Büyük Doğu

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ) Musab Yasir Özen

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ)

Musab Yasir Özen

Anlaşılırlık
Biz insanlara, amacımız apaçık sunmayı, sistemimizi gözlerinin önüne sermeyi ve onları güneşten daha parlak, sabahın beyazlığından daha açık, gündüzlerin aydınlığından daha aydınlık olan davamıza açıkça ve mertçe davet etmeyi severiz.

Masumluk
Yine aynı şekilde milletimizin bütün müslümanlar’ın Büyük Doğu” davasının masum ve saf bir dava olduğunu bilmelerini isteriz. Davamızın saffiyeti öylesine berraklaşmıştır ki, davetçilerimiz şahsi arzularını aşmış, maddi menfaatleri değersiz görerek bırakmış, arzu ve heveslerini arkasına atmış. Hak Tebareke ve Teala’nın davetçileri için belirlediği yolda ilerlemeye başlamışlardır.

De ki, bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar apaçık bir şekilde insanları ALLAH’a davet ederiz. O ALLAH ne yücedir. Ben asla O’na şirk koşanlardan olamam. (Yusuf, 108)

Biz insanlardan bir şey istemiyoruz. Bize mal vermelerini şart koşmuyoruz, mükafat da beklemiyoruz. Onların bizi övmelerini beklemiyoruz. Ne bir karşılık ne de bir teşekkür umuyoruz.

Karşılıksız Sevgi
Yine milletimizin bilmesini isteriz ki onlar bizlere kendi nefsimizden daha sevimlidirler. Bilinmelidir ki bu insanlar feda edilecek bir şeyleri varsa onu bu ümmetin izzeti için feda etmeye can atanlar, eğer bir mal varlıkları varsa onu bu milletin varlığı, saygınlığı, dini ve amaçları için sarf etmeyi arzularlar. Bizi bu konuma getiren şey kalplerimizi saran, hislerimize hakim olan sevgimiz, uykularımızı kaçıran ve gözlerimizden kan yaşları akıtan endişemizdir. Milletimizi bu halde gördükten sonra yine tembelliğe devam etmemiz, gevşekliğe ve ümitsizliğe boyun eğmemiz bizim için asla mümkün değildir. Biz kendi nefsimiz için çalıştığımızdan çok ALLAH yolunda insanlar için çalışıyoruz. Bizlerin varlığı türküm ve Müslümanım diyenler içindir.

“Üstünlük Ve Başarı Yalnızca ALLAH’ındır.”

Biz, hiçbir şeyi kendi başarımız olarak görmüyor, kendimizde bir üstünlük hissetmiyoruz. Biz sadece ALLAH‘ın şu sözüne iman ediyoruz.

“Aksine, sizi hidayete erdirmek suretiyle en büyük işi ALLAH yapmıştır. Eğer doğrulardansanız.” (Hucurat, 17)

Eğer dilediğimiz fayda verirse, dileriz ki ALLAH ümmetimizin kalplerini açsın da görsün ve işitsinler, baksınlar ki acaba “Büyük Doğu İdeolocyası na samimi olarak gönül vermişlerdi, milletin ıslahı için gayret göstermekten başka hiçbir his var mı? Biz de içine düştükleri bu hale üzülmemizden başka bir şey bulabilecekler mi? Fakat bize ALLAH yeter. O bunların hepsini biliyor. Bizi hak yoldan ayırmamak için onun kefaleti yeterlidir. Kalplerimizin bağları ve anahtarları onun elindedir.

ALLAH kimi hidayete erdirirse o artık sapmaz. Kimi de saptırırsa o artık doğru yolu bulamaz” (Zumer, 36-37)

“ O, bize kafidir, o ne güzel yardımcıdır.”

“ALLAH , kuluna yeterli değil midir? “ (Zumer, 36)

Büyük Doğu’nun İstediği Dört Sınıf

İnsanlardan istediğimiz yegane şey karşımızda şu dört sınıftan biri olmalıdır.

Salih Mirzabeyoğlu

1. İnananlar

Büyük Doğu” davasına inanan, sözümüzü doğrulayan ve prensiplerimizi beğenen, onda bir hayır gören, kalben tatmin olan ve faydasına inanan kişi. Biz bu kişiyi derhal bize bağlanmaya ve bizimle beraber çalışmaya çağırıyoruz. Ki böylece mücahitlerin sayıları artsin ve davetlilerin sesleri yükseltsin. Çalışmaya katılmadıkça inanmanın hiçbir anlamı yoktur. Sahibini onu gerçekleştirmeye ve uğurun da fedakarlık yapmaya sevk etmeyen bir inancın da hiçbir faydası yoktur. Kalplerine ALLAH‘ın hidayetini yerleştirmesi ile hayırda öne geçen Sahabeler de böyle davranmış, peygamberlerine tabi olmuş, onun getirdiklerine iman etmiş, ve onun yolunda hakkıyla cihad etmişlerdi. Bu kişiler için ALLAH en güzel mükafatı verecektir. Onların sevabı tıpkı tabi oldukları kişinin sevabı gibi olacak ve asla ondan eksik kalmayacaktır. 

2. Tereddütler

Bu kişi, henüz, hakkı tespit edememiş, sözlerimizdeki samimiyeti ve faydayı anlamamış olan kişidir. O, henüz kararsız bir şekilde bocalamak ta’dır. Bu kişiyi tereddütle baş başa bırakır ve ona şöylece tavsiyede bulunuruz:

– Bizimle bol bol ilişki kur, uzaktan ve yakından faaliyetlerimizi takip et, kitaplarımızı oku, cemiyetlerimizi ziyaret et, kardeşlerimizle tanış, inşallah bundan sonra bizim hakkımızda senin kalbine güven gelecektir. Daha önce de peygamberlere uyanlar arasında evvela böyle tereddütlü şekilde davrananlar olmuştur.

3. Menfaatperestler

Kendisine bir menfaat kazandıracağından emin olmadıkça destek vermeyi istemeyen ve ancak bir ganimet karşılığı gayret gösteren kişilerdir. Onlara deriz ki:
– Kusura bakma. Bizim yanımızda, ancak samimi davrandığın takdirde ALLAH‘ın sana vereceği sevap ve hayırla davranışlara devam ettiğinde kazanabileceğin bir cennetten başka bir şey yoktur. Biz, şeref yönünden üstün mal yönünden ise fakir kimseleriz. Bizim işimiz, beraberimizdeki insanlar için fedakarlık etmek, elimizdeki bütün malımızı dağıtmaktır. Tek dileğimiz de en güzel dost ve yardımcı olan ALLAH‘ın rızasıdır. Eğer Allah’ü Teala onun kalbini hırsın baskısından kurtarırsa, ALLAH indinde olanın hayırlı ve ebedi olduğunu bilecek, bu dünyaya ait bütün varlığını, ALLAH‘ın ahirette vereceği sevaba nail olmak için feda etmek üzere ALLAH ordusuna katılacaktır.

“Sizin yanınızdaki şeyler tükenir, ALLAH’ın yanındakiler ise bakidir.” (Neml, 96)

Eğer bu kişi, uzak durur, nefsine, malına, dünyasında, ahiretin de, ölümünde ve yaşamında evvela ALLAH‘ın hakkı olduğunu kabullenmez ise hiç şüphesiz ALLAH ondan ve hakkı görmeyen her kişiden münezzehtir. Resulullah (S.a.v)’a biat ederken de onun vefatından sonra da kendilerine amirlik verilmesini isteyenler de aynen bunlar gibiydiler. Fakat Resulullah, onlara sadece şunu bildirmekle yetindi.

“Arz Allah’a aittir. Onu kullarından dilediğine verir. Akıbet müttakilerindir.” (Araf, 123)

4. Karşı Çıkanlar

Bunlar, bizim hakkımızda kötü düşünen, şüphe ve tereddütten kurtulamayan kimselerdir. Bunlar bize koyu siyah bir gözlükle bakanlar. Bizden şüpheyle ve dışlayarak söz ederler. Gurur da inat etmekten sakınmaz, şüpheleri gidermeye çalışmaz ve evhamlarıyla birlikte yaşarlar. Bu durumda ALLAH’ın ona ve bize hakkı hak gösterip ona tabi olmamızı, batılı batıl gösterip ondan sakınmamızı sağlamasını niyaz ederiz. Çünkü her şey onun elindedir, hidayete erdirmek de ona aittir. Eğer çağrıya kulak verenlerden ise onu davet eder, söz dinleyenlerden ise ona nasihat ederiz. Yegane ümit kaynağımız olan ALLAH’a onun hayrı için dua ederiz. ALLAH’u Teala bu insanların bir kısmı hakkında peygamberlerine şu ayeti kelimeyi indirmiştir.

“Sen sevdiklerini hidayete erdirmezsin, fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. “ (Kasas, 80)

Bu nedenle onları seveceğiz ve onların bize meyletmelerini, davamıza güven duymalarını temenni edeceğiz. Onlar hakkında efendimiz Muhammed Mustafa’nın bize bildirdiği şu sözü söylemekle yetineceğiz.

“Allah’ım kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar. “

Artık insanların bize karşı bu dört sınıftan biri olmayı tercih etmelerini diliyoruz. Artık müslümanların amaçlarını anlamalarının, yönlerini tayin etmelerinin ve bu yolda amaçlarına erinceye kadar çalışmalarının vakti çoktan geçmiştir. Bu şaşırtıcı gaflete, eğlenceli oyalanmalarla, aldatılmış kalplere, kör yönelişlere ve her konuşanın peşine takılmaya, stadyumları doldurup, Semt hoklabazları’na, akıllarını kiraya vermeye, uyuşturucu bataklıklarında çırpınmaya ve bu tip şeylere yer yoktur.

“Delikanlı hala ne diye oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın.“

Kendi Varlığından Vazgeçmek

Milletimizin bilmesini isteriz ki ancak her yönüyle uyum sağlamayı kabullenenler, canından, malından, vaktinden ve sıhhatinden sorumlu olduğu oranda fedakarlık yapabilirler bu davaya layık olabilirler.

“De ki; eğer, babalarınız, evlatlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretleriniz, kazandığınız mallarınız, kesat gitmesinden korktuğunuz alışverişiniz, ve hoşlanmadığınız evleriniz size Allah’tan, Resulü’nden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyiniz. Allah fasıklar kavmini hidayete erdirmez” (Tevbe, 24)

Büyük Doğu’nun daveti asla şirki kabullenmeyen bir davettir. Tevhid, onun karakteridir. Kim bu esası kabullenirse Büyük Doğu davasını yaşar ve yaşatır. Bu temel esası ihmal ederler ise mücahitlerin sevabından mahrum kalır, geride kalanlara denk olur ve oturanlarla beraber otururlar. O zaman ALLAH çağrısını başka bir kavme yöneltir.

“O, müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı şiddetlidir. Müminler, ALLAH yolunda cihad eder ve kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, ALLAH’ın dilediğine verdiği bir mükafattır. (Maide, 52)

Büyük Doğu Davasının Açıklığı

Biz insanları bir takım prensiplere davet ediyoruz. Bu prensipler, açık, belirli ve insanların bir çoğunu teslim olduğu İslam’ın prensipleridir. Bütün müslüman ülkeleri (Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Brunei Darüsselam, BurkinaFaso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suriye*, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkiye, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün, Yemen.) bu prensipleri tanır, gereğine iman eder ve bu prensiplerin mutluluk ve rahatlığı için yegane reçete olduğuna samimiyetle inanırlar. Bu prensipler, ebedi iyilik ve varlık âlemini ıslah edebileceğini bizzat tarihi tecrübelerince ispatladığı prensiplerdir.

Bu prensiplere iman etmek noktasında birleştikten sonra kavmimizle bizim aramızda kalan yegane fark onların imanı ; kalplerde uyuklayan, miskin ve tembel bir duygu olarak algılamalar, hükmünü uygulamayı ve gereğini yerine getirmeyi istemeleri, Büyük Doğu’cuların ise imanı, nefislerinde alevli ve canlı, kuvvetli ve uyarıcı bir şekilde kabullenmeleridir. Biz doğulularda söyle acayip bir psikolojik hal vardır; inandığımız şeyden bahsedilince öyle heyecanlanırız ki bizi gözetleyen insanlar bu inanç uğurun da başarıncaya dek dağları devireceğimizi, canimizi, malımızı feda edeceğimizi, her türlü zorluklara katlanacağımızı ve kahramanlıklar göstereceğimizi zannederler. Fakat sözün tesiri geçip topluluk dağılınca, imanımızı tamamen unutur ve fikrimizden uzaklaşırız. Bu yolda en basit bir mücadeleye gelişmeyi bile aklımıza getirmeyiz. Bu unutkanlık ve gaflet o derece büyür ki bazen fikrimizin tam zıddını kasten veya gayri ihtiyari isteriz. Fikir, amel veya düşünce adamlarından birisinin aynı günün iki yakın saatinden birinde inkarcılarla ikarcı, ötekisinde ise ibadet edenlerle beraber abid olduğunu görseniz şaşırarak gülmez misiniz? İşte bu gevşeklik, unutkanlık, gaflet ve uyuşukluk bizi, davamızı anlatmaya sevk etmiştir. Bu dava, sevgili milletimizin ana esaslarına zaten iman etmiş olduğu Büyük Doğu İslam Davasıdır.

Davalar, Davetçiler Ve Araçlar

Sözümüzün başına dönerek diyoruz ki, Büyük Doğu Davası, esaslı prensipleri olan bir davadır. Bugün doğuda ve batıda insanların akıllarını işgal eden ve kalplerini karıştıran ideolojiler, prensipler, fikirler, mezhepler, münakaşalar vardır. Bunlardan her birini öven taraftarları, yaymaya çalışan evlatları, aşıkları ve mürşitleri vardır. Onlar davalarının meziyet ve güzelliklerini anlatır, davalarını insanlara güzel, şaşaalı ve parlak bir şekilde sunmaya çalışırlar.

Günümüzdeki davetliler eskiye oranla özellikle batı’da daha iyi eğitilmiş, hazırlanmış ve donatılmış kişilerdir. Her fikir kendi karanlık yönlerini açıklayan, güzelliklerini ortaya seren, insanların kalplerine en kolay yoldan sızması ve onları tatmin etmesi için bütün reklam ve propaganda yollarını kullanan bir davetçi ordusuna sahiptir.

Davetçilerin kullandığı araçlara gelince bunlarda eskiye oranla son derece farklıdır. Eski davetliler ancak topluma söyleyebildikleri veya eserleri geçirebildikleri birkaç sözle davalarını anlatabilirlerdi. Şimdiyse yayın organları, dergiler, gazeteler, kitaplar, tiyatro ve filmler, radyo ve televizyon propaganda aracı olarak kullanılmakta, bu fikirlerinin kadın-erkek bütün insanların kalplerine, evlerine, ticarethanelerine, fabrikalarına ve tarlalarına ulaştırılması için bütün vesilelere başvurulmaktadır. Bu nedenle davetlilerin arzuladıkları amaca ulaşıncaya kadar bu araçların tamamını en güzel şekilde kullanmaları gerekmektedir. Bu açıklamaları neden yapıyoruz? Burada, ikinci kez geriye dönerek diyeceğim ki; dünya şu anda siyasi, milliyetçi, ırkçı, ekonomik, askeri ve barışcı ideolojilerin arasında sıkışıp kalmıştır. Büyük Doğu mensuplarının güttüğü bu kutsal davanın bu karmakarışık ortamda konumu nedir?

Büyük Doğu

Büyük Doğu Işığında İslam Anlayışımız

Büyük Doğu Davasını tüm yönleriyle ifade eden tek kelime İslam’dır. Bu kelimede insanların anladigi dar manalardan başka çok geniş manalar gizlidir. Biz inanıyoruz ki; İslam, hayatın bütün safhalarını düzenleyen, bütün problemlere çözüm yolu gösteren, her konuda en hassas hükümleri veren, hayati problemler karşısında eli kolu bağlı kalmayan ve insanların ıslah etmesi mümkün olan yegane nizam olarak çok geniş manalar içermektedir. Bazı insanların İslam’ı sadece, bazı ibadet biçimleri ve ruhi haller olarak dar bir alana sıkıştırmaları büyük bir hatadır. Onlar, islam hakkındaki bu dar anlayışları nedeniyle yaşamlarını ve iradelerini çok dar bir çerçeveye sıkıştırmışlardır. Fakat biz İslam‘dan bundan başka, dünya ve ahiret işlerini düzenleyen geniş ve derin bir anlam çıkarıyoruz. Biz bunu kendimiz iddia etmiyor veya uydurmuyoruz. Aksine bu bizim ALLAH‘ın kitabı olan ve ilk müslümanlar’ın yaşayış tarzlarından çıkardığımız bir sonuçtur. Bizle alakadar olanlar “Büyük Doğu Davası” olan İslam kelimesinin ifade ettiği en geniş manayı anlamak istiyorsa, nefsini, heva ve ön yargılarından arındırdıktan sonra Mushaf-ı Şerif-i eline alsın ve Kur’an ‘ ın ne demek olduğunu anlatsın. Bu takdirde Büyük Doğu Davası’nı kolaylıkla anlayacaktır. Evet davamız İslam davasıdır. Bu kelimenin ifade ettiği bütün özelliklere sahiptir. ALLAH’ın kitabı islamın esasları ve temelidir. Resulullah’ın sünneti kitaba dayanır. ve onu açıklar. Selefi Salih’in yaşam tarzları ise ALLAH‘ın emirlerine uymaları ve doğrudan doğruya Resul’ünün öğretisinden haberdar olmaları nedeniyle İslam’ın pratikteki öğretisidir.

ÇEŞİTLİ DAVALARA KARŞI BÜYÜK DOĞU TAVRI

Bu asırda insanların kalplerini ayıran fikirlerini karmakarışık eden davaları, davamızın terazisinde tartarız. Uygun düşenleri hoşlukla kabul eder, aykırı olanlardan ise uzak dururuz. Biz inanıyoruz ki davamız genel ve kapsamlı bir davadır. Hangi davada olursa olsun, hayırlı olan şeyleri asla dışlama, alır ve kabulleniriz.

1. Vatanseverlik

İnsanların bazen vatanseverlik, bazen de milliyetçilik davalarına sarıldıkları görülmektedir. Doğuda, özellikle doğulu milletlerin batılıların kendilerine yaptıkları kötülükleri, şereflerine, üstünlüklerine ve istiklallerine el uzattıklarını, mallarını aldıklarını ve kanlarını akıttıklarını görmelerinden sonra bu milletler batının içlerinde yaktığı bu ateşle tutuşmuşlar, vatanseverliği ihmali mümkün olmayan bir görev saymışlar, bütün güçlerini, gayretlerini ve imkanlarını harcayarak batının boyunduruğundan kurtulmaya koşmuşlardır. Liderlerin dilleri, gazetelerin sahifeleri, hatiplerin konferansları ve insanların sloganları vatanseverlik ve milliyetçiliğin önemini haykırmaya koyulmuştu. Bütün bunlar güzeldi. Fakat güzel olmayan şey doğulu müslümanlar’ın, bu fikirlerin Avrupalıların söylediklerinden ve yazdıklarından daha güzel, daha etraflı, daha hassas ve daha arınmış bir şekilde İslam’da ifadesini bulmasına rağmen İslam‘dan kaçınmaları, Avrupalıları kör bir şekilde taklide dalmaları ve İslam’la bu fikirlerin karşıt iki tarafı temsil ettiğini zannetmeleridir. Hatta, bazıları İslami düşüncenin milletin birliğini parçalayacağını ve gençler arasındaki bağları zayıflatacağını sanmışlardır. Bu hatalı kuruntu doğulu milletler için her yönden zararlı olmuştur. İşte bu yanlış kuruntu nedeniyle şimdi sizlere Büyük Doğu’nun vatanseverliğe yönelik bakışının ne olduğunu belirtmekte fayda var. Bu tavır Büyük Doğu’cuların kendilerinin kabul ettikleri ve insanlara yaymak için gayret gösterdikleri tavırdır.

a) Duygusal Vatanseverlik

Eğer vatanseverler davalarından bu toprakları sevmeyi, bağlanmayı, ona karşı arzulu olmayı ve vatana derin duygularla bağlanmayı kastediyorlarsa bu hem insan fıtratında bulunan hem de İslam tarafından emredilen bir husustur. İşte, her şeyini dini ve inancı uğruna feda eden Bilal (r.a) hicret yurdu Medine’de vatanı olan Mekke’ye ince ve hassas duygularıyla şöyle hitap ediyor:

“Mekke vadilerinde bir gece kalabilecek miyim?
Çevremdeki güzel otlar ve çiçekler arasında …
Bir gün meccane suyuna varabilecek miyim?
Same ve Tufeyl dağlarını görebilecek miyim?”

Yine Resulullah (S.a.v) şair Useyl’in Mekke’yi anlatışını dinlerken hasretle gözlerinden yaşlar akarak:

“-Dur ey Useyl dur ki kalplerimiz durulsun.” Demiştir.

b) Hürriyet ve Şeref Açısından Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikten vatanın işgalcilerin elinden kurtulmasını, istiklâlini kavuşturulmasını ve vatan evlatlarının kalbine hürriyet ve şeref duygularının yerleştirilmesi için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesini kastediyorlarsa bu husus da, biz onlarla müttefikiz. Bu konuda İslam son derece sert ve tavizsiz bir tavır takılmıştır;

“Şeref ALLAH içindir, Resulü içindir ve müminler içindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. “ (Münafikun, 8)

“Allah, kâfirlerin eline, müslümanların aleyhine bir fırsat vermeyecektir. (Nisa, 141)

c) Sosyal Açıdan Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikle aynı ülkenin insanları, arasındaki bağların kuvvetlendirilmesini, fertlerin faydaları gereği olan bu bağı kuvvetlendirmek için aydınlatılmalarını kastediyorlarsa bu hususta da aynı şekilde onları destekleriz. Bunu bizzat gerekli bir vecibe olarak görmüş ve İslam peygamberleri şöyle buyurmuştur :

“Ey ALLAH’ın kulları, kardeşler olunur.” Kur’an ise şöyle demektedir:
“ Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyiniz. Onlar sizi helak etmek isterler, sizin sıkıntıya düşmenizi dilerler. Kinleri ağızlarına, dökülmüştür. Kalplerinde gizledikleri ise daha fazladır. Bu ayetleri size açıkladık, umulur ki akıl erdirirsiniz.” (Ali İmran, 13)

d) Fetihçi Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten, ülkelerin feth edilmesini ve dünyada üstünlük kurulmasını kastediyorlarsa zaten İslam’ın farz kıldığı ve fetihlerin en mübarek ve en faziletlisine teşvik ettiği yol budur. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurmuştur :

“Yeryüzünde hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın “ (Bakara, 193)

e) Bölücü Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten maksat, milletimizi çeşitli gruplara ayırıp aralarına çekişme, kin, iftira düşürmek, birbirlerine sövüp itham ederek tuzaklar kurmalarını sağlamak, şahsi menfaatleri için kurulan partilere sımsıkı bağlanan taraflar haline getirmekse bu anlayış, toplumdaki ateşi alevlendirmekten ve onları Haktan ayırıp batıla bağlamaktan başka bir iş göremez. Bu anlayış, insanların birbirleri arasındaki bağları koparır, birbirleriyle yardımlaşmalarını Önler. Onların çekişme ve iftiralar ile uğraşmasını sağlar. Bu tip bir vatanseverliğin ne insanlara ne de davetlilere bir faydası vardır. İşte gördüğünüz gibi biz de vatanseveriz. Fakat biz ancak vatanımız ve milletimiz için hayırlı olan yönleri kabulleniyoruz. Yine gördüğünüz gibi uzun uzun anlattığımız bu vatanseverlik davası da esasında İslam’ın öğretilerinin bir bölümünden başka bir şey değildir.

Necip Fazıl Kısakürek

Vatanseverliğin Amacı Ve Birlik

Vatanseverler bugün Avrupalıların yaptığı gibi önce vatanlarını kurtarmayı, ardından da maddi açıdan yükselmeyi hedef edinmişlerdir. Biz, ise müslümanların boynunda canlarını, kanlarını ve mallarını feda ederek yapmaları gereken bir görevlerinin olduğuna inanıyoruz. Bu görev, insanlığın İslam nuruyla aydınlatılması ve İslam bayrağının yeryüzünün her tarafına yükseltilmesidir. Bu görev yerine getirmek için ne mala ne şöhrete ne saltanata ne de bir millet üzerine sömürge kurmaya ihtiyaç vardır. Bunun için yalnızca Allah‘ın rızasını gaye edinmek yeryüzünü onun diniyle saadete erdirmek ve onun ismini yüceltmek yeterlidir. İşte bu metod, Mukaddes fetihleriyle dünyayı dehşete düşüren, sürat, adalet ve fazilet yönünden tarihin şahit olduğu bütün harikalara aşan Selefi Salih’inin (Allah onlardan razı olsun) metodudur.

İslam dini birlik ve eşitlik dinidir. Karşılıklı hayırda yardımlaşmaya devam ettikleri müddetce diğer dinlerin bağlılarıyla Müslümanlar arasındaki bağları korumayı garanti altına almıştır.

“Allahü Teala sizin, din hususunda sizinle savaşmayanlara ve sizi vatanınızdan sürüp çıkarmayanlara yardımda bulunmanızı ve iyilik etmenizi yasaklama. Allah iyilik yapanları sever.” (Mümtehine,8)

O halde ayrımcılık nereden kaynaklanmaktadır?
Görmüyor musunuz, bir vatan için ülkemizin hayrı için, kurtuluşu ve yükselmesi için, Cihad yolunda insanların ifratta en şiddetli gidenleri ile bile ittifak ediyoruz bu uğurda samimiyetle çalışan herkesi destekliyor ve onlara yardım ediyoruz. Onların gayretleri vatanın kurtulması ve maddi açıdan ilerlemelerini sağlanmasıyla sınırlı kalıyor. Fakat bütün bunlar Büyük Doğu nazarında yolun bir kısmı veya mücadelenin sadece bir aşaması olarak kabul ediliyor. Bunun ardından yeryüzünün diğer bölgelerindeki İslam ülkelerinin ilerlemesini sağlamak ve Allah hitabının, bayrağının oralara da yükselmesini gerçekleştirmek görevi gelir.

2. Milliyetçilik
Büyük Doğu İdeolocyası’nın milliyet karşısındaki tavrına değinecek olursak;

a) Ecdad Milliyetçiliği
Eğer bu tip milliyetçilik fikrini kabullenenler bununla yeni nesillerin ilerlemek, hızlı bir şekilde yükselmek ve başarı kazanmak için atalarının metod’larını takip etmelerini en güzel örnek olarak onları almalarını, evlatların da aynen babalarının yücelttikleri ve zafer kazandıkları yollarla yücelteceklerini kastediyorlarsa bu çok güzel bir metod’dur. Biz bu metodu alır ve destekleriz. Şuanki milletimizi uyarma da, atalarımızdan aldığımız derslerden faydalanmakta değil miyiz? Resulullah (S.a.v)’de şu sözünde büyük bir ihtimalle buna işaret etmektedir:
“İnsanlar madenler gibidirler. Cahiliyye devrinde hayırlı olanları derin anlayışlı davrandıkları takdirde İslam döneminde de hayırlılardan olurlar.”
Görüldüğü üzere milliyetçilik bu faziletli ve değerli şekli ile İslam’da yasaklanmamaktadır.

b) Ümmet Milliyetçiliği
Eğer milliyetçiler, milliyetçilikten kişinin iyilik etmesine ve yardımına en layık olanların, içinde büyüyüp geliştiği kendi kavmi ve milleti olduğunu kastediyorsa bunda hiçbir mahzur yoktur.

c) Teşkilatçı Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten hep birlikte çalışıp cihad etmemizi, her milletin kendine düşen görevi yapması ve Allah’a kavuşuncaya kadar zafer yolunda yürümesi kast ediliyorsa bu çok güzel bir amaçtır. Hürriyet ve istiklal amacıyla doğulu milletlerden hep birisi kendi alanında teşkilatlanarak mücadeleye atılırsa biz onları desteklemekten başka bir şey yapmayız. Bu ve benzeri manalarda milliyetçilik, yegane ölçümüz olan İslam’ın yasaklanmamadığı, üstelik kalplerimize yerleştirdiği ve teşvik ettiği güzel ve hayranlık duyulacak bir fikirdir.

 

Büyük Doğu (Davamız)

d) Cahili Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten eskimiş cahili adetlerin diriltilmesini, geçmiş masalların canlandırılması, yerleşmiş faydalı medeniyetin silinmesini, İslam inancıyla milliyetçilik davası arasındaki ilişkinin koparılması, bazı devletlerin isimlere, yazının harflerine ve konuşmanın kelimelerine varıncaya kadar her yerde İslam’ın ve Türklüğün izlerini silmeye kalkıştıkları gibi saçmalıklara ve yıkılıp gitmiş cahiliyye adetlerini dönmeyi kastediyorlarsa bu tip bir milliyetçilik çirkin, aptalcasına ve akıbeti kötü bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, doğulu milletleri şiddetli bir husumete götürür. Bununla birlikte maddi varlıklarının yok olmasına, değerlerinin azalmasına en mühim özelliklerinin şeref ve asaletlerinin en mukaddes görüntülerini kaybetmesine yol açar. Onların böyle davranması Allah‘ın dinine bir zarar vermez.

“Eğer siz yüz çevirirseniz sizin yerinize başka bir milleti getiririz ve onlar sizin gibi dönek de olmazlar.” (Kıtal, 38)

e) Kinci Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten diğer milletleri küçümseyerek onlara düşmanlık yapıp onların aleyhine kendi milletlerinin yücelmesi için daha önce Almanya’nın ve İtalya’nın yaptığı gibi mücadelede bulunmayı kastediyorlarsa ki her millet bu manada kendi üstünlüğünü iddia eder. Bu çirkin bir iddiadır, insanlıkla alakası yoktur. Bunun manası hakikatle alakası olmayan ve hiçbir hayır getirmesi mümkün olmayan insanların birbirleriyle çekişmeleri demek demektir.

Büyük Doğu İdeolocyası’na mensup bireyler bu anlamda ve benzeri noktalarda milliyetçiliğe inanmazlar. Firavunculuk, araççılık, Kürtçülük, Türkçülük, fenikecilik iddiasında bulunmazlar. İnsanların birbirleriyle çekişmek için kullandıkları isim ve lakapları kullanmazlar. Onlar insanların en mükemmeli ve insanlara hayrı öğreten muallim Resulullah (S.a.v)’in şu sözüne kulak verirler:
“Allahu Teala cahiliyyetle Övünmeyi ve atalarla kibirlenme size yasakladı. İnsanlar Adem’dendir. Adem ise topraktandır. Arabın aceme, üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. “ (Veda Hutbesinden)
Ne doğru, ne güzel ve ne gerçek bir söz… insanlar Adem’den yaratılmışlardır. Bu noktada bütün insanlar eşittir. İnsanlar amellerle fazilet kazanabilirler. Bu nedenle onlara gereken şey hayırda yarışmaktır. İşte iki sağlam prensip. Eğer insanlık bu iki prensip üzerine dayanırlarsa en yüksek derecelere ulaşırlar. İnsanlar Adem’dendir ve birbirlerinin kardeşleridir. Bu nedenle birbirleri ile yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri, birbirlerine merhamet etmeleri, hayır yolunda birbirlerine yol göstermeleri amellerde yarışmaları ve insanlık iyice ilerleyinceye kadar her alanda gayret göstermeleri gerekir. İnsanlık için bundan daha kapsamlı bir anlayış, daha faziletli bir terbiye var mıdır?

Yaşasın Büyük Doğu Bizlerden Doğarak.

BAŞIBOŞ

Vatanımda sular akar başıboş;
Herkes birbirini kakar, başıboş.

Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.

Yanmaz da yürekler, ateşe atsan!
Bir kibrit bir orman yakar, başıboş.

Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.

Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.

Allah’ım, sen acı bu saf millete!
Aksam yatar, sabah kalkar, başıboş.

                                                                                                                                                                                          Necip Fazıl Kısakürek (1964)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

İslami açıdan Toplumunun Sosyolojik Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Dini Yönden Türk Toplum Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Türkiye toplumunun sosyal yapısı “üzerine türlü teoriler üretilmiştir, bunların bir bölümü resmi tarih ve resmi teorilerdir. Tarih, bu bilgi dalının karakteri gereği hemen her dönemde Siyasal iktidarların eğilimi yönünde toplumu tanımlar. Özellikle ülkedeki 70 yıllık Siyasal rejim adeta öznel tarihini yansıyarak kendini hayatiyet alanı açabilmiştir. Ancak yine de tarih, sıkışınca müracaat edilen bir mekan, merci ve hacet kapısı yerine kullanılmaktadır. Bazen düşmanların gözünü korkutmak için, bazen doğal bir ihtiyaçtan, bazen de sağduyunun çalması sonucu yeniler eskilere sığınır, onları anlar. Tarih en ziyade hatıra getirildiği zaman dilimi, onun kırılma dönemleri, eski deyimle def-İ mefsedet halleri olsa gerekir.

Resmi tarihte elbette her zaman yalan söylemez. Belki küçük rötuşlarla büyük yanılgılara neden olur; makyaj değiştirir, mask tazeler. Bir de kimi tarihsel kareleri dev aynasında gösterir; kiminin fotoğrafını bile çekmez. Tarih kötüdür yahut tarih iyidir türünden yargılar bu yargıya varanların kendi gelecekleri hakkındaki kehanetten başka nedir ki? Günümüzün resmi tarihsel perspektiften görüntüsü herkesçe malum; tarih kötüdür, şimdiyse iyidir. Tarih, bireyi, toplumu, sistemi ile başlangıcından beri halkın yahut halkların karanlıklarda yaşadığı dönemlerdi. Kitaplar yazmıştır ama kamu vicdanında yankısı bulunmadığı için belki de insanlar çabuk unuttular; aslında yeni tarihsel dönemin fikri kurucuları tarafından savunulmuştur, denilmiştir ki İslam, Türkiye toplumunun tarihsel ve geleneksel hızını kesmiştir. Bir resmi tarihsel söylem açısından İslam, orta Asya’dan kopup gelen bu cevval kavmin hem ileriye dönük yönünü değiştirmiştir, hem de onun nizamını alem davasında geri bırakmıştır!

Nerede, ne zaman, hangi delile dayandırıldığı belirtilmeksizin cumhuriyet, demokrasi ve hatta laiklik bu toplumun öznel bünyesinde öteden beri var olan olgular gibi gösterilmiştir. Ülke yönetiminde tek söz sahibi gibi görünen TBMM’ye kadar girmiş nice insanla konuşursanız işitirsiniz, yukarıdaki yargıyı ya da çok yakın bir iddiayı. Ancak delil sormayacaksınız, çünkü bu böyledir. Yani Türkler doğuştan (Orta Asya’dan) demokrat, cumhuriyetçi ve laiktirler. Eski Şamanist Türklerden birkaç eski püskü delil bile gösterebilirler size… Yine resmi teorilere göre düne kadar Türkiye’de Türk’ten başka kavim yoktu. Varsa da kimisi kuzeyde Türk’ün deniz görmüş kısmı, kimisi karda yürüyüp izini hiç kaybetmeyen ve kart kurt sesleri çıkaran dağlı kesimidir. Onlarda herkes gibi özbeöz Türk’türler. Öyleyse “Ne Mutlu Türküm Diyene”… Ayrıca kendini Türk hisseden herkes Türk’tür! Bu ülkede yaşayıp kendini Türk hissetmemek ise hem ayıp hem günahtır.

Ülkede sürdürülen resmi söylemin halkından, halkın düşünce ve yaşama tarzından tamamen kopuk ve tepeden inmeci bir zihniyet olduğu savunulur. Ama bunu bütünüyle paylaşmak bize doğru gözükmüyor. Birtakım dayatmacı yöntemlerle halkın kimi konularda zorla yönlendirildiği, çeşitli dönemler için doğrudur. Ancak halkın tüm bu olup bitenlere çanak tutucu rıza felsefesi, göz yumulduğu yani müstahaklığı da görmezden gelinemez. Zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Kurt ile kuzunun aynı mekanda yıllarca ve kardeşçe yaşaması… Eğer yaşıyorlarsa ya kurt kuzulaşmıştır ya kuzu kurtlaşmış, tabiatları bozulmuştur. Toplum mozaiği hakkında ileri sürülen teorilerin en iyi niyetli ve üslubu düzgün olanı; “uysal ve tepkisiz“ benzetmesidir. Öteki benzetmelerin çoğu bu vasıfları daha çok uç noktalara taşıyan örneklerdir. Örneğin toplumun çoğunluğu en çok bedevi, hala göçebe, köylü, taşralı, kolektif bilinçten yoksun ve en nihayet Aziz Nesin tarafından aptal olarak nitelendirilmiştir.

Üçü de kendi köşesinde birbirinden daha marjinal üç sınıftan söz edilebilir. “ Türkiye Toplumu “içinde: yöneten sınıf (büyük sanayici iş adamları onların ortağı sayılır), yönetilen kitleler ve aydınlar (geniş kitleden kültürü ve yaşam biçimi ile kopmuş ama yöneticilerin dümen suyuna girmemiş olanları sayıyoruz yalnızca, büyük, gittikçe büyüyen medya, gazete patron ve milyarderleri de hariç elbet). Üç sınıfta birçok bakımdan birbirine karşı, birbirinden hazzetmeyen, birbirini götürmek istedikleri yöne inat edip gitmemekte direnen, elinden gelse öteki sınıfları susturacak kadar onlardan uzak düşen duyarlılıklara sahiptirler. Yani aralarında ciddi bir sevgisizlik, kopukluk, soğukluk egemendir. Resmi söylemle her ne kadar kendini Türk hisseden herkes Türk sanılsa da en azından her Türk’ün bir diğerine muhabbet ve sadakatle bağlanacağı bir urvetul vuska yoktur. Son yıllarda toplumun sosyal yapısını belirlemeye yönelik resmi olmayan ama sağlıklı ve derinliklide olmayan çalışmalar, iddialar, değişik görüşler yoğunlaştı. Tarihsel kökleri bulunan bir toplumun bu gününü belirlemede ve kurmada geleneksel yapısına yönetmenin önemi, hiç olmazsa bu kadarı, hem de Müslüman olmayan aydınlarca vurgulanmaya başladı. Tek parti despotizminin neredeyse günümüze dek sürdüğü bir dönemde, tek sesliliğin yerini çok sesliliğe terk etmesi açısından bu bir gelişme olarak görülebilir. Ancak bilim ve gerçeklik uğruna, gerekirse acımasız olundukça hakikat, ne anlaşılır ne de elde edilebilir. Toplumda var diyorsak eğer çöküntüyü yalnızca sömürgecilerin aleyhteki çalışmalarıyla açıklamaya kalkışmak, toplumun kendi kusurlarını göz ardı etmek, yine çözümsüz sonuçlarda sorunları düğümlemekten öte bir işe yaramaz. Türk toplumunda kültür, öteki her şeye benzetilerek adeta bir fors, askeri üniforma gibi kullanılmaktadır. Fiyakasından geçmemektedir çoğu insanın.

Türk Toplumunun Sosyolojik Yapısı

Bizim taşra kentinde bir vakitler bitpazarında Avrupa eskisi giysiler satılırdı. Avrupalılar eski giysilerini güya yardım olsun diye Filistin’e gönderirmiş. Onlar bu yabancı giysileri en yakın ülke olan ve bu giysileri çoktan giymeye alışkın Türkiye’ye Suriye üzerinden kaçak olarak gönderir, yerine kaçak tütün vs. alırlarmış. İşte bu giysilerden bir takım elbiseyi esnaftan bir adam satın almış, giyinmişti. İşin ilginç yanı ceketin iç cebi üzerindeki Avrupai etiket görünmediğinden onu da söktürüp ceketin dışındaki mendil cebinin üzerine rozet gibi diktirmişti. Sanırım hala iftiharla rozet kullanan yegane ülke Türkiye’dir. Her vesile ile profesörlüğünü gündeme getiren hocalar yabancı dil bilgisini kullandığı kelimelerle sergilemeye koşan bilgiçler, din hakkında konuşanları ille de müftü görmek isteyen dindarlar, basit bir haberi veya hakikati hatırlayıp halkı aydınlatmayı amaçlayan yazı ve sözlerdeki ağdalı, gösterişli üslup, her şeyi ille de üniforma gibi kullanma arzusunun göstergesi değilmidir? Ya Batı’dan gelen her şeye karşı o sonradan görme tavrın mazereti de var kuşkusuz. Bir kere gelen nesne (Ve beraberinde gelen ahlak) gerçekten ilk karşılaşılan bir nesnedir. İkincisi, Batı niceden beri icat ve keşiflerin merkezidir. Üçüncüsü ise, üretilen şey bu ülke toplumunun gerçekten yabancısıdır. Zira batı kendine özgü şeyler üretmekle, kendi yaşama standartları ve dünya görüşü çerçevesinde biçim vermektedir. Bunlara şaşırmak da toplum belki haklıdır. Ama bunları topluma taşıyanlara ne demeli? Herhalde bilgi ve görgü artırım denemeleridir, bunlar. Ve bilinçsizce, hiç kritik etmeden, tüm reklam mallarına saldırmanın haklı ve anlamlı bir yanı yoktur. Sonra bütün bunlar feodal kalıntılar, göçebelik, taşralık, köylülük ile izah edilir ve hatta aptallıkla…

Düşünmesi az olan toplumun duygusallıkları yaşantısında daha ağır basar, bu sonuç doğaldır. Türkiye toplumu çoğunluk itibari ile duygusal bir toplumdur. Bu yüzden kolay dönüşen bir toplumdur. Geleneksel yapısında da bu vardır. Salt akıl yürütmek, düşünmek yerine, deyim yerindeyse, filozofiye (hikmet yumurtlama çabası anlamında) eğilim daha ziyadedir. Filozofiye de İslami hikmet kavramıyla örtüştürerek kendince ona meşrutiyet elbisesi giydirmiştir. Bir kere herkesin hayatı romandır.

Hemen herkes filozof yada şairdir. Biraz avam kalanlar halk filozoflarıyla idare eder. Bunların çoğu da veli sanılan delilerdir. Daha kültürlü çevrelerde yaşayanlar en son moda felsefe cereyanlarının erken muhibbidirler. Bakılırsa daha kaynaklarında kim olduklarını iyice anlamadan postmodernist Türkler aramızda dolaşmaktadır. Özgür düşünceden çok filozofiye ve kendince sözlere eğilimi, toplumun, alıştırıldığı ve özendirdiği hoşgörüsünden, tevilci mantalitesinden ve aşırı duygusallığından kaynaklansa gerekir.

Türkiyede Yaşanan İslam

Kur’an‘ın öğrettiği İslam ile halkın yaşadığı İslam arasındaki bariz farkları gözlemlemek de toplumun yapısı hakkında ipuçları, bilgiler veriyor. Örneğin Türkiye toplumunun Kur’an‘a bakışının tipik modeli Osman Gazi’ye yaşatılmış, efsaneleştirilmiş ve bir halk mitolojisi gibi yinelenip durmaktadır. Osman Gazi eğer doğruysa yatmak için girdiği odada duvara asılı Kur’an-ı Kerim i görünce, Kur’an‘ın bulunduğu odada edebinden uyuyamamış, sabaha kadar uykusuz beklemiştir. Evet, bu belki mütevekkil sanılan bir tavırdır ama düşüncesizcedir. Ve tevekkül noksanlığı değil lakin düşüncesizlik Kur’an‘ın nasıl yendiği bir tutumdur. Halkların yanlış tevekkül eğilimine, duygusal bakışına örnek çoktur. Örneğin Kur’an-ı Kerim, insanın kendi başına, bağımsız düşünmesine verdiği önemi, hiçbir tutum ve tavra vermemiştir. Ama bunu görmezden gelen insanlar Kur’an‘da ancak birer defa zikredilen “vesile“ ve “nazar “ kavramları üzerine nice korkunç ve İslam dışı felsefeler bina etmişlerdir. “Vesile“ öne sürülerek, Allah ile kul arasında aracın bile bulunması gerektiği bile savunulmuştur. “ Nazar“ ile de büyücülüğe, sihre, fala, şans oyunlarına neredeyse caizeler üretilmiştir. Her iki telakki Kur’an‘ın başka ayetleri ile tevhidin karşıtı gösterilerek verilse de, ne gam; halk kendi duyarlığına uygun felsefeyi yakalamıştır, üstelik kendince bunun kaynağı Kur’an’dır, gerisi onu pek ilgilendirmemektedir. Elbet kitlelerin bu tavrı, aynı tavrı onaylayan halk hocaları tarafından da sürdürülmüştür. Hatta halkı bu tavra biraz da onlar sevk etmişlerdir. Halk ağzı konuşan vaazlar kürsüde yüzyıllarca yanlışın çığırtkanlığını yapmışlardır. Halkın o kürsülerden işittikleri ile ALLAH’ın sahih dini arasında bazen büyük uçurumlar olmuştur.

Duygusal halkın yaşamı nükte ve fıkralar üzerine bina edilmiştir, adeta. Kuşkusuz bir açıdan bakıldığında bu folklorik ve kültürel bir zenginlik olarak gözükür. Ancak atlanan bir nokta vardır. Kendini İslam’a nispet eden bir halk, ezberlediği yahut ürettiği nükte ve fıkraların onda yahut yüzde biri kadar bile dinlerinin kaynağı olan ilahi vahiy ile temasa geçmemiş, ilişkiye girmemiştir. Yönetenleri memnun bırakan bu tutum, bilenlerin de, başka bilenler çıkmayacağı için işlerine gelmiştir. Halk ozonları, halk nüktedanları hatta halk vaizleri bile bazen günlük namazda okudukları Kur’an ayetlerinin ne demeye geldiğinden habersiz, ömürler tüketmişlerdir. Çünkü böyle gelmiş, böyle gitmektedir. Ve böyle gelip böyle gitmekte olması güya filozofça, şairce bir edadır. Bunca dinine bağlı bir halkın, Türkiye’de hemen büyük çoğunlukta ladini bir hayat sürdüren ve onu dayatan hükümlere nasıl tahammül ettiği zaman zaman hayretle sorunla gelmiştir. Bu sorgulamada iki yanlış var: biri halkın dindarlığı, ikincisi de yönetenlerin dinsizliği. Her iki kesimin de aslında dine bir bakış açıları, dini bir yorumlayış tarzları vardır. Ve o pencereden bakıldığında her iki kesimde aynı ton ve edada bir tür dindarlardır. Bu “ Türk Tipi Müslümanlık” tır. Birazı politikacıların İslamizasyon politikalarının ekmeğine yağ sürmektedir bu tür Müslümanlığın… Bir kısmı halkın düşünme melekesine galebe çalan kökleşmiş duyarlıklarını okşamaktadır… Eh, bir kısımda diğer dinlerden, Budizm, şamanizm, Hristiyanlıktan devşirilmedir.

Türkiye halkları yüzyıllardan biri Müslüman’dır. Güzel, hayırlı Müslümanlık modelleri ortaya koymuşlardır. Büyük bir Müslüman medeniyeti gelecek kuşaklara emanet etmişlerdir. Ne ki halkın dini, hakkın dini ile zaman zaman tashih edilmez, bir tecdide tabi tutulmazsa bulanıklaşır. Hele İslam ilahi, halkın dindarlığa beşeri olduğundan, tecdid yani yenileme, Müslümanlar bakımından dönem dönem büyük bir ihtiyaç olarak belirir. Dervişler, halk arifleri, ozanlar diliyle tümden müteşabih (çok anlamlı) bir üslup kazanan dinsel söylemin ilahi vahiy ile tashihine, tecdidine gerçekten zaruret doğmuştur. Aksi takdir de her an kendisiyle ve her şeyiyle çelişen eceli dinsel söylem, halkın ve yönetenlerin birbirinden razı olduğu bir ortamı var edebilir. Ama bu sonuç çokluk Hakk‘ın memnun olmadığı, daha doğru bir ifadeyle razı olmadığı bir ortamdır. Hakk’ın rıza göstermediği bir son ise kötü akıbettir. Resmi ve gayri resmi herkesin gönlünde yatan, etliye sütlüye bulaşmayan, siyasetten ALLAH’a sığınan, toplumları ve bireyleri yönetmeye kalkmayan belki yalnızca vicdanlara hafif bir korku salan şu “Türk Tipi Müslümanlık” sorgulanmalıdır.

Türk Halkların İslami Yaşantısı

Bir toplum ki düşünme melekesini pek fazla kullanmaz, ama sıra dine geldiği zaman tabir caizse kafasına göre takılır, ne hikmetse o noktada dini keyfine uydurur. Düşünmemek yerine nükteler, fıkralar, maniler, espriler, dervişan öyküler, mitolojiler, platonik ve her türlü aşk masalları, efsun, uğur, şans teraneleri, yani bir cümle çok anlamlılık bazen anlamsızlıklarla ömrünü harcar. O toplumun felahı elbet gecikir. Halkın bütün bu yatkınlığı var gücüyle destekleyen aydınlar bu tutumları bir de milliyetçilik muhafazakarlık sanmazlar mı? Varın hesaplayın erişilen yanlışlığın boyutunu. Bir garip dünyadır bu toplumun dünyası ki yaşarken din ve Allah’a karşı tepkisinin düzeyi hangi şiddette ise ölünce arkasından hem de namazını kılanlar tarafından aynı şiddette “ iyi biliriz” denilir. Sonra inanıp inanmadığı meçhul Allah’ı adına namazı kılınıp defnedilir. Ancak onların içlerinden samimi birisi çıkar, “ benim namazımı kılmayın, ben inanmıyorum” derse herkesin daha çok tepkisini çeker, ne demek namaz kılmamak, diye… Samimiyetsizliğe prim ve ödül dağıtılırken, samimiyetin ödülü horlanmak mı olmalıydı?

Toplumlarında huyları, karakterleri, alışkanlıklar vardır. Huy değiştirmek alışkanlıklardan vazgeçmek zordur. Türkiye toplumu şimdi bu en zor kapının eşiğindedir geleneksel deyişle, eşikte duranı yel çabuk çarpar. Kapıyı kapatıp acilen ya içeri girecek ya yine dışarıda kalacaktır. Bizim aralarında yaşadığımız, birçoğu akrabamız olan kendi toplumumuza önerimiz, Müslümanlık iddiasının sadra şifa verecek biçimde hakikatle örtüşmesi için “Müslümanın yeniden Müslüman olması” gerekmektedir. Yüzyılımızın başında büyük Müslüman düşünür Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” sanırız yeni yüzyıllar bu sözü iki şıkkıyla da doğrulayacak Müslümanları beklemektedir. Duygu sömürüsüne değil düşünceye çağrıldığının, kurtuluşun nükte ve fıkralarda değil Allah’ın ayetlerinde yazılı bulunduğunun bu topluma, bu insanlara birileri tarafından söylenmesi artık gerekliydi. Her geçen gün ihtiyaç biraz daha artmaktadır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

 

Yasir

AMMAR B. YASİR

AMMAR B. YASİR

Eğer cennette doğup orada yetişip, sonra da bir nur ve ziynet olarak yeryüzüne gönderilen insanlar olsaydı, bunlar Ammar B. Yasir annesi Sümeyye, babası Yasir olurlardı herhalde…

Fakat niçin “olsaydı” diyoruz ki… Böyle bir varsayım da niçin bulunuyoruz ki, Yasir ailesi gerçekten cennet halkındandır.

Hz. Peygamber onlara:

“Sabredin, ey Yasir ailesi! Varacağınız yer cennettir “! Derken teselli olsun diye konuşmuyor, bilakis bildiği ve gördüğü bir gerçeği dile getiriyordu.

Ammar B. Yasir’in babası Yasir Bin Amir, memleketi olan Yemen’den ayrılmış, bir dost ve kardeş bulma ümidiyle yollara koyulmuştu…

Mekke‘yi beğenmiş ve oraya yerleşmişti. Ebu Hüzeyfe Bin Muire’nin himayesinde orayı vatan edinmişti.

Ebu Hüzeyfe onu cariyelerinden Sümeyye Bin ti Hayyat ile evlendirmişti. Daha sonra bu kutlu evlilikten Ammar B. Yasir dünyaya gelmişti…

Yasir ailesi erken dönemde Müslüman olmuş ve Allah‘ın hidayete erdirdiği o kutlular kervanına katılan ilklerden olma şerefine ermişti. Ve ilk müslümanların başına gelen, Kureyş’in o acıklı azabından paylarına düşeni fazlasıyla almıştı… O sıralar Kureyş, Müslümanları sindirmek için her türlü çareye başvuruyordu.

Eğer Müslüman olan kişi zengin ise, onu tehditle sindirmeye çalışıyorlardı. Ebu cehil zengin bir Müslümana rasladığında: “senden daha hayırlı olan babalarının dinini terk ettin… Seni akılsızlıkla suçlayacağız. Şerefini beş paralık edeceğiz… Ticaretine engel olacağız, iflas edeceksin .” şeklinde sözler söyleyerek psikolojik savaş yapıyordu…

Öte yandan eğer Müslüman olan kişiler, Mekke’nin fakir, zayıf ve köle insanlarıysa, bunlara karşı daha şiddetli sindirime hareketleri uygulanıyordu…

Ammar b. yasir

YASİR ailesi bunlara işkence etme görevi, Mahzumoğulları’na verilmişti…

Bu insanlar, Yasir ailesini her gün Mekke’nin yakıcı sıcağına çıkarırlar ve akla, hayale gelmeyecek işkenceler yaparlardı.

Bu azap işkenceden Sümeyye‘nin payına düşen, gerçekten korkunç ve akıllara durgunluk verecek şiddetteydi. Sümeyye‘nin o vakit gösterdiği azim ve kararlılıktan, ileride Müslüman kadınların durumunu anlatırken bahsedeceğiz. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, İslam şehidi Sümeyye‘nin o gün gösterdiği cesaret, abartısız beşer tarihinde bir eşi ve benzeri daha görülmemiş değerdeydi.

Bu azim ve kararlılığı sayesindedir ki, Sümeyye her asır ve zamanda müminlerin gönlünde şerefli bir anne olarak taht kurmuştur.

Resulullah (S.a.v) Yasir ailesinin işkence edildiği yere gelir, bakar; fakat o gün için elinde onları kurtaracak bir güç olmadığından çaresiz kalırdı.

Bu tamamen Allah‘ın bir kaderi ve takdiri idi… Bayrağını Hz. Muhammed’in dalgalandırdığı bu yeni din, -Hanif olan İBRAHİM’in dini- arızi ve geçici bir ıslah hareketi değildi.

Bilakis inananlar için bir düsturu ve yaşam biçimiydi…

O halde müminlerin, bu dini, kahramanlıkları ve fedakarlıklarıyla birlikte gelecek nesillere aktarmaları gerekmektedir. Zira din ve akide’nin ayakta durabilmesi, bu şerefli ve yüce fedakarlıklara bağlıdır.

Bu mücadele ve fedakarlıkların her biri, müminlerin kalplerine sürur, gıpta ve sadakat tohumları eken ve onları dinin hakikat’ına erdiren birer nümune-i imtisaldir.

Evet, İslam için kendisini feda edenler vardı ve olmak zorundaydı… Nitekim Kur’an-ı Kerim bir çok ayetinde bu manaya işaret etmiştir:

“İnsanlar, inandık demekle bırakı verileceklerini, imtihana tabi tutulmayacaklarını sandılar?”

“Yoksa siz, Allah içimizden Savaşanlarla savaşmayanları belli etmeden, sebat edenlerle etmeyenleri belirlemeden cennete geri vereceğinizi mi sandınız. “

İlk karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah‘ın emriyle idi. Bu, Allah‘ın müminleri ayırt etmesi, münafık olanları da açığa vurması içindi.”

Allah, müminleri sizin üzerinde bulunduğunuz şu halde bırakacak değildir. Nihayet mirası temizlen ayıracaktır.“

“Yoksa siz kendi halinize bırakı verileceğinizi, içinizden cihat edenleri Allah‘ın bilmediğini mi sandınız?”

“And olsun biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir. Allah elbette sadık olanları da bilir, yalancı olanları da bilir.”

İşte Kur’an müminlere, fedakarlığın, imanın cevheri ve Özü olduğunu bu şekilde anlatıyor… Ve zalimlerin zulmüne, sabır, sebat ve inatla karşı konulması neticesinde imanın faziletlerinin birer birer ortaya çıkıp şekilleneceğini haber veriyor. Bu şekilde Allah‘ın dini, temellerini sağlamlaştırarak kökleşiyor ve kendisini bu yolda feda ederek nefsini tezkiye eden Allah erlerinin hayatlarından çarpıcı tablolar sunar ve gelecek nesillere yol gösteriyor, ışık tutuyor… İşte Sümeyye, Yasir ve  Ammar B. Yasir‘de kendilerini Allah yoluna adamış, bu mübarek, yüce ve örnek şahsiyetlerindendirler…

Yasir kimdir

Hz. Peygamber’in her gün YASİR ailesinin işkence edildiği yere gidip, onların sebat ve cesaretlerine tanık olduğunu söylemiştik… Onların bu içler acısı durumu karşısında Resulullah’ın yüce kalbi şefkat ve merhamet dolardı. Ama o gün için elinden bir şey gelmezdi

Yine böyle bir günde, Resulullah dönüp gideceği sırada Ammar B. Yasir; “Ya Resulullah! Artık dayanamıyoruz; takatimiz kalmadı!” Diye seslendi. Resulullah da, “sabır! Ey Yasir ailesi! Muhakkak ki varacağınız yer cennettir.” Buyurdu.

Ammar B. Yasir ‘e uygulanan azabı arkadaşları şöyle anlatıyorlar:

Amr B. El-Hakem: “Ammar B. Yasir’e ne dediğini bilmeyinceye kadar işkence edilirdi.” Amr B. Meymun: “ müşrikler Ammar B. Yasir’i ateşle yaktılar. O sırada Resulullah oradan geçmekteydi. Yapılanları görünce elini başına koydu ve “ey ateş! Ammar B. Yasir için serin ve emin ol! Tıpkı İbrahim’e olduğun gibi. “Buyurdu.

Bütün bu işkenceler karşısında Ammar B. Yasir bedenen bir acı ve Istırap duymaktaydı: fakat ruhen rahat ve huzur içindeydi.

Evet… Ammar ruhen rahat ve huzur içindeydi… Ta ki müşriklerin eziyet ve işkencelerin son haddine vardığı o güne kadar. O gün müşrikler, Ammar’a akla hayale gelmedik işkenceler yapmışlar ve Ammar şuurunu kaybetme noktasına gelmiştir. Bu sırada müşrikler ondan kendi ilahlarını hayırla yâd etmesini istediler. Ammar da kendinden geçmiş, şuurunu kaybetmiş bir halde onların dediklerini tekrarladı… Aklı başına gelip durumu fark edince “ben ne yaptım?!“ Diyerek, daha büyük bir acı ve ızdırapla kıvranmaya başladı… İşte o gün bu durumun verdiği azap, müşriklerin tüm işkencelerinden daha ağır gelmişti Ammar B. Yasir’e.

Ammar B. Yasir, “ben böyle bir şeyi nasıl söylerim, bunu nasıl affettirebilirim?!” Düşüncesiyle adeta kahrolmaktaydı. Zira daha önceki eziyet ve işkenceler bedenine dokunurken, bu defa ruhu acı ve israf içindeydi… Zor olan da buydu..

Fakat Allah‘ın lütuf ve merhameti genişti… Nitekim zorlama anında söylenen bu tür sözlerin af olunacağı hakkındaki ayeti kelimeyi inzal ederek Ammar B. Yasir’ ve onun durumunda olanların kalplerine adeta su Serpmişti…

Allah Resulü Ammar B. Yasir’le karşılaştı, Ammar B. Yasir ağlıyordu… Resülullah onun gözyaşlarını sildi ve ona: “müşrikler seni yakaladılar, suya batırdılar, neredeyse nefesin kesilecekti, sen de şöyle şöyle dedin.“ Diyerek onları görmüşcesine anlattı.

Ammar B. Yasir’de cevaben: “Evet, ya Resülullah… “Dedi Allah Resulü de ona: “eğer seni aynı şeye tekrar zorlarlarsa yine onlara aynı şeyi söyleyebilirsin.“ Buyurdu ve şu ayeti kerimeyi okudu.

… ancak kalbi imanla dolu olduğu halde ( kelime-i küfrü söylemeye) zorlanan kişi hariç…

Bu ayetle Ammar B. Yasir rahatladı. Kalbi sükuna erişti. Ruhunu ve imanını yeniden kazandı. Bunun ötesi onun için önemli değildi.

AMMAR B. YASİR’in sebatı karşısında müşrikler çaresiz kaldılar. İstediklerini elde edemeyip, zelil bir halde geri çekildiler…

Hicretten sonra müminler Medine’ye yerleştiler ve İslam toplumunun ilk temelleri burada atılıp, yerleşmeye başladı bu toplum içerisinde Ammar B. Yasir’in müstesna bir yeri vardı..

Allah Resulü onu çok sever, Ashabına onun imanı ve ahlakı ile ilgili övücü sözler söylerdi…

Resülullah onunla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Ammar B. Yasir , ağzına kadar, imanla dolu bir insandır.” 

Halid B. Velid ile Ammar B. Yasir arasında cereyan eden üzücü bir olay sebebiyle de Allah Resulü: “Ammar B. Yasir’e düşmanlık eden, Allah’a düşmanlık etmiştir, Ammar B. Yasir’e buğz eden, Allah’a buğz etmiştir. “ buyurmuştu.

Bunun üzerine İslam kahramanı Halit B. Velid, derhal Ammar B. Yasir ‘in yanına gitmiş, özür dileyerek affını istemişti…

Medine’ye hicretlerinin akabinde Müslümanlar hemen bir mescid inşa etmeye koyulmuşlardı. Ashab bir yandan çalışıyor, bir yandan da Ali’nin söylediği şu şiiri tekrar ediyordu

Ayakta ve oturarak

Yahut toz toprak içinde kalarak

Allah’ın mescitlerini onaranlar

Hiç bu şekilde olmayanlarla bir olurlar mı?

Ammar B. Yasir’de mescidin bir tarafında çalışıyor, bir yandan da yüksek sesle bu şiiri okuyordu… Arkadaşlarından birisi, Amar B. Yasir‘in bu sözlerle kendisini ayıpladığını zannetti ve onun hakkında ileri geri konuşarak, ona buğz etti. Bu durum karşısında Allah Resulü: “ Ammar B. Yasir’le ne alıp veremediğiniz var?. O sizi cennete davet ediyor, size de onu cehenneme çağırıyorsunuz. Muhakkak ki Amar B. Yasir bendedir. ( benden bir parçadır).” Buyurdu.

Ammar bin yasir

Resülullah’ın bu derece sevdiği bir insanın, iman, sadakati ve dostluğu da şüphe yok ki kemal noktasında olmalıydı… Nitekim Ammar B. YASİR bu meziyetlere sahip bir kişiydi.

Allah, hidayet ve nimeti ona bolca ihsan etmişti, öyle ki hidayet ve yakındaki derecesi sebebiyle Allah Resulü ona imanını tezkiye etmiş. Ashabına onu örnek göstermiş ve: “benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e tabi olun… Ammar B. Yasir’in ahlakıyla ahlaklanın. “Buyurmuştu…

Raviler onu şu şekilde vasfetmektedirler:

“Uzun boylu, maviye çalan siyah gözlü, omuzları arası geniş, çoğunlukla susan, az konuşan bir insandı.”

Bu vasıflara sahip bir insanın hayatı acaba nasıl geçti?… Muallimi ve önderi Resülullah ile tüm savaşlara katılmıştı. Bedir, Uhud, Hendek, Tebuk ve diğerleri.

Allah Resül’ünün vefatından sonra da Gazvelere iştirak etmişti… İran‘lılarla, Rumlarla ve daha önceki ridde savaşlarında AMMAR B. YASİR hep en ön saftaydı… Allah yolunda cesur, gayretli ve kararlı bir asker… Takva ve vefa sahibi kutlu bir Müslüman…

Müminlerin emri Ömer B. Hattab, Müslümanlar üzerine tayin edeceği valilerini büyük bir dikkat ve titizlikle seçerken, gözleri öncelikle Amar B. Yasir’i arıyordu…

Onu Küfe’ye vali tayin etmiş ve beytülmal’in gözetimini de İbn Mes’ud’la beraber ona bırakmıştı

Sonra da Küfe ehline şu müjdeli mektubu yazmıştı:

“Size Ammar B. Yasir’i vali olarak, Abdullah B. Mes’üd’unda öğretmen ve vezir olarak gönderiyorum. Bu ikisi Muhammed ümmetinin şereflilerinden ve bedir ehlindendirler…”

Ammar B. Yasir, Valiliği sırasında dünya ehline zor gelen bir yönetim takip etti, hatta bazıları kendisine karşı bile geldiler…

Valilik, Amar B. Yasir’in tevazu, zühd ve takvasını artırdı ve o, bu ölçülerden kesinlikle ayrılmadı…

Küfe’de kendisinin çağdaş’ı olan  Ebü’l Huzeyl onunla ilgili olarak şöyle diyor:

Ammar B. Yasir’i valiliği sırasında Küfe çarşısından salatalık satın alıp, sırtına yükleyerek, evine götürürken gördüm… “

Yine Valiliği sırasında halktan biri kendisine: “Ey kulağı kesik! “ diye seslenmişti. ( Ammar B. YASİR Yemame Savaşında bir kulağını kaybetmişti.) elinde güç ve kuvvet olmasına rağmen adama bir şey yapmamış, sadece “beni en hayırlı kulağımla ayıpladın. Zira ben onu Allah yolunda kaybettim…” demekle yetinmişti…

Evet… Yemame Amar B. Yasir’in büyük ve şerefli günlerinden biriydi… O gün Müseylime’nin askerleri ile kıyasıya mücadele etmiş, aslanlar gibi çarpışmış ve bu arada bir kulağını’da kaybetmişti…

Ammar B. Yasir, bir ara müslüman’ların zaafa düştüklerini görmüş ve onların toparlanmaları için elinden geleni yapmıştı. Bu durumu, Abdullah B. Ömer (r.a) şöyle anlatıyor:

“Ammar B. Yasir Yemame günü bir kayanın üzerine çıkmış şöyle bağırıyordu: “Ey müminler, cennetten mi kaçıyorsunuz? İşte ben Ammar B. Yasir‘im, benimle gelin…!” Bu arada Ammar B. Yasir’e baktım, bir kulağının kesilmiş olduğunu gördüm. O ise hâlâ tüm şiddetiyle vurmaya devam ediyordu. “

Evet, Resül-i Azam Muallim-i Kamil Hz. Muhammed (S.a.v)’in büyüklüğünden şüphe eden varsa, onun bu güzide ashabına baksın ve kendi kendine şu soruyu sorsun: “bu derece yüce şahsiyetleri, o büyük muallim ve Resülden başka kim yetiştirebilir?“

Savaşa daldıklarında zaten kazanmaktan öte ölüme gülerek gidiyorlardı…!

Halife ve yönetici oldukları vakit de yetimlerin koyunlarını sağıp, hamurlarını yoğuracak kadar mütevazi ve alçakgönüllü idiler… Ebu Bekir ve Ömer gibi…!

Vali olduklarında da kendi yiyeceklerini kendi sırtlarında taşımışlardı… Ammar B. Yasir gibi… Veya rütbelerini bir yana bırakıp, hurma yapraklarından yaptıkları sepet ve zembil gibi şeylerle geçimlerini temine çalışıyorlardı selman gibi…

O halde gelin, onlara bu şerefi bahşeden dini ve onları terbiye eden Resül‘ü selamlayalım… Öncelikle de onları seçen, hidayete erdiren ve yeryüzünde insanlar için çıkarılmış en hayırlı Ümmet olan bizler için onları Öncü ve rehber kılan yüce Allah’a hamdi ü senalarda bulunalım.

Ashâbın önde gelenlerinden, kalplerin esrarına vukufiyet ile meşhur Huzeyfe B. Yeman ölüm döşeğinde iken, etrafındakiler ona;

“İnsanlar ihtilaf ettikleri vakit kime müracaat etmemizi tavsiye edersin?“ Dedikleri vakit Huzeyfe son nefesi ile beraber şu kelimeleri mırıldandı: “Sümeyye oğlu‘na tutununuz. Muhakkak ki o, ölene kadar haktan ayrılmayacak bir insandır.”

Evet, hak neredeyse, Ammar B. Yasir de oradaydı…

Gelin şimdi hep birlikte onun hayatını biraz daha yakından inceleyelim…

Müslümanların Medine’ye hicretin ilk günleriydi… Müminler vakit kaybetmeden bir mescidin inşasına başlamışlardı. Kalpleri iman ve sevinçle doluydu. Büyük bir aşk ve şevkle çalışıyorlardı. Rablerine karşı hamd ve şükran duyguları içerisindeydiler.

Bir kısmı taş getiriyor, bir kısmı çamur katıyor, bir kısmı da binayı inşa ediyordu. Guruplar halinde arılar gibi çalışıyorlardı. Bir yandan da yüksek sesle şiir okuyorlardı.

“Oturmak yakışmaz bize

Nebi (S.a.v) çalıştığı halde “

Sonra başka bir şiire geçiyorlardı:

“Gerçek hayat ahiret hayatıdır, Allah’ım! Muhacir ve ensar‘a merhamet et!”

Bir başka şiirde de şöyle diyorlardı:

“Ayakta veya oturacak yahut toz toprak içinde kalarak,

Allah’ın mescitlerini onaranlar hiç bu şekilde olmayanlarla bir olurlar mı?”

İnşa edilen Allah‘ın beytiydi… onlar ise sancağı taşıyan ve beyti inşa eden Allah‘ın askerleriydiler.

Allah Resulü de onlarla birlikte taş taşıyor, var gücüyle çalışıyordu… Neşe içinde söyledikleri şiirler, bu işin ne kadar arzu ve istekle yaptıklarını gösteriyordu… Ve gökyüzü adeta bu kutlu insanları taşıyan yeryüzünü kıskanıyordu… Hayat, en güzel bayramlarından birine şahit oluyordu.

Ammar bin yasir kimdir

Ammar B. Yasir‘de ağır taşlar taşıyarak, bu coşkulu topluluk içerisinde üzerine düşen vazifeyi hakkıyla ifa etmekteydi..

Rahmet ve hidayet kaynağı Muhammed (S.a.v), Amar B. Yasir’in bu gayretini yakından izliyor, şefkatle ona yaklaşıyor ve mübarek eliyle, Ammar B. Yasir‘in toz dumana bulanmış başını sıvazlayarak tozlarını silmeye çalışıyordu. Bir yandan da onun nur yüzüne bakarak, etrafındakilerine alçak bir sesle şöyle diyordu:

“Vah Sümeyye’nin oğluna! onu azgın bir topluluk öldürecektir “ önsezi ve ileri görüşlülük bir kez daha kendini gösteriyordu. Bu sırada altında çalışmakta olduğu duvar Amar B. Yasir’in üzerine yıkıldı. Bazı arkadaşları onun öldüğünü zannettiler. Ve acaba biz mi sebep olduk diye endişe içerisinde durumu Hz. Peygamber‘e bildirdiler. Fakat Hz. Peygamber emin bir şekilde onlara şu cevabı verdi:

“Amar B. Yasir ölmedi. Onu azgın bir topluluk öldürecektir. “

Kim bu azgın topluluk? Ne dersiniz? Nerede ve ne zaman öldürecekti Ammar B. Yasir’i?

Amar B. Yasir bu haberi can kulağıyla dinliyordu. Fakat korkmuyordu. Zira o Müslüman olduğu günden beri her an, her vakit, gece gündüz şehadete hazırlıklıydı..

Günler geçti. Devirir döndü. Topluluklar gelip geçti. Hz. Peygamber Refik’i A’la’ya yükseldi ( vefat etti.) yerine Hz. Ebu Bekir geçti. Sonra Ömer halife oldu. Ömer’in akabinde de “zinnureyn” Osman B. Affan hilafete geçti. Bu sıralar İslam karşıtı isyan hareketleri artmış, fitne ve fesat ortalığı kaplamıştı. Bu isyan hareketlerinin ilk kurbanı, Hz. Ömer olmuş ve bu vakitten itibaren de İslam’ın içerisinde yerleşip kök saldı Peygamber şehri Medine’den yükselen fitne ve fesat rüzgârları bütün İslam dünyasını kaplamıştı.

Belki de Hz. Osman’ın yönetim işlerine gereken önemi verememesi ve olayları iyi takip edip değerlendirmemesi sonucu olsa gerek, olayların önü alınamadı ve bu arada Hz. Osman da şehit oldu. Ve Müslümanlar aleyhine fitne kapıları açıldı. Muaviye, Hz. Ali ile hilafet tartışmalarına girdi.

Bu olaylar karşısında ashab farklı guruplara ayrıldı. Bir kısmı bu ihtilaflardan elini eteğini çekerek, evine çekildi ve İbn Ömer’in şu tavsiyesine uydu:

“Haydi namaza diyene uyarım. Haydi feraha diyene de uyarım. Fakat her kim “haydi Müslüman kardeşini öldürmeye ve malını almaya derse, hayır ben yokum!” 

Bir kısmı muaviye tarafını tuttu. Bir kısmı ise, kendisine biat edilen müminlerin emiri Ali’nin tarafına geçti.

O gün Ammar B. Yasir kimin safına katıldı dersiniz?

Resülullah’ın hakkında “Ammar B. Yasir’in ahlakı ile ahlaklanınız.” buyurduğu bu adam, kimin tarafından tutmuştu?

Nebi (S.a.v)’in hakkında, “Ammar B. Yasir’e düşmanlık eden, Allah’a düşmanlık etmiş olur.” Buyurduğu bir insan hangi guruba katılmıştı?

Evinin kenarında sesini işittiği Allah Resul’ünün onun için “merhaba ey temiz, güzel insan! Ona izin verin girsin.” buyurduğu bu kutlu sahâbi o gün kimin safına katılmıştı?

Ali B. Ebu Talib’in…

Evet, o gün Amar B. Yasir, Ali’nin yanında yer almıştı… Taassubundan veya önyargısından değil. Sadece hakka ve ahde olan bağlılığından dolayı.

Ali müminlerin halifesiydi. Kendisine biat edilmişti. Bu işe ehil ve layık olduğu için hilafet makamına getirilmişti.

Ali halifeliğinden önce de sonra da yüksek meziyetlere sahipti. Öyle ki Hz. Peygamber katında onun yeri, Musa’nın katında Harun’un yeri mesafesindeydi .

Haktan bir an bile ayrılmayan Ammar B. Yasir, o gün basiret ve ileri görüşlülüğü ile, hak ve hakikati Ali’nin yanında görmüş ve onun tarafını tutmuştu

Bu durum karşısında Hz. Ali de ferahladı. Zira hak ve hakikat aşığı Ammar B. Yasir kendi tarafındaydı. Demek ki haklı olan kendisiydi.

Ve o korkunç sıffin günü gelip çattı. Hz. Ali bir isyan hareketi olarak telakki ettiği muaviye’ye karşı harekete geçti.

Ammar B. Yasir de yanındaydı.

O gün Ammar B. Yasir doksan üç yaşındaydı. Savaşa gidiyordu. Onun için yaşın önemi yoktu. Savaşı bir sorumluluk ve görebildiği sürece kaç yaşında olursa olsun çıkar, delikanlılar gibi sonuna kadar çarpışırdı. Ammar B. Yasir genelde suskun bir insandı. Fazla konuşmaz, konuştuğu vakit de ancak birkaç kelime söylerdi. Bu da genelde “fitneden Allah’a sığınırım” sözleri olurdu.

Allah Resul’ünün vefatının hemen akabinde de Amar B. Yasir’in bu tazarru ve yakarışları devam etti.

Günler geçtikçe Ammar B. Yasir‘in yakarışları da artıyordu. Sanki ömrünün sonunda, kalb-i pakiyle, gelmekte olan tehlikeyi adeta seziyordu.

Nihayet tehlike çattığında, fitne zuhur ettiğinde Sümeyye‘nin oğlu, o gün nerede duracağını, hangi safta yer alacağını gayet iyi biliyordu. Evet, sıffin Amar B. Yasir doksan üç yaşında olmasına rağmen, inandığı, gönül verdiği hakkın ikamesi uğruna kılıcını çekmiş, yola çıkmıştı

Bu savaşla ilgili fikrini de şu sözleriyle açıklamıştı.

“Ey insanlar. ! Osman’ın intikamını almak için ortaya çıktıklarını iddia eden şu insanlara karşı bizimle birlikte olun. Vallahi onların maksadı, Osman’ın hakkını aramak değildir. Onların tek gayeleri, alıştıkları dünya lezzetlerinden kopmamak ve şehvetleri peşinde koşmaktır. Bunların İslam’da bir öncelikleri yoktur ki, Müslümanlar onlara ne diye itaat etsinler?. Müslümanlar üzerinde velayetleri de yoktur. Bunların kalpleri Allah korkusu nedir bilmez. Allah’a itaat da etmezler.“  Osman’ın intikamını almak istiyoruz.” Diyerek insanları aldatıyorlar. Bunlar ancak zorba ve melik olmak istiyorlar.

Sonra Ammar B. Yasir sancağa eline aldı. İnsanların başları üzerinde dalgalandırdı ve şöyle dedi:

“Nefsim, kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki. Bu sancak altında Resülullah’ın yanında savaştım. İşte bugün yine aynı sancakla savaşa çıkıyorum. Allah’a yemin olsun ki onlar bizi mağlup etseler de kesinlikle biliyorum ki, biz hak, onlar da batıl üzereler. “

Oradakiler Amar B. Yasir’e tabi oldular. Ona inandılar

Ebu Abdurrahman  es-sülemi şöyle diyor:

“Hz. Ali (r.a.) ile birlikte sıffin’e katıldım. O gün Ammar B. Yasir’in tüm savaş alanını dolaşarak çarpıştığını gördüm. Diğer Müslümanlar da ona tabi olmuşlardı. O adeta onlar için bir sancak gibiydi.” 

Amar B. Yasir, bu savaşta öylesine gayret gösteriyordu ki, sanki bu savaşın şehitlerinden birisinin de kendisi olacağını biliyordu.

Hz. Peygamber’in sözleri gözlerinin önünde büyük harflerle dolaşıyordu:

“Ammar B. Yasir’i azgın bir topluluk öldürecektir.” 

Bu nedenle, sesi ufku çınlatıyor, var gücüyle bağırıyordu.

“Bugün Muhammed ve Ashabına sevgi günüdür.”

Bir ara Muaviye’nin bulunduğu alana yaklaştı ve şöyle dedi:

“Sizinle daha önce kuran için çarpışmıştık. Bugünse onun te’vili için çarpışıyoruz. Ve hak yerini buluncaya kadar da çarpışmaya devam edeceğiz.”

Sümeyye

Ammar B. YASİR bu sözleriyle, daha önce Allah Resulü ve asabının, Ebü Süfyan komutasındaki müşriklere karşı yaptıkları savaşı kastediyordu.

O gün onlarla savaşmışlardı. Çünkü Kur-an açıkça müşriklere karşı savaşmayı emrediyordu.

Bugün ise, her ne kadar onlar Müslüman olsalar da, Kur-an‘ı açıkça onlarla savaşmayı emretse de, Ammar B. Yasir‘in içtihadına göre, onlarla savaşmak ve fitne ateşini ebediyen söndürmek gerekiyordu.

Yani dün onlarla dini ve Kur’an ı yalanladıkları için savaşıyorlardı .

Doksan üç yaşındaydı ve ömrünün son savaşına katılıyordu. Muaviye’nin askerleri, “azgın topluluk “ tan olmak istemedikleri için Ammar B. Yasir’den çekiniyorlar, ondan uzak duruyorlardı. Fakat Ammar B. Yasir tek başına adeta bir ordu gibiydi. Bu durum karşısında Muaviye’nin ordusundan bazı askerler onu öldürmek için fırsat kollamaya başladılar. Ve neticede onu öldürdüler.

Ammar B. Yasir’in ölüm haberi kısa sürede etrafa yayıldı. Müslümanlar Medine mescidinin inşası sırasında Hz. Peygamber’in söylediği şu sözleri hatırladılar:

“Vah Sümeyye’nin oğluna!. Onu azgın bir topluluk öldürecek”

Bu azgın topluluğun kim olduğu şimdi anlaşılmıştı: muaviye ordusu.

Bu durum karşısında Ali ve ashabının imanları bir kat daha ziyadeleşti.

Muaviye’nin ordusu ise, Ali’ye katılma eğilimi içerisine girdi. Bu durum karşısında muaviye derhal öne çıktı ve şunları söyledi:

“Evet, Hz. Peygamber’in sözü, Ammar B. Yasir’i azgın bir topluluk öldürecektir. Fakat şunu iyi düşününüz: Ammar B. Yasir’i kim öldürdü? Biz mi? Hayır! Bilakis onu kendi arkadaşları yani birlikte savaştıkları kişiler öldürdü! “

Bu yalan ve yanlış tevil, kalplerinde heva ve heves dolu olan bir kısım insanları etkiledi. Ve savaş bilinen seyri üzere devam etti.

 

Ammar B. Yasir kanlı elbiseleriyle birlikte oraya defnedildi.

Müslümanlar Ammar B. Yasir’in kabri başında şaşkın ve üzgün bir şekilde sıralanmış Amar B. Yasir’in adeta vatanına hasret duyan bir bülbülün sedası gibi söylediği şu sözleri hatırlıyorlardı:

Allah Resulü‘ne ve Ashaba sevgi günüdür.”

Ashabtan biri diğerine, “Medine’de oturduğumuz bir sırada Allah Resul’ünün: cennet Amar B. Yasir’e müştaktı, onu özlemektir.” dediğini duydun mu? Diye sordu. Arkadaşı da “evet, duydum dedi aynı olayı Ali, selman ve Bilal de anlattı. “

Öyleyse cennet Amar B. Yasir‘e  müştaktı. Onu bekliyordu. Ammar B. Yasir ise ahdini ve emanetini en güzel şekilde yerine getirmiş, Allah yolunda üzerine düşen görevi hakkıyla ifa etmiş olarak, gıpta edilecek bir ölümle cennete, o ebedi istirahatgaha doğru yola çıkmıştı.

 

 

 

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

Üstad

BÜYÜK DOĞU İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ / MUSAB YASİR ÖZEN

Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü

Musab Yasir Özen

 

Gerçek İslam, yeni vecd, gerçek İslam yeni yurt.

 Gerçek İslam ne Yobaz, ne put adam ne bozkurt.

Büyük Doğu İdeolocyasıİslam’ın emir subayı olan ve İslam‘dan zerre feda etmektense tüm varlığını ateşe atmayı tercih eden gerçek aşkın, vecdin, imanın, ihlasın, Nizam’ın ne olduğunu gösteren bir ruhtur. “ Büyük Doğu Davası” adına aile, eş, dost, akraba ve kardeşini dahi hiçe Sayan ve Resulullah ( S.A.V)’in tüm emir ve yasaklarından zerre şaşmayan, sahabe mayasıyla mayalanmış Büyük Doğu Davası’nın edep derecesi o noktadadır ki; kendisine örnek olarak yalnız Sahabe-İ Kiramı alır. Çünkü peygamberleri örnek almayı, doğrudan güneşe bakmak gibi Çetin ve ağır bir sorumluluk olarak görür, onun yerine onun mukaddes sahabelerini göklerdeki yıldızlar bilip onları takip eder. Onları eleştirmek bir yana onlara karşı en ufak bir zannı bile hıyacet sayacak şekilde bir ahlak manzumesidir. “ Büyük Doğu” anlayışı. Âlemlerin tek yaratıcısı şek siz, şüphesiz bir olan Allah (c.c) ve onun kelamını bu ahlak penceresinden süzüp, ona gelecek her türlü saldırıyı, her harf için binlerce binlerce canını feda etmek suretiyle def etme gayretine girer. Büyük Doğu’da Allah buyruğu ve Resul ölçüsü ile sahabe içtihat’ından süzülen ak ve temiz süt içilir ve bu süt ki davanın özüdür.

Büyük Doğu İdeolocyası, bu ölçüler ışığında tüm Müslüman’ları bir Sayan ve müslüman’ların hiçbirini tek bir adım dahi öne çıkartmadan ve onların gerçek kıymetlerinin takvalar olduğunun idrakinde olarak hiçbir tarikat cemaat, cemiyet ve zümreye ayrıcalık tanımaz. Ve dahi bu cemiyette yer alan herkese sadece Müslüman oluşundan ötürü bir kıymet yükleyen “Büyük Doğu Davası” yalnız ve yalnız hakiki ve ihlaslı Müslümanlarla bir yolda yürümeyi kendine şeref bilir.

Büyük Doğu İdeolocyası’sına göre, tek gerçek idare şekli Allah ve Resulü‘nün emrettiği Şeriattır. Her Müslümanın savunması ve yaşaması gereken Şeriat ne kadar günümüzde toplumumuza uzak olursa olsun ondan uzak durmak Allah ve Resulü‘nden uzak durmaktır. Necip Fazıl KısakürekAllah ve Şeriat” adlı şiirinde konuyu en güzel şekilde özetler.

Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü Musab Yasir Özen

Ne iştir yarı iman, yarı inkar giderler,

   Güneşe var derler de, ışığına yok derler.

Bize öğretildiği gibi İslam güneşinin ışığı şeriati kabul etmeyen, sözde kabul etse de hayatına tatbik etmeyen kişilerin adı Marka müslümandır. Ve Büyük Doğu ile uzaktan yakından alakası yoktur. Üstat Necip Fazıl KısakürekBüyük Doğu” ve mensuplarının ölçüsünü şu şiirde çok güzel anlatmaktadır.

Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim,

sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim

 

Bu ölçüyü hayatlarına uygulamayan, İslam’ı ve Şeriatini kendi nefislerine kurban eden bu güruhun, Büyük Doğu’nun ihlaslı Müslümanlarının yanında olmayacakları aşikardır. Zira bu zorlu yolda sadece Sebatlı, ihlaslı Müslümanlar yer alır.

Büyük Doğu İdeolocyası’nda ırkçılık, kavmiyetçilik , putlaşmış şahıslara tapınma ve ham safta kaba yobazlara sığ islam görüşüne yer yoktur. Bu çatı altında İslam’ın her neferi bir elmas olup diğerlerinden ayrılan tek özelliği daha önce de belirttiğimiz gibi kavmi değil takvasıdır. Hiçbir zaman, hiçbir şart altında görüşünden zerre feda etmeksizin yaşayan Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu’nun, Türk ırkını yüceltmesi ve onun İslam öncesi hallerini göklere çıkartarak Türk’lerin İslam’la yükselmesini değil de İslam’ın Türklerle yükselmesi gibi İslam’ı Türkçülüğe lokomotif yapmak gibi gafil fikriyatlar Büyük Doğu’nun kapısından dahi geçemez.

Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü Musab Yasir Özen

Türkü madde planında kurtardığını iddia eden ve daha sonra Türk’e zorla batının eskilerini giydiren güruh ve ondan önceki Tanzimat soytarıları ve Kanuni’ye kadar uzanan kanların donduğu, aşkın sandıklarla unutulduğu dönemde olan ve İslam’ın iç yüzünden bir haber yaşayıp üzerine bir de en sonunda İslam’ı çöpe atmayı modernleşme, medenileşme olarak gören küfür saftalarının en büyük düşmanı Büyük Doğu’dur.

“Biz nefsimizde hohlaya hohlaya buz dağını erittik, şimdi ortalık çamurdan geçilmiyor” der üstat Necip Fazıl Kısakürek. Bir başka konuşmasında ise, “Biz bu davanın bayraktarıyız, ötekileri ise laf azanı” derken aslında ortalığı saran sahte şeyh tiplerinden ve onları takip eden çeyrek müminlerden bahseder. Tüm kavga Büyük Doğu’nun sırtındayken onun karşısına geçip, “ben bu kavganın içindeyim” demesine rağmen tek yaptığı nefsine pay çıkartmak olan ve saf Müslüman ahaliyi de bezdiren bu tip ve zümreler hiçbir zaman gerçek Müslümanlarla ve ALLAH dostlarıyla bir araya gelmezler. Onlardan kaçarlar.

Necip Fazıl Kısakürek’e göre gerçek Müslüman ve ALLAH dostu, ne cennet tasası ne cehennem kaygısı… Yalnız Allah rızasındadır. Onların tek umutları tek menzilleri orasıdır. Necip Fazıl Kısakürek bu hakiki müslümanların İhlasını şöyle anlatır. “Cehennem olmasa da şerden yılacak insan… ve cennet de olmasa namaz kılacak insan “”sonunun ne olacağını bakmadan mükafatın yahut cezanın varlığına yokluğuna bakmadan kulluk şuurundadır. Hakiki Müslüman Büyük Doğu da bu Müslümanlarca vücut bulmuş bir cemiyettir.

“Büyük Doğu” İslam’ın kapısında küfre havlayan bir köpektir, bir köledir ve asla azad kabul etmez.

 

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

Musab Yasir Özen

NECİP FAZIL KISAKÜREK VE BÜYÜK DOĞU / Musab Yasir Özen

 

NECİP FAZIL KISAKÜREK VE BÜYÜK DOĞU

Musab Yasir Özen

Baharın ilk çiçeğiydi o, kardelen’ di. Karı deldi, soğuk rüzgâr ve tipiye rağmen dimdik ayakta durdu ve büyüdü. Yeni Kardelen’ler için zemin hazırladı, gecenin karanlığında Necip Fazıl‘dan bahsediyoruz, ilk defa İslam diye haykıran milletin bilinçaltına hapsettiği değerleri ortaya koyan ilk ve en cesur şair ve yazardır. İslam adına kaybettiğimiz ne varsa hepsine gönülden talip bir şair. Kılıçtan keskin kalemi ile zehir gibi diliyle küfrün buz dağlarını nefesiyle eritmeye başlayan şairdir. Bütün çilesi ve derdi bu milletin “OH” diyebil baharı başlatmaktı. O kalabalıklar coşturmakla memurdu. O zamanın ihtiyacı da zaten o idi insanların ilimden ziyade fikre ve dava şuuruna ihtiyacı olduğu bir dönemdi.

Musab Yasir Özen

Necip Fazılın zamanı tam bir adam kıtlığının yaşandığı zamandı. Zira milletin çoğu Avrupa tarzında akımları benimsemiş, İslam’ı benimseyen az bir kısım insan ve Anadolu’nun bilinçsiz ve şuursuz köylü evlatlarından ibarettir. Necip Fazıl bu hakikati şöyle ifade edecektir, sen yürü! Arkamdan kimler gelecek! Bu kinaye söz aslında arkasından az kişinin geldiğini göstermektedir. bu sıkıntısı yaşadığı bir dönemde mahkemeye düşmektir. Onu dinlemek için gelen üç üniversite öğrencisi olduğunu görür. Eve dönmeyi beklemeden mahkeme koridordaki telefondan eşi Neslihan Hanım‘ı arayıp koridorları inleten bir çığlıkla neslihan görmeliydin, bütün üniversite öğrencileri arkamdaydı. İfadesi aslında insanın ne kadar az olduğunun bir ifadesi, Necip Fazıl’ın o gençleri çok büyük telakki etmesi bunun göstergesidir. Herkeste olduğu gibi Necip Fazıl’ın da insan olması hasebiyle ve kötü akımlara maruz kalması sebebiyle hataları çöktü Rabbimiz affetsin. Ama o günahlarım var deyip durmadı, yılmadı, hapis gördü ama yine de bırakmadı. Çocukları Mehmet ve Ömer’e süt parası dahi alamadığı günler oldu ve yine bıkmadı. Hala yaptığı işler, yazdığı kitaplar ve şiirler okunmaya devam ediyor.

Necip Fazıl

Müslümanlara hep imanı aksiyoner bir şekilde yaşamayı karşılayan temasıyla müslüman‘ların ezilmesini ya da kendilerini kenarda kalmış hissetmelerini önlemiştir. O, sessizliğe Boğulan müslüman‘ların sesi olmuş, kenarda kalan ve pısırıklaşan müslüman‘ların ayağa kalkıp cesaretlenmesine vesile olmuştur. Eğer araştırırsanız göreceksiniz ki Necip Fazıl gece gündüz ibadet eden değil, tam aksine ibadetlerini  tam bir kimlik olarak Ortaya çıkmaktadır. Bu ahlak yapısı onun davası savunmasını hiç ama hiç aksatmamıştır. Ayrıca bizim de bir ön yargı sahibi olmamızı gerektirmez. Zira ibadet kul ile Rabbi arasındadır. ayrıca vefatına yakın beni sevenlerin adıma iki rekat namaz kılsınlar. Şafii mezhebinde caizdir. Dediği rivayet edilir. Bu üstadın günahlarından pişman olduğunun açık bir beyanıdır.

Necip Fazıl Kısakürek

Takriben 30 yaşına kadar hayat üstü bir hayat arayışıyla ve birini arayarak ömrünü geçirmiş ama ne bahem’likte Ne Arap atına binmede ne de evindeki dekor da bunu bulmuştu. Nihayet bir gün çalıştığı bankadan çıkıp hayriye vapuruna bindi ve bir adam karşısına oturmuş gözlerini ondan hiç ayırmıyordu, ve kalkıp giderken ona büyük vaadin randevu adresini veriyordu. Ağa cami her cumaya gitti ve o adamı hayatı boyunca bir daha hiç görmedi. Hızır tavırlı bu adam, onu dehlizlerden beraat ettirip güneşin sımsıcak özgürlüğüne giden istasyonun adresini vermişti. O camiye gidip ilk karşılaştığında gözlerinin içine bakmış ve görünenin ötesini gören o gözlerinin içindeki Derya’ya kendini bırakıvermişti. İşte İslam’a namzet oluşu ve kendini İslam’a adayışı işte böyle başlamıştı. Kendini Abdulhakim Arvasi hazretleri’nde bulmuştu. O zamana kadar geçip giden hayatı işte bu buluşma anını beklemenin doğum sancılarıyla dolu bir hayat ruhunun putları bir Sarsılış’ta yerle bir olmuş ve her şeyi kaybetmiş ama Allah’ı kazanmıştı.       

Diz çök ey nefis önümde diz çök

Heybem hayat dolu deste ve yumak,

Sen bütün dalların birleştiği kök

Biricik meselem sonsuzu bulmak.

İşte şiir‘inde yazdığı sonsuzu bulmak aslında onu 30 yaşında bulmuştu. Bundan sonra çıkardığı Büyük Doğu dergisi rejimin tüm putlarına kafa tutmaktadır, ve yine hapis ve özlem geri kalan acılarla dolu hayatının neredeyse tamamını hapiste geçirir. Düşündükçe insanın içini burkan bir evlat ve bir eş acısı zindanlarda geçen bir hayat. hayatını İslam’ın baharı uğruna kısa kısa çeviren bir adamdır.

 

  Musab Yasir Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

 

MALCOLMX

MALCOLMX

(Büyük Doğu’nun Batı’daki Devrimci Sesi)

İtalyan maceraperest kaptan Kristof Kolomb’un önderliğindeki Nina, Pinta ve St.Maria isimli üç gemi sakince Amerika Kıtasına ulaştı. Aynı sırada bu gemilerden binlerce kilometre uzaklıkta, Afrika’da sakince bir yaşam süren milyonlarca insan kendileri aleyhine yüzyıllarca sürecek olan acı ve gözyaşı atmosferinin başladığından habersizdi

Üç geminin açtığı on meşhur yoldan yüzlerce gemi Amerika kıtasına doğru yola çıktı. Avrupalı halklar yeni kıtaya sökün etmeye başladıklarında, sonradan Amerika ismini verecekleri bu topraklarda Kızılderililer yaşamaktaydı. Fakat Avrupa’dan gelen beyazların bu Toprakları, yüzyıllardır burada yaşayan yerlilerle paylaşma niyetleri yoktu. Öyle de oldu. Avrupalıların hakkı kuvvette gören anlayışı sonrası dört asrı kapsayan zaman dilimi içerisinde yaklaşık 70 milyon Kızılderili katledildi. Avrupanın doymayan nefsi Kızılderilileri yok etmekle kalmadı. Yeni kurdukları çiftliklere ucuz işgücü sağlamak için Afrika’ya insan avcıları hücum etmeye başladı. Sakince yaşayan siyahi insanlar zorla topraklarından koparıldı zencilere vurularak gemilerle yeni kıtaya beyaz efendilerine hizmet etmek için köle olarak isimlendirilip Amerika kıtasına doğru yola çıkarıldı. Daha sonra “özgürlükler ülkesi” (sözde) olarak anılacak ABD’de garip bir biçimde buraya zorla getirilen Afrikalılar XIX. yüzyıla dek ilk üç yüzyıllarını Köle olarak geçirdiler. Garipti başlı başına çünkü. Söylemle eylem birbirini tutmuyordu, bu topraklarda. Misal 1776 senesinde yine bu topraklarda İngiliz kralı üçüncü George’a başkaldıran koloni önderleri bir bildirgeyle tüm insanların eşit olduğunu Dünya aleme duyurmuştu. Bu bildirgenin önde gelen yazarı ise Thomas Jefferson’s du. Kendisi kültürlü, demokrasiye inanan bir insandı. Ama gelin görün ki tipik Amerikalı olarak kendi kaleme aldığı bildirgedeki 250 siyahi köleye uygulamadı. Uygulamadığı gibi bunu ahlaki bir sıkıntı olarak görmeyecek kadar kördü.

MALCOLM LITTLE işte böyle bir sosyolojik ortamda 19 Mayıs 1925 yılında Nebraska da gözlerini dünyaya açtı. Hıristiyanlığın Baptist Mezhebine bağlı, Reverend Eorl Little adlı bir rahibin oğluydu. Babası, Amerika’da siyahlara karşı uygulanan ağır ırkçılığa tepkili bir din adamıydı. Bu topraklarda ki siyahların Afrika’ya geri dönmediği sürece asla özgürlüklerine kavuşamayacaklarına inanıyordu. Malcolm‘ un Omuzlarında ayrımcılığın ağır baskısı yanı sıra bir de siyahların hakları için mücadele eden bir ailede doğmanın zorluğunda yüklenmişti. Zorluklar kendini göstermekte gecikmedi. Malcolm henüz 4 yaşındayken Ku Klux Klan adlı siyah karşıtı, ırkçı bir terör örgütü evlerini ateşe verdi. Aile fertleri can kaybı yaşamadan yalan evden kendilerini dışarı atmayı başardı. Felaket, can kaybı yaşanmadan atlatıldı ama bu olay Malcolm’un belleğinden hiç çıkmayacaktı. Ama asıl darbe 1931 senesinde geldi. Babasının faili meçhul ama siyah nefreti sonucu olduğu malum bir cinayette kurban gitmesi, onun zor olan hayatını daha da zorlaştırdı. Malcolm, yedi kardeşiyle birlikte başka ailelerin yanına evlatlık verildi. Ruh sağlığını yitiren annesi de akıl hastanesine yatırıldı.

Zor şartlar Malcolm’un öğrenim hayatını da olumsuz etkiledi. Amerikan toplumda siyahlara karşı uygulanan ayrımcı düşüncenin ağır darbelerini alan Malcolm, başarılı bir eğitim süreci geçirse de beyazların dünyasında kariyer yapabilmenin imkansızlığına inanmaya başladı. Zira bu acımasız ortamda kendine bir siyah olarak tanınan en iyi hakkın; Garson, otobüs biletçisi veya ayakkabı Boyacısı olmaktan öteye geçemeyeceğini, çok şanslıysa belki en fazla postacı olabileceğini biliyordu. Aslında bu düşüncesini kesinleştirilmesini en sevdiği öğretmeni ile yaşadığı bir diyaloğun duygusal yıkımı yol açmıştı.Bir gün öğretmen kendisini, hangi mesleği ileride düşündüğünü sormuştu. Malcolm heyecanla Avukat olmak istediğini söylemişti. Bu cevap üzerine şaşıran öğretmeni, bir siyah olduğunu aklından çıkarmaması ve gerçekçi olması iyi kazını yaptıktan sonra marangoz olmasını tavsiye etmişti. Yaşadığı bu diyaloğu yıllar sonra şöyle dile getirmişti kendisi: “Ben onun en iyi öğrencilerinden biriydim. Hatta okulun en iyi öğrencilerinden biriydim ama onun “sizin yerinize “düşünebileceği gelecek bütün beyazları Siyahlar için düşündüğünden hiç de farklı değildi”. Bu düşünce doğrultusunda liseye devam etmeye karar verdi. Bu çaresiz ve öfkeli düşüncelerle Boston’da yaşayan üvey ablasının yanına giden Malcolm, Yaşama tutunmak için elinden gelen her işi yaptı. Böylece hayatı daha yakından tanıdı ve fikirlerin de daha da keskinleşti. Ama asıl kırılma New York’a gidip siyahların yoğun olarak yaşadığı Harlemi tanıyınca oldu. Harlem’de çalışmaya başladıktan sonra hızla kirli bir hayatın içine yuvarlandı. Böyle bir atmosferin doğal sonucu olarak karıştığı bir çok suçu nedeniyle 1946 da hapse mahkum oldu. Ama hapis günleri ona yaşamını değiştirecek yepyeni bir yol sunacaktı.

MALCOLM LITTLE

NATION OF ISLAM İLE TANIŞMASI 

Malcolm bir Kilise rahibinin oğluydu dolayısıyla Hristiyanlıktan başka bir din tanımıyordu. Fakat o dönem Amerika’da siyahların beyaz kiliselerine girmesinin yasak olduğu düşünüldüğünde, hıristiyanlığı da beyaz adamın dini olarak görmesi sebebiyle bu dinden nefret ediyordu. İşte tam bu ruh halindeyken, hapiste Elijah Muhammed adlı birinin liderlik ettiği Nation Of İslam yani “İslam milleti” adlı topluluğa mensup kişilerle tanıştı. Bu topluluğun lideri Elijah Muhammed, Siyah milliyetçiliğini savunuyordu. Hatta Tanrının zenci olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyordu. Beyazlara öfkesi hat safhada olan Malcolm için siyahlara özgü bu din çok cazip geldi. Bu nedenle 1949 yılında, Elijah Muhammed’in öğretisini kabul ederek müslüman oldu, 1952 yılında tahliye edilerek hapishanedeki günlerini yoğun bir okuma programı içinde geçirdi. Tam altı yıl süren hapishane hayatından sonra Malcolm için artık bambaşka bir hayat başlıyordu. Pek çok öfkesi siyah gibi Malcolm’da siyahları amaçsız yığınlar halindeki başıboş bir kitle olmaktan kurtarıp kendine güvenen inançlı bir kitle haline getiren bu topluluğa ilgi gösterdi. ABD’de salih bir İslam inancının pek tanımadığı o yıllarda, itikadı  anlamda Kuran ve sünnet çizgisinde olmayan bu yapının Siyahlar için sosyal bakımdan bir boşluğu doldurulduğu da gerçekti.

Malcolm, adeta kendini Nation Of İslam topluluğuna adadı. Enerjik ve teşkilatçı genç hatip, hemen hemen lider Elijah Muhammed’in dikkatini çekti ve Harlem’de görevlendirildi. Malcolm, siyah davasının isimsiz bir hizmetkarı olduğuna işarette bundan sonra Malcolm X adını kullanmaya başladı. Öyle ki artık kendisi topluluğun lideri Elijah Muhammed’in konuşan ağzı olarak biliniyordu. Malcolm X 1964’te Nation Of İslam hareketinden ayrıldı, hacca gitmek amacıyla Orta Doğu ve kuzey Afrika ülkelerinde bir seyahate çıktı. Ama gördüklerine inanamadı. Çünkü onun 1949’da hapishanede tanıdı topluluğun İslam’ı ile Mekke’de gördüğü İslam bambaşka şeylerdi. Burada dünyanın 4.01 yanından gelmiş, rengi ve ırkı farklı müslümanların Allah huzurunda tam bir eşitlik ve kardeşlik içinde bulunduklarına şahit olduğunda adeta çarpıldı. Bu durum irkilip uyanmasına sebep oldu ve böylece sahih islam anlayışına ulaştı. Malcolm X, ABD’de soludu zehirli ırkçılık ikliminden sonra ilk kez mukaddes topraklarda İslâmiyet inancına dayalı eşitlikçi sosyal ortamı teneffüs etti. Gördüklerinin ona yaşattığı duyguyu şöyle dile getirmişti;

İslam dünyasına geldim geleli on bir gün oluyor; O gün bugündür de gözlerim maviler mavisi ve saçları sarılar sarısı ve tenleri beyaz var beyazı olan Müslüman kardeşlerle aynı yaratıcıya inandığımız için aynı tabaklardan yemekteyiz, aynı bardaktan içmekdeyiz, aynı yataklarda ( yada aynı halılarda) uyumaktayız. Ve yine “beyaz” müslümanların sözlerinde, davranışlarında, tutumlarında; Nijerya’dan, Sudan’dan Gana’dan gelen Afrikalı siyah müslümanların gösterdikleri samimiyetin aynısını bulmak dayım. Hepimizde gerçekten “kardeş” gibiyiz, çünkü bu insanların aynı ilaha yönelen inançları; Kafalarındaki tüm “beyaz” imajları, davranışlarındaki tüm “beyaz” imajları, ruhlarındaki tüm “beyaz” imajları silip almıştır”

Evet Malcolm X Tüm yaşamı boyunca maruz kaldığı ırkçılık ve ayrımcılık zehrinin Pan zehrini bulmanın coşkusunu yaşıyordu. Yani İslamiyeti!

MALİK ŞAHBAZ

Malcolm X Hayatımın bu döneminde artık el-hac malik eş-Şahbaz adını kullanmaya başladı. ırkçılık zehrine karşı hz. Peygamber’in veda hutbesi nde yankılanan sesini yani; “Beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. “ABD toplumuna anlatmak için aynı coşkuyla ülkesine döndü. Hemen faaliyete başlayarak Siyah-beyaz kardeşliğini esas alan bir toplum meydana getirmeyi amaçladı ve bu amaçla Muslim Mosp ve (Müslüman camii) ve Organization of Afro- Amerıcan Unity (Afroamerikalılar Birliği Organizasyonu) adlı teşkilatları kurdu. Malcolm X yani Malik Şahbaz, büsbütün başka birisi olmuştu. Artık davası öfke ve nefret değil birlik ve selamet içeriyordu. ırkçı fikirlerden tamamen sayılmış bir Müslüman olarak beyazlarla işbirliğine açık birisi olmuştu. Her haktan mahrum edilen siyahların muhtaç olduğu eşitlik ve özgürlüğün, Amerika’nın iç meselesi ve bir ırk sorunu değil bütün dünyayı ilgilendirir biçimde bir “insan hakları“ meselesi olduğunu düşünüyordu. Kafasındaki bu yeni yaklaşımı hayata geçirmek için Orta doğuya, Afrika’ya ve Avrupa’ya seyahatlerinde kendisine ilgi çok yüksek oldu. Bilhassa Afrika’da ve Müslüman ülkelerde. Seyahatleri de ister istemez uzuyordu. Bu durumu şöyle dile getirmişti. “Gittiğim her yerde biraz daha kalmam için ısrar ettiler. Bu yüzden her ülkede planladığımdan fazla kalmak zorunda kaldım. Müslüman dünyada, Amerikalı bir Müslüman olduğumu öğrenince hemen seviyorlardı beni.

Her şey yolunda gidiyor gibiydi fakat Malik Şahbaz iki kesimin nefretini üzerine çekiyordu. Beyaz ırkçılar ve siyah ırkçılar. FBI tarafından yakın takip de tutulan ve toplum düşmanı sayılan Malik Şahbaz aynı zamanda yanından ayrıldığı Elijah Muhammed de topluluğu tarafından hain ilan edilmişti. Artık Malik Şahbaz’a ölüm tehditleri yağmaya başlamıştı. Canına kast edilen bazı başarısız girişimler olmuştu fakat birisi çok ciddiydi ailesinin de içinde olduğu evine ateş bombaları atıldı, ve soğuk 1 Şubat gecesi eşi ve çocukları ile birlikte yanmakta olan evden çıkmayı son anda başardı. Tıpkı dört yaşında yaşadığı olay gibi. Bu olaydan henüz bir hafta geçmişti ki 21 Şubat 1965 Pazar günü öğleden sonra, bir konuşma yapmak üzere çıktığı kürsüde “Esselamu aleyküm” diyerek başladığı sözlerine yüzlerce dinleyiciden “ve aleykümselam” karşılığını aldıktan hemen sonra tüm ömrünü haklarını savunmak için harcadığı üç siyah tenli suikastçı tarafından açılan ateş sonucu şehit edildi.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

İSLAMİ DÜŞÜNCE TARİHİ

İSLAMİ DÜŞÜNCE TARİHİ

İslami düşünce tarihi konusunda kaleme alınmış geleneksel çalışmalara baktığımızda bir. İlgimizi ve dikkatimizi çekti. Gerek Müslüman yazarlığın gerekse Müsteşriklerin çalışmalarında, İslam düşüncesi hakkında nedense başka alanlarda rastlamadığımız garip bir paralellik vardı. İslam düşünce tarihi adlı eserin hemen tümü hep aynı düşünür. Bilgin ve yazarları zikr ediyorlar. Örneğin bu çalışmalarda geleneksel olarak, Gazzali, Farabi, Kindi, İbni Sina ve İbni Arabi her zaman ve her fırsatta yer alırlar. Onlar adeta tartışmasız İslam düşünürleridirler.

İslami Düşünce Tarihi” ile ilgili eserlerde Ebu Hanife’yi İmam Safii’yi, Ahmed bin Hanbel’i kolay kolay göremezsiniz. O kadar ketumdur ki söz konusu eserler bu hususta, artık bu zaatların birer İslam düşünürü olmadıklarına karar verirsiniz. Belli ki epeyce eski zamanlardan beri zihinlerde tarafgir imajlar oluşmuştur. Kim tarafından hangi tarihte yapıldığı bilinmeyen, ancak belki biraz tahmin edilebilen bir dönemden beri, vahim sonuçlar Doğurması düşünülmeden, çok yanlış sınıflandırmalar ortaya konmuştur. Özellikle İslam söz konusu ise, falan zat fakihtir, filan zat tarihçi, bir diğeri de düşünürdür, biçiminde bir sınıflandırma esastan batıl bir sınıflandırmadır. Bu septik ve parçacı bölünme ci mantık İslami bir esas üzerine oturmuyor. Sözgelimi yapılan sınıflandırmalarda başkalarına göre meseleyi biraz daha fazla bilen Müslümanı fakih, tarihçi yahut düşünür yapan kriter neydi acaba? Ve böyle bir kriter varsa, onu kim, neye dayanarak koymuştur? Numan Bin Sabit yani Ebu Hanife bir çok Müslümanın ittifakıyla dini üzerinde cidden kafa ve kalbini yormuş, yetkin, bir bilim ve düşünce adamıdır. Ne var ki halkın nazarında bir kötü Şablon onu düşünür olmakta çıkarmış, mezhep imamlığına güya tarif ettirmiştir. Aslında onlar belki bilmeden Ebu Hanife’yi Bir kez de kendisinden sonra gelen insanlar nezdinde gizemli bir kutsiyetin belirsiz bir karanlığına mahkum etmişlerdir.

DÜŞÜNCE

Yine söz konusu ettiğimiz o bilinmeyen çevreler tarafından İslami düşünce tarihlerini adı kaydedilenler, ilginçtir, çok defa Müslümanlık anlayışları tartışma götüren bilim ve düşünce adamlarıdır. Birçoklarınca İslam’ın ona caddesinden sapmakla suçlanmış kim varsa İslam düşünürü diye ortaya atılmış ya da attırılmıştır. Kim varsa ki kendini bile beğenmeyip yapıp ettiklerinden pişmanlık duyan, kim varsa ki zaman zaman tekfir bile edilen, onu İslam düşüncesi kitaplarında görmeniz mümkündür. Hayatı zikzaksız, örnek bir İslam yaşantısı olan düzgün insanlar ise ya fakih ya Sanatçı ya da mahpus luğa hak kazanmıştır. Anlaşılan o ki İslam dünyasında düşüncelerin kaderi maalesef hep Zıtlık, aykırılık, sapma ve dışlanmalarla vasıflandırıla gelmiştir. Sonuçta iki türlü yanlış bizi çepeçevre kuşatmıştır. Birisinde düşünenlerin hepsi yapanlar olduğu Zehabı sinelere yerleşmiştir. İkincisi de sahici düşünenler düşünce tarihi kitaplarında bu gösterememiş ve Müslümanlar tarihlerini, kendilerinden önce yaşama deneyimleri olanları, çok yeri yanlış tanımışlardır. İnsanları benzer yanılgılara sürükleyen nedenler açıktır aslında. İslam vahye dayalı bir dindir ve kaynağı ilahidir. Onun karşısındaki dinler, ya Beşer’in kendi elleriyle bozduğu ilahi Din’in önceki mesajlarıdır-ki onları beşer eli değdirerek beşerileştirmişlerdir. Şimdiki isevilik, Musevilik gibi yahut köken itibari ile de beşeri olan türlü teoriler, felsefeler, insanları etkileyen ve itikat etmelerini sağlayan doktrinlerdir. Siyasal doktrinler olarak demokrasi, teokrosi, ekonomik yönü ağırlıklı doktrinler olarakta ulusçuluk, devletçilik ve benzerleri sayılabilir.

Birileri tarafından, anlaşılan o ki, İslam vahye dayalı bir din olduğundan onun bağlılarının, vahiy varken bir doktrin, bir düşünce üretemeyecekleri yahut üretmemeleri gerektiği gibi bir izlenim yayılmıştır. Eğer vahyin kendisi bir doktrin, bir fikir olsaydı belki böylesi bir izlenimin uyanması  haklı sayılabilirdi. Ancak unutulan nokta, ilahi vahyin, insanın doktrin üreten dimağına, daha çok doktrin üretmesine teşvik hatta emretmek için gönderildiğidir.  Batıda din, beşeri dünya görüşlerine dayalı olabilir. İslam’ın ise bu kavgada, bu çekişme de en ufak bir dahli yoktur. Müslüman din’i alternatif üretmek için düşünmez. Ya da düşünmek her seferinde din’e alternatif üretmek için yapılan bir iş midir? Öyle sanıyoruz ki bu yanlış zahap İslam düşünce tarihi kitapları çoğunlukla aykırı, Vahye zıt düşünceleri öne çıkan bilgin ve düşünürlerin alınmasında önemli ölçüde rol oynamıştır. Düşünürler aykırı fikirleri olanlar, diğerleri ise fakih, tarihçi… Vb…

Yanlış algıların, derinliksiz ve İslam dışı kaynaklardan etkilenen zihniyetin tez elden Müslüman fertlerin zihinlerinden silinmesi gerekir kanısındayız. Çünkü biz Müslümanlar biliriz ki aklımızı da vahyi de bize nimet olarak İhsan eden yüce Rabbimizdir. O aklımızla ( akleden kalple) Ortaya koyabileceğimiz bir doktrin vahiy yoluyla yeniden bize niçin göndersin ki? Vahyin bize ulaştığı, gaybi hakikat düşünerek üstesinden gelinemeyecek alanlara ait haber, bilgi ve tekliflerde. Vahyin bize taşıyıp getirdiği kimi tarihi belgeler, gaybi bilgiler ve kimi yargılar düşünen kalbimize dönük ibretlerle doludur. İnsan, düşünerek, bu belge ve bilgilerin hiçbirisini, kendi gücüyle, ilahi vahiy de mevcut olduğu doğruluk ve isabetlilikte asla saptayamazdı. Çünkü insan düşünme mekanizmasının bunları elde edecek verileri ve gücü yoktur. Düşünmenin faaliyeti, yetki ve güç alanının dışında vahiy yoluyla bize gelen ek nimet ve rahmet, aynı zamanda akıl etme işinin de işleyiş biçiminin rehberliğini yapacaktır. En azından Müslüman zihinler şu paradoksu çözmüş olmalıdır: Akıllarımızın tümü bir araya gelse aklımız gibi bir aklı var edemeyecektir. Bize ayrıca vahiy yoluyla ulaştırılan goybi bilgilerin en yakın tarihlisini ve en kolayını bile yaratamayacağı gibi, vahiy üslubun bir benzerini var edemezler. Öyleyse başkalarının yönlendirmelerine kanarak Müslümanlar aklı vahyin rakibi görmekten vazgeçmeliler. Kaldı ki vahyin karşısında doktrin üretenler, Vahye rakip öğretileri salt beşeri düşünceyle ortaya koyduklarını sananlar ne kadar akıllıdırlar ve vahiy düzleminin yada düzeyinin hangi noktasına kadar ulaşmışlardır.

Akıl ( isim olan değil fiil yani kalbin akletme işi) Özellikle kendisi gibi Allahın bir başka nimeti olan vahiy karşısında onu anlamak için gerekli ve zaruri bir kudrettir, cevherdir. Ve düşüncenin asıl fonksiyonu, faaliyeti, vahye ulaştıktan sonra başlar, böylece istikamet kazanır. Müslümanlar inanırlar ki düşünmek bizatihi vahyin yoluyla gelen bize hatırlattığı ( bir düşünme biçimi olarak zikir) ve emrettiği bir hadisedir. Değil mi ki vahyin taşıdığı haberler, bireysel ve toplumsal yaşamımızı düzenlememiz, Dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmada bize rehberlik etmektedir. O zaman akıl baliğ olur olmaz, yapmaya başlayacağımız ilk iş, İlahi Vahyin tilavet olunan ve olunmayan bütün şubeleri üzerinde düşünmektir. İlk ve acil sorumluluğumuz budur. Müslümanın düşünme faaliyeti ilkin vahiy üzerinde başlar. Müslüman düşünür olarak hatırla ilk gelmesi gerekenler, vahyi yanlış anlayan ve yanlış yorumlayanlar, ona aykırılık edenler değil, belki vahiy üzerinde kalbini ve zihnini yoran fakihler ve Müfessirler olmalıydı. Oysa bir çok İslam düşünce tarihi kitabı fakihleri ve müfessirleri kapsamlarına almamıştır.Müslüman olmayanlar düşünür diye genellikle filozoflarını zikrederler. Filozoflar sa geleneksel olarak birbirlerini geliştirmişlerdir. Ekoller böylece doğmuştur. Yani onların boşa özellikleri birbirlerine aykırılıklarıdır. Birbirlerine aykırı fikirler imal edenler ancak filozof olmaya hak kazanırlar. Bundan daha doğal bir sonuç olamazdı çünkü hiçbir beşerin salt düşüncesi ilelebet müstakim kalacak, herkese doğru gelecek, herkesin onaylayabilirceği bir sözü, bir bilgiyi, bir iddiayı ortaya koyamazdı. Felsefenin karakteridir aykırılık. Felsefe geleneğinin Müslüman düşünce tarihçilerini etkilediği, felsefenin karakterlerine baktığımızda açıkça ortadadır. Anlaşılan Müslümanlar da kendi işlerinden yetişen filozofları yahut filozof gibi düşünce üretenleri düşünür sayma eğilimindedirler.Gönül isterdi ki “İslam düşünce tarihi” yerine sözünü ettiğimiz çalışmalar, Müslüman filozoflar tarihi diye adlandırılırsaydı. Yeniden bir İslam düşünce tarihi yazılsa elbet yalnızca fakihlerle müfessirleri sıralasın istemiyoruz. Üstelik ille de böyle bir çalışma yapma amacı ve iddaamız da yok. Amacımız, düşüncenin İslam dünyasında neden hep aykırılıkları ad olduğu ve neden hep ikinci üçüncü dereceden değeri haiz kılındığının araştırılmasıdır. Ve akıl ile kalbi tevhit etmiş Müslüman düşünceler kuşağının bir neferi olmak, bu imajını güçlendirmektir. Yoksa İslam düşünce tarihinde fakihler ve Müfessirler kadar vahye müşterid Fikir imal eden her mümin kalemini ilahi vahyin uğurun da kullansın her yazar, sanatını vahye aykırı olmayan alanlarda sürdüren her sanatçı peşinen kendisine bir yer edinmiş demektir.  Hatta Müslüman da olsalar, filozoflar bunun aksine İslamdan, İslami alandan uzaklaştıkları nispette İslam düşünce tarihinin belkide aykırı malzemesi olarak anılmalıdır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Melankolik Avrupalı filozof Niçe’nin Örnek insan olarak insanlığa sunduğu üstün insan anlayışı hemen hemen bütün Batı medeniyeti dairesinde benimsenmiş, Batının dünyayı sömürgeleştirme macerasına sebep olmuştur. Buna göre, insan güç sahibiyse değerlidir. Üstün insan egosu, gelişmiş diğer insanlara yukarıdan bakan, üst seviye giyinen, görünüşü, yaşayışı ile diğer insanların üstünde, adeta yarı tanrı insan tipidir. Ona göre, güçsüz insanlar eski Romadaki gibi insanlığın başına beladır ve sürünürler, ancak güçlü insanlara hizmet ettikleri oranda değerlidirler. Bu bakış açısından ortaya çıkan bir çok ideoloji, son iki asırda dünyayı kasıp kavurmuştur. Niçe’nin zihniyeti Darvin ve Freud gibi İlmi adamlarının anlayışlarıyla birleşince materyalist felsefe pekişmiştir. Neticede mesela faşist anlayışa sahip Adolf Hitler Gibi liderlerin üstün ırk oluşturma çabaları sonucu milyonlarca insan katledilmiştir. Bu olay sadece Avrupa’da değil, ABD’de de yaşanmıştır ki; Bu evgenik harekete daha önceki Fikir Klübü  sayfamızdaki makalelerimizde değinmiştik. Komünizm ve kapitalizm gibi ideolojilerde uygulamada farklılıklar içerse de temellerinde Batı’nın bu materyalist bakış açısı ve üstün insan anlayışı yer almaktadır.

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Aynen Roma imparatorluğunda asilzade olmayanlara uygulanan köle muamelesinde olduğu gibi, son 3-4 Asırdan beri batılıların Afrika, Amerika ve Asya’da uyguladıkları sömürge çalışmalarından dolayı Avrupa zaten bozuk bir sicile sahiptir. Amerika’da yer edinmek için yaptıkları Kızılderili katliamları yanında enka ve Aztek medeniyetlerinin izlerinin bile silinmesi, Afrika’daki zulümler ve sömürü incelendiğinde batılı üstün insanların kendi dışında kalan insanlara hiçbir değer verme işi insanlara bakışdaki bu yanlışlığı gözler önüne sermektedir.

Bugün gelinen nokta itibari ile de kapitalizm, bütün insanlığı adeta çok az sayıdaki üstün insana hizmet ettirmek istemektedir. Bugün güç sahipleri, bilim ve teknolojiyi insanları kontrol altına alma ve manipüle etme vasıtası olarak kullanmaktadırlar. Bir kapitalistin çıkarı için yüz binlerce insan acımadan ezilip geçirebilmek de, ülkeler talan edilebilmektedir. ABD de yaşayan çok küçük bir azınlığın ( yaklaşık 400 aile) Maddi varlığının, o ülkedeki yaklaşık 250 milyon insanın maddi varlığından daha fazla olduğunu söylemiştik. Son zamanlarda ABD de başlayan Wall Street İsyanları bu duruma öfkenin “insani” bir tezahürü olarak görülmektedir. Bu sakat insan anlayışının insanlığı mutlu etmediği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Hatta üstün sayılarak adeta dünyayı sömürmeye çalışan kapitalist insanların bile mutlu olmadığı kamuoyuna yansımaktadır. Daha önce kısmen değindiğimiz ve son yıllarda yerleştirmeye çalışan, Popüler kişisel gelişim kültürü ise, batının vahyiden yoksun, dini anlayıştan uzak bu bakış açısının bir sonucudur ve yine üstün insan anlayışına hizmet etmektedir.

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Ön yargılar sebebi ile verdiği mesaj yeterince anlaşılmayan veya yanlış temsiller sebebiyle doğru algılanamayan İslam ise, 15 asırdır bütün insanların tek tek önemini vurgulayıp durmaktadır. İslam’a göre insanın maddeyle tatmin olması mümkün değildir. İnsan içinde yaşadığımız dünyadan istifade etmeli, nasıl biri olmalıdır. Fakat onun mutlu olması ancak manevi tatminle mümkün olacaktır. İslam’a göre, insanın gerçekten hür olması; kalbinde Allah’tan başka hiçbir şeyi ilah tutmamakla mümkün olacaktır. İnsanın kalbinde dünyevi arzu ve istekler ihtiyaç ötesi geçtikçe objektif veya subjektif Tabular bulundukça gerçek hürriyete ulaşması, dolayısıyla huzura ermesi mümkün değildir. Bu yüzden İslam’ın ilk şartı “Lâ ilahe illallah ( Allah’tan başka ilah yoktur) Diyebilmek ve bütün kalbiyle, ruhuyla buna inanabilmektir. Fıtratta bunu gerektirmektedir. Cenabı Allah insanın yaşatan gayesini anlatırken “ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” ( Zariyat : 51/56) demektedir. Bu yüzden kulluk, insan için yüce bir makamdır ve yaratıcı ya teslimiyettir. Bu kulluk bilinci ile hareket eden insan ancak, misyonun gereğini yapmanı huzuruna kavuşacaktır. En önemli vazifelerden biri İslami öğreti ye göre dünyayı güzelleştirmek, iman etmektir. İslam’ın estetik anlayışı bu anlayıştan ortaya çıkmıştır. “Kulluk, insan için yüce bir makamdır ve yaratıcı ya teslimiyettir. Kalbinden bu dünyaya bağlılığı tam olarak adamamış bir insan bu seviyeye ulaşması mümkün gözükmemektedir.”

İnsanın tabiyatı ve çevreye saygısıyla ilgili şu olaydan daha etkisini bulabilir miyiz? Allah’ın Resulü, Taif Seferine çıktığında Ordu’nun yolu üzerinde bir köpeğin yavrusunu gezdirdiğini görürler. Bunun üzerine o yüce insan, “emen ve emziren rahatsız edilmeyecek“ diye emir verir. Bunun üzerine binlerce kişilik ordu yolunu değiştirir, köpek ve yavruları rahatsız edilmez. ( İbni Hisam, siyer). Biz bu olayı bugün insanlara olduğu gibi, hayvanlara da yeşil çevreye de, mesela ozon tabakasına karşıda genelleyebiliriz.

İnsanlara gelince; Mümin bir insanın dünya hayatındaki en önemli beklentisi Allahın rızasını almaktır. Hakkın rızası ise halkın rızasındadır. Yani çevresindeki insanları da kendisine verilmiş birer emanet ( vediatullah) Kabul etmeli ve onlar içinde çalışmalıdır. Çevredeki bu insanlar bazen aile ve akrabaları bazen komşular bazen çalışanlar olabilir. Hepsine karşı insanın sorumlulu vardır. Makamlar yükseldikçe bu sorumluluk artmaktadır. Bu anlayış içinde olan Osmanlı padişahlarının tatların da “value külli mazlumin“ ( Bütün mazlumların koruyucusu, kollayıcısı) yazarmış. Bu insanların hangi dinden, hangi ırktan, hangi renkten olduğu da önemli değildir. Cemil Meriç’in dediği gibi insanlık olarak en büyük ihtiyacımız hoşgörü, en büyük düşmanımız ise ön yargıdır. Bugünkü çıkmazdan kurtulmak isteyen batı insanı, işte bu ön yargıları sebebiyle İslam’ı tanıyamamakta veya yanlış tanımaktadır. Bugün maalesef batıda İslam adeta bir terörist dini gibi görünmekte ve bu sebeple ondan korkulmaktadır. Bu yaklaşımda bazı art niyetliler tarafından körüklemekte, arayış içindeki insanları böylece korkutarak İslamdan uzaklaştırmaktadır. Oysa bütün insanlığın olduğu gibi Batının da kurtuluşu Allahın son dini olan İslam düşüncesi ndedir.

Musab Yasir Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

HASAN EL BENNA

HASAN EL BENNA

(Biyografi)

Şehid imam, Abdurrahman oğlu Ahmed oğlu Hasan El BENNA 1906 yılında İskenderiye’ye yakınlarındaki mahmudiyyede doğdu. Kahire Darül-Umum Medresesinden mezun oldu. Şehirler arasında dolaşarak öğretimle meşgul oldu. Ümmeti, Kuranı kerimle amel etmeye ve Peygamber ( s.a.v) in Sünnetine sarılmaya devam etti. Üniversite öğrencilerinden, işçilerden, çiftçilerden ve milletin çeşitli tabakalarından binlerce kişi onun elinde hidayete erdi. Sonra uzun bir zaman İsmailiyye Şehrinde oturdu. Orada bazı arkadaşlarıyla birlikte Müslüman Kardeşler’in ilk bürosunu açtı. Ardından konferanslar ve yayın Organları vasıtasıyla davasını yaymaya hızlandırdı. Sonra şehir ve köyleri teker teker ziyarete başladı. Gittiği her yerde Müslüman Kardeşler’in bürolarını açtı. Davetini yalnızca erkeklere tahsis etmedi. Kızlara İslami terbiye vermek için İsmailiyye’de Müslüman anneler enstitüsünü kurdu.

Bir süre sonra Kahire’ye tayin edildi. Onunla birlikte genel merkezde taşındı. Daveti Kahire’de güneşin doğuşu gibi doğdu. Kısa zamanda Müslüman kardeşler Teşkilatı büyüdü ve sayıları yarım milyona ulaştı. İngiliz uşağı siyaset adamları şehit imamın faaliyetlerinden korktular ve onu siyasetten uzaklaştırmaya gayret gösterdiler. Fakat bütün bunlar onun azmini kırmadı. İslam’ın hem inanç, hem ibadet, hem vatan, hem ırk, hem Müslümaha, hem kuvvet, hem ahlak, hem kültür, Hemde kanun, olduğunu öğretmeye devam etti. Sonra Kahire’de günlük Müslüman kardeşler gazetesini kurdu. Bu gazete onun hem yazı hem de hitabet kürsüsüydü. Filistin felaketi meydana geldiğinde kardeşlerin bölükleri Savaşan bölüklerin en hareketlileriydiler. Bu bölükler  Tel Aviv kapılarına kadar dayandılar. Zamanın idarecileri hainlik Edip derhal anlaşma imzalamasaydılar ve Kral Faruk savaşçıları alıkoymasaydı neredeyse Tel Aviv’i ele geçireceklerdi. Emperyalistler bununla da kalmayarak Hasan el benna ya SUİKAST düzenlemeleri için uşaklarını harekete geçirdiler. Kahiredeki, Müslüman gençler dernek merkezi önünde, hain kurşunlarını onun üzerine boşaltıp kaçtılar.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER

Hasan el Benna Yarasını saracak birisini bulamadı. Hastahaneye kaldırılarak sonra onu öylece bıraktılar. Hasan el benna’nın kanları akıyor, onlar ise gözleri yaşarmadan, kalpleri titremeden seyre diyorlardı. Kardeşlerin ona yardım etmesini de engellediler. Böylece Hasan el benna, 1949 yılında, hastaneye kaldırıldıktan 2 saat sonra vefat etti.

ŞARKIMIZ

Kırılırda bir gün bütün dişliler

Döner şanlı şanlı çarkımız bizim

Gökten bir el yaşlı gözleri siler

Şenlenir evimiz barkımız bizim

Yokuşlar kaybolur çıkarız düze

Kavuşuruz sonu gelmez gündüze

Sapan taşlarının yanında füze

Başka alemlerle farkımız bizim

Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman

Görürler nasılmış, neymiş kahraman

Yer ve gök su vermem dediği zaman

Her tarlayı sular arkımız bizim

 Gideriz nur yolu izde gideriz

Taş bağırda, sular dizde gideriz

Bir gün akşam olur bizde gideriz

Kalır dudaklarda şarkımız bizim

1964 (Necip Fazıl Kısakürek)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

DÜŞÜNME VEÇHELERİ

DÜŞÜNME VEÇHELERİ

Düşünmeme olumsuzluğu üzülerek belirtelim ki sanıldığı gibi her zaman avamın, okuma yazma bilmeyenlerin, ümmilerin düştüğü bir hastalık gibi gözükmüyor bize. Düşünmek de düşünmemek de bir durumdur, duruştur. Her insan, her Bilgin, her düşünür, herhangi bir zaman ve mekanda tüm birikimini rağmen hiç düşünmeyebileceği gibi çok az düşünüyor olabilir. Düşünür, bilgin, sanatçı ve aydınları sürekli düşünen, doğru düşünen insanlar sanmak yanılgıdır. Yine kuranı Kerim’de tefekkür kavramıyla zaman zaman eş anlamlı kullanılan tezekkür kavramı vardır demiştik. Bir ayet meali üzerinde düşünelim şimdi: “Rabbimiz bizi çıkar; Yaptıklarımızın yerine iyi işler yapalım diye feryat ederler. Size düşünecek ( yahut hatırlayacak) kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi; uyarıcılar gelmedi mi? ( Fatıt süresi, 37)

Bilen insanın, düşünürün, sanatçının, Aydın’ın, bilmeyen ve halk edildiği gibi yaşayan avam kadar, aynen düşünmeme, hatırlamama gafil olma tehlikesiyle her an karşı karşıya bulunduğu özellikle vurgulamak gerekir. Hatta biraz daha ileri gidersek diyebiliriz ki zihnini, düşünme merkezini lüzumsuz sorunlarla daha ziyade meşgul eden aydınların gaflete düşme tehlikesi daha ziyadedir. Bu bakımdan yeterince düşünmeyen bilginler, düşünmeyen düşünürler, düşünemeyen aydın ve sanatçılar bizi şaşırtmamalı. Bu bahis de son olarak düşünmemin üç vecihli bir eylem olduğundan söz edecek olursak; 

1- Vahye doğru düşünmek

2- Vahye göre düşünmek

3- Vahye rağmen düşündüğünü sanmak ki buna daha önce bazen hezeyan bazen felsefe, demiştik. 

Doğruluk insan için fıtraten, doğal olarak tercih edilecek bir yönelimdi. Yalnız konu bireyin iki cihanda saadeti, toplumun bu cihanda selameti ise, kendisini var edenin, yaşatan ve öldürecek olanın buyruğu yönünde doğru olması tek ve en çıkar yoldur. Ancak konu dinse yani hangi dinin hak, hangisinin batıl olduğuysa, o zaman aklı selim ( Aslı kalbi selimdir) Olarak ve tek başına düşünecek yani vahye doğru düşünecektir. Biz Hazreti İbrahim kıssasını vahye doğru düşünmek, vahyin rahmetini, desteğini aramak olarak niteliyoruz. Vahye ulaştıktan sonra yol alabildiğince aydınlanacaktır artık. Vahyin insana rahmet olarak peşin bilgiler, ipuçları, yol levhaları, röperler verecektir. Selim akıl (kalp) Sahipleri bu bilgilerden hareketle bireysel ve toplumsal hayatını tek doğru seçenek olan vahyin öğretisi yönünde gerçekleştirmeyi hedefleyecektir. Kısacası “Vahye göre düşünecektirVahiy bir rehberdir. Birey ve toplumların iki cihanda kurtuluşlarının rehberi analitik haritasıdır. Bu rehber ona iki seçenek sunacaktır. Bu Seçenekler üzerinde sık sık hatırlatmalar da bulunacaktır. Seçeneklerin akibetini ihtar edecek, bütün bunları yaparken, insana düşünmeden özgür olduğunu bildirecek, onu zorlamayacak, en önemlisi onu şaşırtıp aldatmayacaktır. Sadece onu şaşırmış bulduğunda bu şaşkınlıkdan kurtaracak deliller, burhanlar gösterecek, ikna etmeye çalışacaktır. Sonuçta iman da inkar da insanın elindedir. İnsanın yapıp ettiklerinden başka geriye bir şey kalmayacaktır. Bir bahanesi olmayacaktır. “İnsanın çalışmasından başkası kendisinin değil”(Necm, 39)

DÜŞÜNEN İNSAN

Vahye rağmen düşünmeye çabalamak ise bizce muhali zorlamaktır. Zira bu durumda insan Vahye rağmen Önce kendisinin sınırlılığını unutmuş yahut inkar etmiş demektir. Buda aklın devredışı bırakılmasıdır. Hiç olmazsa bir veçhile akıl devreden çıkmış demektir. Zira alet kendi alanının dışında kullanılırsa iş görmez. Bu tavır fıtratla inatlaşmadır, düşünme değildir, böbürlenmedır. Kibirdir. Hezeyan felsefesidir. Ulaşabileceği sonuç kuruntu, ziyan, vehim ve cinnettir. Çünkü düşünen insan kendini yaratmamıştır, kendini aşamaz. Esasen düşünme yetisi Allah’ın evrendeki sayısız sözsüz vahyinden birisidir. Kendisini yadsıyarak nereye varabilir. Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir akıl sahibi vahye ulaştıktan sonra artık vahye göre düşünmeye başlar. Vahye ulaşmak onun düşünme eylemini azaltmaz, hatta yönlendirip çoğaltır. Vahiy ona esasları ve ilkeleri belirtir. Bu esas ve ilkeler doğrultusunda hayatın teferruatına salih ameli doldurulmasını, onu düzenlemesini emreder. Bu tür düşünmenin adı da kuranda fıkhetmek olarak alınır. Düşünme işi artık sahici fonksiyonuna kavuşmuş tur. Fıkıh yani ince anlayış sahibi olmak, onun kulvarıdır. Orada lehinde ve aleyhinde olanı anlayıp uygulamaya geçecektir düşünen insan.

Muhayyelliklerde, müşkül durumlarda reyini kullanacak galip zannına göre davranacaktır.

Cehd kökünden Cihad ve içtihat kavramlarını bir konuda bütün gücünü kullanarak davranmak demektir. İnsan gücü ise, fiziksel ve ruhsal gücünün ikisinin de patronu olan akl etmesi ile ölçülür. İşte bir tür düşünmenin, bütün delilleri inceleyerek gücünün ulaşabildi her kapıyı çalarak elde ettiği son kararı içtihad denilmiştir. İçtihat ulaşılmış beşeri bir sonuçtur. Her zaman yanılgı ihtimalini içinde taşır. Ne var ki insanın bu onurlu faaliyeti sonunda ulaşılan kanaat yanlış dahi olsa, İslam fıkhında bir sevap kazanılacağı savunulmuştur. Ecir unutulmuştur. İnsan düşüncesinin böylesi bir faaliyetine bile mükafat veren İslam’ın kurduğu sistemi, beşeri telakkilerle karşılaştıranlar ziyan ederler. Bir kul olarak her zaman yanılabilme ihtimalini yedekte tutan anlayış sahibi, rasyonalistlerden o akılcı son olanlardan ne kadar uzaktır. İnsan düşüncesini patlaştıranlar, aklı her şeyin ölçüsünü koyan olarak görenlerle bize bir tutmak insafla bağdaşmaz.

Umulan önce düşünme mekanizmasının faaliyet içinde bulunmasıdır, ikincisi diğer beşeri yetilere egemenliğidir. Selim biçimde çalışırsa vahye ulaşacaktır. Vahye ulaştıktan sonra ise Fıkhetmeye çalışırken beklenen bütün gücünü harcayarak doğruyu aramasıdır. Bu esnada doğruya isabet etmesi ya da etmemesi çok önemli değildir artık. Zorunluluğu yoktur en azından. Asıl sorumluluk düşünmeyi bırakmak da, fark ederken bütün gücünü harcamamaktadır. Biz akılsız olmaz diyoruz. Akletme ise rehbersiz olmaz. Biz Allah’ı birleyenler her türlü putlaştırmadan ALLAH’a sığınırız.

Musab Yasir Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

TAKLİT

TAKLİT VE TAHKİK

Taklit“ öncelikle kişinin kendisine güvensizliğini veya kendisine güvenmenin aşırı bir risk üstlenme durumunu peşinen kabullenmeyi gösterir. Bu yüzden taklit bir varlığı ya da kuruma referansla telafi etmesi ile açığa çıkar. Daha açık bir deyişle sorumlulu ve özgürlüğün bir başkasına devredilmesi otoritenin emri veya yönlendirilmesi ile harekete geçen bir risk grubunu ortaya çıkarmaktadır. Buna karşılık “tahkik” ise kişinin kendi özgür araştırmaları tecrübeleri ve öngörülerini emanet etmesi durumudur. Bir başka değişle kendi aklıyla hareket etmesidir.

Aksine her iki düzlemde de doğrudan güven kelimesinin anlamı değişmekte ve yeniden tanımlanmaktadır. İşin açığı yukarıdaki yaklaşımlara benzer düşünme biçimleri modern dünyamızın güven duygusunu bitirmek tedir. Zira güvenin referansı akıl, tecrübe, uzmanlaşma veya otoritenin kendisi değil farklı bağlamlarda ve farklı zamanlarda ne tür anlam verdiğidir. Sözgelimi Gazali, Descartes, Sokrates veya ibn tufeyl Belli varlık düzlemlerinde akla güvenden söz ettiklerinde burada akıl değil güvenin kendisinden ne anlaşılacağı üzerinedir Sokrates’e seni 30 kişi öldürecek sen intikamını nasıl alacaksın diye sorulduğunda tabiat benim intikamını alacaktır dedi! Burada bir tahkik ve güven söz konusudur. Yani taklidi olmayan tek şey cesarettir. Taklitte güven cesaret, tahkik de ise güven akıldır.

TAHKİK

Örneğin doktora güven, doktorun hastalığı ne ölçüde doğru teşhis ettiği ve hastalığın giderilmesi için ne ölçüde iyi belirlediği “tatbik“ ile sınırlıdır. Oysa Allah’a güven, doğrudan varoluşsal bir dayanağı ve şifanın kaynağına güvendir. Bu nedenle güven var olmanın diğer adıdır. İnsanın hayatta kalabilmesi için, yeme, içme, soluma faaliyetlerini Yerine getirmesi gerekiyorsa, güvende insanın fiziki ve Ruhi ihtiyaçlarının başında gelmektedir. Güveni sağlayan en asli unsurlardan inanca bağlı duygu birliği (tevhit) Ve yaşanan mekandır. Çünkü güvenle bağlanamadığımız hayatta diğer ahlaki davranışlarımızı geliştirme ve ilişkiler bağımızı ölme imkanımızın varlığından söz edilemez. Bu zeminde başarı, mutluluk, geçim, cesaret, hakkaniyet gibi gelişme imkanı bulur. Güveni zeminden çekersek, bütün bu erdemler sarsılır. Bu amaç doğrultusunda öncelikle bilmeliyiz ki güvenin en büyük düşmanı şiddet,yalan ve taklittir. Annesinin tehditleri, babasının da ayağı altında ezilen bir çocuk kendisini nasıl güvenebilir? Sahte sevgilerle boş hayale kapıdan bir çocuk doğruları öğrendiğinde yalanın ve taklitlerini boş hayalleriyle kalakalır ahir ömründe kendisini nasıl güvende hissedebilir? Sadece derin ve sessiz bir duygu değildir güven. Çünkü ailede ebeveynler de oluşan güven iklim toplumu doğrudan etkileyecek bu ilişki ağını dahil edecektir. Dolayısıyla güvenen ve güvenilen insan yetiştirmek sadece bireyin değil toplumun ve ümmetin geleceğini de şekillendirmektir.

GÜVEN

Bu aşamada artık yapmamız gereken önce kendimizi güven testine tutmaktan geçer, bu insanın Cihat’ı kendi ile başlar sonra da evine geçer sonra da topluma sirayet eder. “Taklidi iman“ ve “tahkik iman“ tezlerini çürütende gerçek bir iman ve mümince yaşamdan geçer. Testimize başlayacak olursak ilk önce güvensizlik oluşturan hallerimizden vazgeçelim; yalan, dolan, hileyi, taklidi, şiddeti hayatımızdan çıkaralım. Sonra mahremiyete özenli, Sırrı saygılı, dedikodu ve fitneden uzak güvenilir bir ilişki tarzını ailemizde yerleştirelim. Sonra da ektiğimiz fidanın nasıl kök saldığını göreceğiz.“ eman toplumun oluşumunda payı bulunan emin insanlar olmak için çaba sarf etmeliyiz” Şöyle bir tespit yerinde bir değerlendirmedir. Yiyecek içecek ve giyecek üretimi yapan firma kuruluşların durumunu iyi incelemek gerekiyor. Toplum nezdinde güven kazandıktan sonra üretti yiyecek ve içecekleri helal olmayan katkı maddelerini katan sanki bunlar yokmuş gibi reklamını yapıp insanları aldatanlar var, halbuki bunlar taklitten ve tahkikten oluşan unsurlardır. Bu açıdan içinde yaşadığımız toplumda zor süreçlerden geçmektedir. Bu yüzden insanlar birbirlerini art niyetle yaklaşabilmekte, bu da bir kısım tatsız olayların vuku bulmasına neden olmaktadır.

Bir ülke içinde yaşanılan güven bunalımı da uluslararası düzeyde devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerini de çok yakından ilgilendirmektedir. Sonuç olarak ister insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ister devletlerin ve toplumların birbirleriyle olan münasebetlerin de güven duygusu neler kazandırıyorsa taklit ve tahkik te tam zıddı olarak kazanımların tamamen yok olmasına neden olacaktır.

Bu bakımdan güven gibi son derece önemli değerin erezyona uğramasını önleyip dünyayı taklit ve tahkik lerden uzak tutup güven duygusunu aşılamalıyız. Bu yazı kapsamında önce güven duygusunu hareketlendirmeli, İki taraf öznesini bertaraf Edip “güvendeyiz, güvendesiniz sloganının devamını getirmeliyiz.”

Saygılarımla değerli aziz okuyucularıma.

Yusuf İslam Burhan

www.musabyasirozen.com.tr

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

Bin yılı aşkın süredir beraber yaşamış savaşmış akraba olmuş birbirine asimile olmadan, kardeş olarak entegre olmuş Dini bir, örfü bir, adeti iki kardeş kardeş iki yüz senedir sömürmek için yapılan oyunlar sayısızca dır. Şöyle ki bu kardeşliği birliği Ortadoğu’yu yönetecek tek güç olacağı dünyadaki dengeleri değiştireceği aşikardır. Bunun için birbirine düşürüp savaştırmak için verilen fitnelerin haddi hesabı yoktur. Buna rağmen bu kardeş iki halkın ülkemizdekilerin %95’i kardeşçe birlikte yaşamaktadır. Komşu devletlerde ise bu oran daha düşük olmasına rağmen aynı kardeşlik bağları var olarak yaşamaktadır. Hatta çoğunluğu ülkemizde olmak üzere hangi Türk yoktur ki namuslu ve şerefli olarak gördüğü akrabasının kökeni Kürt olmasın, hangi bir Kürt yoktur ki böyle bir akrabası Türk olmasın buna rağmen gelinen noktanın Şehitlerimizi akan kanlarımızın haddi hesabı yoktur. Bununda nedenlerini ve çözümü ile ilgili bu yazımı kaleme almaktayım.

Türk Kürt halkının kardeşliğinin başlangıcı orta asya ve Mezopotamya nın kadim halklarıdır. Bu iki ırkın Müslüman oluşlarıyla başlamaktadır. O Çağlar da yer gelmiş haçlılarla yeri gelmiş Bizans ve Moğollarla yeri gelmiş bidat ehli olan Fatimilerle, batimilerle Ehli sünnet sancağı altında beraber savaşmışlar. Hatta devletlerini amaçları için birleştirerek kendi ırklarından olan da beylikler ve emirliklerle, kendi hanedanların da mensup olanlarla güç, iktidar, toprak savaşlar yapmışlardır. 1071 Malazgirt meydan Savaşında sultan Alparslan’a destek verip Beraber Savaşan tek Kürt mollası ve aşiretidir. O zamandan beri birbirleri ile akraba olmaya başlamışlar. Bu coğrafya haçlı istilalarıyla yakılıp yıkılırken kürdü, türkü, arabı, Faslı’sı Ehlisünnet sancağı altında birleşerek İslam’ı tek cepheyi oluşturdukları zaman zafere ulaşmışlardır. Bu birliği sağlayan liderlerin özellikleri ırkı, kavmi değil takvası, ilmi, bilgisi, feraseti gibi vasıfları lider olmalarını sağlamıştır.

Ehlisünnet sancağının liderliğini her daim bu vasıflara ehil olanlar devralmıştır. Diğerleri de onların etrafında birleşerek İslam sancağını sallayıp fetihler gerçekleştirilmişlerdir. Örneğin Türk adil sultan nurettin mahmut Zenginin devraldığı İslam sancağı ile önderliğinde başlayan cihat hareketi nde Kürt ailesi olan eyyubilerle yaptığı kader birliği ile yetiştirdiği Selahaddin Eyyubinin nasıl ki İslam sancağını devralıp İslam’ı tek cepheyi oluşturup uzun yıllar verilen cihat mücadelesinin sonunda Ser bidat ehli Fatimi devletini yıkıp halklarını ehli sünnete döndürmesi bu Uğur’dan yapmış olduğu tüm icraatlar ve netice itibari ile o büyükkutlu zafer olan Kudüs’ü batıldan temizleyip Hakk’ın gelmesini vesile olup zafere ulaşmışlardır. Birbirine kenetlenmiş bir avuç müminler çatışma anında günlük menfaatleri sebebi ile bir araya gelmiş topluluklardan daha güçlülerdir. Allah celle celalühü’nün İlkelerinden biri budur Ümmet aynı akideler arasında bir araya gelirlerse sayıları az olsa da onlar daha güçlüdürler. Nitekim tarihi hadiseler de bunlar şahittir. Yenilmez denilen ordular imkanları kısıtlı sayıları çok az olan müminler karşısında yenilmişlerdir. Rab bani ilkelere dayanarak hareket etmekle böyle zaferlere muaffak olunur.Ne zaman ki bu ülkelerden sapılıp Beşeri fikirlerle hareket edilmiş o zaman bitiş, yıkılış başlamıştır. Kader birliği yapan devletlerde, hane de anlarda, ırklarda, mümin kardeşler saltanat İktidar para, servet uğruna birbirlerine düşüp savaşmışlardır. Bunuda tarihi olaylar bize net bir şekilde göstermektedir. Bu beşeri fikirleri de günümüzde bize karşı çok profesyonelce kullanan düşmanlarla mücadele etmekteyiz. Bulunduğumuz devlet kıtada ve bölgemizde birinci Dünya Savaşı’na kadar devletcikler kurulmuştur. Aynı ırkın mensubu olsun olmasın birbirleri ile yaptığı savaşlar hep bu fikirler doğrultusunda Düşmanlarının da fitnelemeleri ile yapılmıştır. Ve ondan dolayı coğrafyamız hep bir kahrolsun savaşın içinde kalmıştır.

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

Osmanlı devletinin kuruluşu ile cihat sancağını batıla karşı sallama idealinde Türk, Kürt, Arap, Laz Anadolu Mezopotamya medeniyet hakları bu devlet çatısı altında genel itibari ile birleşmişlerdir. İstisnalar, siyasi çalkantılar anlaşmazlıklar beşeri fikirler ve farklılıklar yaşanmış olsa da kaideyi bozmayarak kardeşçe yaşamışlardır. Dünya tarihinde görülmemiş birliktelikle o zamana kadar ki, hatta başka dinlere mensup kişiler dinlerini özgürce güvende yaşadıkları bir devlettir. Çöküş dönemi hariç asırlarca adaletli İslam sancağı sallamış dünyaya hükmetmişlerdir. Bizi birbirimize düşüren şimdinin süper güçlerini Cizre ödetmişlerdir. Sırf imparatorluğun ücra köşelerindeki kara suların ihlali gerekçesi ile Avrupa’da tahta çıkan krallara icazet vermişler. Çağı açıp çağ kapatmışlar. Orta çağı olsun yeni çağı olsun Avrupa ulus devletleri Asr-ı olsun ırkçılık, mezhepçilik savaşları tavan yapmışken bile biz de barış içinde yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşı kısa süre öncesine kadar böyle devam etmiştir. İmparatorluğun çöküşe geçme nedenleri yıkılması başka sair nedenleri cihan Savaşı süreci konudan uzaklaşmak olacağından süreci yazmadan geçeceğim ama belirtmem gereken bir gerçek mevcuttur. Tarihi olaylar hakkında asla gerçeklik payı olmayan atalarımızın ecdadımızın o kutlu zaferleri direnişleri fetihleri karalamak gölgelemek amaçlı saptırılmış birçok kitaplar yazılıp bilgiler farklı iletişim kanallarıyla topluma yayılmaktadır. Hatta yalan şehir efsaneleri uydurulup inandırılmaya çalışılmaktadır. Topluluklar bilgi çağı da olsak da doğruluğunu tasdik edilmeden bunlara inanılıp yanlış fikirler ideolojiler oluşturulmaktadır. Özellikle yapılan bir hata da çok güzel kullanılmaktadır. Bugünün yaşam şartlarına fikirlerine, kanunlarına, kültürüne, çağın teknolojisine bakarak tarihteki yaşanan olaylar hakkındaki analizler bu bakış açısı ile birlikte yapılıyor. Buda yanlış fikirler oluşturmaktadır. Onun için olayların yaşandığı o Çağlar’ın zamanına şartına gereksinimlerine devlet, halk kültürlerini bakmak lazım.

Yapılan bir savaşın anlaşmanın neden, niçin yapılıp veya yapılmadığını doğrusunu araştırıp o şekilde analizler yapılmalıdır. Tarihteki olaylara bakış açısında yapılan en büyük hata budur, yazımın bu bölümünden sonra birinci Dünya Savaşı ndan kuruluşumuzla 100 yıllık tarihimizde yaşanan süreçteki olaylarla ilgili yazacaklarım bazı odakların hiç hoşuna gitmeyecek türdendir. Ama bu kardeş sorununu gerçekten çözmek mi istiyoruz yoksa rant çarkından beslenen kan emicilerin siyasi çıkarları doğrultusunda koltukları için kardeşkanı akmasına göz yumanlardan mı, bu ateşe sürekli yakıt pompalayan sözde müttefik dost devlet denilen sömürgecilerin yolları olan daha da oturup savaş çığırtkanlığı yapan fitne tohumları avuç avuç atanlara değinmekten korkarak sadece yazmak için klişe sözlerle yalandan barış çağrılarımı yapayım. Kimse kusura bakmasın bu akan kardeş kanına bir arpa boyu kadar katkısı olan kim olursa olsun makamı mevki yi ne kadar yüksek olursa olsun söylerim, kimseden korkmadan kim de bu topraklara tek bir barış tohumu atarsa önünde saygıyla iyilerim. 100 yıllık tarihimizin ilk etabında ihanetlerine maruz kaldığımız kişilerin ve grupların başka dinlere mensuplarına ve başka ırklara mensup kişileri hedef alarak değil de ailesine ihanet edenleri belirtip diğer halklara mensup kişiler olsun, liderleri olsun karalamalarına mahal vermemek içindir. Birinci Dünya Savaşında zaten uzun yıllardır bölgesel olarak savaşta olan yaşlı yorgun imparatorluk topyekün savaşa giriyor imparatorluğun tabaklarından bazılarında zaten hep var olan ihanetler alenen yapılmaya başlanıyor. Yahudilere hep sahip çıkmış soykırımdan kurtarmış özgürce dinlerini yaşayıp ticaretlerini yapıp barış içerisinde yaşamalarına rağmen hep gizlice yaptıkları ihanet faaliyetlerini açıkça yapmışlardır. Örneğin düşmanı her türlü desteği vererek yeni cepheler açtırıp sonrası kızıştırmaları içerde de fitne tohumları ekerek tebaaları İhanete yönlendirici karşılıklar çıkartıyorlar. Devlet bir din Devleti olduğundan Ermeni çeteler dini ve ırkı gerekçelerle Müslüman köyleri katletmeye başlayıp isyan ediyor. Asırlar boyunca Osmanlı’da en ayrıcalıklı olmalarına rağmen hatta Ümmet Sıddıka Olarak bile anılmışlardır. Devletin üst düzey makamlarına özellikle bürokrat olarak getirilmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Ermeniler şu anda ülkemizin doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesine denk gelen bölgedeki yaşayan Müslüman halkı katletmeye başlamışlardır.

Bu bölgenin nüfusunun %70 nüfusu Kürt tür, yüzde yirmilik bölüm türk tür. Vahşice köyleri basıp katliamlar yaparlar, bunların da çoğu masum Müslüman Kürtlerdir. İşler çığırından çıkınca devlet talimatı veriyor halk devlet birebir gereğini yapıyor her savaşta olduğu gibi bazı aşırılıklar olmamış da değildir. Ama normal Ermeni olanlara karşı bir nevi arada masum olanlar da hak etmediği cezalara maruz kalıyorlar. Bunun nedeni masumlarla çetelerin ayrıştırılmamasıdır. Ermeni yerleşimcilerden çeteler hat safada destek almaktadır. Bir diğeri de bizim halkımızda yaşanılan öfke selidir. Çünkü onların Müslümanlara yaptıkları vahşetin öfkesinin yansımasıdır. Asırlık olmuştur kısmen ama soykırım Çığırtkanlığı yapanlara sorarım basılan Kürt, Türk köylerindeki Müslümanları canına malına yapılan kelimelere bile dökülemeyecek zalimlikler yapıldı mı, hiç sorun olmuyor Müslümanlar onlara yapılanlara karşılık ufacık bir karşılık verip bir şeyler şiddetli yapılınca katliyam soykırım deniyor. Günümüzde Filistin de de aynı senaryolar tekrarlanıyor, bir de günümüzde sözde Kürt savunuculuğunu hamiliği yapanlar Ermeni katliamı diye Osmanlı’ya bizlere atılan İftiralara destek tarzı açıklamalarda bulunmaktadırlar. Bunada çok kez şahit olmuşumdur, sorarım onlara Müslüman Kürtleri katledenler Ermenilerdir, niye bunları söylemiyorlar bir de bunu yapanların nesillerini aleyhimize propaganda amaçlı destek veriyorlar. İşte burada amaç ortaya çıkıyor böylelerinin çok net bir şekilde ihanet sırası din kardeşleriniz olan ve din kardeşimiz olanlarla ve ırkdaşlarımız Olan içimizdeki hainlerdir. Hemen şunu belirteyim Arap halkından olan kardeşlerimizin %70 inin bu ihanetlerle alakası yoktur. Tarih boyunca bizlerle beraber sonuna kadar savaşmışlardır. Geriye kalan %30 luk Kesim ise çıkar menfaat iktidar, hırs, yani beşeri fikirleri doğrultusunda hareket Edip ihanet edenlerdir. Bunlar da şerefi aşiret lideri  vs vs. Gibi kişilerin peşlerinden sürüklendikleri gruplar ve kişilerdir. O meşhur İngiliz ajan LAVRENCE organizatörlüğünde o mukaddes topraklarda ihaneti başlattılar.

Burada iki önemli hususu belirtmek gerekir.

1- Çöl fatihi fahrettin Paşa’nın ve arkadaşlarının medine halkının ve diğer yakın bölgede ihaneti bulaşmayan Arapların desteğiyle o muhteşem medine müdafaasıdır. Yokluğa açlığı tüm İmkansızlar rağmen peygamber şehrine nasıl savunacağını dersini tüm dünyaya vermişlerdir. İngilizlerle hainlerin tüm imkanlarına rağmen yenilmemişlerdir. Bugün Topkapı Sarayında ki kutsal emanetlerin bizde olmasına vesile olan onlardır. Tüm cephelerde teslim olmalar düşüşler Her şey bitti derken bile testim ol Allah asma yapılacak emrine direnebildiği kadar direnmiş en son bu Emre uymak mecburiyetinde bırakılarak o mukaddes şehir Medine’yi teslim etmek zorunda kalmış ama yenilmemiştir.

2-Her şey bitmiş savaş kaybedilmiş parçalanmalar gerçekleşmiş İstanbul Anadolu işgali altında ihanet etmeyen şu anda devlet olan bir çok bölge halkı da yaman da rejimi oldular ya da İngiliz, Fransızlarla anlaşma yoluna gittiler. Zaten işlerine yarayan bölgeleri kendi aralarında paylaşmışlardır. Yemeğini belirtmek gerekir ki orada kiler halkın sadakati en çok Şehidi verdiğimiz yerdir, ama tarihte göz ardı edilmiştir. Yıkılışından sonra bile bu halkın sadakati bir müddet daha devam etmiştir. Buda tarihte sabittir. Netice olarak İngilizlerin organizatörlüğü nde ihanet edenler günü gelmiş pişmanlıklarını dile dahi getirmişlerdir. En bilinen baş İhanetçilerden Şeyh Hüseyin in İngiliz mandası Kıbrıs’ta sürgündeyken açıklamalarıdır. Gelelim İngilizlerin ve işbirlikçilerinin Kürtler üzerindeki oyunlarına LAVRANCE nin Sadece ismi değişik ama misyonu aynı olan bir İngiliz ajanı Kürtler için bölgeye gönderilmiştir. Osmanlı’ya karşı ayaklandırmaya ayrıştırmaya ve en son hiç olmazsa beraber savaşmayın diye örgütlemeye çalışmışlardır. Bu isteklerinin karşılığında vaad ettiği şeyleri gelince o dönemde dünyanın tümünün en büyük savaşında güçlü tarafın vaad ettikleri O savaş kaos ortamında kabul etmeyecek çok çok az halklar vardır, birisi de Kürt halkıdır. 

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

Bölgede onlara rehberlik yapan ateş olsalar sadece kendilerini yakacak olan birkaç işbirlikçi hain dışında onlara tokat mahiyetinde Kürtlerin %90 ının üzerinde Kürt halkı aşiretleri, liderleri şu cevabı vermişlerdir.

Biz kardeşiz dinimiz bir kaderimiz bir örfümüz bir biz ölsekte kalsakta beraberiz asla ihanet etmeyiz ettiremezsiniz de mihbalinde cevaplar vermişlerdir. Yapılan görüşmelerde geçmişte olduğu gibi birinci Dünya Savaşı ve kurtuluş savaşında da sırt sırta verip tüm cephelerde beraber savaşıp ya şehit ya gazi olmuşlardır. Biri namaz kılarken diğeri nöbet tutmuş nöbetleşe namaz kılarak finalde zafer kazanmışlar. İşte böyle bir kardeşliği birliği bozmadan düşman etmeden bizi nasıl yenecekler, bunu çok iyi biliyorlar şöyle ki İngiliz zırhlıları Komutanı türk lerin elinden kuranı Kerim’i Almadıkça onları yenemeyiz sözü tarihi nakşedilmiştir. İşte can alıcı nokta da burası mübarek kitabımıza Salih bir imanla sarılmış bu iki kardeş halkı yenemeyecek leri aşikardır. Onun içindir ki kitabımıza olan imanımızı zayıflatmak kardeşliğimize olan bağlılığımızı koparmak için asırlardır entrikalar çevrilerek fitne tohumları ekilmektedir. Cumhuriyet’e başlamadan önce belirtmem gerekir ki birinci Dünya Savaşı ve savaşa giden süreç kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanan olaylarla ilgili tartışılan herkesçe bilinen konulara kısır sonuç vermeyecek analizler değil de sonuç odaklı bakmak gerekmektedir. Netice itibari ile savaş kaybedilmiş Anadolu İstanbul işgal altında imparatorluk parçalanmış diğer bölgeler tamamen kaybedilmiş şer kabul etmek zorunda kalınmış tek kalan düzenli ordu Kazım karabekir Paşa’nın Doğu bölgesindeki ordusu dur. Kurtuluş Savaşı’na giden süreci Gazi Mustafa Kemal Paşa, fevzi Çakmak, Kazım karabekir ve ismini belirtmediğim savaş kahramanları olan lider kadroyla ve asli kahraman olan halkımızdır. Tüm imkansız lıklara yokluğa rağmen modern savaş tarihinde o zamana kadar rastlanmamış bir başarıya imza atarak hizmeti, zafere çevirip, Misakı-milli sınırları olarak tanımlanan şu anki topraklarımızı geri kazanıyoruz. Esaret nedir bilmeyen bu halkın mücadelesi ile sonuç olarak esaretten kurtularak ülkemiz kurulmuştur.

Padişah hata yaptı lozan hezimeti şöyleydi böyleydi muslu kaybetmezdik, zaferi sadece kendine mahal edenler Tron ulaşanlar vs vs detayları yaşananların yanlışları yazma ya ciltlerle ansiklopedi yazılması lazım 1914-1923 süreci ile ilgili onun için sonuç olarak birlikte birlik beraberlik içinde imparatorluğumuzdan kurtarabildiğimiz kadar ülkemiz kuruluyor. Ülkemizi kural Ankara hükümeti meclisin üyelerinin hangi bölgeden geldikleri kökenleri ve Çanakkale’de yatan şehitlerimizin kökenleri incelendiğinde her şey net bir şekilde ortaya çıkıyor.Türkü, Kürdü, lazı, arabı bu halklar Bir olup mücadele Edip savaşıyorlar ülkemize zaferi elde ediyorlar. Tek bir kişi veya bir zümre değildir. Kurtuluşdan sonra hızlı refahın yeniden yapılanma başlıyor ülkemiz Osmanlı’dan kalan mirasın üzerine her alanda yeniliklerle yapılıyor. Bu süreç başlayıp düşman kalmayınca niyetler amaçlar beşeri fikirler meydana çıkıyor hilafetin kaldırılmasından başlayarak ayrıştırmalar kardeşlik bozucu ne farklar ezanın Türkçe okutulması tek parti dönemi ikinci Dünya Savaşı süreci yeni dünya sistemi birleşmiş milletler üyeliğimiz, Avrupa konseyi ve nato üyeliklerimiz darbeler sağ, sol çatışmaları 90’lar ve 2000 milenyum çağına kadar ki süreçte yaşanan zulümler herkesçe tüm kesimlerce bilinmektedir. Özet olarak savaşta kazanılanmayan Toprakları esir edilemeyen halkı değişen dünya sistemi ve yöntemleri ile savaşmadan sömürmek hizmet ettirmek süreci politikası başlıyor. Bunuda yaparken devletimizin yönetim kadrolarına kadar mekanizmalarına üstdüzey bürokratik kadrolarına devşirdikleri özel yetiştirdikleri Uşaklarına getirip halkı ayrıştırdılar. Bunuda Türk halkının duygularını ilk sevgisini sömürerek, kullanarak yaptılar. Aslında en büyük zararı yine Türk’e verdiler. Ona hayatta düşmanlık yapmayacak asırlardır kardeşçe yaşamış bir olmuş Kardeş halkını özellikle ( Kürt halkını ) Ve diğer halkları düşman ettiler, birkaç örnekle belirteyim, ezanın Türkçe okutulması özellik Fatih caminin seçilmesinin sembolik anlamı vardır. Bu halkın %90’ ındaki Devlete olan tepki içten içe lanet edişi dedelerimiz yaşayan büyüklerimiz iyi bilirler ve bizlere aktarabildiği kadarını hissediyoruz.

Diğer Müslüman ülkelerinde ve tüm dünyadaki Müslüman halkların da Türkiye karşı değişen bakış açısı oluşan ön yargı hamasi tüm duyguların tahayyülü o kadar zor değildir. Bir nevi şer, fitne derleti fatimilerin Ezana eklediği kelimeleri karıştırmıştır. O zamanki ezanımızın karşılığında ki kelimeler dinimize karşı yapılan her hamle böyle hissettirmiştir. Tüm dünyadaki ehlisünnet mensuplarına batıl olan fatimelere ehlisünnet olanlar ne hissettiyse maalesef o tarihte de bizim devlette de onu hissettiler. Zaten amaçlanan buydu da Ayrıştırmak düşman etmek, nefret, hissettirmek İslam sancağının lider haklarından biri olan çok sevilen tarih boyunca etrafında birleşilen bu halkı kardeşlerinden ayırmaktır. İslam dünyasındaki itibarînı Güvenilirliğini yerle yeksan etmektir. Bunuda sözde Türk için yaptıklarını dile getirip savunuyorlar. Bir çok türkü gaz verici süslü söylemlerle gerçek amaçlarına maskelediler. Ne yazıkki bunlara inananlar da çok olup peşlerinden gitti ve zalim bir faşist olup çıktılar. Aynı Ser bidat ehli fatimilerin Kurucusu ubeydullah gibi yaptılar. Nasıl ki Hazreti Fatma annemizin soyundan gelme yalanı ile insanları kandırmışsa bunlarda Türküz Şöyle Türkçüyüz Böyle Türkçüyüz diye kandırdılar. Sözde soyları belli bence belli değil de ubeydullahın soyu da Yahudiydi. Bunların oda belli değil örneğin Kemalizmi dinin önüne geçirmek için Çıkartılan fikrin akımının kurucularından fikirlerinden çok etkilendik dedikleri kişi aslen Yahudi kökenli olup 50 yaşlarında olup Fransa’da ölmüş orada da gömülüyor, hani bu adam türkü Türk halkını çok seviyordu. Niye bu ülkede defnedilmedi görevi bittiği için ülkeyi terk etmiş olduğundan bunun gibi o tarihler sayısızca yaşanmış örnekler vardır. Acılarla yürekler kavrulmuştur. Bunlardan biri de asrın Kutubu Bediüzzaman hazretleri ile ilgilidir. İlmi, hayatı, çilesi, öğretileri herkesçe bilinmektedir. Mübarek’in üstüne dini konulardan fazla bazen gitmeyeyim halktan fazla tepkiye ayaklanma olmasın diye ırkından dolayı üstüne gidiliyor, çok güzel bir şey söylüyor kürtten çok Türk öğrencim var diye bu öğrencilerin etrafında birleşiyor Buda tutmuyor. Başka oyunlarını devreye sokuyorlar bunlarda oyun mu biter…

Hatta şeyh Sait İsyanında üstada şeyh sait tarafından mektup yazılıyor. Resmi olarak belge olarak mevcuttur. Mübarek şu tarihi sizlerle cevap veriyor. Ben kardeş kanını dökemem sana da tavsiyem gel bu işten vazgeç verilen sözler tutulmasada haklı olduğu konularda gel hakkını beraber meşru şekilde arayalım özellikle hilafetin kaldırılması dini konular üzerinde kavgalar vardır ırki Konularda tuzu biberi olmaktadır. Buna isyanı da sadece 40’a dayandırıp Türk halkının duygularını sömürüp destek alınıp asıl amaç yan amaçlarla maskelenmektedir. Üstat hazretlerinin naaşını bile 60 darbesinde kabrinden çıkartıp bilinmeyen bir yerde denize bıraktılar, bunu yapanlar zamanda değişmiş olsa da ideolojisinde olanlar yıllarca ülkemizi yönettiler. Bunun nasıl bir cihat olduğunun farkına varmamız lazım. Sağcı, solcu deyip öz kardeşi, kardeşe vurduttular o bitti Kürt, Türk deyip beyinlerini yıkadılar, düşmanlık çıkardılar, 1000 yıllık İslam sancağını sallamış bir halkın kadınlarının, kızlarının en kutsalından birisi olan başörtüsüne el attılar. Uğurun da kardeşini atasını toprağa verdiği devletinin kurumlarından çalıştırmadılar, okullarında okutmadılar, bunları yapanlar yeri geldi bir kürtçe Şarkı söyleyeceğim diyen Ahmet Kaya ya zulmettiler. Sokakta tek suçu Ahmet Kaya’yı dinlemek olan gencecik gence işkence Edip devletine düşman olmasını amaçladılar. Bunları yapanlar türkü, kürdü iki kardeşi birbirine düşürmek için neler yapmadılar ki, kalemlere alınamayacak vahşet insanlık dışı acıları bu ülke halkına yaşatıp silinmeyecek izler bıraktılar. Yazılabileceklerden bazılarını belirttiğim askerimizin kıyafetini giyip ve askeriyenin içindeki bu şartlardan yetiştirdikleri hainleri ile Kürt köyünü bastırıp bizim köyümüze zulmettiler. Askeri düşman gösterip ince ince nesilleri zihniyetini fitne tohumları ektiler. PKK’nın yaptığı katliamlara Çanak tuttular hatta Kürt halkının tamamına terörist yaftası Yapıştırmak için Türk, Kürt halkının bölgede kardeşçe yaşadığı köyleri basıp kardeşliği fitne diler. Düşman nesiller yetiştirilmek amaçlandı buna rağmen 100 milyonlarca dolarla tüm güçleriyle hatta ve hatta kendi devletimizi yönettirdikleri uşaklarına top yekün iç savaş çıkarttıramadılar.

Halkı birbirleriyle savaştıramadılar bir nevi Suriye olamadık yani. Dünyada böyle bir ülke daha göremezsiniz hangi ülke hakları olsaydı birbirine düşerdeki böyle bir coğrafyada bölgede iken parçalanması için tüm dünyanın egemen güçlerinin çalışmasına rağmen püf nokta da burasıdır. Diğer Müslüman ülkelerin durumu ortada parçalamak için çalıştıkları Sırtlanların bizi parçalamak için bir yandan saldırıyor içerdeki yılanların ve Akreplerin olması da çabası, cezaevlerinde harbiyenin hücrelerinde işkencelerde yarım insan olanlar helak olup faili meçhul olanlar bu süreci yaşayan ve tanık olanlar şu anda mecliste iktidarda olsun muhalefette olsun siyaset yapıyorlar. Eşref bitlisli Paşa, Turgut Özal barış adımı atan herkesin durumu ortada tüm yaşananlar da hala hafızalarda tâzedir. Resmen bu halkın tümünü devletini birbirine düşman etmek için içerden parçalanması için yapılanlar ortadadır. Netice itibari ile 2002 yılına kadar böyle bir süreç en acı bir şekilde yaşandı. AKP’nin iktidara gelişi ile tüm yasaklar kalkmaya başladı. Güzel reformlar adımlar atıldı. Devlet kurumları devlet halk ilişkisi adeta baştan inşa edilmeye başladı. Eski yaşananlara Çanak tutan kadrolar tasfiye edilmeye başlandı. Tabii ki şu anki iktidar gücüyle o zamanki AKP gücü devede kulak gibi ama halkın isteği bu yapılan reformlar bariz olduğu için bunlar başarılı oldu, kısmen tüm engellemelere rağmen devleti halkıyla bastırdılar. Resmen bilgi çağı olan bu devir teknolojik gelişmeler küreselleşme eğitiminin yükselmesi ekonomik, sosyolojik, siyasi bürokratik değişimler dünyada ve ülkemizde yeni politikalar üretilmesine mecburi kılmıştır. Ülkemizde yetişen yeni nesille birlikte bir atılıma geçtik, açılım süreci dahil gerçekten çok güzel politikalar üretilip hayata geçirildi tabi hatalar da yok değil özellikle son dönemler olsun ayrışmalar iktidar, güç, hırs beşeri fikirler doğrultusunda yapılan hatalar özellikle kanayan yaramız adaletsizlikler yapıldı ve yapılmaya devam etmektedir. Bunları detaylı yazmak konumuzu iktidar muhalefet ekseninde evrileceğinden bu sebeple özet olarak geçmekteyim, dediğim gibi sırtlanlar her tarafımızdan canlı canlı bizleri yemek için her daim taarruzdalar Kardeş sorunumuzu biz çözmek için ne yaparsak yapalım onlar da çözülmemesi için tüm imkanlarıyla seferber olacakları kesindir. Ki öyle de yaptılar. Çözüm sürecinde yaşanan tarihi anlar ve fırsat herkesi umutlandırdı her şeyi bitirecek olan bahar eklemi oluşturan barış süreci baltalanarak bitirildi.

Tam da şunu belirtmek gerekir 40 yıldır birbirlerini düşürdükleri 40 yıldır ateşli olarak birbirine düşürdükleri bu kardeş halkı nesillerini bu kavga içinde düşmanca yetiştiriliyorken barış olup orta Doğu’yu yönetmelerine izin verirler mi; barışı bozmak için her şeyi yapmazlar mı bunlar dışarıdaki sırtlanlar içimizdeki yılanlar ve akrep akreplere gelince rant kapısı olmuş milyonlarca Doları binlerce militanlı yönetip dünyanın tüm gizli servisleri ile işbirliği yapıp sistemi yöneten hegoman güçlerin hepsi arkanda olacak vaatlerin paranın silahların petrol kuyularının zırhın verilenlerin haddi hesabı yok iken barış olup ta her şeyin bitip Bu gücün elinden gitmesine razı olup bırakırlar mı, asla işte asıl sorun burada güç iktidar vs istedikleri, siyasete gelince koltuklar gidecek yapılacak siyaset kalmayacak kitleleri peşlerinden sürükleyebilecekleri maneviyatlare duygularını sömürecekleri malzemeleri kalmayacak. Rant kapıları kapanacak, para muslukları kesilecek, bir de büyük şeytanın suç ortaklarının hepsini yöneten kendilerini üstün ırk zanneden dünyayı fitne eden Siyonist yapıların bizim için yaptıkları ve yapmak istedikleri var, sürekli bu coğrafyada bizi hep kaos ve çatışmanın içinde birbirini yer vaziyette tutmaktır. Bunuda başarıyorlar. Bu halde olacağız ki bizi yönetip sömürsünler gerçekleri görmeyip ilimde, bilimde başarılı yeni nesiller yetiştirme de başarısız olalım. Güçlenmeyelim klişe olacak ama böl parçala yönet stratejisini her zamanki gibi devam ettirip uyguluyorlar. Bölgemiz Orta Doğuda bu kardeş iki ırkın geleceği ile ilgili planlanansa herkesin bildiği o meşhur harita var Pentagon’dan çıkıp 90’lardan beri geziyor, bizi Irak’ı, İrana, Suriye’yi, parçalayıp devletler devletcikler kurmak siyonistlerin vaad edilmiş topraklar batıl inancı Ser ortaklarıyla paylaşacakları bölgenin yeraltı ve yer üstü zenginlikleri dinimizi bidat ehline çevirmek ve güç iktidar yönetmek şehvet, arzularıdır. Sözde Kürtler için kuracakları Kürdistan devleti kürtlerin tek koruyucuları oldukları onların dışındaki herkesin onlara düşman olduğunu orta Doğu’ya diğer yapacakları daha bir çok vadileri mevcuttur. Ama asıl amaçları uzun yıllardır bu şekilde o yalayıp iyicene bölgede kardeş hakları Türk Arap, Kürt, Laz la düşman etmek yetişen yeni nesillerin zihinlerini katı bir şekilde Düşman olduklarını yerleştirmektir.

Ve bunu uzun yıllara yayarak kalıplaşmış ideoloji oluşturmak ondan sonra bu nesiller daha kullanışlı hallere geleceklerdir. Çünkü şu anda bu kardeşlikleri tamamen yıktırmayacak Kürt, Türk, Laz, Arap halklarından olan kişiler ve liderler vardır. Bunların ölümü tasfiyesi düşmanlaşmış nesillerin yerlerine geçmesi lazımdır. Şu anki Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin durumları tam da işlerine gelmektedir. Burada ülkemizdeki insanların konuşulmasını bomba olarak gördüğü bir analizi belirtmek gerekir. Bu adamlar ama on sene sonra ama 50 sene sonra Kürdistan’ı kuracaklar yani dinsiz Kürdistan bunu kimse inkar edemez şu anda zaten fiili olarak Suriye’de ve Irak’ta kurulmuş olsa da resmi olarak kurmamalarının nedeni şu anki kaotik Ortamın daha çok kullanışlı olmasıdır. Ve bahsettiğim gibi Türk ve Kürtlerin tamamen düşman olmayıp hala çok güçlü bağlarının olması her an onlardan olanları tavsiye Edip birleşme olasılığıdır. Kurmamalarının bazı nedenlerinden en önemlileri bunlardır. Sahaya baktığımızda da net şekilde görülmektedir, gerçek halklar arasındaki bağlar çok kuvvetlidir ülkemizde çok yüksek Irak’ta bir tık düşük Suriye’de ise daha da düşüktür. Oradaki halk tamamen şeytanın ve hizmet karlarının elinde kaldı. Yaşanan iç savaşın etkileri bize çok çok sıkıntılıydı. Bir  de beşeri fikirler doğrultusunda anlaşılamayıp tamamen ayrısınca Bu kopuş daha da derinleşti, zaten fiili olarak Suriye üçe bölündü bizim kontrolümüzde ki bölge Arapların ve Kürtleri çok az bir kısmı Rusya esat, İran, üçüncüsü ise Amerika müttefikleri ve yapay Suriye petrolünün %90 ınada Üçüncü parçayı yönetenler Çöktü, basınına da Suriye Kürtlerinin bekçi diye koydu çıkan petrolün halklarına düşenden %75 ine silah kullanımı ihtiyaçları yüzde 25’ine de maaş ve sair ihtiyaçlar için para verilmekte.  Kendi kurdukları işit ile savaştırıp İslamiyeti Kürtleri katle diyor diye karalamak kendi uşaklarına da Kürtleri kullanacak malzemeyi verip aklamaktır. Bunada başarı oranları yüksek oldu Maalesef ki Irak ve Suriye’deki şu anki Konjektör bu şekildedir, ve ilerleyişi de PKK, YPG, TALABANİ Birleştirip Sincan bölgesinde koridor oluşturup Suriye, Irak birleşme aşamasını tamamlamak bölgede kalıcı üsler inşa etmek, demografik yapıyı oluşturmak.

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

Barzani’yi K.D.P yi Pasif etmek ve Türkmen kardeşlerimizi ufak ufak bölgeden çıkarmak bizdeki bağlarından dolayı bu bölgede bizi ve İranlı parçalayana kadar resmi olarak kurulmamış ama fiili olarak kurulmuş Kürdistan’ı kendi amaçlarına hizmet ettirmek resmi olarak kurulmaması şu aşamada daha kullanışlıdır. Onlar için benim tam da burada belirtmemin doğru olacağı bir fikrim vardı, çok büyük tarihi bir fırsat kaçırdık fikrime gelmeden önce fikrimi destekleyici Yaşananları belirttiğim, Mesut Barzani 100 yıllık Orta Doğu’nun sınırlarını çizen SKYESPİCOT Anlaşması bitti deyip bağımsızlığını ilan Edip referandum düzenlemesidir. Tabi zılgıtı yiyince durdu yaptırımlar da çabası süreçteki açıklamalarsa çok manidardır. Amerika büyük şeytanı Kürdistan’ın kurulmasına destekliyoruz ama zamanı şimdi değil diyerek karşı çıktı, ilk etapta kısmi destek veren anlaşmanın taraf devletleri İngilizler ve Fransızlar hemen u dönüşü yapıp Barzani’yi yanlış yönlendirdik açıklamalar yaptılar, bölgede olan diğer Kürt hareketlerinin bazıları hiç istememelerine rağmen yalandan destek açıklamalarıyla geçiştir diler, bazıları da kılıf olarak karşı çıktılar çünkü bağımsız Kürdistan söylemleriyle insanların kandırıp beyinlerini yıkıyorlar, artık Kurul Said’i kullanacakları bir şey kalmayacaktı, işte benim naçizane fikrim beliriyor. Bunların amaçları belli devlet ve kanun uzmanları bunu çok çok iyi biliyorlar daha bilmediğimiz şeyleri de bu sorunu erteleyerek benim dönemimde olmasından amiyane tabirle Halının altına süpürülerek çözümü daha da zorlaşan büyük bir sorun bırakılıyor. Bence yapılması gereken şuydu, Kürtler benim 1000 yıllık kardeşim beraber savaşmışz beraber yaşıyoruz, dinimiz bir örfümüz bir akraba olmuşuz, Kardeş olmuşuz yıllardır bizi birbirimize düşürmek için neler yapmadılar ki, hala da yapıyorlar. Şehitlerimizin kayıplarımızın ve maddi manevi yaralarımızın Haddi hesabı yoktur. Herkeste bunu bilmektedir. Artık buna bir son veriyoruz birinci Dünya Savaşı ndan sonra imparatorluğumuzdan ayrılan herkes devlet kurdu bir tek ihanet etmeyen devlet kurmayan orta doğudaki Kürt lerdır. Artık zamanı geldi biz kuruyoruz diyerek tüm Kürt, Türk liderler kanaat önderleri halkların sevdiği kişiler toplanacaktı.

Nasıl ki Azeri kardeşlerimizle iki devlet tek millet diyoruz,  bu seferde üç devlet tek yürek olmuş milletlerz diyerek dünya yar olduğu sürece yöneticiler siyasiler değişse de dünya savaşları çıksa da aklınıza gelebilecek ne olursa olsun bu kardeşlik bozulmayacak diyorsak askeri konular ve diğer tüm konularda anlaşmalar yapılıp halklara sunup %100 yakın oranda evet alınırdı kim karşıda çıksa tüm halklar nazarında Meşruluğunu Kaybedip bitişi olacaktı ismi cismi ne olursa olsun karşılarında halklar duracaktı Buda fitnenin sonu olurdu, sorunun bu şekilde çözüleceğini düşünüyorum ama maalesef ki olmadı yazımı okuyan herkese şu soruyu sorup düşünmesini isterim, şeytanların bizi canlı canlı yemek isteyen sırtlanların yanı başımızda bize düşman ettiği yöneticileri ile ve halkının bir kısmı ile dinsiz bir Kürdistan kurulmasını mı istersiniz. Yoksa yönetici ve halkıyla %90 ının Sana kardeş olup hiçbir sınır sorunu kalmadan ülkemizden 1 cm Alan kaybedilmeden özgürce birbirlerine geçişleri olan kucaklaşan ticaret yapan yeri geldiğinde de birlikte orta Doğu’yu yöneteceği bir Kürdistan mı istersiniz. Şunuda belirtmek isterim ki devletimiz barış sürecindeki zamanında ki dönemde olsaydı destek verme olasılığı daha fazla olabilirdi, ama şu andaki durumumuz ortada akan kanın ve verdiğimiz mücadele maalesef ki Ve gelelim şu anki can alıcı noktadaki durumumuzun çözümüne çözüm nedir:? Her şeyden önce devletimiz ilk açılım sürecindeki kararlılığından birtık daha kararlı olup tüm siyasiler her şeyi göze alacak ve geçmişten bugün daha tecrübeliler çünkü bu ülkede yıkılmaz denilenin tabuların çoğuda yıkılmıştır. Örneğin: geçmişte Kürt yoktur diyenler savaş Çığırtkanlığı yapanlar şimdi Kürt kardeşlerim demekle diğer söylemleri ise çok yumuşamıştır, bunun gibi sayısızca örnekler vardır. Yani barış için çok büyük mesafeler kat edilmiştir. İçerdeki akrepler de dağda olsun şehirde olsun, devletin içinde olsun, fazla zehir akıtamazlar, alenen fitne veremezler eskisi gibi devletimizin ilk yapacağı iş tüm şehitlerimizin, gazilerin, aileleri ile görüşülüp öyle bir kısmını toplayım Yemekler gelsin bir siyasetçi çıksın standart propaganda tarzında konuşma yapsın klişe söylemlerle değil Türk, Kürt siyasilerin sanatçılarının halk nazarında itibar gören güvenilen, sevilen halka malolmuş, halktan gelen profesörler, hukukçular biri oğlunun şehit vermiş, bir oğlunu da kaybetmiş aileler seçilecek hatta ev hanımından esnafına kadar her kesimden kişiler seçilip heyetler oluşturulacak şehit ailelerine birebir görüşmeler yapılıp. Evlerine gidilip saatlerce her şeyi açık açık anlatılacak üzerimize oynanılan oyunlar hatalar rant, çıkar vs yani tüm gerçekler ve şu söylenecek sözlerin yaşadığı bu acıları diğer halkımızdan olanlar yaşamasın bu kardeşkanı, bu fitne son bulsun ki inanıyorum ki gerçekler anlatıldığı için şehit ailelerimizin hiçbiri karşı çıkmaz, ve bu ailelerin çoğu bu süreçte aktif rol oynayacak Halka açık oturumlar paneller çalıştaylar yapılıp üniversitelerde sempozyumlar başında tartışma programları değil birleştirmeye programları yapılacak halka 81 ilin meydanlarında devlet yetkilileri ve oluşturulan heyetlerle kardeşlik buluşmaları yapılacak.

Nasıl ki demokrasi nöbeti tutulduysa o zaman da barış nöbetleri tutulacak, süreç bu şekilde başlatılarak organize olunursa karşısında kimse duramaz, barış masasındaki devlet ve öğüt görüşmelerindeki anlaşmazlıklar Kibirler nefsani davranışlar dış müdahaleleri halkın bu duruşu bastırmış olacak, kimde masadan Kalkarsa halkı kaybedecek herkezin gerçek niyeti ortaya çıkacak çünkü bu şekilde kardeşlik atılımlarında yapılan çalışmalar tamamen halkımıza birbirlerine kenetlenmiş olacağından kimsenin fitnesi ise yaramayacak geçmişteki açılım sürecindeki hatalar yapılmayacak haburda yapılan gibi yanlış organize gerçi yanlış mı bilinçli mi sırf barış olmasın diye fitne çıksın diye yapıldı ve yaptırıldı mı hala şüpheli her şeyi mütevazi şekilde üstünlük taslayıp zafer kazandım edalarıyla değil, cahillerin gazlamalarıyla fitnecilerin Galyan larıyla hareket edilmeyecek, böyle yapan kim olursa olsun niyeti iyi de olsa Gözünün yaşına bakılmayacak. Devletten ve herkezden hak ettiği davranışı görecek, zaten her şey bitip Kucaklaş olacağı zaman bir bahar havası olacak, herkes huzurlu ve güvende olacak sembolik anlamı olan bir gün seçilip gelecek yıllarda barış bayramı olarak kutlanır, çözümün başarıya ulaşması böyle bir barış atılımıyla gerçekleşir, son olarak itilaf konuları olan siyasi konular tavizler hapishanelerin boşaltılması, İmralı dağdan iniş özerklik değil güçlendirilmiş yerel yönetimler ve bir çok konuyu analiz dışından bırakmak durumundayım, çünkü bunların analizi çok çok uzun ve çetrefilli konulardır ki siyasi devlet istihbarat sosyolojik ekonomik boyutları detaylı incelenerek yapmak gerekir. Onu da tek yazıda yazmanın imkanı yoktur, bu analizleri en doğru şekilde yapacak konuların ehli olan kişilerdir. Diğer yapılan analizlerde doğru olsa da eksikleri olur.10’dan dolayı yazaman son verirken kardeşçe birlik beraberlik barış içinde bir hayat sürmeniz dileklerimle Rabbim cümlemizin yar ve yardımcısı olsun. Baki selam ve dua ile, ALLAHA EMANET OLUN

EDİTÖR               

www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!