansının sonunda bir kez daha yineler: “İki dünya arasındaki nispet budur! Ne akılla olur ne akılsız. Bu ölçüyü tutturabilseydik, kurtulabilirdik” (1984: 223). Buna göre, Batılı aklın kendi kendini ıslah edebilmesi için semavi kültürlerin ruh ve gönül değerini almasına, aşkın sorumluluk, merhamet, şefkat, koruyuculuk değerlerine ihtiyaç duyar. Bu durum, aklın kökeninde olan “bağlama” ve “bağlanma” sözcükleriyle daha da açık hâle gelir. Aklın semavi değerlere bağlılığı, onun ıslahını kolaylaştıracaktır. İslam toplumları ise kendi değerleri arasına aklı da katabilmelidirler. “Çifte kanat” metaforu, her şeyden önce bu ideal bileşime işaret eder.

Aklı ve gönlü birbirine zıt unsurlar olarak ortaya koymak ve bu şekilde onlar arasında bir ikilem oluşturmak İslam’ın birlik mesajına da uygun düşmez. Bu tür bir ayrımdan elde edilebilecek bir sonuç yoktur. Akıl ve gönül arasında onları birbirine zıtlaştıracak şekilde ayrım yapmak, bir ikilem oluşturmak, insan zihnine verilebilecek en büyük kötülüklerden biri olmalı. Aklın ışığından yoksun kalan bir toplum nereye kadar gidebilir, nereye kadar yol bulabilir? Necip Fazıl, onları, birbirine zıt değil, bir kuşun iki kanadı gibi birbirini tamamlayan unsurlar olarak görür. “Çifte kanat” olduğu için Doğu ve Batı, akıl ve gönül, din ve felsefe, bilme ve inanma gibi unsurlar bir çelişki ve zıtlaşma içinde ortaya çıkmazlar; aynı bünyenin birbirini tamamlayan ve bütünleyen unsurları olarak ortaya çıkarlar. Bu husus, konferans içinde sık sık kendisine atıfta bulunulan İbn Arabi’nin bir sözünü hatırlatır. Şöyle der: “Hakikat ister filozof tarafından keşif ve ilham yoluyla ifade edilmiş olsun, isterse mukaddes kitaplar tarafından telkin edilsin, eşittir; yeter ki hâle ve makama uygun olsun” (1981: VII). Aklın İslam içindeki yeri şudur ki, aklı olmayan kişi dinin hükümlerinden sorumlu tutulmaz. Necip Fazıl konuyu şu şekilde dile getirir: “Teklif akladır. Mükellef akıldır… Aklın bütün hududu, bütün haklarıyla beraber İslam’da çizilmiştir. İslam, esas itibariyle akıl değildir, mâkulât değildir demek, aksini iddia etmek kadar saçma. İslam makulün üstündeki, onun da üstündeki makuldür.” Bu şekilde İslamı, aklı “ihmal eden değil, ikmal eden” bir din olarak görür (1984: 13, 221). Kitabın çeşitli yerlerinde geçen, “İlmi kitapla kaydediniz, bağlayınız”, “Hikmet mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa alır” gibi hadisler de esas olarak bu ikmal olmuş aklın ifadesi olarak sunulur (1984: 9, 214).

Gönlün değerlerini yüceltmek için aklın değerlerini aşağılamak gerekmez. Zira aklın değerini küçümsemek gönlün değerine ters düşen bir tutum olacaktır. “Çifte kanat” metaforu, aklın hakikatine ihtiyaç duyar; ama gönlün hakikatine de ihtiyaç duyar. Aklın ve gönlün değerleri arasında bir uyum oluşturabilmek, aklın değerlerini küçümsememek, gerçek bir uyanışın vesilesi olabilir. Necip Fazıl’ın bu konferansla yapmak istediği budur. Doğu ve Batı kültürleri hakkında birtakım bilgiler vermekten ziyade, insanın ikilem oluşturma eğitiminin bir sonucu olarak düştüğü hatadan dönebilmesine vesile olmaktır. Aklın ve gönlün hakikati, sonuçta iki ayrı hakikat değil, “çifte kanat” metaforunda ifadesini bulan insani bütünlüğün ve varlıktaki birliğin ifadesidir. Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, aklı, felsefeyi, eğitimi, bilimi nasıl birbirinden ayırıp da ikilem oluşturabileceğimizi araştırmaz; onları nasıl kendimize katabileceğimizi, onlarla kendimizi nasıl bütünleyebileceğimizi, bunun uygun yönteminin ne olduğunu araştırır. Bu tutum, muvazenenin, sağduyunun yoludur. “Çifte kanat”, her ne kadar akıl ve gönül, din ve felsefe, iç ve dış, madde ve mânâ, dünya ve ahret kavramlarını kullansa da, bunları bir ikilem hâline getirmediği gibi onları birbirleri için gerekli ve vazgeçilmez de görür. “Çifte kanat”, hakikatin birliğini oluşturan bir anlayıştır. Ortak küme ya da hikmet alanı, bu birliğin alanıdır.

Necip Fazıl, çifte kanat metaforuyla bir senteze doğru yönelir. Sorunun çözümünü, “terkipçi” tutumda görür ve şöyle der: “Bizim idealimiz, biri öbüründe tamamlanacak iki dünyanın terkibi…” Bunu sağlama görevini de mütefekkirlere verir. Bu nedenle konferansında, daha önceden İslam dünyasının en büyük eksikliği olarak gördüğü mütefekkir eksikliği konusuna şöyle değinir: “Anlattık, mütefekkir eksikliği… Şimdi bizim bugün için bu nükteyi tablolaştırıcı büyük mütefekkiri beklememiz lazım… kurtarıcı odur! Başka türlü kurtarıcı yoktur.” Buna göre mütefekkir tipi, “çifte kanat”ın simgesi olarak, Doğu’nun ve Batı’nın, aklın ve gönlün, için ve dışın, ruhun ve maddenin dengesini ve terkibini sağlayabilecek bir kişidir. Böylece “çifte kanat”ta bir denge ve itidal oluşur; akıl gönül için gönül de akıl için, madde mânâ için mânâ da madde için, iç dış için dış da iç için bir denge unsuru olur. O, hakikatin çifte oluşu değil, birliği anlamına gelir. Bu kanatlardan biri diğerinin anlaşılabilmesi için gereklidir. Biri olmazsa diğeri de anlaşılmaz, biri yaşamazsa diğeri de yaşamaz (1984: 221, 223, 224). Denge ve itidal oluşmadığı zaman, aklıselim de oluşmaz; ifratla tefrit arasında sallanıp duran, bir dengesizlik ve çözümsüzlük durumu ortaya çıkar.

Sonuç

Felsefe, bir adlandırma olarak, bütün felsefe tarihini, bu tarih boyunca ortaya çıkan görüşleri ifade eder. Bu nedenle felsefe değil, felsefelerden söz etmek daha uygun olacaktır. Zira felsefe çok sesli koro gibidir. Orada her türlü sese yer vardır. Felsefeye karşı girişilen bir eleştiri hareketi bile felsefe içinde kendine yer bulabilir. Bu nedenle “felsefe” diye homojen, kendi içinde bütünlüklü ve tutarlı bir yapı ortaya koymak mümkün değildir. O, kendini kendi içindeki birliğe, bütünlüğe, tutarlığa, homojenliğe değil, bizzat bu çok sesliliğe borçludur. Bu nedenle tasavvufun karşısına, bir karşılaştırma ve değerlendirme yapmak üzere bütünlüklü bir felsefe tasavvuru çıkarmak mümkün değildir. O, bakış açısına göre tasavvufa yakın olabileceği gibi onu tümüyle dışarıda bırakan bir yapıda da olabilir. Şunu söylemek mümkün: Filozof sayısınca farklı felsefe ve farklı felsefe anlayışı vardır. Felsefenin iki ucu arasındaki geniş mesafede felsefi düşünüş kendini dönüştürebilmektedir. Öyle ki, bir uçta felsefe olarak görülen bir yaklaşım öteki uçta felsefe olarak görülmeyebilir.

Necip Fazıl’ın felsefeyi ve tasavvufu aynı çalışma içinde ele alması, bu ikisinin de bir bilme, anlama ve nihayetinde insanı ve dünyayı yorumlama biçimi oluşundandır. O, “felsefe ya da tasavvuf ” demez, “felsefe ve tasavvuf ” der. “Tasavvuf, bazı hikmetleri bakımından felsefeye yakındır” derken, ortak alan oluşturmanın imkânına işaret eder (1984: 16-17). Bu imkânı, konuşmayı yapan kişi olarak bizzat kendi şahsında örnekler. Felsefenin, özgür, serbest bir eleştiri ve bilme yöntemi oluşu, onun din karşısında bir inkâr, ret ve başkaldırı hareketi olduğu anlamına gelmez. Gerçi felsefenin içinde materyalizm ve pozitivizm gibi ideolojik boyutlu hareketler de olmuş ve bu hareketler inanma tutumu karşısında yadsıyıcı söylemler geliştirmişlerdir. Ama onlar felsefenin yalnızca bir yüzü ve bir boyutudur. Necip Fazıl, din ve inanç konusunda bağnaz bir tutum sergileyen tanrıtanımaz söylemler karşısında eleştirel bir bakış ortaya koyar. Bu onun felsefeyi reddettiği anlamına gelmez, aksine bu eleştirel tutumuyla bizzat felsefenin içinde olduğu anlamına gelir.

“Çifte kanat”, ifrat ve tefritten kaçınıp itidal çizgisinde, bir dengede durmaktır. Bu muvazeneyi Doğu toplumları da Batı toplumları da kaybetmiştir. Batı dışa, Doğu içe yönelen tutumuyla tek kanatla kalmış, sonuçta gerekli ölçü ve dengeyi sağlayamamışlardır. Beklenen güzellik ne olmalıdır? Necip Fazıl bunu şu şekilde ifade eder: “Batı’nın bütün eserini sıfıra indirici eksiği, ruh, asıl olarak Doğu’da; ahretin tarlası olan, dünya fethine memur akıl da Batı’da. Bu iki kutbu birleştirip bir ark lambası parlayışına vücut vermeden yaşanmaya değer hayatın sırrı ele geçirilemeyecektir. Daha ne söyleyelim; hoşça kalınız” (1984: 224). Konuşmanın bu son cümleleriyle, kuşu uçuran iki kanattan birinin Doğu’da, diğerinin de Batı’da olduğuna işaret eder ve şunu önerir: Bu ikisini birleştirin; hem Doğu olun hem Batı, hem akıl olun hem gönül, hem iç olun hem dış, hem ruh olun hem beden, hem dünya olun hem ahret.

Görüleceği üzere Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’nun asıl önemi söylediklerinden ziyade niyetinde, kendisini dinleyenlere verdiği ödevde ortaya çıkar. Bu ödev, Doğu ve Batı kültürlerinin analizini içermekte, onların düştükleri hataları göz önüne sermekte ve yaşanan bunalımın çözümüne işaret etmektedir. Doğu kültürü nerede, Batı kültürü nerede hata yapmıştır? Bugün yaşanan buhranın ve çöküşün temelinde ne vardır? Her iki kültür biçiminin sağlıklı bir yapıya kavuşması nasıl mümkün olabilecektir? Bu soruların cevabı “çifte kanat” metaforunda açık hâle gelir. Buradan hareketle denilebilir ki, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, bir okuma, anlama ve yorumlama çabası olarak yalnız Doğu toplumlarının sorununa işaret etmez; Batı toplumlarının sorunlarına da eleştirel bir yaklaşım sunar. Onun değeri, verdiği bilgilerden çok ihtiva ettiği bu düşünsel yönüdür.

Alkol Bağımlılığı

ALKOL BAĞIMLILIĞI

Alkol bağımlılığının temel belirtileri arasında şunlar yer almaktadır:

Kullanımı kontrol etme kabiliyetinin bozulması,Alkol kullanmayı bırakmak ya da denetim altında tutmak için sürekli bir istek ya da sonuç vermeyen çabalar olması,Alkol kullanımına diğer etkinliklere göre daha fazla öncelik verilmesi,İşte, okulda ya da evdeki konumunun gereği olan başlıca yükümlülüklerini yerine getirememe,Zararlarla veya olumsuz sonuçlarla karşılaşılmasına rağmen kullanıma devam edilmesiyle kendini gösteren güçlü bir alkol kullanma isteği,Alkolün gitgide eski etkisini kaybetmesi (tolerans geliştirilmesi),Çoğu kez, istendiğinden daha fazla ya da daha uzun süreli olarak alkol alınması,Alkolün etkilerinin neden olduğu ya da alevlendirdiği, sürekli ya da yineleyici toplumsal ya da kişiler arası sorunlar olmasına karşın alkol kullanımını sürdürme,Yineleyici bir biçimde, tehlikeli olabilecek durumlarda alkol kullanma,Alkol kullanımının kesilmesi veya azaltılması sonrasında yoksunluk belirtilerinin görülmesi.

Alkol Yoksunluğu Nedir?

Alkol kullanım bozukluğu ile ilgili sıkça karşılaşılan durumlardan biri, alkol yoksunluğudur. Uzun süre yüksek miktarda alkol kullanımının bırakılmasından ya da azaltılmasından sonra kandaki alkol düzeyinin azalmaya başlamasından 6-8 saat sonra, genellikle ilk 24 saat içinde ortaya çıkmaktadır. İki hafta kadar aşağıdaki belirtilerin hepsi veya en az ikisinin gelişmesine alkol yoksunluğu denir. Kısaca yoksunluk; alkol kullanılmadığı zaman dilimlerinde ruhsal ve fiziksel sorunların ortaya çıkmasıdır. Belirtiler hafif şekilde seyredebileceği gibi ölüm riski taşıyan tablolara da dönüşebilmektedir.

Alkol yoksunluk belirtilerinin şiddet düzeyinin değerlendirilmesi ve bireyin risk taşıyan olası zararlardan korunması için bırakma sürecinde bir uzman desteği alması önem arz etmektedir.

Bireyde alkol yoksunluğu sürecinde aşağıdaki belirtiler görülmektedir:

Isı artışı (hipertermi)Kalp ritminde değişiklikler (aritmi)Terlemede ve titremede artışBulantı veya kusmaBaş ağrısıUykusuzlukKaygı, huzursuzluk vb.Bunaltı (iç sıkıntısı)Algı bozuklukları (halüsinasyonlar veya yanılsamalar)Sara nöbetleriTansiyon yüksekliği (hipertansiyon)Dikkat bozukluğu

Alkol Bağımlılığı

Alkol Bağımlılığının Yol Açtığı Sağlık Sorunları Nelerdir?

Alkol riskli kullanımı dünya nüfusunun sağlığı konusunda önde gelen risk faktörlerinden biridir ve birçok hastalığa yol açmaktadır, toplumlar üzerinde sosyal ve ekonomik açıdan pek çok yük oluşturmaktadır. Alkol bağımlılığı sıklıkla farklı psikolojik veya bedensel sorunlarla birlikte görülür. Alkol bağımlılığı tanısı alan kişilerde farklı maddelere bağımlılık riski, duygu durum bozuklukları, depresyon, kaygı sorunları şizofreni, kişilik bozuklukları gibi ruhsal problemler görülürken aynı zamanda bedensel olarak da karaciğerde büyüme, yağlanma, sarılık, kanser ve siroz, yüksek tansiyon, kalpte büyüme ve ani kriz, damar tıkanıkları görülmektedir.

Riskli alkol kullanımı beyin işlevlerinde bozulmalara neden olmaktadır ve buna bağlı olarak dengede bozulma, beceri isteyen uğraşları gerçekleştirmede zorlanma, alkole bağlı bunama, hafızada bozulma gibi süreçlerde çok sık görülmektedir.

Alkol testosteron (erkeklik) hormonunu azaltırken, östrojen (kadınlık) hormonunu yükseltmektedir. Vücutta vitamin dengesini bozar. Susuzluğa yol açar. Yağ depolanmasını arttırdığı için kilo problemine ve ayrıca kas erimesi ve kaslarda zayıflığa neden olur.

Riskli alkol kullanımı sinir sistemine zarar vermektedir, ellerde titreme ve bacaklarda karıncalanma, uyuşma hissine neden olabilir.

Alkol kullanımı bazı süreçlerde cinselliğe olumlu etki ettiği düşünülerek veya cinselliği kolaylaştırıyor sanıldığı için kullanılabilmektedir; ancak bilinenin aksine birçok soruna sebep olmaktadır.

Hamilelikte alkol kullanımı bebekte büyüme ve gelişme sürecinde geriliğe neden olur.

Yapılan araştırmalara göre alkolün riskli kullanımına bağlı olarak dünya çapında 3 milyon ölümün gerçekleştiği bilinmektedir. Alkolden kaynaklanan zararlar, hem alkol kullanan kişiye hem de onun aile üyelerine ve çevresindeki kişilere zarar vermekte; sağlık açısından çeşitli bozukluklar ve sosyal sorunlar yaşamasında neden olmaktadır.

Alkol Kullanımının Çocuk ve Ergenler Üzerindeki Etkileri Nelerdir?

Bireylerin gelişim süreçlerinde belirli aşamalar mevcuttur. Sosyal, fiziksel ve bilişsel gelişim süreçlerinde belirli görevler vardır ve birey bu görevleri tamamlayarak bir sonraki aşamaya geçer. Çocuk ve ergenlik döneminde de benzeri süreçler söz konusudur. Çocukluk ve ergenlik dönemi keşifler, denemeler ve davranışsal değişimler dönemidir. Özellikle ergenlik, özerkliğin arttığı, akran etkisinin önem kazandığı ve ebeveynlerin doğrudan etkilerinin azaldığı bir yaşam evresidir. Ergen için bireysel kimliğini oluşturma çabası gündemdedir. Alkole başlama açısından da kritik bir dönemdir. Ergenlik döneminde düşünme, planlama, karar alma becerilerinden ve sosyal/duygusal gelişimden sorumlu beyin devrelerinin hızlı bir şekilde değişmeye devam ettiği görülmektedir. Alkol kullanımı ile beraber çocuk ve gençlerde, bu gelişimsel değişimleri olumsuz etkilemektedir.

Alkollü Araç Kullanımının Riskleri Nelerdir?

Araştırmalar alkol kullanımı gerçekleştikten sonra, kullanılan alkol limiti fark etmeksizin, alkol kullandıktan sonra araç kullanımının güvenli olmadığını belirtmektedir. Alkollü araç kullanımında;

Karayolu trafik yaralanmaları önemli bir halk sağlığı sorunudur ve dünya çapında meydana gelen ölüm ve yaralanmaların önde gelen sebeplerinden biridir. Buna göre: Her yıl, çoğu düşük ve orta gelirli ülkelerde olmak üzere, trafik kazaları sonucunda yaklaşık 1.2 milyon insan ölmekte ve milyonlarca insan yaralanmakta veya sakat kalmaktadır. Alkolün zararlı kullanımı sürücü, binici ve yayaların kazaya karışma ihtimalini önemli ölçüde etkilemektedir.
Alkollü araç kullanan sürücülerin kazaya karışma oranları, alkollü araç kullanmayan sürücülere kıyasla yüksektir.
Alkol, zayıf muhakemeye, dikkat eksikliğine ve görüş kabiliyetinde azalmaya neden olduğu için kaza olasılığını artırmaktadır. Ayrıca kan basıncını düşürebilmekte; bilinci ve solunumu baskılayabilmektedir.
Kan dolaşımında bulunan alkol miktarı, küçük bir kan veya idrar numunesi test edilerek veya solunan nefesin analizi yoluyla ölçülebilmektedir. (Dünya Sağlık Örgütü Alkollü Araç Kullanma: Uluslararası İyi Uygulama Örnekleri Kılavuzu, 2007)

Biliyor musunuz?

Dünya Sağlık Örgütünün 2018 yılı Küresel Alkol ve Sağlık Durum Raporu’na göre 2016 yılında;

Yaklaşık 3 milyon ölümün, alkolün zararlı kullanımından kaynaklandığı ve bu ölüm oranının, tüm ölümlerin yüzde 5.3’ünü temsil ettiği tahmin edilmektedir.Dünya genelindeki 69 yaş ve altındakiler arasındaki erken ölümlerin yüzde 7.2’sinin alkole bağlı olarak ortaya çıktığı öngörülmektedir. 20-39 yaş arasındaki ölümlerin yüzde 13.5’inden alkolün sorumlu olduğu düşünülmektedir.Alkolün zararlı kullanımı, 200’den fazla sağlık sorunuyla ilişkilidir.Sadece yüksek düzeylerde alkol alımı değil düşük ve orta düzeyde alkol alımı da kalp hastalıkları ve felç, karaciğer sirozu ve bazı kanser türlerinin gelişimi açısından önemli bir risk faktörüdür. (Avrupa Komisyonu ve OECD’nin AB’de Sağlığın Durumu: Bir Bakışta Sağlık, 2020)

Bırakmak Mümkün!

Alkol iyileşebilen bir beyin hastalığıdır. Alkolü bırakmak zor olabilir, ancak bağımlılık üzerine uzman bir ekipten destek alarak bırakma sürecini daha detaylı öğrenebilir ve kolaylaştırabilirsiniz. Alkolü bıraktığınızda yaşadığınız ve gözlemlediğiniz iyileşmeler, bırakma sürecine bağlı kalmanızdaki motivasyonunuzu artıracaktır. Bırakma yöntemleri ve bırakma süreci hakkında bilgi edinmek için YEDAM ile iletişime geçebilirsiniz. 115 numaralı YEDAM Danışma Hattı’mız üzerinden, bir arkadaşınıza, aile üyelerinize veya bir tanıdığınız için alkolü bırakma konusunda uzman psikologlarımız ve sosyal hizmet uzmanlarımızdan ücretsiz destek alabilirsiniz.

Tedavi İçin

Alkol psikoaktif madde olduğu için kötüye kullanımını veya bağımlılığının geliştiğini kabul etmek zaman alabilir. Alkol kullanan birçok kişi sosyal kullanım düzeyinde devam ederken bağımlılığı gelişmektedir. Alkol kullanan ve bırakmak isteyen, bu konudaki problemlerine çözüm arayan kişi ve yakınları Yeşilay Danışmanlık Merkezleri (YEDAM), hastanelere bağlı alkol ve madde bağımlılığı tedavi merkezleri (AMATEM) ile psikiyatri kliniklerine başvurarak destek alabilirler.

Tedavi hastanın ihtiyaçlarına göre seçilmelidir.Hedef hiç alkol kullanımı olmamasıdır. Eşlik eden diğer ruhsal bozuklukların tanısı ve tedavisi için bu önemlidir.Tedaviden sonra uzun süreli izleme gereklidir. Kişi uzun süre hastanede kalsa bile daha sonra izlenmezse tekrar alkol almaya başlaması muhtemeldir. Düzenli aralıklarla psikolojik danışma almak veya yardım gruplarına katılmak tekrar başlama riskini azaltır.Tekrar alkol kullanımına başlama (kayma) süreci ilk 6 ayda sıklıkla görülebilir.Bağımlılık aynı zamanda bir aile hastalığıdır. Aile bireylerinin tedavi sürecine olumlu etki edecek doğru iletişim becerilerini öğrenmeleri ve bağımlılığı iyi tanımaları bağımlı bireyin tedavi sürecine olumlu katkı sağlamaktadır.Alkol bağımlılığı ile ilgili destek almaya hazır olmayan birey tedavi ve destek alması için zorlanmamalıdır. Bağımlılık ve iyileşme ile ilgili bilgilendirilmesi yapılmalıdır. İyileşme sürecini kendisinin talep etmesi beklenmeli, sorumluluk kişiye bırakılmalıdır.

Ne Yapmalı?

Bağımlı kişinin davranışlarının sonuçlarını görmesine yardımcı olun.Alkol probleminin bir hastalık olduğunu unutmayın, değişim zaman alır. Birey ile doğru iletişim kurma şeklini bir öğrenin ve değişim için sabırlı olmaya çalışın.Bağımlılık tedavi metotları hakkında bilgi sahibi olun. Bağımlıya bunlardan bahsedin.Tedavi sürecinde bir merkeze gitme konusunda ona eşlik edebileceğinizi vurgulayarak motive edebilirsiniz.

Ne Yapmamalı?

Nefret, düşmanlık, kötü söz söyleme, lanetleme, ahlak dersi vermek gibi yaklaşımlardan uzak durun ve ona yardım etmeye çalıştığınızı unutmayın.Gizlilikte bağımlılık devam eder ve artması mümkündür. Saklamak, çevreye belli etmemeye çalışmak sorunun daha derinleşmesine neden olacaktır.

error: İçerik korunuyor !!!