Tag m.yasir özen

Düşünmek

Düşünmek

Düşünmek konuşulan neden merak sardık? Oradan başlamak gerek. Hatırlarsanız bizleri küçükken,” fazla düşünmek akla zarar” diye örgütlerlerdi. “Fazla düşünürsen aklını yitirirsin“ derlerdi. Bir de anımsarsanız, eli şakağında oflayıp oflayarak oturan, acı çektiğini gösteren, dert yüklü kimseleri “efkarlı“ diye adlandırırlardı. Efkarlı mana olarak yani çok fikirli, çok düşünen. Düşünmek çok zaman Hüzünle, yorgunlukla bazen de her türlü sıkıntıyla özdeştirildi. Uygunsuz durumlara kullanılan bu sözcük hiçbir zaman “kendisi” niteleyemezdi Günümüzde durum çok farklılaşmış sayılmaz. Sıradan insanların her gün yinelediği, Bir çok aydının, seçkin insanlar üzerinde düşünmeden sayıp döktükleri hep aynı terennümlerdir. Özellikle bizim doğu toplumlarında, düşünmeyi zarar saymak, hüzün saymak, acı saymak, ama kendisi saymamak modası geçmeyen bir olgudur. Bölge, söz konusu düşün alanı, Adeta bir tünelidir. Ne zaman hangi tarihte ne tür bir şekilde Müslüman çoğunluklar düşünmeyi böyle anlamaya ve ondan korkmaya başlamışlardır? Düşünmekten korkmayı, bütünüyle itaat etmedikçe iman etmiş sayılmayacakları İslam’ın vahyi nass’ları öğretmiş olabilir mi? Eğer ilahi vahye bakmayı biliyor onu iyi anlıyorsanız çok çabuk fark edeceğiniz ilk özellik, vahyin insana düşünmeyi ön plana çıkaran bir yaşama biçimini Önerdiğini görmek olmalıdır. Kendi toplumu arasında, tüm insanlığa model olsun diye, Kuran’ı ahlak edinerek yaşayan Resulullaha bakalım. Onun günün birinde insanların herhangi bir hususta düşünmesini yasakladığını yahut birtür düşünmeye engel olduğunu duyup bilen var mıdır?

Aradığımız konuda tek bir ima tek bir söz, tek bir fiil bulamıyoruz. Ama şunu biliyoruz. Örneğin ilmihal yazarı merhum Ömer Nasuhi bilmen gibi dikkatli bir müellif, büyük İslam ilmi hali adlı eserinin daha ilk sayfalarında, her ne hikmetse hiç kaynak göstermeyi bile ihtiyacı hissetmeden peygamber sözü diye şu ifadeye yer vermektedir; “La ibadete ke tefekkür” Türkçesi: tefekkür gibi ibadet yoktur. Bizim Kur’an‘dan edindiğimiz izlenime göre insan için mücerret düşünmek ve düşünerek yaşamak farzı ayındır. İlginçtir, düşünmek üzerine merakımız arttıkça Müslümanlar arasında küçük istatistikler yaptık. Gerçi istatistiklerle ne tür Yalanlar söylendi yine bolca tanık olduğumuz çağı da yaşıyoruz. Ama içimizi kemiren meraka engel olmak kolay değildi. Kime “Düşünmek farzdır” dediysek, ondan “aksini söyleyen mi var?” Türünden peşin, pişkin ve bizi hayli şaşırtan yanıtlar aldık. Peki şu çevremizdeki düşüncesizlikler neyin nesiydi?

Sathi Bir bakış açısından bakıldığında, sorunun yanıtını, emperyalizm de bulmak mümkün. Denebilir ki, belki bir tarihsel dönemden sonra başka dinlere mensup insanların İslam’a ihtida etmesiyle, Önceki din ve kültürlerinden taşıyıp getirdiklerini, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek İslam dünyasında yaygınlaştırmaları, eleştirdiğimiz sonucu doğurmuş olabilir. Yine kültürel gelişime, okuryazarlığının çoğalması, başka dillerden müslümanların kullandığı dillere yapılan çeviriler, öteki din ve felsefelerin eserleri söz konusu sonuçta basat etken olmuştur, denilebilir. Bu bir açıdan bakış tarzıdır belki, saygı duyulabilir, haklı payı onaylana bilir, ama olayın mevcut vahametini izah etmeye hiç yetmez. Zira emperyalist yayılmacılığın koskoca kitleyi böylesine derinden etkilemesi demek, o kitlenin topyekün yeni bir dini yeni bir kültüre mensubiyeti demektir ki, kabul edilebilir bir açıklama olamaz bu. Emperyalistlerin bu insanların topraklarını, mallarını hatta cesetlerini teslim almaları, esir etmeye deli belki mümkündür. Ancak insanların kafalarını ve kalplerini esir almak, toptan büyülemek O kadar kolay bir iş değildir. İnsan teki, eğer kendisi gönülden razı değilse, onun bilincini hiç kimseyi seyredemez, rehin tutamaz. Bu onun doğuştanlığına aykırıdır. Yalnız bir cereyan var ki, İslam dünyasında son peygamberden çok sonraları ortaya çıkmıştır. Yeni bir tarzdır. Yeni bir bakış açısıdır. Yeni bir düşünme biçimidir ki, son peygamber ile irtibatlandırmak yahut onun arkadaşlarından birisini dayandırmak mümkün olmayan korkunç bir Zandır.Burada akıl ile naklin çatışma ihtimali olduğunu sanmaktır, söylemektir.

Tefekkür

Ne garip tecellidir ki İslam dünyasında, ilk özgür düşünce ekolünü sanılan, aslında Müslüman filozoflardan başkası olmayan öncülerin açtığı bir çığır, yani aklın nakille çalışabileceğini sanma çağrısı, çağımızdaki yepyeni bir felsefeye Hipotezlik etmiştir. Özgürlüğü sahili kaynaktan uzaklaşmak olarak anlarsak belki haklı görülebilecek bu yorum, ekolün son sempatizanlarıdan birisi olan Cemil Meriç’in ifadelerinde şöyle özetlemektedir. Batı felsefesinin, doğu vahyin kaynağıdır. Batı aklın, doğu gönlün vatanıdır. Şu bir cümlecik anlatıdan anladığımız, mefhumun muhalifinden çıkacağımız sonuç, akıl ile vahyin karşı karşıya getirilişi, yine akıl ile gönlün kalp çatışmasıdır. Vahyi elbette epeyce uzak düşen bir görüştür sözü edilen. Belki Cemil Meriç bu sözünde mazurdu. Zira o da referansını önceki Müslüman filozoflardan aldı. Ancak ilahi vahyin espirisinden böylesine uzak bir yorumun, Kur’andan habersiz yahut onu göz ardı eden bir zihniyetin ürünü olabileceğini işaret etmek gerek. Nakib el Attas’ın, Cürcaniden Naklettiği bir alıntıyla yanıtlamaya çalışalım. “ Akıl, Kalp (gönül) ” İle eş anlamlıdır, idrakin ruh’i algılama ruh’i algılama organı olan kalp dediğimiz şey de aynı şekilde akıl ile özdeştir. Akılın gerçek doğası akleden nefsin onunla hakkı batıldan ayırdı bir Ruhi cevher olmasıdır.

Doğu batı ayrımını bir kenara bırakarak düşünmek zorundayız, bu prodoksa yanıtımız nedir? Yanılgısı nerededir? İlk çözümlenmesi gereken sorun herhalde vahyi ile fikir arasındaki fark ve ilişkiye bir çözüm bir çare üretmektir. Öncelikle vahyi, ilahidir, mutlaktır, tartışılmaz ve yanılmasızdır, bunu biliyoruz. Oysa fikir beşeridir, özneldir, tartışılabilir ve yanılır. Elbette Allah’ın vahyi karşısında ve ona rağmen Bir fikir vahyi ile boy ölçüşemez. Tabii bu noktada hatıra bir soru takılıyor. Doğuştanlığını bozmamış bir akıl ( Elbette kalp demek istiyoruz) Yani Selim kılıp vahye aykırı bir fikre iman edilebilir mi? Dikkat edilmesi gereken bir başka noktada fikri ihmal etmekle ona iman etmek arasındaki ince farktır. Evet insan aklederek her türlü fikri imal edebilir. Ancak her fikre iman etmesi, yani yakin kesbetmesi muhâldir. Şöyle düşünelim; İnsan vahyin Allah’tan geldiğini bilecek, ona inanacak, akletmenin Allahın fıtratımıza yerleştirdiği kerametli bir melek olduğunu da bilecek… Sonra bize bu Kerametli nimetle birlikte söz konusu bu yetimize hitap eden teklifler gönderdiğini öğrenecek… Yani akıl etmenin de teklifinde Allah’tan geldiğine inanan bir Müslüman olacak… Bütün bu varsayımlardan sonra kişi, akıl ile naklin, Allah’tan gelen bu iki nimetin birbiriyle çatıştığını savunacak… İşte bizce muhal olan böylesi bir sonuçtur.

Fazlurrahman’ın “Bin yıllık kutsal ahmaklık” dediği sanırım İslam dünyasındaki bu bulanık zihinlerde. Ki onlar çok zaman söz konusu dünyaya egemen diler. Yahut Siyasal güçlerin gölgesinde sürdürülen tahribatlarını Sözlerimize başlarken alıntıladığımız ayeti kerime ile bir başkasını zikredelim, mealen; “Dinleseydik veya akıletseydik ateşin yarını olmazdık”.(Mülk süresi 10) “Allah‘ın ayetlerini düşünerek reddetmek mümkün değildir. “Vahyi yani nakil dediğimiz, düşünen insana bir göndermedir, hitaptır, tekliftir. Düşünmesine rağmen insanoğluna bir dayatma değildir. İlkin Kalplerden bu yanlış niyetin kökten silinip atılması umulur. Akla yapılan teklif yani seçimlik bir teklif, akla nasıl aykırı olabilir? Nasıl düşünebilir ki, bir hitap, hem hangisini seçiyorsun diye uysallık ve doğallıkla insana yaklaşacak, hem de onun için anlamayacağı yahut doğuştanlığının asla kabul edemeyeceği bir dayatmayı burnunun dibinde dikte ettirecektir. Hem hak ile batılı birbirinden ayır, Allah’a ait olanla İblis’inkini Fark et denilecek, hem de bu fark edici yetenek fark etmesi gereken ve kavgalı olacak. Reyini lehimize kullanmasını istediğimiz bir organa, kendisine menfur gelen bir koku sürünerek yaklaşmamız bilmem doğru olur muydu? Burada yine köklü bir yanlış anlayışın, bir yanlış yönlendirilişin İzlerini görebiliriz. maalesef ileride ayrıntılarıyla tartışmaya çalışacağımız bir bakış açısından akıl, insanın içinde muzır bir şeytan gibi telakki edilmiştir. Eğer bu gözlükten soruna bakarsanız elbet o muzır şeytan Allah’ın temiz vahyi ile barışık yaşayamaz. Yanılgı nerede demiştik? Neydi insanların büyük bir kısmını yanıltan? Evet, Allahın vahyi temizdi. Ama Allahın nimeti olan akıl yani kalbin bu melekesi de tertemizdir. O halde kirli olan nedir? Yeryüzünde yaşarken kimi düşünenlerin ilahi vahyin karşısında, vahye itirazları olan öğretilen ürettiklerini görüp durmakdayız. Öyle ya insanlar Allah’ın vahyine, Allaha, başka neleri ile, neleri ile itiraz edebilirler ki? İlk hatıra gelen elbet akıl olacak. Zira itaatte de ilk hattına gelen, bunu her zaman itiraf etmeseler de yine akletme işidir. madem ki insan düşünerek Allah’a itirazda edebiliyor, isyanda, öyleyse suçlu olan düşünme melekesidir öyle mi?

Allah

Atlanmaması, bu noktada ısrarla vurgulanması gereken husus bu Meleke’nin, kullanırken, fıtratından, tabiyatından, kaydırıp kaydırılmadığına dikkat edilip edilmediği hususudur. Öyle ya eşyanın bir tabiyatı vardır. Eşyayı tabiatının zıddına kullanırsanız, en azından beklenen umulan verimi alamaz, amacı araca kurban etmiş olursunuz. Elbet insan yaratılırken özgür bırakılmıştır, ona özgürlüğü sağlayan da düşünme yetisinden başkası değildir. Çünkü seçim yeteneği, oyunu kullanma yeteneği özgürlüğünün gereğidir. Bir düşünme mekanizması, ilahi vahyin karşısında ona aykırı fikir üretiyorsa o artık sapmış, doğuştanlığından kaymış demektir. Çünkü ilahi vahyin Kaynağıyla, İleride göreceğimiz gibi, akl etmenin kaynana aynıdır. Ve birbiri için var edilmişlerdir. Çünkü din yani ilahi vahyi aynı zamanda fıtrattır, Allahın fıtratıdır.

Düşünen insandan istenen de bu fıtrat üzere yürümesinden başka bir şey değildir. Öyleyse insanın söz konusu paralelliği bozması akıllılık sayılamaz. Yeteneği doğrultusunda özgürlüğünü kötüye, fıtratının adına kullanan insan, artık addeden olmaktan çıkmıştır. Şeytanların iğvasına aldanmış, Kendini müstağni görmüş, raydan sapmıştır. Şimdi raydan çıkmış bir insanın da üretimleri vardır diye akletmenin ilahi vahiy le çalıştığına İnanmak sağlıklı bir anlayış mıdır? Her yoldan çıkmış insanın ilahi vahye itiraz nedenleri değişiktir. Ama çok yinelenen bir neden var ki onu kuranı kerim, indirilen ilk Suresinde, ilk ayeti kelimelerin de bize özellikle anımsatmaktadır. Düşündürmektedir yoldan çıkmayı, fıtratını bozmayı kendisine hak kabul edenlere yönelik uyarıcı mealen yeniden okuyalım, alak suresinin başında buyurulur. “İnsan, kendini kendine yeter, görerek azgınlaşır “şimdi hangi Müslüman insanın, ayette sözü edilen azgınlaşmasını, aklı kullanmak, akıllılık olarak görebilir? Biz, aklılık derken nasıl olurda böylesi bir sonucu anlayabiliriz? Bizce yanılgının ilk düğün noktası yukardaki sanırlardır.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

ÇAR NİCHOLAS

Başa Bela Dil

1825’te yeni Çar Nichalas Rusya’da Tahta çıktı. Ülkenin modernleşmesine, sanayide ve sivil yapıların, Avrupa’yı yakalamasını talep eden liberallerin başlattığı bir ayaklanma çıktı hemen. Bu ayaklanmayı zalimce bastıran 1. Nicolas liderlerinden birini, Konraty Ryleyev’i Ölüme mahkûm etti. Ryleyev İdam edileceği gün boynunda iple sehpada dikiliyordu. Alttaki kapak açıldı, ama Ryleyev asılırken ip koptu ve Ryleyev yere çakıldı. O zamanlar bu tür olaylar tanrısal bir istek olarak görülür ve idamdan bu şekilde kurtulan insanlar genellikle bağışlanırdı. Ryleyev Yara bere ve kir pas içinde ama kellesinin kurtulduğundan emin olarak ayağa kalkıp, “Görüyorsunuz ya Rusya’da hiçbir şeyi doğru dürüst yapmayı bilmiyorlar, bir ip yapmayı bile!” Dedi.

Bir görevliye asılmanın başarısızlıkla sonuçlandı haberi ile Kış sarayı’na ulaştı hemen. Bu haberle canı sıkılan Nicholas Yine de af belgesini imzalamaya başladı. Ama sonra “Ryleyev Bu mucizeden sonra bir şey söyledi mi?” Diye sordu haberciye”Elbette” Diye yanıt verdi. “Rusya’da bir ipi yapmayı bile beceremediklerini söyledi” “Bu durumda” dedi Çar” aksini Kanıtlayalım.“Ve af belgesini yırttı. Ertesi gün Ryleyev görkemli bir şekilde tekrardan asıldı. Bu kez ip kopmamıştı.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

İslâmiyetin muzdarip insanlara neler getirdiğini ve Hazreti Muhammed’in tebliğ eylediği İslam talimatının beşeri yeti nice hizmetleri olduğunu Laiki ile anlayabilmek için, o zamanki dünya ahvaline söyle umumi bir nazar atif etmek yerinde olur. Miladi altıncı asırda dünyanın üstünü kalın siyah bulutlar kaplamıştı. Dünyada insanlığın en muhtaç olduğu şey olan huzur ve sükun, asayiş ve emniyet kalkmış gibi İdi. Dünyanın bir çok köşeleri kanlı dolaşmalara sahne oluyordu.

Şöyle ki; İspanya ve cenubî Fransa’da saltanat davaları yüzünden siyasi buluşmalar, kargaşalıklar vardı. Fransa’da Vizigotlarla Franklar arasındaki savaşlar tarihin en hazin sahifelerini yazıyordu. Anglo Saksonlar İngiltere adasını istila etmişlerdi. Orada da kanlı buluşmalar oluyordu. Bugünkü medeni geçinen ve kendini ilerlemiş ilan eden İngiltere, o zaman vahşet içindeydi. Koyu bir zülüm ve zulmet içinde bocalıyordu. İtalya’da Romalılar eski şöhret ve emniyetini kaybetmiş o koca imparatorluğun merkezi olan Roma şehri sırf bir dini merkez haline gelmişti. Bir Roma-germen milleticam yası yapmak, yeni bir gol bir Roma İmparatorluğunu kurmak isteyen Theodoric bunu yapamadan ölmüş; Dahili ve harici entrikalarla sarsıldıktan sonra Roma’da kurduğu bu gelmen Got Hakimiyeti nihayet bulmuştu. Bu hakimiyetin hududlari Sicilyadan tuna kaynaklarına ve Dalmaçya Alpleri’ne kadar uzanan sahalarda bulunuyordu.

Bizans, eski tarihi şöhreti silinmiş, Sünlük bir halde idi. Sarki Avrupa garpten , Ren nehrinin döküldüğü yerden başlayarak Doğu’da Tuna’nın ağzına kadar kargaşalık içinde çalkalanıyor, yeni yeni istilalara maruz bulunuyordu. İskandinav yollar Norveçliler, Danimarkalılar, Gotların ve Hunların Ağırına koyulmuşlar, İstila peşinde idiler. Milletler geçiyor, devletler çekiyor, bu memleketlere Hristiyanlık yeni yayılıyor, eski İpçi Tai dinin izleri siliniyor, mezhep ve din mücadeleleri oluyordu. Avrupa’da vaziyet kısaca böyle bir manzara arz ediyordu. Asya’ya gelince, o da Avrupa’dan hiç de aşağı değildi. Lisanların ve fikirlerin kaynağı olan hind Ve Tibet siyasi ve felsefi meselelerin en gariplerine sahne olan Çin, iç ve dış harflerle, dinin münazaralarla birbirlerine girmişler, boğazlaşıp duruyorlardı. Asya’nın simali, o zaman henüz malum bile değildi. İran ise Bizansla daimi bir harp halindeydi. Irak mezhep kavgalarına sahne olmuştu. Afrika’da ise, Romalılar ve Yunanlılar, Mısır’ın kanını emiyorlar; O eski medeniyet ülkesini sömürüyorlardı. Afrika’nın ihmalini aynı siyah bulutlar kaplamış, Korkunç fırtınalar kasıp kavuruyordu. Bütün dünyayı saran bu ahu aldır kurtulabilmiş tek bir ülke vardı; Arabistan Yarımadası. İşte İslam’ın zuhurundan önce dünyanın vaziyeti böyleydi.

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

İSLAMİYET ÖNCESİ DÜNYADAKİ SINIF FARKLILIKLARI

Bütün dünyada sınıf farkları vardı. Köleler esirler pek acınacak halde bulunuyorlardı. Heleki kadınların bir çok haklardan mahrum tutuldukları, erkeklerin evinde bir köle muamelesi gördükleri, eşya gibi alınıp satıldıkları göz önüne getirilirse İnsanlığın ne kadar acıklı bir vaziyete düştüğü kolayca anlaşılabilir. İslamiyet zayıfların hamisi olarak ortaya çıkmıştır. Her nevi sınıf farklarının ortadan kaldırılıp, dünyanın hala erişemedimyi müsavatı tam bir şekilde iyi Dame ve tatbik etmiştir. Fransız büyük ihtilalinin binlerce insan konuyla yazdığı hukuki beşer beyannamesinden, bugün birleşmiş milletler beyannamesinden o zaman eser yoktu. Bunları, bundan 14 asır önce İslam peygamberi, veda hacında bütün insanlığı çok belli bir tarzda ilan etmiştir. İlerde etrafiyle bahsedeceğimiz o hutbesinde, cihan Sümbül nutkunda büyük İslam peygamberi, Bütün insanlığa hitap edecektir. Burada bir münasebete arz edelim ki, bir şeyin ilanı başka, tatbiki başkadır. Nasıl ki tatbik edilemeyen nice beyannameler ve beyanat vardır. Halbuki İslam’ın ilave tesis ettiği şeyler tatbik edilmiştir. Misal mi istiyorsunuz. İşte Hazreti Ömer dünyada adaletin timsali olan bu mübarek zat, hem demiş ve hem de dediklerini öylece yapmıştır.

Herkes adaletten ve demokrasiden bahseder. Fakat Hazreti Ömer gibi dediklerini aynen tatbik edebilen hani? Ömer hak bildiği ve hak olduğunu söylediği şeyleri bizzat kendisine yapmıştır. Laf kolaydır, fakat iş güçtür. Dediklerini tatbik edenler azdır. Dava adamı, iş adamı olabilmek, halkı kendisini örnek alabilmek, işte büyüklük budur. Halkın başına geçtikten sonra, kendisinin halktan Bir fert olduğunu Unutmadan yaşayabilmek; İşte Hazreti Ömer’in cihana hayran eden azametli buradadır. Halk yamalı elbise giyerken o süslü elbiseler içinde giremez. Halka taze et dağıtırken evinde ekmeğini zeytinyağına banarak yer. Koy serin elçileri onu, kırda bir taşı başına yastık yapmış uyurken bulur. Halk adamı işte böyle olur. İslamiyet insanlığa böyle misaller ve örnekler vermiştir. Ve böylelikle insanlığı kurtarmıştır yoksa beşeri yetin bir çareliği, perişanlığı sürüp gidecekti. Dünyanın o zamanki manzarası pek içler acısıydı. Beşeri yetin nasıl bir Duruma düştüğünü biraz daha belirtmek için insanlığın yarısı olan kadınların ahvalinden de bahsedecek olursak.

Kadını içtima iyi durumu Araplarda çok kötüydü. Fakat diğer milletlerde sanki daha mı iyiydi, asla! Gerek Asya ve gerek Avrupa’da kadın hukuku yoktu. Hiçbir kadın hak sahibi sayılmazdı. Erkek istediği zaman onu boş ver, istediği zaman onu alırdı. Kadın eşya gibi telakki edilirdi. Evde hizmetçi derecesinde tutulurdu. Yahudi kızları babalarının evlerinde bile bir hizmet kar gibiydi. İcabında satılırdı. İranda Mazdek, kız kardeş ve ona ile evlenmediği bile caiz gören, çözüm olabilirdin kurmuştu. Zar dürüstlük de kız kardeş ile evlenmeyi kabul ediyordu. Bu vaziyete düşen kadınlıktan ne beklenirdi?

Çin ve hint gibi eski milletlerde, kadının ne kadar acıklı bir halde tutulduğu herkesçe belli bir şeydir. Eski kavimlerde kadının mevki, her nedense, çok geride tutulurdu. Bilhassa Hint’te kadın pek zavallı bir mahluk addolunurdu. Kadının hiçbir hakkı yoktu. Kadın zevk aletiydi. Rahibeler bile Fesada vasıta yapılırdı. Silahlarının Musikiyi ve raksı sever Olduklarına inançları olduğundan muhabbetlerde bir çok Rakkaseler papazların her emrine amade bulunurdu. Kadınlar (vedaları) okumaktan ruhlara yapılan ayinlere katılmaktan ilahlara kurbanlar takdim merasimine iştirakdan memnun idiler. Kadının dinini, efendisine hizmetten ibaretti. Ölen kocasının naşi üzerinde de kendisini yakmak suretiyle kurban eden sadık zevce, en asil ve en iyi kadın diye bütün hint muhabbetlerinde tebcil olunurdu. Bu ne kötü bir adettir. Dul kalan kadın, böyle feci bir suretle yakılarak kurtulmuş sayılırdı. Çünkü ona olmadığı takdirde böyle bir kadının duçar olacağı yegane akıbet, en müthiş sefaletti. Hiçbir feylesof ve mütefekkir dullarındüğü Çar oldukları bu feci zulme karşı nefret seslerini bile duyurmamıştır. Hindularca kadının mevkii çok alçak tutulurdu. Kadın hakkında “Manu” Da şöyle denmektedir;

“Kadınların murdar temayülleri vardır. Kadınların Seciyesi zayıf, ahlakları fenadır. Bunlar gece gündüz tahakküm altında bulundurulmalıdır”
İranda Mecusi Zerdüştler’in devrinde kadınların geçirdiği tahakküm ve mahkumiyet de çok fenadır. Kadın bu devirde erkeğin şehvetine mahkum olan bir esirden ibaretti. Bir İranlı en yakın akrabası ile bile evlenebilirdi. İstediği zaman boşanmak da serbesti. Bu işi onun keyfine bağlıydı. Kadınları İnfra de mahkum etmek, yalnız İranlılara mahsus bir adet değildi. Yunanlılar da. Kadınları evlerinde kilitler ve bunların umum arasında görünmelerine müsade etmezlerdi. İranda kadınları muhafaza için harem Ağları kullanmak en eski zamanlardan beri soyia idi. Yunanistan’da olduğu gibi İranda da odalıklar almak adet olmuştu.

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

Şimali ve gol bir Avrupa, İslamiyetin zuhuru sırasında koyu bir kararlılık içinde yüzdüğünden oradaki aile hayatını bilemiyoruz. O karanlık içinde kadının durumunun ne olduğunu sezmeye imkan yoktur. O günün efendisi sayılan biz hasta ise kadının durumu şöyleydi; Kadın erkeğin malı 7,10 da istediği gibi tasarruf hakkı vardı. Hayatı ve ölümü eşini elindeydi. Köle muamelesine tabi tutulurdu. Kadın evvela babasının, evlendikten sonra kocasının, kocası öldükten sonra oğlunun esiri idi Kadın bir şehvet metan Olarak addolunurdu. En medeni olan Atinalılar arasında bile kadın, çarşılarda satılır, başkalarına ihale olunur, zevke tabi bir aletti. Kadın sırf evin düzeni, çocuklara bakmak için lazım olan, fakat buna rağmen fena addolunan Bir şeydi. Eski yunan da ailede baba hakimdi, çocukları satabilirdi. Eski Fransa’da da hal böyleydi. Eski Roma aile teşkilatında baba reis idi. Reis çocuklarını istediği gibi tasarruf eder, aileden satar ve aile disipline aykırı harekette bulunan aile efradını öldürebilirdi.

Hazreti İsa kadınlar hakkında çok hayır halktı. Fakat hıristiyan Avrupa-putperest Avrupa gibi kadını hakir görmekten kendisini bir türlü kurtaramadı. Kadın ile erkek arasındaki münasebete başka gözle bakarak eski görüşlerden ayrılanmadı. Kadın köle mevkinden kurtulamadı. Muhtelif devirlerde zaman zaman ortaya atılan felsefe meseleleri arasında bile karışan şu meseleler, kadın hakkındaki o kötü Tellakkinin devamında başka birşeymidir? Ona mesuliyet var mı, yok mu? Yoksa hayvanlar gibi mesul değil mi? Bu gibi acayip şeyleri ortaya çıkaranlar bulundu. Kadının ruhu olup olmadığını tartışılırdı. Hristiyanlık, şevkat ve merhamet duygularını çok fazla önem verirdi, putperestliği yıkmak için gelmişti, fakat bunlar tersine dönüyordu. Halk ölülerin ruhlarına tapıyordu. Azizlerin muhalefatı takdis yapılıyordu. Kilise kendi fikrine muhalif olanları amansız eziyordu.

Bütün cihan medeniyetlerinin gözü önünde Hıristiyanlığın tarihinde Namık ( Aziz) olarak kaydoldu lan birinin eliyle ve teşviki ile asil bir kadın gayri kabili tavsif bir şekilde katledilmiş ve bu aziz son asırda kendisini müdafaa edecek ve hattı hareketini maruz gösterecek bir adam da bulmuştu. Trapez de beli sahifeleri Hıristiyanlığın feci cinayetlerinden biri olarak yaşayacak olan bu cinayet Tasvir etmektedir. Dershanesi İskenderiye’nin bütün servet ve ihtişamıyla dopdolu olan güzel, hakim ve fazilet kadar bir kadın dershaneden çıktığı sırada hıristiyan müte asıpları tarafından Taarruza uğramıştı. Kendilerini din müdafi ileri addeden bu haydutlar, bir çare kadını arabasından çekmişler, üstünü başını tarumar ederek tamamıyla üryan bir Halde sokaklarda sürüklemişlerdir. Korkudan kendini kaybeden bir çare kadın en yakın kiliseye götürülmüş ve orada azizin eliyle katledilmişti. Buna müteakip Üryan ceset parça parça edilmişti. Kadının etleri kemiklerinden ayrılarak ateşe atılmış ve bu suretle bu şeytani cinayeti nihayet verilmişti. Hristiyanlık, bu cinayetin faili olan bu Haydudu aziz mertebesine yükseltmiş. Fakat kurban edilen Hipath yanın intikamını Amr İbnu’l AS’ın muzaffer kılıcı almıştı.

İçtima i hayatın bozulduğu , ahlak bağlarını çözüldü, fazilet nizamlarının, cemiyet kaidelerinin ihlal ettiği böyle bir zamanda Hazreti Muhammed yeni bir din ve nizam getirmiştir. Bu dinde, kadının mevki çok muhteremdir. Kadında merhamet, hürmet esastır. Kadın erkek değişik haklara sahiptir. Kadın ve erkek gibi itikadi, ameli ve ahlaki hükümlerle mükellef, iyilikle amel, Kötülükten nehy İle memurdur. Erkeklere okumak farz olduğu gibi kadınlara da farzdır. Kadın muamelat ve ukubat da tıpkı erkek gibidir. Mali, nefsi ve zimmeti üzerinde istediği gibi tasarruf hakkına maliktir. Kimsenin iznine ve hâkimin müdahalesine ihtiyacı yoktur. Evlenme, alım, satım, kiraya verip alma, bağışlama, emanet etme, kefil olma, havale yapma ödünç para verip alma, şirket kurma, vekâlet, Sulh ve ibra, dava ve İkrar gibi bütün hususlarda İslam hukukuna göre erkek gibidir. Kadın da erkek gibi gayrimeşru fiil ve hareketlerin de Malen, vicdanen mesuldür, mirasta erkekten noksan olması, ihtiyaca, kar ı ve Çocukları infak külfeti koca üzerine almasına, şehadette iki kadının bir erkek makamında tutulması, Şahadeti tahammüldeki zaafına diyeti erkeğin diyetinin yarısı olması soy kudretindeki noksana bingeldir.

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

Bununla beraber bazı hallerde bir kadının şahadeti bile kabul olunup onunla hüküm verilir. Bundan da anlaşılıyor ki birkaç mesajı da kadın ile erkek arasında görülen fark, insan hakları bakımından değil kadınların hususiyetleri bakımındandır. Hatta İslam şeriatında, kadınlar siyasi haklara dahi maliktirler. Hazreti peygamber efendimiz onların da fiyatlarını kabul ediyordu, kadınlarda rey veriyordu. İmamı azamın İçtihatına göre Kadınlar hakim de olabilirler. Doktor, hasta bakıcı olan nice kadınlar vardır. Talim ve tedris işlerine kadınlar da iştirak etmişlerdir.

Bütün bunlar meydanda iken nasıl oluyor da, “İslamiyetten önceki devirde Arap kadını, bilhassa iktisaden müstakil olduğu takdirde, sonraki zamanlardan çok daha fazla bir hürriyete sahip bulunuyordu” diyebilir ve hakikatleri bu kadar ters göstermeye kalkışır. Sırası gelince bu mesele üzerinde uzun boylu duracağız. Burada bu kadarcık İşaretle iktifa ediyoruz. İşte Hazreti Peygamber’in İslam dinini tebliğ için ALLAH Tarafından gönderilmesinde önce dünya ahvali bu merkezdeydi. İslamiyet muzdarip beşeri yetin kurtarıcısı olmuş ve beşeriyete muhtaç olduğu şeyi getirmiştir. Hülasa, İslamiyetten evvel dünyanın hiçbir yerinde huzur yoktu. Romalıların bozuk ahlakı, sefalet her tarafı kaplamıştı. Bizans çöküş halinde bulanıyordu. Bütün dünya vahşet ve zülüm içinde idi. Hayır ve faziletin namına anan yoktu. Herkes şer kuvveti ile iş görüyordu. Hak kuvvete mahkumdu, Kalplerden merhamet silinmişti, şevkat ve merhamet getiren Hristiyanlık bile, eskiden mensuplarının gördüğü acıların intikamını almak sevdasında idi. Yahudiler neler yapmıyorlardı baş dakilerin en büyük gayeleri harp idi dünyayı ateşe verip kan ve alev içinde insanlar boğulurken, gezi met toplamak istiyorlardı. Şehirler yıkılıyor, ülkeler Arap oluyor, hastalık ve sefalet dünyayı kırıp geçiriyordu fitne ve fesat kasırgaları her tarafı kasıp kavuruyordu. Dünyadan el çekmiş keşişlerin manastırlarında ve eski felsefe kırıntılarını taşıyan bazı âlimlerin mesailerinde ancak ümit veren bir selamet ışığı görülüyordu, fakat onlar da azdı, boğulmaya mahkumdu. Emniyet ve huzur, adalet ve asayiş-Beşir’in en muhtaç olduğu bu şeyler-yeryüzünden kalkmış, barbarlık yeryüzünü kaplamıştı.

Hasılı cihan pek karanlık ve karışık bir haldeydi. Islahı bir peygamberin zuhuruna muhtaçtı. Bütün ümitler, Yahudi ve hıristiyan dinlerinin müjdelediği ahir zaman peygamberilerine yönelikti. Bütün dünya zulmet içinde bu kurtarıcının zuhurunu dört gözle bekliyordu. Mukaddes Beyt’in bulunduğu Mekke’de doğan Muhammet abdullah, işte beklenen bu kurtarıcı idi.

M.YASİR ÖZEN

www.musabyasirozen.com

MODERN TOPLUMLARDA BİREYLERİN TRAJİK DURUMU

MODERN TOPLUMLARDA BİREYLERİN TRAJİK DURUMU

Bir çok insan “Kendini tanımayı “bilinç düzeyindeki ego kişiliğinin bilgisi ile karıştırır. Biraz ego bilincine sahip herkes kendisini tanıdığından emin görünür. Ama ego sadece kendi içeriğini bilir, bilinç dışını ve onun içeriğini bilmez. İnsanlar kendilerini tanıma derecelerini çevrelerindeki ortalama bir insanın kendisini tanıma oranı ile değerlendirirler, büyük ölçüde kendilerinden gizlenmiş olan asıl ruhsal gerçeklerle değerlendirilmek izler. Bu bakımdan, ruh fizyolojik ve anatomik yapısı ile ortalama insanın aslında hakkında pek az şey bildiği bildiğini gibi davranır. Onun içinde yaşadığı ve onunla birlikte hareket ettiği halde, sıradan bir insan için bedeninin büyük bölümü hemen hemen tümüyle bilinmeyen bir şeydir. Bilinmeyen ama var olan tüm şeyler bir yana, İnsana bedeni hakkında bilinen şeyleri tanıtmak için özel bir bilimsel bilgi gerekir.

MODERN TOPLUMLARDA BİREYLERİN TRAJİK DURUMU

 

Sonuçta, yaygın olarak “kendini tanımak istiyor” denen şey, büyük bölümü sosyal faktörlere ve insan ruhunda olup bitenlere bağlı olan çok sınırlı bir bilgidir. Dolayısıyla, daima filanca veya falanca şeyin “kendisine olmayacağı” veya “ailesinde” ya da arkadaşlarında ve tanıdıkların da görülmediği ön yargılarıyla karşılaşırız. Öte yandan, en az bunun kadar hayali varsayımlarla, gerçek olguları gizlemeye yarayan bir takım nitelikleri bulunduğu iddiaları dinleriz. Bilinçli eleştiri ve kontrolden muaf olan bu geniş bilinçsizlik kuşak’ı içinde tüm etkilere ve ruhsal enfeksiyonlara açık ve savunmasız durumdayız. Tüm tehlikeler de olduğu gibi, ancak bize saldıran şeyin ne olduğunu nasıl, nerede ve ne zaman bize saldıracağını bildiğimiz zaman psişik enfeksiyon riskine karşı kendimizi savuna biliriz. Kendini tanımak bireysel gerçekleri bilmek olduğuna göre, teoriler bize bu konuda fazla yardımcı olamazlar. Bu teorinin evrensel geçerlilik iddiası ne kadar güçlü ise, Tek tek bireysel gerçeklerin hakkını verme kapasitesi o kadar zayıf olur. Deneyime dayanan her teori zorunlu olarak istatikseldır; yani terazinin her iki ucundaki istisnaları atarak bunların yerine soyut bir ortalama koyarak, ideal bir ortalama formüle eder. Bu ortalama oldukça doğrudur, ancak gerçek yaşamda bunun böyle olacağı anlamına gelmez. Buna rağmen, teoride doğruluğundan kuşku duyulmayan temel bir gerçek olarak yer alır. Terazinin her iki ucundaki istisnalar, tümüyle gerçek oldukları halde, sonuçta gözükmezler, çünkü birbirlerini İptal ederler. Örneğin ben eğer Çakıltaşı dolu bir çanağın içindeki her taşı tartıp ortalama 145 gr. Ağırlık elde etsem bu bana Çakıl taşlarının gerçek niteliği hakkında çok az bilgi verir. Bu hesaba dayanarak eline aldığı bir Çakıltaşının 145 gram ağırlığında olacağını düşünen birisi ciddi bir yanılgıya düşebilir. Hatta, istediği kadar Arasın tam 145 gram gelen tek bir Çakıltaşı bulamayabilir.

MODERN TOPLUMLARDA BİREYLERİN TRAJİK DURUMU

 

İstatiksel yöntem gerçekleri ideal bir ortalamanın ışığı altında gösterir, ama onların ampirik gerçeklikleri hakkında bilgi vermez. Gerçeğin tartışma götürmez bir yönünü göstermekle birlikte, fiili gerçeği son derece yanıltıcı bir şekilde bozabilir. Bu istatistiklere dayanan teoriler için özellikle geçerlidir. Oysa gerçek olguları ayırıcı özellikleri onların tek oluşları, Bireylikleridir. Diyebiliriz ki, gerçek tablo sadece kuralın istisnalarından oluşur ve sonuçta mutlak gerçeklik baskın olarak kural dışı bir gerçeklik taşır. İnsanın kendisini tanımasına yardımcı olan bir tavır da söz açıldığında, bu düşünceleri akılda tutmakta yarar vardır. Teorik varsayımlara dayanan hiçbir benlik bilgisi yoktur. Ve olamazda, çünkü kendini tanımanın nesnesi tek bir bireydir. Göreceli bir istisna ve kural dışı bir fenomendir. Dolayısıyla, bireyi tanımlayan şey evrensel ve kurallı değil, eşsiz olma niteliğindedir. Birey, aynı şekilde tekrarlanan bir birim olarak değil, tek ve benzeri olmayan ve son tahlilde başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak ve bilinemeyecek bir şey olarak düşünülmelidir. Biyolojik bir türü olan insan, aynı zamanda istatiksel bir birim olarak da Tanımlanabilir, ve tanımlanmalıdır; Aksi halde onun hakkında hiçbir genelleme yapılamaz.

MODERN TOPLUMLARDA BİREYLERİN TRAJİK DURUMU

 

Bu amaçla insan karşılaştırılmalı bir birim olarak düşünülmelidir. Buda insanın tüm bireysel özelliklerinin çıkartıldığı, ortalama bir birim olarak soyut bir tablo içinde gösteren ve evrensel geçerlilik taşıyan antropoloji veya psikoloji biliminin ortaya çıkartır. Ama insanı anlamak için gereken en önemli özellikler bu çıkartılanlardır. Eğer bir bireyi anlamak istiyorsan, ortalama insan hakkındaki tüm bilimsel bilgileri bir yana atıp, tüm teorileri gözardı ederek tümüyle yeni ve önyargısız bir tavır benimsemek zorundayız. Anlamak işine ancak tam özgür ve açık bir kafayla yaklaşabilirim, oysa insanı bilme veya insan karakterini Kavrama çabası insanlık hakkında her türlü genel bilgiyi önceden varsayar. Şimdi ister bir başka insanı anlamak ister kendimizi tanımak söz konusu olsun, her iki durumda da tüm teorik varsayımları Bir kenara bırakmak zorundayız. Bilimsel bilgi sadece evrensel bir saygınlığa sahip olmakla kalmayıp, modern insanın gözünde tek entelektüel ve ruhsal otoriteye de Sahip olduğu için bireyi anlama gayreti bizi sözün gelişi büyük ihanete Ve bilimsel bilgiye arkamızı dönmeye mecbur ediyor.

Bu hafife alınacak bir fedakarlık değildir, zira bilimsel tavır taşıdığı sorumluluk duygularından kendini kolay kolay kurtaramaz. Ve eğer söz konusu psikolog, hastasının sadece bilimsel olarak sınıflandırmak değil, aynı zamanda 10.01 insan olarak da anlamak isteyen bir tıp doktoru ise birbirine zit ve karşılıklı olarak birbirini dışlayan iki yaklaşım yani bilmek ile anlamak-arasında Mesleki bir ilişki yaşama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu çelişki “ya bunu, ya onu “seçersin mantığı ile değil, ancak iki-yönlü bir düşünme ile çözülebilir, yani birini yaparken, diğerini de gözünde tutmakla.

M.YASİR ÖZEN

www.musabyasirozen.com

SOSYOLOJİK AÇIDAN SUÇ DÜNYASI

SOSYOLOJİK AÇIDAN SUÇ DÜNYASI

Habil ve Kabil Arasında yaşanan menfi hadise ile başlayan cürüm (suç) Silsilesi, günümüz 20. yüzyılda kendini geliştirmiş, çoğaltmış ve bir çok sosyolojik parametrelerinde Etkisi ile kentleşmenin güçlü olduğu demografik yapılarda yerini almıştır. Bugün küresel çaptaki sağlık kuruluşlarının genç kitleler üzerindeki araştırmaları neticesinde uyuşturucu, alkol, antidepresan, kullanımları rekor seviyelere ulaşmış olup; Suç işleme, suça bağımlılık, çeteleşme ve benzeri kent otoritelerinin bünyesinde var olabilme amaçlı suç çeşitliliği ciddi oranda artış yakalamıştır. Özellikle gelişmiş metropol ortamlarında bu yapılar kemikleşmiş bir yapı haline almıştır.

Suçun genel olarak ulaştığı kültürler; Alt kültür olarak tanımlanan kendini geliştirememiş, eğitimsiz, vizyonsuz, varoş semti ve çevrelerinde yaşayan, çok Çocuklu ailelerde yetişmiş, anne veya babasını erken yaşta kaybeden, ani ölüm ve tramva hikayeleri olan aile içinde geçimsizlik ve şiddetin olduğu. Ailede sevgi dengesinin olmadığı, sigara, alkol, uyuşturucu kullanımının aşikar sergilendiği, maddi geçim sıkıntısının yaşandığı, oturulan bölgenin kültür ve bilinç seviyesinin düşük olduğu ayrı tiplerinin oluşturduğu kültürel çevrelerdir. Alt kültür olarak nitelendirilen Bu toplumlar özellikle kent ortamında hissedilen ekonomik farklılıklar, hızla gelişen Sanayi ve teknolojinin ezici yapısı, gelir dağılımındaki ciddi eşitsizlikler ve finansal yapıya. Dayalı çeşitli SORUNLAR, şehir ortamında bireyin kendi varlığını, yaşamına, ailesini sorgular hale getirmiştir. Toplumların sistemleşen bu yapıların da bireylere yönelik etki eden faktörleri neticesinde kişi psikolojik bir buhrana girerek; Farklılaşma, normalin dışına Çıkma, bir kurtuluş reçetesi bulma gibi yollara girmektedir.

SOSYOLOJİK AÇIDAN SUÇ DÜNYASI

Bu dürtülerini de normal ve olan toplum yapılarına yabancılaşarak normaliteyi ötekileştirerek ortaya çıkartır. Bu tramvatik içsel modelleme ve değişimler zamanla içselleştir ve bir yaşam felsefesi haline alır. Gerekli eğitim ve analitik düşünce yapısına sahip olmayan birey suç dünyasının kapısını aralamaya başlamış, her türlü anormal iş, oluş, eyleme fikri olarak hazır hale gelmiştir. Yıllardır yetiştiği kültürel yapı kişiye aşağılık kompleksi empoze etmiş, kendine ve çevresine yeterli olamama, var olma çabasındaki başarısızlık, kendini ruhen gerçekleştirememe gibi bilinçaltı takıntıları artık kontrolü ele geçirmiştir. Kişi bu ruhsal takıntılar nedeni ile adeta kör olmuş Doğruyu-yanlışı ayırt edemez bir hale bürünmüştür. Bugün Siri’yi katillerin üzerinde yapılan araştırmalarda, görülen o ki seri katillerin çoğu nesepsiz düzgün bir ilişkiden doğmamış, baba genellikle belli değil Varsada sağlıklı bir ruh hali yok, sapkın bir ebeveynden taciz görme ihtimali yüksek tipler olduğu anlaşılmıştır. Yine yapılan uluslararası araştırmalar hayat kadınlığı adı altında çok eşli yaşam biçimi olan kadın bireyler ve seri katillerin amigdalalarının diğer insanlara göre %17 daha küçük olduğunu gösteriyor. Normal insanlara göre korkmaları ve karşı tarafla empati kurmaları normal bir beyin yapısındaki kişiye göre çok daha zor. Bu Profillerin oluşmasındaki başlıca etken, aile ortamında yaşanılan tehdit, hakaret ve taciz gibi vakalar sebebiyle kişinin sürekli kanına karışan stres hormonu kortizol ve adrenalin Stres hormonu ile dolup taşan kanda beslenen beynin normal bir beyin amigdalasından Daha küçük olması gayet olağan. ( Kurbanlıklar İslami kesime göre sakin ve sevinerek kesilir…

SOSYOLOJİK AÇIDAN SUÇ DÜNYASI

Ete kortizol sinir hormonu karışmaması içindir) Bugün özellikle gençler üzerinde yapılan anketlerde kolay para kazanma, şöhret olma duygularının yüksek olduğu gözlemlenmektedir. Yasadışı her türlü fiile sevk eden bu hülyalar kişileri adeta canavarlaştırmaktadır. Sosyal medya ve görsel basın da toplumlara bir. Önder, lider gibi empoze edilen sözde mafya serkeşlerine özenilmekte bir çare, kurtuluş olarak bu çetelere üye olunmaktadır. Gençlerdeki bu tecrübesizliği ve buhranı iyi görebilen inançsız ve kimliksiz müşteriler gençler kullanmakta, bir çok ailenin ocağını söndürmekle Toplumsal yapıyı zehirlemektedirler. Bugün günümüz Türkiyesinde uyuşturucu satışları ilkokul seviyelerine inmiş, hovardacılık iş adamlığı olmuş, hırsızı tefecisi itibara erişmiştir. Öyle ki bu profiller ellerindeki türlü programda aletleri ile gerek sosyal medyadan gerekse çeşitli iletişim araçlarıyla alt kültürlerde kimlik bulup, yer edinebilmiştir. Son zamanlarda artan sosyal medya gücü internet kullanımının çoğalması, kitlesel iletişimin hızlanması da bazı art niyetlerin propagandalarına Hizmet etmektedir. Terör örgütleri, suç örgütleri din pazarlamacısı gruplar, vatan-millet-Sakarya naralarıyla bir nesli tüketmektedir.

Beyinleri yıkanan 1000’ler daha ne olduğunu anlamadan hapishane, hastane köşelerinde yitip gitmektedirler. Global çaptaki terör örgütlerinin coğrafi olarak örgütlendiği belgeler incelendiğinde gelişmemiş kırsal bölgelerin çoğunlukta olduğu görülecektir PKK‘nın Ülkemiz doğu bölgesindeki etkisi buna misal olarak gösterilebilir. Kentleşmenin güçlü olduğu şehirlerde, gelişimi yakalayamamış ilçeler içinde aynı şeyler geçerlidir. Sonuç ise özetle savaş, bölücülük, cinayet, uyuşturucu, alkol, zina, rüşvet, kumar, Fal, gelecekten ve geçmişten endişe, yalancılık, yalnızlık, korku, intihar, işkence, bunalma, kötü muamele, boşanma, kan davası, ruh hastalıkları…

M.YASİR ÖZEN

www.musabyasirozen.com.tr

 

TÜRKLERDE OLMASI GEREKEN İSLAMİ İNANÇ SİSTEMİ

TÜRKLERDE OLMASI GEREKEN İSLAMİ İNANÇ SİSTEMİ

İnsan kaynat düzeni için konulan konularla, kendi benliğine hükmeden ve mecburi olarak boyun eğdiği konuları kavramaktan aciz olduğu için, insan ile kaynat, iç benliği ile dış (Görünür) hayatı arasındaki uyumu, uzlaşmayı ve düzeni sağlayacak mükemmel bir hayat düzeni tespit etmesi ve uygulanabilir hale getirmesi imkansızdır. Böyle bir fonksiyonu icra etme hakkı, yalnız ol kainatın ve insanı yaratan, her konuda onları sevk ve idare etme gücüne sahip olan yüce yaratıcınındır. İnsanla Kainat, insanla, kendi içsel ve dışsal yaşamı arasındaki kurulması gereken bu uyumu sağlayabilmek için ALLAH’ın koyduğu konuların uygulanması kaçınılmazdır. Ancak bu uygulama eylemi, İslam’ın inanç sistemine mutabık olmalıdır. İslam’ın birey ve toplum hayatında etkinlik kazanması ancak insanların ihlasla tek Allah’a kulluk etmeleri ve kulun nasıl yapılacağına Dair kesin bilgileri Allah Resulünden olmaları ile mümkündür. Bir başka deyimle tam teslimiyet ve harici sistemleri reddetme öğretisinin yaşama geçirilmesi ile mümkünleşebilir.

İnsan hayatı ile kainatı idare eden yasalar arasında sağlanacak uyum, insan hayatını her türlü fesattan kurtaracağı gibi, insanlık için yararlı olan her şeyi sağlayacaktır. Bu uyum sayesinde insanlar, her şeyden önce kendileriyle barışık yaşarlar. İnsanın kainat düzeni ile mutabakat içerisinde olması meselesine gelince bu insanların hareket ve davranışlarının, kainat hareketleri ile uyum içerisinde olması, insanların yönelimi ile kainatın Yöneliminin örtüşmesi ile mümkün olur. İnsanların kendileri İle barışık yaşamaları ise, iradeleri ile yaptıkları hareket ve davranışların, Fesada uğramamış saf fıtratları ile örtüşmesi ile gerçekleşir. Bunun gerçekleşmesi halinde insanın yapısı ile fıtri yapısı arasında herhangi bir çatışma veya çelişme meydana gelmez. Çünkü Allah‘ın koyduğu Şeriat, insanın içsel yapısı ile Dışsal yapısının, içsel Hareketleri ile dışsal hareketlerinin arasını telif eder. Kolaylık ve barış içerisinde hareket etmelerini sağlar. Bu telif ve düzenleme insanlar arası ilişkilerde ve insanların genel aktivitelerinde de başka bir telifi, Başka bir düzenlemeyi meydana getirir.

TÜRKLERDE OLMASI GEREKEN İSLAMİ İNANÇ SİSTEMİ

Böyle bir durumda insanlar kainat sisteminin uyumlu bir parçası haline gelerek kendileri ile kainat arasında yüce Allah‘ın koyduğu ortak yönteme uygun davranırlar. Yani kainatla da tam bir barış içerisinde yaşarlar. Bundan başka Allah‘ın şeriatı sayesinde kainatın kendisinden gizli olan sırlarını da kolay yoldan keşfeden insan, orada saklı olan hazineleri ortaya çıkarıp insanlığın yararına sunabilir. Bu imkanlarla kainat arasında herhangi bir çatışmaya meydan vermeyen insanlığın ortak çıkarları için Kullanılmalarını sağlar.

Bazı şer fikirli insanların Allah’ın nizami yerine ortaya koydukları değerler, insanlığın hevasıdır. Kutsal kitabımız Kur’an böyleleri hakkında şu açıklamayı yapar. Eğer hak onların istediklerine uyusaydı, gökler ve yer içindekiler Fesada uğrardı. ( Müminun,23/72) Bu nedenle, İslami bakış açısı, İslam’ın dayanağı olan “Hak” İle göklerin ve yerin dayanağı olan “Hak” kavramlarını birleştirerek dünya ve ahiret işlerini, bu yeni kavram muvacehesinde düzerler. Çünkü Allah insanları bu ölçüye göre hesaba çekecek, ona uygun hareket edeni ödüllendirecek, ona tecavüz edeni cezalandıracaktır. Çünkü o Parçalanması imkansız bütünsel bir kavramdır. Her halükarda Allah’ın bu varlık alemi için dilediği kevni Bir sistemidir. Yasalar manzumesidir.

Canlı cansız tüm alem o sisteme boyun eğmek Ve onu değişmeyen bir ilke olarak kabul etmek zorundadır. Konu ile alakalı kuran şu açıklamayı yapmakta;

And olsun, size içinde şanlı ve şerefiniz olan bir kitap indirdik. Akletmiyormusunuz? “ Halkı zalim olan nice kenti kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka bir topluluk getirdik”

“ Azabımızı hissettiklerinde, derhal ondan kaçmak için binek hayvanlarını Mahmuzluyorlardı”
“ Boşuna kaçmayın bol bol verilip içinde Şımartıldığınız nimetlere ve Yurtlarınıza dönün; Çünkü sorgulanacaksınız. Eyvah bize derler gerçekten biz zalimlermişiz. Bu mırıldanmaları sürüp giderken biz onları biçilmiş ekin gibi yaptık; Sunup gittiler”
“ Biz göğü, Yeri ve bunların arasında bulunanları eğlence olsun diye yaratmadık”
“ Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, kendi katımızdan bir eğlence edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık”
“ Hayır biz hakkı batılın üzerine atarız da o, onun beynini parçalar, derhal batılın canı çıkar. Allah’a yaklaştırdığınız niteliklerden ötürü vay sizin halinize!
“ Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur. Onun yanında bulunanlar, ona kulluk etmekten dolayı kibirlenmez ve usanmazlar”
İnsan fıtratı, çünkü fıtratının yapısal özelliği, onu çevreleyen kainat sisteminin oluş, özellikleri benliğine, Bu varlık âleminin hakka dayandığını,
“Hak” Üzere kurulduğunu, bu konuda “ Hakkın temel olduğunu ilham eder. O “Hak” İlahi düzenleme temeli üzerine yerleştirilmiştir. Kesinlikle sarsılmaz, değişik yollara ayrılmaz, işlevi değişmez, birbiri ile çelişir nede çatışır; Geçici rastlantılar, yoldan çıkmış Kaçamaklar, değişken tutkular ve istemlerini uygun biçimde yürümez. Ölçüleri önceden belirlenmiş sağlam ve son derece incelikli bir düzen içerisinde seyreder. Bu yüzden insan ile benliğinin derinliklerinde saklı “Hak” arasında, hevasının etkisi ile bir ters düşme, bir ayrılık baş gösterdiğinde, insanla fıtratı arasında çelişme ve çatışma meydana gelir. Böylesi bir çelişme ve çatışma, ancak insanoğlu, hayatını Allah‘ın şeriatına değil, kendi hevasına dayalı, yaşama biçimine Dayandırdığında, yaratıcısına kayıtsız şartsız bağlı olan su kaynat gibi Allah’ına teslim olmadığı zaman söz konusu olur.

TÜRKLERDE OLMASI GEREKEN İSLAMİ İNANÇ SİSTEMİ

Bu ayrılığa ve çatışmaya düşme vakiasının Bir benzeri fertler cemaatler, Ümmetler ve kuşaklar arasında meydana gelebileceği gibi, insanlık ile onu çevreleyen kainat arasında da meydana gelir. Bu durumda kainat sistemine bağlı güçleri, hazineleri, insan oğlunun huzuruna ve Medenileşmesine vesile olur. Bu takdirde Allahın kanunu yeryüzüne yerleştirmenin görünürdeki belli başlı hedefi salt ahiret için çalışmak, hazırlanmak için olmaz. Çünkü dünya ve ahiret insan hayatı için birbirini bütünleyen iki aşamadır. Allahın Kanunları insan hayatında bu iki aşamanın arasını ulaştırır; İnsan hayatı ile kainat düzeni için Allah’ın koyduğu düzenin arasını bağdaştırır. Cihansümul İlahi düzen ile uzlaşmak, insan oğlunun mutlu olmasını ahirete  bırakmaz. Aksine mutluluğa erme meselesini ilk aşamada yani dünyada gerçekleştirilebilecek bir olgu olarak kabul eder. Ahirette ise insanın bu mutluluğunu zirveye ulaştırır.

İslam düşüncesinin ( veya dünya görüşünün) Kainat ve bu kainatın gölgesinde yaşamını sürdüren insan varlığı hakkındaki temel kanaati Ve tutumu böyledir. Bu fikri temel, Özü itibari ile insanlığın tanıdığı Diğer dünya görüşlerinden farklıdır. Bu nedenle İslami dünya görüşü başka sosyal düzen verin, ideolojilerin Hiç birisinin dayanmadığı özgün gereklilikler temeline dayanır.

09.11.2022
M.Yasir ÖZEN
www.musabyasirozen.com

İNSAN HAKKINDA

Bir zamanlar Darwin’in sayesinde insan konusuna nihai bir çözümün getirildiği sanılıyordu, tıpkı kainat hakkında Newton’un nihai bir doktrin ortaya koyduğuna inanıldığı gibi fakat Newton’un Mekanikçi kainat tasavvuru bazı gerçekleri izah edemediğinden dolayı nasıl tutunamadığı ise, Öyle görünüyor ki Darwin teorisi de aynı sebepten “izafi “sayılmaya mahkum dur. Tekamül teorisi insanın ilkdini sayfasını tatminkar bir tarzda izah edemiyor, ve hatta Uygarlıkla ilgili bazı olguları bile açıklamaktan aciz kalıyor.

İNSAN HAKKINDA
Maddi bakımdan hali düzelince insanlardan daha az memnun olur? Maddi standart yükselince psikolojik standart neden düşer? İntihar olayları ve Ruhi bunalım vakaları neden milli gelirin artışı ve eğitim derecesi ile doğrudan doğru ya bir münasebet arz ediyor? Veya evrimin başlangıcında, sonunda kıyasen neden daha fazla insaniyet vardı? İlerleme neden aynı zamanda Hümanizasyon değildir? Nasıl oluyor da dünyanın gayrı nedeni bölgelerinin mesela ( Okyanusya ve Afrika) Sanatı, sözde kültür bölgelerininkinden daha kuvvetlidir. Ve bu sanatın bu bölgeleri üçlü, hemen yön değiştirici bir tesiri vardır, vs. Darwin’le Newton Bir defa tanıdıktan sonra insanın aklı onların açık ve sayını kabul görüşlerini kolay kolay terk edemez.
İNSAN HAKKINDA
Newton’un dünyası sürekli, mantıklı istikrarlı olduğu gibi, Darwin’in insanı da tabii, Basit ve öngörülür mahiyettedir, var olması için mücadele, ihtiyaçları tatmin, ye knesok ve fonksiyonel bir dünya istihdaf ediyor. Fakat Newton’un hayalini en içten yıkmıştır; Burada ise, Şimali, karamsar felsefe ve uygarlığın başarısızlığını aynı şeyi yapıyor. İnsan öngörülemez, açıklanamaz ve tatmin edilemez, şüphe ve korkudan müteessir, Einstein İfadesine göre “eğritilmiş” Bir varlıktır. İnsanın konu olan felsefe uzun müddet, doğru çizgili Darwin vizyonunun tesiri altında kaldıktan sonra, şimdi kendi inkilabını, Einstein’in Görüşüne uygun bir dönüşü bekliyor. İnsan hakkında bu yeni anlayışın Darwin’inci Anlayışına olan nispeti, Einstein’ın kainat anlayışının Newton’unkine olan nispeti gibi olacaktır. Eğer ızdırap yolunda yükselmemiz, zevk yolunda ise görebilmemiz doğru ise, o zaman bir ruha sahip oluşumuzun Hayvan atalarımızla bizi farklılaştırılmasından dolayı bu böyledir. Ne insan Darwin’e göre, ne de kainat Newt ona göre “biçimlendirilmiş” tir.
M.Yasir ÖZEN
08.03.2023
İNSANA DAİR (Darwin ve Michelangelo)

İNSANA DAİR (Darwin ve Michelangelo)

İnsan menşeine dair düşünceler, her dünya görüşünün temel taşını oluşturur. İnsanın nasıl yaşaması icap ettiğine dair incelemelerin hepsi bizi, insanın nereden geldiğini sorusuna götürür. İlimle dinin cevapları burada da birbirine zittır.

İlim, insanın ortaya çıkışını, Zoolojik ve insani hususiyetler arasında kesin sınırın bulunmadığı ve insanın uzun bir geçiş safhası geçirdiği, basit hayat şekillerinden Başlayarak bir tekamül sürecinden geçtiği yolundaki yorumlarla izah eder. Dik yürüyüş, alet yapma veya kullanma, açık ve düzgün konuşma gibi hususlardan hangisi bu ayrılış için tayin edici bir faktör olarak alınırsa alınsın; Bu hususlar ister insanın fiziki yapısının gelişmesine isterse onun etrafındaki tabiattan faydalanması bahsinde söz konusu olsun, ilim için daima harici, maddi bir gerçek olarak görülmüştür. Bu anlayışa göre insan tabiyatın kucağında büyüyen, ondan ayrılmayan ve ona ait olan bir varlıktır.
Buna karşı din ve sanat insanın yaratılmışlığından tanrının bir fiili olan, gelişmeye dayanmayan ani, sancılı, facialı bir olaydan bahsetmek tedirler. Hemen hemen bütün dinlerde farklı tasvirlerle mevcut olan insanın yaratılışı ile ilgili vizyon, insanın maddenin içine atılmış olmasından, dünyaya “ Düşüşü”nden , İnsan ile tabiat arasındaki zıddiyetten, İnsana yabancı ve düşmanca bir muhitden söz etmektedir. İnsanın bir gelişme neticesimi, Yoksa yaratılışları mı ortaya çıktığı meselesi böylece insanın kim olduğu, dünyanın bir parçası mı, yoksa ondan ayrı mı olduğu meselesine dönüşür. Materyalistlere göre insan “Mükemmel hayvandır”, home machine,biyolojik makine… İnsan ile hayvan arasında kalite değil sadece derece farkı vardır. Sırf insana ait bir söz yoktur. Ancak ve ancak “müsahhas” Ve bir fiil var olan, ekonomik ve sosyal tariftir. Macar Watar yelist yazarlarından Gyorgy Lukacs’ın “Egzistencijalizam ili marksizam” adlı eseri; Tüm diğer sistemler gibi insanda tabiat içinde ve tüm tabiyatın kaçınılmaz ve umumi kanunlarına tabi bir sistemdir. (Ivan Pavlov; Psychologie Experimentele) Bir insanın tekamülde harici objektif bir faktör vardır ki oda çalışmadır. İnsan dış çevresini ve kendi çalışmasının bir ürünüdür. İnsan oluşu maddi faktörlerin tahmin ettiği harici, biyolojik bir süreç olarak gösterilmektedir. El Ruhi hayatı tahrik Edip hızlandırıyor. Elin keşfi konuşmanın keşfi gibi Zoolojik tarihin sonunu ve insan tarihinin başlangıcını teşkil ediyor.
İNSANA DAİR (Darwin ve Michelangelo)
Açık ve inandırıcı görünen bu görüşlerin tesiri aşikardır. Aşikar olmayan ise bu görüşlerin bir bakımdan insanı inkar etmesidir. Materyalist bilim ve felsefe insan cüzümütemmimlere ayrılıyor. Ve sürecin sonunda, öyle görünüyor ki tamamen yok oluyor. Sosyal insanı ilk defa Engels tahlil ediyor ve onu sosyal ilişkilerin veya daha sarih bir ifade ile üretim ilişkilerinin bir ürünü olarak gösteriyor. Burada insan tek başına bir hiçtir ve hiçbir şey yaratamaz. Bilakis o var olan bu gerçeklerin bir neticesidir. Bu suretle Kendi gerçeğinden soyutlanmış ve sadece biyolojik bir gerçek olarak gösterilen insanı Darwin ele alıyor. Darwin konuşan Dik yürüyen ve alet yapan bu mahlukun, Tabi ayıklama ve hayatta kalma mücadelesinin neticesi olarak, yakın hayvan atalarından geliştiğini gayet mantıki bir tarzda gösterecektir. Bu sürecin tasvirini, biyolojik canlı dünyanın tüm şekillerini ilk şekillere, bunların ise nihai çizgide fizik, kimya, diğer tabirle moleküller güçlerin oyununa icra edildiğini göstermek suretiyle tamamlayacaktır. Hayat şuur ve insan ruhu gerçek olarak mevcut değildir. Bunlar sadece bu niteliksiz güçlerin karşılıklı eyleminin bilhassa karışık görünümüdür. Orjinal ve “ayrıntılanamayan” Bir insani cevher aslında yoktur. Şimdi biraz cumali ve fakat açık ve anlaşılır olan bu Şeymadan sonra, Sistina Şapeli’nin Michelangelo Tarafından yapılan tavan tasvirlerini, “cennetten kovulma” dan, Âdem’in yaratılmasından “korkunç mahkemeye “kadar bir süreci gözlemlerimizin Önüne seren bu tasvirleri gözden geçirirsek, ister istemez dünya tarihinin belkide en heyecanlandırıcı sanat eserleri olan bu resimlerin manasını kendi kendimize sorarız. Bunlar mevzubahis ettiği o büyük olaylar hakkında acaba herhangi bir gerçeği ihtiva ediyor mu? Ediyorsa bu gerçek nedir? Veya daha açık bir ifadeyle bu resimler gerçeği ne bakımdan yansıtmaktadır?
Yunan trojeorileri Dante’nin Cennet ve cehennem vizyonları, zencilerin ruhani şarkıları,
 Shakes Peore’nin dramları,Faus’tun cennette prologu, Melanezya Maskleri,eski Japon frenksleri, Yahud bazı çağdaş ressamların eserlerinin bu örnekleri bir sıraya rüya yet etmeden ortaya koyuyorum, çünkü bütün sanat bu bakımdan ayrı tarzda tanıklık yapmaktadır.
M.Yasir ÖZEN
DEVLET İKTİDAR VE SİYASET

DEVLET İKTİDAR VE SİYASET

Siyaset sosyolojisinin geniş kapsamlı bir biçimde tanımlanması bir önceki makalede işlendiği gibi, 1980 lerden itibaren genel kabul görmesine rağmen bir çok siyaset sosyoloğu Ve hatta bu tanımı bizzat kendilerine mal eden siyaset sosyologları bile siyaset toplumun bir çok farklı alanında, örneğin aile, eğitim gibi bir dizi toplumsal kurumlarda analiz etmektense yine devlet çerçevesinde, devlet aygıtının sınırları dahilinde meydana gelen bir olgu olarak irdelemeye devam Etmişlerdir. Siyaset olgusunun devletle bu şekilde özdeşleştirilmesinin Tabi bir çok nedeni vardır. Bunlardan biri siyaset sosyolojisinin çok uzun bir süre geleneksel olarak nitelendirilebileceğimiz Bir kurumsal Siyaset bilimi anlayışının etkisi altında kalmış olmasıdır. Siyaset sosyologlarının zihin haritasının bu şekilde çizilmesi ve edindikleri düşünce alışkanlığı onların devlete, merkezi bir önem atfetmelerine ve devlete Siyasal sürecin odağı ve neredeyse tek dayanağı ve kaynağı Olarak algılamalarına neden olmuştur.

Geleneksel siyaset biliminin inşa ettiği kavramsal çerçeve siyaset sosyolojisi üzerinde etkili olmuştur, dedik ve bu eski kendisini öncelikle siyaset kavramının tanımlanmasında göstermektedir. Gerçekte de siyaset nedir? Bu soru ya Yanıt bulmak için Siyaset sözcüğünün zaman içerisinde, bilim tarihi boyunca, bilim dilinde taşımış olduğu anlamlarına bakmak gerekir. Ama herkes bilir ki, siyaset sözcüğünün bilim dışı gündelik sohbetlerde kullanımın Bile birden fazla anlamı taşıdığıda bir gerçektir. Örneğin bir hükümetin eğitim Siyasetinden yakınıyor, devletin dış Siyasetinden ya da belirli bir işletmenin Personel istihdam Siyasetinden söz ediyoruz. Bunun yanı sıra falanca kişinin siyasi davrandığını söylüyor ya da ben siyasete karışmam diyerek tehlikeli saydığımız bazı tartışmalardan kendimizi sıyırabiliyoruz. Demekki günlük konuşma dilinde siyaset sözcüğünün birden fazla anlam taşıması meselesi bir yana, zaman zaman bir kişinin siyasi davrandığını ileri sürdüğümüzde olduğu gibi, bu sözcüğün olumsuz bir yan anlam taşıdığı da ortaya çıkıyor. Gerçi bu sözcüğü sohbetlerimizde kullandığımız da neyi kast ettiğimiz, siyaset sözcüğünün neye tekabül ettiği konusunda sezgisel düzeyde de olsa belirli bir bilgiye sahibiz. Ama birisi çıkıpta bize siyaset sözcüğü ile kesin olarak ve net bir biçimde neyi kastettiğimizi soracak olsa yanıt vermekte güçlük çeker ve bu amiyane   ( yada vürgel) Bilginin yetersiz olduğunu anlarız. Çünkü Siyaseti bir kavram olarak tanımlamak da güçlük çekeriz.
DEVLET İKTİDAR VE SİYASET
Ne var ki, Siyaseti bilim alanında da bir kavram olarak tanımlanması Çetin çabaları neden olmuş ve bu konuda çeşitli yorumlar birbirleriyle çekişme noktasına gelmiştir. Gerek siyaset biliminin, gerek siyaset sosyolojisinin ortak bilimsel objesi olan siyasetin kavramlaştırılması gerçekten de zorlu Bir uğraş teşkil etmiştir. Oysaki diğer bilim dallarının, özellikle doğa bilimlerinin bilimsel objelerine ilişkin bu türden bir tartışma ve güçlük yok. Örneğin botaniğin bilimsel objesi olan bitkilerin tanımlanması ekoller arasında yaklaşım çarpıtmalarına yol açmıyor. Gerçi bu alanda da tartışma var, ama burada tartışma bilimsel objenin tanımı üzerinde değil bitkilerin mesela organik yapıları üzerinde ya da çeşitli tasnifleri konusunda odaklasıyor. Bu toplumun fiziksel ve de aradan zaman geçtikçe daha iyi tespit edilebileceğimiz Şekilde, sosyolojik anlamda da sarsan 17 Ağustos 1999 depreminden sonra bunu gördük.
Yer bilimcilerin ve jeofizikçilerin bilimsel objeleri, örneğin depremlerin Fay hareketlerinden kaynaklandığı, bir fayın ne olduğu ya da ne olmadığı konusunda tanımsal çalışmalara girmediklerini müşahade ettik. Tartışmalar bilimsel objelerinin teşhisi ve tanıma konusunda değil, başka bir alanda cereyan ediyordu. Fayların aktif olup olmadığı, tek parçalı ya da birden çok parçalı olup olmadığı bir sonraki muhtemel depremin tarihi ve tahrip gücü hakkında anlaşmazlık vardı. Onları dinleyen TV seyircileri gerçi hepsinin bir araya gelip aynı yönünde beyanat vermelerinden şikayetçiydi. Çünkü ekran karşısındaki izleyiciler, bilimsel faaliyetin ve bilimde gerçeği aramanın tartışma ve eleştiri zemini üzerinde temellidiğini bilmiyorlardı. Elbette bilmek zorunda da değillerdi. Bilimsel olarak imkansızı, tek beşi aşmaz bir doğulunun açıklanmasını istiyorlardı. Ama biz yine siyaset konusuna dönelim ve sorularımıza dönelim. Toplumsal hayatta cereyan eden sayısız olaylar arasında neyin siyaset olduğunu neyin olmadığını ayırt etmemizin, yani herhangi bir olayı bir siyasal olay olarak teşhir etmemizin yöntemi nedir? Siyaset kavramını tanımlama çabası belli başlı iki yönde süregelmiştir. Bir grup araştırmacı siyasetin devlet olgusuna ilişkin bir faaliyet alanı teşkil ettiğini ileri sürmüştür. Bu yorum Aristo‘nun siyaset bilimine miras bırakmış olduğu geleneksel anlayışın temelini oluşturmaktadır.
DEVLET İKTİDAR VE SİYASET
Aristo, Biliyoruz, insan oğlunun doğasını açıklamak için 10.01 Siyasal hayvan (zoon politikon) Olarak tarif etmişti. Ona göre Siyaset İnsan oğlunun doğasında olan toplumsallığının, Yani cinsleri ile iletişim kurma ihtiyacının ve yeteneğinin uzantısı olarak karşımıza çıkıyordu. Gerçi Toplumsallık bazı hayvan türlerinin de sahip oldukları bir özellikti. Hayvanlar aleminde de sürüler halinde birlikte yaşama hareket etme ilişki ve iletişim kurma örnekleri gözlemlenmiyor değildi, Ama hiçbir hayvan türünün geliştirdiği iletişim sisteminin Siyasal düzeyde bir örgütlenmesi, Siyasal nitelikli bir ilişkiler sistemi kurması varit değildi.
DEVLET-İKTİDAR-VE-SİYASET
Oysaki Siyasallık sadece insanlara özgü bir özellikti ama yine de Aristo tüm insanların Siyasal bir toplum oluşturmadıkları ya da oluşturma istidadına sahip olmadıkları kanaatini taşıyordu. Bazıları topluluklar halinde yaşıyordu, ama bu topluluklar henüz siyaset öncesi bir düzen aşamasında oluşan topluluklardır. Bu topluluklar, Atinanın halkı gibi bir Siyasal toplumu insan oğlunun doğallığının en üst düzey bir sonucu olan ve dolayısı ile ona en çok yakışan Siyasal düzeyde bir örgütlenmeyi, polisi oluşturamamışlardı. O gerçekten de, Aristo‘nun Bu konudaki değerlendirmesi kesindir. O site – Devletin (Polis’in) Doğanın yarattığı bir şey olduğu, insan oğlunun da doğası gereği Siyasal bir hayvan olduğu aşikar bir gerçektir diyordu. Gerçi insanlar polisin dışında da Siyasal nitelikte olmayan bazı örgütlenmeleri gerçekleştirmişlerdi. Ama Aristo biliyoruz, polisi (yani devleti) En önemli iki yerde, toplumsal gruplaşmaların tümünü, örneğin aileyi ya da cemaat biçiminde örgütlenmiş insan gruplarının tümünü sinesinde barındıran, siyaset üzerinde temellenmesinden ve siyaset üretmesinden dolayı da hepsini içeren en üstün topluluk olarak tanımlıyordu. Siyaset düşünme tarihi bize gösteriyor ki, bu tanım uzun yüzyıllar boyunca çok büyük rağbet görecektir.
27.02.2023
M.Yasir ÖZEN
TÜRKİYEDE SİYASET SOSYOLOJİSİ

TÜRKİYE’DE SİYASET SOSYOLOJİSİ

Siyaset sosyolojisi, genel sosyolojinin bir alt dalı. Tıpkı şehir sosyolojisi, inanç sosyolojisi, aile sosyolojisi ya da iktisat sosyolojisi gibi. İsminden de anlaşılacağı üzere siyaset sosyolojisinin inceleme alanı toplumda meydana gelen Siyasal gelişme ve süreçlerle alakalı. Ama bilinmelidir ki, Siyaset sosyolojisinin yanı sıra Siyaset bilimi nde Siyasal olgusu üzerinde odaklanmış bir bilim dalıdır. Gerçekte siyaset her iki bilim dalının da ortak bilimsel objesi. Ne var ki bu saptamayı yapmış olmak yeterince aydınlatıcı değil. Siyaset bilimi ile siyaset sosyolojisinin aynı bilimsel objeye odaklanmış olmaları bizi ister istemez bazı sorulara yanıt aramaya davet ediyor. Siyaset bilimi ile siyaset sosyolojisi gerçekte aynı bilim dalını ifade eden ve esasında eş anlamlı olan iki değişik sözcükten mi ibarettir? Aralarında teşhis Edebileceğimiz hiçbir fark yok mudur? Varsa bu farklılık nereden kaynaklanmaktadır?

Siyaset sosyolojisi ile siyaset bilimi arasındaki temel farkın siyaset sosyolojisinin siyaset biliminin aksine siyaset olgusunun toplum içinde var olan diğer olgulardan tecrit ederek ele almayan bir Bilim olduğunu söyleyebiliriz. Önde gelen amacı siyaset ile toplum arasındaki ilişkileri incelemek olan siyaset sosyolojisinin Siyaseti toplumdan soyutlaşmış bir olgu olarak ele alınması beklenemez. Lakin, siyasetin bir toplumsal olgu olarak kabul edilmiş olması, siyaset sosyolojisinin de genel sosyolojinin temel yaklaşımları ve yönetimleri Çerçevesinde ele alınması gerekiyor.
Siyaset bilimi öncelikle parlamento Siyasal Rejimler seçimler ve tabii ki devlet gibi siyasetin kurumsallaşmış öğelerini incelerken, siyaset sosyolojisi bu tür kurumların yer aldığı toplumun yapısal, kültürel, vb Özgürlüğü ile Siyaseti ilişkilendirmeyi Öngörüyor. Siyaset sosyolojisinde vurgu, siyasetin ve siyasi kurumların toplumla Bağlaştırılması üzerinde odaklasıyor. Örneğin, her iki bilim dalının önde gelen objesi olan devlet incelemelerinde siyaset sosyolojisi devletin toplumla ilişkilerini öncelik veriyor. Topluma atfedilen bu öncelikten ötürüdür ki R.Bendix ve S.Lipset Gibi iki önde gelen bilim adamı siyaset sosyolojisinin “işe toplumla başladığını” Ve devletin toplumu değil toplumun devletin nasıl etkilediğini irdelediğinde belirtiyorlar.
Siyaset ile toplum arasındaki ilişkilerin Altını çizmesi bakımından isabetli ve dolayısıyla da yararlı olan bu tanımlamada belirli bir sıkıntıyla da karşılaşılmıyor değil. Çünkü bu tanımlama biçiminde siyaset sosyolojisinin bilimsel alanda sınırlayıcı bir yaklaşımın ifadelenişini De görüyoruz. Siyaset sosyolojisini Devlet ve toplum ilişkilerine adeta indirgeyen ve bu bilim dalını bir çeşit devlet merkezli bir analiz olarak Öneren bu sınırlayıcı yaklaşımın yerine Siyaseti bir toplumsal olgu olarak, toplumda varolan diğer olgular ve kurumların ışığı altında ve onlarla bağlantılarını tespit ederek ortaya çıkaran Daha geniş kapsamlı bir yaklaşım da göz önünde tutmak gerekir. Bu durumda, yukarıda da belirttiğimiz gibi, siyaset sosyolojisinin öncelikle siyaset ile toplum arasındaki etkileşimleri inceleyen bir bilim olduğu görüşünün yeğ Tutmak mümkündür. Bu nispeten daha “toplum merkezli” Görüşün uzantısında, siyaset sosyolojisinin bir toplum tarafından Siyasal olarak kabul edilen ve genel olarak Böyle nitelendirilen her olguyu kapsamına aldığı gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Ne var ki bu yaklaşımı benimsediğimiz andan itibaren de karşımıza hangi olguları ya da olayları Siyasal nitelikli olarak değerlendirdiğimiz sorunu çıkmaktadır.
Bu konuda vereceğimiz bir iki örnek, Bir toplumun günlük ya da uzun vadeli yaşamında olay ya da meselelerin Siyasal nitelikli olduğunu kolayca tespit etmemize yardımcı olabilir. Bir çok başka ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de cumhurbaşkanlarının yeni yılın başında eski deyimle bir resmi kabul ya da alafranga değişle bir resepsiyon tertiplemeleri gelenek haline gelmiştir. Ama olay, devletin en üst makamının düzenlediği bir toplantı olmaktan çıkıp devletlilerin bir gösterisi haline de gelmektedir. Bu gösteri iki düzeyde meydana gelen bir gösterilir. Birincisi, davetlilerin birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri TV ekranlarından halka karşı sergilenen gösteri, cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde sahnelenen bu gösteride konuklar resmi hiyerarşideki konumlarına ve sosyal statülerine göre bir araya getirilerek yer almaktadırlar. Askeri ekran, anayasal kurumların üyeleri yabancı ülkelerin büyükelçileri, meclis başkanı, bakanlar, iş dünyasının patronları, medya yöneticileri ve ileri gelen köşe yazarları, “devlet sanatçısı” Ünvanını kazanabilmiş olanlar ve protokole dahil edilen diğer zevat düzenlenen koreografinin, sahne sanatının aktörleridir. Böyle bir gösteri gösteri için ön planda olduğu törende sohbetlerin ya da atılan nutukların alışılagelmiş konular ve tekrarlara Bezdirici sözler çerçevesinde cereyan ettiğine de şüphe yoktur.
Yine de cumhurbaşkanının cumhuriyetimizin bir hukuk devleti olduğunu ifade ederken ya da gelir dağılımının fakir, zengin arasındaki uçurumu tahammül edilemez hale getirildiğini söylerken ses tonunu, kullandığı sözcüklerin nüansları, genelkurmay başkanının, etrafını saran konuk gazetecilere ülkenin AB’ye girmesinin Stratejik bir tercih olduğunu söylemesi ya da maliye bakanının vergi politikasını anlatırken çekingen bir tavır takınması, onları dinleyen konuklar tarafından ülkenin siyasetinde bir şeyler olduğunu, bir takım yeni dengelerin kurulmaya çalışıldığı İzlenimini de doğra bilmektedir. O kadar ki, bu konuşmaların içeriği, resepsiyonda kimin kiminle samimi davranıp davranmadığını, çözülmesi gereken bir şifre gibi ele alınıp gazetelerimizin siyaset sayfalarında günlerce anlatılmakta ve pek önemli Siyasal analizler olarak köşe yazarlarını ( ve okurlarını) Meşgul etmektedir. Demek oluyor ki, görünürde ekabiri Bir araya getiren olağan ve biraz da ister istemez “sosyetik” Bir davetten öteye gitmeyen resepsiyonlar gerçekte Siyasal bir olayın ta kendisidir. Zira, konutların resmi görevleri, devlet protokolü uyarınca onların arasında yapılan tanzim ve tertip boşluk Başbakan’ın falanca koalisyon ortağına ya da parti genel başkanına mesafeli davranması, cumhurbaşkanının yorgun ya da zinde gözükmesi gibi ayrıntılar da siyaset nitelikli. Burada söz konusu olan, statüleri az çok eşit olan insanların bir araya getirilmesi, aralarındaki sosyal ilişki, muhabbet veya soğukluk değil. Kimin kiminle yakın oluşundan ya da kimin kime Uzak durduğundan çıkarılan sonuçlar, yani yapılan yorumlar siyasete ilişkin Yeni dengelerin ya da yeni siyaset biçimlerinin işareti ve ön habercisi olarak kabul edilmektedir. Her toplum için geçerli olan bu tür tespitler ve analizler Türkiye’nin son yıllarda gittikçe artan ölçüde ve hayli abartılı bir biçimde ön plana çıkmaktadır.
Bazı siyasetçilerin ve ileri gelenlerin eşlerinin başlarının Ölçülü olması, gerçekte rutin bir sosyal etkinlik olması gereken davetlerin adeta Siyasal açıdan en kayda değer ve belirleyici bir hadiseymiş gibi kimin katıldığı, kimin katılmadığı, hangi Bey’in başı “türbanlı” eşiyle geldiği ya da gelmediği konuşulan kilitlenmiş gibi gözükmektedir verilen davetin eşli mi eşsiz mi olacağı davetten çok önce tartışılmakta, ve heyecan yaratmaktadır. Bu konu Türk siyasi hayatının sadece önemli değil, neredeyse bir numarada belirleyicisiymiş gibi bir anlam taşımakta ve gazetelerde günlerce süren hepimizin bildiği yazı ve yorumlara malzeme olmaktadır. Laiklik gibi hukuki boyutu bir yana, hiç şüphe yok ki, Siyasal bir anlamda taşıyan bir ilke bu tür davetler çerçevesinde değerlendirilemeye çalışılmaktadır. Resepsiyonlarda ortaya çıkan kadın misafirlerin görüntüsünden hareketle Türkiye’deki Siyasal durum hakkında Öngörülerde bulunmaktadır.
Yine ilk bakışta sadece sanatla ilgili bir etkinlik olamadığı bir Siyasal anlam taşıyan bir başka olayda örnek olarak göstermek mümkün. Ülkenin başkenti nde 1997 yılında icra edilen bir batı klasik müziği konseri, Bir Siyasal arenaya dönüşmüş ve Türkiye ile hatta siyasetle yakından uzaktan ilgisi bulunmayan bir besteci olan Beethoven, Türk toplumunda umulmadık bir Siyasal mesaj taşıyıcısı olabilmiştir. Daha sonra anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Refah Partisi’nin koalisyon üyesi olduğu bu dönemde çeşitli siyasi odaklar ve sivil toplum kuruluşları Laikliğin tehlike altında olduğuna dair görüş birliği içindeydiler. İşte tam bu sırada zamanın cumhurbaşkanının da katıldığı, Ankara’daki konser, bir müzik şöleni olmaktan çıkmış Siyasal nitelikli tezahürata dönüşü vermiştir. Olağan dışı bir kalabalığın toplandığını hıncahınç dolu konser salonunda insanların “Türkiye laiktir laik kalacak” Diye haykırmaya başlamalarının yanı sıra, cumhurbaşkanı dinleyicilere “içten çağdaş Türkiye” Diye seslenmiştir. Demekki alışılmadık olay, görünürde alelade Bir konserin dahil bazı durumlarda siyasetin sergilediği bir faaliyete nasıl dönüşebildiğini Ve Siyasal bir olay olarak nitelendirilebileceğini bize göstermektedir.
25.02.2023
M.Yasir ÖZEN
TÜRKLERDE OLMASI GEREKEN İSLAMİ İNANÇ SİSTEMİ

TÜRKLERDE OLMASI GEREKEN İSLAMİ İNANÇ SİSTEMİ

İnsan kaynat düzeni için konulan konularla, kendi benliğine hükmeden ve mecburi olarak boyunediği konuları kavramaktan aciz olduğu için, insan ile kaynat, iç benliği ile dış (Görünür) hayatı arasındaki uyumu, uzlaşmayı ve düzeni sağlayacak mükemmel bir hayat düzeni tespit etmesi ve uygulanabilir hale getirmesi imkansızdır. Böyle bir fonksiyonu icra etme hakkı, yalnız ol kainatın ve insanı yaratan, her konuda onları sevk ve idare etme gücüne sahip olan yüce yaratıcınındır. İnsanla Kainat, insanla, kendi içsel ve dışsal yaşamı arasındaki kurulması gereken bu uyumu sağlayabilmek için ALLAH’ın koyduğu konuların uygulanması kaçınılmazdır. Ancak bu uygulama eylemi, İslam’ın inanç sistemine mutabık olmalıdır. İslam’ın birey ve toplum hayatında etkinlik kazanması ancak insanların ihlasla tek Allah’a kulluk etmeleri ve kulun nasıl yapılacağına Dair kesin bilgileri Allah Resulünden olmaları ile mümkündür. Bir başka deyimle tam teslimiyet ve harici sistemleri reddetme öğretisinin yaşama geçirilmesi ile mümkünleşebilir.

TÜRKLERDE OLMASI GEREKEN İSLAMİ İNANÇ SİSTEMİ

İnsan hayatı ile kainatı idare eden yasalar arasında sağlanacak uyum, insan hayatını her türlü fesattan kurtaracağı gibi, insanlık için yararlı olan her şeyi sağlayacaktır. Bu uyum sayesinde insanlar, her şeyden önce kendileriyle barışık yaşarlar. İnsanın kainat düzeni ile mutabakat içerisinde olması meselesine gelince bu insanların hareket ve davranışlarının, kainat hareketleri ile uyum içerisinde olması, insanların yönelimi ile kainatın Yöneliminin örtüşmesi ile mümkün olur. İnsanların kendileri İle barışık yaşamaları ise, iradeleri ile yaptıkları hareket ve davranışların, Fesada uğramamış saf fıtratları ile örtüşmesi ile gerçekleşir. Bunun gerçekleşmesi halinde insanın yapısı ile fıtri yapısı arasında herhangi bir çatışma veya çelişme meydana gelmez. Çünkü Allah‘ın koyduğu Şeriat, insanın içsel yapısı ile Dışsal yapısının, içsel Hareketleri ile dışsal hareketlerinin arasını telif eder. Kolaylık ve barış içerisinde hareket etmelerini sağlar. Bu telif ve düzenleme insanlar arası ilişkilerde ve insanların genel aktivitelerinde de başka bir telifi, Başka bir düzenlemeyi meydana getirir. Böyle bir durumda insanlar kainat sisteminin uyumlu bir parçası haline gelerek kendileri ile kainat arasında yüce Allah‘ın koyduğu ortak yönteme uygun davranırlar. Yani kainatla da tam bir barış içerisinde yaşarlar. Bundan başka Allah‘ın şeriatı sayesinde kainatın kendisinden gizli olan sırlarını da kolay yoldan keşfeden insan, orada saklı olan hazineleri ortaya çıkarıp insanlığın yararına sunabilir. Bu imkanlarla kainat arasında herhangi bir çatışmaya meydan vermeyen insanlığın ortak çıkarları için Kullanılmalarını sağlar.
TÜRKLERDE OLMASI GEREKEN İSLAMİ İNANÇ SİSTEMİ
Bazı şer fikirli insanların Allah’ın nizami yerine ortaya koydukları değerler, insanlığın hevasıdır. Kutsal kitabımız Kur’an böyleleri hakkında şu açıklamayı yapar. Eğer hak onların istediklerine uyusaydı, gökler ve yer içindekiler Fesada uğrardı. ( Müminun,23/72) Bu nedenle, İslami bakış açısı, İslam’ın dayanağı olan “Hak” İle göklerin ve yerin dayanağı olan “Hak” kavramlarını birleştirerek dünya ve ahiret işlerini, bu yeni kavram muvacehesinde düzerler. Çünkü Allah insanları bu ölçüye göre hesaba çekecek, ona uygun hareket edeni ödüllendirecek, ona tecavüz edeni cezalandıracaktır. Çünkü o Parçalanması imkansız bütünsel bir kavramdır. Her halükarda Allah’ın bu varlık alemi için dilediği kavmi Bir sistemidir. Yasalar manzumesidir. Canlı cansız tüm alem o sisteme boyun eğmek Ve onu değişmeyen bir ilke olarak kabul etmek zorundadır. Konu ile alakalı kuran şu açıklamayı yapmakta;
And olsun, size içinde şanlı ve şerefiniz olan bir kitap indirdik. Akletmiyormusunuz? “ Halkı zalim olan nice kenti kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka bir topluluk getirdik”
“ Azabımızı hissettiklerinde, derhal ondan kaçmak için binek hayvanlarını Mahmuzluyorlardı”
“ Boşuna kaçmayın bol bol verilip içinde Şımartıldığınız nimetlere ve Yurtlarınıza dönün; Çünkü sorgulanacaksınız. Eyvah bize derler gerçekten biz zalimlermişiz. Bu mırıldanmaları sürüp giderken biz onları biçilmiş ekin gibi yaptık; Sunup gittiler”
“ Biz göğü, Yeri ve bunların arasında bulunanları eğlence olsun diye yaratmadık”
“ Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, kendi katımızdan bir eğlence edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık”
“Hayır biz hakkı batılın üzerine atarız da o, onun beynini parçalar, derhal batılın canı çıkar. Allah’a yaklaştırdığınız niteliklerden ötürü vay sizin halinize!“
“ Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur. Onun yanında bulunanlar, ona kulluk etmekten dolayı kibirlenmez ve usanmazlar”
İnsan fıtratı, çünkü fıtratının yapısal özelliği, onu çevreleyen kainat sisteminin oluş, özellikleri benliğine, Bu varlık âleminin hakka dayandığını,
“Hak” Üzere kurulduğunu, bu konuda “ Hakkın temel olduğunu ilham eder. O “Hak” İlahi düzenleme temeli üzerine yerleştirilmiştir. Kesinlikle sarsılmaz, değişik yollara ayrılmaz, işlevi değişmez, birbiri ile çelişir nede çatışır; Geçici raslantılar, yoldan çıkmış Kaçamaklar, değişken tutkular ve istemlerini uygun biçimde yürümez. Ölçüleri önceden belirlenmiş sağlam ve son derece incelikli bir düzen içerisinde seyreder. Bu yüzden insan ile benliğinin derinliklerinde saklı “Hak” arasında, hevasının etkisi ile bir ters düşme, bir ayrılık baş gösterdiğinde, insanla fıtratı arasında çelişme ve çatışma meydana gelir. Böylesi bir çelişme ve çatışma, ancak insanoğlu, hayatını Allah‘ın şeriatına değil, kendi hevasına dayalı, yaşama biçimine Dayandırdığında, yaratıcısına kayıtsız şartsız bağlı olan su kaynat gibi Allah’ına teslim olmadığı zaman söz konusu olur.
Bu ayrılığa ve çatışmaya düşme vakiasının Bir benzeri fertler cemaatler, Ümmetler ve kuşaklar arasında meydana gelebileceği gibi, insanlık ile onu çevreleyen kainat arasında da meydana gelir. Bu durumda kainat sistemine bağlı güçleri, hazineleri, insan oğlunun huzuruna ve Medenileşmesine vesile olur. Bu takdirde Allahın kanunu yeryüzüne yerleştirmenin görünürdeki belli başlı hedefi salt ahiret için çalışmak, hazırlanmak için olmaz. Çünkü dünya ve ahiret insan hayatı için birbirini bütünleyen iki aşamadır. Allahın Kanunları insan hayatında bu iki aşamanın arasını ulaştırır; İnsan hayatı ile kainat düzeni için Allah’ın koyduğu düzenin arasını bağdaştırır. Cihansümul İlahi düzen ile uzlaşmak, insan oğlunun mutlu olmasını ahirete  bırakmaz. Aksine mutluluğa erme meselesini ilk aşamada yani dünyada gerçekleştirilebilecek bir olgu olarak kabul eder. Ahirette ise insanın bu mutluluğunu zirveye ulaştırır.
İslam düşüncesinin ( veya dünya görüşünün) Kainat ve bu kainatın gölgesinde yaşamını sürdüren insan varlığı hakkındaki temel kanaati Ve tutumu böyledir. Bu fikri temel, Özü itibari ile insanlığın tanıdığı Diğer dünya görüşlerinden farklıdır. Bu nedenle İslami dünya görüşü başka sosyal düzen verin, ideolojilerin Hiç birisinin dayanmadığı özgün gereklilikler temeline dayanır.
09.11.2022
M.Yasir ÖZEN
Deprem felaketi

04:17 Felaketi

85 milyonun yüreğini yakan asrın felaketi ni yaşamaktayız 2 dakika da yok olan hayatlar dümdüz olan şehirler mucize kurtuluşlara tarifi olmayan acılara bir millet olarak yardımlaşmaya aynı zamanda büyük dersler çıkarmamız gereken en küçüğümüzden büyüğüne kadar şapkasını önüne koyup hayatı, kendini sorguladığı zamanları yaşamaktayız ve tanıklık etmekteyiz.
Sahadaki acıların zorlukların aksaklıkların imkansızlıkların her ne kadar tarifi olmasa da yaşıyor mus gibi hissederek yüreklerimizde sızısını yaşamaktayız. Devletimiz ve milletimiz elele vererek bu enkaz hayatları tamir edecek kimisini tamir etmeye çalışacak ama izi hep kalacak şu zamanda kurtarma çalışmalarından tutun barınma, sağlık, gıda, yaşamsal tüm ihtiyaçlara ilgili eksikliklerini hayatları fedakarlıkları insanlığımı vicdanımı kaybetmiş davranışlarda bulunanları ülkemizin tüm yayın kuruluşlarında sosyal medyada, tüm platformlarda dize getirebilmektedir. Ben daha çok bundan sonrasıyla ilgili konulara değinmek istiyorum millet ve devlet olarak kendimizi sorgulamamızın bunun da somut olarak değişimlere dönüşmesi gerekmektedir şarttır.
Deprem felaketi
Bizler kadere iman etmiş bu imanla şereflendirilmiş bir milletiz bu iman gücüyle Allah celle celalühu buyurduğu üzere yeryüzünün inşası İçin halifesi olan insan doğru şekilde biz Müslüman bu Millet haddi aşmadan tüm tedbirleri alarak tevekkülü Allah diyerek inşa edersek milletçe kaderimizde olan bu imtihanları daha az hasarlarla çok iyi dersler çıkararak geçirebiliriz. Bununda en önemli ilk adımı Üstad necip Fazılın İdeolocya örgüsünden ana hatlarıyla ortaya koyduğu İslam inkılâbının gerçekleştirmek bu şuuru oluşturmaktır bunuda en ücra köylerden başlayarak metropollerimizdeki en ücra mahallelere kadar tüm nesilleri eğiterek başlamak gerekmektedir o zaman ilim de, bilimde tam anlamıyla idrak etmiş ruh derinliğine ulaşmış bir toplum oluşturmak lazım. Toplumun tüm sınıfları bu inkilap doğrultusunda. Bir millet olma şuuru oluşturuldu mu başarıdan söz edilebilir.
O zaman biz Japonların, Amerikalıların, Avrupalıların başarılarından tekniklerinden değilde onlar bizim ilmimizle bilmemizle geliştirdiğimiz tekniklerimizi başarılarımızı konuşurlar. Felaketin ilk gününden belli yabancı milletlerin depremle ilgili geliştirdiği tekniklerden bahsedilmekte özellikle japon halkının başarıları öne çıkarılmakta, halen bu kadar başarılılar diye kimse tam anlamıyla sorgulamakta Materyalist Olarak madde odaklı bakışla yorumlanmaktadır.
Deprem felaketi
İşin aslıysa işi ehline verip tam anlamda inanmış ruh derinliğine ulaşmış disiplinli bir şekilde idrakleri doğrultusunda millet olmaları başarıyı Getirmektedir. İlimde bilimde bahçeden Allah cc dir. Biz Müslüman alemi tam anlamıyla şuurlu İslam inkılâbının Ruhi derinliğine erişmiş nesillerle başarıya varabiliriz aksi takdirde devletimizin ve milletimizin tüm çabalarıyla ekonomik anlamla tüm SORUNLAR çözülse de yeniden konutlar inşa edilerek kentler ekonomik olarak ihya edilip ayağa kaldırılarak Metropolleştirseler bile nesiller boyunca ilimde bilimde tam anlamıyla kavrayamamış başka milletleri taklit ederek yerimizde sayıklayarak kalırız.
Her ne kadar yaralarımız acılarımız çok taze iken bile felaketin ilk gününden beri tüm yayın kuruluşlarında imar izinleri müteahhitlerin uygun olmayan malzemeler kullanmaları yerel yönetimlerden merkezi yönetime kadar yapılmayan denetimler mevzuat dışı izinler vs vs. Bir çok eleştiriler tesisler dile getirilmekte ki daha çok çok uzun süre bu konular konuşulacak ama asıl işin Özü liyâkatli Ehl olmayan kişilerin hak etmediği yerlere getirip manevi Ruhi derinliğe erişememiş eğitilmemiş nefsine Esir olmuş günlük çıkar peşindeki kişilerin iş görme ve karar merciilerinden görevlendirilmeleridir.
Deprem felaketi
Topyekün ülke olarak kaideleri kurallar ilimle bilimle belirlenmiş İslam inkılâbının doğrultusunda düzen inşa etmedik mi bu felaket unutulup yaralar kabuk bağlar da mı hiçbir şeyi idrak edemeyerek aynı çarpık düzen devam eder, daha önceki felak etlerde değişmediği gibi örneğin elazığ, Van, İzmir, Marmara Ve çeşitli tüm felaketlerdeki gibi. Siyasi rantlar bol sıfırlı dövizli ihaleler ne hakka ve halka hizmet etme yerler (HAŞA) cennetten bir köşe vaatlerinle sayılmaya çalışılan sırf günlük dünyevi menfaatleri için haddi açtıkları brand çarkı devam eder. Son olarak milletçe yaşamış olduğumuz bu felak ette ki imtihanımız da yaşanan Allah cc tarafından bahsedilen mucize diye adlandırabileceğiniz bir çok kurtuluş hadiseleri vardır en Kazlardan kurtarılan kişilerin özellikle çocukların yaşamış oldukları hadiseleri anlattıklarında tarifi mümkün olmayan kelimelerin Kifayetsiz kaldığı duyguları Yaşamışızdır. Yaşıyoruz da bu kişilerle Röportaj yapılarak bölgeselleştirilip gelecek nesillerimizde oluşması gereken ruhçuluğun sağlanması için eğitim amaçlı kullanılmalıdır. Çağımızın robotlaşmış beyni yıkanmış varoluş amacını kavrayamamış olanı da yitirmiş batıl tarafından materyalist anlayışıyla kuşatılmış küllerinden dolmayı bekleyen milletimizin Ruhi Buhranına bir nebze de olsa ilaç olacaktır.
06.2.2023 tarihi 04.10 7 saat tarihinin yeniden dirilişimizin miladı olması dileklerimizle.
Hakkı rahmetine kavuşan ahrette göçen ümmeti Muhammete Allah’tan rahmet diler acılı ailelerine baş sağlığı sabırlar, yaralılara acil şifalar dilerim.
“Geçmiş olsun güzel yurdumun güzel insanları”
EMRAH SAĞLIK
error: İçerik korunuyor !!!