Büyük Doğu

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ) Musab Yasir Özen

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ)

Musab Yasir Özen

Anlaşılırlık
Biz insanlara, amacımız apaçık sunmayı, sistemimizi gözlerinin önüne sermeyi ve onları güneşten daha parlak, sabahın beyazlığından daha açık, gündüzlerin aydınlığından daha aydınlık olan davamıza açıkça ve mertçe davet etmeyi severiz.

Masumluk
Yine aynı şekilde milletimizin bütün müslümanlar’ın Büyük Doğu” davasının masum ve saf bir dava olduğunu bilmelerini isteriz. Davamızın saffiyeti öylesine berraklaşmıştır ki, davetçilerimiz şahsi arzularını aşmış, maddi menfaatleri değersiz görerek bırakmış, arzu ve heveslerini arkasına atmış. Hak Tebareke ve Teala’nın davetçileri için belirlediği yolda ilerlemeye başlamışlardır.

De ki, bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar apaçık bir şekilde insanları ALLAH’a davet ederiz. O ALLAH ne yücedir. Ben asla O’na şirk koşanlardan olamam. (Yusuf, 108)

Biz insanlardan bir şey istemiyoruz. Bize mal vermelerini şart koşmuyoruz, mükafat da beklemiyoruz. Onların bizi övmelerini beklemiyoruz. Ne bir karşılık ne de bir teşekkür umuyoruz.

Karşılıksız Sevgi
Yine milletimizin bilmesini isteriz ki onlar bizlere kendi nefsimizden daha sevimlidirler. Bilinmelidir ki bu insanlar feda edilecek bir şeyleri varsa onu bu ümmetin izzeti için feda etmeye can atanlar, eğer bir mal varlıkları varsa onu bu milletin varlığı, saygınlığı, dini ve amaçları için sarf etmeyi arzularlar. Bizi bu konuma getiren şey kalplerimizi saran, hislerimize hakim olan sevgimiz, uykularımızı kaçıran ve gözlerimizden kan yaşları akıtan endişemizdir. Milletimizi bu halde gördükten sonra yine tembelliğe devam etmemiz, gevşekliğe ve ümitsizliğe boyun eğmemiz bizim için asla mümkün değildir. Biz kendi nefsimiz için çalıştığımızdan çok ALLAH yolunda insanlar için çalışıyoruz. Bizlerin varlığı türküm ve Müslümanım diyenler içindir.

“Üstünlük Ve Başarı Yalnızca ALLAH’ındır.”

Biz, hiçbir şeyi kendi başarımız olarak görmüyor, kendimizde bir üstünlük hissetmiyoruz. Biz sadece ALLAH‘ın şu sözüne iman ediyoruz.

“Aksine, sizi hidayete erdirmek suretiyle en büyük işi ALLAH yapmıştır. Eğer doğrulardansanız.” (Hucurat, 17)

Eğer dilediğimiz fayda verirse, dileriz ki ALLAH ümmetimizin kalplerini açsın da görsün ve işitsinler, baksınlar ki acaba “Büyük Doğu İdeolocyası na samimi olarak gönül vermişlerdi, milletin ıslahı için gayret göstermekten başka hiçbir his var mı? Biz de içine düştükleri bu hale üzülmemizden başka bir şey bulabilecekler mi? Fakat bize ALLAH yeter. O bunların hepsini biliyor. Bizi hak yoldan ayırmamak için onun kefaleti yeterlidir. Kalplerimizin bağları ve anahtarları onun elindedir.

ALLAH kimi hidayete erdirirse o artık sapmaz. Kimi de saptırırsa o artık doğru yolu bulamaz” (Zumer, 36-37)

“ O, bize kafidir, o ne güzel yardımcıdır.”

“ALLAH , kuluna yeterli değil midir? “ (Zumer, 36)

Büyük Doğu’nun İstediği Dört Sınıf

İnsanlardan istediğimiz yegane şey karşımızda şu dört sınıftan biri olmalıdır.

Salih Mirzabeyoğlu

1. İnananlar

Büyük Doğu” davasına inanan, sözümüzü doğrulayan ve prensiplerimizi beğenen, onda bir hayır gören, kalben tatmin olan ve faydasına inanan kişi. Biz bu kişiyi derhal bize bağlanmaya ve bizimle beraber çalışmaya çağırıyoruz. Ki böylece mücahitlerin sayıları artsin ve davetlilerin sesleri yükseltsin. Çalışmaya katılmadıkça inanmanın hiçbir anlamı yoktur. Sahibini onu gerçekleştirmeye ve uğurun da fedakarlık yapmaya sevk etmeyen bir inancın da hiçbir faydası yoktur. Kalplerine ALLAH‘ın hidayetini yerleştirmesi ile hayırda öne geçen Sahabeler de böyle davranmış, peygamberlerine tabi olmuş, onun getirdiklerine iman etmiş, ve onun yolunda hakkıyla cihad etmişlerdi. Bu kişiler için ALLAH en güzel mükafatı verecektir. Onların sevabı tıpkı tabi oldukları kişinin sevabı gibi olacak ve asla ondan eksik kalmayacaktır. 

2. Tereddütler

Bu kişi, henüz, hakkı tespit edememiş, sözlerimizdeki samimiyeti ve faydayı anlamamış olan kişidir. O, henüz kararsız bir şekilde bocalamak ta’dır. Bu kişiyi tereddütle baş başa bırakır ve ona şöylece tavsiyede bulunuruz:

– Bizimle bol bol ilişki kur, uzaktan ve yakından faaliyetlerimizi takip et, kitaplarımızı oku, cemiyetlerimizi ziyaret et, kardeşlerimizle tanış, inşallah bundan sonra bizim hakkımızda senin kalbine güven gelecektir. Daha önce de peygamberlere uyanlar arasında evvela böyle tereddütlü şekilde davrananlar olmuştur.

3. Menfaatperestler

Kendisine bir menfaat kazandıracağından emin olmadıkça destek vermeyi istemeyen ve ancak bir ganimet karşılığı gayret gösteren kişilerdir. Onlara deriz ki:
– Kusura bakma. Bizim yanımızda, ancak samimi davrandığın takdirde ALLAH‘ın sana vereceği sevap ve hayırla davranışlara devam ettiğinde kazanabileceğin bir cennetten başka bir şey yoktur. Biz, şeref yönünden üstün mal yönünden ise fakir kimseleriz. Bizim işimiz, beraberimizdeki insanlar için fedakarlık etmek, elimizdeki bütün malımızı dağıtmaktır. Tek dileğimiz de en güzel dost ve yardımcı olan ALLAH‘ın rızasıdır. Eğer Allah’ü Teala onun kalbini hırsın baskısından kurtarırsa, ALLAH indinde olanın hayırlı ve ebedi olduğunu bilecek, bu dünyaya ait bütün varlığını, ALLAH‘ın ahirette vereceği sevaba nail olmak için feda etmek üzere ALLAH ordusuna katılacaktır.

“Sizin yanınızdaki şeyler tükenir, ALLAH’ın yanındakiler ise bakidir.” (Neml, 96)

Eğer bu kişi, uzak durur, nefsine, malına, dünyasında, ahiretin de, ölümünde ve yaşamında evvela ALLAH‘ın hakkı olduğunu kabullenmez ise hiç şüphesiz ALLAH ondan ve hakkı görmeyen her kişiden münezzehtir. Resulullah (S.a.v)’a biat ederken de onun vefatından sonra da kendilerine amirlik verilmesini isteyenler de aynen bunlar gibiydiler. Fakat Resulullah, onlara sadece şunu bildirmekle yetindi.

“Arz Allah’a aittir. Onu kullarından dilediğine verir. Akıbet müttakilerindir.” (Araf, 123)

4. Karşı Çıkanlar

Bunlar, bizim hakkımızda kötü düşünen, şüphe ve tereddütten kurtulamayan kimselerdir. Bunlar bize koyu siyah bir gözlükle bakanlar. Bizden şüpheyle ve dışlayarak söz ederler. Gurur da inat etmekten sakınmaz, şüpheleri gidermeye çalışmaz ve evhamlarıyla birlikte yaşarlar. Bu durumda ALLAH’ın ona ve bize hakkı hak gösterip ona tabi olmamızı, batılı batıl gösterip ondan sakınmamızı sağlamasını niyaz ederiz. Çünkü her şey onun elindedir, hidayete erdirmek de ona aittir. Eğer çağrıya kulak verenlerden ise onu davet eder, söz dinleyenlerden ise ona nasihat ederiz. Yegane ümit kaynağımız olan ALLAH’a onun hayrı için dua ederiz. ALLAH’u Teala bu insanların bir kısmı hakkında peygamberlerine şu ayeti kelimeyi indirmiştir.

“Sen sevdiklerini hidayete erdirmezsin, fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. “ (Kasas, 80)

Bu nedenle onları seveceğiz ve onların bize meyletmelerini, davamıza güven duymalarını temenni edeceğiz. Onlar hakkında efendimiz Muhammed Mustafa’nın bize bildirdiği şu sözü söylemekle yetineceğiz.

“Allah’ım kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar. “

Artık insanların bize karşı bu dört sınıftan biri olmayı tercih etmelerini diliyoruz. Artık müslümanların amaçlarını anlamalarının, yönlerini tayin etmelerinin ve bu yolda amaçlarına erinceye kadar çalışmalarının vakti çoktan geçmiştir. Bu şaşırtıcı gaflete, eğlenceli oyalanmalarla, aldatılmış kalplere, kör yönelişlere ve her konuşanın peşine takılmaya, stadyumları doldurup, Semt hoklabazları’na, akıllarını kiraya vermeye, uyuşturucu bataklıklarında çırpınmaya ve bu tip şeylere yer yoktur.

“Delikanlı hala ne diye oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın.“

Kendi Varlığından Vazgeçmek

Milletimizin bilmesini isteriz ki ancak her yönüyle uyum sağlamayı kabullenenler, canından, malından, vaktinden ve sıhhatinden sorumlu olduğu oranda fedakarlık yapabilirler bu davaya layık olabilirler.

“De ki; eğer, babalarınız, evlatlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretleriniz, kazandığınız mallarınız, kesat gitmesinden korktuğunuz alışverişiniz, ve hoşlanmadığınız evleriniz size Allah’tan, Resulü’nden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyiniz. Allah fasıklar kavmini hidayete erdirmez” (Tevbe, 24)

Büyük Doğu’nun daveti asla şirki kabullenmeyen bir davettir. Tevhid, onun karakteridir. Kim bu esası kabullenirse Büyük Doğu davasını yaşar ve yaşatır. Bu temel esası ihmal ederler ise mücahitlerin sevabından mahrum kalır, geride kalanlara denk olur ve oturanlarla beraber otururlar. O zaman ALLAH çağrısını başka bir kavme yöneltir.

“O, müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı şiddetlidir. Müminler, ALLAH yolunda cihad eder ve kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, ALLAH’ın dilediğine verdiği bir mükafattır. (Maide, 52)

Büyük Doğu Davasının Açıklığı

Biz insanları bir takım prensiplere davet ediyoruz. Bu prensipler, açık, belirli ve insanların bir çoğunu teslim olduğu İslam’ın prensipleridir. Bütün müslüman ülkeleri (Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Brunei Darüsselam, BurkinaFaso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suriye*, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkiye, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün, Yemen.) bu prensipleri tanır, gereğine iman eder ve bu prensiplerin mutluluk ve rahatlığı için yegane reçete olduğuna samimiyetle inanırlar. Bu prensipler, ebedi iyilik ve varlık âlemini ıslah edebileceğini bizzat tarihi tecrübelerince ispatladığı prensiplerdir.

Bu prensiplere iman etmek noktasında birleştikten sonra kavmimizle bizim aramızda kalan yegane fark onların imanı ; kalplerde uyuklayan, miskin ve tembel bir duygu olarak algılamalar, hükmünü uygulamayı ve gereğini yerine getirmeyi istemeleri, Büyük Doğu’cuların ise imanı, nefislerinde alevli ve canlı, kuvvetli ve uyarıcı bir şekilde kabullenmeleridir. Biz doğulularda söyle acayip bir psikolojik hal vardır; inandığımız şeyden bahsedilince öyle heyecanlanırız ki bizi gözetleyen insanlar bu inanç uğurun da başarıncaya dek dağları devireceğimizi, canimizi, malımızı feda edeceğimizi, her türlü zorluklara katlanacağımızı ve kahramanlıklar göstereceğimizi zannederler. Fakat sözün tesiri geçip topluluk dağılınca, imanımızı tamamen unutur ve fikrimizden uzaklaşırız. Bu yolda en basit bir mücadeleye gelişmeyi bile aklımıza getirmeyiz. Bu unutkanlık ve gaflet o derece büyür ki bazen fikrimizin tam zıddını kasten veya gayri ihtiyari isteriz. Fikir, amel veya düşünce adamlarından birisinin aynı günün iki yakın saatinden birinde inkarcılarla ikarcı, ötekisinde ise ibadet edenlerle beraber abid olduğunu görseniz şaşırarak gülmez misiniz? İşte bu gevşeklik, unutkanlık, gaflet ve uyuşukluk bizi, davamızı anlatmaya sevk etmiştir. Bu dava, sevgili milletimizin ana esaslarına zaten iman etmiş olduğu Büyük Doğu İslam Davasıdır.

Davalar, Davetçiler Ve Araçlar

Sözümüzün başına dönerek diyoruz ki, Büyük Doğu Davası, esaslı prensipleri olan bir davadır. Bugün doğuda ve batıda insanların akıllarını işgal eden ve kalplerini karıştıran ideolojiler, prensipler, fikirler, mezhepler, münakaşalar vardır. Bunlardan her birini öven taraftarları, yaymaya çalışan evlatları, aşıkları ve mürşitleri vardır. Onlar davalarının meziyet ve güzelliklerini anlatır, davalarını insanlara güzel, şaşaalı ve parlak bir şekilde sunmaya çalışırlar.

Günümüzdeki davetliler eskiye oranla özellikle batı’da daha iyi eğitilmiş, hazırlanmış ve donatılmış kişilerdir. Her fikir kendi karanlık yönlerini açıklayan, güzelliklerini ortaya seren, insanların kalplerine en kolay yoldan sızması ve onları tatmin etmesi için bütün reklam ve propaganda yollarını kullanan bir davetçi ordusuna sahiptir.

Davetçilerin kullandığı araçlara gelince bunlarda eskiye oranla son derece farklıdır. Eski davetliler ancak topluma söyleyebildikleri veya eserleri geçirebildikleri birkaç sözle davalarını anlatabilirlerdi. Şimdiyse yayın organları, dergiler, gazeteler, kitaplar, tiyatro ve filmler, radyo ve televizyon propaganda aracı olarak kullanılmakta, bu fikirlerinin kadın-erkek bütün insanların kalplerine, evlerine, ticarethanelerine, fabrikalarına ve tarlalarına ulaştırılması için bütün vesilelere başvurulmaktadır. Bu nedenle davetlilerin arzuladıkları amaca ulaşıncaya kadar bu araçların tamamını en güzel şekilde kullanmaları gerekmektedir. Bu açıklamaları neden yapıyoruz? Burada, ikinci kez geriye dönerek diyeceğim ki; dünya şu anda siyasi, milliyetçi, ırkçı, ekonomik, askeri ve barışcı ideolojilerin arasında sıkışıp kalmıştır. Büyük Doğu mensuplarının güttüğü bu kutsal davanın bu karmakarışık ortamda konumu nedir?

Büyük Doğu

Büyük Doğu Işığında İslam Anlayışımız

Büyük Doğu Davasını tüm yönleriyle ifade eden tek kelime İslam’dır. Bu kelimede insanların anladigi dar manalardan başka çok geniş manalar gizlidir. Biz inanıyoruz ki; İslam, hayatın bütün safhalarını düzenleyen, bütün problemlere çözüm yolu gösteren, her konuda en hassas hükümleri veren, hayati problemler karşısında eli kolu bağlı kalmayan ve insanların ıslah etmesi mümkün olan yegane nizam olarak çok geniş manalar içermektedir. Bazı insanların İslam’ı sadece, bazı ibadet biçimleri ve ruhi haller olarak dar bir alana sıkıştırmaları büyük bir hatadır. Onlar, islam hakkındaki bu dar anlayışları nedeniyle yaşamlarını ve iradelerini çok dar bir çerçeveye sıkıştırmışlardır. Fakat biz İslam‘dan bundan başka, dünya ve ahiret işlerini düzenleyen geniş ve derin bir anlam çıkarıyoruz. Biz bunu kendimiz iddia etmiyor veya uydurmuyoruz. Aksine bu bizim ALLAH‘ın kitabı olan ve ilk müslümanlar’ın yaşayış tarzlarından çıkardığımız bir sonuçtur. Bizle alakadar olanlar “Büyük Doğu Davası” olan İslam kelimesinin ifade ettiği en geniş manayı anlamak istiyorsa, nefsini, heva ve ön yargılarından arındırdıktan sonra Mushaf-ı Şerif-i eline alsın ve Kur’an ‘ ın ne demek olduğunu anlatsın. Bu takdirde Büyük Doğu Davası’nı kolaylıkla anlayacaktır. Evet davamız İslam davasıdır. Bu kelimenin ifade ettiği bütün özelliklere sahiptir. ALLAH’ın kitabı islamın esasları ve temelidir. Resulullah’ın sünneti kitaba dayanır. ve onu açıklar. Selefi Salih’in yaşam tarzları ise ALLAH‘ın emirlerine uymaları ve doğrudan doğruya Resul’ünün öğretisinden haberdar olmaları nedeniyle İslam’ın pratikteki öğretisidir.

ÇEŞİTLİ DAVALARA KARŞI BÜYÜK DOĞU TAVRI

Bu asırda insanların kalplerini ayıran fikirlerini karmakarışık eden davaları, davamızın terazisinde tartarız. Uygun düşenleri hoşlukla kabul eder, aykırı olanlardan ise uzak dururuz. Biz inanıyoruz ki davamız genel ve kapsamlı bir davadır. Hangi davada olursa olsun, hayırlı olan şeyleri asla dışlama, alır ve kabulleniriz.

1. Vatanseverlik

İnsanların bazen vatanseverlik, bazen de milliyetçilik davalarına sarıldıkları görülmektedir. Doğuda, özellikle doğulu milletlerin batılıların kendilerine yaptıkları kötülükleri, şereflerine, üstünlüklerine ve istiklallerine el uzattıklarını, mallarını aldıklarını ve kanlarını akıttıklarını görmelerinden sonra bu milletler batının içlerinde yaktığı bu ateşle tutuşmuşlar, vatanseverliği ihmali mümkün olmayan bir görev saymışlar, bütün güçlerini, gayretlerini ve imkanlarını harcayarak batının boyunduruğundan kurtulmaya koşmuşlardır. Liderlerin dilleri, gazetelerin sahifeleri, hatiplerin konferansları ve insanların sloganları vatanseverlik ve milliyetçiliğin önemini haykırmaya koyulmuştu. Bütün bunlar güzeldi. Fakat güzel olmayan şey doğulu müslümanlar’ın, bu fikirlerin Avrupalıların söylediklerinden ve yazdıklarından daha güzel, daha etraflı, daha hassas ve daha arınmış bir şekilde İslam’da ifadesini bulmasına rağmen İslam‘dan kaçınmaları, Avrupalıları kör bir şekilde taklide dalmaları ve İslam’la bu fikirlerin karşıt iki tarafı temsil ettiğini zannetmeleridir. Hatta, bazıları İslami düşüncenin milletin birliğini parçalayacağını ve gençler arasındaki bağları zayıflatacağını sanmışlardır. Bu hatalı kuruntu doğulu milletler için her yönden zararlı olmuştur. İşte bu yanlış kuruntu nedeniyle şimdi sizlere Büyük Doğu’nun vatanseverliğe yönelik bakışının ne olduğunu belirtmekte fayda var. Bu tavır Büyük Doğu’cuların kendilerinin kabul ettikleri ve insanlara yaymak için gayret gösterdikleri tavırdır.

a) Duygusal Vatanseverlik

Eğer vatanseverler davalarından bu toprakları sevmeyi, bağlanmayı, ona karşı arzulu olmayı ve vatana derin duygularla bağlanmayı kastediyorlarsa bu hem insan fıtratında bulunan hem de İslam tarafından emredilen bir husustur. İşte, her şeyini dini ve inancı uğruna feda eden Bilal (r.a) hicret yurdu Medine’de vatanı olan Mekke’ye ince ve hassas duygularıyla şöyle hitap ediyor:

“Mekke vadilerinde bir gece kalabilecek miyim?
Çevremdeki güzel otlar ve çiçekler arasında …
Bir gün meccane suyuna varabilecek miyim?
Same ve Tufeyl dağlarını görebilecek miyim?”

Yine Resulullah (S.a.v) şair Useyl’in Mekke’yi anlatışını dinlerken hasretle gözlerinden yaşlar akarak:

“-Dur ey Useyl dur ki kalplerimiz durulsun.” Demiştir.

b) Hürriyet ve Şeref Açısından Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikten vatanın işgalcilerin elinden kurtulmasını, istiklâlini kavuşturulmasını ve vatan evlatlarının kalbine hürriyet ve şeref duygularının yerleştirilmesi için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesini kastediyorlarsa bu husus da, biz onlarla müttefikiz. Bu konuda İslam son derece sert ve tavizsiz bir tavır takılmıştır;

“Şeref ALLAH içindir, Resulü içindir ve müminler içindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. “ (Münafikun, 8)

“Allah, kâfirlerin eline, müslümanların aleyhine bir fırsat vermeyecektir. (Nisa, 141)

c) Sosyal Açıdan Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikle aynı ülkenin insanları, arasındaki bağların kuvvetlendirilmesini, fertlerin faydaları gereği olan bu bağı kuvvetlendirmek için aydınlatılmalarını kastediyorlarsa bu hususta da aynı şekilde onları destekleriz. Bunu bizzat gerekli bir vecibe olarak görmüş ve İslam peygamberleri şöyle buyurmuştur :

“Ey ALLAH’ın kulları, kardeşler olunur.” Kur’an ise şöyle demektedir:
“ Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyiniz. Onlar sizi helak etmek isterler, sizin sıkıntıya düşmenizi dilerler. Kinleri ağızlarına, dökülmüştür. Kalplerinde gizledikleri ise daha fazladır. Bu ayetleri size açıkladık, umulur ki akıl erdirirsiniz.” (Ali İmran, 13)

d) Fetihçi Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten, ülkelerin feth edilmesini ve dünyada üstünlük kurulmasını kastediyorlarsa zaten İslam’ın farz kıldığı ve fetihlerin en mübarek ve en faziletlisine teşvik ettiği yol budur. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurmuştur :

“Yeryüzünde hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın “ (Bakara, 193)

e) Bölücü Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten maksat, milletimizi çeşitli gruplara ayırıp aralarına çekişme, kin, iftira düşürmek, birbirlerine sövüp itham ederek tuzaklar kurmalarını sağlamak, şahsi menfaatleri için kurulan partilere sımsıkı bağlanan taraflar haline getirmekse bu anlayış, toplumdaki ateşi alevlendirmekten ve onları Haktan ayırıp batıla bağlamaktan başka bir iş göremez. Bu anlayış, insanların birbirleri arasındaki bağları koparır, birbirleriyle yardımlaşmalarını Önler. Onların çekişme ve iftiralar ile uğraşmasını sağlar. Bu tip bir vatanseverliğin ne insanlara ne de davetlilere bir faydası vardır. İşte gördüğünüz gibi biz de vatanseveriz. Fakat biz ancak vatanımız ve milletimiz için hayırlı olan yönleri kabulleniyoruz. Yine gördüğünüz gibi uzun uzun anlattığımız bu vatanseverlik davası da esasında İslam’ın öğretilerinin bir bölümünden başka bir şey değildir.

Necip Fazıl Kısakürek

Vatanseverliğin Amacı Ve Birlik

Vatanseverler bugün Avrupalıların yaptığı gibi önce vatanlarını kurtarmayı, ardından da maddi açıdan yükselmeyi hedef edinmişlerdir. Biz, ise müslümanların boynunda canlarını, kanlarını ve mallarını feda ederek yapmaları gereken bir görevlerinin olduğuna inanıyoruz. Bu görev, insanlığın İslam nuruyla aydınlatılması ve İslam bayrağının yeryüzünün her tarafına yükseltilmesidir. Bu görev yerine getirmek için ne mala ne şöhrete ne saltanata ne de bir millet üzerine sömürge kurmaya ihtiyaç vardır. Bunun için yalnızca Allah‘ın rızasını gaye edinmek yeryüzünü onun diniyle saadete erdirmek ve onun ismini yüceltmek yeterlidir. İşte bu metod, Mukaddes fetihleriyle dünyayı dehşete düşüren, sürat, adalet ve fazilet yönünden tarihin şahit olduğu bütün harikalara aşan Selefi Salih’inin (Allah onlardan razı olsun) metodudur.

İslam dini birlik ve eşitlik dinidir. Karşılıklı hayırda yardımlaşmaya devam ettikleri müddetce diğer dinlerin bağlılarıyla Müslümanlar arasındaki bağları korumayı garanti altına almıştır.

“Allahü Teala sizin, din hususunda sizinle savaşmayanlara ve sizi vatanınızdan sürüp çıkarmayanlara yardımda bulunmanızı ve iyilik etmenizi yasaklama. Allah iyilik yapanları sever.” (Mümtehine,8)

O halde ayrımcılık nereden kaynaklanmaktadır?
Görmüyor musunuz, bir vatan için ülkemizin hayrı için, kurtuluşu ve yükselmesi için, Cihad yolunda insanların ifratta en şiddetli gidenleri ile bile ittifak ediyoruz bu uğurda samimiyetle çalışan herkesi destekliyor ve onlara yardım ediyoruz. Onların gayretleri vatanın kurtulması ve maddi açıdan ilerlemelerini sağlanmasıyla sınırlı kalıyor. Fakat bütün bunlar Büyük Doğu nazarında yolun bir kısmı veya mücadelenin sadece bir aşaması olarak kabul ediliyor. Bunun ardından yeryüzünün diğer bölgelerindeki İslam ülkelerinin ilerlemesini sağlamak ve Allah hitabının, bayrağının oralara da yükselmesini gerçekleştirmek görevi gelir.

2. Milliyetçilik
Büyük Doğu İdeolocyası’nın milliyet karşısındaki tavrına değinecek olursak;

a) Ecdad Milliyetçiliği
Eğer bu tip milliyetçilik fikrini kabullenenler bununla yeni nesillerin ilerlemek, hızlı bir şekilde yükselmek ve başarı kazanmak için atalarının metod’larını takip etmelerini en güzel örnek olarak onları almalarını, evlatların da aynen babalarının yücelttikleri ve zafer kazandıkları yollarla yücelteceklerini kastediyorlarsa bu çok güzel bir metod’dur. Biz bu metodu alır ve destekleriz. Şuanki milletimizi uyarma da, atalarımızdan aldığımız derslerden faydalanmakta değil miyiz? Resulullah (S.a.v)’de şu sözünde büyük bir ihtimalle buna işaret etmektedir:
“İnsanlar madenler gibidirler. Cahiliyye devrinde hayırlı olanları derin anlayışlı davrandıkları takdirde İslam döneminde de hayırlılardan olurlar.”
Görüldüğü üzere milliyetçilik bu faziletli ve değerli şekli ile İslam’da yasaklanmamaktadır.

b) Ümmet Milliyetçiliği
Eğer milliyetçiler, milliyetçilikten kişinin iyilik etmesine ve yardımına en layık olanların, içinde büyüyüp geliştiği kendi kavmi ve milleti olduğunu kastediyorsa bunda hiçbir mahzur yoktur.

c) Teşkilatçı Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten hep birlikte çalışıp cihad etmemizi, her milletin kendine düşen görevi yapması ve Allah’a kavuşuncaya kadar zafer yolunda yürümesi kast ediliyorsa bu çok güzel bir amaçtır. Hürriyet ve istiklal amacıyla doğulu milletlerden hep birisi kendi alanında teşkilatlanarak mücadeleye atılırsa biz onları desteklemekten başka bir şey yapmayız. Bu ve benzeri manalarda milliyetçilik, yegane ölçümüz olan İslam’ın yasaklanmamadığı, üstelik kalplerimize yerleştirdiği ve teşvik ettiği güzel ve hayranlık duyulacak bir fikirdir.

 

Büyük Doğu (Davamız)

d) Cahili Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten eskimiş cahili adetlerin diriltilmesini, geçmiş masalların canlandırılması, yerleşmiş faydalı medeniyetin silinmesini, İslam inancıyla milliyetçilik davası arasındaki ilişkinin koparılması, bazı devletlerin isimlere, yazının harflerine ve konuşmanın kelimelerine varıncaya kadar her yerde İslam’ın ve Türklüğün izlerini silmeye kalkıştıkları gibi saçmalıklara ve yıkılıp gitmiş cahiliyye adetlerini dönmeyi kastediyorlarsa bu tip bir milliyetçilik çirkin, aptalcasına ve akıbeti kötü bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, doğulu milletleri şiddetli bir husumete götürür. Bununla birlikte maddi varlıklarının yok olmasına, değerlerinin azalmasına en mühim özelliklerinin şeref ve asaletlerinin en mukaddes görüntülerini kaybetmesine yol açar. Onların böyle davranması Allah‘ın dinine bir zarar vermez.

“Eğer siz yüz çevirirseniz sizin yerinize başka bir milleti getiririz ve onlar sizin gibi dönek de olmazlar.” (Kıtal, 38)

e) Kinci Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten diğer milletleri küçümseyerek onlara düşmanlık yapıp onların aleyhine kendi milletlerinin yücelmesi için daha önce Almanya’nın ve İtalya’nın yaptığı gibi mücadelede bulunmayı kastediyorlarsa ki her millet bu manada kendi üstünlüğünü iddia eder. Bu çirkin bir iddiadır, insanlıkla alakası yoktur. Bunun manası hakikatle alakası olmayan ve hiçbir hayır getirmesi mümkün olmayan insanların birbirleriyle çekişmeleri demek demektir.

Büyük Doğu İdeolocyası’na mensup bireyler bu anlamda ve benzeri noktalarda milliyetçiliğe inanmazlar. Firavunculuk, araççılık, Kürtçülük, Türkçülük, fenikecilik iddiasında bulunmazlar. İnsanların birbirleriyle çekişmek için kullandıkları isim ve lakapları kullanmazlar. Onlar insanların en mükemmeli ve insanlara hayrı öğreten muallim Resulullah (S.a.v)’in şu sözüne kulak verirler:
“Allahu Teala cahiliyyetle Övünmeyi ve atalarla kibirlenme size yasakladı. İnsanlar Adem’dendir. Adem ise topraktandır. Arabın aceme, üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. “ (Veda Hutbesinden)
Ne doğru, ne güzel ve ne gerçek bir söz… insanlar Adem’den yaratılmışlardır. Bu noktada bütün insanlar eşittir. İnsanlar amellerle fazilet kazanabilirler. Bu nedenle onlara gereken şey hayırda yarışmaktır. İşte iki sağlam prensip. Eğer insanlık bu iki prensip üzerine dayanırlarsa en yüksek derecelere ulaşırlar. İnsanlar Adem’dendir ve birbirlerinin kardeşleridir. Bu nedenle birbirleri ile yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri, birbirlerine merhamet etmeleri, hayır yolunda birbirlerine yol göstermeleri amellerde yarışmaları ve insanlık iyice ilerleyinceye kadar her alanda gayret göstermeleri gerekir. İnsanlık için bundan daha kapsamlı bir anlayış, daha faziletli bir terbiye var mıdır?

Yaşasın Büyük Doğu Bizlerden Doğarak.

BAŞIBOŞ

Vatanımda sular akar başıboş;
Herkes birbirini kakar, başıboş.

Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.

Yanmaz da yürekler, ateşe atsan!
Bir kibrit bir orman yakar, başıboş.

Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.

Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.

Allah’ım, sen acı bu saf millete!
Aksam yatar, sabah kalkar, başıboş.

                                                                                                                                                                                          Necip Fazıl Kısakürek (1964)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

Musab

MUSAB B. ÜMEYR

MUSAB B. ÜMEYR

Musab B.Ümeyr Kureyş gençlerinin gözbebeği, güzellikte, gençlikte onların en Kusursuzu. Tarihçiler onu tavsif ederken: “Mekke halkının en hoş insanıydı.” Derler. Varlıklı bir ortamda dünyaya geldi. O varlık içinde yetişti gençliğini geçirdi. Musab B. Ümeyr, hiçbir Mekke‘linin görmediği müsamahayı ailesinden gördü. Çiçeği burnunda, her türlü varlık içinde yetişmiş, Mekke’nin güzelliği, meclislerin incisi, böyle bir gencin imana yönelmesi, İslam’a koşması mümkün müydü?
Allah’a yemin olsun ki, Musab B. Ümeyr’in veya müslüman’ların arasındaki lakabıyla Mus’abul- hayr’ın hikayesi, en ilginç hikayedir.
İslam’ın rengini verdiği, Muhammed (S.a.v)’in terbiye ettiği kimselerden biridir.

Ama hangisi?

Onun hayat hikayesi insanlık içinde bir şeref tablosudur. Bu genç bir gün Mekke halkının Muhammed’e el-Emin’den işittiği şeyi işitti.
Muhammed, Allah‘ın kendisini müjdeleyici, sakındırıcı ve bir olan Allah’a ibadete çağıran olarak gönderildiğini söylüyordu. Mekke bütün problemlerini, uğraşlarını bir tarafa bırakmış, sadece Allah Resulü ve onun getirdiği din ile meşgul oluyordu. Refah içindeki bu genç de insanlar içinde bulunan en çok ilgilenenlerdendi.

Musab Bin Ümeyr

Gençliğine rağmen meclislerin vazgeçilmez insanı olan MUSAB her mecliste bulunması istenen bir şahsiyet olmuştu. Sözlerinin güzelliği ve aklının üstünlüğü kendi kendisine bütün kalpleri ve kapıları açıyordu.

İşitti ki, Allah’ın Elçisi ve ona inananlar Kureyş’in erişemeyeceği ve eziyet edemeyeceği uzaklıkta bir yerde toplanıyordu. Burası safa tepesinde Erkam’ın eviydi. Hiç tereddüt ve duraksama göstermeksizin bir akşam Dâru-l Erkam’a gitti.

Orada Allah’ın elçisi vardı ashabıyla karşılıklı oturmuşlar, onlara Kur’an okuyor, onlarla beraber Allah için namaz kılıyorlardı.
Musab adeta yerinde duramıyordu. Resulullah’ın kalbinden fışkırıp, dudaklarından akan ayetler, kulaklara ve gönüllere yollanıyordu. Öyle ki MUSAB’ın gönlü, o akşam dolu dolu olmuştu.

Öylesine huzurla dolmuş sanki yerden kopup kanatlar üzerinde uçuyordu. O sırada Allah Resulü mübarek sağ ellerini uzattılar ve kalbi çarpan gencin omuzuna dokundular. İşte o an Okyanus derinliğindeki sakinliğe ermişti. İman nuruyla aydınlanan ve İslam ile şereflenen genç, adeta olgunlaşmış, hayatının akışı değişmişti.

MUSAB’ın annesi Hunn as bint. Malik, korkunç güçte bir şahsiyete sahipti. MUSAB müslüman olduğunda, yeryüzünde korktuğu yegane kimse annesiydi. Bütün Mekke ileri gelenleri ona baskı yapsalar veya üzerine gelselerdi ona daha hafif gelirdi. Annesinin düşmanlığı bütün bunların yanında güç yetemeyecek korkunçluktaydı. O anda hemencecik düşündüğü ve Allah’ın hükmü yerine gelinceye kadar Müslümanlığını gizlemeye karar verdi.
Dâru-l Erkam’a artık sürekli gidip geliyor. Resulullah’ın dizi dibine oturuyordu. İman ettiği ve imanını annesinden gizlemekle öfkesinden kurtulduğu için son derece mutluydu. Fakat özellikle bugünlerde Mekke’de bir sırrın gizli kalması olanaksızdı. Kureyş’in gözü, kulağı inananların üzerinden eksik olmuyordu.

Musab B. Ümeyr

Daru-l Erkam’a gizlilikle giren Osman B. Talha ilk olarak gördü. Bir seferinde de onu Muhammed ( S.a.v) gibi namaz kılarken gördü. Adeta Çöl rüzgârları birbiriyle yarış etti de hemen haberi Musab’ın annesine yetiştirdiler.
MUSAB, annesi, kabilesi ve bütün Mekke uluları huzurunda dimdik durmuş, hakka olan kesin bağlılığını ve sebatını onlara Kur’an dan ayetler okuyarak gösteriyordu.

Allah Resulü o Kur’an‘la onların kalplerini yıkıyor, Hikmet, Şeref, adalet ve takva ile dolduruyordu. Annesi Kur’an okuyan Musab‘ı susturmak için harekete geçtiyse de onun güzelliği, yumuşaklığı karşısında pek bir şey yapamadı. Annelik duygusu ağır bastı, dövmek ve işkence etmek gibi şeylerden vazgeçti. Ama ilahlarına dil uzatmasından dolayı da başka bir cezalandırma usulüne başvurdu. Böylelikle Musab’ı evinin direklerinden birine bağladı. Kapıyı da üzerine kilitledi. Bu durum Müslümanlardan bir kısmının Habeşistan’a hicret haberini alıncaya kadar sürdü. Bunu duyar duymaz çareler aramaya koyulan MUSAB, bir gün annesi ve muhafızını gaflete getirip, Habeşistan‘a muhacir olarak gitti.

Habeşistan‘da diğer muhacir kardeşleriyle birlikte bir zaman kaldılar, sonra tekrar Mekke’ye döndüler. Resulullah’ın emri üzerine ikinci defa Habeşistan‘a hicret ettiler.

MUSAB için Habeşistan‘da Mekke’de eşitti. Her yer ve zamanda iman’i tecrübesini arttırarak sürdürüyordu. Muhammed (S.a.v)’in tavsiye ettiği ibadetleri yaparak hayatının rengini koruyordu. Rabb‘ine olan yakınlığı arttıkça kalbindeki huzur da artıyordu.

Bir gün Resulullah’ın etrafında oturan müslüman’ların yanına gitti. Ansızın onu gören Müslüman’lar şefkatle başlarını kaldırıp baktılar, sonra bakışlarını indirdiler, bazılarının gözleri yaşarmıştı. Onun eski, döküntü bir elbise içinde görmüşlerdi. Halbuki onun imandan önceki hayatı refah ve bolluk içindeydi. Allah Resulü bakışlarını ona çevirdi ve mübarek dudaklarından şu sözler döküldü: “Musab’ı böyle görüyorum onun kadar ailesinin bolluk içinde gark ettiği kimse yoktur Mekke’de. Ama o bütün bu bolluğa ve varlığı Allah ve Resul’ünün sevgisi uğruna terk etti.” Annesi onun dinini terk etmesinden dolayı mal varliğin’dan faydalanmayı yasakladı. Oğlu bile olsa ilahlarını terk eden, onların aleyhinde konuşan bir kimseye asla yiyecek vermezdi.

Son olarak annesi, Habeşistan dönüşü onu tekrar hapsetmek istedi. Hapsetmeye yardımcı olan herkesi öldüreceğini dair yemin edince annesi onun ne kadar kararlı olduğunu bildiği için bıraktı. Hem annesi hem kendisi bu esnada ağlıyorlardı. Bu son veda anı: annenin küfürde açılacak direnişini, oğlun da imanda şaşılacak sebatını sergiliyordu. Anne oğlunu evinden kovdu ve şöyle haykırdı: “istediğin yere git. Artık ben senin annen değilim.” MUSAB Annesine yaklaştı ve: Ey anneciğim! Sana yardımcı olmak istiyorum ve senin adına endişe ediyorum! Allahın bir olduğuna ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şahadet getir.” dedi. Annesi cevaben: “Parlayan yıldıza yemin olsun ki, senin dinine asla girmem. Aklım zayıf, görüşüm kıt değil.”


Böylelikle MUSAB rahatı ve bolluğu bir tarafa itip, eski elbiselere ve bir gün tok bir gün çok aç kalmaya razı oldu. Çünkü onun ruhu yüce inanç aydınlığı ve Allah’ın nuruyla dopdolu olmuştu. Adeta o başka bir insan olmuş, gözü cilalanmış, ruhu aydınlanmıştı.

İşte o sırada Resulullah, onu mühim bir görev için seçti. Medine’ye elçi olarak gönderecek, Akabe’de Allah Resulü’ne biat Edip iman şerefine eren en sonra İslam’ı öğretecek, başkalarının da Allah’ın dinine girmelerini sağlayacak ve Medine’yi büyük hicret günü için hazırlayacaktı.

Halbuki yaşça, makamca, Allah Resul’üne yakınlık bakımından ondan daha önde olanları vardı Ashâb içinde. Ama Allah elçisi Mus-ab’ul-Hayr-ı tercih etmiş, onu seçmişti en ağır yükü, ona bırakıyor, hicret yurdu olacak olsa Medine’de İslam’ın geleceği ellerine teslim ediliyordu. Az bir zaman sonra bütün bir dava adamları, savaşçılar, mücahitler orada bulunacaktı.
MUSAB Allah‘ın kendisine bahşettiği üstün akıl ve yaratılışla emaneti yüklendi. Onun Zühtü, yüceliği ve İhlası ile karşılaşan Medine ehli dalga dalga İslam’a girdiler. MUSAB Medine’ye geldiğinde Akabe’de Allah Resul’üne biat eden 12 kişi vardı. Onlar da Allah ve Resulü’ne icabet edeli ancak birkaç ay olmuştu.

Bir sonraki hac mevsiminde yapılan akabe biat’ın da Medine’liler Mekke’ye Resulullah ile buluşmak için temsilciler gönderdiler. MUSAB’ın önderliğinde gelen müslüman’ların sayısı yetmiş kişiydi. MUSAB dehası ve zekasıyla Allah Resul’ünün ne kadar isabetli bir tercih yaptığını ispatlamıştı.

MUSAB verilen elçilik görevini tam olarak ifa etmişti. Böylelikle, Allah’a Davetçi, Allah‘ın din ile insanları hidayete Çağıran mübaşirdi. Kendisine inandığı Allah Resulü gibi sadece Hakk’ın rızasını düşünüyordu.

Es’ad B. Zürare’nin yanında misafir olarak kalıyordu. İkisi birlikte kabileleri, toplantı yerlerini, dolaşıyorlar, yanlarında bulunan Allah‘ın kitabından insanlara okuyorlar. Onları Allah, tek bir ilahtır. Kelime-i İlahi’sine davet ediyorlardı. Öyle durumlar meydana geliyordu ki davet esnasında, eğer zekası ve ruh yüceliği olmasa hem kendisi hem de beraberinde olanlar helak olabilirdi.

Mekke

Bir gün vaaz ederken ansızın Üseyd B. Hudayr çıkageldi. Bu adam Medine’nin ileri gelenlerindendi. Kızgınlık ve öfke ile kavmi arasında alışmadıkları dini ile fitne çıkaran, ilahlarını terke Çağıran ve daha önce hiç duymadıkları, alışmadıkları bir tek ilah’dan söz eden kişiye doğru yürüdü.

Onların ilahları hep belli yerlerde duruyordu. Bir kimse ilahlarına ihtiyaç duyduğunda yerini biliyordu, o tarafa yönelir ve o ilah da onun zararını giderir. Duasını kabul ederdi. Muhammed’in ilahına gelince, MUSAB’ın davet etmiş bu ilahın ne yeri belliydi, ne de kimse onu görebiliyordu!
MUSAB’la oturup sohbet eden Müslümanlar Üseyd’in ansızın gelişini görmemişlerdi. Fark ettiklerinde dağıldılar, sadece MUSAB dimdik ayakta kalmıştı. Onu yumuşaklıkla İslam’a çağırıyordu. Üseyd , önünde durdu ve şöyle dedi: “ sizi bölgemize getiren nedir? Zayıf akıllı kimseler mi? Eğer hayatta olarak çıkmak istiyorsan derhal buradan ayrıl.” MUSAB ise bütün duruş ve yumuşaklığını koruyarak: “ Oturup dinlemez misin? Eğer davammızı beğenirsen kabul edersin. Eğer beğenmezsen, istediğin şeyi sana zorla kabul ettirmeye çalışmayız.”

Üseyd, akıllı ve zeki bir kimseydi. MUSAB’ın sadece kendine olanı sunma gayretini gördü ve MUSAB onu sadece dinlemeye çağırıyordu. Eğer kabul ederse ne ala değilse MUSAB onun bölgesini terk edecek, başka bir kimse, bölge ve kabileye zarar ziyan vermeksizin gidecekti.

Üseyd, tamam diyerek kılıcını yere koydu ve oturdu. Daha MUSAB Kur’an dan az bir ayet okuyup tefsir etmişti ki, Üseyd’de bir takım değişikliklerin olduğu görülmeye başladı. MUSAB daha sözünü bitirmedin Üseyd: “ Ne doğru ve ne güzel bir söz! Bu dine girmek isteyen ne yapmalıdır?” dedi. Bunun üzerine MUSAB ona yöneldi ve “ sadece elbise ve bedenini temizler, Allah’tan başka ilah olmadığına dair şehadet getirirsin.” dedi Üseyd, az bir süre onlardan ayrıldı ve tertemiz su damlaları saçlarından dökülür bir vaziyette yanlarına geldi: “ Allah’tan başka ilah olmadığına. Allah’ın Resulü Hz. Muhammed olduğuna şehadet ederim.” Diyerek inancını ilah etti.

Haber, ışık hızıyla Medine’ye yayıldı. Sa’d B. Muaz, Musab’a geldi, dinledi ve Müslüman oldu. Sonra onu Sa’d B. Ubade ‘ye okudu, o da İslam nimetine erdi. Medine ehli birbirlerine “ Üseyd B. Hudayr, Sa’d B. Muaz ve Sa’d B. Ubade Müslüman olmuşlar biz ne duruyoruz. Haydi MUSAB’a gidelim ve iman edelim…“ Diyorlardı.

ALLAH

Böylelikle Allah Resul’ünün ilk elçisi benzersiz bir şekilde başarılı olmuş, bu işe ne kadar ehil olduğunu da kanıtlamıştı. Günler ve yıllar birbirini kovalar, ulu Resul ve sahabe esi Medine’ye hicret eder. Kureyş’in kini, düşmanlığı ise, kat kat artar, hatta müslüman’ların Mekke’den ayrılışını batıl inançlarının zaferi sayarlar. Ve Bedir Savaşı olur. Müşriklere iyi bir ders verilir arkasından Uhud’a Müslümanlar bir iyi hazırlanırlar. Saf olmuş müslüman’ların arasında durur Resulullah, tek tek yüzlerini inceler, sancağı teslim edeceği şahsı araştırır. Ve Mus’abul Hayr’a seslenir. MUSAB öne çıkar, sancağı yüklenir. Savaş Kızışır, çarpışma şiddetlenir, Allah Resul’ünün emrine muhalefet eder okçular. Müşriklerin Bozguna uğramış halini görerek bulundukları dağın en yüksek yerini terk ederler. Böylece inananların lehine gelişen savaş, bir anda aleyhlerine döner. Ansızın dağın boş bırakılan geçidinden gelen müşrikler, Müslümanları arkadan kuşatır. Resulullah’ın bulunduğu yeri zorlamaya başlar ve sonunda ona ulaşırlar.

Bunu fark eden MUSAB, sancağı alabildiğince yukarı kaldırır, yüksek sesle tekbir getirir. Bütün müşrikler ona yönelirler. Böylelikle onları kendi tarafına çekip, Allah Resulü’nden uzaklaştırmış olur. MUSAB bir ordu gibi savaşır.

BİR ELİ MUKADDES SANCAĞI TUTUYOR.
BİR ELİ DÜŞMANA KARŞI KILIÇ SALLIYOR.

Fakat düşmanlar üzerine çullanır. Onu geçip Allah‘ın elçisine ulaşmak için var güçleriyle ona yüklenirler. Bırakalım MUSAB‘ın şu son anı bize kendisini anlatsın. İbn Sa’d şöyle der: İbrahim B. Muhammed B. Şurahbil el-Abderi babasından naklen bize şunu haber verir: Uhud günü, sancağı taşıdı. Müslümanlar dağıldıklarında, o dimdik durdu. Atın üzerinde olan İbn Kamie ona saldırdı. Sağ eline vurdu ve onu kesti. MUSAB o sırada “ MUHAMMED ancak Resüldür. Ondan önce de Resuller gelmiştir.” Diyordu. Sancağı sol eline alır ve yükseltir. Düşman onu da keser. Bunun üzerine MUSAB sancağı iki pazusuyuyla göğsüne sıkıştırır. Aynı zamanda da: “MUHAMMED ancak Resüldür. Ondan önce de Resuller gelmiştir” der. Düşmanın üçüncü hamlesinde mızrak göğsünün saplanır ve MUSAB yere düşer, sancak yere düşer. MUSAB DÜŞER, SANCAK DÜŞER.”

Şehadet şerbetini içer, şehitlerin yıldızlarına bir tane daha eklenir. İman ve Allah Resulü uğruna kendini feda ederek kahramanca mücadelesinin neticesinde şehit oldu. Zannetti ki, kendisini veya sancak düşerse, müşrikler korumasız, yalnız kalan peygamberi öldürmeye yol bulurlar. Evet, o böyle düşünerek, Allah Resul’üne olan sevgisinin ve ona bir zarar gelmesinin endişesiyle kendisine ortaya attı. Her bir kılıç darbesiyle “ Muhammet ancak Resüldür, ondan önce de Resuller gelmiştir. ( AL-İ imran, 144) ayetini okuyordu

Musab B. Ümeyr

Savaş bittikten sonra bu yüce şehidin cesedi bulundu. Yüzü kanıyla sakınmış toprağın içine gizlenmişti. Sanki Resulullah’a bir kötülük ulaşmasını görmekten korkuyordu. Yüzünü gizliyor ta ki korktuğuna şahit olmasın. Sanki Resulullah’ın kurtulduğunu tam olarak görmeden ve üzerine gereken koruma ve savunmayı yerine getirmeden şehit düştüğü için utanıyordu. Allah sana yeter ya MUSAB, ay hatırası hayatın kokusu olan…

Allah Resulü ve Ashâb-ı savaş alanını incelemek ve şehitleri tespit etmek için geldiler. MUSAB’ın cesedinin yanında gözleri dolu dolu oldu. Habbab B. Eret şöyle der: “ Allah Resulü ile birlikte Allah yolunda hicret ettik. Sadece Allah’ın rızasını umduk. Allah ecrimizi elbet verecektir. Bizden bir kısmı öte dünyaya göçtü. Ecrin‘den dünyada hiçbir şey yemedi. Musab B. Ümeyr onlardandır. Uhud günü şehit edildi. Onu kefenleyecek çizgili bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başını örttüğümüzde ayakları açıkta kalıyordu. Ayaklarını örttüğümüzde başı açılıyordu. Allah Resul’ü bize şöyle buyururdu: “ Başından itibaren örtün, ayaklarından açık kalan yeri de ızhır otuyla örtersiniz.” nasıl üzülmesin Resulullah? Hz. Hamza’nın ölümüyle karşılaşmış, yetmiyormuş gibi bir de müşrikler onun burnunu kulağını kesmişler, kalbini yerinden sökmüşlerdi. Resulullah’ın gözü yaşlı dolar, kalbi parçalanır.

Nasıl üzülmesin Resulullah? Savaş meydanında dostlarının arkadaşlarının cesetleri. Her biri müşriklerce tahrip edilmiş.

Nasıl üzülmesin Resulullah? İlk elçisinin cesedinin başına durmuş, onu ötelere uğurluyor.
Evet… Resulullah (S.a.v) MUSAB’ın başında durmuş: “ müminlerden öyle erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde dururlar” ayetini (Ahzab,23) okudular, sonra kefenlendiği gömleğine baktılar: “ işte sen… Gömleğin içinde saçları dağınık…” buyurdu. Savaş alanına uzun uzun bakıp Resulullah şöyle seslendi: “ Allahın Resulü size şahitlik ediyor ki, sizler kıyamet günü Allah’ın katında şehitlersiniz.”

Sonra etrafındaki sağ kalan Ashabına dönüp, “ Ey insanlar! Onları ziyaret edin, onların yanına gidin, selam verin, nefsim, kudret elinde olana yemin ederim ki, onlara bir Müslüman kıyamet gününe kadar selam vermez ki, o selamı iade edilmesin.”

Selam üzerine olsun Ey MUSAB… selam üzerinize olsun ey şehitler topluluğu… Selam üzerinize olsun…
Alla’hın rahmeti ve bereketi …

 

 

Abdülaziz Çekirge          

www.musabyasirozen.com.tr

Üstad

BÜYÜK DOĞU İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ / MUSAB YASİR ÖZEN

Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü

Musab Yasir Özen

 

Gerçek İslam, yeni vecd, gerçek İslam yeni yurt.

 Gerçek İslam ne Yobaz, ne put adam ne bozkurt.

Büyük Doğu İdeolocyasıİslam’ın emir subayı olan ve İslam‘dan zerre feda etmektense tüm varlığını ateşe atmayı tercih eden gerçek aşkın, vecdin, imanın, ihlasın, Nizam’ın ne olduğunu gösteren bir ruhtur. “ Büyük Doğu Davası” adına aile, eş, dost, akraba ve kardeşini dahi hiçe Sayan ve Resulullah ( S.A.V)’in tüm emir ve yasaklarından zerre şaşmayan, sahabe mayasıyla mayalanmış Büyük Doğu Davası’nın edep derecesi o noktadadır ki; kendisine örnek olarak yalnız Sahabe-İ Kiramı alır. Çünkü peygamberleri örnek almayı, doğrudan güneşe bakmak gibi Çetin ve ağır bir sorumluluk olarak görür, onun yerine onun mukaddes sahabelerini göklerdeki yıldızlar bilip onları takip eder. Onları eleştirmek bir yana onlara karşı en ufak bir zannı bile hıyacet sayacak şekilde bir ahlak manzumesidir. “ Büyük Doğu” anlayışı. Âlemlerin tek yaratıcısı şek siz, şüphesiz bir olan Allah (c.c) ve onun kelamını bu ahlak penceresinden süzüp, ona gelecek her türlü saldırıyı, her harf için binlerce binlerce canını feda etmek suretiyle def etme gayretine girer. Büyük Doğu’da Allah buyruğu ve Resul ölçüsü ile sahabe içtihat’ından süzülen ak ve temiz süt içilir ve bu süt ki davanın özüdür.

Büyük Doğu İdeolocyası, bu ölçüler ışığında tüm Müslüman’ları bir Sayan ve müslüman’ların hiçbirini tek bir adım dahi öne çıkartmadan ve onların gerçek kıymetlerinin takvalar olduğunun idrakinde olarak hiçbir tarikat cemaat, cemiyet ve zümreye ayrıcalık tanımaz. Ve dahi bu cemiyette yer alan herkese sadece Müslüman oluşundan ötürü bir kıymet yükleyen “Büyük Doğu Davası” yalnız ve yalnız hakiki ve ihlaslı Müslümanlarla bir yolda yürümeyi kendine şeref bilir.

Büyük Doğu İdeolocyası’sına göre, tek gerçek idare şekli Allah ve Resulü‘nün emrettiği Şeriattır. Her Müslümanın savunması ve yaşaması gereken Şeriat ne kadar günümüzde toplumumuza uzak olursa olsun ondan uzak durmak Allah ve Resulü‘nden uzak durmaktır. Necip Fazıl KısakürekAllah ve Şeriat” adlı şiirinde konuyu en güzel şekilde özetler.

Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü Musab Yasir Özen

Ne iştir yarı iman, yarı inkar giderler,

   Güneşe var derler de, ışığına yok derler.

Bize öğretildiği gibi İslam güneşinin ışığı şeriati kabul etmeyen, sözde kabul etse de hayatına tatbik etmeyen kişilerin adı Marka müslümandır. Ve Büyük Doğu ile uzaktan yakından alakası yoktur. Üstat Necip Fazıl KısakürekBüyük Doğu” ve mensuplarının ölçüsünü şu şiirde çok güzel anlatmaktadır.

Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim,

sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim

 

Bu ölçüyü hayatlarına uygulamayan, İslam’ı ve Şeriatini kendi nefislerine kurban eden bu güruhun, Büyük Doğu’nun ihlaslı Müslümanlarının yanında olmayacakları aşikardır. Zira bu zorlu yolda sadece Sebatlı, ihlaslı Müslümanlar yer alır.

Büyük Doğu İdeolocyası’nda ırkçılık, kavmiyetçilik , putlaşmış şahıslara tapınma ve ham safta kaba yobazlara sığ islam görüşüne yer yoktur. Bu çatı altında İslam’ın her neferi bir elmas olup diğerlerinden ayrılan tek özelliği daha önce de belirttiğimiz gibi kavmi değil takvasıdır. Hiçbir zaman, hiçbir şart altında görüşünden zerre feda etmeksizin yaşayan Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu’nun, Türk ırkını yüceltmesi ve onun İslam öncesi hallerini göklere çıkartarak Türk’lerin İslam’la yükselmesini değil de İslam’ın Türklerle yükselmesi gibi İslam’ı Türkçülüğe lokomotif yapmak gibi gafil fikriyatlar Büyük Doğu’nun kapısından dahi geçemez.

Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü Musab Yasir Özen

Türkü madde planında kurtardığını iddia eden ve daha sonra Türk’e zorla batının eskilerini giydiren güruh ve ondan önceki Tanzimat soytarıları ve Kanuni’ye kadar uzanan kanların donduğu, aşkın sandıklarla unutulduğu dönemde olan ve İslam’ın iç yüzünden bir haber yaşayıp üzerine bir de en sonunda İslam’ı çöpe atmayı modernleşme, medenileşme olarak gören küfür saftalarının en büyük düşmanı Büyük Doğu’dur.

“Biz nefsimizde hohlaya hohlaya buz dağını erittik, şimdi ortalık çamurdan geçilmiyor” der üstat Necip Fazıl Kısakürek. Bir başka konuşmasında ise, “Biz bu davanın bayraktarıyız, ötekileri ise laf azanı” derken aslında ortalığı saran sahte şeyh tiplerinden ve onları takip eden çeyrek müminlerden bahseder. Tüm kavga Büyük Doğu’nun sırtındayken onun karşısına geçip, “ben bu kavganın içindeyim” demesine rağmen tek yaptığı nefsine pay çıkartmak olan ve saf Müslüman ahaliyi de bezdiren bu tip ve zümreler hiçbir zaman gerçek Müslümanlarla ve ALLAH dostlarıyla bir araya gelmezler. Onlardan kaçarlar.

Necip Fazıl Kısakürek’e göre gerçek Müslüman ve ALLAH dostu, ne cennet tasası ne cehennem kaygısı… Yalnız Allah rızasındadır. Onların tek umutları tek menzilleri orasıdır. Necip Fazıl Kısakürek bu hakiki müslümanların İhlasını şöyle anlatır. “Cehennem olmasa da şerden yılacak insan… ve cennet de olmasa namaz kılacak insan “”sonunun ne olacağını bakmadan mükafatın yahut cezanın varlığına yokluğuna bakmadan kulluk şuurundadır. Hakiki Müslüman Büyük Doğu da bu Müslümanlarca vücut bulmuş bir cemiyettir.

“Büyük Doğu” İslam’ın kapısında küfre havlayan bir köpektir, bir köledir ve asla azad kabul etmez.

 

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

DÜŞÜNME VEÇHELERİ

DÜŞÜNME VEÇHELERİ

Düşünmeme olumsuzluğu üzülerek belirtelim ki sanıldığı gibi her zaman avamın, okuma yazma bilmeyenlerin, ümmilerin düştüğü bir hastalık gibi gözükmüyor bize. Düşünmek de düşünmemek de bir durumdur, duruştur. Her insan, her Bilgin, her düşünür, herhangi bir zaman ve mekanda tüm birikimini rağmen hiç düşünmeyebileceği gibi çok az düşünüyor olabilir. Düşünür, bilgin, sanatçı ve aydınları sürekli düşünen, doğru düşünen insanlar sanmak yanılgıdır. Yine kuranı Kerim’de tefekkür kavramıyla zaman zaman eş anlamlı kullanılan tezekkür kavramı vardır demiştik. Bir ayet meali üzerinde düşünelim şimdi: “Rabbimiz bizi çıkar; Yaptıklarımızın yerine iyi işler yapalım diye feryat ederler. Size düşünecek ( yahut hatırlayacak) kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi; uyarıcılar gelmedi mi? ( Fatıt süresi, 37)

Bilen insanın, düşünürün, sanatçının, Aydın’ın, bilmeyen ve halk edildiği gibi yaşayan avam kadar, aynen düşünmeme, hatırlamama gafil olma tehlikesiyle her an karşı karşıya bulunduğu özellikle vurgulamak gerekir. Hatta biraz daha ileri gidersek diyebiliriz ki zihnini, düşünme merkezini lüzumsuz sorunlarla daha ziyade meşgul eden aydınların gaflete düşme tehlikesi daha ziyadedir. Bu bakımdan yeterince düşünmeyen bilginler, düşünmeyen düşünürler, düşünemeyen aydın ve sanatçılar bizi şaşırtmamalı. Bu bahis de son olarak düşünmemin üç vecihli bir eylem olduğundan söz edecek olursak; 

1- Vahye doğru düşünmek

2- Vahye göre düşünmek

3- Vahye rağmen düşündüğünü sanmak ki buna daha önce bazen hezeyan bazen felsefe, demiştik. 

Doğruluk insan için fıtraten, doğal olarak tercih edilecek bir yönelimdi. Yalnız konu bireyin iki cihanda saadeti, toplumun bu cihanda selameti ise, kendisini var edenin, yaşatan ve öldürecek olanın buyruğu yönünde doğru olması tek ve en çıkar yoldur. Ancak konu dinse yani hangi dinin hak, hangisinin batıl olduğuysa, o zaman aklı selim ( Aslı kalbi selimdir) Olarak ve tek başına düşünecek yani vahye doğru düşünecektir. Biz Hazreti İbrahim kıssasını vahye doğru düşünmek, vahyin rahmetini, desteğini aramak olarak niteliyoruz. Vahye ulaştıktan sonra yol alabildiğince aydınlanacaktır artık. Vahyin insana rahmet olarak peşin bilgiler, ipuçları, yol levhaları, röperler verecektir. Selim akıl (kalp) Sahipleri bu bilgilerden hareketle bireysel ve toplumsal hayatını tek doğru seçenek olan vahyin öğretisi yönünde gerçekleştirmeyi hedefleyecektir. Kısacası “Vahye göre düşünecektirVahiy bir rehberdir. Birey ve toplumların iki cihanda kurtuluşlarının rehberi analitik haritasıdır. Bu rehber ona iki seçenek sunacaktır. Bu Seçenekler üzerinde sık sık hatırlatmalar da bulunacaktır. Seçeneklerin akibetini ihtar edecek, bütün bunları yaparken, insana düşünmeden özgür olduğunu bildirecek, onu zorlamayacak, en önemlisi onu şaşırtıp aldatmayacaktır. Sadece onu şaşırmış bulduğunda bu şaşkınlıkdan kurtaracak deliller, burhanlar gösterecek, ikna etmeye çalışacaktır. Sonuçta iman da inkar da insanın elindedir. İnsanın yapıp ettiklerinden başka geriye bir şey kalmayacaktır. Bir bahanesi olmayacaktır. “İnsanın çalışmasından başkası kendisinin değil”(Necm, 39)

DÜŞÜNEN İNSAN

Vahye rağmen düşünmeye çabalamak ise bizce muhali zorlamaktır. Zira bu durumda insan Vahye rağmen Önce kendisinin sınırlılığını unutmuş yahut inkar etmiş demektir. Buda aklın devredışı bırakılmasıdır. Hiç olmazsa bir veçhile akıl devreden çıkmış demektir. Zira alet kendi alanının dışında kullanılırsa iş görmez. Bu tavır fıtratla inatlaşmadır, düşünme değildir, böbürlenmedır. Kibirdir. Hezeyan felsefesidir. Ulaşabileceği sonuç kuruntu, ziyan, vehim ve cinnettir. Çünkü düşünen insan kendini yaratmamıştır, kendini aşamaz. Esasen düşünme yetisi Allah’ın evrendeki sayısız sözsüz vahyinden birisidir. Kendisini yadsıyarak nereye varabilir. Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir akıl sahibi vahye ulaştıktan sonra artık vahye göre düşünmeye başlar. Vahye ulaşmak onun düşünme eylemini azaltmaz, hatta yönlendirip çoğaltır. Vahiy ona esasları ve ilkeleri belirtir. Bu esas ve ilkeler doğrultusunda hayatın teferruatına salih ameli doldurulmasını, onu düzenlemesini emreder. Bu tür düşünmenin adı da kuranda fıkhetmek olarak alınır. Düşünme işi artık sahici fonksiyonuna kavuşmuş tur. Fıkıh yani ince anlayış sahibi olmak, onun kulvarıdır. Orada lehinde ve aleyhinde olanı anlayıp uygulamaya geçecektir düşünen insan.

Muhayyelliklerde, müşkül durumlarda reyini kullanacak galip zannına göre davranacaktır.

Cehd kökünden Cihad ve içtihat kavramlarını bir konuda bütün gücünü kullanarak davranmak demektir. İnsan gücü ise, fiziksel ve ruhsal gücünün ikisinin de patronu olan akl etmesi ile ölçülür. İşte bir tür düşünmenin, bütün delilleri inceleyerek gücünün ulaşabildi her kapıyı çalarak elde ettiği son kararı içtihad denilmiştir. İçtihat ulaşılmış beşeri bir sonuçtur. Her zaman yanılgı ihtimalini içinde taşır. Ne var ki insanın bu onurlu faaliyeti sonunda ulaşılan kanaat yanlış dahi olsa, İslam fıkhında bir sevap kazanılacağı savunulmuştur. Ecir unutulmuştur. İnsan düşüncesinin böylesi bir faaliyetine bile mükafat veren İslam’ın kurduğu sistemi, beşeri telakkilerle karşılaştıranlar ziyan ederler. Bir kul olarak her zaman yanılabilme ihtimalini yedekte tutan anlayış sahibi, rasyonalistlerden o akılcı son olanlardan ne kadar uzaktır. İnsan düşüncesini patlaştıranlar, aklı her şeyin ölçüsünü koyan olarak görenlerle bize bir tutmak insafla bağdaşmaz.

Umulan önce düşünme mekanizmasının faaliyet içinde bulunmasıdır, ikincisi diğer beşeri yetilere egemenliğidir. Selim biçimde çalışırsa vahye ulaşacaktır. Vahye ulaştıktan sonra ise Fıkhetmeye çalışırken beklenen bütün gücünü harcayarak doğruyu aramasıdır. Bu esnada doğruya isabet etmesi ya da etmemesi çok önemli değildir artık. Zorunluluğu yoktur en azından. Asıl sorumluluk düşünmeyi bırakmak da, fark ederken bütün gücünü harcamamaktadır. Biz akılsız olmaz diyoruz. Akletme ise rehbersiz olmaz. Biz Allah’ı birleyenler her türlü putlaştırmadan ALLAH’a sığınırız.

Musab Yasir Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

Şehir

HAYALİMDEKİ ŞEHİR

Hayalimdeki şehiri kurmaya çalışırken çok iyi zemin etütlerinden geçirip jeolojisini, coğrafyasını ince eleyip sık dokuyıp nakış nakış dokunan, dirlikte yol alan hakkaniyetsizlikleri, düşmanlıkları yok eden barış, esenlik ve kardeşlik penceresinde imar edilecek bu şehir, imanla, ilim, irfan ve iyiniyetle ışık saçacak huzuru tesisini kendi sağlayacak bireylerle adaleti ile herkesin yaşamak isteyeceği bir kent. Tabii ki İslam sancağı altında Müslüman olsun olmasın kuranı Kerim’in hükümleri ve peygamber efendimiz Sallallahü aleyhivesellem Hadisleri ve hoşgörüsü güzel ahlakı ile yönetilecek bir şehir.

Bu şehir hayali değil hayatın ta içinde herkezin kalbine nüfuz ediyor. Sokak başlarında devriye gezen ekip arabalarını değil, insanların omuzlarındaki yazıcı meleklerin ve el basrinin kendilerini gördüğünü Bilerek kötülüğe yaklaşmadıkları bir şehir. Farklı din, mezheplerin mensuplarının da toprağın da emniyet ve huzur bulduğun şehir. MOBESE’lerle, farklı güvenlik kameralarla değil, güvenliğin vicdanlarını sağlandığI bir şehir. Kaosun, Kavganın, karaborsanın, uyuşturucu, alkol ve hırsızlığın olmadığı istikrar ve dirliğin olduğu bir şehir… Karanlığında cehalet ve küfürün at koşturdu değil, bereketin letatenin, tevazunun ve alçakgönüllülüğün karanlığından sabahlarını açtığı bir şehir. Tabii ki bu şehir aklı selim ve temiz düzeni sağlayıp kalplere teysir Edip kardeşlik bilinci ile imanla ünsiyeti çoğaltıyor bu şehir. Bunuda çok iyi biliyoruz ki şehrimizin etrafında gezinen düşmanları yok edemeyiz belki ama şehrimizin etrafını dostluk sularıyla Önersek iyilik ve doğrulukla sağlamlaştırır askerlerimizi de hazır tutarsak cihan şehrimiz imanlı kalpleri emanet; kalplerde şehrin doğruluğuna.

Kent

Zaman halkasında tayy-ı mekan oluyor. Vefayı hatırlatarak ihanetten kurtuluyor. Olmaması gerekenler değil, olması gerekenler şaşırtıyorsa, gecenin karanlığında rahatça dolaşan bir insanın, iş gününün sonunda meyve ve sebzelerin üstüne örtmeyip  sokakta bırakan manavın; Bilmediği kaldırın ve sokaklarda bir oyuna kendini kaptırıp korkusuzca oynayan çocuğun veyahut eşyasını unuttu yere saatler hatta günler sonra döndüğünde onu bulan kişinin görüntüsü bize inandırıcı gelseydi, her şeyin doğru gittiğini şaşırmazdık. Şimdi de aklımıza emanet edilen idrakdan bahsedelim. Yedi gün 24 saat dikenli teller ve Kulelerle güvenliğini tesis eden akıl bu emin şehrin haricinde her yerde güvensizlik endişe fısıltılar içinde yaşayıp gidecektir.

Şehrimizi tarım arazilerini ekip su baskınlarında korumak için kanallar yapıp çok çeşitli tarım ürünleri yetiştirip dünyaya ihracat etmemiz halkın üretim ve ticaret faaliyetlerini şehrin tam gücüyle desteklemek, ipek, kumaş, deri, kağıt çeşitli yağlar ve ilaç üretimleriyle, aktarlar, kitapçılar, Sarraflar gibi her meslek erbabının ayrı ayrı örgütlendiği çarşılarda da Ünsalan bir ticaret merkezi haline getirmek ilim ve sanatla muhteşem camileri ve Kasırlarıyla, medreseleri ve zengin kütüphaneleri ile Rasathaneleriyle dillere destan etmemizdir. Vaad ettiğimiz ilim ve kültür ortamı bilim insanlarını ve sanat Erbaplarına cezbedip hayalimizdeki şehrin kalkınmasını ve armağan olarak nesillere kalmasına vesile olmasını temin ederim. Hayalimin zirveye ulaştığı bu noktada bu devirde emareden ilerleye ilerleye Rabbime mutmain olarak yazımı siz değerli okurlarımıza emanet eder sevgilerimi ve 

saygılarımı sunarım.

Yusuf İslam Burhan

www.musabyasirozen.com.tr

AKIL VE AŞK

AKIL VE AŞK

Bu bahse Nakib el-Attas’tan bir alıntıyla başlayalım: “Akıl bir anlamda kalp ile eş anlamlıdır. Aslında Gazali’nin de gösterdiği gibi akıl, kalp, Nefs, ruh terimleri eninde sonunda aynı realiteyi gösterdiklerinden birbirleriyle çok sıkı bir şekilde bağlıdırlar. Aklın gerçek mahiyeti Ruhi bir cevher oluşudur… İnsan tanımının altında yatan hakikatte işte söz konusu bu ruh’i cevherdir. İslam dünyasında geleneksel olarak iki ana caddeden farklı sloganlar atarak geçen iki tür kalabalık hep dikkatleri çekmiştir. Bu kesimin sloganları şunlardır:

Akıl bir kılın bile Hakikat-ını anlayamaz”

Aşk küfürden de yücedir imandan da “

“Aşk imiş her ne var alemde ilim, bir kıyl ü kal imiş ancak “

Öteki caddede yürüyenlerin ise sloganları şöyle;

“Dini hakkın mahalli akıl sahipleridir”

İman, aklın müteradifir”

Aklı olmayanın dini yoktur”

Akıl için yol birdir”

Yatay bir bakışla, bir yumuşak başlılıkla düşünürsek bu iki kesimi birbirine yaklaştırmanın yollarını aramamız gerekecektir. Nasıl Edip de onlar arasında ülfeti sağlamalıyız? Yahut bu mümkün müdür? Tarih boyunca sürekli muarız iki caddenin kalabalıklarını birleştirmek bizim ne haddimize? Aşk taraftarları ve akıl taraftarları diye kabaca niteleyebileceğimiz bu iki kesimin birbirine uzaklığı, hezeyanın düşünceye uzaklığı gibi gözüküyor. Akıl taraftarları kavramları ve onların tanımını mümkün olduğunca nassa yahut kendilerince elde ettikleri kati yada zanni bir delile dayandırmaya özen gösterirler. Zaten aklın işleyiş biçimi budur.

AŞK

Aşk taraftarları ise felsefi yorumlarla karşımıza çıkarlar. Şeriatın ya da nassın katı kurallarını yumuşatma savıyla kendilerini gösterirler. İslam aleminin en özgür düşüncelerini tasavvuf yetiştirmiştir denilir. Ancak bizce buradaki özgürlük vahye uzak düşmek yahud onu uzun emellilikle tevil etmek, vahyin sınırlarını tevsi etmekle Özdeş anlaşılmaktadır. Bu telakki arzuların fikir suretini giyerek karşımıza çıkmasıdır! Özgürlüğün yanlış yorumudur. Zira özgürlük bizim anlayışımıza göre, önce de değindiğimiz gibi, Allah’tan başkasının buyruğuna eğilmemektir. Felsefe adına zırva üreten insan en azından kendi hevasının buyruğuna boyun eğme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Aşk taraftarlarının kalkış noktasını oluşturan kavramların tanımları dış kaynaklıdır. Akıl ve kalp insanın özüdür, içidir. Zırva ise fehmetmez belki vehmeder. Vehim insana içinden çok dışarıdan, kendinden çok şeytandan ilk edilendir. Heva, heves ve ihtiras da dışı açık, daha doğrusu dışa dönük etkilenmelerdir. İnsan, içini, özünü, fıtratını, elbabanı, aklını ve kalbini kapatırsa, kendini şeytana ve onun elemanlarına teslim etmiş demektir. Zaman zaman isabet etse bile isabeti makbul sayılmaz. Çünkü yanlış caddede, yanlış yöne doğru, yanlış sloganlar atarak ilerlemektedir. Akıl taraftarlarının da her zaman isabet ederek yürüdüklerini savunmak mümkün değildir. Ne var ki yol ve yöntem yönünden, kavramları aldıkları ve tanımladıkları kaynak yönünden onlar sağlamcıdırlar. Sağlamcıdırlar, çünkü Kuran’ı dinlemişlerdir. Kuran derki mealen: “Allah için ikişer ikişer ve teker teker ayağa kalkın, sonra da düşünün. Arkadaşınız mecnun değildir. (Araf, 184) onlar artık iyice bilmektedirler ki mecnunlukla düşünmek bir arada barınmaz. Ya aşık olacaklardır ya akıllı. Akıllı olmayı seçmek en akıllı yoldur. Çünkü insanları ancak zırvacı filozoflar cinnete çağırırlar. Oysa Resuller mecnun olmadıkları gibi kulları da cinnete,  aşka çağırmazlar, akıllığa düşünceye çağırırlar.

 

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

Düşünmek

Düşünmek

Düşünmek konuşulan neden merak sardık? Oradan başlamak gerek. Hatırlarsanız bizleri küçükken,” fazla düşünmek akla zarar” diye örgütlerlerdi. “Fazla düşünürsen aklını yitirirsin“ derlerdi. Bir de anımsarsanız, eli şakağında oflayıp oflayarak oturan, acı çektiğini gösteren, dert yüklü kimseleri “efkarlı“ diye adlandırırlardı. Efkarlı mana olarak yani çok fikirli, çok düşünen. Düşünmek çok zaman Hüzünle, yorgunlukla bazen de her türlü sıkıntıyla özdeştirildi. Uygunsuz durumlara kullanılan bu sözcük hiçbir zaman “kendisi” niteleyemezdi Günümüzde durum çok farklılaşmış sayılmaz. Sıradan insanların her gün yinelediği, Bir çok aydının, seçkin insanlar üzerinde düşünmeden sayıp döktükleri hep aynı terennümlerdir. Özellikle bizim doğu toplumlarında, düşünmeyi zarar saymak, hüzün saymak, acı saymak, ama kendisi saymamak modası geçmeyen bir olgudur. Bölge, söz konusu düşün alanı, Adeta bir tünelidir. Ne zaman hangi tarihte ne tür bir şekilde Müslüman çoğunluklar düşünmeyi böyle anlamaya ve ondan korkmaya başlamışlardır? Düşünmekten korkmayı, bütünüyle itaat etmedikçe iman etmiş sayılmayacakları İslam’ın vahyi nass’ları öğretmiş olabilir mi? Eğer ilahi vahye bakmayı biliyor onu iyi anlıyorsanız çok çabuk fark edeceğiniz ilk özellik, vahyin insana düşünmeyi ön plana çıkaran bir yaşama biçimini Önerdiğini görmek olmalıdır. Kendi toplumu arasında, tüm insanlığa model olsun diye, Kuran’ı ahlak edinerek yaşayan Resulullaha bakalım. Onun günün birinde insanların herhangi bir hususta düşünmesini yasakladığını yahut birtür düşünmeye engel olduğunu duyup bilen var mıdır?

Aradığımız konuda tek bir ima tek bir söz, tek bir fiil bulamıyoruz. Ama şunu biliyoruz. Örneğin ilmihal yazarı merhum Ömer Nasuhi bilmen gibi dikkatli bir müellif, büyük İslam ilmi hali adlı eserinin daha ilk sayfalarında, her ne hikmetse hiç kaynak göstermeyi bile ihtiyacı hissetmeden peygamber sözü diye şu ifadeye yer vermektedir; “La ibadete ke tefekkür” Türkçesi: tefekkür gibi ibadet yoktur. Bizim Kur’an‘dan edindiğimiz izlenime göre insan için mücerret düşünmek ve düşünerek yaşamak farzı ayındır. İlginçtir, düşünmek üzerine merakımız arttıkça Müslümanlar arasında küçük istatistikler yaptık. Gerçi istatistiklerle ne tür Yalanlar söylendi yine bolca tanık olduğumuz çağı da yaşıyoruz. Ama içimizi kemiren meraka engel olmak kolay değildi. Kime “Düşünmek farzdır” dediysek, ondan “aksini söyleyen mi var?” Türünden peşin, pişkin ve bizi hayli şaşırtan yanıtlar aldık. Peki şu çevremizdeki düşüncesizlikler neyin nesiydi?

Sathi Bir bakış açısından bakıldığında, sorunun yanıtını, emperyalizm de bulmak mümkün. Denebilir ki, belki bir tarihsel dönemden sonra başka dinlere mensup insanların İslam’a ihtida etmesiyle, Önceki din ve kültürlerinden taşıyıp getirdiklerini, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek İslam dünyasında yaygınlaştırmaları, eleştirdiğimiz sonucu doğurmuş olabilir. Yine kültürel gelişime, okuryazarlığının çoğalması, başka dillerden müslümanların kullandığı dillere yapılan çeviriler, öteki din ve felsefelerin eserleri söz konusu sonuçta basat etken olmuştur, denilebilir. Bu bir açıdan bakış tarzıdır belki, saygı duyulabilir, haklı payı onaylana bilir, ama olayın mevcut vahametini izah etmeye hiç yetmez. Zira emperyalist yayılmacılığın koskoca kitleyi böylesine derinden etkilemesi demek, o kitlenin topyekün yeni bir dini yeni bir kültüre mensubiyeti demektir ki, kabul edilebilir bir açıklama olamaz bu. Emperyalistlerin bu insanların topraklarını, mallarını hatta cesetlerini teslim almaları, esir etmeye deli belki mümkündür. Ancak insanların kafalarını ve kalplerini esir almak, toptan büyülemek O kadar kolay bir iş değildir. İnsan teki, eğer kendisi gönülden razı değilse, onun bilincini hiç kimseyi seyredemez, rehin tutamaz. Bu onun doğuştanlığına aykırıdır. Yalnız bir cereyan var ki, İslam dünyasında son peygamberden çok sonraları ortaya çıkmıştır. Yeni bir tarzdır. Yeni bir bakış açısıdır. Yeni bir düşünme biçimidir ki, son peygamber ile irtibatlandırmak yahut onun arkadaşlarından birisini dayandırmak mümkün olmayan korkunç bir Zandır.Burada akıl ile naklin çatışma ihtimali olduğunu sanmaktır, söylemektir.

Tefekkür

Ne garip tecellidir ki İslam dünyasında, ilk özgür düşünce ekolünü sanılan, aslında Müslüman filozoflardan başkası olmayan öncülerin açtığı bir çığır, yani aklın nakille çalışabileceğini sanma çağrısı, çağımızdaki yepyeni bir felsefeye Hipotezlik etmiştir. Özgürlüğü sahili kaynaktan uzaklaşmak olarak anlarsak belki haklı görülebilecek bu yorum, ekolün son sempatizanlarıdan birisi olan Cemil Meriç’in ifadelerinde şöyle özetlemektedir. Batı felsefesinin, doğu vahyin kaynağıdır. Batı aklın, doğu gönlün vatanıdır. Şu bir cümlecik anlatıdan anladığımız, mefhumun muhalifinden çıkacağımız sonuç, akıl ile vahyin karşı karşıya getirilişi, yine akıl ile gönlün kalp çatışmasıdır. Vahyi elbette epeyce uzak düşen bir görüştür sözü edilen. Belki Cemil Meriç bu sözünde mazurdu. Zira o da referansını önceki Müslüman filozoflardan aldı. Ancak ilahi vahyin espirisinden böylesine uzak bir yorumun, Kur’andan habersiz yahut onu göz ardı eden bir zihniyetin ürünü olabileceğini işaret etmek gerek. Nakib el Attas’ın, Cürcaniden Naklettiği bir alıntıyla yanıtlamaya çalışalım. “ Akıl, Kalp (gönül) ” İle eş anlamlıdır, idrakin ruh’i algılama ruh’i algılama organı olan kalp dediğimiz şey de aynı şekilde akıl ile özdeştir. Akılın gerçek doğası akleden nefsin onunla hakkı batıldan ayırdı bir Ruhi cevher olmasıdır.

Doğu batı ayrımını bir kenara bırakarak düşünmek zorundayız, bu prodoksa yanıtımız nedir? Yanılgısı nerededir? İlk çözümlenmesi gereken sorun herhalde vahyi ile fikir arasındaki fark ve ilişkiye bir çözüm bir çare üretmektir. Öncelikle vahyi, ilahidir, mutlaktır, tartışılmaz ve yanılmasızdır, bunu biliyoruz. Oysa fikir beşeridir, özneldir, tartışılabilir ve yanılır. Elbette Allah’ın vahyi karşısında ve ona rağmen Bir fikir vahyi ile boy ölçüşemez. Tabii bu noktada hatıra bir soru takılıyor. Doğuştanlığını bozmamış bir akıl ( Elbette kalp demek istiyoruz) Yani Selim kılıp vahye aykırı bir fikre iman edilebilir mi? Dikkat edilmesi gereken bir başka noktada fikri ihmal etmekle ona iman etmek arasındaki ince farktır. Evet insan aklederek her türlü fikri imal edebilir. Ancak her fikre iman etmesi, yani yakin kesbetmesi muhâldir. Şöyle düşünelim; İnsan vahyin Allah’tan geldiğini bilecek, ona inanacak, akletmenin Allahın fıtratımıza yerleştirdiği kerametli bir melek olduğunu da bilecek… Sonra bize bu Kerametli nimetle birlikte söz konusu bu yetimize hitap eden teklifler gönderdiğini öğrenecek… Yani akıl etmenin de teklifinde Allah’tan geldiğine inanan bir Müslüman olacak… Bütün bu varsayımlardan sonra kişi, akıl ile naklin, Allah’tan gelen bu iki nimetin birbiriyle çatıştığını savunacak… İşte bizce muhal olan böylesi bir sonuçtur.

Fazlurrahman’ın “Bin yıllık kutsal ahmaklık” dediği sanırım İslam dünyasındaki bu bulanık zihinlerde. Ki onlar çok zaman söz konusu dünyaya egemen diler. Yahut Siyasal güçlerin gölgesinde sürdürülen tahribatlarını Sözlerimize başlarken alıntıladığımız ayeti kerime ile bir başkasını zikredelim, mealen; “Dinleseydik veya akıletseydik ateşin yarını olmazdık”.(Mülk süresi 10) “Allah‘ın ayetlerini düşünerek reddetmek mümkün değildir. “Vahyi yani nakil dediğimiz, düşünen insana bir göndermedir, hitaptır, tekliftir. Düşünmesine rağmen insanoğluna bir dayatma değildir. İlkin Kalplerden bu yanlış niyetin kökten silinip atılması umulur. Akla yapılan teklif yani seçimlik bir teklif, akla nasıl aykırı olabilir? Nasıl düşünebilir ki, bir hitap, hem hangisini seçiyorsun diye uysallık ve doğallıkla insana yaklaşacak, hem de onun için anlamayacağı yahut doğuştanlığının asla kabul edemeyeceği bir dayatmayı burnunun dibinde dikte ettirecektir. Hem hak ile batılı birbirinden ayır, Allah’a ait olanla İblis’inkini Fark et denilecek, hem de bu fark edici yetenek fark etmesi gereken ve kavgalı olacak. Reyini lehimize kullanmasını istediğimiz bir organa, kendisine menfur gelen bir koku sürünerek yaklaşmamız bilmem doğru olur muydu? Burada yine köklü bir yanlış anlayışın, bir yanlış yönlendirilişin İzlerini görebiliriz. maalesef ileride ayrıntılarıyla tartışmaya çalışacağımız bir bakış açısından akıl, insanın içinde muzır bir şeytan gibi telakki edilmiştir. Eğer bu gözlükten soruna bakarsanız elbet o muzır şeytan Allah’ın temiz vahyi ile barışık yaşayamaz. Yanılgı nerede demiştik? Neydi insanların büyük bir kısmını yanıltan? Evet, Allahın vahyi temizdi. Ama Allahın nimeti olan akıl yani kalbin bu melekesi de tertemizdir. O halde kirli olan nedir? Yeryüzünde yaşarken kimi düşünenlerin ilahi vahyin karşısında, vahye itirazları olan öğretilen ürettiklerini görüp durmakdayız. Öyle ya insanlar Allah’ın vahyine, Allaha, başka neleri ile, neleri ile itiraz edebilirler ki? İlk hatıra gelen elbet akıl olacak. Zira itaatte de ilk hattına gelen, bunu her zaman itiraf etmeseler de yine akletme işidir. madem ki insan düşünerek Allah’a itirazda edebiliyor, isyanda, öyleyse suçlu olan düşünme melekesidir öyle mi?

Allah

Atlanmaması, bu noktada ısrarla vurgulanması gereken husus bu Meleke’nin, kullanırken, fıtratından, tabiyatından, kaydırıp kaydırılmadığına dikkat edilip edilmediği hususudur. Öyle ya eşyanın bir tabiyatı vardır. Eşyayı tabiatının zıddına kullanırsanız, en azından beklenen umulan verimi alamaz, amacı araca kurban etmiş olursunuz. Elbet insan yaratılırken özgür bırakılmıştır, ona özgürlüğü sağlayan da düşünme yetisinden başkası değildir. Çünkü seçim yeteneği, oyunu kullanma yeteneği özgürlüğünün gereğidir. Bir düşünme mekanizması, ilahi vahyin karşısında ona aykırı fikir üretiyorsa o artık sapmış, doğuştanlığından kaymış demektir. Çünkü ilahi vahyin Kaynağıyla, İleride göreceğimiz gibi, akl etmenin kaynana aynıdır. Ve birbiri için var edilmişlerdir. Çünkü din yani ilahi vahyi aynı zamanda fıtrattır, Allahın fıtratıdır.

Düşünen insandan istenen de bu fıtrat üzere yürümesinden başka bir şey değildir. Öyleyse insanın söz konusu paralelliği bozması akıllılık sayılamaz. Yeteneği doğrultusunda özgürlüğünü kötüye, fıtratının adına kullanan insan, artık addeden olmaktan çıkmıştır. Şeytanların iğvasına aldanmış, Kendini müstağni görmüş, raydan sapmıştır. Şimdi raydan çıkmış bir insanın da üretimleri vardır diye akletmenin ilahi vahiy le çalıştığına İnanmak sağlıklı bir anlayış mıdır? Her yoldan çıkmış insanın ilahi vahye itiraz nedenleri değişiktir. Ama çok yinelenen bir neden var ki onu kuranı kerim, indirilen ilk Suresinde, ilk ayeti kelimelerin de bize özellikle anımsatmaktadır. Düşündürmektedir yoldan çıkmayı, fıtratını bozmayı kendisine hak kabul edenlere yönelik uyarıcı mealen yeniden okuyalım, alak suresinin başında buyurulur. “İnsan, kendini kendine yeter, görerek azgınlaşır “şimdi hangi Müslüman insanın, ayette sözü edilen azgınlaşmasını, aklı kullanmak, akıllılık olarak görebilir? Biz, aklılık derken nasıl olurda böylesi bir sonucu anlayabiliriz? Bizce yanılgının ilk düğün noktası yukardaki sanırlardır.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!