Archives 2022

Cengiz Han

CENGİZ HAN

Cengiz Han (doğum adıyla Temuçin, y.1162 – 18 Ağustos 1227), Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk Kağanı olan Moğol komutan ve hükümdardır. Hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen Cengiz Han, Dünya tarihinin en büyük askeri liderlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. 13. yüzyılın başında Orta Asya’daki tüm göçebe bozkır kavimlerini birleştirip bir ulus hâline getirerek Moğol siyasi kimliği çatısı altında toplamıştır. Cengiz Han, hükümdarlığı döneminde, 1206-1227 arasında, Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin Hanedanı; Türkistan’daki Kara Hıtay, Maveraünnehir; Harezm, Horasan ve İran’daki Harezmşahlar, Kafkasya’daki Gürcüler, Deşt-i Kıpçak’taki Rus Knezlikleri, Kıpçaklar ile İdil Bulgarları üzerine seferler yaptı ve imparatorluğu döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmedi. Bunların sonucunda Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizi’ne ve Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan bir imparatorluk kurdu.

1162 civarında Moğolistan’daki Onon Nehri yakınlarında doğduğu düşünülen Cengiz Han’ın gerçek adı ”Temuçin”dir. Babası Yesügey, düşman bir kabile olan Tatarlar tarafından zehirlenerek öldürüldüğünde Temuçin henüz 9 yaşındaydı. Temuçin’in kabilesi, küçük yaştaki bir çocuğun liderliğini kabul etmedi ve kardeşleri ve annesiyle birlikte onları ölüme terk ederek kabileden sürdüler. Moğolistan’ın acımasız bozkırlarında kaçarak ve saklanarak hayatta kalmaya çalıştılar. Temuçin daha küçücük bir çocukken, avladıkları bir hayvanı paylaşmak istemeyen üvey kardeşini çıkan bir kavga sonucu öldürdü. 16 yaşına geldiğinde, daha önceden yaptıkları bir anlaşma sayesinde nüfuzlu bir kabileden olan Börte isminde birisiyle evlendi. Henüz 20 yaşına geldiğinde, tüm Moğolistan’da tanınan ve saygı duyulan bir komutan haline gelmeyi başarmıştı. Moğolistan’daki göçebe kavimleri birer birer kendi bayrağı altında birleştirdi. 1206 yılına gelindiğinde Moğolistan’da birlik sağlanmıştı.

Cengiz Han

1206 yılının ilkbaharında Onon Nehri’nin yakınlarında, kendisine bağlanmış olan bütün kabileleri bir araya getirerek büyük bir kurultay topladı. Tüm göçebe kavimleri birleştiren Temuçin tek bir ulus yaratmıştı ve bu ulusa “Moğol Ulusu” adını verdi. Bu kurultayda Temuçin, daha önceden aldığı “Kağan” unvanına ilaveten ”Cengiz” unvanını aldı ve bu tarihten sonra kendisine “Cengiz Kağan” veya “Cengiz Han” diye hitap edilmesini istedi. Moğol toplumu, Cengiz Han’dan önce teşkilatsız ve düzensizdi. 1206 kurultayında devletin ordu ve toplumsal teşkilatını düzenledi.

Cengiz Han, hükümdarlığı döneminde, 1206-1227 arasında, Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin Hanedanı; Türkistan’daki Kara Hıtay, Maveraünnehir; Harezm, Horasan ve İran’daki Harezmşahlar, Kafkasya’daki Gürcüler, Deşt-i Kıpçak’taki Rus Knezlikleri, Kıpçaklar ile İdil Bulgarları üzerine seferler yaptı ve imparatorluğu döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmedi. Bunların sonucunda Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizi’ne ve Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan bir imparatorluk kurdu.

Bozkır geleneğinden gelen onlu teşkilatı kullanarak, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne dayanan meritokratik bir ordu meydana getiren Cengiz Han’ın büyük bir asker olarak ün kazanmasının temelinde, kurduğu posta teşkilatı ve casus ağı ile istihbarat sanatına verdiği büyük değer önemli bir yer tutmaktadır. Yaptığı seferler sonucunda pek çok şehir tahrip olmuş ve milyonlarca insan da katledilmiştir, ancak Cengiz Yasası adı ile metinleştirilen kuralları ile işkenceyi, yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı ve zina etmeyi de yasaklamış; zanaatkârlar, doktorlar, belli bilgi becerisi olan eğitimli kişiler ve her dinden din adamlarına, hangi milletten olursa olsun aralarında bir ayrım yapılmaksızın saygı gösterilmesi ve vergiden muaf tutulmalarını da kanunlaştırmıştır.

Cengiz Han aynı zamanda, halkının yazıya sahip olmasını sağlamak için Uygurlardan önemli kişileri başkenti Karakurum’a çağırmış ve Moğolca için Uygur alfabesini uyarlatarak bunu çocuklarına da öğretmesini istemiştir. Bu sayede Moğol dilinin de yazılı hale getirilmesini sağlamıştır.

Cengiz Han, 1227 yılında Kuzey Çin’deki Tangutlar’ı yendiği seferden dönerken bilinmeyen bir nedenle öldü. Mezarının yeri ise günümüzde hâlâ bilinmemektedir. Ünlü bir söylentiye göre, kendisi ölmeden önce mezarının gizli tutulmasını vasiyet etmiş, o ölünce de yakınları onu bilinmeyen bir yere gömmüş, daha sonra cenazeye katılan herkes mezarın yeri hiçbir şekilde bilinmesin diye kendilerini öldürmüştür. Fakat bu iddia, birçok kişi tarafından uydurma olarak kabul edilir. Günümüzde arkeologlar Cengiz’in gömüldüğü yere yaklaştıklarını düşünüyorlar. İlerleyen yıllarda modern Moğolistan’ın muhteşem bir keşfe ev sahipliği yapması mümkündür.

Cengiz Han öldüğünde sahip olduğu topraklar, tahmini olarak Büyük İskender’in dört, Roma İmparatorluğu’nun ise iki katı büyüklüğündeydi. Kurmuş olduğu imparatorluk, günümüzde Rusya hariç tüm ülkelerden daha geniş topraklar üzerine yayılmış vaziyette olup, onun ölümünden sonra oğulları ve torunları döneminde daha da genişleyerek, insanlık tarihinin gördüğü bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluk hâline geldi.

2003’te araştırmacılar American Journal of Human Genetics’te, yaklaşık 900 yıl önce yaşamış bir erkeğin genetik materyalinin günümüzde her 200 erkekten birinde bulunduğunu, yani Avrasya’da 16 milyon erkeğin bu genetik materyali paylaştığını iddia eden bir araştırma yayımladı. Bunun Avrupa’dan Afrika’ya kadar örnekleri vardır. Araştırmacılar, bu süper başarılı atanın kim olduğu sorusuna getirilebilecek en mantıklı açıklamanın Cengiz Han olduğuna karar verdiler. Çünkü Cengiz Han’ın, vaktinde Çin’den getirttiği Taoist bir bilgeden ömrünü uzatmak için yardım istediği ve bunun sonucunda, yaptığı seferlerle büyük şehirleri ele geçirdiğinde oralarda yaşayan birçok kadını himayesine alıp onlarla cinsel ilişkiye girdiği bilinmektedir.

Cengiz Han’ın ataları ve kökleri

Cengiz Han’ın şeceresi yarı mitolojik bir şekilde sis perdesi arkasındadır. Onun atalarının ve kendisinin doğuş efsanesi, Moğol mitolojisinin önemli belgelerindendir. Yazılış tarihi itibarı ile Cengiz Han’ın yaşadığı döneme en yakın olanı Şamanizm etkilerinin görüldüğü, 1240 yılında Moğolca olarak kaleme alınmış olan Moğolların Gizli Tarihi adlı esere göre Cengiz Han’dan 10 nesil önce yaşayan Alangoya, Cengiz Han soyunun efsanevi büyük annesi olarak kabul edilmiştir. Moğolların Gizli Tarihinde yer alan efsaneye göre Alangoya dul kaldıktan sonra evlenmediği hâlde üç oğlu daha olmuştur. Cengiz Han ve onun mensup olduğu Börçiginler bu çocuklardan “Bodoncar” adlı en küçük olanının soyundan gelmektedir. Alangoya efsanesi yalnızca Cengiz Han’ı değil onunla birlikte “Nirun” yani ışığın çocukları adı verilen bir yığın boyu ilgilendirse de Cengiz Han soyunun en büyük efsanesi olarak kabul edilmiştir. Nirun boylarından öncelikle Cengiz Han’ın boyu Borciginler ardından Tayciutlar, Barlaslar, Derbenler, Salciutlar ve başka birkaç boy daha sayılabilir. 1140 yılında Moğol kabilelerinden Börçiginlere mensup Kabul, bütün Moğolların ilk lideri olarak “Han” unvanını almıştır. Cengiz Han’ın babası Yesügey Bahadır onun torunudur.

Kabul Han ve onun halefi Ambakay Han zamanında Moğollar, Çin’deki Jin İmparatorluğu ile mücadele edecek kadar kuvvetlenseler de Tatarlar, Çinlileri hoşnut etmek için Ambakay’ı Çin’e teslim ettiler. Ambakay hiç alışılmadık bir şekilde, “tahta eşek şekli” denen bir duruma sokularak çarmıha gerilip infaz edildi. Cengiz Han’ın büyük amcası Kutua, bu hakarete Çin üzerine ve Tatarlara bir dizi saldırı düzenleyerek cevap verdi ve bu akınlar sonunda “Moğol Herkülü” unvanını kazandı. Fakat, 1160 yılında, detayları bilinmeyen bir dizi olay sonunda, Kuzey Çin’in hakimi Jin Hanedanı, Moğolları hezimete uğrattı. Moğollar bir süre karmaşa içinde dağıldılar. Sefalet içinde yüzen bu karmaşık hâldeki Moğollar’ın içerisindeki önemsiz liderlerden biri olan Kabul Han’ın torunu Yesügey Bahadır, ittifaklar kurarak Moğolları güçlendirmeye çalıştı. Moğolların batı komşularından biri olan Türk boylarından Keraitler idi. Keraitler 200 yıldan beri Nasturi Hristiyan’dı. Hristiyan Keraitlerin o zamanki lideri Tuğrul idi. Tuğrul, 1160 yılında iç meseleler sonucu tahtını kaybetmişti. Moğolların lideri Yesügey, Tuğrula kabilesinin önderliğini yeniden ele geçirmesi için yardım etti. Tuğrul ve Yesügey anda ile kardeşilik yemini ettikten sonra, daha sonraları Moğolların yeniden ortaya çıkışında olağanüstü önem taşıdığını kanıtlayacak olan bir ittifak kurdular.

Rivayetlere ve efsaneye göre Yesügey Bahadır bir gün Onon nehri kıyılarında şahini ile avlanırken gelinleri taşımak için özel olarak tahsis edilmiş, bir at arabasına rastladı. Yesügey, arabada oturan kıza ilk görüşte âşık olmuştu. Yesügey iki kardeşini yanına alarak ve birlikte ağır ağır giden düğün arabasına yetiştiler. Üç kardeş Onggirat boyunun Olkunat kabilesinden olan Höelin adındaki yeni evli gelini yakaladılar. Höelin başke seçme şansı olmadığı için Yesügey Bahadır’ı yeni kocası olarak kabullendi. Yesügey onunla, doğurduğu oğlan bir kahraman olacak diyerek evlenmişti.

Cengiz Han

Doğumu

Evlilikten bir süre sonra Yesügey, Tatarlar üzerine yaptığı bir akından geri döndüğünde, karısı Höelin’in hamile olduğu haberiyle karşılandı. Kaynaklarda bebeğin doğumu sırasında Höelin’in kapısına bir yay ve ok asılarak şeytanın girmesinin engellendiği ancak yakın akrabalar ve bir kadın Şamanın ebe olarak görev yaptığı ileri sürülmektedir. Şaman, bebeği çok yakından inceleyerek, geleceği hakkında kehanette bulunabilecek bir işaret arayacaktı. Efsaneye göre sağ avucunun içinde sonraları gayet doğal olarak, gücün ve çok kan dökeceğinin simgesi olarak nitelendirilecek aşık kemiği şeklinde bir kan pıhtısı ile doğdu. Yesügey Bahadır düşman olduğu Tatar kabilelerinden birinin reisi olan Temuçin adlı bir kişiyi esir almıştı. İşte bu esir ve hadise üzerine Yesügey Bahadır oğluna Temuçin adını verdi. Temuçin, katı, sağlam, sert, dayanıklı ve demir gibi anlamlarına gelmektedir.

Arap ve İranlı tarihçilere göre Temuçin’in doğum tarihi 26 Ocak 1155’tir. Ancak Çin kaynaklarınca Temuçin, 12 Hayvanlı Türk takvimine göre domuz yılının başında dünyaya gelmiştir. Bu hesapla 12 Hayvanlı Türk Takviminde 1 yıl 12 yılı kapsadığı için 1155 ile 1167 arasında sonu 2 ile biten bütün senelerden yola çıkarak doğum tarihinin 1162 olabileceği kabul edilmektedir. Uzmanlar Temuçin’in doğum tarihini nasıl kanıtlamaya çalışıyorlarsa doğum yerinin de kesin olarak nerede olduğunu tartışmaktalar. Cengiz Han zamanından günümüze kalan tek kaynak olan “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde bu yerin Onon yakınlarında Dülün-Boldak adıyla bilinen bölge olduğu yazmaktadır. Bu adın anlamı “Dalak Tepeciği” dir.

Çocukluk ve gençlik yıllarında verdiği hayatta kalma mücadelesi

Yesügey Bahadır ve Höelin’in Temuçin’den başka Hasar, Haçi ve Temüge adlarını taşıyan üç oğlu ile Temulun adında bir kızları olmuştur. Bunun yanı sıra Temuçin’in Bekter ve Belgütay isimli iki üvey kardeşi vardı. Temuçin 9 yaşındayken, babası Yesügey Bahadır onu evlendirmek için kendisini de yanına alarak Temuçin’in annesi Höelin’in kabilesi olan Onkıratların yanına gitti. Yesügey, kayın biraderinin kızı Börte’yi oğlu Temuçin’e istedi. Börte adındaki kız Temuçin’den bir yaş büyüktü. Anlaşma gereği Temuçin orada kalacaktı. Burada evlilik yaşı olan, 10 yaşına gelene kadar evin reisine hizmet edecekti. Fakat Yesügey Bahadır evine dönerken yolda karşılaştığı ve konuk olduğu Tatarlar tarafından, eski husumetlerinin sonucu olarak zehirlendi. Yesugey Bahadır ne olursa olsun ölmeden önce Temuçin’in geri getirilmesi için emir verdi fakat Temuçin gelmeden öldü. Temuçin ve ailesi, ilk olarak akraba kabilelerden Tayciutlara katılmaya karar vererek yanlarına gittiler ancak, Tayciutlar Temuçin ile ailesini yanlarına almak istemediler. Yesügey’in erkek kardeşleri de Höelin ve çocuklarına yardım etmediler. Bir müddet sonra da Yesugey’in kabilesi Temuçin’in annesi Höelin’in yani bir kadının emri altında kalmak istemeyerek göç etti. Höelin, kabilesinin sürülerinden hiçbir hak iddia etmeyerek Burhan Haldun Dağının eteklerindeki ormanlık yamaçlara ailesi ile birlikte yerleşti. Sürü sahibi olamadıkları için et yiyemeden, süt içemeden sadece nehirde balıkçılık yaparak, ormanda yabani meyveler ve kökler toplayarak hayatlarını devam ettirebiliyorlardı. Temuçin On-on bir yaşlarında iken çok iyi bir arkadaş edindi. Bu çocuk Cacırat boyundan Camuka adlı kendi yaşıtında birisi idi. Sonunda dostlukları o derece ilerlemişti ki anda yani kan kardeşi olmak için yemin ettiler. Temuçin 13 yaşında iken üvey kardeşi Bekter ile arasındaki rekabet ileri boyutlara vardı ve Temuçin, Yesügey’in diğer hanımından doğan üvey kardeşi Bekter’i bir av meselesi sonucu çıkan kavgadan sonra öldürdü. Bekter, Höelin’in öz oğlu olmamasına rağmen Tayciutlara karşı birlik olmak gerekirken böyle bir hareket yaptıkları için Temuçin’e çok sinirlendi. Nitekim Tayciutlar kısa bir süre sonra saldırarak Temuçin’i esir aldılar. Tayciutların lideri tarafından tutsak edilen Temuçin, bir köpek gibi boynuna bir tahtadan yapılmış tasma takarak kabilelere teşhir edildi. Fakat bir gün bekçisinin elindeki halatı birdenbire şiddetle çekerek başına vurduğu bir darbe ile saf dışı bırakıp koruluğa doğru kaçarak Onon Nehri kıyısına doğru koştu. Nehirde boylu boyunca uzandı. Tahta boyunduruk başının soğuk sudan yeterince yüksekte durmasını sağlıyordu. Peşindekilerin tümü koruluğu araştırırken nehrin aşağısındaki evine doğru giden bir adam Temuçin’i yattığı yerde görür görmez tanımıştı. Bu adam, Temuçin esir edildikten sonra evinde tutulduğu Sohan Şira idi. Uzaktan Temuçin’i arayan takipçilerin bu tarafa geldiğini görünce Sohan Şira onlara mani olmak için herkese şimdiye kadar aradıkları yerleri bir kez daha kontrol etmelerini önerdi. Temuçin, tehlike geçtikten sonra Sohan Şira’nın gittiği yoldan sendeleyerek ilerledi ve bir önceki geceyi geçirdiği çadıra ulaştı. Üzerinden sular damlayan titreyen Temuçin’i gören Sohan Şira oradan uzaklaşmasını istedi. Buna rağmen ailesi, karısı, iki çocuğu ve kızı Temuçin’e yakın davranarak boyundurluğu ve kelepçesini çıkararak Temuçin’in karnını doyurdular ve ıslak elbiselerini kuruttular. Daha sonra da Temuçin’i koyun yünüyle dolu bir arabanın içinde sakladılar. Ertesi gün Tayciutlar, Sohan Şira’nın çadırına gelerek her tarafı karıştırıp yatakların altına baktılar. Sıra yün dolu arabaya geldiğinde, tam Temuçin’in ayaklarını görecekleri sırada Sohan Şira, böyle sıcak bir havada bu kadar yünün altında kim saklanır diyerek takipçilerin oradan uzaklaşmasını sağladı. Sonunda, Sohan Şira Temuçin’in kaçma şansını arttırmak için yiyecek, içecek ve iyi bir at verdi. Temuçin, Annesinin Onon’un üst kesimlerindeki sığınağına giden yolu takip ederek sonunda ailesine geri döndü. Temuçin, ileri de Cengiz Han olduğunda kendisine yardım edenleri hiç unutmamıştır ki bunlar arasında kendisini esaretten kurtaran Sohan şira ve onun çocukları da vardır. Bir tanesine general rütbesi vermiştir.

Bu hadisenin üzerinden bir yıl geçmişti. Aile sadece bir sürüye ve dokuz tane ata sahipti. Bir gün Temuçin’in üvey kardeşi Belgütay’ın marmot avlamak için kamp dışına çıktığı sırada hırsızlar kalan sekiz atı çaldılar. Temuçin ellerinde kalan son ata atladı ve sonraki iki gün boyunca hırsızların izini sürdü. Üçüncü gün sabahı bir çadıra ve çadırın yanındaki ağıldaki oldukça büyük bir at sürüsüyle ilgilenen Bughurçi isimli bir gence rastladı. Bughurçi, Temuçin’in uzun süredir koşturduğu atının hâlini görünce Temuçin’e yorgunluktan neredeyse ölmek üzere olan atını sürüsündeki zinde atlardan biriyle değiştirmesi için ısrar etti. Temuçin atını değiştirip oradan ayrılırken Bughurçi aniden bir karar verdi ve at hırsızlığı hepimizin ortak sorunu bende seninle birlikte geleceğim dedi. Üç gün sonra Temuçin ve Bughurçi hırsızlara ve çalıntı atlardan oluşan sürülere yetişti. İki arkadaş anında harekete geçerek sürünün arkasına daldı ve Temuçin’e ait olan atların iplerini kesip yedeklerine alarak dörtnala uzaklaştılar. Bughurçi’nin babasının kampına yaklaştıkları sırada Temuçin, sen olmasaydın atlarımı nasıl bulurdum gel bunları bölüşelim sadece hangilerini almak istediğini söyle yeter dedi. Babası varlıklı biri olan Bughurçi hayır diye yanıtladı. Temuçin gerçekten Bughurçi’nin asil davranışını unutmayacak ve Bughurçi ileride yanından ayırmadığı sağ kolu, atlarının baş seyisi, zırhlı tümen komutanı ve Moğolların en büyük generallerinden biri olacaktı.

Cengiz Han

Börte’nin kaçırılması Tuğrul Han ve Camuka ile birlikte Merkitler’e karşı sefer

Temuçin, 9 yaşındayken nişanlandığı Börte ile babasının ölmeden önce kararlaştırdığı gibi evlilik düğünü yapmak için kayınpederini ziyaret etmeye ve evlilik anlaşmasına hâlâ razı olup olmadığını sormak için üvey kardeşi Belgütay ile birlikte Kongirat ülkesine doğru yola çıktı. Temuçin’i çok iyi karşıladılar ve evlilik gerçekleşti. Evlilik tarihi olarak kesin olmamakla birlikte 1178, 1180 ve 1181 tarihleri ileri sürülmektedir. Temuçin Börte ile evlendiği zamanlarda Merkit kabilesinin büyük bir saldırısına uğradı. Bu saldırıda Temuçin kendi canını ve karargahını kurtardığı hâlde henüz yeni evlendiği eşi Börte Merkitler tarafından kaçırıldı. Bataklıkları yararak düşmanı ağır mağlubiyete uğratan Temuçin, karısını onların elinden alamamış ancak bu zafer ona çok büyük bir ün ve itibar kazandırmıştı. Temuçin’in doğumundan önce babası Yesügey Bahadır, Keraitlerin lideri Tuğrul ile kardeşlik yemini etmişti. Temuçin, kardeşi Kasar ve üvey kardeşi Belgütay’yı yanına alarak yeni bir müttefik kazanmaya gitti. Başlarına geleni Tuğrul’a anlattı. Vaktiyle Temuçin’in babası tarafından yardım gördüğünü hatırlayan Tuğrul Han, Temuçin’i himayesine aldı. Tuğrul onu çok iyi karşıladı ve kendisine evladım diye hitap etti. Tuğrul, Temuçin’in Cungar kabilesi şefi Camuka’ya da uğramalarını ve onlarında desteğini almalarını söyledi. Üç kardeş Camuka’ya da giderek durumu anlattılar. Temuçin’in kan kardeşi olan Camuka, kendi namusu gibi hiddetlendi ve Tuğrul’un taahhüdüne uyacağını teyid etti.

Merkitlere karşı savaş hazırlıkları süratle tamamlandı. Camuka toplanma bölgesine üç gün evvel gelerek Temuçin’e hazır olduklarını bildirmiş Tuğrul komutasındaki Kerait’lerin de gelmesinden sonra saldırıya başlandı. Saldırı haberini alan Merkit kabileleri Selenge nehri akıntısı boyunca kaçmışlardı. Ama çoğu büyük baskında avlanmıştı. Temuçin ilk gece baskınında, Börte’nin kurtarıldığını Camuka’ya bildirdi ve saldırıyı yavaşlattı.

Cuci’nin doğumu

Bu zamanın sürpriz hadiselerinden biri de, Merkitler elindeki esaretten kurtulan Temuçin’in karısı Börte’nin doğurması idi. Bu beklenmeyen bir çocuktu. Yeni doğan çocuğa, misafir anlamına gelen Cuci adını koydular. Cuci, Börte’nin Merkitlerden kurtarılmasından 9 ay sonra doğdu; böylece de babasının kim olduğu hakkında hep soruları da beraberinde getirdi Cuci ilerki zamanlarda Temuçin’in en büyük oğlu olarak anılacaktı. İleride Temuçin’in başka kadınlardan da çocukları olacaktı ancak ilk karısı ve imparatoriçesi Börte’nin doğurdukları Cuci, Çağatay, Ögeday ve Tuluy en sevdikleri oldu. Temuçin’in diğer eşlerinden olan çocukları onun yerini almaktan muaf tutuldular.

Temuçin’e Kağan unvanının verilmesi ve Camuka’nın başkaldırışı

1189’da toplanan bir kurultay kararı ile Temuçin’e Kağan unvanı verildi. Bu kurultayda Temuçin, teşkilatı için en güvenilen yakınlarından bir danışma meclisi oluşturmuştur. Ancak 1189 kurultayı kararlarını herkes tanımamıştı. Tatarlar bu dönemde Çin’in sınır bölgelerini yağma ediyor ve korku saçıyorlardı. Moğollar, Tatarların bölgelerinin ötesinde Çinlilere en yakın olanlardı. 1198 yılında Kuzey Çin’deki Kin Hanedanı Tatarlara karşı Temuçin’den yardım istedi. Çünkü Tuğrul uluslararası alanda tanınan bir şahsiyetti ve onun Temuçin’e ile ittifak halinde olmasıyla Temuçin’in gücünü görmüşlerdi. Temuçin de ataları ile olan husumeti ve babası Yesügey Bahadır’ı zehirleyerek öldürdükleri için Tatarlardan nefret ediyordu. Bunu fırsat bilerek Tuğrul ile birlikte Tatarlar üzerine bir sefer gerçekleştirdi. Önderleri öldürüldü, ülkeleri ve kampları yağma edildi. Fakat Çinliler Tatarlara karşı zaferin tümünü Tuğrul’a atfettiler. Çinli general ona Moğolların Ong olarak telaffuz ettikleri “Wang” yani kral unvanını bahşetti. Tuğrul artık Wang-han olarak tanınacaktı.

Temuçin’in gücünün artması karşısında Temuçin’e ilk baş kaldıran kan kardeşi Camuka oldu. Tatarlar, Merkitler, Naymanlar, Oyradlar ve Taycutlar, Camuka’ya yakınlaştı ve bir ittifak kurarak 1201 yılında Camuka’yı Gur Han(evrensel lider) unvanıyla liderleri yaptılar. Camuka’nın kardeşi Taiçar’ın, Temuçin’in oğlu Cuci’nin sürüsünü çaldığı için Cuci tarafından öldürülmesi, Camuka’ya Temuçin üzerine sefere çıkma fırsatını verdi. Camuka’nın üç tümenlik gücüne karşı Temuçin’in de üç tümen kadar gücü bulunuyordu. Savaş esnasında Camuka’nın izlediği strateji ile Temuçin tuzağa düşmüş ve ok yağmuru altında atılan bir ok Temuçin’i ıskalayarak atının boynuna saplanarak atının ölümüne neden olmuştu. Temuçin atını değiştirdikten sonra bu sefer başka zehirli bir ok kendi boynuna isabet etti. Kardeşi Haçiun ile yetmiş kadar adamı da Camuka’nın eline esir düştü. Camuka bu yetmiş adamı kaynayan kazanların içine attırarak feci şekilde öldürttü. Temuçin’in kardeşi Haçiun’un ise başını kılıcı ile kesip, kellesini atının kuyruğuna bağladı. Ele geçirdiği okçuların parmaklarını kestirip, izcilerin gözlerine mil çektirdi. Böyle yaparak psikolojik olarak onları korkutmak istemişti. Yardımcısı Celme, Temuçin’in boynuna saplanan zehirli oku çıkararak yarayı emerek ateşten yarı baygın bir şekilde yatan Temuçin’in yarasını temizledi. Celme gece karşıda duran düşman denklerinin arasına giderek gizlice kaymak çalarak Temuçin’i doyurdu getirdi. Temuçin, gerçekten de doğduğu günden beri yanında olan yardımcısı Celme’nin iyiliğini hiç unutmamış ve onu ileride general rütbesi ile mükâfatlandırmıştır.

Temuçin eski sağlığına tekrar kavuştuğunda kardeşinin ölüm haberini alınca herhangi bir tepki göstermemiştir. Bu da onun kardeşinin ölümüne fazla üzülmediğine veya artık ölümlere alıştığına yorumlanmıştır. Ama intikam almak için iyice hırslanmıştır. Temuçin’in vurulduğu halde ölmemesi, onun askerleri arasında itibarını daha da arttırmış ve bundan manevi bir güç kazanarak Camuka’ya yeniden saldırmışlardı. Sonuçta Camuka’nın ordusunu dağıldı. Savaş kazanılıp Camuka kaçtıktan sonra, zamanında Tayciutlardan kaçmaya çalışırken Temuçin’e yardım eden Sorhan Şira bir arkadaşı ile Temuçin’in yanına geldi. Şimdi ona katılmakta serbest idi. Temuçin, Sorhan Şira’ya atını öldüren oku kimin attığını görüp görmediğini sordu. Bu sorunun cevabı Sorhan Şira’nın arkadaşı Jirko’dan geldi. Oku atan kendisi idi. Temuçin kendisine neredeyse öldürecek olan bu düşman savaşçıyı idam edebilirdi ama genç, hayatını kurtarmış olan adamın arkadaşı idi. Jirko, her buyruğuna boyun eğeceğine dair söz verdi. Eğer beni öldürürsen toprak parçasında çürüyüp giderim fakat merhamet gösterirsen senin için dağları okyanusları aşarım dedi. Temuçin, onun dürüstlüğünden etkilendi ve bu adam benim dostumdur diyerek yaptığı hareketin anısına ona yeni bir isim verdi. Bundan sonra ismi Cebe(okçu) olacak ve ben onu okum olarak kullanacağım dedi. Cebe’nin bir atı yoktu. Bir at talep etti. Temuçin onun arzusunu yerine getirerek genç Cebe’ye burun delikleri beyaz bir at verdi. Cebe ata binince bir yolunu bulup kaçtı ama daha sonra geri dönerek Temuçin’e hizmet etmek arzusunda olduğunu söyledi. Gelecekte, Türkistan, İran ve Rusya’yı fethedecek olan Cebe Noyan işte budur. Epeyce sonra Cebe, Karahitaylar ile savaş esnasında Tiyan Şan yaylasından geçerken beyaz burunlu bin at toplayarak Cengiz Han’a hediye ederek hayatını borçlu olduğu bu hadiseyi unutmamış olduğunu gösterecekti. Temuçin, Tatarlar’ın Camuka ile olan savaşta onun tarafında olması Temuçin’e onlara güvenmemesi gerektiğini göstermişti. Tatarlara karşı nihai darbeyi indirmek için 1202 yılında tekrar harekete geçti. Sefer sonucunda Tatarlar, Temuçin tarafından yenilerek parçalanmışlar ve bütün mensupları da diğer boylar arasında paylaştırılmıştı. Tatar hanı Yekeçeren’in güzel kızı esir düşmüştü. Temuçin, Yesujen adlı bu güzel Tatar kızının nişanlısını kendi gözleri önünde öldürerek, ondan da güzel olan Yesui adlı ablası ile evlendi. Temuçin’in bu hanımına şiddetle âşık olduğu belirtilmektedir.

Temuçin ile Tuğrul’un arasının açılması

1203 yılı başlarında Temuçin ve Tuğrul Han güçlerini birleştirerek Naymanlara karşı sefere çıktılar. Naymanların hükümdarı Buyruk Han bu güç karşısında dayanamayarak Altay Dağlarına çekildi. Bir süre takipten sonra Temuçin’in güçleri ona yetişerek ve Buyruk Han’ı öldürdüler. Ancak Tuğrul’un oğlu Sangum tam düşmana esir düşmek üzere iken Temuçin’in güçleri tarafından kurtarılınca Tuğrul, Temuçin’e oğlunun onun himayesine girmesini teklif etti. Temuçin bununla da kalmayıp, en büyük oğlu Cuci’ye Tuğrul’un kızını isterken Tuğrul’un oğlu Sangum’a kendi ailesinden bir kız vereceğini söyleyerek aralarındaki bağı daha da kuvvetlendirmek istiyordu. Ancak Tuğrul’un oğlu Sangum kendisini daha üstün gördüğünden bu teklifi reddetti. Temuçin bu durumu hiç hoş karşılamadı. 1203 yılının baharında Tuğrul’un oğlu Sangum babasını bir hile ile Temuçin’i ortadan kaldırmaya ikna etti. Bu sırada yanlarında bulunan birisi Temuçin’den büyük mükâfat alacağını düşünerek bunu gelen adamlarına söylemişti. Bunu duyan Temuçin ve adamları hemen bulundukları yerden uzaklaştılar. Her iki tarafın orduları savaşa hazırlanmış ve Temuçin’e Halalhalcit çölünde Kerayitlerin geldiği haberi ulaşmıştı. Tuğrul ve Camuka birlikte idiler ve Tuğrul yaşlı olduğu için ordunun komutasını Camuka’ya vermişti. Savaş sonunda Kerayitler teslim olmak zorunda kaldı. Ancak ne Tuğrul ne de oğlu Sangum savaş meydanında bulunamamışlardı. Savaş kazanıldıktan sonra Kerayit halkı itaat altına alınmış ve gruplar hâlinde değişik boyların arasına dağıtılmışlardır. Tuğrul ile oğlu müttefikleri olan Camuka’nın ülkesine kaçmışlardı. Ancak Tuğrul bir karakol postasını Kerayit hanı olduğuna ikna edemeyince onun tarafından öldürüldü. Oğlu Sangum ise seyisinin ihanetine uğradı. Karısı seyise; altın elbiselerini giyerken, tatlı yemeklerini yerken iyiydi şimdi onu nasıl terk edersin demesine rağmen, seyis Temuçin’in yanına giderek ona Sangum’un bulunduğu yeri söyledi. Ancak seyis umduğunu bulamamıştı, Temuçin; karısını ödüllendiriniz, öz hanına ihanet edenin ise kafasını kesiniz diyerek ihanet edenin cezasız kalmayacağını gösterdi.

Cengiz Han

Camuka’nın yakalanışı ve infazı

Camuka’nın yanındakiler ile beraber pek çok boy da Temuçin’e tabi olmuşlardı. Camuka, Temuçin’in eline düşmekten kurtulan Nayman ve Merkit güçleri ile birleşerek Temuçin’e karşı harekete geçti ancak başarılı olamadı. Nayman ve Merkitler bu şekilde dağıtılıp tamamen güçsüz hâle getirildikten sonra, onlarla birlikte Temuçin’e karşı savaşan Camuka desteğini kaybedip sadece beş yakın arkadaşı ile birlikte kaldı. Ancak bu yakın arkadaşları onu satmaktan geri durmadılar ve yemek yerken onu yakalayıp Temuçin’e teslim ettiler. Böyle yapmakla da tıpkı seyis gibi Temuçin’den büyük mükâfat alacaklarını düşünmüşlerdi. Ancak Temuçin bütün ihanet edenlere acımadığı gibi onlara da acımamış ve öz hanlarına ihanet edenleri bütün nesilleri ile yok edin emrini vererek onları infaz ettirdi. Gizli Tarih’e göre, Temuçin Camuka’ya tekrar arkadaş olmalarını ve yanında olmasını teklif etti. Camuka bunu reddetti ve kendisinin bir asile yakışır şekilde kanının dökülmeden öldürülmesini, cesedinin yüksek bir yere gömülerek saygıdan mahrum edilmemesini rica etti. Temuçin’de senin hayatını bağışlamak istediğim hâlde bunu kabul etmiyorsun öyleyse seni kendi arzuna göre kanını akıtmadan öldürteceğim dedi ve onun(boyun) kemikleri kırılarak öldürülmesini emretti.

1206 kurultayı ve Temuçin’in Cengiz Han oluşu

Tuğrul ile Camuka’nın ortadan kaldırılması ve Temuçin’in Merkitler’i, Naymanlar’ı, Keraitler’i, Tatarlar’ı ve diğer küçük kabileleri liderliği altında birleştirmesi onu Orta Asya bozkırlarındaki tek güç hâline getirdi. 1206 yılının ilkbaharında Onon nehrinin kaynaklarında, kendisine bağlanmış olan bütün kabileleri bir araya getirerek büyük bir kurultay topladı. Tüm göçebe konfederasyonları birleştiren Temuçin tek bir ulus yarattı ve bu ulusa “Moğol Ulusu” adını verdi. Artık o Moğolların mutlak efendisi idi. 1206 kurultayının en önemli kararı Temuçin’in daha evvel aldığı “Kağan” unvanına ilaveten “Cengiz” unvanını almasıdır. Bu tarihten sonra kendisine “Cengiz Kağan” veya “Cengiz Han” diye hitap edilmesini istemiştir. Aslında bu o dönemin teleffuzu ile “Çinngiz Kan” şeklinde idi. Temuçin bu sırada 44 yaşında bulunuyordu. Moğol toplumu, Cengiz Han’dan önce teşkilatsızdı. 1206 kurultayında devletin ordu ve içtimai teşkilatı düzenlendi. Cengiz Han kurultayda Mukhulai’ı baş yardımcısı, süvari birliklerinin başındaki Bugurçi’yi de danışmanı olarak atadı. Celme ve Subutay kardeşleri ise binbaşı olarak atadı. Tayciutlardan kaçtığı sırada kendisini kurtaran Sorhan Şira, her iki oğlu gibi Cengiz Han’ın yaveri ve ok taşıyıcısı oldu. Bu atamalar göçebe imparatorluğun yönetiminde büyük değişiklilere damgasını vurdu. Moğol birliği geçmişte kabile rekabetlerinden büyük zarar görmüştü. Cengiz Han şimdi atayacağı kişileri kabile hiyerarşisine göre değil liyakata göre belirleyecekti. Anahtar kelime ise sadakatti. Sorhan Şira ve oğulları hiçlikten yöneticiliğe gelmiş tek örnek değillerdi. Çobanlar, marangozlar vb. aynı haklara sahipti. Celme ve Subutay birer demircinin oğulları idi. Subutay, stratejik zekasından dolayı Cengiz Han’ın ailesinden olmadan Cengiz Han’a en yakın isim hâline gelmiştir. Cengiz Han kendisi ile aynı yolda yürüyen herkese karşılığını fazlası ile vermiş ve bundan sonra yeni muhafız birliğinin teşkil edilmesi için çalışmalara başlamıştır. Cengiz Han, ordusunu göçebelerin yüzyıllardan beri kullandığı onluk sisteme göre düzenlemeye başladı. On askerlik birim arban, yüz askerlik birim jagun, bin askerlik birim minghan, on bin askerlik birim ise tümen olarak adlandırılmıştı. Askerî faydalarının yanı sıra, onluk sistemin kullanılmasının asıl nedeni, Cengiz Han’ın, güçlü askerî birimler kurarak askerlerin kendi kabilelerine değil de, bu birimlere özellikle minghan seviyesinde bağlılık duymasını istemesiydi. Cengiz Han, aynı düşünceyle 1206 yılında mevcudu 10.000’e ulaşan keshig adındaki muhafız birliğini kurdu. Genişleyen imparatorluğa komutan ve idareci yetiştiren ve Cengiz Han’a sadakati ön planda tutan keshig’e katılabilmek büyük bir onurdu. Kabilelere duyulan sadakati kendisine yönlendirmeyi başarabilmesi, Cengiz Han’ın yeteneğinin diğer bir göstergesiydi.

Cengiz, han seçilirken Şaman Kökçü onun lehine bir hayli kehanette bulunarak birçok boy yöneticisinin oyunu da etkilemişti. Kökçü, Cengiz Han’ın babası Yesügey ve annesi Höelin’in güvenilir adamı olan Şaman Münglik’in oğlu idi. Kerayitler ile olan mücadelesinde Tuğrul’un oğlu Sengün tarafından hazırlanmış olan bir tuzak ile ilgili Cengiz Han’ı zamanında uyaran yine Münglik olmuştur. Kökçü’nün babası yaşlı ve bilge Münglik Cengiz Han’ın hayatında çok önemli bir rol oynamış ve sonunda Cengiz Han’ın dul annesi Höelin ile evlenmişti. 1206 kurultayında Kökçü, Ulu Gök Tengri’nin Cengiz Han’a kainatın kağanlığını verdiğini ilan etmişti. Bu ilahi tasdik Cengiz Han’a otoritesinin temelini sağlamıştı. Bu nedenle Kökçü’nün Cengiz Han’ın nazarında ayrı bir yeri vardı. Moğolların Gizli Tarihi’ne göre Kökçü ve kardeşlerinin değişik boylardan oluşan ve henüz Cengiz Han’a biat etmeyen toplulukları kendi etraflarına toplamaya başladıklarından bahsedilmektedir. Şaman Kökçü, Cengiz Han’a iktidarının temellerini atmasına yardımcı olmuştu. Ancak hem sihirli gücü ve hem de imparatorluk ailesi içinde babası Münglik’in durumundan dolayı kendisinin dokunulmaz olduğunu sanarak çok geçmeden küstahça davranmaya, tabiatüstü nüfuzundan yararlanarak Cengiz Han’ı ve imparatorluğu yönetmeye kalkışmıştı. Cengiz Han’ın kardeşi Kasar ile kavga etmişti bu nedenle Kasar’ı yok etmek maksadıyla Han’a ruh bana Gök Tengri’nin bir buyruğunu vahyetti, önce Temüçin hüküm sürecek ve ondan sonra Kasar gelecek, Kasar’ı yok etmezsen tehlikedesin diyerek Cengiz Han’ın ruhunda kardeşi Kasar için kuşku uyandırmıştı. Kasar, Cengiz Han’ın gazabından annesi Höelin sayesinde kurtulmuştu. Kökçü Cengiz Han’ın en küçük kardeşi Temüge Oçigin ile de bozuşmuş ve ona herkesin içinde hakaret etmişti. Cengiz Han’ın karısı Börte kocasını ikaz etmişti. Bu defa Cengiz Han durumu anlamış ve Temüge’ye şamandan kurtulması için müsaade etmişti. Temüge tarafından vazifelendirilmiş üç muhafız Kökçü’yü kanını dökmeden bel kemiğini kırarak infaz ettiler. Kökçü’nün bertaraf edilmesi Cengiz Han imparatorluğunun dini temel üzerine kurulmayacağının habercisiydi.

Moğol İmparatorluğu bir devlet olarak gerçek oluşumunu ancak Uygurların tam iştirakı ile sağlamıştır. Moğol İmparatorluğunun ilk hocaları ve ilk memurları Uygurlar olmuştur. Uygular, yerleşik hayata geçmişler, edebiyat, sanat açısından olduğu kadar ticaret açsından da parlak bir uygarlığa sahiplerdi. Bu sebeple bir devlet idaresi için ne gerekiyorsa onu biliyor ve uyguluyorlardı. Cengiz Han, Naymanlara karşı savaşı esnasında esir aldığı bir Uygur mühürdarı sayesinde Uygurların mühür ve yazı kullandığını görünce, Uygur mühürdarını emirlerini yazması için görevlendirdi ve mührü bastıktan sonra koruması için emanet etti. Bunun ötesinde Cengiz Han, yazabilmenin ne kadar önemli olduğunu görmüştü. Uygurların kendilerine ait bir alfabeleri vardı. Yüzyıllardan beri gelişen bu yazı hemen Cengiz Han tarafından benimsendi ve Cengiz Han, Uygur mühürdardan bu yazıyı Moğolca için uyarlamasını ve dört oğluna da bu yazıyı öğretmesini istedi. Bu hususta aile içinde başlatılan eğitim ile Uygur yazısı akabinde tüm Moğol İmparatorluğu’nda kullanılmaya başlandı. Moğollar’ın Uygurların kültürüne olan alakaları Uygurlar ve Moğollar arasındaki karşılıklı bir çekime yol açtı ve Uygur hükümdarı Barçuk, Cengiz Han’ı kutlamak için elçilerini yolladı. Cengiz Han da bunun karşılığında onu Karakurum’a davet etti. Uygur hükümdarı Barçuk değerli mücevher ve kumaşlarla Cengiz Han’ın huzuruna geldiğinde görkemli bir biçimde karşılandı. Cengiz Han kızı Altun Beki’yi onunla evlendirildi. Böylece Uygurlar ile Cengiz Han arasında bir akrabalık kurulmuş oldu.

Cengiz Han

Uygur yazı sisteminin kullanılmaya başlamasından sonra Uygur mektebinin ilk mezunu, aslı bir Tatar olan Cengiz Han’ın evlatlığı Şiki Noyan idi. Cengiz Han, onu kanunlarını ve değerlerini yazıya geçirmesi için görevlendirdi ve onları mavi bir defterin beyaz sayfalarına kaydettirdi. İşte Şiki Noyan’ın bu defteri Cengiz Han öldükten sonra dahi Çin’den Doğu Avrupa’ya kadar birçok milletin yönetilmesine rehberlik eden ünlü Yasa idi. 33 defterden oluştuğu, çok hacimli olduğu için bir deve üzerinde taşındığı ve devlet hazinesinde muhafaza edildiği kabul edilen Cengiz Han Yasası, ilerleyen dönemlerde de geliştirilmiştir. Cengiz Han, Yasanın emirlerini tatbike oğlu Çağatay’ı vekil bıraktı. Çağatay sert idi ve yasayı harfi harfine tatbik ederdi. Bu yasalar öylesine sert uygulanıyordu ki, “Cengiz ülkesinde bakire bir kız başında altından bir taç ile ülkenin bir ucundan diğer ucuna en ufak bir tacize uğramadan giderdi.” denilirdi. Yasa kapsamında zinanın, eşcinselliğin, kasten yalan söyleyenin, sihirbazlıkla uğraşanın, ormanları yakanın ve suyu kirletenlerin cezasının idam olduğu, alkol kullanan kişi eğer bırakamıyorsa bir ay içinde sadece üç kez sarhoş olabilmesi, bütün dinlere eşit olarak saygı gösterilmesi ve herhangi bir mezhebin üstün tutulmaması, bütün fakirlerin, din alimlerinin, hekimlerin, bilginlerin ve Tanrıya adanmış tapınakların vergiden muaf tutulması gibi kurallar yer almaktaydı. Daha çok askerî ve hukukî içerikli olan bu Yasa’nın orijinal metni günümüze gelmemiştir. Yasa’nın içeriği 14. Yüzyıl Arap seyyahları, 13. Yüzyıl Ermeni tarihçileri ve 15. Yüzyıl İranlı tarihçilerin eserleri sayesinde bilinmektedir.

Kurultay’dan bir süre sonra Cengiz Han 1207’de kuzey’deki ormancı boyları egemenliği altına alması için en büyük oğlu Cuci’yi, ordusunun sağ kanadını vererek görevlendirdi. Cuci burada diplomatik kabiliyet ile iyi bir taktik sergileyerek orman halklarını, Sibiryanın güneyini ve Kırgızları kendine bağlayarak geri döndü.

Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin üzerine sefer

Xi Xialara karşı savaşın başlangıcı

Cengiz Han zamanında bugünkü Çin sahasında üç devlet vardı. Kansu civarında Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia veya Xi Xia hanedanı, kuzeyde Jin hanedanı ve güneyde Sung hanedanı bulunuyordu. Cengiz Han, Moğolların ezeli düşmanı Jin hanedanı üzerine bir sefer yapmadan önce büyük bir sefer için kaynak elde etmek hem de Jin ile muhtemel bir ittifakın önüne geçmek için ilk olarak Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia hanedanı üzerine bir sefer gerçekleştirdi. Kansu bölgesinde yaşayan Tibet ırkından ve Budist dininden olan Tangutlarla olan mücadele, Cengiz Han’ın yerleşik ve medeni bir millete karşı yaptığı ilk sefer oldu. 1205’te gerçekleştirilen ilk baskın küçük düzeyde olmuş ve birkaç esir almakla yetinilmişti. 1207’de gerçekleştirilen seferde Cengiz Han, Tangutların önemli şehirlerinden Vulahay’ı kuşattı. Aşamadıkları surların önüne yerleşmiş olan Moğollar, Tangutlara şehrin tüm kedileri ve kuşları karşılığında kuşatmayı kaldırmayı teklif etti. Bu denli önemsiz bir şart karşısında şaşıran Tangutlar, bunu yerine getirdi. Fakat Moğollar kedilerin kuyruklarına ve kuşların bacaklarına kıtık parçaları bağlamıştı. Ateşe verip hayvanları saldılar. Korkmuş ve alevler içerisindeki hayvanlar hemen yuvaları ve sepetlerine dönüp ambar ve mahzenleri ateşe verdiler. Savaş tam anlamıyla 1209 yılında başladı. Tangut kralı, Moğol ordusu karşısına veliaht prensi çıkardı ancak prens mağlup oldu. Böylece Vulahay oldukça tuhaf bir kurnazlık sayesinde ele geçirilmiş oldu. 1209 yılında Tangutların başkenti günümüz Ningsia’sı kuşatıldı. Cengiz Han, Sarı Irmak’ın akıntısını taşırmak için yönünü değiştirmeye kalktı, ancak ele geçirdiği esir yığınlarına nehre dayanacak bir bent yaptırmayı başaramadı. Sonbahar yağmurları, taşkınları büyüttü ve bendi sürükledi. Moğol kampını su bastı. Kuşatmayı kaldırmak gerekiyordu. Fakat bir diğer yandan Moğol ordusu kırsal bölgeleri talan ediyordu. Tangut kralı barış istemeyi yeğledi. Kızı Çaka’yı Cengiz Han’a vererek onun sağ kolu olmak istediğini bildirdi. Tangut kralı Li An-şu an ihtiyaçları olursa Moğollara yardım etmek için süvari birlikleri yollayacağına söz verdi. Bunun yanı sıra develer, av şahinleri, yün ve ipekli kumaşlardan oluşan basit bir haraç vermekle yetindi. Cengiz Han şimdilik büyük Jin seferinden önce Tangutları kendine taabi kılmış oldu.

Kuzey Çin’deki Jin Hanedanına karşı savaş ilanı

Moğol yurtlarında hiç kimse Pekin sarayında Cengiz Han’ın büyük dedesi Ambakay Han’ın uğradığı işkence ve aşağılamayı unutmamıştı. Moğollar yüzyıllardır Kuzey Çin’de hüküm süren Jin Hanedanı hükümdarlarına, hanedanın adı olan Jin kelimesi Çince altın demek olduğundan Altın Han demekteydiler. Cengiz Han gençliğinde Tuğrul ile birlikte Tatarlar ile savaşırken Jinler ile birleştiğinden beri onlar tarafından kendilerine tabii bir hükümdar olarak görülüyor ve onlara haraç ödüyordu. Şimdi hem Tuğrul hem de bu bağlılık anlaşmasının yapıldığı Jin İmparatoru hayatta olmadığı için Cengiz Han kendini bağımlılıktan azat edilmiş kabul etti. Çin memuruna haraç vermeyi reddeden Cengiz Han, protokol gereği elçiyi diz çökerek karşılaması gerekirken diz çökmeyi reddedip eskiden vermekte olduğu haracı vermedi. İmparator Wanyan Yongji bunu haber aldığında, öylesine sinirlendi ki Moğol elçisini infaz etti. Moğollar ile Jin hanedanı arasındaki gerginlikler tırmanmaya başladı. Cengiz Han Çin’e karşı sefer kararı vermeden önce kurultayı toplayarak komutanlara ve ileri gelenlere danışarak savaş kararı alındı. Mart 1211’de, Moğollar, Jin hanedanına karşı bir sefer için 90.000 asker toplamıştı. Bu durum Moğolistan’daki üslerini korumak için yalnızca yaklaşık 2.000 kişinin geride kalmasına neden olmuştur. Bu, Moğol güçlerinin % 90’ından fazlasının sefer için harekete geçirildiği anlamına geliyordu. Sefere başlamadan önce, Cengiz Han, Moğolları zaferle kutsamak için Gök Tengri’ye dua etti ve 1146 yılında Jin İmparatoru Xizong emriyle çarmıha gerilen atalarından Ambagay’ın intikamını almak için sembolik bir yemin etti.

Yehuling Savaşı

1211 yılının ilkbaharında Mukhulai, Cebe ve Subutay komutasındaki muazzam ordunun arkasında olduğu 30 bin kişilik öncü birlik kısa sürede Çin hududuna dayanmıştı. Çin Seddi’ne hiçbir zorlukla karşılaşmadan yaklaştılar. Jin ordusunun komutanı Wanyan Chengyu’nun amacı, Yehuling’deki dağlık araziyi Moğol süvarilerini engellemek için kullanmaktı. Çin ordusu Moğol ordusundan daha kalabalık ve silahlanmış durumdaydı. Khitan kökenli bir yetkili olan Shimo Ming’an’ı Cengiz Han’la tanışmak ve barış görüşmelerine başlamak için gönderdi. Bununla birlikte, Cengiz Han, Shimo Ming’an’ı kendi tarafına çekmeyi başardı. Shimo Ming’an, Jin ordusu hakkında Moğollara askeri istihbarat sağladı. Cengiz Han, General Mukhulai önderliğinde sürpriz bir süvari akını başlattı. Savaştan önce Mukhulai Cengiz Han’a söz verdi: “Jin ordusunu yenemezsem canlı olarak geri dönmeyeceğim!” Moral gücü yüksek olan Moğollar, Jin güçlerini mağlup ederek Wanyan Chengyu’nun ana karargahına doğru savaştı. Sonunda, Jin ordusu dağınık hâle geldi, moralini kaybetti ve parçalanmaya başladı. 300.000 kişilik güçlü Jin Ordusu yok edildi. Bu savaş 1211 Ağustos’unda gerçekleşti. Bu o kadar korkunç bir savaştı ki toprağın üzeri cesetlerle doldu. Buradan dokuz yıl sonra geçen Taoist rahip Şang Şun sonsuzluğa uzanan beyazlaşmış insan kemiklerini seyrettiğini aktarır. Wanyan Chengyu, Yehuling Savaşı’ndan sonra dağılmış Jin güçlerini topladı ve Huihe Kalesi’nde bir araya geldi. Bununla birlikte, 12 Ekim 1211’de Moğol kuvvetlerini takip ederek saldırıya geçti. Moğollar, Jin kuvvetlerini hızla kuşattı ve üç gün boyunca şiddetli bir savaşa girdiler. Cengiz Han bizzat yönettiği 3.000 atlıyla bir süvari akını başlatırken kalan Moğol kuvvetleri ise geride kaldı. Wanyan Chengyu zorlukla hayatta kaldı fakat tüm Jin ordusu yok edildi. Yehuling Savaşı, Jin hanedanına 950.000 askerinin yarısına mal oldu. Yaklaşık olarak on Jin şehri Moğollar tarafından yağmalandı. Yehuling savaşından sonra, Jin imparatoru Wanyan Yongji, Pekin’de generali Hushahu tarafından düzenlenen bir suikaste kurban gitti. Cengiz Han’ın en parlak komutanlarından bir diğeri olan Cebe Noyan, Çin Seddinin çevresinden dolaşarak donmuş Liao Nehri’ni geçip Mançurya’nın güneyindeki Mukden’i (bugünkü adı ile Shenyang) ele geçirdi. 2 Şubat 1212’de elde edilen bu zaferden sonra Mançurya’daki Liao hanedanı Jin’den ayrılarak Cengiz Han’a bağlı bir prenslik hâline getirildi. Cengiz Han, Cebe’nin başarısından çok memnun oldu ve beklemeye çekildi. 1212 yılı, Çin İmparatoruna karşı isyanlar yılı oldu ve Cengiz’in casusları tarafından ülkede adeta bir iç savaş çıkarılması başarıldı. Pekin politik kargaşalarla sarsılıyordu. Cengiz Han, casus teşkilatı sayesinde fethedeceği ülkenin muhalif adamlarını, hoşnutsuzları kendi hizmetine almaya uğraşırdı. Ve onlara ganimetten pay ve yüksek memuriyetler vadederdi. Çin ordusunda bulunan Ongut, Kongrat ve Tatar kabileleri saf değiştirerek soydaşları olan Moğolların tarafına geçtiler. Çin Seddinin neredeyse bütün kapıları ihanet edenler tarafından açılmıştı. Bu sebeple Moğol ordusu gayet seri bir şekilde Çin Seddini aştı.

Cengiz Han

Pekin’in fethi

1212 yılının sonbaharında Cengiz Han, Pekin’e bir saldırı düzenleme kararı almış ancak bir çarpışma sırasında ok ile yaralanınca saldırıya ara verilmişti. Ertesi yıl tekrar Pekin’e giden geçidin üzerindeki iki kaleye saldırı düzenlenerek geri dönüldü. Çin kuvvetleri Moğol ordusunun geçeceği yollara atları yaralamak gayesi ile dört tarafında çivi olan toplar serpiştirmişlerdi. Cebe ve Sübedey kaleleri teslim almak için epey uğraşmışlar ve sonuçta Pekin yolunu tekrar açmayı başarmışlardır. 1214’te Cengiz Han üç ordusunu Çin başkenti Pekin duvarları önüne yığdı. Pekin muhasarası 1214 yılının ilkbaharına kadar yaklaşık bir yıl sürmüştü. Ancak Moğolların savaşta en geri oldukları konu kuşatmaydı. Sorunun ciddiyetinin farkına varan Cengiz Han atlıları ile orada kalamazdı. Kış Moğollar için oldukça zor şartlar altında geçmiş salgın hastalıklar ve kıtlık yaşanmıştı. Şehir halkının da durumu hiç iyi değildi. Cengiz Han çaresizlik içerisinde ne yapacağını düşünüp, geri dönmeye niyetlenirken, Çin imparatorundan barış teklifi geldi. İmparator, altın, gümüş, ipekle bunların yanı sıra beş yüz oğlan, beş yüz kız ve üç bin at verdi ve on bin top kumaş verdi Ayrıca kızı Ki-Kuo’yu da Cengiz Han ile evlendirdi. Cengiz Han, imparatorun verdiklerini kabul eder gibi görünüp Karakurum’a geri dönünce Pekin sarayı bir an kurtulduğunu sanarak rahat nefes aldı. Bu Çin seferi, Cengiz Han’ın bu güne kadar en çaplı ve getirisi en fazla olan seferi niteliğindeydi. Şimdi dünyanın belki en zengin ülkesinin çok büyük bir kısmı çok kısa sürede ele geçirilmişti. Ancak Çin’i gerçekten istila etmek için Pekin’i ele geçirmek gerekiyordu. Cengiz Han bir sene önceki Pekin kuşatmasında Çin usulü bu müstahkem kenti atlı birliklerden kurulu göçebe ordusu ile düzenli bir kuşatma ile ele geçiremeyeceğini anlamıştı. Bu nedenle Çinli istihkâmcıları ordusuna dahil etti. Bu istihkâmcılar, Moğollara Çin mancınıklarını kullanmayı öğretti; Çin mancınıklarının hafif olanlarının kolunu kurabilmek için 40, ağır olanları için ise 100 kişi gerekiyordu. Mancınıkların menzili 100-150 metreydi, attıkları taşlar ise küçüktü 1-13 kilo arası. Artık Pekin’in burçlarını nasıl zorlayacaklarını biliyordu. Cengiz Han, kenti düşürebilmek için esir edilen Çinli mühendislerden yararlanma yoluna gitmişti. Hareketli saldırı kuleleri hazırlanmıştı. Mancınıklar ile ordunun gücü daha da pekiştirilmişti.

Haziran 1214’te imparator Pekin’i bırakıp Sarı Irmağın ötesine Kai-fong şehrine çekildi. Ne var ki bu durum halkının gözünde bir kaçıştı. Pekin’deki devlete ait evraklar ile maddi varlıklar 3 bin deve ve 300 araba ile Sarı Irmağın ötesindeki güvenli bölgeye taşınmaya başlanmıştır. Ancak imparatorluğun içerisindeki Mançurya’dan gelen 2000 Hitay askerî atalarından kalan topraklardan ayrılmak istemediler ve Pekin’den 50 km uzaklaştıktan sonra isyan ettiler. Cengiz Han’a da bir haber göndererek onun emrine girmek istediklerini söylediler. Cengiz Han, Jin imparatorunun bu taşınma kararını; sözüme güvenmedi, beni aldatmak için barış yaptı diye yorumlayarak terk edilen Pekin’in güçsüz kaldığını düşünüp buraya tekrar sefer düzenleme kararı aldı. Şimdi daha hazır durumda olan ordusu ile Mart 1215’te Pekin surlarına dayandı. Pekin hücumunu Mukhulai idare etmekte idi. Subutay, Mukhulai’ın ordusunun bir kanadını koruyordu. Zamanın kendileri lehine olduğunu biliyordu. Kuşatma aylardan beri sürmesine rağmen, surların üzerinde tam donanımlı Çin askerleri savaşmak için bekliyordu. 9 ay süren kuşatma boyunca yiyecek sıkıntısı çeken Pekinliler arasında yamyamlık yapanlar bile olmuştu. Çin askerleri duvarlara tırmanmaya çalışan Moğol askerlerinin üzerine ok yağdırıyorlardı. Saldırının en önemli anında Cengiz Han, Çinli esirleri savaş arabaları ile surlara doğru sürdü. Cengiz Han aldığı binlerce esiri saldırılarda en önde savaşmaya zorladı. Şimdi Çin askerleri, arabaları itmekte olan Çinli esirleri okluyordu. Sonrasında, ağır taş gülleri atan mancınıklar harekete geçmişti. Büyük taşlar, Pekin kentinin duvarlarını parçalıyordu. Çinliler de bu arada boş durmuyordu. İleri teknikleri kullanarak ürettikleri, petrol ve farklı kimyasal maddelerden yapmış oldukları yangın bombalarını Moğolların üzerine atıyordu. Cengiz Han. Durumun zorluğunun farkına varmış ve askerlerine, bedeli ne olursa olsun, surlardan gedik açılarak kentin içine girilmesi emrini vermişti. Çinli esirler kentin surlarına uzun merdivenleri dayamayı başardığında, kuşatma altındakiler surların altında kızgın yağlarda kavurdukları yığınların kendi akrabaları olduklarını fark ettiklerinde onlara karşı dayanmaya dayanamayıp teslim oldular. Bu sırada Surlarda gedikler açılmıştı ve Moğol askerleri gediklerden, kentin içine sızmayı başarıyordu. Moğollar kentin surlarına kendi bayraklarını dikmeye başladığında, bayrakları gören Çinli komutanlar utançlarından kendilerini öldürmeye başlamışlardı. Artık zaferinden emin olan Cengiz Han atını kentin sokaklarından sürerek, kent merkezine ilerliyordu. Moğollar, kentte insanlık tarihinin en büyük yağmalarından birine bu şekilde başlamıştı. Batılı kaynaklarda; o donemde kentte bulunan Batılı diplomatlar ve gezginlerin şahitliği ile şunlar yazacaktır:

« Kemikten meydana gelmiş dağlar yükseliyordu kentin meydanlarında, sokaklardan nehir gibi kan akıyordu. Her yer kanla ıslanmış, sokaklar kaygan hale gelmişti. İnsanların eti sokaklarda paramparça ediliyordu. »

Mukhulai, Pekin’de hazine ve cephane namına ne varsa toplatarak Cengiz Han’a gönderdi. Cengiz Han, kendisine meydan okuyan Pekin kentine vahşice bir ceza vermişti. Artık bütün dünyanın başkentleri Çin’de olanlarla yakından ilgilenmeye başlamıştı. Harezmşah hükümdarı Sultan Alaaddin Muhammed Harezmşah, kendi ideâli olan Çin’in, Moğolların eline geçmesine inanamadı. Haberin doğruluğunu tetkik ettirmek için Seyyid Behâeddîn-i Râzî’nin idaresinde bir heyeti Çin’e gönderdi. Harezmşâh elçileri Çin hududuna vardıkları zaman, çok uzak mesafeden bembeyaz bir yığın gördüler. Önce bunu karla kaplı bir tepe zannettiler. Yerli halktan, burada bir tepe olmadığını, Cengiz askerlerinin öldürdüğü Çinlilerin kemikleri olduğunu öğrendiler. Bir müddet gittikten sonra toprağı insan kanından simsiyah kesilmiş bir bölgeye geldiler. Bu siyahlık kilometrelerce devam ediyordu. Pekin’e vardıklarında kale burçlarının dibinde bulunan kemik yığınlarının da, Cengiz’in Pekin’i ele geçirdiği zaman, zâlim Moğol askerinin eline düşmemek için kendilerini burçlardan atarak ölen yirmi bin bakire kıza ait olduğunu öğrendiler.

Çin’in fethinin devamı ve idare işlerinin Mukhulai’a devredilmesi

Pekin’in fethinin ardından Mukhulai ve Cengiz’in kardeşi Kasara baştan başa tüm Mançurya’yı geçtiler ve güneye doğru ilerlediler. Mukhulai kusursuz planlama yeteneği ile Cengiz Han’ın en büyük komutanlarından biriydi. Mançurya’da Liao’nun başkenti Pei Ching’i hiç alışılmadık bir şekilde fethetti. Mukhali, Yesen isimli hem Çince hem de yerel Türk dillerini bilen bir Moğol subayını görevlendirerek şehrin idaresini devralmak için gelen yeni Jin komutanını tuzağa düşürmek için görevlendirdi. Yesen isimli casus Jin komutanının evraklarını alarak muhafızları yeni gelen general olduğuna inandırdı. Daha sonra şehrin yeni hakimi olarak tüm muhafızlara kalenin dışına çıkmalarını emrederek Mukhulai’ı şehre davet etti. Mukhulai neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan yürüyerek şehirdeki 100 bin eve halkına silahları ve yiyecekleri ile bilrikte el koydu. Kendisine karşı direnç gösteren iki kasabayı cezalandırmak için marangozlar, kale ustaları ve sanatkarlar hariç her iki kasabada yaşayanların da öldürülmesini emretti. Cengiz Han, kuzeydeki vaziyeti tetkik için Subutay kumandasında başka bir kol gönderdi. Leao-dong körfezini kaplayan yarımadayı dönerek yeni bir ülkenin keşfine çıkmış gibiydi. 1216’da Yalu Irmağının geçilmesi Kore’ye girilmesine yol açtı. Subutay, burada Jin imparatoruna bağlı krallığı kendilerine taabi kılmak için kaçırılmaz bir fırsat olduğunu gördü. Küçük bir ordu ile bugünkü Kuzey ve Güney Kore arasındaki sınırda bulunan zengin ve kozmopolit bir şehir olan Kaesong’taki hükümdar sarayına bir yolculuk yaptı. Cengiz Han’ın başarısından etkilenen kral yeni ve korkutcu komşularına haraç ödemeyi kabul ettiler. Bu haracın kapsamında 100 bin yaprak en büyük boy Kore kağıdını da içeriyordu.

Cengiz Han artık bütün Kuzey Çin’in hakimiydi. Cengiz Karakurum’un ipek çadırını eski Çin’in başkentinin şaşaasına tercih etti. Cengiz Han, Çin’in maddi değeri fazla ağırlıklarını Karakurum’a taşırken Ye-Liyu Çutsay gibi birçok bilgini de yanında getirdi. Onlardan dünya ahvalini, ticareti, dilleri, dinleri, milletleri öğrendi. Uygur aydınlarını da bu bilginler aracılığı ile yüksek Çin teknolojisi ile tanıştırdı. Cengiz Han Çin’i kendi adamları ile idare etme yolunu ömrünün sonuna kadar sürdürdü. Ye Liyu Çutsay’ın Ceniz Han’a verdiği; sen büyük bir imparatorluğu at üstünde fethettin ama at üstünde idare edemezsin öğütü üzerine fethedilen yerlere yerel yöneticiler atadı. Ye Liyu Çutsay, Cengiz Han’a şehirleri yerle bir etmek yerine onları geliştirmeyi teşvik dilmesi gerektiğini çünkü bunların zenginlik kaynağı olduğunu anlattı. Cengiz Han, Çin’in tamamının fethinin uzun süreceğini anlayıp, buranın fetih ve idare işlerini 1217’de Mukhulai’a devrederek Mukhulai’ı burada bırakıp kendi yurduna geri döndü. Mukhulai’a “Bütün ulusun Guyang’ı” ünvânı verilmişti. Reşidüddin bu unvanının Farsça’daki Han-ı Buzurg ”Büyük han” olduğu ve onun Çin’deki görevi esnasında Çinliler tarafından kendisine verilen lakap olduğu ileri sürülmektedir. Mukhulai, Moğol İmparatorluğunun kuruluşuna büyük katkıda bulunduğundan kendi adına ferman çıkarmak ve ortasında siyah ay bulunan dokuz ayaklı Beyaz Tuğ ve Büyük Han’ınki ile aynı olan süslü eyer, kemer, davul ve kendine has taht kullanma hakkına da sahip idi. Mukhulai yedi yıl boyunca başarılı savaşlar sonunda Kin krallığını Honan’a hapsetmeyi başarmış Çin topraklarını Cengiz Han adına yönetmiş ve 1223’te burada ölmüştür.

Cengiz Han

Otrar hadisesi

Harezmşahlar ile Moğollar’ın ilk kez karşı karşıya gelmesi 1218 yılında gerçekleşmişti. Kara Hıtaylara sığınan Naymanların son hükümdarı Güçlük üzerine karşı Cengiz Han 1218’de Cebe Noyan komutasında 20.000 kişilik bir kuvvet yollamıştı. Cebe Noyan, Güçlük’ü öldürüp, Kara Hıtay devletine son vererek İli, Issık gölü, Talas ve bütün Türkistan’ı Cengiz Han’a bağlayınca Cengiz Han Harezmşahlar ile sınırdaş olmuştu. Kara Hıtay toprakları üzerinde her iki imparator hakimiyet tesis ederken birçok sınır olayı olmuş ve Cengiz Han’ın oğlu Cuci güçleri ile bizzat Harezmşah Alâeddin Muhammed’in de iştirak ettiği bir çarpışma yaşanmıştı. Bu çarpışma esnasında oğlu Celâleddin, babası Alâeddin Muhammed’i ölümden kurtarmış ancak Harezmşah’ın saldırıda yaptığı zulüm sinirleri oldukça germiş Cengiz Han bu hadisenin ilk olması nedeniyle büyük bir tepki göstermemiştir. Cengiz Han’ın Çin’i fethettiğine ihtimal vermeyenlerin başında Harezmşah hükümdarı Sultan Muhammed geliyordu. Bu sebeple Bahaaddin Razi adlı bir adamını Pekin’e kadar göndermiş ve bizzat Çin’in artık Cengiz Han’ın mülkü olduğunu tespit ettirmişti. Bahaaddin Razi Çin dönüşünde Karakurum’a gelerek Cengiz Han’ı ziyaret etti. Cengiz Han yaptıkları görüşmede ona kurulacak barış neticesinde her iki tarafın kervanlarının serbestçe gidip gelmelerini memnuniyetle karşılayacağını, tüccarların kendi ülkesi dahilinde tam bir emniyet içinde bulunacağını ifade etti.

Cengiz Han 1218 yılının başlarında Harezmşah tüccarları ile ticaret için tamamen Müslüman üyelerden oluşan bir heyeti anlaşma şartları için Harezm’e gönderdi. Sultan Muhammed, Cengiz Han’ın heyetini 1218 yılı baharında kabul etti. Heyet sözcüsü verdiği izahatta Cengiz Han’ın Harezmşah Alâeddin Muhammed’i “en sevgili oğlu” olarak gördüğünü, onunla dost olmak istediğini, her iki milletin ticaret erbabına kapılarını açık tutmasını istediğini bildirdiler. Harezmşah Alâeddin Muhammed heyetin yüzüne karşı; “Benim ülkemin genişliğini, ordularının büyüklüğünü biliyorsunuz; nasıl olurda Hanınız bana “oğul” diye hitap etmeye cesaret ediyor?” diyerek tehditler savurmuş ancak Mahmut Yalvaç onu teskin ederek iki devlet arasında bir ticaret anlaşması yapılmasını sağlayabilmişti. Cengiz Han’ın Çin ülkesini fethederek çok zengin olduğunu duyan Harezmli tüccarlar satacakları malları Cengiz Han’ın ülksine götürerek ticari ilişkiler içine girmeye başlamışlardı. Ardından o da oğulları ve komutanlarına bir talimat vererek sermayeyi hazineden temin ederek kıymetli mallar getirmeleri için seçilen 450 kişilik bir heyeti de Harezmliler ile birlikte o tarafa gönderdi. Müslümanlardan müteşekkil 450 kişilik bu kafilede toplam 500 deve yükü kıymetli mallar, ipek dokumalar, samur ve kunduz kürkleri, Çin sanat eserleri bulunuyordu. Cengiz Han’ın heyetinin ilk konaklayacağı yer Sir Derya üzerinde yer alan ve Maveraünnehir’in son noktası olan Otrar idi. Otrar valisi İnalcık, Harezmşah Muhammed’in annesi Terken Hatun’un da yakın akrabası idi. Otrar Valisi İnalcık, Cengiz Han’ın 450 kişilik heyetini tutuklattı. Ardından onları öldürtüp mallarına da el koydu. Cengiz Han bu hadiseyi duyduğunda oldukça fazla hiddetlenmiş ve kendisini sakinleştirmek için Burhan Haldun’a çıkarak inzivaya çekilmiştir. Cengiz Han, İnalcık’ın cezalandırılarak, malların bedelinin ödenmesi için Harezmşahlara elçilik heyeti gönderdi. Ancak Harezmşah Alâeddin Muhammed elçiyle birlikte elçilik heyetini de öldürttü. Otrar hadisesi hakkında dönemin eserlerinde Müslüman yazarlar dahi kabahati İnalcık ve Harezmşah Alâeddin Muhammed’in üzerine yıkmaktadırlar. Nesavi kervancıların öldürülmesini inalçık’ın şahsi tamahına bağlamakladır. Cuzcani bu hareketin üstü kapalı bir şekilde Alâeddin Muhammed tarafından tasvip gördüğünü düşünmektedir. ibn al-Alhir bu suçu tamamen Harezmşah Alâeddin Muhammed’in üzerine atmaktadır.

Harezmşahlar ile savaş

Otrar’da Cengiz Han’ın elçilik heyetinin öldürülüp mallarına el konulmasından sonra toplanan 1218 kurultayında Moğol elçilerine karşılık olarak Harezm’e saldırma kararı alındı. Seferde başına bir şey gelirse diye tahtın varisini belirlemek için oğullarını topladı, ancak Cuci ve Çağatay’ın Cuci’nin Cengiz Han’ın gerçek oğlu olup olmadığı konusunda birbirlerine girdiler. Cengiz Han, Çağatay’ın önerisiyle, Ögeday’ı tahtın varisi olarak belirledi. En küçük kardeşi Temuge’yi, ocağı beklesin diye ordugah komutanı olarak Karakurum’da bıraktı. Harezm seferi Cengiz Han’ın yaşantısında bir dönüm noktası olacağı gibi tüm Avrasya hatta insanlık tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.

1219 yazında Cengiz Han’ın ordusu Altay dağlarının güney yamacında yığınak yaptı. Zungan kapısını geçerek Yedi Irmak ilinin alt ovasına ulaştılar. Cebe, Subutay ve Tohoçar’ın öncü güçlerinin sayısı 100 binden fazla idi. Bu arada hâkimiyeti altındaki kabilelerden istediği askerler gelirken Tangut Krallığına da elçi yollamış ancak Tangut Kralının kendisi değil de askerî gücün lideri konumundaki Aşa adındaki kişi “Cengiz Han mademki bu kadar zayıf, neden Han olmak için bu kadar sıkıntı çekiyor” şeklinde aşağılayıcı bir cevap göndermiştir. Cengiz Han o anda Harezmşahlar üzerine yürümekte olduğu için Tangutları cezalandırabilecek bir durumda değildi ama bu yapılanı unutmadı. Cengiz Han, bu seferinde kullanmak üzere ordusunun teçhizatını en iyi şekilde tamamlamış, beraberinde kuşatma malzemeleri, Çin’den getirttiği mühendisler ile askerî nakliyat için pek çok deve getirmişti.

Cengiz’in orduları Aral Gölünün güneyinde Amu derya üzerinden Harezm sınırlarına yaklaştığında Harzemşah Muhammed, hazırlıklarına askerî bir şura toplayarak başlamış, ordusunu Sir Derya ile Maveraünnehir’in müstahkem mevkilerine dağıtarak Moğol ordusunu Semerkant’ta karşılamaya karar vermişti. Güçlerini belli başlı şehirlere dağıtması sayı üstünlüğüne rağmen kuvvetlerinin azalmasına yol açmıştır. Cengiz Han ilk olarak Eylül 1219’da, elçilerinin ve ticaret kervanlarının katledildiği Otrar’a saldırma kararı aldı. Bu sembolik açıdan son derece önemliydi. Cengiz Han, Otrar önlerine geldiğinde Harezmşah Alaeddin Muhammed’in savaş planını öğrenerek şehirlerin arasına girecek şekilde ordusunu düzenleyerek Maveraünnehir’deki şehirlerinin birbirlerine yardım etmesini önlemeye karar verdi. Yaptığı plana göre orduyu üçe ayırdı. Oğulları Çağatay ve Ögeday, Otrar önlerinde kalarak şehri alacaklar. Yanlardan gelebilecek bir karşı saldırıyı önlemek için Cuci, Sir Derya boylarına ilerleyerek Cend’i alacak, Cengiz Han ise Buhara’ya yürüyecekti. Böylece Harzemşah ordusunun birbirleriyle teması önlenecekti. Cengiz Han, Çağatay ve Ögeday’ı Otrar’da bırakıp Buhara’ya doğru yola çıktı. Yol boyunca konaklar tesis ediliyor ve posta menzilleri kuruluyordu. Kendi ülkesi Maveraünnehir’de bile Harezmşah Aleaddin Muhammed, 1216’da Sufi Kubravi tarikatından Şeyh Mecideddin Bağdadi’yi idam ettirmesinden dolayı Müslüman din adamlarının düşmanlığını çekmiş vaziyetteydi. Ailesi Harezmşah Alaeddin Muhammed tarafından öldürülmüş bir genç Cengiz Han’a katılarak Maveraünnehir hakkında bilmediği bilgiler veriyor, yolları ve bölgeleri bilen tüccarlar da Cengiz Han’a eşlik ediyorlardı. Cengiz Han’ın bu sefer sonucunda yaptığı yeniliklerden birisi de harita kullanmak olmuştur. Harita işini de oğlu Cuci’ye vermiştir. Topoğrafya’dan haberdar olmaları da Harezmlilerin elinden önemli bir kozu alıyordu. Buz tutmuş gölü hiçbir engelle karşılaşmadan geçti. Siri Derya Savunma hattına birliklerini yayan Harezmşah Alaeddin Muhammed karşısında Cengiz Han, kendi ordusunun ağırlık noktasının bilinmeyeceği bir yerleşik saldırı tuzağı kurmuştu. Cengiz Han’ın yaptığı plan sonucunda üç ordusundan biri kuzeyden, Cebe komutasındaki diğeri doğudan gelirken Cengiz Han’ın bizzat kendisinin ve Subutay’ın yönettiği bir üçüncü ordu da Kızılkum Çölü’nü geniş bir daire çizip geçerek görünmez biçimde Buhara’ya ve Harezmşah Alaeddin Muhammed’in kuvvetlerinin arkasına yöneldi. Cengiz Han çölden çıkıp göründüğünde ve Buhara yolunu tuttuğunda batıdan geliyordu. Gafil avlanma öylesine etkilidir ki Harezmşah Alaeddin Muhammed, geri çekilme hattının kesildiğini ve Horasan’dan beklediği kuvvetlerin gelmediğini görünce paniğe kapılarak Cengiz Han ile karşılaşmadan maiyetiyle birlikte Semerkant’ı terk etti. Cengiz Han Buhara önlerine geldiğinde Buhara eşrafı, hakimleri ve ulema vaziyeti müzakere ettikten sonra şehrin anahtarlarını 10 ya da 16 Şubat 1220’de Cengiz Han’a teslim ettiler.

Cengiz Han, Buhara’da iki gün kaldıktan sonra sonra Semerkant’a ilerledi. Otrar’ı ele geçirmiş olan Çağatay ve Ögeday ile Cend’i ele geçirmiş olan Cuci de ona katıldı ve 22 Nisan 1219’da Cengiz’in üç ordusu da Harezmaşahların başkenti Semerkant yakınında birleşti. Otrar’ın ele geçirilmesinden sonra yakalanan İnalcık Cengiz Han’ın huzuruna getirilerek öç işkencesi olarak kulaklarıyla gözlerine eritilmiş gümüş dökülerek infaz edildi. Harezmşah Muhammed daha kalabalık olan ordularının başında savaşmak yerine asker toplamak gibi bahanelerle sürekli kaçıyordu ve Cengiz Han, Semerkant önlerine geldiğinde Semerkant halkının gözü savaştan korktuğu için şehri teslim etmeye karar verdiler. Şehrin kadısından, Şeyhülislamından ve alimlerinden oluşan bir heyeti Cengiz Han’a yolladılar. İbnül Esir’e göre şehir teslim olduğu için katliam olmadı. Cengiz Han’a Semerkant’ta verilen kalifiye zanaatkâr sayısı 30 bin kişi kadardı. Onlara da aynı hoşgörü gösteriliyordu. Bu, Cengiz Han’ın ilim ve sanat adamlarını kendi tarafına çekerek onun şanı namına hizmet etmeleri için uyguladığı bir yöntemdi. Yağmalama ve haraçtan sonra şehir halkı evlerine dönebildi.

Cengiz Han

1220 baharını Semerkand yakınlarında geçirip oradan Nahşeb bahçelerine geçen Cengiz Han Tirmiz’ hareket doğru hareket ederek şehri ele geçirdi. Cuci, Çağatay ve Ögeday’ı 1220 yılının sonlarına doğru Harezm’in merkezi Gürgenç’i fethetmeleri için görevlendirirken Alâeddin Muhammed’i ne olursa olsun onu canlı yakalamaları için peşinden yetenekli generallerinden Cebe Noyan ve Subutay Noyan’ı gönderdi ve yol boyunca direniş olmadığı sürece savaşılmaması ve kesinlikle yağmaya girişilmemesini emretti. Alâeddin Muhammed kaçışına devam ederken, Cengiz Han, Harezmşah Muhammed’in annesi Türkan Hatun’a kendisine karşı kötü bir niyeti olmadığını yalnızca oğlu ile görülecek bir hesabı olduğunu ifade etmek için bir elçi gönderdi. Ancak Türkan Hatun yanıt vermemeyi yeğledi ve Harezmşah’ın kızları ve oğulları ile İran’ın kuzeyinde Hazar Denizi kıyısındaki Mazenderan’a kaçtı. Subutay, Alâeddin Muhammed’in ailesinin saklandığı Mazenderan’ı kuşattı ve kaleyi teslim olmak zorunda bıraktı. Türkan Hatun Moğolistan’a sürgün edildi. Harezmşah’ın çocukları öldürüldü, kızları ise Moğolların hizmetine girmiş kişilere dağıtıldı. Subutay ve Cebe, Harezmşah’ın izini Eylül’de Batı İran’da Hemedan’da kaybetmişlerdi. Harezmşah Muhammed batıya kaçarak Hazar Denizi üzerinde bir küçük adaya sığınmıştı. Aralık 1220’de bu adada neden olduğu bilinmez şekilde öldü. Gürgenc kuşatmasına, Cengiz Han’in muhafız kıtasının bir birliğini yöneten Bughurçi ile, sağ kanatta binbaşı olan Tolun-çerbi de katılmıştı. Bu zor kuşatma sırasında Cuci son derece zayıf bir idare göstermişti. Kararsızlığını tenkit eden Çağatay ile yaptığı münakaşaları Cengiz Han’ı her ikisini birden kardeşleri Ögeday’in emri altına sokmaya mecbur etmişti. Gürgenç kuşatması 1221 ilkbaharına kadar, Reşîdüddîn’e göre 7 ay, İbnül Esir’e göre ise 5 ay sürdü. Bu Moğolların en zor savaşlarından biri oldu. Cüveynî, bu savaşta iki tarafın kaybettiği insan sayısını bana söyledikleri zaman inanamadım onun için de buraya yazmadım demektedir. Zafer, 1221 yılının Nisan ayında geldi. Karşı koyan kalmayıp herkes teslim olunca, şehirde bulunanları dışarıdaki boş alana sürdüler. Bunlar arasında meslek ve sanat sahibi yüz binden fazla kimseyi ayırdılar kadınları ve küçük çocukları köle yapıp esir aldılar.

Gürgenç’in 1221’de Moğolların eline geçmesiyle Harezmşahlar Devleti resmen tarihe karışmış oldu. Harezm’in zaptından sonra Cengiz Han, oğlu Cuci’ye, Harezm ülkesinin bu bölümü de dahil olmak üzere ele geçirdiği Batı Sibirya’yı vererek onu bölgeye idareci olarak gönderdi. Alâeddin Muhammed’in ölüm haberini aldıktan sonra Amu Derya’yı geçerek Horasan’a girdi ve Belh şehrini fethetti. Küçük oğlu Tuluy’u ise Horasan’daki şehirleri ele geçirmesi için yolladı. Horasan’da insanlık tarihinde eşine az rastlanır biçimde bir katliam gerçekleştirildi. Cüveynî, seferden sonra geriye halkın onda birinin bile kalmadığını söyler. Nişabur’da Cengiz Han’ın en sevdiği damadı olan Toguçar bir Nişaburlunun attığı ok ile ölmüştü. Bu olayın Şubat 1221’de Tuluy’un şehri ele geçirdikten sonra yaşanan bir isyan sırasında mı yoksa kuşatma sırasında mı olduğu açıklığa kavuşmuş değil. İki ihtimalde de şehirdeki insanların ölüm fermanının imzalanmasının bu olay sonucu olduğu biliniyor. Cengiz Han’ın kızı, kocasının ölüm haberini aldığı için acılıydı ve Nişabur’daki her insanın öldürülmesini istedi. Tuluy orduyu yönetiyordu ve bu görevi yerine getirdi. Kadınlar, çocuklar, bebekler hatta köpekler ve kediler bile katledildi. Bazı şehir sakinlerinin yaralı olup ölmemesinden endişelenen Cengiz Han’ın kızı söylenenlere göre herkesin kafasının kesilmesini istedi, kesilen kafalarla piramitler oluşturuldu. On gün içinde piramitlerin hepsi tamamlanmıştı. Nişabur’da kaç kişinin öldüğü her zaman tartışma konusu olsa da çok sayıda insanın yaşamını yitirdiği bilinmekte. Bu katliam yaşanırken Cengiz Han’ın şehirde olmadığı tahmin ediliyor. Nişabur’un ardından direnen Merv de ele geçirildikten sonra korkunç bir yıkıma maruz kaldı. Kale yerle bir edilirken Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer’in anıt mezarı tahrip edildi. Horasan’ın en zengin ve gelişmiş şehirlerinden Merv harabe hâline dönüştü. Cüveyni’nin aktardığına göre Merv’de bir milyon üç yüz binden fazla insan öldürüldü. Nişabur ve Merv’deki katliamlardan gözü korkan Herat ise teslim oldu. Böylece Tuluy üç ay gibi kısa bir sürede Horasan’ın Merv, Nişabur ve Herat şehirlerini ele geçirdi.

Alâeddin Muhammed ölmeden birkaç gün önce oğlu Celaleddin’i veliaht ilan etmişti. Celaleddin bu devleti yeniden toparlamak istedi. Bunun için Moğollarla mücadele etti. Celaleddin Harezmşah, Hindikuş’un güneyinde önemli bir ordu kurmuş ve tehdit oluşturmaya başlamıştı. Gazne’de 60 bin askerle yerleşmiş olan Celaleddin, Toharistan’da Valiyan’ı kuşatan Moğol ordusunu yendi. Sultan Celaleddin’in sayısı az olan ve başka yerden yardım alamayan Moğol ordusunu yendiğini haber alınca Cengiz Han hiç vakit geçirmeden, Gazne’ye geldi. Celaleddin’in on beş gün önce oradan Sind geçidini geçerek Hindistan’a gitmek için ayrıldığı haberini alması üzerine Celaleddin’in peşine düştü. Cengiz Han, 26 Kasım 1221’de İndus nehri sahilinde ona yetişti ve her taraftan Sultan’ın ordusunu kavis içine aldılar. Şiddetli bir çarpışma yaşandı. Celaleddin mağlup olarak annesini ve karısını nehre attırdıktan sonra nehri geçip Hindistan’a kaçtı. Cengiz Han, Celaleddin’e karşı zaferinin etkisini güçlendirmek için Hindistan’a girip onu takip etmedi. Hindistan çok büyüktü ve hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. Delhi Sultanlığı hatırı sayılır bir güce sahipti. 1223 yazını bugünkü Taşkent’in bulunduğu yerde geçiren Cengiz Han, geri dönüş için hazırlıklara başladı.

Subutay ve Cebe 1221’de yakalamakla görevli oldukları Harezmşah Alaeddin Muhammed’in ölümünü öğrendiklerinde artık tek amaçları olan Harezmşah’ı ele geçirmek söz konusu olmadığı için serbest hareket etmeye başladılar. Bu serbestlik onlara insanlık tarihinin bugüne kadar bilinen en büyük süvarilik harikalarından birini gerçekleştirmelerine imkân tanımıştı. Kafkasya’ya girerek Gürcüleri kış ortasında başkentleri Tiflis’te yenilgiye uğrattılar. Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Kıpçaklar, Moğollar ile tek başlarına başa çıkamayacaklarını anlayınca Ruslara çağrıda bulundular. Cebe ve Subutay, 31 Mayıs 1223’te 80 bin kişilik Rus-Kıpçak ordusunu Kalka Nehri kıyısında mağlubiyete uğrattılar ve oradan Kırım’a doğru uzanarak Sudaka’yı zaptettiler. Dönüş yolunda Hazar Denizi kuzeyinde İdil Bulgarları tarafından kuşatıldılar. Subutay ve Cebe birçok tarihi kaynağa göre İdil Bulgarlarlarını mağlup etti. Bazı tarihçiler, Moğollarn yenildiğine dair rivayetleri İdil Bulgarlar’ının Ruslara, Moğolları yendiklerini ve onları topraklarından sürdüklerini söylemek için uydurdukları hikâyelerin oluşturduğunu iddia etmektedirler. Cebe ve Subutay, 1223’ün sonu veya 1224’ün başında İrtiş Vadisi’nde, dönüş yolunda olan Cengiz Han’a katıldılar.

Cengiz Han

Son seferi ve Ölümü

Cengiz Han, Harezmşahlar üzerine sefere gitmeden önce yardım için asker istediği kendisine tâbi Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia hanedanının tavrını unutmamıştı. Karakurum’a döner dönmez bu sorunu halletmek için hazırlıklara başladı. Sefere yanında eşlerinden Yesüy ile birlikte 1225 sonbaharı ya da 1226 ilkbaharında çıktı. Av esnasında attan düştü. Karın bölgesinde çok ciddi ağrıları vardı ve ateşi çok yüksekti. Telaşlanan Yesüy, kazayı ve Cengiz Han’ın rahatsızlığını haber vermek için oğullarını ve komutanlarını topladı. Seferin ertelenmesi önerisi kabul edildi. Tam toplanıp gidilecekken Cengiz Han; “Eğer geri çekilirsek Tangutlar korktuğumuzu düşünür.” diyerek karşı çıktı. Meseleyi diplomasi yoluyla çözmek için Tangut kralına bir elçi gönderildi. Kral barıştan yanaydı ancak bakanı Aşagambu onu vazgeçirdi ve “Moğollar savaşmak istiyorlarsa gelsinler boy ölçüşelim, altın, gümüş ve ipek istiyorlarsa almak için ilerlesinler” diye cevap gönderdi. Yüksek ateşten bitkin bir vaziyette olan Cengiz Han, “Ölmem gerekse bile artık geri çekilemeyiz” dedi ve Moğollar saldırıya geçti. Cengiz Han, Lipuan Dağları’nda gizli bir vadiye götürülerek ve şifalı bitkiler ile tedavi edilmeye çalışıldı. Diğer taraftan Moğol ordusu bölgeyi öyle kötü yıkıp yağmalamıştı ki Tangut Kralı barış istemek zorunda kalmıştı ama Cengiz Han’ın huzuruna çıkarılmadı. Yalnızca otağının önüne gitmesine izin verildi. Gerçeği saklamak çok da mümkün olamamıştır ancak bu haberin dışarı sızmaması gerekiyordu. Cengiz Han: “Ölümümü kimsenin öğrenmesine izin vermeyin. Hiçbir zaman ağlamayın ve yas tutmayın, böylece düşmanlarımızın hiçbir şeyden haberi olmaz. Tangutlu idareciler ve halk belirlenen zamanda şehri terk ettiklerinde hepsini yok edin!” demiştir. Akabinde Tangut kralı öldürülmüş, Yinçuan şehri yağmalanmış, hükümdar mezarları açılmış ve halkı tamamen ortadan kaldırılmıştı. Bu yüzdendir ki kaynaklarda bundan sonra Tangutlar hakkında bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Böylece Cengiz Han’ın emri yerine getirilmişti.

Cengiz Han 1227 yılının Ağustos ayının ortası civarında hayatını kaybetmiştir. Neden öldüğü tam olarak bilinmemektedir. Ölüm sebebi hakkında çeşitli rivayetler vardır. Cengiz Han’ın naaşına ne olduğu ve nerede bulunduğu konusu günümüzde bile hâlâ sırrını korumaktadır. Moğolların Gizli Tarihi’nde bu konu ile ilgili hiçbir kayıt yoktur. Ülkesinden yaklaşık 1600 km uzakta ölen Cengiz Han’ın naaşının ülkesine nasıl götürüldüğü konusunda soru işaretleri vardır. Moğollar mumyalama tekniklerini bilmedikleri için bazı yazarlar Cengiz Han’ın öldüğü yere defnedildiğini iddia etmektedirler. Bazıları doğduğu yerde gizli bir yere gömüldüğünü, cenaze konvoyunda görev alan herkesin öldürüldüklerini ve mezarının gizli tutulması için birçok atın mezarın üstüne gezdirilerek mezarın belirginliğinin giderildiğini kaydederler. Çünkü bir Orta Asya inancına göre, Cengiz Han’ın mezarının bulunduğu gün, Dünya’nın sonu gelecekti. Bazıları ise naaşın Karakurum’a getirilerek Onon ve Kerulen nehirlerinin kaynakları civarında bulunan kutsal Burhan Haldun Dağı’nda gizli bir yere gömüldüğünü söylemektedirler. Cengiz Han’ın mezarı bütün arkeolojik arama ve çalışmalara rağmen hâlâ bulunamamıştır.

Kişiliği ve karakteri

Cengiz Han’ın fiziksel görünümü hakkında 1221’de kendisine yollanan Song elçisi, Çinli general Meng-hung ve onu Horasan’da görmüş olan insanlardan bilgi alan İranlı tarihçi Cüzcani’nin anlattıkları dışında hiçbir bilgi yoktur. Meng-hung, onun uzun boyu, geniş yüzü ve uzun sakalıyla diğer Moğollardan farklı olduğunu söylerken Cüzcani, hanı yapılı, beyaz saçlı ve kedi gözleri olan biri olarak tasvir eder. Cengiz Han’ın, düşmanlarına ve kendisine ihanet edenlere karşı acımasız ve sert bir tavır sergilerken kendisine sadakat gösterenleri de o derecede mükafatlandırdığı görülmektedir. Küçük yaştan itibaren zorluklar ve yok olma tehlikesi içinde yaşamış bu nedenle kendine yardım eden herkesi kardeşi ve babası gibi görmüş ve davranmıştır. Hükümdar olduğu zaman gençlik yıllarında verdiği mücadele esnasında yanında olan herkesi mükafatlandırmıştı. Tayciutlara esir düştüğü zaman kaçarken onu evinde saklayan Sorhan Şira ve çocukları, çalınan atlarını bulmak için at hırsızlarının peşindeyken tanıştığı ve çok iyi dost olduğu Bughurçi, Camuka ile savaşı esnasında yaralandığı zaman onun yarasını iyileştiren ve karnını doyuran Celme ile yine Camuka ile savaşında atını öldüren oku atmasına rağmen gelip bağlılığını bildiren Cebe, her birini en yüksek mevkide rütbelerle mükafatlandırmıştır. En karakteristik vasıflarından biri de hainlere karşı duyduğu nefretti. Kötü duruma düşen efendilerine ihanet ederek kendisine yaranacaklarını sananları derhal idam ettirir, düşmanı olan hükümdarlara sonuna kadar sadık kalanları da hizmetine alarak mükafatlandırmıştır. Mükafatlandırılacaklarını umarak Kerayitlerin lideri Tuğrul’un oğlu Sangum’u yerini söyleyen onun seyisi ile Camuka’yı yakalayıp Cengiz Han’a teslim eden beş arkadaşının da akıbeti felaket olmuş, öz hanlarına ihanet endenleri bütün nesilleri ile yok edin emrini vererek onları infaz ettirmiştir. Pekin’in fethinden sonra ele geçirilen esirler arasında yer alan Jin Hanedanına hizmet etmiş Liyaso Tunglu bir prens te vardı. Ye Liyu Çutsay adındaki alim Cengiz Han’ın dikkatini çekmiş; asırlarca size düşman kesilmiş bir hanedana niçin hizmet ediyordun diye sorunca Ye Liyu Çutsay’ın, babam ve ailemden birçok kimse onların hizmetinde bulundu benim de başka türlü yapmam münasip olmazdı şeklinde cevap vermesi Cengiz Han’ın hoşuna gitmiş, demek ki bana da sadıkane hizmet edebilirsin demişti. Ye Liyu Çutsay, Cengiz Han’a sadakat yemini etti ve ölene kadar onu yanından ayırmadı.

Cengiz Han, insanları seçme ve onların yeteneklerini ortaya çıkarma konusununda da oldukça başarılıydı. Mukhuali, Cebe, Subutay her biri ayrı ayrı onunkilerle eş değer askerî zaferler kazansalar da hiçbir zaman bundan kişisel bir çıkar sağlamayı düşünmediler. Onları kendinden kopmayacak şekilde bağlamayı başardı ve hiçbir zaman ihanete uğramadı. 1206’dan sonra ölene kadar 21 yıl boyunca kimse onun hükümdarlığını sorgulamadı. Düşmanı olmayanlara karşı da oldukça lütüfkardı. Güney Çin’deki Song hanedanının elçisi Meng-hung yanından ayrılırken, her önemli şehirde birkaç gün durun, ona en güzel şaraplar, en güzel kokulu çaylar ikram edilsin, şerefine güzel yüzlü kadınlar çalgılarını tıngırdatırken yakışıklı gençler fülüt çalsın emrini vermişti. Her tür eğlenceyi çok severdi. Büyük tutkusu avın yanı sıra ayak topundan da çok keyif alırdı. Song elçisi Meng-hung’un aktardığına göre bir gün haber yollayarak; bu gün top oynadık niçin gelmedin dedi. Elçi davet edilmedim dedikten sonra her şölende oyun ya da top oynandığında gelip bizimle eğlenmeni bekliyorum demişti. Meng-hung, o gün şölene katılan sekiz kadınının göz kamaştıran beyaz yüzleri var ve çok güzeller diyerek onun zevkini över. İçki içmekle birlikte ayda yalnızca üç kere sarhoş olunmasını öneriyordu. Lüks giysilere ve gösterişe meraklı değildi. Her türlü görkemli unvanı reddetti. Uygurların verdiği şatafatlı unvanları kullanmak istemedi. İranlı bir katibin onu tanıtmak için kullandığı süslü ifadeleri gülünç ve çirkin buldu. Cüveynî ve Makrizî, onun eğitimli kişiler ve her dinden din adamlarına saygı duyduğunu, aralarında bir ayrım yapılmasını yasakladığını anlatmaktadırlar.

XIII. yüzyılın keşiş seyyahlarından Plano Carpini, Moğolların yaşadığı yerlere giderek Cengiz Han hakkında edindiği bilgileri raporlaştırmıştı. Cengiz’in savaş esnasındaki kararlılığı hakkında bilgiler sunan Carpini, Cengiz’in Kıtaylarla mücadelesinde ordusunun tüm yiyecekleri bitmesine rağmen saldırılarını sürdürdüğünü ifade eder. Öyle ki Carpini’nin aktardığına göre askerlerinin yiyecek bir şeyleri kalmaması üzerine Cengiz Han her 10 kişiden birinin kesilip, diğer askerlere yiyecek olarak verilmesini dahi emretmişti.

Cengiz Han

Dinler ile ilişkisi

Cengiz Han, Çinli Tao rahibi Çang Çuen’in şöhretini duyunca onunla görüşmek için kendisini davet etmiştir. Çang Çuen, Cengiz Han Harezmşahlara karşı seferde iken 1222 yılında huzuruna getirilmiştir. Cengiz Han; bana uzaklardan, ölümsüzlük için ne getirdin diye sormuş rahip de hayatı uzatmanın çaresi var, ama ölmemek için ilaç yok diyerek cevap vermiştir. 21 Ekim 1222’de Semerkant yakınlarında Cengiz Han’ın Çang Çuen’un öğretilerini dinleyeceği özel bir çadır kurulur. Bu, Babür İmparatoru Ekber döneminde görülecek olan konuşmaların yapıldığı göçebe felsefe evlerinin prototipidir. Çang Çuen Cengiz Han’a Taoizmi anlatır ve ona şehvetini köreltmeyi, zevki okşayan tatları reddetmeyi, taze ve hafif yiyecekler yemeyi, nefsin isteklerinden uzak durmayı öğütler. Bütün bir ay boyunca sadece uyumaya çalışmasını, manevi zenginlikleri ve enerjisi karşısındaki artışa şaşıracağını söyler. Cengiz Han ise bu öğütlerin faydalı olduğunu anlar, fakat Moğolları eski alışkanlıklarından vazgeçirmenin kolay olmayacağını söyler. Nitekim 10 Mart 1223’te Taşkent bölgesinde bir sürek avı sırasında attan düşerek yaralanır. Çang Çuen bu durumdan ona ilerlemiş yaşında avın oluşturduğu tehlikeleri göstermek için yararlanır. Ancak Cengiz Han ona öğütlerini takdir ettiğini ama avlanmanın asla vazgeçemeyeceği bir zevk olduğunu söyledi. Bu görüşmelerden en kârlı çıkan ise Taoistler olur. Cengiz Han, Çang Çuen adına, Taoizm üstadını vergiden muaf tutma amacı taşıyan mühürlenmiş bir yarlık hazırlamıştı.

Cengiz Han yönetimde kaldığı süre içerisinde bu duruma dikkat etmiş, yönetiminde farklı dinlere mensup insanları önemli görevlere getirmekten kaçınmamıştır. Ona göre farklı dini grupları bir arada tutmanın ve itaatlerini sağlamanın en önemli metodu buydu.

Tarihe bıraktıkları

Cengiz Han’ın imajı askerî harekâtları esnasında sorumlu tutulduğu kıyımlar ve kültürel hazinelerin yerle bir edilişi gibi sebeplerden dolayı özellikle İslam dünyasında iyi değildir. Dönemin İran ve Arap kaynakları cani ve kana susamış bir adam portresi çizer. Kimi kaynaklara göre Cengiz Han’ın fetihlerinin yaklaşık olarak 40 milyon insanın ölümüne sebep olduğu tahmin edilmektedir. Bu; o zamanki dünya nüfusunun %11’ine denk gelmekteydi.

Nişaburlu bir askerin damadı Toquchar’ı öldürmesinden sonra; Cengiz Han Harezmşah İmparatorluğu’na saldırmış, galip geldiği bu savaş sonrası ise İran nüfusunun dörtte üçünü öldürmüş olduğu tahmin edilmektedir. Sadece damadının öldürüldüğü Nişabur’da, intikam almak için 1 milyondan fazla insan öldürdüğü düşünülmektedir. Ancak onun büyük bir asker olarak ün kazanmasının temelinde o güne kadar bir birleri ile savaşmaktan başka bir şey yapmayan Moğol boylarını bir araya getirip 10’luk-100’lük-1000’lik gruplara ayırarak, liyakata bağlı bir ordu meydana getirmiş olması, bununla beraber askerlerini böyle gruplara ayırarak, askerlerin savaş alanında mensup oldukları kabilelere değil de savaş gruplarına karşı aidiyet hissi benimsemelerini sağlamasında yatmakta idi.

Bu düşünceyle askerleri içerisindeki en seçkin 10.000 askerî seçerek, kendisine sadakati ön planda tutan keshig adındaki özel muhafız birliğini kurdu. Tüm askerî seferleri, sağlam bir hazırlıktan sonra yöneten Cengiz Han’ın büyük bir asker olarak ün kazanmasının bir diğer önemli sebebi kurduğu posta teşkilatı ve casus ağı ile istihbarat sanatına verdiği büyük değerdi. Casuslar, bilgi toplamakla, söylentiler yaymakla ve araziyi tanımakla görevlendirilirken alimler geçtikleri nehirlerin ne zaman donacağını, balık veren gölleri ve çeşitli maden ocaklarının vaziyetlerini kaydedip fethedilen yerler için haberleşme ağını oluşturmak için posta menzilleri kuruyorlardı.

Cengiz Han, koyduğu kuralları Yasa adını verdiği kanunlarla metinleştirdi ve o öldükten sonra bile Japon denizinden Polonya içlerine ve Macar ovalarına kadar Çin, İran, Rusya dahil birçok ülke Cengiz Han Yasası adı verilen bu kurallara göre yönetildi. Cengiz Han’ın Asya’yı birleştirmesiyle sınırlar ve gümrükler kalkmış, Asya’daki iktisadi yapı değişmiştir. Halklar arası ticaret artmıştır. Hem Asya hem de Avrupa’daki sınırları sayesinde iki kıta arasında bilgi ve tecrübe akışını, kısa bir süre de olsa, sağlamıştır.

İpek Yolu”nun işlek ve güvenli bir hâle gelmesiyle doğu ile batı arasındaki ticaretin gelişmesindeki rolü ve ipek, ipekli kumaş, barut ve matbaa gibi Uygurlar ve Çinliler tarafından kullanılan pek çok unsurun Batıya taşınmasındaki etkisi Cengiz Han’ın başlattığı bu ilerleyiş ile ilgili olarak günümüzde, günümüz terminolojisinde globalleşme veya küreselleşme adı verilen kavramın babası olarak Cengiz Han’ın kabul edilmesi gerektiği şeklinde görüşler ileri sürülmüştür. Bu nedenle Aralık 1995’te ABD’de, Washington Post gazetesi Cengiz Han’ı son bin yılın en önemli adamı olarak ilan etti. Cengiz Han aynı zamanda Michael H. Heart tarafından belirlenen ‘tarihin en fazla etki bırakan liderleri’ arasında 29’uncu sırada yer alırken National Geographic tarafından tarihin en önemli 50 politika liderlerinden biri olarak seçilmiş, 1998’de Dr G. Ab Arwel’ın araştırması sonucunda bin yılın en büyük 10 kültürel efsanesinden biri olarak belirlenmiştir.

Cengiz Han Sovyetler Birliği tarafından desteklenen komünist yönetim dönemince millî duyguları ön plana çıkarmamak için geri plana itilmişti. Sovyet baskısı altındayken Moğollar Cengiz Han’ın ismini yüksek sesle bile telaffuz edemiyorlardı. Cengiz Han, Moğolistan komünist rejimden çıkınca bağımsız devletin bir simgesi hâline gelmiştir. Günümüzde Cengiz Han doğduğu topraklar olan Moğolistan’da, Moğolistan’ın gelmiş geçmiş en büyük ve efsanevi lideri olarak görülmektedir. Moğolistan’ın politik ve etnik kimliğinin var olmasında büyük önem taşır. Moğollar bu sebeple Moğolistan’a Cengiz Han’ın Moğolistan’ı kendilerine de Cengiz Han’ın çocukları demektedirler. Moğollar bu ismi birçok ürüne, sokağa, binaya ve diğer yerlere de vermişlerdir. Ayrıca Cengiz Han’ın resmi para birimleri Tugrik’in ₮500, ₮1000, ₮5000 ve ₮10,000’in üzerinde bulunmaktadır. Başkent Ulaanbaatar’daki hava alanının ismi Cengiz Han Uluslararası Havaalanı’dır. Halk Cengiz Han’a büyük saygı duymaktadır. 2006 yılında, başkentte Cengiz Han’ın ve oğullarının heykelleri konmuştur. Devlet resmi törenlerde Cengiz Han’ın askerleri ve süvarileri yer almaktadır. 2008 yılında Ulanbatur’a bir saat uzaklıkta Tsonjin Boldog bölgesinde çöl ortasında inşa edilen dev Cengiz Han heykeli 40 metre boyu ile dünyanın en büyük heykellerinden biri konumundadır. Heykelin içinden geçen bir asansörle atının kafasına ulaşan ziyaretçiler, buradan uçsuz bucaksız Moğol bozkırını seyredebilmekteler.

Çin’de ise Cengiz Han Çinliler tarafından Çinli bir ulus kahramanı olarak ve Çin’in Moğollar tarafından fethinden sonra Çin’de torunu Kubilay Han tarafından kurulan ve 1271–1368 arasında yaklaşık 100 sene Çin’i yöneten Kubilay Hanlığı olarak bilinen Yuan Hanedanının kurucusu olarak görülmektedir. Yuan Hanedanı, Çin hanedanları listesinde saygın bir yer edinmiştir. Cengiz Han hayatta iken Çin’in kuzeyini ve Pekin’i fethetmişti ancak buraya yerleşmemişti. Torunu Kubilay Han’ Çin’in tamamını fethedip başkentini Karakurum’dan Pekin’e taşımıştır. Günümüzde bağımsız Moğolistan’ın yanı sıra Çin’de İç Moğolistan Özerk Bölgesi bulunmaktadır ve burada 5 milyon Moğol yaşamaktadır. 1962 yılında Cengiz Han anısına çıkarılan pullar ve bir bilim akademisi tarafından düzenlenen bir sempozyum ile Cengiz Han’ın 800. Doğum yıl dönümü Çin Halk Cumhuriyti İç Moğolistan Özerk Bölgesinde kutlandı. Cengiz’in 10 metrelik bir heykelinin yapımının ardından Onon nehrinin Balj ile birleştiği Dadal civarı resmi olarak Cengiz Han’ın doğduğu yer olarak belirlendi.

Günümüzde Cengiz Han sadece Moğolistan ve Çin’in sahiplendiği bir tarihi miras değil tüm Avrasya güzergahındaki birçok millet için ortak değer konumundadır. Cengiz Han, İmparatorluğunu Orta Asya’da yaşayan halkların desteği ile kurdu. Onlardan destek alarak muazzam bir imparatorluk inşa etti. Cengiz Han ve onun haleflerinin olmadığı bir modern devir Orta Asya Türk halklarının tarihi yazmak mümkün değildir. Bu nedenle Cengiz Han Moğollar için olduğu kadar Uygurlar, Tatarlar, Nogaylar, Özbekler ve Kazaklar için de ortak değerdir. Cengiz Han Uygur yazısını kullandı ve onun halefleri döneminde dahi Uygurca diplomatik yazışmalarda kullanılan bir dil olarak bürokraside yerini korudu. Devletin inşasında Uygur devlet adamlarını kâtiplerini, sanat ve bilim adamlarını danışmanı olarak kullandı, onlardan hayatın her alanında yararlandı.

Maveraünnehir’i kapsayan Batı Türkistan’ın yanı sıra Uygurların yaşadığı Kaşgar ve çevresindeki toprakları kapsayan Doğu Türkistan da Cengiz Han ölmeden yaptığı taksimat sonucu sonra oğlu Çağatay’a verilmişti. Çağataylılar 18. Yüzyılın sonuna kadar Doğu Türkistan’daki varlıklarını sürdürdüler. Uygurların Cengiz İmparatorluğunun kuruluşundaki rolleri ve Uygurların yaşadığı Doğu Türkistan’ın yaklaşık 500 sene Cengiz Han neslinden gelen hanlar tarafından yönetilmesi sebebi ile Uygurlar Cengiz Han’ı tarihlerinin bir parçası olarak görmüşlerdir. Bu nedenle 1933 yılında Muhammed Ali Tevpik tarafından Uygurca olarak kaleme alınan ve 1949’da Çin tarafından ilhak edilene kadar Uygurların millî marşı olarak kullanılan Doğu Türkistan Cumhuriyeti ulusal marşında Attila, Cengiz, Timur dünyani titretken idi, kan birip nam alimiz biz unlarn evladi biz dizeleri Uyguların Cengiz’i tarihlerinin en büyük şahsiyetleriden biri olarak gördüklerini göstermektedir.

Cengiz Han’ın en büyük oğlu Cuci’nin soyundan gelenler tarafından idare edilen Altın Orda’nın ise Özbek, Kazak, Nogay, Kırım ve Kazan Tatar halklarının oluşmasındaki rolleri Orta Asya tarihi için çok önemli sonuçlardır. Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin oğlu Batu Han’ın kurduğu Altın Ordu Hanlığının parçalanması ile ortaya çıkan Tatar Hanlıklarından Kırım Hanlığı, Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı ve Kasım Hanlığı, Cengiz Han soyundan gelen hanlar tarafından idare edilmiştir. Ruslar, Tatar Hanlıklarından Kazan Hanlığına 1552’de, Astrahan Hanlığına 1556’da, Kasım Hanlığı ise 1681’de ve son verirken içlerinde en uzun ömürlüsü olan Kırım Hanlığının kurucusu Hacı Giray, Cuci’nin küçük oğlu Tokay Timur soyundan gelmekteydi. Tokay Timur aynı zamanda Altın Orda’nın kurucusu Cuci’nin büyük oğlu Batu Han’ın da kardeşi idi. Kırım Hanlığı, Kırım’ın Ruslar tarafından ilhak edildiği 1783 yılına kadar Cengiz Han soyundan gelen Giraylar tarafından yönetilmiştir. Âl-i Cengiz olarak da anılan Girayların yönettiği Kırım Hanlığı 18. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin herhangi bir etkisi değerlendirmeye alınmadığında bile Avrupa’nın en önemli güçlerinden biriydi. 18. yüzyıla kadar Rusya ve Polonya’nın hanlığa vergi ödemesi bunun en güçlü örneğidir.

Cengiz Han nesli modern Özbek halkının oluşumunda oynadığı rol nedeniyle bu halkın tarihinin en önemli kesitini oluşturmaktadır. Günümüzde Orta Asya’nın en kalabalık halkı olan Özbeklerin adı Altın Orda Hanı Özbek Han’dan gelmektedir. Özbek Han, Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin soyundan Toğrılca’nın oğludur. Bozkırda genellikle tanınmış bir idarecinin veya kumandanın başında bulunduğu grubun zamanla onun adını taşıması geleneği uyarınca Cuci’nin haleflerinden Özbek Han’ı liderleri olarak kabul eden Cuci ulusu onun ismini kendilerini tanımlamak üzere kullanmaya başlamış, böylece Özbekler denen topluluk ortaya çıkmış Özbek Ulusu tâbiri bütün Altın-Orda’yı ifade eder hâle gelmiştir.

Altın Orda’nın parçalanması ile Özbek ulusunun bağımsız bir hâle gelişi, 1428’de Cuci’nin 5. oğlu ve Batu’nun kardeşi olan Şeyban’ın (Şiban) sülalesinden Ebu’l Hayr Han’ın, Batı Sibirya’da Tura ırmağının kıyısında Özbek ulusunun hanı olarak ilân edilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu hanlık tarihe Şeybani Hanlığı ya da Özbek Hanlığı olarak geçmiştir. Şeybani Hanlığı 1561’de yönetim merkezini Buhara’ya taşıdığı için, Buhara Hanlığı olarak anılmaya başlamıştır. Buhara Hanlığı, 1753 yılına kadar Cengiz Han soyundan gelen hanlar tarafından yönetilirken Buhara Hanlığını işgal eden Cengiz Han soyundan olmayan Mangitler 1753’te Emirliğini ilan etmişti. Dönemin Orta Asya’nın töresine göre Cengiz Han soyundan gelmeyenler Han olamadığı için Mangit hanedanı 1920’de Buhara Cumhuriyeti kurulana dek tıpkı Timur gibi Emir unvanını kullanmıştı.

Sadece Cengiz Han soyundan gelenlerin “Han” unvanını kullanabildiği bir dünyada Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’ın kurduğu Çağatay Hanlığı topraklarında Semerkand’ta askeri bir lider olarak ortaya çıkan Timur(1370-1405) gibi bir askeri deha bile Cengiz Han soyundan olmadığı için “Han” unvanını yerine “Emir” unvanını kullanmıştır ve hayatı boyunca “Han” olarak Cengiz Han soyundan birini yanında taşımıştır. Cengiz Han soyundan biri ile evlenerek han damadı anlamına gelen “küregen” unvanını kullanmıştır. Tarihte Buhara ve Hokand Hanlığı ile birlikte Üç Özbek Hanlıkları olarak anılan hanlıklardan biri olan Hive Hanlığı da 20. yüzyıla kadar belli aralıklarla yine Şeybanilerin farklı bir kolu olarak zikredilen, Cengiz Han soyundan gelen Yadigaroğulları tarafından yönetilmiştir.

Altın Orda’nın parçalanmasından sonra Cetisu Nehri kıyılarında 1465 yılında kurulan ve günümüzde Kazakların kökenini oluşturan Kazak Hanlığı da Cengiz Han’ın oğullarından Cuci’nin ulusuna bağlı Toka Temür neslinden Canibeg ve Kerey tarafından kurulmuştur. Günümüzde Kazakistan Cengiz soyunun hâlâ değerli olduğu ülkelerden biridir. Kazak bilim adamları yaptıkları genetik araştırmalar sonucunda Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in de soy olarak Cengiz Han’ın torunu olduğunu iddia etmişlerdir.

Rusya da Cengiz Han İmparatorluğunun en çok etkilediği ülkeler arasında yer alır. Moğollar Cengiz Han hayatta iken 1223’te ilk olarak Ruslar’ı yenilgiye uğratmış, 1235-1242 arası Batu Han’ın, Moskova ve Kiev’i fethetmesiyle Rusların Tatar Boyundurluğu dediği yaklaşık 300 sene sürecek dönem başlamıştır. Sovyet yönetiminin Rusya’da 80 sene sürdüğü düşünülürse bu muazzam bir süredir. Günümüzdeki Rus devleti 1480 yılında kurulan Moskova Knezliği üzerine inşa edilmiştir.

1317 yılında Moskova Knezi Yuri Daniloviç, Cengiz Han soyundan gelen Altın Ordu hanı Özbek Han’ın kız kardeşiyle evlendi. Bu nedenle Moskova Rus Knezleri Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci nesli ile akrabalık tesis etmiş oldu. Özbek Han, Moskova Knezi Yuri Daniloviç’i büyük knez ilan ederek Rusya’nın temelini oluşturacak olan Moskova Kenzliğinin ön plana çıkmasını sağladı. Altı Ordu’nun parçalanmasından sonra ortaya çıkan Tatar Hanlıklarından biri olan Kasım Hanlığı hükümdarlarından Sayın Bulat Han 1573’te Hıristiyanlığı kabul etmiş ve Semön Bekbulatoviç adını almıştı.

Yaptığı çeşitli seferlerle Moskova Knezliği’ni genişletip bu durumdan faydalanarak kendini “Tüm Rusya’nın Çarı” ilan eden Rus Çarlığının kurucusu Korkuç İvan, İsveç ile yaptığı Livon savaşlarında zor duruma düşünce ülke içindeki boyar ve yerel knezlerin muhalefetini ancak Rus tahtına Cengiz Han soyundan biri geçtiği takdirde bastırabileceğini düşünüyordu. Korkunç Ivan, bu amacına ulaşmak için de 1574 yılında Simeon Bekbulatoviç ’den daha uygun aday bulamazdı.

Simeon, Cengiz Han’ın torunu Orda’nın soyundan geliyordu ve Altın Orda’nın son hanı Ahmet’in en büyük torunuydu. Böylece, Rus Çarı Korkunç Ivan hem Cengiz Han soyundan gelen hem de aynı zamanda Han olan Simeon ’u Rus tahtına çıkartarak, Rusya’nın merkezileşme ve çarın otoritesini artırmaya yönelik politikasını temellendirmek amacıyla onu tüm Rusya’nın Grandükü olarak atamış kendisini sadece “Moskova’nın Ivan’ı” olarak isimlendirmişti.

Simeon, Livonya Savaşı’nda Moskova ordusunun baş alayında (Bolşoi Polk) komutan olarak yer almıştır. Simeon, Moskova Kremlini’ndeki bir yıllık hükümdarlık süresinde, III. İvan’ın büyük büyük torunu Anastasya Mstislavskaya ile evlenmiştir. Simeon 1576’da da kıdemi düşürülerek “Tüm Rusya’nın Grandükü” iken “Tver’ ve Torjok Şehirlerinin Grandükü” oldu.1585 yılında, Çar Feyodor Ivanoviç onun “Tver’ ve Torjok Şehirlerinin Grandükü” unvanını kaldırarak onu Kuşalov’daki kendi mülkünde hapse attırdı.

1616 yılında Moskovada bir manastırda öldü. Ruslar’da tıpkı Avrupalılar, Araplar ve İranlılar gibi Moğollara Tatar demekte idi. Moğol İmparatorluğu ve onun ardılı olan hanlıklar çöktükten veya Rusya tarafından ilhak edildikten sonra onların bünyesindeki halklara da Tatar demeye devam ettiler. Günümüzde Kırım Tatarları, Tataristan’daki Kazan Tatarları ve Başkurdistan’daki Tatarlar Rusya Federasyonu içerisindeki kendi özerk cumhuriyetleri içerisinde yaşamakta olup 10 milyonluk nüfusları ile Rusya Federasyonu içerisinde Ruslardan sonra en kalabalık ikinci etnik gruptur.

İskender’den sonra İran’ın ikinci büyük fatihi olarak kabul edilen Cengiz Han döneminden başlayan İran’daki Moğol hakimiyeti, onun torunu Hülagü Han tarafından kurulan başkenti Tebriz şehri olan İlhanlılar dönemi boyunca yaklaşık 110 sene devam etmiştir. Altın Ordu ve Çağatay Hanlığının aksine İlhanlıların çöküşünden sonra kapsadığı topraklarda Cengiz Han soyundan başka oluşumlar meydana gelmedi. Siyasi ve askerî yaşantısına Cengiz Han soyundan İlhanlılara bağlı bir beylik olarak başlayan Osmanlı Devleti döneminde Cengiz Han soyuna karşı herhangi bir olumsuz yaklaşım görülmemiştir. Hatta Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, yayınlanan bir tarihî takvimde Cengiz Han, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülagü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Cengiz Han soyundan kağanlar rahmetle anılmıştır.

Osmanlıların Cengiz Han soyundan gelenlerle yakın ilişkisi Kırım Hanlığını yöneten Âl-i Cengiz olarak anılan Giray Hanedanı ile olan müttefikliği sayesinde gelişmiştir. Kırım Hanlığı, Osmanlılar için daha çok müttefik devlet statüsündeydi. Kırım Hanları, kendi adlarına para bastırıyor ve kendi adlarına hutbe okutuyorlardı. Osmanlılar da Ukrayna bozkırlarının sadece Kırım yönetimine ait olduğunu kabul ediyordu. Osmanlılar Kırım Hanlığı’ndan vergi almıyor, hatta seferlerde başarılı olurlarsa onlara vergi bile ödüyorlardı.

Kırım hanlarının Osmanlı Veziriazam’ının ordudaki mevkiine rağmen Kırım Hanlarının teşrifattaki dereceleri veziriazamdan yukarı idi. Kırım Hanları padişah tarafından kabullerinde bir minder üzerinde otururlar halbuki veziriazam 17.yüzyıl ortalarından itibaren padişah huzurunda ayakta dururdu. Yine Kırım Hanı ata biner veya attan inerken padişahlara mahsus binek taşı üzerine basar vezirazamlar ise iskemle üzerine basardı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1532 yılından sonra Kırım’ınhükümdarailesi Giray Hanedanından bir ya da birkaç kişi İstanbul’da ve hemen yakınındaki mülkleriolan,avcılığıyla ünlü Çatalca’da yaşardı.

Osmanlı Devleti’nin 14. Padişahı Sultan I. Ahmet zamanında,OsmanlıDevleti’nin Altın Orda’nın varisleri Kırım Hanları ile yaptıkları antlaşmada Hanedan-ı Ali Osman’da erkek kalmazsa Kırım HanlarıotomatikmanOsmanlı Devleti’nin başına geçecekti. Cengiz Han soyundan gelen Kırım Hanları, Osmanlı İmparatorluğu’nunmeşruvarisi sayılmıştır. Yani Osmanlı soyundan bir erkek dünyaya gelmeseydi veya öldürülüp de hanedanda kimse kalmasaydı, “Devlet-i Ali Osmaniye’yi”KırımHanları’dan,yaniCengiz Han soyundan gelen biri yönetecekti.

Osmanlı’nınCengiz Han’ınvârisleriyle ile ilişkisi bu kadar derindi. On sekizinci yüzyıl sonlarında Kırım Hanlığı’nın Ruslar tarafından yıkılmasından sonra II. Kaplan Giray Çatalca’ya gelerek Subaşı Köyü’ne yerleşti. Köyde Han’ınvesoyununyaptırdıklarıHanCamii, Selim Giray Sultan Çeşmesi ve mezar taşları vardır. Kırım Hanları’ndan Selim Giray Han da Kırımdan Çatalca’ya gelip yerleşenlerdendir. 19. yüzyılda Sultan II. Mahmud döneminde, Kırım Hanlığının yıkılışından 60 sene sonra Osmanlının Kırım Hanlık sülalesi ile ilgili olarak Selatin-i Cengiziyeden hangileri hayatta ve hangilerinin vefat etmiş olduğu tespit edilip soyu sopu Cengiz Hana dayandırılan Kırım Hanlarından Devlet Giray Sultanın kanını taşıyanların maaşa bağlanmasıyla ilgili 1837 tarihli bir belge bulunmaktadır. Bugün torunların bir kısmı İstanbul, Ankara ve Bursa’da yaşamakta olup hanedanın İngiltere’de yaşayan bir kolu da bulunmaktadır.

Cumhuriyet döneminde ise Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı tarih ve Türkoloji çalışmaları ile teşekkül eden Türklük litaretürü ile birlikte Türkiye’de Cengiz Han ile çalışmalara ağırlık verildi. Bu yeni Türklük Litaretüründe bu dönemden itibaren uzun süre Türklerin tarihinin Osmanlıdan ibaret olmadığı ve Müslüman olmadan önce de büyük bir millet olduğu Cengiz Han ve Atilla gibi cihangirler çıkardığı kültü işlenmiştir. 1931 yılında Harold Lamb’in “Cengiz Han; Tüm İnsanların İmparatoru” adlı eseri ve 1950’de B.Y Vladamirov’un Cengiz Han adlı eseri millî eğitim bakanlığı tarafından Türkçeye tercüme edilerek basılmıştır. Profesör Zeki Velidi Togan’ın, 1941′de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı eseri, 1946′da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı eseri Cengiz Han ile ilgili detaylı çalışmalardır. Cengiz Han ve Moğollar ile ilgili en önemli ve çağdaş tek kaynak olan 1240 yılında yazılmış olan Moğolların Gizli Tarihi ise Türkolog Prof. Dr. Ahmet Temir tarafından Almanca ve Rusça tercümeleri, Moğolca aslıyla karşılaştırılarak Türkçeye tercüme edilmiş ve 1948 yılında Türk tarih Kurumu yayınları arasında neşredilmiştir.

Cengiz Han, haleflerinin asırlarca hüküm sürdüğü Rusya’dan Çin’e, Türkiye’den, İran’a ve Ukrayna’ya kadar geniş bir sahada büyük etkiler bırakmıştır. 2003 yılı Mart ayında, American Journal of Human Genetics dergisinde yayınlanan makaleye göre 23 genetik bilimciden oluşan bir grup bilim insanı, Avrasya’da 2000 kadar erkekten alınan DNA örneklerini inceleyerek günümüzde 16 milyon erkeğin ortak atasının Cengiz Han’ın soyundan geldiği kanısına varmıştır.

Cengiznâmeler

Cengizname, Cengiz Han’ın hayatı etrafında teşekkül etmiş bir destansı bir hikâyedir. Bu destan’ın Kazan Tatarları tarafından oluşturulduğu veya Tataristan’da oluştuğuna dair kuvvetli emareler vardır. Yazıya geçirildiği zamana dair işaretler ise 16. yüzyılı göstermektedir. 1551’de, “Ötemiş Hacı” adlı bir Kazak tarafından Çağatayca yazılmış olan Cengiznâme, Cengiz Han destanının bilinen ilk yazma nüshası (kopyasıdır). Yine Çağatayca yazılmış olan ve 17. yüzyılda yazıldığı belirlenen diğer eser ise Defter-i Çingizname’dir. Defter-i Çingizname’nin Kazan Tatarlarına ait olan nüshası araştırmacıların üzerinde en çok durdukları nüshadır. Defter-i Çingizname’nin Paris Millî Kütüphanesinde, Berlin Devlet Kütüphanesinde ve British Museum’da yazma nüshaları vardır. İlk matbu nüshası İbrahim Halfin tarafından 1822’de Kazan’da bastırılmıştır. Destan, Orta Asya’da Başkurtlar, Kırgız-Kazakları, Yakutlar-Tunguzlar arasında yayılmış ve değişik anlatımları ortaya çıkmıştır. Kendisi de Cengiz Han’ın soyundan gelen Özbek Hanlıklarından Hive Hanlığı hükümdarı Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın 17. Yüzyılda kaleme aldığı “Şecere-i Türkî” ve “Şecere-i Terâkime” adlı eserlerinde “Cengiznâme”nin 17 varyantını tespit ettiğini söylemektedir. Cengizname’de anlatılan olaylar, Cengiz Han’ın ve çocuklarının tarihi hikâyelerine uygun bir seyir izlemektedir. Destan, Han’ın atalarını ve doğuşunu anlatarak başlar. Evlenmesi, kabileleri etrafında toplaması, yaptığı savaşlar ve fetihleri anlatıldıktan sonra kurduğu imparatorluğu çocukları arasında paylaştırarak ölmesiyle bitmektedir.

Ailesi

Eşleri

  • Börte
  • Yesüy

Yirmi yıl boyunca kendisine devamlı birçok kız getirilmesine rağmen büyük bir bağlılık ve sevgi gösterdiği eşleri Börte ve Yesüy olmuştur.

Erkek çocukları

  • Cuci
  • Çağatay
  • Ögeday
  • Tuluy
    Cengiz Han’ın yasal varisleri yalnızca Börte’den olan oğulları idi. Başka kadınlardan da oğulları olsa da yasal olarak varislik haklarından mahrum edildikleri için haklarında hiçbir bilgi yoktur.

Kız çocukları

  • Alaltun

Cengiz Han’ın Börte’den iki kızı olduğu bilinmektedir. Esasen Cengiz Han’ın birçok kızı olmuştur ancak birçoğunun ismi bilinmemektedir.

Honoré de Balzac

BALZAC

Honoré de Balzac (asıl ismi Honore Balssa; 20 Mayıs 1799, Tours – 18 Ağustos 1850), Fransız yazar.

Hayatı

Asıl adı Honore Balssa’dır. Ancak ismini Balzac olarak değiştirmiş ve De ön takısını eklemiştir. Köy kökenli bir ailenin çocuğudur. Babası tüccardır. 6 yıl Vendome’da College des Oratoriens’te öğrenim gördü. Napolyon’un devrilmesinden sonra ailesi Paris’e taşındı. Burada 2 yıl daha okula gitti. 3 yıl bir avukatın yanında çalıştı. Ama küçük yaşlardan beri edebiyata gösterdiği eğilim ağır bastı. Trajedi türünü denediği 1819’da yazılmış “Cromwell” başarı kazanamayınca romana yöneldi. Para kazanmak için tarihsel, mizahi ve gotik romanlar yazdı. Bunları değişik adlarla yazdı. Basımcılık, yayıncılık, hatta dökümcülük yaptı. Başarılı olamayınca tekrar edebiyata döndü. Edebiyat hayatında çok başarılı eserler sundu. Birçok ülkede satılan romanları ve kitapları çok büyük ilgi gördü ve tepkileri üstüne topladı. Edebiyatta başarılı olan Balzac hayatının sonuna kadar edebiyatla uğraştı.

Edebiyat kariyeri

1829’da yazdığı “Les Chouans” isimli tarihi roman tanınmasını sağladı. Bu eser Türkçeye (Köylü İsyanı 1974 ve Şu Anlar 1977 olarak) çevrildi. 1824-1834 arasında yayıncılarından aldığı parayla bohem bir yaşam sürdü. 1829-1831 arasında yergici gazetelere yazılar yazdı. 1830’lardan sonra bir toplum tarihi yazmak amacıyla, eski ve yeni romanlarını üç bölüm altında toplamaya karar verdi. Örf ve âdet incelemeleri, felsefi incelemeler ve çözümleyici incelemeler. Bu tasarı 1834-1837 arasında 12 cilt olarak gerçekleşti. 1840’ta bu yapıtların hepsine Dante’yi anımsatan bir başlık koydu: “İnsanlık Komedisi”. 1842-1848 arasında 17 ciltlik bir baskı yapıldı. 1869-1876 arasında da 24 cilt olarak yayınlandı. Eserlerinde aynı kahramanlara tekrar tekrar yer verme düşüncesini geliştirdi. Bunu gerçekçiliğin baş romanı kabul edilen ve 1834’te yayınlanan “Goriot Baba”da uyguladı. 1836 ve 1837’de İtalya gezisine çıktı. 1828’de Versailles yakınlarında pahalı bir ev yaptırdı. Borç sorunu nedeniyle Passy’de bir eve yerleşti (Bugün Balzac müzesi). Para kazanmak için tiyatroda başarısız denemeler yaptı. Edebiyatçılar Derneği başkanı olarak yazar haklarıyla ilgili girişimlerde bulundu.

1847’de Polonya’da sevgilisi Eveline Hanska’nın şatosunda kaldı. 1850’de Eveline ile evlendi Paris’e döndüler. Birkaç ay sonra yaşamını yitirdi. Geride 85’i tamamlanmış, 50’si taslak halinde eser bıraktı. Romanda gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı olarak kabul edilir. Mantıksal bir sıra izleyen olayların her şeyi gören bir gözlemcinin ağzından anlatıldığı, kahramanların tutarlı bir biçimde sunulduğu, kuralları belli “klasik roman tekniğini” Balzac’ın kurduğu benimsenir. Olağanüstü bir gözlem yeteneği ve güçlü bir hafızası vardı. Kendisini başka insanların yerine koyup onların duygularını paylaşmayı biliyordu. Eserlerinde nedenselliği ve arka plan ile karakterler arasındaki ilişkiyi açıklamakta ustadır. Bütün bu özellikleriyle “romanın Shakespeare’i sayılır.

1789’la başlayan ve uzun bir süreç alan Fransız Devrimi sırasında gelişen toplumsal değişimi anlatan; çatışmaları, iyiyi kötüyü ortaya koyan, Cumhuriyetçiler ve Kraliyetçiler’in 1830’da ülkeyi bırakıp gitmek zorunda kalan X. Charles’e dek yaptıkları kanlı kansız tüm çekişmeyi özellikle göz önüne seren, bireylerin bu çatışmadaki ulu düşüncelerin altında aslında kendi çıkarlarını nice korumaya çalıştıklarını betimleyen; sevgi, güç gibi evrensel konuları tüm çıplaklığı ve eleştirel bir yaklaşımla inceleyen; günümüz okuruna sıkıcı gelebilecek ama öncelikle Fransa ve demokrasiyi algılayabilmekte yardımcı olması bakımından tüm dünya için önemli bir Roman yazardır. Fransız Devrimi’nin geçmişsel belgesidir kitapları.

İnsanlık Güldürüsü, yazarın 1830’da kendi yapıtlarını toplamaya başladığı bir üst yapıttır. Şu anda emin değiliz ama belki de 1830’da Kraliyetçiler’in yenilgisini perçinleyen sürgünden sonra devrimdeki ulu düşüncelerin bir yalan olduğunu düşünerek böyle bir yola gitti.

Honoré de Balzac

Eserleri

Başlıca eserleri

  • Les Chouans (1828; Köylü İsyanı, 1974)
  • La Peau de chagrin (1830; Tılsımlı Deri, 1940, 1968)
  • Le Chef-d’œuvre inconnu (1831; Mahvolan Şaheser, 1944/Bilinmeyen Şaheser, 1945)
  • Le Colonel Chabert (1832; Kolonel Şabert, 1938/ Albay Chabert, 1944, 1974)
  • Le Médecin de campagne (1832; Köy Hekimi, 1942, 1979)
  • Eugénie Grandet (1833; Eugénie Grandet, 1938, 1991)
  • Histoire des Treize, comprenant :
    • Ferragus, 1833
    • La Duchesse de Langeais, 1833, 1839
    • La Fille aux yeux d’or, 1835
  • La Recherche de l’absolu (1834; Mutlak Peşinde, 1945, 1965)
  • Le Père Goriot, (1835; Goriot Baba; 1943, 1991)
  • Le Lys dans la vallée (1835; Vadideki Zambak, 1941, 1990)
  • La Vieille Fille (1836; )
  • César Birotteau (1837; César Birotteau, 1945, 1990)
  • La Maison Nucingen (1838; Nucingen Bankası, 1950)
  • Les Secrets de la princesse de Cadignan (1839)
  • Béatrix (1839)
  • Illusions perdues (I, 1837; II, 1839; III, 1843; Sönmüş Hayaller, 1949)
  • La Rabouilleuse (1842)
  • Modeste Mignon (1844; Modeste Mignon, 1947)
  • La Cousine Bette (1846; Bette Abla, 1977)
  • Le Cousin Pons (1847)
  • Splendeurs et misères des courtisanes (1838-1847; Kibar Fahişelerin İhtişamı ve Sefaleti, 1946/Kibar Fahişeler, 1972, 1990)
  • Ursule Mirouët (1841; Ursule Mirouët, 1849)

Türkçeye çevrilmiş diğer eserler

  • Tours Papazı (1949)
  • Otuz Yaşındaki Kadın (1963)
  • Vandetta (1943)
  • Tefeci Gobseck (1947-1961)
  • Kırmızı Han (1946)
  • Terör Devrinde (1979)
  • Lois Lambert (1946)
  • Bir Havva Kızı (1970)
  • Onüçlerin Romanı (1945)
  • Altın Gözlü Kız (1943)
  • Kötü Kadınların Parlayış, Düşüşü (1981)
  • Köy Papazı (1952)
  • Karanlık Bir İş (1947)
  • Esrarlı Bir Vaka (1949-1964)
  • İki Gelinin Hatıraları (Mémoires de deux jeunes Mariées) (Letters of Two Brides) (1940 – 1983)
  • Köylüler (1845, 1976-1985)
  • Gizli Başyapıt (Le Chef-d’oeuvre İnconnu) (2007 Samih Rıfat)
  • Evde Kalmış Kız (La Vieille Fille) (2008 Yaşar Avunç)
Adolf Hitler

ADOLF HİTLER

Adolf Hitler (Almanca telaffuz: [ˈadɔlf ˈhɪtlɐ], Bu ses hakkındadinle (yardım·bilgi); 20 Nisan 1889, Braunau am Inn – 30 Nisan 1945, Berlin), Avusturya doğumlu Alman politikacı, demagog ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi lideridir. 20. yüzyılın en güçlü ve kötü şöhretli diktatörlerinden biri olarak kabul edilir.

1919’da Alman İşçi Partisine (Deutsche Arbeiterpartei; DAP) üye olmasıyla başlayan politik yaşamı, bu partinin 1920’de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisine (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei; NSDAP) dönüşmesiyle devam etti ve 1921’de parti başkanlığına yükseldi. Hitler’in Şansölye seçilmesi için önündeki engel 1925’ten 1932’ye kadar vatansız statüde olmasıydı. Bu engeli kaldırmak adına, dönemin İçişleri Bakanı ve aynı zamanda Thule Cemiyetinin üyelerinden olan Bakan Dietrich Klagges’in yaptığı atamayla, Berlin’de bulunan Brunswick temsilciliğine atanarak devlet memuru statüsü kazandı ve Alman vatandaşlığına geçti. 1933’te, ülkede kurulan yeni koalisyon hükûmetinin başkanlığına atanmasıyla Şansölye (Reichskanzler) oldu. 1934’te, Cumhurbaşkanı’nın (Reichspräsident) makamını devraldı ve Führer (Lider) adında bir devlet başkanlığı makamı yarattı; devlet ve hükûmet başkanlıklarını Führer und Reichskanzler unvanını kullanarak bir arada yürüttü. Diktatörlüğü 30 Nisan 1945’te intihar etmesiyle son buldu. 1 Eylül 1939’da Polonya Seferi ile Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nı başlattı. Savaş boyunca askerî operasyonlarla yakından ilgilendi ve Holokost’un sürdürülmesinin merkezinde yer aldı.

Hitler, Almanya’da I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Büyük Buhran’dan güç kazandı. Propaganda ve etkileyici bir dille, alt ve orta tabakanın ekonomik istemlerine ümit veriyordu; bunun yanında da belli bir seviyede milliyetçilik, sosyalizm, antisemitizm, anti-komünizm ve anti-kapitalizm de sunuyordu. Ekonominin tekrar kurulması, yeniden silahlandırılmış bir ordu, totaliter ve faşist bir rejimle; Hitler Almanya içerisindeki düzeni yeniden tesis etti ve güçlü bir ülke yarattıktan sonra, saldırgan bir dış politika izleyerek Alman “yaşam alanı”nı (Lebensraum) genişletmek amacıyla Polonya’ya saldırdı. Yıldırım savaşı (Blitzkrieg) taktikleri ve Mihver Devletleri ittifakı ile birlikte Avrupa’nın büyük bölümünü, Asya’nın ve Afrika’nın bir bölümünü işgal etti.

ABD’nin II. Dünya Savaşı’na Müttefikler’in tarafında katılması ve Kızıl Ordu’nun ilerlemesi ile Alman ordusu gerilemeye başladı. Sovyet güçlerinin 23 Nisan 1945’te Berlin’e girmesi ile Almanya’nın yenilgisi kesinleşmişti. Hitler; işgal altındaki Berlin’de, eşi Eva Hitler (Eva Braun) ile yer altı sığınağında (Führerbunker) 30 Nisan 1945 günü intihar etti. Cesedi, vasiyeti üzerine takipçileri tarafından yakıldı. Alfred Jodl’ın 7 Mayıs 1945’te imzalayıp ertesi gün yürürlüğe giren teslim belgesiyle Büyük Alman İmparatorluğu son buldu.

Hitler’in saldırgan dış politikası, Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin ana nedeni olarak kabul edilir. Onun Yahudi karşıtı politikaları ve ırkçı ideolojisi, aşağı ırk mensubu olarak gördüğü en az 5,5 milyon insanın ölümüne neden oldu.

Soyu

Hitler’in babası Alois Hitler (1837-1903), Maria Anna Schicklgruber’in gayri meşru çocuğuydu. Vaftiz kaydı babasının adını göstermiyordu ve Alois başlangıçta annesinin soyadı olan ‘Schicklgruber’ı taşıyordu. 1842’de Johann Georg Hiedler, Alois’in annesiyle evlendi. Alois, Hiedler’in erkek kardeşi Johann Nepomuk Hiedler’in ailesinde büyüdü. 1876’da Alois’in vaftiz kaydı bir rahip tarafından Johann Georg Hiedler’i Alois’in babası olarak kaydetmek üzere şerh edildi (“Georg Hitler” olarak kaydedildi). Alois daha sonra “Hitler” soyadını aldı (‘Hiedler’, ‘Hüttler’ veya ‘Huettler’ olarak da yazılır). Bu isim muhtemelen Almanca hütte (“kulübe”) kelimesine dayanmaktadır ve muhtemelen “kulübede yaşayan kişi” anlamına gelmektedir.

Nazi yetkilisi Hans Frank, Alois’in annesinin Steiermark eyaletinin başkenti Graz’da Yahudi bir aile tarafından temizlikçi olarak işe alındığını ve ailenin 19 yaşındaki oğlu Leopold Frankenberger’in Alois’in babası olduğunu öne sürdü. O dönemde Graz’da Frankenberger soyadına sahip biri yoktu ve Leopold Frankenberger’in varlığına dair hiçbir kayıt bulunmadı. Ayrıca, Steiermark’ta Yahudilerin ikamet etmesi yaklaşık 400 yıldır yasadışıydı ve Alois’in doğumundan on yıllar sonrasına kadar yeniden yasal hale gelmedi. Bu nedenle tarihçiler, Alois’in babasının Yahudi olduğu iddiasını reddederler.

Adolf Hitler

Çocukluğu ve gençlik yılları

Braunau am Inn dönemi

Adolf Hitler, 20 Nisan 1889 tarihinde Almanların yoğunlukta olduğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı Yukarı Avusturya’nın Braunau am Inn kasabasında o sıralarda gümrük memuru olan Alois Hitler (1837–1903) ve Alois’in üçüncü eşi (aynı zamanda ikinci dereceden kuzenidir ve evlenmek için kiliseden izin alınmıştır.) Klara Pölzl’ün (1860–1907) oğlu olarak doğmuştur. Alois’in altı çocuğundan dördüncüsüdür. Avusturya vatandaşı olarak doğdu.

İsmi Eski Almancada ‘asil kurt’ (Adolf = Adel + wolf) anlamına gelen Adolf, akrabaları arasında kısaca ‘Adi’ ismiyle biliniyordu. (Adolf Hitler, yakın çevresiyle arasında, 1920’lerin başlarından itibaren ‘Wolf’ takma adını kullandı. Hatta bu durum Avrupa kıtasındaki çeşitli merkezlerin isimlerinde de etkili oldu. Doğu Prusya’da Wolfsschanze, Fransa’da Wolfsschlucht, Ukrayna’da Werwolf gibi.)

Yasal olarak Hitler soyadı ile dünyaya gelen Adolf’un baba tarafından gelen atalarının erkek bireyleri ‘Hiedler’ soyadına sahiplerdi. Amerikalı gazeteci William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu adlı kitabında, Hitler’in soyağacı ve soyadı konusunda şunları yazmaktadır: “Hitler’in büyükbabası, Johann Georg Hiedler, gezici bir değirmenciydi. Aşağı Avusturya’da köy köy gezerdi. 1824’te ilk evlenmesinden beş ay sonra bir oğlu oldu. Ama ne çocuk ne annesi yaşadı. On sekiz yıl sonra Duerrenthal’da çalışırken, Strones köyünden kırk yedi yaşında bir köylü kadın olan Maria Anna Schicklgruber ile evlendi. Bu evlenmeden beş yıl önce, 7 Haziran 1837’de Maria’nın gayrimeşru bir çocuğu olmuş, adını Alois koymuştu. Bu çocuk sonradan Adolf Hitler’in babası oldu. Alois’in babasının, her ne kadar kesin kanıtlar yoksa da Johann Hiedler olması ihtimali çoktu. Ne olursa olsun, Johann kadınla evlenmiş, ama bunun gibi olaylara uygulanan geleneğe aykırı olarak, çocuğu meşrulaştırmak zahmetine katlanmamıştı. Çocuk, Alois Schicklgruber olarak büyüdü. Anna 1847’de öldü, Johann Hiedler bu ölümden sonra otuz yıl ortalıktan yok oldu. Seksen dört yaşında Waldviertel’de Weitra kasabasında yeniden ortaya çıktı. Bu sefer adını Hitler diye yazıyordu. Bir noterle üç şahit huzurunda kendisini Alois Schicklgruber’in babası olarak kaydettirdi.”

Aile, 1892 yazında babalarının gümrük idaresinin başına getirilmesi nedeniyle Almanya sınırındaki Passau kasabasına taşındı. 1895 baharında aile Avusturya’ya döndü ve Hafeld’deki Rauschergut’a taşındı, böylece Hitler mayıstan itibaren Fischlham’daki tek sınıflı ilkokula devam etti. Temmuz 1897’de Lambach’a taşınmasıyla, Leonding’e taşınarak ikinci ve üçüncü sınıfı ve son olarak dördüncü sınıfı tamamladı. İyi ve zeki bir öğrenci olarak kabul edildi. 1900’den itibaren K. k. State Realschule Linz, öğrenmeye isteksiz olduğunu gösterdi ve iki kez performans hedefini kaçırdığı için bir sonraki sınıfa geçemedi. Franz Sales Schwarz’ın dini eğitimini hor gördü, sadece Leopold Pötsch’ten coğrafya ve tarih dersleri ilgisini çekti. Mein Kampf’ta (1925) Pötsch’ün olumlu etkisini vurguladı. Hitler, lise günlerinde hayatı boyunca hayranlık duyduğu Karl May’ın kitaplarını okumayı severdi. Babası onu bir devlet memuru kariyeri için seçmişti ve öğrenme konusundaki isteksizliğini sık, başarısız dayaklarla cezalandırmıştı. 1904’te annesi Hitler’i Steyr’deki ortaokula gönderdi. Orada düşük okul notlarından dolayı dokuzuncu sınıfa terfi etmedi. Geçici bir rahatsızlıktan dolayı ortaokuldan herhangi bir vasıf olmadan ayrıldı ve Linz’deki annesinin yanına dönebildi.

Linz dönemi

Hitler ilk tahsilini doğduğu kasabada yaptı. Orta tahsiline Linz şehrinde başladı. Linz’de başladığı lisede ise 1. sınıfı yeniden tekrarlamak zorunda kaldı. O sıralarda, ileride memur olmasını isteyen babasıyla zıtlaşıyor, ressam olmak istediğini söylüyordu. Sevmediği dersleri asıyor, hiç ilgilenmiyordu. İleride öğretmenlerini çok sert biçimde eleştirmiş, sadece tarih öğretmenini çok sevdiğini ve ona çok şey borçlu olduğunu belirtmiştir. Çizimlerine ve resimlerine çok güvenen Adolf, bu konudaki direnişine hiç ara vermiyordu. (I. Dünya Savaşı’na katılmasından önce, Hitler’in 2000’den fazla çizimi ve resmi vardı.)

Hitler, Kavgam’da şöyle anlatır:

« En çok tarih ve coğrafya derslerinde başarı gösteriyordum. İşte bu sıralarda “milliyetçi” oldum ve tarihin gerçek anlamını anlamayı, idrak etmeyi ve bu konuya nüfuz edebilmeyi öğrendim. Zevklerim, beni babamın hayatına benzer bir hayata itmiyordu. Konuşma yeteneğim, çocukluk arkadaşlarıma verdiğim, ikna edici ve daha doğrusu kandırıcı söylevlerle oluşmaya başladı. Kendi kendimi zor idare edebilen küçük bir lider olmuştum. Bu arada iyi bir öğrenci olduğumu da söyleyebilirim. Çalışmak bana kolay geliyordu. Boş zamanlarımda “Lambach Chanoine”lerin yanında şan dersleri takip ediyordum. »
Hitler, ressam olma konusunda inat ediyor, bir sanatçı olma hayallerinde kendisine çok güveniyordu. Sanatçılık onun için tam anlamıyla bir idealdi. Buna rağmen babasının “yaşam mücadelesi” konusundaki öğütlerinde haklı olduğunu düşünüyordu. Oğlunun güvenle para kazanabileceği iyi bir mesleğe sahip olması gerektiğine inanan babasına hak veriyordu:

« Bir vakitler kendi hayatının en büyük halkalarını oluşturan şeyin, benim tarafımdan kabul edilmemesine bir türlü akıl erdiremiyordu, işte bu yüzden babamın kararı basit, emin ve çok doğaldı. Hayat kavgasının kazandırdığı çelik gibi bir karaktere sahip olan babam, benim, daha doğrusu tecrübesiz bir delikanlının geleceği hakkında karar vermesine izin vermiyordu. Fakat sonunda iş bambaşka oldu. »
On üç yaşında tüberkülozdan babasını kaybetti (3 Ocak 1903). Daha sonra ağır bir ciğer hastalığı geçirmiş, doktorun tavsiyesiyle bir yıl kadar okuldan ayrı kalmış, sonra da maddi sorunlar nedeniyle okula geri dönememiştir. Annesine bakma sorumluluğuyla inşaatta işçi olarak çalışmaya başladı. Bu dönem boyunca çizimlerine devam etti.

« Benim için meslek problemi, tahmin ettiğimden çok daha kısa bir süre içinde çözülecekti. Çünkü, babam daha ben on üç yaşındayken ansızın öldü. Bir felç darbesi, babamı en güçlü döneminde iken yere vurdu. O dünyadaki hayatını acı çekmeden sona erdirdi. Fakat bizi büyük bir üzüntünün içine attı. Babamın en büyük isteği, oğlunu, kendisinin ilk günlerinde çektiği yokluklardan kurtarmak için bana meslek sahibi olmamda yardım etmekti. Bu isteğini gerçekleştiremedi. Fakat bilinçsiz bir biçimde benim içime, ikimizin de aklımızdan geçirmediğimiz bir geleceğin tohumlarını ekmişti. »
Okuduğu kitaplar içindeki antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) ise o zamanlar ortaya çıktı. İlk başlarda bu fikre karşı çıksa da Yahudilerin birbirlerini kültür, sanat, politika, iş hayatı gibi bütün alanlarda kayırdıklarını düşünmeye başlayınca, Yahudileri sevmemeye başladı. Kendisi bu konuyu şöyle izah eder:

« Ne zaman bir tiyatro gösterisi, bir müzik abartılırsa Yahudi yapımı bir şey olduğunu görüyordum. Bunu abartanlar da Yahudilerdi. Birçok alanı ele geçirdikleri için tüm alanlarda birbirlerini kayırıyorlardı. Güzel bir Alman yapıtı 10 üzerinden 5 alamazken Yahudi yapıtları 10 alıyordu. Bu yüzden bir antisemitist olmaya karar verdim. »

Adolf Hitler

Viyana dönemi

Annesinin hastalığı ortaya çıktığında geçim kaynakları neredeyse kurumak üzere olan Hitler, kendisine bağlanan yetim aylığıyla geçiniyordu. Bu yüzden Viyana’ya gitme kararı aldı.

« Bir çanta dolusu elbise ve çamaşırla Viyana’nın yolunu tuttum, içimde sarsılmaz bir irade vardı. Babam elli yıl önce kaderini zorlamayı başarmıştı. Babam gibi yapacaktım. Ama ben “adam” olacaktım, memur değil. »
1907 yılında başvurduğu Viyana Güzel Sanatlar Akademisi tarafından ressamlığa uygun olmadığı gerekçesi ve yeteneklerini mimarlık alanında geliştirmesi öğüdüyle reddedildi. Adolf, bu öğüdü yerine getirmeyi çok istemesine rağmen bunun için teknik alt yapısı ve lise diploması olması zorunluydu.

On dokuz yaşına geldiğinde annesini göğüs kanserinden dolayı kaybetti (21 Aralık 1907). Annesiyle hep ayrı bir bağı olduğundan söz eder ve o öldüğünde babasının ölümünden daha fazla üzüldüğünü anlatır. Annesinin ölümünden sonra, Hitler’in tek isteği Güzel Sanatlar Akademisi’ne girebilmekti.

« Babama saygı ile bağlanmıştım, annemi ise sevmiştim. »
1908’de bir kez daha başvurduğu akademinin, onu yeniden reddetmesinin ardından umutlarını da yitirmiş bir şekilde tamamen parasız kaldı. Yetim maaşının kendi payına düşen kısmını da kardeşi Paula’ya veren Hitler, 21 yaşındayken halasından kalan az miktardaki miras parasının da bitmesiyle 1909’da evsizler yurduna yerleşti. Posta kartlarından kopyaladığı manzara resimlerini, dükkânlara ve turistlere satarak geçinmeye çalışan Hitler, 1910 yılında, çalışan fakir adamların kaldığı bir eve yerleşti.

« Nihayet on dört on beş yaşıma geldiğimde siyasetten bahsedildiği sıralarda Yahudi kelimesini duymaya başladım. Bu sözler ben de az da olsa bir itiraz etme duygusu uyandırıyordu. Mezhepler dolayısıyla çıkan kavga ve çekişmeleri gördüğüm vakit içimde nahoş hisler kabarıyordu.
Alman ile Yahudi arasındaki farkın sadece dinler arasında olduğunu zannediyordum. Hatta sürekli zulümlere hedef olmalarını, din farkına veriyor ve bu yüzden de kendilerine antipati beslemiyordum.

İşte kafam bu düşüncelerle dolu olarak Viyana’ya geldim. O günlerde Viyana′da iki milyon kişi yaşıyordu ve bu nüfusun iki yüz bini Yahudi idi. İşte ben bunun farkında değildim. İlk günlerde gözlemlerim ve düşüncelerim, yeni değer ve fikirlerin giriştikleri hücuma pek o kadar karşı koyacak kuvvette değildi. Nihayet içimde ağır ağır sükunet ortaya çıkmaya başladığı ve bu hummalı hayaller açıklığa kavuştuğu sıralarda, Yahudi meselesi ile burun buruna geldiğim an ki, etrafımı çepeçevre saran dünyaya çok daha dikkatli bakmaya başladım.

Yahudi meselesi ile karşılaşmamdaki şekil bana pek hoş gelmedi. Ben o sıralarda Yahudi’yi sadece başka bir dine mensup bir kimse olarak kabul ediyordum. Dini çekişmelerden ve dini inanışlardan çıkan her türlü düşmanlığı, hoşgörü ve insaniyet adına daima kınamaktan da kendimi alamıyordum. Bu arada Viyana’nın Yahudi aleyhtarı basınının tutumu da bana medeni bir milletin örf ve geleneklerine yakışmaz gibi geliyordu. »
Hitler Viyana’dayken, ilk kez içinde Doğu Avrupa’daki birçok Ortodoks Yahudi (Hitler’e göre ırkçı teorilerle karışık, geleneksel dinci ve önyargılı, geniş bir Yahudi kitlesi) için antisemitist düşünceler barındırmaya başladı. Zamanla Lanz von Liebenfels’in ırk ideolojileri ve antisemitizm hakkındaki yazılarından ve Viyana Belediye Başkanı, aynı zamanda Hristiyan Sosyal Partisinin kurucusu ve tarihin en şiddetli demagoglarından Karl Lueger ve pan-Cermenist Georg Ritter von Schönerer gibi politikacıların yarattığı polemiklerden etkilendi. Daha sonra Kavgam (Mein Kampf) adlı kitabında, dine bağlı antisemitizm karşıtlığından, nasıl tam tersi bir zemine (antisemitizmi ırkçı zeminde desteklemeye) geçiş yaptığını anlattı.

Adolf Hitler

Münih dönemi

Babasından kalan mal varlığının son parçasıyla Mayıs 1912’de, Münih’e gitti. Her zaman gerçek Almanya’da yaşamak istemişti. Mimariyle ve Houston Stewart Chamberlain’ın yazılarıyla daha da ilgilenmeye başladı.

Hitler Yahudileri, kendi tanımladığı ari ırkın doğal düşmanları olduğunu iddia etmeye başladı ve Avusturya’daki krizden de onları sorumlu tuttu. Aynı zamanda kendi antisemitizmini Marksizm karşıtlığı ile birleştirerek sosyalizmin ve özellikle de liderleri arasında birçok Yahudi bulunduran Bolşevizmin keskin hatlarını tanımladı. Almanya’nın uğradığı askeri bozgundan 1917 Devrimlerini sorumlu tutarak Yahudileri Alman İmparatorluğu’nun askeri yenilgisinin ve sonuç olarak ortaya çıkan ekonomik problemlerin de suçlusu kabul etti.

Çokuluslu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Parlamentosundaki oturumları uzunca bir süre inceledikten sonra, demokratik parlamenter sistemin aşağılığına ve bayağılığına ilişkin sabit bir inanç geliştirdi. Bu da kendi politik görüşlerinin temelini biçimlendirdi.

« 1912 yılının baharında Münih’e gittim, sanki yıllarca orada oturmuşum gibi şehir bana hiç yabancı gelmedi, incelemelerim beni defalarca bu Alman sanatının merkezine götürmüştü. Münih bilinmezse Almanya görülmüş sayılamayacağı gibi, Münih tanınmadıkça Alman sanatı hakkında da bir fikre sahip olunamaz. »
Münih’e gitmesi, bir süreliğine Avusturya’daki askerlik görevinden de kaçmasını sağladı fakat sonrasında Avusturya ordusu tarafından tutuklandı. Yapılan fiziksel inceleme ve pişmanlık savunması sonrasında askerlik için elverişsiz sayıldı ve Münih’e dönmesine izin verildi. Buna rağmen Ağustos 1914’te Almanya I. Dünya Savaşı’na girdiğinde acilen Bavyera Kralı III. Ludwig’den Bavyera alayında savaşmak için izin ricasında bulundu. İsteği kabul edildi ve Hitler gönüllü olarak Bavyera ordusuna katılmış oldu.

Askerlik

Hitler, Batı Cephesi’nde Albay Julius List komutasındaki 16. Bavyera Yedek Piyade Alayı’na (“List Alayı”) verilmiştir. Birinci Ypres Muharebesi, Somme Muharebesi, Arras Muharebesi ve Passchendaele Muharebesi’ne katılmıştır. Fransa ve Belçika’da, 16. Bavyera Yedek Alayı karargâhında haberci olarak aktif hizmette bulunan ve düşman ateşine maruz kalan Hitler, yanındaki diğer askerlerin aksine yemeklerden ya da zor koşullardan asla şikayet etmedi. Bunun yerine sanat ya da tarih hakkında konuşmayı tercih eden Hitler, şiirler yazdı, ordu gazetesi için bazı karikatürler ve eğitsel çizimler yaptı. Görevini yaparken gösterdiği sürati ve başarısı nedeniyle ilki Aralık 1914’te İkinci Sınıf Demir Haç ve diğeri de 4 Ağustos 1918’de ve onbaşı düzeyindeki bir askere nadir olarak verilen bir onur olan Birinci Sınıf Demir Haç olmak üzere iki askeri nişan aldı. Madalyaya onu aday gösteren subayın –Teğmen Hugo Gutmann– Yahudi olması ironik bir rastlantıdır. 18 Mayıs 1918’de Siyah Yara Rozeti aldı.

Hitler alayı terk etmek istememesine rağmen, gene de ‘liderlik özelliklerinin yeterli çerçevede olamadığı’ gerekçesiyle rütbesi yükseltilmedi. Bazı kaynaklara göre ise yükseltilmemesinin asıl nedeni Alman vatandaşı olmamasıydı. Alay karargâhındaki görev mevkisi çokça tehlike içermesinin yanı sıra ona sanat çalışmalarını sürdürmesi için de zaman veriyordu. Ekim 1916’da Fransa’nın kuzeyinde bacağından yaralanan Hitler, Mart 1917’de ön saflardaki görevine geri döndü.

15 Ekim 1918’de savaşın sona ermesinden kısa bir süre önce, Hitler zehirli gaz saldırısından dolayı geçirdiği geçici körlük nedeniyle, savaş meydanındaki askerî hastaneye götürüldü. David Lewis ve Bernhard Horstmann gibi bazı psikologlara göre ise bu geçici körlüğün sebebi geçirdiği bir histeri kriziydi. Hitler, hayatının amacının Almanya’yı kurtarmak olduğuna iyice ikna olmuştu.

Uzun zamandır Almanya’ya hayran olan Hitler, hâlâ Alman vatandaşı olmamasına rağmen savaş sırasında da tutkulu bir vatansevere dönüştü. Alman ordusu hâlâ düşman topraklarını tutmaktayken, Kasım 1918’de Almanya’nın teslim olmasıyla şoka uğradı. Birçok Alman milliyetçisi gibi o da savaş alanında değil masada yenilmelerini tasvir eden ‘sırtından bıçaklanma efsanesine’ inandı. Buna neden olan politikacılar daha sonra ‘Kasım Hainleri’ olarak adlandırıldılar.

Tanıklara göre, Hitler subaylara karşı itaatkar davrandı. Onlara hiç itiraz ve sitem etmedi. Bir asker olarak kötü muamele yemekten asla şikayet etmedi. Tanıklara göre, sigara veya içki içmedi, asla arkadaşlarından ve ailesinden bahsetmedi, genelevleri ziyaret etmekle ilgilenmedi. Genellikle sığınağın bir köşesinde saatlerce kitap okuyarak, düşünerek veya resim yaparak oturdu.

Adolf Hitler

Siyasete girişi

Thule Cemiyeti ile Guido von List Cemiyetine katılımı

Viyana’da komşusu olan Dietrich Eckart vasıtasıyla Adolf Josef Lanz ile 1914’te tanışan Hitler aynı yıl List Cemiyetine üye oldu. Nitekim, Hitler’in kişisel kütüphanesindeki okültik kitapların II. Dünya Savaşı sonrasında muhafaza edildiği ABD Kongre Kütüphanesi’ndeki kitaplarından yazarı Guido von List olan Deutsch-Mythologische Landschaftsbilder adlı kitabın üzerinde Sevgili Armanen Kardeşim Adolf Hitler’e ithafı mevcuttur. Armanen tabirinin ilk olarak Guido von List tarafından ortaya atılmış olması ve sadece List Cemiyeti üyelerine ithafen yazılmasından ötürü Hitler’in List Cemiyetine üye olduğu düşünülmektedir.

I. Dünya Savaşı’ndan 2 yıl sonra Adolf Hitler, 31 Mart 1920 tarihinde ordudan aldığı resmî emirle sivil hayata geçti. Ünlü tarihçiler Alan Bullock ve Ian Kershaw’ın ortaya çıkarttığı ve resmî olarak da bilindiği gibi Hitler aynı gün Münih’te ünlü Thierschstrasse adlı konuttaki 41 numaralı odaya taşındı. Bu odanın hemen yanında ise Thule Cemiyetinin kurucusu Baron Sebottendorf’un sahibi olduğu ve daha sonra Hitler’in üzerine hibe ettiği dönemin Almanya’daki en popüler milliyetçi gazetesi olan Völkischer Beobachter’ın ofisi bulunmaktaydı. Hitler, Sebottendof’la Münih’te bizzat tanıştıktan sonra önce Alman İşçi Partisine, daha sonra ise 555-7 üye numarasıyla Thule Cemiyetine katıldı.

Alman İşçi Partisine katılması

Hitler Münih Devrimi’ne katılmış ve bir ara sosyalist bir aktivist olmuştur. Daha sonra Yüzbaşı Karl Mair başkanlığındaki Bayerische Reichswehr Gruppennkommando Nr.4’te, yani Bavyera ordusunun istihbarat şubesinde eğitim alıp karşı devrim eylemlerinde bulunmuştur.

I. Dünya Savaşı’ndan ve Alman mağlubiyetinden sonra Hitler, hiçbir resmî eğitimi ve iş kariyeri olmadığı için mümkün olduğunca uzun süre için ordu içinde kalmaya çalıştı. Hitler bu sıralarda 1914’ten beri dostluk kurduğu ve manevi babası olarak tanımladığı Dietrich Eckart vasıtasıyla Nazilerin baş öğretmen olarak tanımladıkları Rudolf von Sebottendorf’un kurduğu ve Nazizm’in doğduğu Thule Cemiyetine üye oldu ve kısa bir süre sonra Nazilerin okültik lider olarak tanımladığı Adolf Josef Lanz’ın 1905–1917 yılları arasında yayınladığı Ostara dergisini okumaya ve beyaz ırkın üstün olduğu düşüncesi, antisemitizm ve antikomünizm fikirlerine sahip olmaya başladı.

Kış mevsimini Avusturya sınırı yakınlarında Traunstein’daki esir kampında gardiyanlık yaparak geçirdi. 1919’un ilkbaharında Münih’e döndü. Münih’te kısa süren Sovyet rejiminin sorumlularını incelemek amacıyla, 2. Piyade Alayı tarafından kurulmuş olan tahkikat komisyonuna bilgi topluyordu. Hizmetlerinden dolayı Ordu bölge komutanlığındaki Siyasi Şube Basın ve Haberler Bürosu’nda kendisine yeni bir iş verildi. Ordu, tutucu görüşlerini yaymak amacıyla askerler için siyasi eğitim kursları açtı. Hitler bu kurslardan birinin dikkatli bir öğrencisiydi. Bir gün derste Yahudiler için iyi bir kelime kullanılınca hemen derse müdahale etti ve tam tersine Yahudileri kötüleyen uzun bir nutuk çekti. Bu sırada Yahudiler üzerine çektiği nutuktan üstleri çok memnun kaldılar ve onu Münih alayına Bildungsoffizier (eğitim subayı) tayin ettiler. Başlıca görevi, tehlikeli fikirlerle, barışçılıkla, sosyalizmle ve demokrasi ile savaşmaktı. Böylece Hitler, söz söyleme yeteneğini denemek fırsatını elde etti. Çünkü söz söylemek, kendi görüşüne göre, başarılı politikacılığın ilk şartıydı.

1919 yılının Eylül ayında bir gün Ordu Siyasi Şubesi’nden bir emir aldı: Münih’te Rudolf von Sebottendorf’un kurduğu Thule Cemiyeti tarafından kurulan Alman İşçi Partisi adında küçük bir siyasi grubu inceleyecekti. Hitler, incelemeye memur edildiği partinin toplantısındaki konuşmacılardan birini tanıyordu. Bir hafta önce, ordu eğitim kurslarının birinde, Gottfried Feder adında bir inşaat mühendisinin konferansını dinlemişti ve bu konferanstan çok memnun kalmıştı. Feder’in bu parti toplantısındaki konuşması bittikten sonra Hitler kalkıp gidecekti. Bu sırada bir profesör ayağa kalktı ve Feder’in ileri sürdüğü fikirlerin doğru olup olmadığını ele aldı. Bavyera’nın Prusya’dan ayrılmasını, Avusturya ile birlikte bir Güney Alman ulusunu teşkil etmesini teklif etti. Bu fikir o sıralarda Münih′te çok yaygındı. Ama bu fikrin burada açıklanması Hitler’i çok kızdırdı ve ayağa kalkarak verdiği cevap o kadar sert oldu ki dinleyiciler şaşkın yüzleriyle bu bilinmeyen genç konuşmacıya bakarken, profesör salondan çıkıp gitmişti. Dinleyicilerden biri Hitler’in yanına koştu ve eline küçük bir broşür sıkıştırdı. Bu kişi demircilik işi ile uğraşan Anton Drexler’di. Drexler’e nasyonal sosyalizmin siyasi teşkilatlanma açısından gerçek kurucusu denilebilir.

Hitler, ertesi gün kendisine gönderilen Alman İşçi Partisine kabul edildiğini bildiren bir kartı alınca çok şaşırdı. Hitler aslında kendi partisini kurmak istiyordu. Bu yüzden bu fikrini bir mektup ile bildirmek üzereyken içinde bir merak uyandı ve çağrıldığı komite toplantısına gitmeye ve kendilerine neden partilerine katılmak istemediğini şahsen anlatmaya karar verdi. Toplantıya gitti ve iyi karşılandı fakat katılmama isteğini söyleyemedi. Toplantıdan sonra kışlasına döndü. İki gün boyunca uzun uzadıya düşündü ve sonra bu tanınmamış partiye katılmaya karar verdi. Adolf Hitler böylece mühendis Gottfried Feder ve altı kişi tarafından kurulmuş olan Alman İşçi Partisi (Deutsche Arbeiterpartei, DAP) isimli bir partiye yedinci üye olarak katıldı.

Hitler, 1920 yılının başlangıcında partinin propagandasını eline aldı. 24 Şubat 1920’de Alman İşçi Partisinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei, NSDAP) olarak değiştirildi. NSDAP’nin taraftarlarına komünistler ve sosyal demokratlar tarafından küçümseme maksadıyla kısaca “Nazi” ismi verildi.

Sebottendorf, Thule’nin Almanya’daki en büyük propaganda aracı olan ve sahibi olduğu Völkischer Beobachter gazetesini Thule Cemiyeti riyasetine katılan ve Führer olarak seçtiği Hitler’in üzerine devretti. Bu arada Joseph Goebbels bu gazetenin tamamen parti bülteni hâlini almasını sağladı. Gazetede partisinin fikirlerini açıklayan makaleler yayımladı. Gazetenin patronu olan Hitler, partinin üst basamaklarına kadar ilerleyip 29 Temmuz 1921’de liderlik makamına geldi.

Parti 25 maddelik bir program hazırladı. Bu programın ilk maddesi Almanya’yı Versay Antlaşması’nın getirdiği güçsüzlükten kurtarmaktı. Sonra da Hitler 1926’da taktik nedenlerden ötürü, bu maddeleri değişmez ilan etti. Alman vatandaşlığının yalnız Alman kanını taşıyanlarda olması gerektiği önemli başlıklardan biriydi.

Birahane Darbesi ve Mein Kampf

Benito Mussolini’nin Roma Yürüyüşü’nü taklit ederek 8-9 Kasım 1923’te Münih’teki Bavyera hükûmetini devirmeye yönelik Birahane Darbesini düzenledi. Düzenli orduya karşı paramiliter birlikler oluşturmak ve meşru yönetimi yıkmak suçundan yargılanmaya başladı. 1 Nisan 1924’te 5 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. O dönem Tibet’te araştırmalar yapan Rudolf von Sebottendorf Ekim 1924’te Almanya’ya döndü. Sebottendorf’un 4 Ekim 1924’te Bavyera Halk Mahkemesi hakimlerinden Georg Neithardt’a yazdığı 4 sayfalık mektubun akabinde bilindiği gibi 20 Aralık 1924 günü hakim Neithardt’ın da kararıyla Hitler Bavyera Halk Mahkemesi tarafından kamu düzeni ve halk için tehlike oluşturmadığı ve meşru yönetimi devirmeye yönelik faaliyetlerde bulunan paramiliter teşkilatlarla bağlantısı olmadığı gerekçesiyle serbest bırakıldı.

Bu dönemde Rudolf Hess aracılığıyla Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabı yazan Hitler, hapisteyken otobiyografisini ve fikirlerini içeren bir kitap yazmış olması neticesinde, kendisine partinin geleceğe dönük hedeflerini topluma açıklayabilme olanağı sundu. Kitap, partinin bundan sonraki faaliyetlerine yön verdi. Hitler hapisten çıktıktan sonra partiyi yeniden düzene soktu. Partisi 1929 yılına kadar başarısız oldu. Ancak Dünya Ekonomik Krizinden sonra daha fazla oy kazanabildi (1929). 1930 seçimlerinde %18 oy ile SPD’den sonra ikinci büyük parti oldu. Hitler’in oyları Katoliklerden çok Protestanlardan, şehirlilerden çok kırsal kesimden ve işçilerden çok orta-üst tabakadan geldi.

Adolf Hitler

İktidara yükselişi

1925’te kendi isteği ile Avusturya vatandaşlığından çıkan Hitler hâlen Alman vatandaşı değildi ve seçimlere adaylığını bile koyamaması tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Bu onun için büyük bir sorundu. 25 Şubat 1932’de Brunswick Devleti’nin nasyonal sosyalist olan İçişleri Bakanı, Hitler’i Berlin’deki Brunswick temsilciliğine Ataşe tayin ettiğini açıkladı. Bu komik manevra ile Hitler otomatik olarak bir Brunswick ve dolayısıyla Alman vatandaşı oldu ve Almanya Cumhurbaşkanlığına adaylığını koymaya hak kazandı. Bu engeli kolaylıkla atlatan Hitler kendisini büyük bir enerjiyle seçim kampanyasına attı. 13 Mart 1932’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine NSDAP’nin adayı olarak katılan Hitler’in rakipleri, 1925’ten beri Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan bağımsız aday Paul von Hindenburg, KPD’nin adayı Ernst Thälmann ve Stahlhelm/DNVP’nin adayı Theodor Duesterberg idi. Hitler seçimlerde 11.339.446 oy aldı, bu sayı %30.1’e tekabül etti. Karşısındaki en güçlü rakibi olan Hindenburg ise 18.651.497 oy aldı. Hindenburg’un aldığı oylar %49.6’ya tekabül etti, buna rağmen Cumhurbaşkanlığını çok ufak bir farkla (%0.4) kaçırmış oldu ve seçim ikinci tura kaldı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu 10 Nisan 1932’de gerçekleştirildi. Hitler bu turda 13.418.547 (%36.8) oy aldı. Hindenburg ise 19.359.983 oy aldı ve %53’lük bir oran elde ederek Cumhurbaşkanı seçildi. Hitler, bu seçimlerden ikinci olarak ayrıldı.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden birkaç ay sonra, 31 Temmuz 1932’de, parti üçüncü kez genel seçime katıldı. Seçim sonuçlarından yine parlamentoda çoğunluğu sağlayabilen bir parti çıkmadı. Toplam oyların %37’sini alan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, parlamentoda çoğunluğu sağlayamamakla birlikte en çok sandalye sayısına sahip partiydi.

1933 yılının Ocak ayında, komünistlerin bir genel grevle tüm ekonomiyi işlemez hâle getirerek bir “devrimci durum” yaratacakları ya da ülkede iç savaş çıkacağı konusundaki endişeler o derece derinleşmişti ki, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg Hitler’i, Katolik Merkez Partisi ile koalisyon kurarak istikrarlı bir hükûmet teşekkül ettireceği umuduyla şansölye atadı. Ancak Katolik Merkez Partisi ile bir anlaşma sağlanamadı. Buna karşın medya patronu Alfred Hugenberg’in liderlik ettiği Alman Ulusal Halk Partisinin (DNVP) desteğini alan Hitler, bu partiyle koalisyon kurdu.

Reichstag Yangını

27 Şubat 1933 akşamı Reichstag’ta bir yangın çıktı. Bu yangının NSDAP’nin polis örgütü olan Gestapo tarafından başlatıldığı da iddia edilmesine rağmen polis soruşturması daha çok komünistler üzerinde yoğunlaştı. Ertesi gün Hitler Hindenburg’a, anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran bir kararname imzalattı. İzleyen günlerde NSDAP ve DNVP dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durduruldu.

Hitler 5 Mart 1933 tarihinde ülkeyi yeniden bir genel seçime götürdü. Seçim kampanyası sırasında endüstri, finans ve sigorta devlerinden büyük miktarda mali destek sağladı. 5 Mart 1933 seçimlerinde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisinin oyları %44 düzeyine çıktı. Nasyonal sosyalist olmayan Alman Ulusal Halk Partisinin ve diğer milliyetçi veya muhafazakâr partilerin oyları düşmüş olmakla birlikte, parlamentoda çoğunluk sağlanabiliyordu.

Yetki Kanunu

Seçimlerin hemen ertesinde parlamentodan bir “yetki kanunu” çıkartıldı. Bu kanun, Reichstag’ın tüm yetkilerini dört yıl süre ile kabineye devrediyor ve çalışmalarına bu süre için ara veriyordu. Ancak böyle bir kanun için parlamentoda üçte iki çoğunluk kararı gerekmektedir. Bu çoğunluk kararının nasıl sağlandığı Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi tutanaklarına da geçmiştir. Oylamanın yapılacağı gün parlamento SA tarafından kuşatılmış, bazı sosyal demokrat parlamenterler içeri alınmamıştır. Zaten 81 komünist parlamenter de seçimlerden önce gözaltına alınmıştı.

Adolf Hitler, 21 Mart 1933 tarihinde Potsdam’daki Garnizon Kilisesi’nde düzenlenen bir törenle göreve başladı. “Potsdam Günü” (Tag von Potsdam) adıyla anılacak bu olay, nasyonal sosyalist hareket ile eski Prusya elitleri ve ordu arasındaki birliği göstermek için yapıldı. Hitler bir frak giymiş hâlde ortaya çıktı ve alçak gönüllülükle Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’u selamladı.

23 Mart 1933 günkü parlamento oturumunda “Halkta ve İmparatorlukta Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Yasa” (Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reich) adındaki yetki tasarısı kabul edildi. Almanya’da parlamenter demokrasi böylece sona erdi. Yeni nasyonal sosyalist rejimin politik düzenlemeleri doğrultusunda, Alman halkının en önde gelen temsilcisi hâlini alan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi tarafından Üçüncü Reich ilan edildi. Artık gerçek seçim yapılmayacak ve parlamento üyelerini Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi seçecekti. Hitler’in geniş yetkilere sahip olduğu Führer makamının meşru temeli, yalnızca bu yetki yasasıdır. Parlamentonun kendisine geniş yetkiler sunmasının sonucunda Hitler, 23 Mart 1933’ten sonra Alman İmparatorluğu’nun tek lideri oldu. Parlamentonun ya da günlük işlerde Cumhurbaşkanı Hindenburg’un baskısından kurtuldu ve onu etkisiz bıraktı. Çünkü bu kararnameyle yasama ve yürütme erklerini eline almıştı. 1933 senesi içerisinde çıkarılan yasalar aracılığıyla diğer partileri yasakladı. Kendisini, Almanların yanılmaz büyük lideri ilan etti ve Alman halkının bir kısmı da onu destekledi. Bundan sonra Almanya, ölümüne kadar Hitler’in peşinden gitti.

Hitler halka, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtaracağına söz verdi ve bu yolda çalışmalarına başladı. Almanya’da aşırı artış gösteren işsizliği savaş hazırlığı için kullanarak iş sahası oluşturdu. Ülke genelinde büyük otobanlar inşa ettirdi. Naziler, Büyük Buhran’ın ortasında iktidara geldi. O dönemde işsizlik oranı %30’a yakındı.1938’de Almanya’da işsizlik ortadan kalktı. Nazilerin iktidara geçişinden (1933) II. Dünya Savaşı’nın başlangıç yılına (1939) kadar Almanya’da haftalık kazançlar reel olarak %19 arttı. 1933 yılında 56 olan sanayi üretimi, 1938 yılında 144’e çıktı. Hitler liderliğindeki Nazilerin iktidara geldiği 1933 yılından itibaren Almanya ekonomisi üzerindeki gelişmeler ve Hitler’in izlediği ekonomi politikaları günümüzde dahi olağanüstü başarı olarak değerlendirilmektedir.

2 Ağustos 1934’te Paul von Hindenburg öldü. Bunun üzerine Hitler Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlendi. Onun Cumhurbaşkanlığı makamına yükselişinin halkın onayına sunulması için 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum düzenlendi (Volksabstimmung über das Staatsoberhaupt des Deutschen Reichs).

Referandumun sonucunda %89.93 “evet” oyu çıkarak Hitler’in Cumhurbaşkanı olmasına, bununla birlikte Şansölyelik görevini de sürdürmesine halk tarafından onay verildi.

Adolf Hitler

Uzun Bıçaklar Gecesi

Hitler iktidarının ikinci yılında pek çok üst düzey SA elemanının öldürülmesini emretti. 30 Haziran 1934ʼü 1 Temmuz 1934ʼe bağlayan gece en az 85 kişi SS subayları tarafından katledildi. Hitler’in ordunun güvenini kazanmak için böyle bir emir verdiği ileri sürülmektedir. Operasyondan sonra Hitler ordu üzerinde tam otorite kurmayı başarmış, önce Avrupa, sonra da dünya fethi için güçlü bir Alman ordusu yaratma hazırlıklarına hız vermiştir. Tarihçiler tarafından Üçüncü Reich için bir dönüm noktası olduğu ileri sürülmektedir.

Nazi Almanyası

İç politika

Antisemitizm ve öjeni

Hitler, ülkedeki bütün aksaklıkların nedeni olarak Yahudileri ve Çingeneler gibi bazı azınlıkları gösteriyordu. Alman halkının bir kısmını bu ve benzeri demagojik söylemlerine inandırmayı başararak büyük destek aldı. Almanya’yı ekonomik anlamda Yahudi sermayesinden arındırmanın yanı sıra politik ve kültürel alanlardan da defetmek için harekete geçti.

Yahudileri toplama kamplarında topladı. Çalışabilecek durumda olanlar ayrıldıktan sonra diğerleri gaz odalarında öldürülüp cesetleri fırınlarda yakıldı. Bu faaliyetler sadece Almanya’da değil, daha sonra işgal edilen bütün ülkelerde de gerçekleştirildi. Bu şekilde Avrupa’da milyonlarca Yahudi öldürüldü.

Hitler’in erken öjeni politikaları Brandt Operasyonu adlı bir programda fiziksel ve gelişimsel engelli çocukları hedef aldı ve daha sonra ciddi zihinsel ve fiziksel engelli yetişkinler için bir ötanazi programı onaylandı, şimdi T4 Operasyonu olarak anılacaktır.

İktisat politikası

Hitler, iktidara gelmesinin hemen ardından Alman ekonomisinin düzenlemesini hedef almıştır. Gerek I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasının, gerekse de 1929 yılındaki genel ekonomik buhranın sonucunda Alman ekonomisi ciddi sıkıntılar içindeydi. Yaşanan hiperenflasyon, aşırı boyutlara varan işsizlik ve bunlara bağlı olarak sanayideki kapasite düşüklüğü, Hitler’in izlediği ekonomi politikalarıyla kısa sürede kontrol altına alınmıştır.

Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılını izleyen yıllardaki Alman ekonomisinde gözlenen gelişmeler, çoğu kez Hitler’in olağanüstü başarısı olarak kabul edilir. Hitler’in iktidarın tüm kontrolünü ele geçirmesinin hemen ardından tüm sendikalar kapatılmış, tüm çalışanlar bir “işçi birliği” çatısı altında toplanmış, işçi aidatları, genel bütçeye aktarılmıştır. Ücret artışları ve bunun sonucu olan grev olasılığının kalktığı ekonomide, doğal olarak bir istihdam artışı yaşanmıştır. İş gücü maliyetinin düşmesi ve iş dünyasındaki barış ve istikrar, iş gücü talebini artırmıştır. Teknolojik ve askeri alanlarda büyük yatırımlar yapmıştır.

Dış politika

Vatikan ile işbirliği sağlanması

Adolf Hitler Katolik bir ailede dünyaya gelmişti. Onun bir Katolik olarak yaşayıp öldüğü iddia edilse de, bu kesin bir ihtimal değildir. Çünkü Alman ırkının üstünlüğünü kutsayan, ulusal mitlerle süslü, Cermen topluluklarına ait Hristiyanlık öncesi pagan inanışlarını benimsemiş olabileceği ihtimali üzerinde de durulmaktadır. Hitler’in dinî inancı ne olursa olsun, onun döneminde Almanya’nın politik çıkarları gereği Vatikan’la olan ilişkileri hep olumlu yönde olmuştur.

Yeniden silahlandırma (16 Mart 1935)

Alman ekonomisinin canlandırılmasının ardından Hitler, izleyeceği dış politikanın temelini oluşturan askeri stratejisini hayata geçirmeye yönelmiştir. Bu stratejinin ilk adımında Alman kara, deniz ve hava kuvvetlerinin, Versay Antlaşması ile getirilen sınırlamalardan kurtulmasını sağlamıştır. Bunun sonucunda büyük tonajlı savaş gemileri ve denizaltı, zırhlı kara savaş araçları üretimine geçilmiş, kara ordusunun mevcudu artırılmıştır.

Almanya-Britanya Donanma Antlaşması (18 Haziran 1935)

Almanya’nın yeniden silahlandırmasını önlemek için Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya, 11-14 Nisan 1935 tarihleri arasında Stresa’da görüşmüş ve Stresa Cephesi oluşturulmuştur. Fakat 18 Haziran’da Birleşik Krallık, Almanya ile anlaşarak Birleşik Krallık Donanmasının toplam tonajının %35’e (420.595 ton) kadar denizaltı dışındaki savaş gemilerine sahip olmasını kabul edince Stresa Cephesi çökmüştür.

Anti-Komintern Paktı (25 Kasım 1936)

Japonya Büyükelçiliği Askerî Ataşesi Korgeneral Hiroshi Ōshima ile nasyonal sosyalist Almanya’nın Abwehr Başkanı Wilhelm Canaris’in girişimleriyle 25 Kasım 1936 tarihinde Komintern’in uluslararası komünizm hareketinin kendi ülkelerine bulaştırmamak için Anti-Komintern Paktı imzalanmıştır.

Anschluss (12 Mart 1938)

Avusturya’nın ilhakı (Anschluss) 12 Mart 1938’de Hitler’in hayalindeki Büyük Almanya’yı oluşturma çabalarının ilk adımı olmuştur.

Avusturya’nın ilhakını (Almancadaki karşılığı Anschluss) Versay Antlaşması gereği 15 yıldır Milletler Cemiyetinin kontrolünde olan Saar bölgesinin Almanya’ya verilmesi, Çekoslovakya’nın Südet bölgesinin Almanya’ya verilmesi, Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgali ve en sonunda Polonya’nın işgali takip etti.

İlhaka giden yolun başlangıcı Almanya’nın yasa dışı Avusturya Nasyonal Sosyalist Partisinin Avusturya tarafından tanınması ve hükûmet ortaklığının kabul edilmesi yolundaki baskıları oluşturdu. 1938’de Avusturya Şansölyesi Kurt Schuschnigg, bağımsızlığı korumak ümidiyle son bir hamle yaparak Almanya’yla birleşme ya da bağımsızlık üzerine bir referandum yapmaya karar verdi. O zaman Almanya Schuschnigg’e iktidarı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisine devretmesi için baskı yaptı. Bu çok iyi planlanmış darbe sonucu Avusturya Nasyonal Sosyalist Partisi Viyana’da 11 Mart’ta kontrolü ele geçirince Alman orduları Avusturya’ya girdiğinde hiçbir direnişle karşılaşmadı. Avusturya’nın ilhakına uluslararası tepki yumuşak oldu. Versay Antlaşması’na göre Avusturya ve Almanya’nın birleşmesi yasaklanmıştı ve bunu gözetmekle görevli I. Dünya Savaşı’nın İtilaf Devletleri sadece diplomatik protesto ile yetindiler. Bağımsız Avusturya ancak II. Dünya Savaşı sona erdiğinde yeniden ortaya çıkmıştır.

Münih Konferansı (29-30 Eylül 1938)

Hitler’in ikinci stratejik hedefi, Almanca konuşan nüfusun yaşamakta olduğu bölgelerin, Alman topraklarına katılmasıdır. Bu stratejik evrenin adımları, 12 Mart 1938’de, Avusturya’nın ilhak edilmesiyle başlamıştır. Ardından ikinci adım olarak Çekoslovakya toprakları içindeki Südet bölgesidir. Hitler’in baskısıyla 29 Eylül 1938 günü imzalanan Münih Antlaşması’yla Südet bölgesi Almanya’ya veriliyor. Konferans; Alman, İtalyan, İngiliz ve Fransız başbakanlarının katıldığı, Çekoslovakya’nın temsilci bulundurmadığı bir antlaşmadır. Antlaşmanın hayata geçirilmesi konusunda Hitler, hiç zaman kaybetmemiştir. 1 Ekim 1938’de yine silah kullanılmaksızın, uluslararası anlaşmalara dayanılarak nüfusunun %50’den fazlasını Almanların oluşturduğu Südet bölgesi Almanlarca işgal edilecektir. 15 Mart 1939’da ise Çekoslovakya’nın kalanını da topraklarına ekleyeceklerdir. Fransa ve İngiltere, buna sessiz kalmışlardır. Çünkü Avrupa çapında yeni bir savaş istemiyorlardı. Çek endüstrisinin Almanya’ya katılmasıyla, Almanya’nın savaş hazırlıklarını daha da kolaylaştırmıştır.

Adolf Hitler

II. Dünya Savaşı

Hitler, Wehrmacht’ı güçlendirdikten sonra ideolojisi gereği Alman milleti için oluşturması gereken “Lebensraum”un temellerini atmaya başladı. Öncelikle Avusturya ile birleşimi (Anschluss) gerçekleştirdi. Hemen ardından Münih Antlaşması ile Südet bölgesini elde etti. Daha sonra antlaşmaya uymayarak Çekoslovakya’nın geri kalanını müttefiki Macaristan ile işgal etti. Litvanya’dan Memel bölgesini istedi ve aldı. En son yapılması gereken Doğu Prusya ile ana toprakların birleştirilerek Prusya’nın toprak bütünlüğünün garanti altına alınması idi. 23 Ağustos 1939 tarihinde Sovyetler ile anlaşarak ortak bir şekilde Polonya’nın ve Doğu Avrupa’nın bölüşülmesini sağladı. 1 Eylül akşamı Danzig şehrinin Almanya’ya ilhakı için Polonya’ya bir nota verdi ve nota reddedildi. Bunun üzerine Hitler Polonya’ya askerî müdahalede bulundu. İlerleyen süreçte Birleşik Krallık ve Fransa da Almanya’ya savaş ilan etti, böylece II. Dünya Savaşı fiilen başlamış oldu.

Japonya ile ittifak

Şubat 1938’de, yeni atanan dışişleri bakanı, güçlü bir şekilde Japon yanlısı Joachim von Ribbentrop’un tavsiyesi üzerine Hitler, Çin Cumhuriyeti ile Çin-Alman ittifakını sona erdirerek bunun yerine daha modern ve güçlü Japonya İmparatorluğu ile ittifaka girdi. Hitler, Mançurya’daki Japon işgali altındaki devlet olan Mançukuo’nun Almanya tarafından tanındığını duyurdu ve Almanların Japonya’nın elindeki Pasifik’teki eski kolonileri üzerindeki iddialarından vazgeçti. Hitler, Çin’e silah sevkiyatına son verilmesini emretti ve Çin Ordusu ile çalışan tüm Alman subaylarını geri çağırdı. Misilleme olarak, Çinli General Chiang Kai-shek Almanları birçok Çin hammaddesinden mahrum bırakarak tüm Çin-Alman ekonomik anlaşmalarını iptal etti.

Polonya

Almanya, 1 Eylül sabahı herhangi bir savaş ilanı olmaksızın Polonya’ya saldırdı. Alman planına göre Batı Cephesi’nden kaydırılan birlikler sayesinde 1 ay içinde Polonya işgal edilecek ve hemen ardından ordu bütün gücünü batıya çevirecekti. Savaş boyunca Wehrmacht generallerinin kullandığı Blitzkrieg taktiklerinin ilk örnekleri Polonya’da görülmüştür. Kısa sürede Alman birlikleri Varşova’yı ele geçirmiştir. Ülkenin doğusunu ise Almanlar ile anlaşan Sovyetler ele geçirmiştir.

“Sarı durum” ve “kırmızı durum”

Almanya Polonya’yı ele geçirdikten sonra askeri güç ve yığınağını batıya kaydırdı. Ancak Müttefik generalleri arasında Almanya’nın saldırıp saldırmayacağı veya Fransa’ya saldırırsa nereden saldıracağı tam olarak kestirilemiyordu. Almanlar ise ikinci bir Marne Bozgunu yaşamamak için deniz kıyısından saldırmayı öngören Schlieffen Planı’nı tekrar kullanmayacaktı. Alman Genelkurmayı Müttefikler’e kendilerinin yenileştirilmiş bir Schlieffen Planı’nı kullandıklarını düşündürmek için Hollanda’yı da işgal bölgesine kattı. Ancak esas vurucu darbe Ardenler bölgesinden saldıracak zırhlılardı. Nitekim Müttefikler Ardenler bölgesindeki ormanlık alanın herhangi bir zırhlı saldırısını engelleyeceğini veya kısıtlayacağını düşünüyordu. Ancak planlar boşa çıktı. BEF ve Fransız ordusu 20 günde Almanlara yenildi. BEF ve Fransa’ya ait 1.400.000 kadar askeri İngiltere’ye esir olmaktan Dunkerque Tahliyesi’yle kurtardı. Bunun üzerine zaten bir çıkarmaya sert bir şekilde direnecek olan Birleşik Krallık ana topraklarının güvenliğini sağladı. Kısa bir süre sonra Fransız ordusu teslim oldu ve işbirlikçi Vichy Fransası kuruldu.

Barbarossa Harekâtı

Almanya, sırası ile Polonya, Danimarka-Norveç, Fransa cephelerinde galip geldikten sonra Çelik Paktı’ndan askeri bir darbe ile ayrılan Yugoslavya’ya bir cezalandırma saldırısı uyguladı, ardından işgal etti. Daha sonra müttefiki İtalya Krallığı ile savaşta olan Yunanistan’ı Bulgaristan ile birlikte işgal etti. Hitler, I. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinde Alman komünistlerin büyük etkisi olduğunu düşünüyor ve Sovyetler’in ise esas kışkırtıcı olduğunu ima eden hareketlerde ve konuşmalarda bulunuyordu. Başarısız Birahane Darbesi sonrasında cezaevinde iken yazdığı politik görüşlerini öne süren Kavgam’da açık açık Alman ırkının yaşayabilmesi için “Lebensraum”unu doğuya doğru genişletmesi gerektiğini söylemiştir. Stalin ise pek çok sorunu görmezden gelerek Müttefikler’in de kibirli davranışları sonucu Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzalamış ve Nazi Almanyası ile birlikte Doğu Avrupa’yı işgal etmişti. Ancak Hitler tarafından Kızıl Ordu’nun bazı sorunları Kış Savaşı sırasında ortaya çıkmıştı.

Viyana Diktası ile Romanya’da faşist bir yönetim kurulmuş olan Bulgaristan ise Yunan Makedonyası ile Dobruca’nın bir kısmı karşılığı Mihver Devletleri safında savaşa girmişti. Finlandiya ise Kış Savaşı ile aksak bir barışa sahip ve kaybettiği toprakları geri almak ister bir durumda idi. Ayrıca Kızıl Ordu’nun agresif hareketleri sürekli sınır ülkelerinde daha radikal hükûmetlere yol açıyordu. Alman ordusu kısa sürede Doğu Cephesi’ne bütün gücünü yığdı. 1941 yazı sonunda bir savaş ilanı olmaksızın ilk Alman birlikleri Sovyetler’e saldırdı ve dört sene sürecek olan Doğu Cephesi Savaşları başladı.

Afrikakorps ve İtalya Cephesi

Almanya’nın müttefiki İtalya, Libya’da başlarda İngilizlere karşı başarı alıyormuş gibi gözükse de daha sonradan Libya’nın çok önemli mevkilerinden birini kaybetmiş ve başarısızlığa uğramıştı. Bunun üzerine Alman Genelkurmayı İtalya’ya yardım etme kararı aldı. Esasen Afrikakorps efsanevi komutan Erwin Rommel ile başarılı olsa da sürekli desteklenen İngiliz Ordusu -ki Afrikakorps öncelikli bir cephede değildi, öncelik Doğu Cephesi’ndeydi- ve Japonya ile imzaladığı antlaşma gereği Almanya’nın Pearl Harbor baskınından sonra ABD’ye savaş ilan etmiş olmasıyla ve bunun sonucu ABD’nin Vichy Fransası’na saldırmasıyla sıkıştı. Ayrıca İngilizlerin, Almanların Enigma şifreleme sistemini çözmesi ile Afrika’ya göndereceği yardımların güzergâhı ve saati önceden biliniyor ve Kuzey Afrika limanlarına ulaşamadan Akdeniz’deki hakim konumdaki İngiliz donanmasınca imha ediliyordu. Belli bir süre sonra ise Tunus üzerinden Sicilya ve Güney İtalya’nın savunmasına atandı. Ancak Müttefikler başarılı Sardinya, Anzio ve Sicilya çıkarmalarından sonra Roma’ya doğru ilerlemeye başlayınca İtalyan Hükûmeti kayıtsız şartsız teslim oldu. Buna rağmen yenilen İtalyan Ordusu’nun artıkları Roma’nın kuzeyinde bazı savunma hatları kurdular. Savaş burada durgun bir şekilde geçti.

Normandiya

Amerika’nın savaşa girmesi güç dengelerini değiştirmişti. Müttefikler İtalya’da savaşı kazanmış, ancak Almanya’ya karşı gerçekçi bir ilerleme kazanmamış hatta durdurulmuştu. Kara Avrupası’na farklı noktalardan saldırılması gerekiyordu. Başlarda yaklaşan Sovyet işgaline karşı Balkanlar’a bir çıkarma düşünüldüyse de daha sonra Fransa’da karar kılınmıştır. 1944 yılı yazında Müttefikler Normandiya Kıyıları’ndan dört sahilden çıkarma yapmış, Caen ve Cherbourg gibi bölgelere ise hava indirme tümenleri ile saldırmışlardı. Kanlı mücadelelerden Sonra Alman Ordusu Müttefik ordusunu Alsas-Loren ve Belçika sınırlarında durdurabildi. Ardenler gibi belli başlı karşı taarruzlarda bulunabilse de tam anlamıyla bir yenilgi aldı ve Almanya’nın insan ve kaynak gücü tükendi. Müttefikler yavaş yavaş Almanya’yı batıdan işgal etmeye başladı. Hitler’in 1944’teki Normandiya Çıkarması’na yanıt vermekte gecikmesi, Müttefiklere sahili güvence altına almak için gerekli zamanı verdi.

Sovyet ilerleyişi ve Berlin Muharebesi

Doğu Cephesi’nde dengeler, Almanya’nın İtalya’da ve Fransa’da savaşa girmesi ile değişti. Değişen dengeler sonucunda Sovyetler hızlı bir ilerlemeye başladı. Stalingrad’da esir düşen asker sayısının da fazla olması nedeniyle Alman Ordusu güçsüz bir konuma geldi. Sırasıyla Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya taraf değiştirdi. Yugoslavya topraklarında ise partizan gruplar belli başlı bölgelerde yönetimi ele geçirdiler. 1945 baharında ise Sovyet birlikleri Polonya’yı ele geçirdi ve Pomeranya’da ilerlemeye başladı. Ocak 1945’te Almanya’nın çoğu harap durumdayken, Hitler radyoda şunları söyledi: “Kriz şu anda ne kadar vahim olursa olsun, her şeye rağmen bizim değişmez irademiz tarafından yönetilecektir.” 16 Nisan’da başlayan Berlin Muharebesi 2 Mayıs’ta sonuçlandı. Reichstag’da Sovyet bayrağı dalgalanıyordu. Hitler 30 Nisan 1945’te intihar ederek yaşamına son vermişti.

Adolf Hitler

Kişisel özellikleri

Hitler’in genel olarak ele alınan en önemli özelliği insanları çabuk etkileyebiliyor olmasıydı. Bu, nasyonal sosyalizm propagandasıyla birleştirilerek halka sunuluyordu. Hitler’in üstün bir insan olduğu lanse ediliyor, konuşmalarındaki tavırlarıyla bunu, onu dinleyen kitleye hissettirmeye çalışıyordu. Çoğu NSDAP yöneticisinin onu saplantılı bir biçimde benimsemesi ve bu yöneticilerin halkla bir araya geldiklerinde kendi iç yapılarının Hitler’e bağımlı olduğunu bariz şekilde göstermesi yapılan propagandanın etkilerindedir. Nazi Almanyası Hava Kuvvetleri Komutanı olan Hermann Göring, Hitler için şöyle demiştir: Ben vicdansız biriyim. Benim vicdanım Adolf Hitler’dir.

Mimik ve jestlerini ustaca kullanan Hitler, konuşmalarında hangi hareketleri yapacağına saatlerce çalışır ve bunları fotoğraflarla kayıt altına alırdı.
Hitler, mücadeleci bir kişilik sergilemeye çalışıyor ve üstün niteliklere sahipmiş izlenimi vermek için vücut dilini etkin bir biçimde kullanıyordu. Sert bakışlar, ani hareketler ve uzun konuşmalar propaganda amacı ile yapılan ayrıntılardı. Kendisini yanılmaz, hata yapmaz bir lider olarak göstermeye çalışıyor, eskiden savunduğu görüşleri hâlen sıkı sıkıya savunduğunu belirtiyordu. Goebbels onun için şöyle demiştir: Führer hiç değişmez. Çocukken nasılsa şimdi de öyledir.

Saplantılarla dolu hayatında sanata çok önem vermiş, özellikle resim konusunda kendisini otorite olarak kabul etmiştir. Annesinin ölümünden sonra sulu boya resimler yaparak otel odalarında yaşadığı biliniyor, kazandığı parayla müzeleri geziyor, umarsızca parasını tüketiyordu.

Opera müziğine saplantılı derecede hayrandı. Gençliğiyle ilgili anılarında anlatmış olduğuna göre, harçlığının bir kısmını düzenli aralıklarla operaya gitmek için harcamaktaydı. Alman opera bestecisi Richard Wagner’a tutkuyla bağlıydı. Hitler’in Wagner takıntısı 12 yaşında başladı. Besteci, onun üzerinde oldukça etkili olmuştu. Adolf Hitler, kitabı Kavgam’ın ilk bölümünde şöyle yazmıştı: 12 yaşıma geldiğimde, hayatımdaki ilk operayı gördüm, Lohengrin. Bir anda bağımlısı oldum. Bavyera Ustası (Richard Wagner) için olan gençlik coşkum sınır tanımıyordu.

Ölümsüzlük hissi Hitler’in başka bir saplantısıdır. Bu fikre, ondan önce doğan kardeşlerinin ölmüş olması yüzünden kapılmış olabilir. Diğerleri ölürken kendisinin hayatta kalması özel olduğu hissini uyandırmıştır. Kendisini ilahi koruma altında görmesini sağlayan dayanaklardan biri de I. Dünya Savaşı’nda cephedeyken içinden bir sesin yerinden kalkıp başka bir yere gitmesini söylemesidir. Bu içsel sesten sonra bir bombanın terk ettiği cepheye düşmesi ve oradaki arkadaşlarının ölmesi inandığı düşünceyi saplantılı hâle getirmesine sebep olmuştur. Hitler’e 42 kez suikast girişiminde bulunulmuştur. Bunların çoğundan aldığı ufak yaralarla kurtulmayı başarmıştır.

Ölümü

Savaş sonucunda Almanya’nın yenilgisinin kesinleşmesi ve ümitsizliğin iyice artması üzerine 30 Nisan 1945’te Berlin’de eşi Eva Braun’la birlikte intihar etmeye karar verirler. Kendilerini bir odaya kaparlar ve önce Eva Braun içinde siyanür bulunan bir kapsülü ısırır ve zehir saniyeler içinde etkisini gösterir, hemen ardından ise Hitler bir siyanür kapsülünü ısırır ve eş zamanlı olarak tabancayla sağ şakağına ateş eder. (Hitler’in çene kemiğinde hiçbir barut kalıntısı tespit edilmedi, bu da Hitler’in ağzından bir kurşun yarasıyla ölmediğini göstermektedir.) Kendi isteğiyle Führerbunker bahçesinde benzinle cesetleri, bombaların neden olduğu bir çukura yerleştirilip yakılmıştır. Hitler’in bunu istemesinin sebebinin Sovyet ordusu tarafından yakalanıp teşhir edilmek istememesi olduğu iddia edilmektedir. İntihar etmeden önce yanındaki generallere “Cesedimi Rusların eline asla vermemelisiniz, beni Moskova’da heykel yaparlar.” demiştir.

Rus güçleri içeri girip cesetleri bulduğunda ise diş kayıtlarıyla yapılan otopside teşhis edilen Hitler’in ve Eva Braun’un cesetleri, bir çeşit türbe hâline gelmelerini önlemek için bir süre dolaştırıldıktan sonra, gizli Sovyet departmanı SMERSH tarafından Magdeburg’daki yeni başmerkezlerinde gömüldü. 4 Nisan 1970’te bir Sovyet KGB ekibi tarafından, Magdeburg’da bulunan SMERSH’in tesisinde bulunan mezardan Hitler ve Braun’un kalıntılarını çıkarılarak tamamen yakıldı ve külleri Elbe Nehri’nin bir kolu olan Biederitz nehrine döküldü.

Hitler, ölümünün ardından yıkıma devam edilmesi için emirler bırakmış ve vasiyetnamesinde diğer NSDAP liderlerini görmezden gelerek Karl Dönitz’i Almanya cumhurbaşkanı, Joseph Goebbels’i de Almanya şansölyesi olarak göstermişti. Buna rağmen Joseph Goebbels ve eşi Magda Goebbels de 1 Mayıs 1945’te intihar etti.

Adolf Hitler

Vasiyeti

Hitler, iki vasiyetnamesinden ilki olan siyasi vasiyetnamesinde “Almanya’nın bütün milletler ve Alman ulusu için zehir gibi tehlikeli olan Yahudileri ve Bolşevizm’i kovalamaktan asla vazgeçmemesi” gerektiğini belirtmekteydi. Hitler’e göre Almanya’nın geleceğini tartışmasız bu olgu belirleyecekti. Hitler, savaşa girmekte haklı olduğunu savunuyor ve yenilgiden “korkak ve yalancı” olmakla itham ettiği generalleri sorumlu tutuyordu. İkinci vasiyeti olan özel vasiyetnamesinde ise tüm hayatı boyunca topladığı sanat eserleriyle doğduğu şehir olan Linz’de bir müze kurulmasını istedi. Tüm şahsi mallarını partiye, eğer parti kalmamışsa devlete bıraktığını ifade etti.

Özel hayatı

Aile

Hitler, kendisini tamamen siyasi misyonuna ve millete adamış, ev hayatı olmayan bekâr bir adam olarak kamusal bir imaj yarattı. 1929’da sevgilisi Eva Braun ile tanıştı ve her ikisi de intihar etmeden bir gün önce 29 Nisan 1945’te onunla evlendi. Eylül 1931’de üvey yeğeni Geli Raubal, Münih’teki dairesinde Hitler’in silahıyla intihar etti. Günümüz söylentileri arasında arasında Geli’nin kendisiyle romantik bir ilişki içinde olduğu ve ölümünün derin, kalıcı bir acı duyduğu söylentileri vardı. Hitler’in küçük kız kardeşi ve yakın ailesinin yaşayan son üyesi Paula Hitler, Haziran 1960’ta öldü.

Din üzerine görüşleri

Hitler, Katolik bir anne ve antiklerikal görüşleri olan bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi; Hitler evden ayrıldıktan sonra bir daha asla kiliseye veya ayinlere katılmadı. Albert Speer, Hitler’in kiliseye karşı siyasi arkadaşlarına saldırdığını ve kiliseyi hiçbir zaman resmi olarak terk etmemiş olmasına rağmen, kiliseye bağlı olmadığını belirtir. Hitler’in, organize bir dinin yokluğunda insanların gerici olduğunu düşündüğü mistisizme döneceğini hissettiğini ekliyor. Speer’e göre Hitler, Japon dinî inançlarının veya İslamın Almanlar için “uysal ve gevşek” Hristiyanlıktan daha uygun bir din olacağına inanıyordu.

Tarihçi John S. Conway, Hitler’in temelde Hristiyan kiliselerine karşı olduğunu belirtir. Bullock’a göre, Hitler Tanrı’ya inanmıyordu, antiklerikal görüşteydi ve Hristiyan etiğini küçümsüyordu çünkü onun tercih ettiği “en güçlünün hayatta kalması” fikrine aykırıydılar. Protestanlığın kendi görüşlerine uyan yönlerini tercih etti ve Katolik Kilisesi’nin hiyerarşik organizasyonunun, ayinlerinin ve deyimlerinin bazı unsurlarını benimsedi. Hitler kiliseyi toplum üzerinde önemli bir siyasi muhafazakar etki olarak gördü ve kilise ile “acil siyasi amaçlarına uygun” stratejik bir ilişki benimsedi. Halk arasında Hitler, Yahudilere karşı savaşan bir “Aryan İsa”ya inandığını iddia etse de, Hristiyan mirasını ve Alman Hristiyan kültürünü sıklıkla övdü. Hristiyanlık yanlısı söylemlerine karşı, Hristiyanlığı “saçmalık” ve “yalanlara dayanan saçmalık” olarak tanımlayan ifadeleriyle çelişiyordu.

ABD Stratejik Hizmetler Ofisi’nin (OSS) “Nazi Master Plan” adlı raporuna göre, Hitler, Reich içindeki Hristiyan kiliselerinin etkisini yok etmeyi planladı. Nihai hedefi Hristiyanlığın tamamen ortadan kaldırılmasıydı. Bu hedef, Hitler’in hareketini erken dönemde bilgilendirdi, ancak o, bu aşırı pozisyonu alenen ifade etmenin uygunsuz olduğunu gördü. Bullock’a göre Hitler, bu planı uygulamadan önce savaşın bitmesini beklemek istemişti.

Speer, Hitler’in Heinrich Himmler’in ve Alfred Rosenberg’in mistik fikirlerine ve Himmler’in SS’i mitolojileştirme girişimine olumsuz bir bakış açısına sahip olduğunu yazdı. Hitler daha pragmatikti ve tutkuları daha pratik kaygılara odaklandı.

Hitler, Hristiyanlığın yanı sıra ateizmi de eleştirdi.

Sağlığı

Araştırmacılar çeşitli şekillerde Hitler’in irritabl bağırsak sendromu, deri hastalıkları, düzensiz kalp atışı, koroner skleroz, Parkinson hastalığı, Frengi, dev hücreli arterit ve Kulak çınlamasından muzdarip olduğunu öne sürdüler. 1943’te OSS için hazırlanan bir raporda, Harvard Üniversitesi’nden Walter C. Langer, Hitler’i “nevrotik bir psikopat” olarak tanımladı. Tarihçi Robert G. L. Waite, 1977 tarihli The Psychopathic God: Adolf Hitler adlı kitabında, borderline kişilik bozukluğundan muzdarip olduğunu öne sürer. Tarihçiler Henrik Eberle ve Hans-Joachim Neumann, Parkinson hastalığı da dahil olmak üzere bir dizi hastalıktan muzdarip olmasına rağmen, Hitler’in patolojik sanrılar yaşamadığını ve kararlarının her zaman tamamen farkında ve dolayısıyla sorumlu olduğunu düşünüyorlar. Hitler’in tıbbi durumuyla ilgili teorileri kanıtlamak zordur ve bunlara çok fazla ağırlık vermek, Nazi Almanyasının birçok olayını ve sonuçlarını bir bireyin muhtemelen bozulmuş fiziksel sağlığına atfetme etkisine sahip olabilir. Ian Kershaw, Holokost ve II. Dünya Savaşı için yalnızca bir kişiye dayanarak dar açıklamalar peşinde koşmak yerine, hangi sosyal güçlerin Nazi diktatörlüğüne ve politikalarına yol açtığını inceleyerek Alman tarihine daha geniş bir bakış açısının daha iyi olduğunu düşünüyor.

1930’larda bazen Hitler, 1942’den itibaren tüm et ve balıklardan kaçınarak esas olarak vejetaryen diyetini benimsedi. Sosyal etkinliklerde bazen misafirlerinin etten uzak durmalarını sağlamak amacıyla hayvanların katledilmesi ile ilgili grafik anlatımlara yer verdi. Özel sekreteri Martin Bormann, Hitler’e düzenli olarak taze meyve ve sebze tedariki sağlamak için Berghof yakınlarında (Berchtesgaden yakınlarında) bir sera inşa ettirdi.

Hitler vejetaryen olduğu dönemde alkol içmeyi bıraktı ve bundan sonra sadece çok nadiren sosyal ortamlarda bira veya şarap içti. Yetişkin hayatının çoğunda sigara içmiyordu, ancak gençliğinde çok sigara içiyordu (günde 25 ila 40 sigara); sonunda alışkanlığını “para kaybı” olarak nitelendirerek sigarayı bıraktı. Alışkanlığı kırabilecek herkese altın bir saat hediye ederek yakın arkadaşlarını sigarayı bırakmaya teşvik etti. Hitler, 1937’den sonra ara sıra amfetamin kullanmaya başladı ve 1942’nin sonlarında bağımlı hâle geldi. Speer, bu amfetamin kullanımını Hitler’in giderek artan düzensiz davranışına ve esnek olmayan karar verme sürecine bağladı (örneğin, cephelerde nadiren askeri geri çekilmelere izin veriyordu, Normandiya Çıkarması’na yanıt vermekte gecikti).

Savaş yıllarında özel doktoru Theodor Morell tarafından 90 ilaç reçete yazılan Hitler, kronik mide sorunları ve diğer rahatsızlıklar için her gün birçok hap alıyordu. Düzenli olarak amfetamin, barbitüratlar, opiatlar ve kokain ile potasyum bromür ve atropa belladonna tüketiyordu. 20 Temmuz 1944’te kendisine yapılan suikast girişiminde patlayan bomba sonucu kulak zarı yırtıldı ve bacaklarından 200 ağaç kıymığı çıkarıldı. Hitler’in haber filminde sol elinde titreme ve savaştan önce başlayan ve hayatının sonlarına doğru kötüleşen yürüyüşü görülmektedir. Ernst-Günther Schenck ve hayatının son haftalarında Hitler ile tanışan diğer birkaç doktor da kendisine Parkinson hastalığı teşhisi koymuştur.

Eylül 1944’te Otto Skorzeny, Wolfsschanze’de Hitler ile bir araya geldi ve savaşın Hitler üzerinde belirgin bir baskı oluşturduğuna dikkat çekti:

“ Başkomutan’ın ortaya çıkışıyla derinden sarsıldım, onu en son bir önceki sonbaharda gördüğümde nasıl göründüğünü hatırladım. Eğildi ve çok daha yaşlı görünüyordu, sesinde yorgun bir ton vardı. Bir hastalığa yakalanıp yakalanmadığını merak ettim. Sol eli o kadar şiddetli titriyordu ki, ayağa kalktığında sağ elini tutmak zorunda kaldı.

Hitler’in Parkinson hastası olduğu iddiasına karşı çıkan uzmanlar da bulunmaktadır.

Adolf Hitler

Mirası

Hitler’in intiharı günümüzde bir “büyünün” kırılmasına benzetilir. Hitler’e halk desteği, o öldüğü zaman çökmüştü ve çok az Alman onun ölümünün yasını tuttu; Ian Kershaw, sivillerin ve askeri personelin çoğunun ülkenin çöküşüne alışmakla ya da herhangi bir çıkar elde edemeyecek kadar savaştan kaçmakla meşgul olduğunu savunuyor. Tarihçi John Toland’a göre, nasyonal sosyalizm, lideri olmadan “bir balon gibi patladı.” Temmuz 1952’de, tüm Batı Almanya’nın yüzde 24’ü hala Hitler hakkında iyi bir fikre sahipti.

Hitler’in eylemleri ve Nazi ideolojisi neredeyse evrensel olarak son derece ahlaksız olarak kabul edilir; Kershaw’a göre, “Tarihte hiçbir zaman böyle bir yıkım -fiziksel ve ahlaki- tek bir adamın adıyla ilişkilendirilmemiştir.” Hitler’in siyasi programı, yıkılmış ve fakir bir Doğu ve Orta Avrupa’yı geride bırakarak bir dünya savaşına yol açtı. Almanya, Stunde Null (Sıfır Saat) olarak nitelendirilen toptan yıkıma uğradı. Hitler’in politikaları, daha önce görülmemiş bir ölçekte insanların acı çekmesine neden oldu; R.J. Rummel’e göre, Nazi rejimi, tahminen 19,3 milyon sivilin ve savaş esirinin öldürülmesinden sorumluydu. Ayrıca, II. Dünya Savaşı’nın Avrupa Cephesi’ndeki askerî harekât sonucunda 28,7 milyon asker ve sivil öldü. İkinci Dünya Savaşı sırasında öldürülen sivillerin sayısı, savaş tarihinde eşi benzeri görülmemişti. Tarihçiler, filozoflar ve politikacılar Nazi rejimini tanımlamak için sıklıkla “kötü” kelimesini kullanırlar. Birçok Avrupa ülkesi hem Nazizmin teşvik edilmesini hem de Holokost inkârını suç saymıştır.

Tarihçi Friedrich Meinecke, Hitler’i “tarihsel yaşamda kişiliğin tekil ve hesaplanamaz gücünün en büyük örneklerinden biri” olarak tanımladı. İngiliz tarihçi Hugh Trevor-Roper, onu “tarihin ‘korkunç basitleştiricileri’ arasında, en sistematik, en tarihsel, en felsefi ve yine de dünyanın şimdiye kadar gördüğü en kaba, en acımasız, en az yüce lideri olarak gördü. Tarihçi John M. Roberts’a göre, Hitler’in yenilgisi, Almanya’nın hâkim olduğu bir Avrupa tarihinin sonunu getirdi. Onun yerine, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer NATO ülkelerinin hakim olduğu Batı Bloku ile Sovyetler Birliği’nin hakim olduğu Doğu Bloku arasında küresel bir çatışma olan Soğuk Savaş ortaya çıktı. Tarihçi Sebastian Haffner, Hitler ve Yahudilerin yerinden edilmesi olmadan modern İsrail ulus devletinin var olamayacağını iddia ediyor. Hitler olmasaydı, eski Avrupa etki alanlarının ve sömürgeciliğin kaldırılmasının erteleneceğini iddia ediyor. Dahası, Haffner, Büyük İskender dışında, Hitler’in de nispeten kısa bir zaman aralığında geniş çapta dünya çapında değişikliklere neden olması açısından karşılaştırılabilir diğer tarihsel figürlerden daha önemli bir etkiye sahip olduğunu iddia ediyor. Adolf Hitler istatistiklere göre Nasıralı İsa’dan sonra hakkında en çok yayın yapılmış kişidir.

Propaganda

Hitler siyasi kariyeri boyunca birçoğu Leni Riefenstahl tarafından yapılan ve modern film yapımcılığının öncüsü olarak kabul edilen bir dizi propaganda filminde yer aldı ve rol aldı. Hitler’in propaganda filmi gösterileri arasında şunlar yer alıyor:

Der Sieg des Glaubens (İnancın Zaferi, 1933)
Triumph des Willens (İradenin Zaferi, 1935)
Tag der Freiheit: Unsere Wehrmacht (Özgürlük Günü: Silahlı Kuvvetlerimiz, 1935)
Olympia (1938)

İlgili belgeseller

  • ‘Leni’ Riefenstahl, ‘Sieg des Glaubens’, (1933) Fragman 12 Eylül 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Leni’ Reifenstahl, ‘Triumph des Willens’, (1935) Fragman 25 Mart 2008 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Leni’ Riefenstahl, ‘Tag der Freiheit – Unsere Wehrmacht’, (1935) Fragman 30 Eylül 2007 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Leni’ Riefenstahl, ‘Olympia I: Fest der Völker’, (1938) Fragman 19 Şubat 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Leni’ Riefenstahl, ‘Olympia II: Fest der Schönheit’, (1938) Fragman 12 Eylül 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • ‘Das Dritte Reich – in Farbe (Third Reich in Colour)’, (TV, 1998)
  • ‘Sie wollten Hitler töten’, (TV, 2004)
  • ‘Hitler – Eine Bilanz’, (TV, 2005)
  • ‘Kıyamet: Hitler’in Yükselişi’
  • ‘Kavgam’ (belgesel)
  • ‘Hitler: Öldüren Karizma’

BÜLENT ECEVİT

Mustafa Bülent Ecevit (28 Mayıs 1925 – 5 Kasım 2006); Türk gazeteci, şair, yazar ve siyasetçidir. Eski Türkiye başbakanı, çalışma ve sosyal güvenlik bakanı, devlet bakanı ve başbakan yardımcısı. 1974–2002 yılları arasında dört kez Türkiye başbakanlığı görevini üstlenmiştir. 1972–1980 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanlığında, 1987–2004 yılları arasında ise Demokratik Sol Parti genel başkanlığında bulunmuştur. 1961–1965 yılları arasında İsmet İnönü tarafından kurulan hükûmetlerde çalışma bakanı olarak yer almıştır. Ecevit, 20 Temmuz 1974 tarihinde ilk Kıbrıs Harekâtı’nı, 14 Ağustos 1974 tarihinde ise “Ayşe tatile çıksın.” parolasıyla ikinci harekâtı başlatmıştır. 1999 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesini sağlamıştır. Anne tarafından dedesi olan Medine Harem Şeyhi Hacı Emin Paşa’dan kendisine kalan Medine’deki yüklü mirası 2005 yılında Türk hacılarının yararlanması koşuluyla devlete, Diyanet İşleri Başkanlığına bağışlamıştır.

Siyasi kariyerine CHP’de başlayan Ecevit, ilk defa 1957 genel seçimlerinde CHP Ankara milletvekili olarak Meclise girmiştir. 1972 yılında istifa eden İsmet İnönü’nün yerine genel başkanlığa seçilmiştir. Genel başkanlığı sırasında partisi 1973 genel seçimlerinde %33,3 oy almıştır. 1974 yılında genel başkanlığını Necmettin Erbakan’ın yaptığı Millî Selamet Partisi ile kurduğu koalisyon hükûmetinde ilk defa başbakanlık görevini almıştır. Başbakanlık döneminde 1974 yılında Kıbrıs Harekâtı yapılmıştır. 10 ay süren bu koalisyon hükûmeti Ecevit’in istifasıyla dağılmıştır. 1977 genel seçimlerinde parti, oy oranını %41,4’e çıkarmıştır. Bu oy oranı, sol görüşlü bir partinin çok partili siyasal yaşamda kazandığı en yüksek oy oranı olarak tarihe geçmiştir. 1978 yılında yeni bir hükûmet kurarak tekrar başbakan olmuştur. 1979 yılında ara seçimlerde başarısızlığa uğrayınca görevden çekilmiştir.

Ecevit, 12 Eylül Darbesi sonrası diğer bütün partilerin ileri gelenleriyle birlikte 10 yıl siyaset yasaklıları kapsamına alınmıştır. Siyasal yasağı devam ederken eşi Rahşan Ecevit’in başkanlığında Demokratik Sol Parti kurulmuştur. 1987 yılında yapılan referandumla siyasal yasağı kaldırılınca (%50,16) DSP’nin başına geçmiştir. 1987 Türkiye genel seçimlerinde partisinin milletvekili çıkaramaması üzerine aktif siyasetten ve genel başkanlıktan ayrılacağını açıklamıştır. Ancak 1989’da aktif siyasete dönmüştür. 1999’da kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonunda yeniden başbakanlık koltuğuna oturmuştur. 2002 Türkiye genel seçimlerinde partisi baraj altında kalmış ve seçilememiştir. 2004 yılında yapılan DSP 6. Olağan Kurultay ile aktif siyaseti bırakmıştır. 5 Kasım 2006 pazar günü dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu ölmüştür.

Bülent Ecevit

Özel yaşamı

Ailesi

Mustafa Bülent Ecevit, 28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul’da doğdu. Mustafa ismi, Huzur-u Hümayun hocalarından dedesi Kürdizade Mustafa Şükrü Efendi’den kaynaklanmaktadır. Babası, Kürdizade Mustafa Şükrü Efendi’nin oğlu Kastamonu doğumlu Fahri Ecevit, Ankara Hukuk Fakültesinde adli tıp profesörüydü. (15 Ocak 1945 tarihli Ecevit’in AÜ DTCF öğrenci kimlik cüzdanındaki nüfus cüzdan suretine göre baba adı Fahrettin, gene 5 Mayıs 1951 tarihli AÜ DTCF talebe hüviyet cüzdanındaki nüfus cüzdan suretine göre baba adı Mehmet Fahrettin, öte yandan babasının 31 Ekim 1951 tarihli Yeni Sabah gazetesindeki ölüm ilanında Prof. Dr. Fahri Ecevit, ayrıca babasının kullandığı kartvizitte Pr. Dr. Fahri Ecevit.) Fahri Ecevit daha sonra siyasete girerek 1943-1950 yılları arasında CHP’den Kastamonu milletvekilliği yaptı. İstanbul doğumlu olan annesi Fatma Nazlı ise ressamdı.

Osmanlı döneminde Suudi Arabistan’da kutsal toprakların koruyucusu olarak görev yapan Mekke Şeyhülislamı Hacı Emin Paşa, Ecevit’in anne tarafından büyük dedesiydi. Ecevit’in annesi vefat ettiği için miras kendisine kalmıştır. Mirasla ilgili öteden beri bilgi sahibi olan Ecevit, mirasa sahip olma adına herhangi bir girişimde bulunmamıştı. Ecevit’in basına yaptığı açıklamayla kamuoyunun haberdar olduğu miras yaklaşık 110 dönümlük bir arazi ve bu arazilerdeki taşınmazlardan oluşuyordu. Miras kalan topraklar Mescidi Nebevi bölgesinin 99 dönümlük kısmını oluşturuyordu. Medine Mahkemesi tarafından yapılan gayriresmî değer tespitinde, gayrimenkule 11 milyar değer biçilmişti. Davanın avukatlarından Alphan Altınsoy da arsaların toplam değerinin 2 milyar doları bulduğunu belirtmişti. Ecevit, ömrünün son zamanlarında miras yoluyla sahip olduğu serveti Türk hacıların faydalanması için bağışlamıştı. Ecevit’in bu davranışı ilk bakışta popülist gayelerle yapılmış bir davranış gibi görülebilirdi ancak Ecevit böyle bir mirasa sahip olduğunu ve bunu da Diyanete bağışladığını açıkladığında politikada aktif değildi.

Eğitimi

Bülent Ecevit, 1944 yılında Robert Kolejinden mezun oldu. Önce Ankara Hukuk Fakültesi, sonra da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Filolojisi bölümüne kayıt yaptırmasına rağmen yükseköğrenimine devam etmedi. İngiltere’de bulunduğu yıllarda Londra Üniversitesine kayıt yaptırdı. Burada İngiliz dili ve edebiyatı, Sanskritçe, Bengalce ve sanat tarihi üzerine eğitim aldı ancak eğitimini tamamlamadı.

Çalışma hayatı

Bülent Ecevit, çalışma hayatına 1944’te Basın Yayın Genel Müdürlüğünde çevirmenlik yaparak başladı. 1946-1950 yılları arasında Londra Elçiliğinin Basın Ataşeliğinde kâtip olarak çalıştı. 1950 yılında Cumhuriyet Halk Partisinin yayın organı olan Ulus gazetesinde çalışmaya başladı. 1951-52’de yedek subay olarak askerliğini yaptıktan sonra yeniden gazeteye döndü. Ulus gazetesi Demokrat Parti tarafından kapatılınca Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinde yazar ve yazı işleri müdürü olarak görev yaptı. 1955 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Kuzey Karolina eyaletinin Winston-Salem kentinde, The Journal and Sentinel’de konuk gazeteci olarak çalıştı. 1957’de Rockefeller Foundation Fellowship Bursu ile yeniden ABD’ye gitti, Harvard Üniversitesinde sekiz ay sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yaptı. Bu sırada Ecevit’in “Hocam” diye bahsettiği Henry A. Kissinger, Harvard Üniversitesi rektörü idi. Harvard’da 1957 yılında, 1950-1960 arasında verilen antikomünizm seminerlerine Olof Palme, Bertrand Russell gibi kişilerle birlikte katıldı.

1950’lerde Forum dergisinin yazı işleri kadrosunda yer aldı. 1965’te Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazdı. 1972’de aylık “Özgür İnsan”, 1981’de haftalık “Arayış”, 1988’de aylık “Güvercin” dergilerini çıkarttı.

Evliliği

1946 yılında okuldan arkadaşı Zekiye Rahşan Aral ile evlendi. Bülent Ecevit’in vefatından 14 yıl sonra eşi Rahşan Ecevit, 17 Ocak 2020 tarihinde ölmüştür.

Siyasal yaşamı

Cumhuriyet Halk Partisi

Ulus gazetesinde başlayan siyasete ilgisi, Bülent Ecevit’i 1954 yılında CHP Çankaya Ocağına kaydolmaya itti. İlk olarak Gençlik Kolları Merkez Yönetim Kurulunda görev aldı. 32 yaşında, İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in adaylığını devretmesiyle, 27 Ekim 1957 seçimlerinde CHP’den milletvekili oldu. Milletvekili olarak siyasi yaşamına başlayan Ecevit, 12 Ocak 1959 günü toplanan CHP 14. Olağan Kurultayı’nda Parti Meclisine giren isimler arasında yer aldı. 27 Mayıs 1960 Askerî Müdahalesi’nden sonra, CHP kontenjanından, Kurucu Meclis üyesi oldu. 1961 genel seçimlerinde Zonguldak milletvekili seçildi. 1961-65 arasında görev yapan İsmet İnönü başkanlığındaki 3 koalisyon hükûmetinde de çalışma bakanı olarak yer aldı. Bu dönemde Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun çıkarılması (24 Temmuz 1963), sosyal güvenlik haklarının genişletilmesi için çaba harcadı.

Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisinin (AP) kazandığı 1965 genel seçimlerinde Zonguldak’tan yeniden milletvekili seçildi. Bülent Ecevit bu tarihten sonra muhalefete dönen CHP’nin içinde “Ortanın Solu” görüşünün öncülüğünü yapmaya başladı. Aynı dönemde parti içinde Ortanın Solu’na karşı çıkan bir klik ortaya çıktı. 18 Ekim 1966’da toplanan 18. Kurultay’da 43 yıllık CHP’nin genel sekreterliğine seçildi. CHP tarihinde ilk defa bir genel sekreter ilçelerden köylere bütün CHP örgütlerini tek tek gezerek partililer ve delegelerle tanıştı. Ecevit; çalışkanlığı, hitabet gücü ve parti içinde demokratik sol duruşuyla giderek sivrildi. Ortanın Solu, partinin temel ilkesi olarak kabul edildi. Ecevit, Ortanın Solu hareketiyle CHP’nin aşırı sola bir duvar çektiğini, AP’nin de aşırı sağa karşı bir duvar çekmesiyle demokrasinin sürekli yaşama olanağı bulacağını savundu.

1967’de Ortanın Solu politikasına karşı çıkan Turhan Feyzioğlu ile Bülent Ecevit arasındaki çatışma tırmandı. Genel Başkan İnönü, Ecevit’i desteklerken Meclis Grubu ise Feyzioğlu’nu tutuyordu. 28 Nisan 1967 tarihinde düzenlenen 4. Olağanüstü Kurultay’dan sonra Feyzioğlu önderliğindeki 47 milletvekili ve senatör partiden ayrılarak Güven Partisini kurdu. Kemal Satır önderliğindeki bir grup ise parti içinde kalarak Ortanın Solu politikasına karşı mücadeleyi sürdürdü. Genel Sekreter Ecevit, köyleri kalkındırma planını açıklayarak “Toprak işleyenin, su kullananın” sloganını ortaya attı (11 Ağustos 1969).

Bülent Ecevit

Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan sonra CHP’nin tutumu konusunda parti içinde önemli görüş ayrılıkları belirdi. İsmet İnönü, müdahaleye açıkça karşı çıkılmasını onaylamıyordu. Bülent Ecevit ise 12 Mart Muhtırası’nın CHP içindeki Ortanın Solu hareketine karşı verildiğini söyleyerek partisinin askerî yönetimce oluşturulan hükûmete katkıda bulunmasına karşı çıktı ve genel sekreterlikten istifa etti (21 Mart 1971). Ecevit’le yoğun bir mücadeleye giren İnönü, 4 Mayıs 1972’de toplanan 5. Olağanüstü Kurultay’da, “Ya ben ya Bülent!” sözleriyle siyasetinin partisince onaylanmaması durumunda istifa edeceğini açıkladı. Kurultay’da parti meclisi için yapılan güven oylamasında Ecevit yanlılarının 507’ye karşılık 709 oy ile güvenoyu alması üzerine 8 Mayıs 1972’de istifa eden İsmet İnönü’nün yerine 14 Mayıs 1972 tarihinde genel başkanlığa seçildi. İsmet İnönü böylece Türk siyasal yaşamında parti içi mücadele sonucunda değişen ilk genel başkan oldu. Kurultayın ardından Kemal Satır ve grubu partiden ayrılarak önce Cumhuriyetçi Partiyi kurdu, kısa süre sonra da Millî Güven Partisiyle birleşerek Cumhuriyetçi Güven Partisine (CGP) katıldı.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığı ve başbakanlığı

1973 cumhurbaşkanlığı seçiminde askerlerin desteklediği Emekli Orgeneral Faruk Gürler’in seçilmesine AP lideri Süleyman Demirel’le birlikte karşı çıktı. Bülent Ecevit ve Demirel’in üzerinde anlaştıkları Fahri Korutürk’ün 6 Nisan 1973’te cumhurbaşkanı seçilmesiyle (6. cumhurbaşkanı) cumhurbaşkanı seçimi krizi son buldu. Ancak Ecevit’in, Faruk Gürler’in aday olduğu seçimlere katılmama kararı almasına rağmen Gürler’e oy vermiş olan CHP Genel Sekreteri Kamil Kırıkoğlu ve arkadaşları partiden istifa ettiler.

CHP, Bülent Ecevit liderliğinde girdiği ilk genel seçimde Ak günlere olarak bilinen seçim beyannamesi etrafında toplanan politikalarla 14 Ekim 1973 genel seçimlerinde yüzde 33,3’lük oy oranıyla 185 milletvekili çıkararak birinci parti oldu. CHP’nin oy oranı bir önceki seçime göre yüzde 5,9 arttı, partinin oy oranı kırsal alanda gerilerken kentlerde arttı. Ancak Ecevit’in başkanlığındaki CHP en fazla oyu almasına rağmen çoğunluğu kazanamadı. 26 Ocak 1974 tarihinde Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Millî Selamet Partisi (MSP) ile kurduğu koalisyon hükûmetinde ilk defa başbakanlık görevini aldı.

Koalisyonun kurulmasından hemen sonra Başbakan Yardımcısı Erbakan’ın, İstanbul’un Karaköy Meydanı’ndaki “Güzel İstanbul” heykelini “ahlaksızlık” olduğu sebebiyle kaldırtıp çöpe attırması ve yayımlattığı genelge ile bira satışlarını yasaklaması büyük tepki çekti.

Başbakan Bülent Ecevit, çıkarmayı planladığı genel affın solcuları da kapsamasını isterken koalisyon ortağı Necmettin Erbakan’ın buna karşı çıkması kriz başlattı. Sonunda çıkarılan af ile Kadir Mısıroğlu gibi sağcılar ve Ertuğrul Kürkçü gibi solcular aftan yararlandı. 1974 genel affı ile 61 bin olan cezaevindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 24 bine kadar indi.

Bu arada ilk kez 1970’te CHP Gençlik Kollarının düzenlediği bir forumda kullanılan “demokratik sol” kavramı, 28 Haziran 1974’te toplanan CHP Tüzük Kurultayı’nda parti tüzüğünün ilkeleri arasına alındı. Ecevit bu ilkeyi; ülkenin nesnel koşullarına dayanan, dogmaya ve özentiye kapılmayan yerli bir sol düşünce akımı olarak niteledi.

Ecevit hükûmetinin en önemli uygulamalarından biri, Haziran 1971’de Amerika Birleşik Devletleri’nin baskısıyla yasaklanan haşhaş ekiminin 1 Temmuz 1974’te serbest bırakılmasıydı.

Kıbrıs Harekâtı

Temmuz 1974’te, Bülent Ecevit başbakanken, Yunanistan’daki askerî cuntanın desteklediği EOKA yanlısı Rumlar, Kıbrıs’ta Makarios’a karşı darbe yaptı. Darbe nedeniyle Ada’da yaşayan Türklerin yaşamlarının tehlikeye girmesi nedeniyle ordu alarma geçirildi. Londra’ya giden Ecevit, Türkiye gibi Kıbrıs anlaşmalarına garantör devlet olarak imza koymuş Britanya hükûmetinin yetkilileriyle görüştüyse de Kıbrıs’taki duruma bir ortak çözüm bulunamadı. Ecevit’in başında olduğu hükûmet askerî müdahale kararı aldı. 20 Temmuz’da başlayan Kıbrıs Barış Harekatı’nı 14 Ağustos’taki II. Barış Harekâtı izledi. Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra Ecevit, “Kıbrıs Fatihi” olarak anılmaya başladı.

Bülent Ecevit

Milliyetçi Cephe ve azınlık hükûmetleri

Kıbrıs Harekâtı’nın başarıya ulaşması ve büyük kamuoyu desteğine rağmen kurulduğunda tarihî bir laik-dindar uzlaşısı olarak görülen CHP-MSP koalisyon hükûmeti içindeki çelişkiler, siyasal mahkûmların da genel af kapsamına alınması ve Kıbrıs konusundaki anlaşmazlığın da etkisiyle gittikçe büyüdü. 10 ay süren bu koalisyon hükûmeti, 18 Eylül 1974’te Bülent Ecevit’in istifasıyla sona erdi. Bu hükûmetin dağılması üzerine Süleyman Demirel’in başbakan olarak görev yaptığı AP-MSP-MHP-CGP partilerinden oluşan I. Milliyetçi Cephe Hükûmeti kuruldu.

1977 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi oyunu yüzde 41,38’e çıkarmayı başardı. Bu oy oranı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sol görüşlü bir partinin çok partili siyasal yaşamda kazandığı en yüksek oy oranı olarak tarihe geçti. Aynı zamanda bu oy oranı, 1950’den sonra Cumhuriyet Halk Partisinin aldığı en yüksek oy oranı olarak tarihe geçti.

Ecevit oy oranını artırmakla birlikte o zamanki seçim sistemine (nispi seçim sistemi) göre çoğunluğu kazanamadığı için bir azınlık hükûmeti kurmaya karar verdi. Bu azınlık hükûmetinin güvenoyu alamaması nedeniyle Süleyman Demirel’in başbakanlığında II. Milliyetçi Cephe hükûmeti (AP-MSP-MHP) kuruldu. Ecevit, “Kumar borcu olmayan 11 milletvekili arıyorum.” sözüyle AP’den ayrılan 11 milletvekiline (Güneş Motel Olayı) ek olarak Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Güven Partisinin de desteğiyle II. Milliyetçi Hükûmetini devirip 5 Ocak 1978 tarihinde yeni bir hükûmet kurarak tekrar başbakan oldu.

Ancak Ecevit seçim propagandası sırasında ve muhalefet önderi olarak ileri sürdüğü düzen değişikliğini, vaatlerini gerçekleştiremedi. Daha da hızlanan terör, etnik ve dinsel kışkırtmalarla Malatya ve Maraş gibi kentlerde katliam boyutlarına ulaştı. Enflasyon hızı da yüzde 100’ü geçti, grevler yayıldı. TÜSİAD, gazetelere tam sayfa eleştiri ilanları vererek hükûmetin istifasını istedi. Bunlara ek olarak AP’den gelen ve bakan yapılan 11 milletvekilinin (Tuncay Mataracı, Hilmi İşgüzar, Orhan Alp, Oğuz Atalay, Mete Tan, Güneş Öngüt, Mustafa Kılıç, Şerafettin Elçi, Ahmet Karaaslan, Enver Akova, Ali Rıza Septioğlu) desteğini kazanmak için verdiği tavizler ve bu bakanların haklarında çıkan yolsuzluk söylentileri, Ecevit’e zarar verdi. Ecevit bu dönemde, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargonun Eylül 1978’de kesin olarak kaldırılmasından sonra Amerikan üslerini yeniden faaliyete açtı.

Romanya Devlet Başkanı Nikolay Çavuşesku ve Bülent Ecevit’in 1978’de yaptığı görüşme
14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerde başarısızlığa uğrayan Ecevit görevden çekildi ve Süleyman Demirel 25 Kasım 1979 tarihinde MSP ve MHP’nin desteğiyle bir azınlık hükûmeti kurdu.

Suikast girişimleri

Bülent Ecevit altı kez suikast girişimine maruz kaldı. Bunlardan biri ABD’de, diğerleri ise Türkiye’de gerçekleşti.

Ecevit, 70’li yıllarda koalisyon hükûmetlerinin kurulmasından itibaren çeşitli saldırılara uğradı. Bunlardan en önemlileri 23 Temmuz 1976’da New York’ta ve 29 Mayıs 1977’de o yıllarda sivil uçuşların yapıldığı Çiğli Havaalanı’nda gerçekleşti. 1976’da Kıbrıs Harekâtı sonrasında ABD’ye yapılan bir gezi sırasındaki saldırı, Ecevit’in korumalığını yapan FBI ajanı tarafından önlendi. Çiğli Havaalanı’ndaki girişimde dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın kardeşi Mehmet İsvan yaralandı. Suikastta kullanılan silahın Özel Harp Dairesinde bulunduğu iddiaları sonraki yıllarda çeşitli tanıklıklarla tartışıldı.

12 Eylül ve siyasi yasaklı dönem

12 Eylül Darbesi’yle Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in komutasındaki Silahlı Kuvvetler, ülkenin yönetimine el koydu. Eşi Rahşan Ecevit ile birlikte Hamzakoy’da (Gelibolu) yaklaşık bir ay gözetim altında tutulan Bülent Ecevit, daha sonra serbest bırakıldı. Diğer parti başkanlarıyla beraber siyasetten uzaklaştırıldı. 28 Ekim 1980’de siyasi parti çalışmaları durdurulunca, siyasi yasak nedeniyle “kendisi eve hapsolup sustuğunda partiyi karıştırmak isteyenlerin istediklerini yapabilecekleri” gerekçesiyle 30 Ekim 1980’de CHP Genel Başkanlığından istifa etti. Ayrıca istifasıyla ilgili kamuoyuna bir açıklamada bulundu. Askerî yönetime karşı çıkışları nedeniyle önce Nisan 1981’de yurt dışına çıkması yasaklandı. 1981’de çıkarmaya başladığı “Arayış” dergisinde yayımlanan bir yazısı nedeniyle Aralık 1981’den Şubat 1982’ye kadar cezaevinde kaldı, Arayış dergisi de 1982’de askerî rejim tarafından kapatıldı. Daha sonra yabancı basına siyasi demeç verdiği gerekçesiyle Nisan-Haziran 1982 arasında yine tutuklu kaldı.

Ecevit, 7 Kasım 1982 halkoylamasında kabul edilen 1982 Anayasası’nın geçici 4. maddesi ile diğer bütün partilerin ileri gelenleriyle birlikte 10 yıl siyaset yasaklıları kapsamına alındı.

Demokratik Sol Parti

12 Eylül döneminde eski CHP kadrolarından kopan Bülent Ecevit, 1983-85 arasında Demokratik Sol Partinin (DSP) kurulması çalışmalarını destekledi. 1985 yılında Ecevit’in siyasete girme yasağı devam ederken eşi Rahşan Ecevit’in başkanlığında DSP kuruldu. Eylül 1986 ara seçimlerinde başkanlığını Rahşan Ecevit’in yürüttüğü bu partinin propaganda gezilerine katıldı. Yaptığı konuşmalarla siyaset yasağını çiğnediği gerekçesiyle hakkında çeşitli davalar açıldı.

Bülent Ecevit, Kasım 1985’te Sosyal Demokrasi Partisi ve Halkçı Partinin Sosyaldemokrat Halkçı Parti adı altında birleşmelerine rağmen birleşme taleplerine karşı geldiği ve sol oyları böldüğü gerekçesiyle eleştirilere uğradı.

Yine bu dönemde kamuoyunda “aile partisi” görüntüsü giderek yerleşen DSP’de bazı muhalif sesler parti içinde demokrasi olmadığından yakınmaya başladı. 14 Haziran 1987 tarihinde Rahşan Ecevit’e muhalif olan grubun gerçekleştirdiği 2. Kurucular Kurulu toplantısında muhalif harekete önderlik eden Celal Kürkoğlu, partiden ihraç edildiği belirtilen kurucu üyelerin katıldığı toplantıda genel başkan ilan edildi. Bu süreçte muhalifler ve parti yönetimi karşılıklı suç duyurularında bulundu. Parti içi tartışmalar, açılan davalarla mahkemelere taşındı. Yaklaşık üç ay süreyle genel başkanlık iddiasında bulunan Celal Kürkoğlu 14 Eylül 1987’de 15 arkadaşıyla birlikte SHP’ye katıldı.

Bülent Ecevit

Demokratik Sol Parti Genel Başkanlığı

1987 yılında yapılan referandumla eski siyasilerin siyaset yasağı kaldırılınca (%50,16) Bülent Ecevit DSP’nin başına geçti (13 Eylül 1987). Aynı yılın kasım ayında yapılan genel seçimlerde DSP’nin yüzde 10’luk seçim barajını aşamayarak milletvekili çıkaramaması üzerine Ecevit, ilk kongrede parti genel başkanlığından ve aktif siyasetten ayrılacağını açıkladı. Ancak 1989 yılının başlarında siyasete döndü ve partililer tarafından yeniden liderliğe getirildi.

20 Ekim 1991 seçimlerinde ulusal birliğin ve laikliğin korunması gerektiğini vurgulayan Ecevit, Türkiye’nin önder ülke durumuna gelmesini gerektiğini savundu. Sosyaldemokrat Halkçı Partinin (SHP) partisine karşı yürüttüğü “Sosyal demokrat oyları bölmeyin.” kampanyasına karşı SHP’nin aday listelerinde Halkın Emek Partisi (HEP) üyelerine yer vermesini eleştirdi, SHP’nin “bölücülerle iş birliği yaptığını” ileri sürdü. İktidara geldiklerinde üretici, tüketici ve satıcıdan oluşan güçlü bir kooperatif düzen kuracaklarını açıkladı. Zonguldak’tan milletvekili seçilerek partisinden 6 milletvekiliyle birlikte TBMM’ye girdi. CHP’nin yeniden açılması gündeme gelince CHP Kurultayı’nın CHP’nin DSP’ye katılma kararı almasını önerdi. 9 Eylül 1992’de toplanan CHP Kurultayı’na çağrıldığı hâlde katılmadı.

DSP’nin oyları 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan erken genel seçimde yüzde 14,64’e, milletvekili sayısı 76’ya yükseldi ve DSP solun en büyük partisi konumuna geldi. Ecevit, 30 Haziran 1997 tarihinde ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz başkanlığında kurulan ANASOL-D koalisyonunda başbakan yardımcısı olarak görev aldı. 25 Kasım 1998’de koalisyon hükûmetinin gensoruyla düşürülmesinin ardından 11 Ocak 1999’da CHP dışındaki partilerin desteğiyle DSP azınlık hükûmetini kurarak yaklaşık 20 yıl aradan sonra 4. kez başbakan oldu. Ecevit’in azınlık hükûmetinin iktidarda olduğu sırada PKK lideri Abdullah Öcalan Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirildi (15 Şubat 1999). Ecevit, haberi Türkiye’ye şu sözlerle duyurdu:

“Değerli Gazeteci Arkadaşlarım,
Sizlere ve aziz yurttaşlarımıza bir haberim var. Bu sabaha karşı saat 03.00’ten itibaren bölücü terör örgütü PKK’nın başı Abdullah Öcalan, Türkiye’dedir. Dünyanın neresinde olsa devletimizin onu ele geçireceğini söylemiştik. Bu devlet sözü yerine getirildi. Şehit analarına verilen söz yerine getirildi. Bütün dünyadan dışlanan Abdullah Öcalan, sonunda kendini Türkiye’nin kucağında buldu. Yaptıklarının ve yaptırdıklarının hesabını bağımsız Türk adaletine verecektir.”

Ecevit, 1970’lerden sonra yeniden patlama yaptı. DSP, 18 Nisan 1999’da yapılan genel seçimlerden yüzde 22,19 oy oranıyla birinci parti olarak çıktı. Seçimlerden sonra hükûmeti kurmakla görevlendirilen Ecevit, 28 Mayıs 1999’da ANAP ve MHP ile kurulan ANASOL-M koalisyonunda yeniden başbakanlık koltuğuna oturdu.

Bu dönemde eşi Rahşan Ecevit’in önerisiyle çıkarılan (22 Aralık 2000) ve devlete işlenen suçların dışındaki suçlara erteleme ve şartlı salıverme getiren “Şartla Salıverme ve Erteleme Yasası”, kamuoyunda Rahşan Affı olarak nitelendirildi. Bu yasanın kapsamı, Anayasa Mahkemesinin ilgili kararıyla genişletildi, kanunu yapanların öngöremediği sonuçlar ortaya çıktı ve bazı hukuki uygulamalar kamuoyunda tepkilere neden oldu. Bu afla birlikte cezaevlerindeki mahkûm sayısı yetmiş binden kırk bine düştü.

Süleyman Demirel’in ardından cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer ile Bülent Ecevit Hükûmeti arasında zaman zaman bazı yasaların iade edilmesi nedeniyle gerginlik yaşandı. Bu gerginlik 19 Şubat 2001 tarihinde yapılan Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında doruğa ulaştı. Cumhurbaşkanı Sezer ile yaşadığı anayasa kitapçığı krizi nedeniyle Başbakan Ecevit, MGK toplantısını terk etti. Yaşanan bu kriz ekonomide zor günlerin başlangıcı oldu. (bkz. 2001 Türkiye ekonomik krizi)

Fethullah Gülen ile ilişkisi

Bülent Ecevit, toplumun bir kesimi ve Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bir tehlike olarak görülen Fethullah Gülen’le çeşitli defalar bir araya gelip sohbet etti, Gülen’in okullarını gezdi ve bu okullardan övgüyle bahsetti.

1997 yılında onursal başkanlığını Gülen’in yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Ecevit’e “Siyaset Dalında Ulusal Uzlaşma Ödülü”nü verdi.

Ecevit, başbakan yardımcısı olduğu 1998 yılında Roma’ya giden Gülen’in karşılanması için Roma Büyükelçisi’nden ricada bulundu, bu hareket dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in tepkisini çekti. Ecevit, Gülen’in okullarında çağdaş bir eğitim verildiğini savundu:

“Benim gözlemim çok olumlu. Sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve onun dostlarının bu konudaki çabalarını gerçekten takdirle izliyorum. Çağdaş bir eğitim verildiği belli.”

28 Şubat süreci devam ederken DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, Fethullah Gülen hakkında iddianame hazırladı. Bu dönemde, Gülen’in yıllar önce yaptığı konuşmaların görüntüleri art arda televizyon kanallarında yayımlanmaya başlandı. Bu konuşmalarda Gülen’in, “bürokraside nasıl yapılanmaları gerektiğini” anlattığı görülüyordu. Başbakan Ecevit, katıldığı bir televizyon programında Gülen hakkında şöyle konuştu:

“Açıklamalarında laiklikle ters düşmemeye özel bir özen göstermişti. Çağ dışı bir akım temsil etmiş olabileceği izlenimini vermemişti. Dediğim gibi bunda samimi olunabilir, gayrisamimi olunabilir fakat böyle kuşku uyandırıcı, bende kuşku uyandırıcı birtakım tavırlarına tanık olmamıştım. … Bu okulları gören kime rastlarsam, laikliğe bağlılığını bildiğim kime rastlarsam, bu okullarda laiklik karşıtı veya Türkiye’deki rejim aleyhinde, Atatürk aleyhinde herhangi bir telkinde bulunulmadığı bilgisini aldım. Kim gezdiyse bu okulları, kim gördüyse. … Bu okullar tabii dünyanın dört bucağına Türk, Türkiye hakkında bilgi, Türkçe, Türk kültürünü yayıyor. Ve dediğim gibi bir olumsuzluğa da rastlanmadı.”

Ecevit’in 2004’te siyaseti bırakışının ardından Gülen de Zaman gazetesine “BÜLENT BEY’İ UĞURLARKEN” başlıklı bir ilan vererek Ecevit’ten övgüyle bahsetti.

Bülent Ecevit

Sağlık sorunları ve siyaseti bırakışı

Sağlık sorunlarıyla ilgili söylentiler çıkan Bülent Ecevit, 4 Mayıs 2002’de rahatsızlanarak Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesine kaldırıldı. Tedavisi sırasında durumu daha da kötüleşince eşi Rahşan Ecevit tarafından hastaneden çıkartılarak evine getirildi. Bir süre evinde dinlenen Ecevit, 17 Mayıs’ta yeniden hastanede tedavi altına alındı ve 11 gün burada kaldı. Rahşan Ecevit bu dönemdeki tedaviler konusundaki kuşkularını kamuoyuyla paylaştı. İddiaları tekzip edildi ancak konu sonraki yıllarda Ergenekon Davası sırasında da gündeme geldi.

Ecevit’in rahatsızlığı sırasında görevine devam edip edemeyeceği tartışmaları gündeme geldi. Bu tartışmalar partisine de yansıdı. Kendilerini “Dokuzlar” olarak adlandıran DSP’li 9 milletvekili, 25 Haziran’da bir bildiri yayımlayarak, “Ecevitler öncülüğünde Ecevitsiz yaşama geçilmesini” istediler. 5 Temmuz 2002’de Ecevit adına basın açıklaması yapan bir grup DSP’li milletvekili, Ecevit’e en yakın isimlerden biri olan Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’ı açık bir biçimde eleştirdi. 7 Temmuz 2002 tarihinde MHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli, partisinin düzenlediği 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda yaptığı açıklama ile 3 Kasım’da erken seçim istedi. Ertesi gün Ecevit, kendisiyle görüşmeye gelen Hüsamettin Özkan’la yollarını ayırdı. Özkan’ın DSP’den ve hükûmetten istifasını aralarında Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in de olduğu 6’sı bakan olmak üzere toplam 63 milletvekilinin istifası izledi. İstifalarla koalisyon hükûmeti TBMM’deki sayısal desteğini yitirdi. Bu gelişmeler üzerine 16 Temmuz 2002’de koalisyon hükûmetini oluşturan üç partinin genel başkanları arasında yapılan zirve toplantısında 3 Kasım’da erken seçim yapılması kararı alındı. 31 Temmuz 2002’de TBMM Genel Kurulunda yapılan oylamada erken seçim önergesi, oylamaya katılan 514 milletvekilinden 449’unun kabul oyuyla kabul edildi. 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde DSP barajı aşamadı ve TBMM dışı kaldı.

Genel başkanlıktan ayrılma kararını, 3 Kasım seçimlerinden önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da zaman zaman dile getiren Ecevit, 22 Mayıs 2004 tarihinde düzenlediği basın toplantısıyla halefini ilan etti ve görevi Genel Başkan Yardımcısı Zeki Sezer’e devretmek istediğini belirtti. 24 Temmuz 2004 tarihinde yapılan 6. Olağan Kurultay ile aktif siyaseti bıraktı.

Ölümü

İlerleyen yaşı, bozulan sağlığı ve doktorlarının karşı çıkmasına rağmen Danıştay Saldırısı’nda hayatını kaybeden Yücel Özbilgin’in 19 Mayıs 2006’daki cenazesine katıldı. Törenin ardından beyin kanaması geçiren Bülent Ecevit, uzun süre Gülhane Askerî Tıp Akademisinde yoğun bakımda kaldı. Bu dönemde kendisi için tutulan ziyaretçi defteri “Kaldırım Defteri” adıyla anılır. Ecevit, bitkisel hayata girdikten 172 gün sonra 5 Kasım 2006 Pazar günü Türkiye saatiyle 22.40’ta (20.40 [UTC]) dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu öldü.

Ecevit’in Devlet Mezarlığı’na gömülebilmesi için ölümünün hemen ardından 9 Kasım’da yapılan bir kanun değişikliğiyle bu mezarlıklara başbakanların da gömülmesi sağlandı. 11 Kasım 2006’da yapılan cenaze törenine yurdun dört bir yanından ve başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmak üzere pek çok ülkeden gelen büyük bir kalabalık katıldı. Cenaze törenine beş eski cumhurbaşkanı ve siyasetçiler de katıldı. Kocatepe Camisi’nde kılınan cenaze namazının ardından Devlet Mezarlığı’nda toprağa verildi. 11 Kasım 2006 günü Devlet Mezarlığı’na defnedilen Ecevit için anıt mezar yapılması da gündeme geldi.

Beşiktaşlı olduğu bilinen Ecevit için Çarşı grubunun “Forzabesiktas.com” adresli web sitesi karartıldı. Sitede, siyah zemin üzerine Bülent Ecevit ve eşi Rahşan Ecevit’in bir mitingde halkı selamlarken çekilmiş fotoğrafları yer alırken fotoğrafın altında ise, “Karaoğlan, Kara Kartal Seni Unutmayacak.” yazısı yer aldı.

Bülent Ecevit

Kişisel yaşamı

Genel başkan seçilmesinden kısa bir süre sonra Kars’a giden Bülent Ecevit, Susuz ilçesinde arkadaşı Rasim Yarkadaş’ın (eski CHP milletvekili Barış Yarkadaş’ın babası) evine konuk olur. Misafirlerini evlerinin kapısında karşılayan Anne Şahzade Şahin (Şaşo Hala), Ecevit’in boynuna sarılır ve Kars’ın kendine özgü ağzıyla, ”Kurtar bizi bu dertlerden ay Garaoğlan!” der. Ecevit o günden sonra “Karaoğlan” olarak anılmıştır.

Süleyman Demirel, en büyük rakibi olan Ecevit’i, darbeyle devrilen Şilili sosyalist devlet adamı Salvador Allende’ye benzetip atıfta bulunmak için “Allende-Büllende” tabirini kullanmıştır.

Ecevit, başbakanlık dönemlerinde yapılan Kıbrıs Harekâtı sonrasında “Kıbrıs Fatihi”, Abdullah Öcalan’ı yakalama operasyonu sonrasında da “Kenya Fatihi” olarak anılmıştır. Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında dönemin başbakanı olan Ecevit, harekâttan sonra ziyaret ettiği adada büyük bir coşkuyla karşılanmış ve barış güvercini uçurmuştu. Daha sonra düzenlediği mitinglerde güvercin uçurmaya başladı. “Savaşın Şahini, Barışın Güvercini Karaoğlan” sloganı eşliğinde uçurulan güvercinler yaygınlaştı.

Mavi gömlek giyip siyah kasket takan Ecevit; TEKEL Bafra, Samsun, Bitlis, TBMM, Tokat, Maltepe, 2000, Ballıca sigarası içer ve eniştesi İsmail Hakkı Okday’ın hediyesi olan Erika marka daktilosuyla yazardı. Bu 70 yıllık daktiloyu ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi’ne armağan etmiştir.

Günde 3 dem çay içen Ecevit genellikle Klasik Batı Müziği ve Türk Halk Müziği dinlemekteydi.

Makam otomobili olarak da hep yerli üretim ve ucuz zırhlı araçlara binen Ecevit; sırasıyla Anadol A1, Renault 12, Murat 124, Tofaş Kartal, Fiat Tempra, Renault Safrane, Renault Megane, Hyundai Dynasty ve Ford Transit’e binmiştir.

Tarihçi İlber Ortaylı, “Ecevit dürüst politikacıydı.” diyerek Ecevit hakkında şöyle yazdı:

“Protokol ve tevazu bakımından Ecevitler, Türk yöneticilerinin tarihi içinde bir kırılma, istisnai bir dönem meydana getirdiler. Bülent Bey, kibar üslupla konuşan bir siyasetçiydi. Türkiye’de protokole ve hitap edebiyatına ‘Sayın’ kelimesini o getirdi. Genel müdüre de, bakana da, falanca kasabanın ilkokul öğretmenine de ‘Sayın’ kelimesi ve soy isimle hitap edilir oldu. Giyimler sadeleşti. Mavi renk yaygınlaştı. Mavi rengi Türk çinilerinden Türk politikasına getirmek Ecevit’in işidir.”

Hatırası

Kartal Bülent Ecevit Kültür Merkezi 2005 yılında hizmete girdi. Zonguldak Karaelmas Üniversitesinin ismi 2012 yılında “Bülent Ecevit Üniversitesi” olarak değiştirildi. Mayıs 2016’da Odunpazarı, Eskişehir’de açılan Tayfun Talipoğlu Daktilo Müzesi’nde kendisinin bal mumundan yapılan bir heykeli sergilenmeye başlandı.

2021’de İzmir’in Güzelbahçe ilçesindeki bir parka eşiyle birlikte adı verildi ve heykeli dikildi.

Edebî kişiliği

Bülent Ecevit lise hayatından beri edebiyatla uğraşmış ve şiirler yazmıştır. Kendini emekli gazeteci olarak tanıtan ve Sanskrit, Bengalce ve İngilizce dillerinde çalışmalar yapmış olan Ecevit; Rabindranath Tagore, Ezra Pound, T. S. Eliot ve Bernard Lewis’in yapıtlarını Türkçeye çevirmiş, kendi şiirlerini de kitap hâlinde yayımlamıştır.

Ödülleri

1997, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, “Siyaset Dalında Ulusal Uzlaşma Ödülü”

Kitaplar

Şiir kitapları

  • Şiirler (1976)
  • Işığı Taştan Oydum (1978)
  • El Ele Büyüttük Sevgiyi, Tekin Yayınevi (1997)
  • Bir Şeyler Olacak Yarın (Tüm şiirleri), Doğan Kitapçılık (2005)

Siyasi kitapları

  • Ortanın Solu (1966)
  • Bu Düzen Değişmelidir (1968)
  • Atatürk ve Devrimcilik (1970)
  • Kurultaylar ve Sonrası (1972)
  • Demokratik Sol ve Hükümet Bunalımı (1974)
  • Demokratik Solda Temel Kavramlar ve Sorunlar (1975)
  • Dış Politika (1975)
  • Dünya-Türkiye-Milliyetçilik (1975)
  • Toplum-Siyaset-Yönetim (1975)
  • İşçi-Köylü Elele (1976)
  • Türkiye / 1965-1975 (1976)
  • Umut Yılı: 1977 (1977)

Hakkında yazılan kitaplar

  • Faruk Bildirici, Kuzum Bülent (2000)
  • Fikret Bila, Phoenix- Ecevit’in Yeniden Doğuşu (2001)
  • Aras Erdoğan, Umut Adam Ecevit (2006)
  • Aytekin Gezici, Bülent Ecevit, Bir Karaoğlan Masalı (2006)
  • Cüneyt Arcayürek, Bir Özgürlük Tutkunu Bülent Ecevit (2006)
  • Can Dündar ve Rıdvan Akar, Ecevit ve Gizli Arşivi (2008)
  • Emrah Konuralp, Ecevit ve Milliyetçilik (2013)
  • Fatih Yaşlı, “Halkçı Ecevit” Ecevit, Ortanın Solu, CHP (1960-1980) (2020)
JACQUES-YVES COUSTEAU

JACQUES-YVES COUSTEAU

Jacques-Yves Cousteau (d. 11 Haziran 1910 – ö. 25 Haziran 1997), Fransız okyanus uzmanı, deniz subayı ve sinema yönetmeni.

Biyografi

Gençliği ve kariyerinin başlangıcı

Avukat oğlu ve noter torunu olan Cousteau, denizi ailesinin yerleştiği Marsilya civarlarındaki küçük koylar sayesinde keşfetti.

1930’da saygın bir okul olan Stanislas Okulunu bitirdikten sonra Brest’in Deniz Harp Okuluna girdi ve topçu eri oldu.

12 Temmuz 1937’de Simone Melchior ile hayatını birleştirdi. İki tane çocukları oldu, Jean-Michel Cousteau (1938) ve Philippe Cousteau (1940). İkisi de Calypso macerasına katılacaklardı.

Jacques-Yves Cousteau

Modern su altı dalışın icadı (1943)

İlk deniz altı deneyimlerini, Fransız Deniz Kuvvetlerinde yaptı. 1936 ‘da, belki de modern dalgıç maskelerinin ataları olan deniz gözlüklerini denedi.

II. Dünya Savaşına katılan Cousteau, birçok askeri ödül aldı. Ateşkesin ardından Simone ve Jacques Cousteau’nun ailesi Megeve şehrine sığındılar. Orada Ichac ailesi ile arkadaş oldular. Jacques-Yves Cousteau’nun ve Marcel Ichac’in hedefi aynıydı: herkese ulaşılmaz ve bilinmeyen yerleri tanıtmak. Cousteau bunu denizaltında yapmayı hedeflerken Ichac dağları tercih ediyor. İki komşu 1943 ‘te Belgesel Filmi Kongresinde berabere birinci oldular.

O dönemde Jacques-Yves Cousteau, kardeşi Pierre-Antoine’den uzaklaşıyor. Yahudi düşmanı bir gazeteci olan kardeşi 1946 ‘da idam cezası aldıysa da 1954 ‘te serbest bırakıldı.

Savaş yılları dalış için önemli yıllar oldu. 1943 ‘te, Cousteau Émile Gagnan ile birlikte modern otonom dalgıç giysisi icat etti. Cousteau 19. yüzyılın (Rouquayrol ve Denayrouze) ve 20. yüzyılın başlangıcındaki (Le Prieur) icatları geliştirip yenileştirdi. Bu icadın patenti onu ömür boyu para sıkıntısından korudu.

GERS’ler ve Élie Monnier (1946-1949)

Savaştan sonra (1946), Cousteau Toulon’da Groupe d’Etudes et de Recherches Sous-marines’i, yani GERS’i (Deniz altı Araştırma ve Çalışma Grubunu) kurdu.

1948’de, Cousteau Akdeniz’e ilk seferi düzenliyor. GERS’in toplandığı yer olan Elie Monnier eski bir römorkördü. Bu seferde Philippe Tailliez, Frédéric Dumas, Jean Alinat ve bulgunun film yapımcısı Marcel Ichac vardı. Küçük bulgu ekibi Mahia’da (Tunus) bulunan ve Romalılar zamanından kalan bir kalıntıyı inceledi. Otonom dalışı kullanan ilk arkeolojik denizaltı operasyonuydu. Böylece bilimsel denizaltı arkeolojisi için ilk adım atılmış oldu.

Jacques-Yves Cousteau

Calypso ve Fransız oşinografik seferleri (1950)

1949 ‘da Cousteau ordudan ayrılıp Fransız Oşinografik Seferleri’ni kuruyor. Ünlü gemisi Calypso’yu satın alıp dünyanın en ilgi çekici denizlerini ve ırmaklarını gezdi.

Gezileri sırasında birçok filme imza attı. Louis Malle ile 1956 ‘da hazırladığı le Monde du silence yani Sessiz Dünya filmi Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ile ödülendirildi. Denizaltı biyolojisini yazdığı kitaplarla tanıtmaya çalıştı.

Jean Mollard’ın yardımıyla SP-350’yi inşa etti. Bu 2 kişilik denizaltı 350 metrelik derinliğe inebildi. Başarılı denemeden sonra, bunu 1965’te 2 taşıt ile tekrarladılar ve böylece 500 metre derinliğe ulaştılar.

1957’de Monako Okyanus Araştırmaları Müzesi’ni yönetti. Precontinent projelerini idare ediyordu. Bu projelerde su altında uzun süre kalınıyordu ve bir “sualtı evi” sayesinde incelemeler yapılıyordu. ABD’nin Bilimler Akademisine kabul edilen ender yabancılardan biriydi.

Jacques-Yves Cousteau ünü giderek yükseliyordu. 1960 yılının Ekim ayında bir yığın radyoaktif madde CEA tarafından Akdeniz’e atılacaktı. Komutan Cousteau basın kampanyası düzenledi ve 2 hafta geçmeden halk ayaklandı. Radyoaktif maddeler treni büyük bir kalabalık tarafından durduruldu ve geldiği yere dönmek zorunda kaldı.

1960’ta Monako’da, Fransız Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’un resmi ziyareti ve Ekim ayındaki nükleer denemeler üzerindeki tartışmaları sayesinde ünlü oldu.

Fransa elçisi, Prens Rainier’ye görüşmelerinin engellenmesinin daha iyi olacağını söylemesine rağmen prens Cousteau’nun müze ziyareti sırasında orada olmasını sağladı. Cumhurbaşkanı dostça kumandana, “atom bilginlerine karşı iyi davranmalarını” istedi. Cousteau şu şekilde cevap verdi: «Sizin atom bilginleriniz bize iyi davranmalı». Devam eden tartışmada, Jacques-Yves Cousteau nükleer sırların Fransa ile paylaşılmamasının Amerikan bir karar olduğu için üzüldüğünü belirti. Çünkü bu yüzden Fransa nükleer araştırmalara ve denemelere başlamıştı.

1974’te ABD’de The Cousteau Society ‘i kurdu. Günümüzde bu vakfın 100.000 üyesi var ve amaçları şimdiki ve gelecek nesillerin yaşam kalitesini korumak.

1977’de Peter Scott ile birlikte, Birleşmiş Milletler tarafından çevre için yaptıklarından dolayı ödüllendirildiler. Presidential Medal of Freedom yani “Özgürlük Madalyası” ona Ronald Reagan, dönemin ABD Cumhurbaşkanı tarafından takdim edildi.

28 Haziran 1979’da, Calypso ile Portekize doğru bir seferde, oğlu Philippe bir kaza sonucu hayatını kaybediyor. Bu durumdan çok etkilenen Cousteau, yanına öbür oğlunu çağırıyor.

Jacques-Yves Cousteau

1990’lı yıllar

24 Kasım 1988’de, Fransız Akademisi’ne seçildi. Kabul töreni 22 Haziran 1989’da gerçekleşti. Kabul törenindeki konuşmasına cevap Bertrand Poirot-Delpech tarafından söylendi.

2 Aralık 1990 eşi Simone Cousteau kanser yüzünden hayatını kaybediyor. Bu güçlü karakterli kadın, Calypsoda eşinden fazla vakit geçiriyordu. 1991 yılının Haziran ayında Cousteau Francine Triplet ile yeni bir evlilik yaptı. Evlenmeden önce yeni eşinden iki tane çocuğu olmuştu, Dianne ve Pierre-Yves. Şu anda Francine Cousteau eşinin eserini sürdürüyor.

Bu andan itibaren, Cousteau ile büyük oğlu arasında ipler gerildi ve beraber çalışmayı bıraktılar. 1996’da Jacques-Yves Cousteau oğlunu Fiji Adaları’nda Cousteau isminde bir tatil köyü açmayı planladığı için mahkemeye verdi.

1992’de Birleşmiş Milletlerin Rio de Janeiro’da (Brezilya) düzenledikleri çevre ve gelişme hakkındaki konferansa davet edildi. BM’nin ve daha sonra Dünya Bankasının sürekli danışmanı oldu.

Aynı sene Gelecek Nesillerin Hakkı Konseyinde başkan seçildi.

Jacques-Yves Cousteau 25 Haziran 1997’de öldü. Ölümü en popüler Fransızlardan biri olduğu ABD’de çok hissedildi. Doğduğu şehirde onun anısına Komutan Cousteau Sokağı yapıldı.

Rütbeleri

  • Légion d’Honneur (Commandeur)
  • Ordre national du Mérite (Grand-Croix)
  • 1939-1945 Savaş Haçı
  • Deniz Kuvvetleri subayı
  • Sanat ve Edebiyat ödülü (Commandeur)

Jacques-Yves Cousteau’ın mirası

Denizaltı dünyasının halk tarafından görülmesi

Cousteau kendine “oşinografik teknisyen” demeyi seviyordu. Çoğu kişi Onun doğaya, özellikle denize âşık olduğunu düşünüyordu. Kendine has gülüşüyle ve televizyon sayesinde, tüm dünyanın insanlarına denizaltı zenginliklerini tanıttı.

Cousteau tarafından yapılanlar ortaya yeni bir tür bilimsel iletişim çıkardı. Bu konuda akademisyenler tarafından eleştirildi. Çünkü televizyonda sunulan işlerle bilimsel çalışmadan uzaklaştığı söyleniyordu. Ama en azından, bilim dalları daha çok kişiye ulaşmış oldu.

Jacques-Yves Cousteau 20. yüzyılın ikinci yarısında, denizaltının keşfi konusunda tartışmasız en önemli insanlardan biriydi. Birçok nesile hiç tanınmamış diyarları tanıttı.

Teknik yenilikler

1943’te Émile Gagnan ile birlikte modern otonom dalgıç giysisini icat etti.

Jacques-Yves Cousteau’nun eserleri

Kitaplar

  • Le monde du silence (Sessizlik Dünyası), Frédéric “Didi” Dumas ile birlikte, Éditions de Paris, 1952.
  • La planète des baleines (Balinalar gezegeni), Yves Paccalet ile birlikte, Robert Laffont, 1986.
  • L’Homme, la Pieuvre et l’Orchidée (İnsanoğlu, Ahtapot ve Orkide, Robert Laffont, 1998, ISBN 2-221-08523-X

Bibliyografi

  • Cousteau, une biographie.(Cousteau, bir biyografi) Bernard Violet, Fayard, 1993
  • Cousteau, Captain Planet.(Cousteau, Gezegen Kaptanı) Roger Cans. Sang de la Terre, 1997
  • Mon père, le commandant.(Komutan babam) Jean-Michel Cousteau, éd. L’Archipel, 2004
  • Jacques-Yves Cousteau dans l’océan de la vie(Jacques-Yves Cousteau, hayatın okyanusunda). Yves Paccalet, Lattès

Filmleri

  • Par-Dix-Huit Métres de Fond (Onsekiz Metre Derinlikte), (1943)
  • Epaves (Batıklar), (1945)
  • Paysages du Silence (Sessizlik Manzaraları), (1947)
  • Les Phoques du Rio de Oro (Rio de Oro Fokları)
  • Dauphins et Cétacés (Yunuslar ve Balinagiller), (1948-1949)
  • Le Monde du Silence (Sessiz Dünya), (1955)
Muhammed Ali

MUHAMMED ALİ

Muhammed Ali (doğum Cassius Marcellus Clay Jr., 17 Ocak 1942, Louisville, Kentucky – 3 Haziran 2016 Phoenix, Arizona), Amerikalı profesyonel boksördür. Tüm zamanların en iyi boksörü olarak kabul edilen Muhammed Ali, kariyeri boyunca yaptığı maçların yalnızca 5 tanesini kaybetmiştir.

Hayatı

Muhammed Ali, 17 Ocak 1942’de Louisville, Kentucky’de, Cassius Marcellus Clay Jr. ismi ile Afroamerikan ve çeyrek İrlanda kökenli bir ailede dünyaya geldi. 12 yaşındayken boksla tanıştı ve kısa zaman içinde National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası’nda amatör kayıtlara girdi. Yine 1960’ta Roma’da ağır hafif siklette altın madalya alarak profesyonel lige döndü. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları’nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı.

1964 yılında 22 yaşındayken, S. Liston’u yenip Dünya Şampiyonu oldu. Bu zaferden sonra dinini değiştirdiğini ve İslam’a geçtiğini açıkladı. Muhammed Ali ismini aldı ve çok sevdiği boks’a 1967’den 1970’e kadar ara vermek zorunda kaldı. “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım.” diyerek Vietnam Savaşı’na gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı ve pasaportu elinden alınınca dava süresince maddi sıkıntılar yaşadı ve iflas ettiğini açıkladı. Ailesinin yardımı ve üniversitelerde para karşılığı yaptığı konuşmalarla geçimini sağladı. 1970’te temyiz davasını kazanıp tekrar boksa döndü. 1971’de Joe Frazier ile ‘Asrın maçı’na çıktı ve profesyonel boks kariyerinde ilk defa kaybetti. Uzmanlar üç buçuk sene aradan sonra sadece 2 maç yapan Muhammed Ali’nin bu kadar zor bir maça hazır olmadığı görüşünde hemfikirdi. Fakat o en kısa zamanda tekrar şampiyon olmak istiyordu. Ardından çenesinin kırıldığı maçta Ken Norton’a sayı ile yenilince, kendi ve yakınları dışında birçok kişi kariyerinin bittiğini sandı. Fakat o azmedip art arda unvan için rakip olan boksörleri bir bir yendi. Ken Norton’i yenip rövanşı aldı.

1973’te Joe Frazier ile unvan maçı için anlaştı. Arada sadece Joe Frazier-George Foreman maçı kalmıştı. Frazier sürpriz bir şekilde iki raundda nakavt oldu. Ali böylece önce Fraizer ile maç yapıp arkasından da Foreman’la maç ayarladı ve iki maçı da nakavt’la kazandı. Böylece hem kaybettiği unvanını alacak hem de daha bitmediğini gösterecekti. 1974’te Foreman’ın bahisçilerde 7’ye 1 favori olduğu maçta rakibini hiç beklenmedik bir taktik ile sekizinci raundda nakavt edip hak ettiği unvanı Floyd Patterson’den sonra tekrar elde eden ikinci boksör oldu. 1978’de L. Spinks’e yenilip ardından aynı yıl rakibini yenince Dünya Şampiyonluğunu 3 kez elde eden ilk boksör oldu. O zamanlar sadece 2 Dünya Boks Federasyonu olması değerini daha da farklı kılıyordu. 2008 yılı itibarı ile 8 Dünya Boks Federasyonu bulunuyordu. Muhammed Ali’nin etkin döneminde en iyi boksörler, unvanı elde edebilmek için, mutlaka karşı karşıya gelirlerdi. George Foreman’in 1994 yılında 20 sene aradan sonra tekrar Dünya Şampiyonu olması ve unvanını çok kez savunması, o dönemin boksunun birçok ülkede neden “Altın 70’li yıllar” diye anıldığını bize anlatıyor.

1978’de boksu Şampiyon olarak bıraktı. Sonra 1984’te Parkinson hastalığına yakalanmasına rağmen bunu gizleyip büyük para karşılığı iki maç daha yapıp kaybetti. İkisi de o vaktin veya sonrasının Dünya Şampiyonları idi. (eski sparring partneri Larry Holmes ve Trevor Berbick). Profesyonel döneminde sadece 5 kez yenilen, Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu olan Muhammed Ali, 36 yaşına kadar bütün şampiyonlar için tek isim olmayı başardı ve 37’si nakavt olmak üzere 56 maç kazandı.

Onun yaşadığı dönemde İnsan Hakları Savunucusu Malcolm X de yaşadığı için münasebetleri olmuş ve “Kan Kardeşler” olarak anılmışlardır.

Muhammed Ali

Bokstan sonraki yaşamı

1984 yılında, Muhammed Ali Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan’ın yeniden seçilebilmesi için kendisine destek verdiğini açıkladı. 1991 yılında Ali, Körfez Savaşı sırasında Irak’a gitti ve Amerikalı rehinelerin serbest bırakılmasını müzakere etmek amacıyla Saddam Hüseyin ile bir araya geldi.

1996 yılında Atlanta, Georgia’da 1996 Yaz Olimpiyatları’nda ateşini yakma onuruna vardı.

17 Kasım 2002 tarihinde, Muhammed Ali, “Barış BM Elçisi” olarak Afganistan’a gitti. BM özel konuğu olarak üç günlük bir iyi niyet misyonuna ilişkin Kabil’de bulundu.

27 Temmuz 2012 tarihinde Ali, Londra’da, 2012 Yaz Olimpiyatları Açılış törenindeki Olimpiyat Bayrağını taşıdı. Parkinson hastalığından dolayı stadyumda bayrağı taşıyamayacak hale gelince eşi Lonnie ayakta durmasına yardımcı oldu.

20 Aralık 2014 tarihinde Ali, pnömoni şikâyetine muzdarip hastaneye yatırıldı. Ali bir kez daha Scottsdale, Arizona’da bir konuk evinde tepkisiz bulunduktan sonra idrar yolu enfeksiyonu rahatsızlığı ile 15 Ocak 2015 tarihinde hastaneye yatırıldı. Ertesi gün taburcu oldu.

Muhammed Ali

Muhammed Ali’nin zamanının en iyisi olduğu kabul edilir. 2001 yılında Hollywood tarafından hayatı filme alındı. Ali adlı filmde Muhammed Ali’yi Will Smith canlandırdı.

Parkinson hastalığı yüzünden uzun süre Michigan’daki çiftliğinde gözlerden uzak yaşamayı tercih eden ünlü boksör, ringlerde 20 yıldır ağzından düşürmediği “Bütün zamanların en iyisiyim” lafını ispatlayarak bir efsane olmuştur.

Buna rağmen, 2001 yılındaki 11 Eylül saldırıları üzerine Muhammed Ali, başında New York İtfaiye Müdürlüğü şapkası ile Sıfır Noktasına giderek destek ve dayanışmasını göstermek gereği duymuş ve şöyle demiştir:

“Beni asıl inciten, ‘İslam’ adının bulaştırılması ve ‘Müslüman’ [adının] bulaştırılması ve sorun çıkarılıp nefret ve şiddete yol açılması. İslam, katil dini değildir. İslam, barış demektir. Evde öylece oturup insanların sorunun kaynağı olarak Müslümanları yaftalamalarına seyirci kalamazdım.”

Hayatını anlatan biyografik roman, 2002 yılında Kaknüs Yayınları tarafından yayımlanmıştır (ISBN 975-6698-34-9).

Uzun süredir Parkinson hastalığı ile mücadele eden Muhammed Ali 3 Haziran 2016 tarihinde solunum yolu rahatsızlığı nedeniyle tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirmiştir.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABİ

Muhyiddin İbnü’l-Arabî (Arapça: مُحِي اَلدِّينْ اِبْنُ الْعَرَبِي; d. 28 Temmuz 1165 – 10 Kasım 1240) ya da tam adıyla Muhyiddîn Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî el-Hâtimî et-Tâî (Arapça: أَبُو عَبْدُ الله مُحَمَّدْ بِنْ عَلِي بِنْ مُحَمَّدْ بِنْ اَلْعَرَبِي اَلحَاتَمِي اَلطَّائِي), ünlü İslâm düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair. Şeyhü’l Ekber unvanı ile de bilinir.

Hayatı

Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Muvahhidler döneminde, 28 Temmuz 1165’te Mursiye (Murcia), Endülüs’te doğdu. Bilinmeyen bir sebeple sekiz yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye geldi. Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. İsminin sonunda yer alan el-Hâtimî et-Tâî, onun cömertliği ve hayırseverliğiyle ün kazanmış olan Taî kabilesine mensup Adî b. Hâtim et-Taî’nin kardeşi Abdullah b. Hâtîm et-Taî’nin soyundan geldiğini göstermektedir. Bu kabilenin Arap olması sebebiyle İbn Arabî ve ataları “Arabî” (Arab) diye tanınmışlardı. Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra çıktığı seyahatte Şam, Bağdad ve Mekke’ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüşmeler yaptı. Babası, kendisinde bir değişiklik olduğunu fark ederek İbnü’l-Arabî ile görüşmek isteyen filozof İbn Rüşd’e ondan bahsetmişti. İbn Rüşd, gerçek bilginin akıl yoluyla elde edildiğini savunurken İbnü’l-Arabî; gerçek bilginin sadece aklımızdan vücuda gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok tasavvuf yoluyla elde edilebileceğine inanıyordu. Daha sonra Sufizmi benimsedi ve hayatını manevî yola adadı.

İbnü’l-Arabî, kendisine “Manevî annenim ve dünyevî annenin ışığıyım” diyen Kordovalı Fatma adında 95 yaşından büyük bir kadına hizmet etti. Takvası ve tevekkülü ile bilinen bu kadın, kendisi üzerinde de oldukça büyük bir etki bırakmıştı.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

Seyahatleri

İbnü’l-Arabî, ilk defa 36 yaşında İspanya’dan ayrıldı ve 1193’te Tunus’a geldi. Tunus’ta bir yıl geçtikten sonra 1194’te Endülüs’e döndü. Babası İbnü’l-Arabî’nin Sevilla’ya gelmesinden kısa bir süre sonra öldü. Annesi de birkaç ay sonra öldüğünde İspanya’yı ikinci kez terk etti ve iki kız kardeşi ile 1195’te Fas’ın Fez kentine gitti. 1198’de İspanya’nın Córdoba şehrine döndü ve son kez 1200’de İspanya’yı Cebelitarık’tan geçerek tamamen terk etti. Mağrip’teki bâzı yerleri ziyaret ederek 1201’de Tunus’tan ayrıldı ve 1202’de hac etti. Üç yıl Mekke’de yaşadı ve orada el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye (Arapça: اَلْفُتُوحَاتُ الْمَكِّيَّة) adlı eserini yazmaya başladı.

Mekke’de vakit geçirdikten sonra Suriye, Filistin, Irak ve Anadolu’ya seyahat etti.

1204 yılında İbnü’l-Arabî, Selçuklu döneminde büyük tanınmış bir şeyh olan Mecdüddin İshak ile buluştu. İbnü’l-Arabî, bu kez kuzeye yöneldi; önce Medine’yi ziyaret ettiler ve 1205’te Bağdat’a gittiler. Bu ziyaret, ona Şeyh Abdülkâdir Geylânî’nin doğrudan öğrencileriyle tanışma fırsatı sundu. İbnü’l-Arabî, âlim Ali bin Abdullah bin Câmî’yi görmek için Musul’u ziyaret etmek istediği için sadece 12 gün orada kaldı. Orada Ramazan ayını geçirdi ve et-Tenezzülâtü’l-Mevṣıliyye ile el-Celâl ve’l-cemâl’i yazdı.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Ekberî Öğretisi

Varlık birliği (Vahdet-i Vücud) öğretisinin baş sözcüsü olmakla birlikte kendisinden sonra vahdet-i vücud görüşünü benimseyen sufiler için Muhyiddin İbn Arabi’nin lakaplarından olan Şeyh-i Ekber’e atıfla Ekberî sıfatı kullanılmıştır. Her ne kadar varlığın bir olduğunu kabul etmiş olsalar da Ekberî sufiler, bâzı görüşlerinde farklılıklar sergilemişlerdir. Meselâ Abdülkerim el-Cili ve Sadreddin Konevî her ikisi de Ekberî olmakla birlikte özgün görüşleri de olan ve başlı başına bir sufi metafiziği ve felsefesine sahip olan düşünürlerdir.

İbnü’l-Arabi’ye yönelik eleştiriler

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye karşı öğretisini benimseyenlerce Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh), öğretisine karşı çıkanlar tarafından Şeyh-i Ekfer (en kâfir şeyh) gibi birbirine taban tabana zıt lakapların verilişi, İbnü’l-Arabî’nin İslâm tarihinde üzerine en sert tartışmaların yapıldığı kişilerden biri olduğunun göstergesidir.[10] İbnü’l-Arabî’ye ait birçok görüş tartışılagelmiş, fakat üzerinde en çok durulan konu şüphesiz vahdet-i vücud düşüncesidir.

İbnü’l-Arabî, vahdet-i vücud (varlığın birliği) dolayısıyla panteizmi savunduğu, yani varlığın Tanrı olduğunu söylemesi iddiasıyla hem bâzı fakihlerden, hem de bâzı sufîlerden ılımlı ve sert eleştiriler almıştır.

Fakat Fususu’l-Hikem şârihlerinden Ahmed Avni Konuk, panteizmin vahdet-i vücud kavramından farklı olduğunu ifade eder ve 11 madde ile açıklar. Bu maddelerden ikisi şöyledir:

Madde 4: Vahdet-i vücudu müşahede edenler, taayyünat ve eşyanın hakikatinin Hak olduğunu söylerler; fakat taayyünatın ve eşyanın kendisine Hak demezler. “Hak, Hak’tır ve eşyalar da kendi zatlarında eşyadır” derler. Vücûdîler (panteistler) ise eşyanın taayyünlerinin ve zatlarının Hak olduğunu söylerler.

Madde 8: Vahdet-i vücudu müşahede edenler, Cenabı Hakk’ı hem “tenzih”, hem “teşbih” ederler. Vücûdîler (panteistler) ise yalnız “teşbih” ederler.

İbnü’l-Arabî’nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbelî Mezhebi geleneğinden beslenen âlim İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye’ye göre vahdet-i vücud küfürdür, dolayısıyla onu savunanlar da kâfirdir.

Bâzı tasavvuf ehilleri Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin geldiği idrak ve ilâhî anlayış seviyesinin peygamberler hariç insanlığın gelebileceği en yüksek seviye olduğu görüşündedirler. Tasavvuf çevrelerindeki genel kanaat, gelmiş geçmiş en büyük birkaç şeyhten biri olduğu yönündedir; bu da “Şeyh-ül-Ekber” yakıştırması ile paraleldir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin öğretisinin ve anlayışının ancak onun düzeyinde olanlarca anlaşılabileceği, yani ancak cüz’î iradenin tamamen devre dışı bırakılması ile anlaşılmasının mümkün olabileceği; aksi hâlde cüz’î iradeden tamamen kopamayan ve ilâhî iradeyle tamamen bütünleşemeyen bir kişinin Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bu yöndeki söylemlerini dillendirmesinin bir mânâda yalan beyan olacağı ifade edilmiştir.

Sadreddin Konevî’den günümüze kadar İbnü’l-Arabî ekolünü devam ettiren sufilerden bazıları

  • Fahreddin Iraki 1213-1289
  • Müeyyidüddin el-Cendi ö. 1291
  • Aziz Nesefi ö. 1300
  • Dâvûd-i Kayserî ö. 1350 Konevî’nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî’nin talebesidir.
  • Sadeddin Fergani ö. 1300
  • Abdürrezzak Kaşani ö. 1329
  • Mahmud Şebüsteri 1288-1340
  • Şeyh Bedreddin 1359-1420
  • Abdülkerim el-Cili 1366-1424
  • Molla Fenârî ö. 1430 Babası Konevî’nin halifelerindendir.
  • Şah Ni’metullah-i Velî ”(Nûr’ed-Dîn Kirmanî)” 1330-1431
  • Abdurrahman Câmî 1414-1492
  • Muhammed Kutbuddin İznikî ö. 1450 Molla Fenârî’nin talebesidir.
  • Yazıcızâde Muhammed Efendi ö. 1451 Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.
  • Akşemseddin ö. 1459 Fatih Sultan Mehmed’in hocasıdır. “Risâletü’n-Nuriyye” ve “Def’u Metaini’s-Sufiyye” adlı eserlerinde İbn Arabi’nin görüşlerini savunmuştur.
  • Abulvehhab Şarani 1493-1565
  • Cemal Halvetî (Çelebi Halife) ö. 1506 İbn Arabî’nin iki beytini şerh etmiştir.
  • İdris Bitlisî ö. 1520
  • Sofyalı Bâli Efendi ö. 1552 Füsûs şârihi.
  • Üftâde Muhammed Muhyiddîn ö. 1580 Bursalı ve Celvetiye Tarikatı büyüklerindendir.
  • Aziz Mahmud Hüdâyi ö. 1629 Üftâde’nin talebesidir.
  • Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi ö. 1578
  • İsmail Ankaravî ö. 1631 Meşhur Mesnevî şârihidir.
  • Abdullah Bosnevi ö. 1636 Füsus şârihidir.
  • Sarı Abdullah Efendi ö. 1660
  • Sunullah Gaybi ö. 1676 Keşfü’l Gıta adlı eserinde Vahdet-i vücud açıklanmaktdır.
  • Karabaş Veli Ali Alâeddin Atvel ö. 1685
  • Atpazarî Osman Fazlı İlâhî ö. 1690
  • Niyâzî-i Mısrî ö. 1693 En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.
  • İsmail Hakkı Bursevî ö. 1724
  • Nasuhî Mehmet Efendi ö. 1717
  • Neccarzade Mustafa Rıza Efendi ö. 1746
  • Abdülaziz Debbağ ö. 1717
  • Abdülgani Nablusi 1641-1731
  • Kırımlı Selim Baba ö. 1756
  • Şah Veliullah Dehlevi 1703-1762
  • Abdullah Salâhî-i Uşşâkî ö. 1781
  • Ahmed İbn Acibe 1747-1809
  • Köstendilli Süleyman Şeyhi 1750-1820
  • Safranbolulu Mehmed Emin Halvetî ö. 1867
  • Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin ö. 1881
  • Emir Abdülkadir 1808–1883
  • Muhammed Nur’ül Arabi ö. 1887
  • Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî ö. 1893 Tercüme-i Cânibü’l-Garbi fî Halli Müşkilâti İbn Arabî adlı bir eseri vardır.
  • Ahmed Amiş Efendi 1807-1920
  • Hüseyin Vassaf 1872-1929 Uşşaki şeyhlerinden yazar.
  • Abdurrahman Sami Uşşâki 1878-1935
Hüsnü Mübarek

HÜSNÜ MÜBAREK

Muhammed Hüsnü Said Mübarek (4 Mayıs 1928, Minufiye – 25 Şubat 2020, Kahire), Mısırlı asker ve siyasetçi. 1981-2011 yılları arasında Mısır cumhurbaşkanı. 2011’in Ocak ayında başlayan yaygın halk gösterilerinden sonra, önce 10 Şubat 2011 tarihinde yetkilerini yardımcısı olan Ömer Süleyman’a devretti, ertesi gün de görevinden istifa etti.

Kahire’deki Mısır Askerî Akademisi’ni (1949) ve Bilbays’taki Havacılık Akademisi’ni bitirdi (1950). Sovyetler Birliği’nde ileri uçuş ve bombardıman teknikleri konusunda öğrenim gördü. Mısır Hava Kuvvetleri’nde çeşitli görevler üstlendikten sonra 1966-69 arasında Hava Akademisi komutanlığını yürüttü. 1972’de Enver Sedat tarafından hava kuvvetleri komutanlığına getirildi. Ekim 1973’te İsrail’le yapılan Yom Kippur Savaşı’nın ilk günlerinde Mısır Hava Kuvvetleri’nin elde ettiği başarılarda önemli rol oynadı. Ertesi yıl mareşal oldu.

Nisan 1975’te devlet başkanı yardımcılığına atandı. Fas, Cezayir ve Moritanya arasında Batı Sahra’nın (İspanyol Sahrası) geleceğiyle ilgili anlaşmazlıkta arabuluculuk yaptı.

Hüsnü Mübarek

Devlet başkanlığı

6 Ekim 1981’de Enver Sedat’ın bir suikast sonucunda öldürülmesi üzerine devlet başkanı oldu. Bu görevde öteki Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye çalıştı. 1982’de Lübnan’ı işgal eden İsrail’le yakınlaşma politikasından uzaklaştı. 1987’de altı yıllık ikinci bir dönem için, oyların yüzde 97’sini alarak devlet başkanlığına yeniden seçildi. 1989’da, Enver Sedat döneminde İsrail’le yaptığı barış antlaşması yüzünden Arap Birliği’nden çıkarılmış olan Mısır tekrar birliğe kabul edildi, merkezi de Kahire’ye taşındı.

1990-91’deki Körfez Bunalımı ve onu izleyen Körfez Savaşı sırasında Arap ülkeleri, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında başlıca aracı işlevini üstlendi. Suudi Arabistan’ın, uluslararası kuvvetlerin desteğine başvuru kararının desteklenmesinde öteki Arap ülkelerine öncülük etti.

Enver Sedat’a yapılan suikastın ardından Mısır Devlet Başkanlığına ve Ulusal Demokratik Parti’nin liderliğine seçilen Mübarek; 1987, 1993, 1999 ve 2005 yıllarında yapılan ve muhalefetin katılımının kısıtlandığı seçimlerde arka arkaya dört kez göreve seçildi.

26 Haziran 1995’te, Afrika Birliği Örgütü Zirvesi için gerçekleştirdiği Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa seyahati sırasında kendisine suikast girişiminde bulunuldu. İstihbarat raporlarına göre girişim, el-Kaide ile birlikte hareket eden ve Mısır’da faaliyet gösteren İslam Cemaati ile Mısır İslam Cihadı tarafından gerçekleştirilmiş ve Sudan hükûmeti ile ülkenin istihbarat servisleri tarafından desteklenmişti.

Hüsnü Mübarek

Protestolar ve istifası

2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap dünyası protestolarının 25 Ocak 2011’de Mısır’da da başlaması üzerine 10 Şubat 2011’de yetkilerinin çoğunu yardımcısı Ömer Süleyman’a devretti, 11 Şubat 2011’de ise görevini orduya ve anayasa mahkemesine devrederek istifa etti. İstifa ettikten kısa bir süre sonra tutuklandı ve yargılanmaya başlandı. Bir süre idamla yargılanmıştır. 2 Haziran 2012 günü yardımcısı ile birlikte ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, oğulları ile yargılanan birkaç kişi ise beraat etmiştir. Kısa süre sonra Mübarek’in idam edilmesini isteyen göstericiler, Mübarek’in yargılandığı mahkeme önünde polisle çatışmışlardır. Yaşanan gelişmeler üzerine Mübarek depresyona girmiştir.

Mısır’ın en üst düzeydeki temyiz mahkemesi tarafından 2 Mart 2017’de hakkında beraat kararı verildi. 24 Mart 2017’de serbest bırakıldı.

Ölümü

Hüsnü Mübarek 25 Şubat 2020’de başkent Kahire’deki Kahire askerî hastanesinde, 91 yaşında hayatını kaybetti. Kahire’nin dışındaki bir aile mezarlığında askerî cenaze töreni düzenlendi.

Roger Garaudy

ROGER GARAUDY

Roger Garaudy (17 Temmuz 1913, Marsilya – 13 Haziran 2012, Paris) Fransız düşünür ve yazar.

1952 yılında Sorbonne Üniversitesi’nden felsefe dalında, 1954 yılında SSCB Bilimler Akademisi’nde bilim dalında doktor unvanı elde etmiştir.

Fransız Komünist Partisi’nde etkin bir konumda yer aldıktan sonra bu partiden ayrıldı. Fransa Parlamentosu’nda milletvekili, meclis başkan yardımcılığı, milli eğitim komisyonu üyesi ve senatör olarak görev yaptı. Daha sonra profesörlüğe devam etti.

Emekliliği sırasında pek çok akademik eser yayımlayan Garaudy, 1982 yılında Müslüman olmuştur.

Roger Garaudy

Eserleri

  • Dünyadaki Tek Medeniyet Batı Değil
  • Le Terrorisme Occidental (Batı Terörizmi) (2004)
  • Mythes fondateurs de la politique israélienne (İsrail’in kuruluşundaki mitler) (1995) Bu kitabında savunduğu antisemitik görüşler Fransız ceza kanunlarına göre suç teşkil eder.
  • Avons-nous besoin de Dieu? (Tanrı gerekli mi?) (1993)
  • Karl Marx (1972 ve 1977) On bir dile tercüme edilmiştir.
  • Pour un Modèle français de socialisme (Sosyalizmin bir Fransız modeli üzerine) (1968)
  • Lenine (1968) İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Portekizceye tercüme edilmiştir.
  • La pensée de Hegel (Hegelin düşüncesi) (1966) İspanyolca, Portekizce, Arnavutça ve Yunancaya tercüme edilmiştir.
  • Marxisme du XX siècle (20.yy Marksizmi) (1961) Norveççe, İngilizce, Türkçe, Çekçe’ye tercüme edilmiştir.
  • Dieu est Mort (Tanrı Öldü) (1962) Hegel üzerine inceleme. Almanca ve İspanyolcaya tercüme edilmiştir.
  • Perspectives de l’homme (İnsanın Ufukları) (1955) Sırbo-Hırvatça, İspanyolca, Lehçe, Portekizçeye tercüme edilmiştir.
  • Theorie materialiste de la connaissance (Materyalist Bilgi Teorisi) (1953) Çekçe, Rusça, Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir.
  • Les sources françaises du socialisme scientifique (1949) (Bilimsel sosyalizmin Fransız kaynakları) Lehçe, Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir.
  • Siyonizm Dosyası
  • Yaşayanlara Çağrı
  • İnsanlığın Medeniyet Destanı
  • Geleceğimizde İslam Var
  • Hatıralar
  • Endülüs’te İslam
  • İslam ve İnsanlığın Geleceği
  • Yobazlıklar
  • Amerikan Efsanesi
  • İlahi Mesajlar Toprağı Filistin
  • İslam’ın Vadettikleri
  • İsrail Dosyası “Siyasi Siyonizm”
  • İslamiyet ve Sosyalizm
Cat Stevens

CAT STEVENS

Cat Stevens veya Yusuf İslam (doğum adıyla Steven Demetre Georgiou; d. 21 Temmuz 1948, Londra), İngiliz şarkı sözü yazarı ve müzisyendir. Müzik tarzı folk, pop, rock ve İslamî müzikten oluşur. 1977 yılında Müslüman olmuş ve bundan iki yıl sonra da adını Yusuf İslam olarak değiştirmiştir.

Georgiou, çoğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda olmak üzere çoğunluğu Cat Stevens mahlasıyla 60 milyondan fazla albüm sattı. “Wild World”, “Father and Son”, “Morning Has Broken”, “Peace Train”, “The First Cut Is the Deepest” ve “Lady D’Arbanville” gibi ünlü parçalarıyla hatırlanır. Sanatçı, 2014 yılında Rock and Roll Hall of Fame (Rock and Roll Efsaneler Müzesi)’ne dâhil edilmiştir.

Cat Stevens

Çocukluğu ve gençliği

21 Temmuz 1948 tarihinde Londra’da doğdu. Kıbrıslı Rum bir babanın ve İsveçli bir annenin üçüncü çocuğu olan Cat Stevens’ın asıl adı Steven Demetre Georgiou’dur.

Babası Yunan Ortodoksu olmasına rağmen, Steven bir Katolik okuluna gitti. 8 yaşındayken annesi ve babası boşandı. Bir süre beraber yaşadılarsa da, annesi oğlunu alıp İsveç’e döndü. 16 yaşındayken okulu bıraktı, daha sonra Sanat Okulu’na girdi ama oradan da ayrıldı.

Müzik kariyeri

İlk hit parçasını ve albümünü 18 yaşındayken yaptı. “I Love my Dog” şarkısı Cat Stevens’ın doğuşu anlamına geliyordu. 1966 yılında Matthew and Son albümünü piyasaya sürdü. Bu dönemde Cat Stevens ismini aldı. 1967’de yayımlanan New Masters albümü fazla tutulmadı, bu albüm sonradan birçok kişi tarafından yorumlanan The First Cut Is the Deepest parçasıyla hatırlanır.

1968’in başında 19 yaşındayken Stevens tüberküloza yakalandı. Aylarca hastanede yattığından müziğe tekrar dönmesi 1970’i buldu.

1970’te yayımladığı folk müzik temeline oturtulmuş, önceki albümlerinden de biraz farklı sayılan Mona Bone Jakon yayımladı. Bu albümde o dönemki aşkı Patti D’Arbanville için yazılmış (daha sonra bir klasik halini alan) “Lady D’Arbanville” parçası da yer alır. Cat Stevens, 1970’in ikinci yarısında yayımladığı uluslararası bir başarı yakalayan Tea for the Tillerman albümüyle yoluna devam etti. Wild World parçası bu albümdeki en beğenilen ve popüler parça oldu.

Kendine has bir müzik oluşturan Stevens 1971’de çıkardığı Teaser and the Firecat albümüyle başarının tadını çıkarmaya devam etti. Bu albümde “Peace Train”, “Morning Has Broken” ve “Moonshadow” gibi birçok hit parça yer alıyordu. 70’li yıllarda yeni albümler yayımlamaya devam etti.

Cat Stevens

Müslüman oluşu

2008 yılında
1976 yılında bir kaza sonrası boğulmak üzere olan ve Tanrı’ya yakaran Cat Stevens, yıllar sonra VH1 kanalında o anda şunları aklından geçirdiğini söylemiştir: ”Oh God! If you save me I will work for you.” (Tanrım, eğer beni kurtarırsan senin için çalışacağım).

Din değiştirmesinden sonra uzunca bir süre müzik kariyerine ara verdi. Sahnelerden uzaklaştı, hatta müzik şirketlerinden artık albümlerinin dağıtılmamasını rica etti fakat bu talebi reddedildi. 2006 yılında oğlunun evinde eline aldığı gitar ile birlikte bu kararını 28 yıl sonra değiştirdi. Önce kendi eski şarkısı olan Father and Son şarkısını Ronan Keating ile söyledi. Ardından 2006 yılında An Other Cup albümünü çıkardı. Ardından, 5 Mayıs 2009’da olumlu eleştiriler alan albümü Roadsinger piyasaya çıktı. Müzisyen son olarak 2014 yılının sonlarında Tell ‘Em I’m Gone isimli son albümünü piyasaya çıkarttı.

Şu an eşi Fauzia Mubarak Ali ve altı çocuğuyla birlikte Londra’da yaşamaktadır.

Albümler

  • Cat Stevens adıyla
  • Matthew & Son (1966)
  • New Masters (1967)
  • Mona Bone Jakon (1970)
  • Tea for the Tillerman (1970)
  • Teaser and the Firecat (1971)
  • Catch Bull at Four (1972)
  • Foreigner (1973)
  • Buddha and the Chocolate Box (1974)
  • Saturnight (Live in Tokyo) (1974)
  • Numbers (1975)
  • Izitso (1977)
  • Back to Earth (1978)
  • Majikat (2005)
  • Gold (2005 derleme)
  • My lady d’arbanville
  • Birçok derleme ve antoloji

 

Yusuf İslam adıyla

  • The Life of the Last Prophet (1995)
  • I Have No Cannons that Roar (1998)
  • Prayers of the Last Prophet (1999)
  • A is for Allah (2000)
  • I Look I See (2003)
  • Footsteps In The Light (2006)
  • An Other Cup (2006)
  • Roadsinger (2009)
  • Tell ‘Em I’m Gone (2014)
Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

SALİH MİRZABEYOĞLU VE BÜYÜK DOĞU-İBDA MEFKURESİ

Kudsî Hadis-i şerifte meâlen: “Âlemi insan, insanları ise bana ibadet etsinler diye yarattım!” buyurulur…

“İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun…” Meâli: “Biz Allah’a aidiz ve nihayet O’na döneceğiz.” (Bakara; 156)

Bilindiği gibi Büyük Doğu-İBDA Mektebi’nin mimarları, Necib Fazıl Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu’dur. Bu mektebin iki mütefekkiri yüz elli küsur şaheser vermiş, hayatları mücadele ile geçmiş, çok zulüm görmüşlerdir. Zindan duvarları bile gözyaşına boğulmuştur. Dolayısıyla bir değil, bin makale ile dahi bu dâva ve şahsiyetleri takdim etmek, yeterli olmayacaktır. Ancak, “Parça bütünün habercisidir!” hikmeti gereği, mücmel bir takdimin de zarurî olduğuna inanıyoruz.

Nereden başlayalım?

Meselâ, “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” diye sormak, “Ölüm nedir?” diye sormanın aynıdır. Bunu kendi lisanından mücmel olarak iktibas edelim:

– «“Ben kimim?” diye sormak, “ölüm nedir?” diye sormakla birdir… “Ben”… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hâdiseler dizisinden ibaret!»

Mâzi idrakiyle hâlin yaşanması ve ötelere (“sonsuzluk kervanı”) dair bir kimlik edinmenin zaruretine işaret eden Mirzabeyoğlu, baba tarafından Muş ilinde ikâmet eden Mutkî aşîretine mensuptur. Bu şecere kısaca şöyle:

– “Mutkî aşîreti reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey, onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu… Büyük Sahâbî “Seyf-ül İslâm-İslâmın Kılıcı” lâkaplı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir şecere…”

Anne tarafından “Hz. Ebu Bekir’in soyundan” olan Babaanne Hanife Süphandağı, “Abdulhâkim Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi”dir.

Yâni Mirzabeyoğlu, “Seyyid” soyundandır da…

Anne tarafından dedesi ise; “Abdulkadir Güleray… Baba adı Ali, ana adı Adile… Babası ve annesi, Bulgaristan’ın Çırpan yöresinden gelip Bursa’ya yerleşen göçmen…”

Babaannesi, babası ve halası, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün edilen Salih İzzet Erdiş, 10 Mayıs 1950 yılında Erzincan’da doğmuştur. “Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada… Ben, son anda mezardan dönen insanım!..” diyen Mirzabeyoğlu, soyadını, 1975 Gölge dergisinin çıkışı ile aldığını ifade eder…

“4 Şubat 1990 yılında Hayran Hanım’la Şer’î nikâhı kıyılan” Mirzabeyoğlu’nun, Şerife Neslihan (12 Kasım 1990) ve Ayşe Elif (6 Ocak 1993) adında iki kızı vardır…

İlkokul, Ortaokul ve Liseyi Eskişehir’de bitiren Mirzabeyoğlu, 1964 tarihinde kendisine annesi tarafından hediye edilen Eflatun’un “Devlet” adlı eserini, “Benim not alarak okuduğum ilk eser de, 1967’de bu eserdir” şeklinde ifade ederek, didaktik amaçlı okuma-araştırma ve “fikir sancıları”nın başladığı tarihi verir.

Şahsiyetinin ana çizgilerinin Eskişehir’de piştiğini ifade eden Mirzabeyoğlu, 15-16 yaşlarında Milliyetçiler Derneği ve Komünizmle Mücadele Derneği’nde Rahmetli Halil ağabey ve Milli Eğitim Kitabevi’nin şefliğini yapan Suat Fıratlı ağabeyle hemen her gün beraber olduğunu vurgular. Kitabevini ise, “uzun nutuklarına sahne olan bir mekân” olarak tasvir eder. Bu arada Milli Nizam Partisi Eskişehir Gençlik Kolları’nın başında Erbakan’la tanışma ve nihâyet Üstad’ı Necib Fazıl Kısakürek’e; fikir ve haysiyetine, “yanasıya aşkla” vurulması, aynı tarihlere denk gelir…

1975-76’da Gölge dergisiyle fikir arenasında görünen, 1979-80 yıllarında Akıncı Güç adlı dergiyle kükreyen Mirzabeyoğlu, Milli Selamet Partisi’nin Gençlik Kolu olarak faaliyet gösteren “Akıncılar Derneği”nin isim babasıdır da… Akıncı Güç dergisi vesilesiyle Necip Fazıl’la yakından tanışan Mirzabeyoğlu, âhirete irtihâline (25 Mayıs 1983) kadar Üstad’ın yanındadır.

Gölge Dergisi’nde mücerret fikrin tohumlarını eken ve Akıncı Güç dergisini çıkardıktan sonra bizzat Üstad’ın nezaretinde, “mücerret fikir” ufkunda kanat çırpan Mirzabeyoğlu, her biri mâzinin irfan hazinesine mıhlı, terkipci ve icadçı fikirlerle dolu; bize “Köklerimiz”i hatırlatan ve tesir gücü BÜYÜK DOĞU’dan mülhem 60 küsur şâheserin sahibidir…

Hâsılı, “Bende ne hikmet varsa büyüklerime aittir. Hatalar -varsa- nefsime aittir” diyen Mirzabeyoğlu’nu anlamak için Necib Fazıl ve Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini öyle veya böyle az da olsa anlamak gerekir.

İmam-ı Rabbânî’den Muhyiddin-î Arabî’ye, Elmalılı Hamdi Yazır’dan Kadı Beydavî’ye, Mevlâna’dan Şeyh Gâlib’e, Şerif Cürcani’den Kadı Iyaz ve İmam-ı Gazâliye, Ebu Hanife ve İmam-ı Şâfii’ye, “Şahsiyetler Topluluğu”na; dört halifeye ve nihâyet, “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber”e uzanan bir çizginin temsilcisi olan Mirzabeyoğlu ve dâvası, fikir ve ıstırabı, ciltler dolusu eserlere mevzu olsa gerektir.

Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra bu dâvanın (mücmel-kısa olarak) takdimine geçebiliriz.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

BÜYÜK DOĞU-İBDA MEFKÛRESİ

“Büyük Doğu-İBDA Fikir ve Aksiyon Mektebi”, hayatı, ölüm ve ötesini, “asıl” ve “asla bağlı bir teferruatçılık şuuruyla” tahlil eden terkipci “büyük kafalar”ın, İslâmı, “yeni bir anlayış” çerçevesinde, yâni; “anlayışı yenileyerek” takdim etmesi ve çağa hâkim kılınmak istenilen İslâmî bir nizamın usûl ve kaideler bütününü, cemiyetin idrak nazarına sunmasından ibarettir. Bu fikir mektebinin iki Mütefekkirinin üslûbları önce kâlbe-hisse, sonra akıl ve ruha hitap eder; anlaşılmaz değil, zor anlaşılırdır. Dolayısıyla külliyatı kavramak için sadece ilim ve akıl kâfi gelmez. Kırgızistan Taza Din Hareketi kadrosuna mensup Cumay Suyunaliyev’in; “Biz İbda’yı hissederek kabul ettik. Şimdi, hissettiklerimizi anlamaya çalışıyoruz” şeklindeki ifadesi, buna dair bir argüman olarak kifâyet eder.

Mevcut İslâmî anlayışların içerisinde, “ayrı bir meşrep ve mezhep” değil, “İslâmın emir subaylığı” olan Büyük Doğu, Üstad’ın ifadesiyle: “BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz, BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye tâlip…” bir mefkûre’dir. [1]

Üstad, “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinde “Devlet ve İdare Mefkûresi”ni kısaca şöyle izah eder:

– “Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır… Yüceler Kurultayı”nın âzası, eksiksiz ve fazlasız 101’dir…

“Başyücelik Hükûmeti” bir Başvekil ve on bir vekilden mürekkeptir…”

Hükûmetin 11 Dâvası’nı ise; “Ruh ve Ahlâk Dâvası, Umumî İrfan Dâvası, Köy ve Köy Dâvası, Şehir ve Umran Dâvası, Ordu Dâvası, İç İnzibat Dâvası, Dış Münâsebetler Dâvası, Bütün Neşir Vâsıtalarını Murâkebe ve Himaye Dâvası, İş Emniyeti ve İş Sahaları Arasında Ahenk Dâvası, Nüfusu Çoğaltma, Güzelleştirme ve Sağlamlaştırma Dâvası, Milli Servet ve İktisat Dâvası” şeklinde tasnif eder.

Başyücelik Hükûmeti’nin “Temel Prensipler”ini ise; “Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve mülkiyette tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık ve Müdahalecilik” şeklinde tasnif eden Üstad, eğitimden mûsîkiye, edebiyattan sinemaya, kılık-kıyafetten sokaktaki adama kadar her mesele, mevzuu ve muhatabın görev ve hâlline dair bir disiplin, bir tertip, bir çözüm ve nizam teklifi sunar.

“İslâmiyeti feyizlendirme bahsinde beş bâtıl güdüm”ün ise; “reformacılar, havaî ve nefsanî tefsirciler, satıhçı ve kışırcı şeriatçılar, sahte ve yalancı sofiler, ham ve kaba softalar” olduğunu belirtir.

Salih Mirzabeyoğlu, Akıncı Güç Kadrosu ve Necip Fazıl’la Yakından Tanışması
– “Biz ruh hamurumuzu Büyük Doğu teknesinde ve onu yoğuran ellerde idrak ettik ve başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul edemeyiz!” […]

– “Kendisinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz bu yol Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun ta kendisidir. Ve adı “gerçek İslâmiyet”tir…” [2] ifadeleriyle fikir arenasına atılan “Akıncı Güç” dergisi ve kadrosu Üstad Necib Fazıl tarafından şu şekilde medhedilir:

– “İşte tam 40 yıldır süze süze özleştirdiğimize şahit olduğumuz bu birkaç genç ve 3-5 ağabeyleri, satranç tahtasının ilk karesindeki ilk vâhid mevkiîndedir. Bu vâhidi elde edebilmek için 40 yıl çalıştık, ama sonunda “evraka-buldum!” diyebilmek saadetine ulaştık. Gerisi keyfiyetini bunlarla paylaşan basit bir kemmiyet meselesidir ve cevher, kan oturmuş tırnaklarımızla 40 yıl kazıdığımız kuyudan çıkarılmıştır.”

Üstad Necip Fazıl bu kadro hakkında sözlerine şöyle devam eder:

– Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı…

Daima böyledir. İlâhi tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, bir köşenizde otururken görünüverir.

Bu ışık, hiç birini görüp tanımadığım, görüp tanıyınca da aramızdaki ezelî yakınlığa şahid olduğum gençlerden… Şu anda “Akıncı güç” isimli derginin ilk sayısından…” [3]

Müjdelerin Müjdesi
“Birkaç gün önce… Büyük Doğu Yayınlarının idare yerine birer meşale kıvraklığında üç genç geldi. Oturdular ve tek kelime söylemeden bana bir dergi uzattılar: AKINCI GÜÇ… Bunlar bu dergiyi çıkaran ve güden gençler… […]

Gece yatağıma uzanıp dergilerini açtığım zaman ne görsem iyi? Bir baştan öbür başa kadar Büyük Doğu idealinin destanı… Hem de en derin fikir tabakalarına kadar nüfuz edici ve bugünkü aydın İslâm gençliğini Büyük Doğu mihrak ve istikâmetinde gösterici bir tahlil, terkip, tefekkür ve tahassüs ifadesiyle… Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha âdi pohpohlamalarla değil… Duyarak, düşünerek ve yaşayarak… […]

Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!” [4]

Ayrıca Üstad, Mirzabeyoğlu’nun; “Azat kabul etmez bir zaptolunmuşluk hissiyle ve bunu hayatının mânâsı bilen gençlik adına Üstadım’a…” şeklinde, kendisine ithaf ettiği “Kültür Dâvamız” adlı eserini şu sözlerle karşılar:

– “Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefis murakabesi eseridir. Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na sevgiyle… Bize ağuşunu açmış. Takdirkârıyım!” der.

Ve daha neler ve neler…

Salih Mirzabeyoğlu “İbda Diyalektiği” adlı eserini şu şekilde takdim eder:

– “Bu eser… İnsan ve toplum meselelerine “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” hâlidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm’a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarı.” [5]

Mirzabeyoğlu, “topluluk hakikatini” temin cehdi ile ömür tüketen; ümmetin derdiyle dertlenmeyi “câna minnet bilen”, hâsılı, ötelere sermâye biriktirme gayesi güden ve bu gayenin güdülmesi gerektiğini vatanın has evlâtlarına aşılayan bir fikir ve aksiyon adamıdır.

“İnsanın anladığı üzerinde telif hakkı vardır” diyen Mizrabeyoğlu; “İBDA bünyesinde belirttiğimiz veya belirtilmiş her kıymet, yapılan herşey Büyük Doğu’nundur ve iftiharla söyleyebiliriz ki, bu bünye her zerresiyle Büyük Doğu’nun tesiri altındadır” ifadesiyle, İBDA’nın adresini gösterir. [6]

Mirzabeyoğlu’nun bu tavrı ve vurgusu, bir fikir adamının, tesiri altında olduğu fikrin adresini göstermesinin veya “damıttığı fikrin” hangi ideolocyaya “nisbet vasfını” göstermesinin bir “fikir haysiyeti” olduğunu hatırlatsa gerektir…

Salih Mirzabeoğlu “İBDA”yı ise şöyle tarif ve takdim eder:

– “İBDA, ismini ve mânâsını, geçmişini, hâlini ve geleceğini, yaptığı ve yapacağı herşeyi, aklı geride bırakıcı ve kâlbe hitabedici bir tecrit derinliği ve haysiyeti içinde, topyekûn kâinatı tek cümleyle izah edercesine şöyle ifade edilebilir: BÜYÜK DOĞU’nun sırrı İBDA ve İBDA’nın sırrı ise BÜYÜK DOĞU’dur… Ve ne kadar tekrar edilse azdır ki, bu fikir ve mânânın nesep bağı içinde İBDA, kuşa niyet çektirircesine bulunmuş bir isim değil, İslâma muhatap anlayışı temsil makamındaki BÜYÜK DOĞU’ya nisbet vasfını gösteren bir sıfattır. Demek ki İBDA, hem sıfat, hem isim, hem iç mânâ, hem dış temsil, hem öz ve hem de nakıştır.” [7]

– “Eğer Büyük Doğu’yu, her mânânın suretini barındıran ve her suretin mânâsını saklayan “misâl âlemi” gibi alırsanız, İBDA ona tutulmuş aynadır, o ruhun yuvasıdır, onun tecelli mekânıdır ve bu yıldız birleşmesi içinde de, onun görünüşü ve zamanıdır.” [8]

Nereye intisap ettiğini de, şu cümlelerle özetler:

– “Kendisinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz BÜYÜK DOĞU yolunun derinliğine ve genişliğine doğru destanını yazan İBDA, bir dâvâsı, iddiası ve ispatı bulunmadan, karışıklıkta ve arada kaynayarak boy gösteren sürüngenlerin tersine, en açık bir biçimde ilân eder ki, Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun tâ kendisidir. Ve, tarihi boyunca da görüldüğü üzere “Fırka-ı Nâciye-Kurtuluş Yolu Fırkası” diye isimlendirilen bu yolun çapraz çizgileriyle hiçbir alâkası yoktur.” [9]

Daha sonra, “İslâm ve Kâinat, Tarih Şuuru, Terkibi Dâva Şeması, Kendinden Zuhur vb.” ilke ve prensipleri levhalar hâlinde takdim eder.

– “İslâm Tasavvufu” ve “Batı Tefekkürü” sahası arasında kanatlarını açan İBDA, birincisinde imânın hakikatini ve ikincisinin de bir “arınma kurnası” hâline getirdiği gizli imânını selâmlarken, “ana gövde” dilinde, yâni işin kemmiyet örgüsüne memur zarurî bir âlet mevkiindeki Büyük Doğu dilinde tecelli eden mânânın muhasebecisi, iç ve dış hikmetlerin bu gövdeye maledicisidir.” [10]

Özetlersek: BÜYÜK DOĞU-İBDA FİKİR VE AKSİYON MEKTEBİ bir, “ehl-i sünnet” mektebidir. Bu mektep, mücerret fikir istidadına haiz bir tarih anlayışı ve şuuru aşılar. Batıyı ve Doğuyu kavrama cehdini mutlak gerekli gören bu mektepte asıl olan, bildirilen hakikatleri olduğu gibi bulma-anlama ve bu çerçevede; “hakikatleri aslına ircâ etme” cehdidir. İrfanî düşünceyi (sezgi ve ilhâm) önemseyen bu mektep, zahiri ihmâl etmeden ve “keyfiyetleri Allah’a havale ederek”, bâtını doğru bir şekilde tev’il etmeyi de gerekli görür.

“Fikirde müphem, aksiyonda açık olma tavrı” ise, vazgeçilmez bir ilkedir…

“Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet” şeklinde tasnif edilen prensiplere riayet eden; “İ’lâ-yı Kelimetullah” ve “Nizam-ı Âlem” dâvası güden bu mekteple kıyas edilecek (zuhurundan bugüne değin) başka bir ekol yoktur, demek, bir hakikati ifade etmektir. Dolayısıyla, “taklitler”den ve “post-modern intihâlciler”den sakınmak gerekir…

Mirzabeyoğlu, mücmel olarak takdim ettiğimiz bu “ölçü” ve “ölçülendirmeler”i ihlâs ve samimiyetle hayata hâkim kılmak istediği için, kafa ve gönül nisbeti dış mihraklara müştak olan bir kısım Jakoben Cumhuriyetçilerin hedefi olmuştur.

Buna dair bilgi ve belgeler mucibinde mücmel bir tahlil ve mülâhaza.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

28 ŞUBAT SONRASI İDAM KARARI VE İŞKENCE

1991’de “İşkence” ve 2001 sonrası Bolu’da “Telegram” ve “ÖLÜM ODASI B-Yedi” adlı eser…

Bilindiği gibi bir kısım derin zevat tarafından 28 Şubat, Erbakan ve Çiller hükümetine karşı, “post-modern sivil darbe” olarak nitelendirilir…

İki yıl iktidarda kalan; şeyhlere, mollalara Başbakanlık Konutu’nda iftar dâveti veren, birçok özel okul, hastahane, vakıf, dernek, yardım kuruluşu vesair açan, açılmasına vesile olan Refah Partisi, bu icraatlarından dolayı “jakoben” tâbir edilen Cumhuriyetçilerin hışmına uğramış, üç-beş densiz tarafından Sincan gibi ilçelerde düzenlenen Humeyni Posterli “Kudüs Geceleri” ve çorabının suyunu müridlerine içiren “Kalkancı” misâli şeyh bozuntuları vesair bahane edilerek, “yahudi-mason medyası” tarafından, “irtica hortluyor!” yaygarası basılmış, buna mukabil Çevik Bir Paşa nezâretinde tanklar, Sincan’a yürütülmüştür.

Yâni, irticanın baş müsebbibi olarak lanse edilen Erbakan Hoca, “kata-külle”ye getirilip hükûmetten alaşağı edilmiştir. Bu hâdisenin adı icracılar tarafından, “demokrasiye yapılan balans ayarı”, muhalifler tarafından, “Post-modern sivil darbe” olarak tarihe kaydedilmiştir.

“Bin yıl sürse de, on beş milyon cana mâlolsa da bu savaşı sürdürecekleri”ni ifade eden 28 Şubat Darbeci’leri alelacele kolları sıvamış, bütün yurtta, hattâ sınır ötesi bir “mürteci (!) avı” başlatmış; on binler ile ifade edilen Müslüman suçlu-suçsuz gözaltına alınmıştır. Bu “jakoben baskı” karşısında hemen bütün İslâmi hareketler sindirilmiş; bu hâdise karşısında hemen bütün mensuplar bir “seyirci rolü” oynamıştır. Müslümanların yahut Müslümanlık iddia edenlerin bu sessiz tavrı (!) dolayısıyla “jakoben baskı” alabildiğine artmış; mahkemeler kurulmuş; hâkimlerin önüne, “cezası onanmış” dosyalar serilmiş; tutuklu veya şartlı yargılananlara en ağır cezalar verilmiştir. Salih Mirzabeyoğlu’na gelince:

Salih Mirzabeyoğlu, İBDA külliyatında İBDA ve İBDA/C’nin ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini defaatle izah etmesine rağmen, “İBDA/C terör örgütü lideri” olmakla itham edilmiş, askerî ve siyasî erkânın verdiği brifinglere katılan ve burada verilen tâlimatları yerine getirmeyi kendilerine husûsî görev (!) addetmiş olan bir kısım savcının “suç duyurusu”nda bulunması ve bir kısım hâkimin, “duyurulan bu suç” (!) hakkında derledikleri argümanlar neticesinde “idam cezası”na çarptırılmıştır.

Kısaca şöyle:

İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 12/01/1999 tarihinde Savcı Ali Yorulmaz tarafından hazırlanan iddianamesinde; “Türkiye’deki mevcut anayasal düzeni yıkarak yerine dini esaslara dayalı merkezi Türkiye’de olan Ortadoğu ülkelerini de içine alan Büyük Doğu İslâm Devleti kurmak amacıyla faaliyetlerini sürdüren ve 1985 yılında bu fikir doğrultusunda, İBDA/C adlı yasa dışı örgütü oluşturan Kumandan kod sanık Salih İzzet Erdiş’in kurmuş olduğu” iddia edildikten sonra, “İBDA/C adlı silahlı terör örgütünün asıl hedefinin de, mevcut Anayasal düzeni silah zoru ile değiştirip yerine İslâm Devleti kurmaktır” denilerek, Salih Mirzabeyoğlu, İBDA/C’nin icra ettiği tüm eylemlerden sorumlu tutulmuştur.

Hâlbuki “İBDA/C adlı örgütün lideri olan kod adıyla da kurulacak olan BÜYÜK DOĞU İSLÂM DEVLETİ’nin komutanı seçilecek olan KUMANDAN kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber, …” diyen de, bu hükme rağmen; “Lidersiz bir örgüt düşünülemeyeceği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA/C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerde örgüt lideri sorumludur…” diyerek, Mirzabeyoğlu’na “İDAM KARARI” veren de, aynı devletin aynı mahkemesidir.

Kısaca şöyle: Metin Çetinbaş’ın başkanlığını yaptığı 6 Nolu DGM’de duruşma savcısı olarak görev yapan Ali Cengiz Hacıosmanoğlu (02-04-2001) tarafından da çeşitli suçlarla itham edildikten sonra karar metninde;

(Kumandan Kod-Salih Mirzabeyoğlu) sanık Salih İzzet Erdiş’in silâhlı terör örgütü olan İBDA/C örgütünü kurarak örgütün gerçekleştirdiği birçok öldürme, yaralama ve diğer faaliyetlerinden dolayı doğan sorumluluğu, emir ve komutası göz önünde bulundurularak;

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını Tağyir ve Tebdil veya İlgaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan TBMM’nin vazifesini yapmaktan Men’e cebren teşebbüs etmekten eylemine uyan TCK’nin 146/1 MADDESİ GEREĞİNCE İDAM CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA” karar verilmiştir.

(02-04-2001 BAŞKAN-24570 ÜYE-26486- 24472 K-134 METİN ÇETİNBAŞ, R. ERGİN ŞERAN, A. TAMER TARGAN, Z. DENİZ)

Hâlbuki o tarihlerde (hattâ daha sonra dahi) hiçbir İBDA/C sanığı, “adam öldürme cürmü”nden hüküm giymediği gibi, o tarihten iki yıl önce Adana DGM’nin açtığı davada İstanbul DGM, bu suçlamaları reddederek kısaca; “İçişleri Bakanlığının dosya içerisindeki 3 Mart 1998 tarihli yazısında bu sanığın İstanbul’da yayınlanan yasal dergilerdeki faaliyetlerinde yasadışı örgütün üyesi ve yöneticisi olduğunun delili olamaz. Bu nedenle; Cumhuriyet Başsavcılığının YETKİSİZLİĞİNE, gereğinin takdir ve ifası için hazırlık evrakının ADANA DGM CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA gönderilmesine karar verildi.” (25. 5. 1998. MEHMET SÜSLÜ- 25543) denilerek, Salih Mirzabeyoğlu’nun, “terör örgütü” lideri olduğu iddiası reddedilmiştir.

Demek ki, idam kararı verilirken ortada hukuk yok, âdil yargılama yok, yok oğlu yok fakat, sadece brifinglerde alınan kararları tatbik etmeye azmetmiş olan “taraflı” savcı ve hâkimler zümresinin ithamı, dolayısıyla “yasa dışı” kararları vardır ki; hukuk, “tarafsız” olmalıdır…

Bu meyanda daha önce Mirzabeyoğlu’nun yargılandığı mahkemenin ilk hâkimi olan Sedat Karagül; “İBDA/C iki kez ölümle tehdid etti beni. Duruşmada beni tehdit ettiler” (kılına zarar verilmediğini belirtmekte fayda var. S.B.) demekle birlikte; “Mirzabeyoğlu, ilk gün duruşmada çok kötü durumdaydı. Savunma yapamadı. Devlet otoritesinin hiçe indiği bir davadır bu. Devletin otoritesi sıfır olmuştur. […] DGM’de siyasi baskı görmediğim davam olmadı” [11] şeklinde ifadeleriyle DGM’de baktığı her davada “siyasi baskı” gördüğünü beyan etmektedir.

Ergenekon sanıklarının avukatlığını yapan, Mirzabeyoğlu dâvasında o dönemin karar hâkimi olan Metin Çetinbaş ise; “Dosyanın detaylarını hatırlamıyorum. Biz o günkü şartlara göre karar verdik. Ben bir hata yapıldığını düşünmüyorum ama bu o dosyada hata yapılmadı demek değildir. Allah’ın adâleti değil ki mutlak ve kesin olsun. Hiçbir Hâkim verdiği kararların yüzde yüz doğru olduğunu söyleyemez. Ben hata yapılmadığını düşünüyorum ama o dosyada yüzde yüz hata yapılmadı demek değildir. Hâkimler de hata yapabilir” [12] demektedir.

Mızmız bir şekilde olsa da bu ve benzeri ifade ve itiraflar gösteriyor ki, Mirzabeyoğlu, bir itham ve hukuksuzluğun, bir “taraflı yargı” ve dayatmanın marifeti neticesinde “idam cezası” onanmış birisidir. Aslında Mirzabeyoğlu (kendi ifadesiyle), “TC içinde yaşayan 3000 aile”nin emrine ve çıkarlarına âmade olan bir “üst konsey” tarafından mahkûm edilmiştir. Bu “üst konsey”in uzantısının, mazlum insanlara ceberrut kesilen uluslararası müstekbirler olduğu âşikârdır. Sinsi İngiltere’nin organize ettiği, zâlim ABD’nin kullanıldığı ve terörist İsrail ve Musevi bankerlerin finans ve teşvikiyle hareket eden bu “uluslararası üst konsey”in çıkarlarına uymayan fikir ve hareket mensubu her şahıs ya zulme uğrar yahut derhâl ötekileştirilir. İnsanları iliklerine kadar sömüren, inançlarını başkalaştıran bu sisteme karşı “dik duruş” tavrı gösteren her şahıs en mâsum ifadeyle, “tehlikeli” addedilerek mahkûm edilir. Hâsılı Mirzabeyoğlu, bu müstekbirler tarafından maddî ve mânevî hakları gaspedilen mazlum insanlara, “Başyücelik Devleti” adı altında “Yeni Dünya Düzeni” teklif ettiği ve bu uğurda hayatını adadığı için mahkûm edilmiştir.

Bu çerçevede:

Mazlumların kanıyla harcı yoğrularak inkişaf eden bu barbar Batı sistemine karşı, “kendisi” olarak kalabilecek fikir ve aksiyon mihrakının Mimar ve güdücüsü Mirzabeyoğlu’dur; Ortadoğu ve Ortaasya Müslümanları, hattâ bütün ezilen milletler için biricik “kurtuluş reçetesi” Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon mektebinin teklif ettiği “Başyücelik Devleti”dir. Kabaca; frenklerin pergel ve cetvelle çizdiği sınırlara mahkûm olanların böyle bir devlet nizamından rahatsız olması mâzur (!) addebilebilir, fakat frenk barbarlığından canı yananların böyle bir devlet nizamının hâkim olmasından rahatsız olması, düşünülemez…

Hulâsa: Salih Mirzabeyoğlu, “İBDA/C ne?” şeklinde suallere cevaben; “İbda fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda!”… Kıvam Hukuk Bürosu, İBDA Kitabevleri, Kitab-Propaganda, AK Doğuş (dergi), yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; “Cebhe”den kasıt bunlar…” demesine rağmen, “örgüt lideri” olmak suçundan idam cezasına çarptırılması, “kara câhillik” değilse eğer tamamen düzmece ve tâlimatla dayatma neticesi bir karar olsa gerektir.

Hukukta, “suçun şahsiliği” ilkesi mâlûm. Yasa koyucu ve uygulayıcıların bu “yasa”ya aykırı hüküm vermeleri, başkaları hakkında hüküm vermeyi de gerekli kılar; “Falan adamın suçluyla diyaloğu var, onu da yargılayalım!” gibi.

Bunun abes olduğuna dair misâl, Mirzabeyoğlu’nun savunmasında kısaca şöyle tasvir edilir:

“Büyük Doğu ve İBDA, eserlerimde binbir defa geçtiği gibi, bir ayniyetin iki kanadı olarak bir terkib belirtir; yâni Büyük Doğu İBDA… Biri, eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl?” tavrıdır; diğeri de aklın “niçin?” tavrı… Buna rağmen, “o olmakla, ondan olmak” arasındaki fark gereği, İbda’ya isnad edilen suçtan dolayı, “Büyük Doğu” suçlanamaz… Aynı şekilde, legal ve illegal İBDA-C’lerden dolayı da, “o onu tanıyor, bu bunu tanıyor” diye İBDA sorumlu tutulamaz… Eğer sorumlu tutulursa ben de diyorum ki, “benim liderim Necip Fazıl’dır!”… Üstadım’la Turgut Özal’ın teması mâlum olduğuna göre, o da örgüt üyesidir…

Aynı şekilde: Necip Fazıl’ın 1976’da başlayan ve Süleyman Demirel’in 3-5 bin adedini üst fiyatından alıp partililere dağıttırarak katkıda bulunduğu “Rapor” isimli kitab-dergi’de, Nisan 1980’den 12 Eylül’deki sonuncu 13. sayısına kadar ben de yazdım.” Yâni, Turgut Özal’dan Süleyman Demirel’e kadar devlet erkanı olan şahsiyetlerden, Yahya Demirel ve Selim Edes’e kadar işadamı olan şahsiyetlerin, hattâ bankacı bürokrat Engin Civan’ın dahi örgüt adamı olmakla itham edilmesi lâzım gelir. Öyle değil mi?

Hâsılı: 28-12-1998 tarihinde, “çocuklarını almak için gittiği okulun önünde tutuklanan”, 02-04-2001 tarihinde idama mahkûm edilen ve 13 senesi tek kişilik hücrede olmak kaydıyla, 17 sene zindanda yatan ve bu arada telegram işkencesine mâruz kalan Mirzabeyoğlu’nun şahsında tatbik edilen bu zulüm ve hukuksuzluğu tarih, “Hukuk Devleti” olduğunu iddia eden bir devletin alnına, “kara bir leke” olarak kaydetmiştir.

Her vicdan taşıyıcı insanı çıldırtması gereken bu zulüm ve hukuksuzluk karşısında maalesef medya ve hususiyetle “Yahudi medyası” büyük bir sessizliğe bürünmekle kalmamış, aşağılık bir tavır sergilemiştir. Birkaç yıl boyunca, hususiyetle de bu hâdisenin yaşandığı tarihlerde Mahmud Çetin, Sibel Eraslan, Ebubekir Sıfil, Ahmet Kekeç, Murat Alan ve birkaç kişi dışında bu meseleye dikkat çekme cesareti gösterebilen meşhur yazar ve muhabir olmamıştır.

Ülke çapında büyük bir sessizlik yaşanırken, Salih Mirzabeyoğlu’nu sevenler ve İBDA fikir mektebi sevdalıları, yazar ve avukatları bu zulüm ve hukuksuzluk karşısında bir “vicdan patlaması” yaşamış, her fırsatta bunu yayın organlarında yazmışlar ve meydanlarda nümâyişlerle dile getirmişlerdir…

Devlet erkânının ve siyasilerin bu vurdumduymazlıktan silkinmesini talep eden ve ülke çapında bu sessizliği bozmak isteyen birkaç gönüldaş ise, 8 Kasım 2010 tarihinde Ak Parti Genel Merkezi’ne bir dilekçe vermek suretiyle harekete geçmiştir. İlerleyen haftalarda belli-başlı partiler ziyaret edilerek bu dilekçe iletilmiş, bir kısım basında bildiri yayımlatılarak basın harekete geçirilmiş ve bunun akabinde zincirleme eylemler halinde, Salih Mirzabeyoğlu’na zindan ziyaretleri düzenlemek, Ramazan aylarında Bolu Cezaevi kapısı karşısında, “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” çadırlarında bir ay boyunca nöbet beklemek, imza kampanyaları düzenlemek gibi faaliyetler neticesinde ülke insanı, devlet erkânı ve siyasilerin dikkati bu noktaya çekilmiştir.

Kısaca, “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” istediğini sesli bir şekilde haykırabilmenin bir vicdan, bir vebâl ve “sonsuz bir istikbâl” meselesi olduğunu şuuruyla hareket eden bütün İBDA mensupları, kararlı yürüyüşleriyle -geç de olsa- ülke çapındaki bu sessizliği bozmuştur.

Nihâyet hakkında, “yeniden yargılanma” yolu açılan Salih Mirzabeyoğlu, bazı devlet büyüklerinin de bu meseleye hassasiyet göstermesi ve vesile olmasıyla 22 Temmuz 2014 tarihinde Bolu F-Tipi Cezaevi’nden tahliye edilmiştir.

Bir gazetecinin kendisine; “İçeride yattığınız 17 yılı bir kayıp olarak görüyor musunuz?” sorusuna mealen; “Ben fikir damıtıyorum. İçeride geçirdiğim yıllar bu mânada boşa geçmiş değil. Dışarıda da aynı şeyi yapacağım!” diyerek “fikir damıtmaya” devam etmiştir.

7 Mayıs 2018 günü evinin bahçesinde, “fikir damıtırken” Telegram işkencecilerin suikastına maruz kalması hasebiyle hastaneye kaldırılan ve “Beyin Kanaması” geçirdiği teşhis edilen Mirzabeyoğlu, 16 Mayıs 2018 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

Şehadeti Makbûl, Mekânı Cennet-i Âlâ olsun İnşallah…

Hadis-i Şerif meâli: “Bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir!”

Büyük Doğu-İbda Fikir ve Aksiyon Mektebini Anlamak
“Anlaşılmaz”lığın mevzu olduğu bir ortamda Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl:

– “Yanlış anlaşılmaktansa, hiç anlaşılmamayı tercih ederim!” der.

Mücerret fikirle ilk defa muhatab olunduğunda insanların ekseriyeti anlamakta zorlanabilir veya anlamayabilir. Bu da kınanacak bir durum değildir. Yeter ki insan, anlamadığını anlasın. Zira hiç anlamayan adam en azından, “anlamadığını” anlamışsa, ilk etapta bu, daha sonra “doğru anlamak” için yeterli bir başlangıç olabilir, olur…

Büyük Doğu’yu “doğru anlayan” İrfan Sultanı-Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise meâlen:

– “Büyük Doğu anlaşılsaydı, genişlemesi sözkonusu olurdu” der…

Bu çerçevede; Aynen Necip Fazıl gibi, “anlaşılmaz” değil, “zor anlaşılır” olan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “bütün fikirlerini” herkes belki kendisi gibi anlayamaz fakat istidadı kadar anlar, anlayabilir. O’nun eserlerini okuyan herkesin ilk etapta anlayacağı bir şey muhakkak vardır. Bu istidattan, yâni ilk adımdan sonra sadâkat hâsıl olursa idrak-anlama kabiliyeti muhkemleştiği gibi, gelişir de, fakat “tam ve mükemmel” olmayabilir, olmaz.

Zira böyle bir şey olsa, bir Salih Mirzabeyoğlu daha olurdu. Hani kendisine; “Yürüyen Necip Fazıl” denilen Mirzabeyoğlu gibi bir anlayış sahibi olan ve hayatı boyunca “tecrit ufkunda kan terleyen” ve “fikir damıtan” birisine de; “Yürüyen Salih Mirzabeyoğlu” denilebilirdi.

Her âlimin fevkinde bir ilim ve/veya bir âlim vardır. Ki; “Eşyanın hakikatini olduğu gibi idrak etmek”, peygamberlere bahşedilen husûsî bir imtiyazdır…

Bu çerçevede, İnsan-ı kâmil’i; hâl ve hareketlerini, fikir ve kanaatlerini topyekûn anlamak söz konusu olmadığı gibi, hiç anlamamak diye bir şey yoktur…

İşine gelip gelmeme, fitne-haset ve kıskançlık vesaire de, meselenin cabası…

Ezcümle: Mirzabeyoğlu’nun irfan ufkunun altında kanat çırpmaya çalışan istidatlar elbette var ve inşallah var olacaklardır. Lâkin şimdilik, O’nun benzeri yok…

Şu hususu belirtmekte de fayda var ki; fikri, çeşitli mesele ve hâdiseleri “anlaşılmaz kılma!” gayreti, entelektüel züppelik ve ukalâlığın alâmetidir. Bu edâ ve tavır ise, Mirzabeyoğlu tarafından kesinlikle tasvip edilmez. Mirzabeoğlu, bu tür entelektüel züppe ve ukâlaları; “Anlaşılmamayı, aydın görünme süksesine katık olarak kullanan maymun adam!” şeklinde tarif ve tahkir eder.

Hususen; “Zor anlaşılmak”ın, “hiç anlaşılmamak” ve papağanvâri tekrarın da, “doğru anlamak” olmadığını ifade etmekte fayda var. Zira İbda diyalektiği; “ezbere bilgi, bilgi değildir!” der. Hâl böyleyken, “iktibas”ın, “doğru anlamak” olduğu iddia edilemez.

Bir başka ifadeyle tekrar edelim ki; ihlâs ve samimiyeti olan her idrak ehli ve şahsiyet sahibi her insan Büyük Doğu-İBDA fikir mektebini, biraz cehd sarf ettikten sonra kapasitesi ve mesleğine göre az veya çok anlar, hattâ anlamakla kalmaz, bir anlayış sahibi olabilir, olur…

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;

Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…”

Bu hikmetli şiiri hatırlattıktan sonra Necib Fazıl’ın ifadesiyle; “Yeni bir meşrep ve mezhep değil, İslâmın emir subaylığı” olan Büyük Doğu-İBDA Fikir Mektebi’ni anlamak için bazı hususlara dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz ki, elbette, itibara şâyan başka hususlar tesbit edilebilir, edilmiştir de.

Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyle, icmâlen:

a) Bu mekteple ilk tanışanlar, beş yüz kelimelik lügat bilgisiyle bu mektebi minnacık anlamanın dışında, bırakın derinliğine, yüzeysel anlamanın dahi mümkün olmadığından hareket ederek, Büyük Doğu-İBDA külliyatında yeni tanıştıkları veya anlamadıkları kelime ve kavramları lügat ile birlikte tâlim etmelidir… Biraz lügat kurdu ve irfan ehli ise, çile sahibi mütefekkirler karşısında, mütevâzi olmalıdır…

b) Bu mektebi anlamanın kolay olmadığı peşinen kabul edilmeli ve anlayış teminine gidilmelidir. Bu “temin” için ise defaatle okuma ve tefekkür etmenin yanı sıra, karşılaştırmalı okuma yapılmalı, kapasite zorlanmalıdır… Meselâ Cemil Meriç okumaları ihmâl edilmemelidir…

c) Önce, anlamadığımız meseleler hakkında değil de, biraz da olsa anladığımız meseleler hakkında kafa yormalı ve hiç anlamadığımız meseleler tâdil edilmelidir…

d) Az buçuk anladıktan, hattâ biraz anladıktan sonra dahi bu mektebi, yâni Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nu “aşmanın” hiç mümkün olmadığı kabul edilerek okumalara devam edilmelidir. Yâni, herkes haddini bilmelidir.

Zira: “Haddini bilmeyen, zıddına döner!”…

e) Yine, biraz anlayış sahibi olunduktan sonra, dışarıda ilgisiz ve habersiz, lâkin samimi olan insanlar, diyalog ve telkin esnasında asla kınanmamalı, muhatabın irfanî durumuna göre kelâm etmeye gayret gösterilmelidir. Zira başlangıçta hemen herkes anlayış bakımından hemen hemen aynı durumda olduğunu unutmamalıdır…

f) Hususiyetle tekrar edelim ki, hiç anlaşılmayan meseleleri ve akıl ve akıl üstü hikmetleri anlamak, zamana bırakılmalıdır…

Meselâ; “Bir Velî mevzuunu bulamaz ki ben desin!” hikmetini ezberlediğim hâlde ancak yıllar sonra biraz anlayabildiğimi söylememde fayda var…

g) Az buçuk anladıktan sonra, “topyekûn anladım, tamam!” havasına bürünülmemelidir.

Hâsılı, Büyük Doğu-İBDA külliyatı, ona-buna “caka satmak!” veya “menfaat devşirmek” için değil, bir fikrin inşası ve cihana hâkim kılınması için okunmalıdır…

Neticede, Büyük Doğu-İBDA fikriyatını anlamak için cehd sarfeden her insan, “anlayış” için kendine has ve hususî bir usûl ve metod geliştirebilir ki, en esaslı anlayış temin etme usûlünden birisi de, -başlangıçta başka usûl ve metodları gözardı etmeden- budur…

İhlas ve samimiyet ehli, idrak ve şahsiyet sahibi, dâva ahlâkı ve mütevâzi bir duruş sahibi olan ve; “aradığının ne olduğunu bilen” irfan ehline selâm olsun…

“Kim var?” diye seslenildiğinde, sağına, soluna, önüne, arkasına bakmadan “Ben varım!” diyebilen ve bunun şuurunu nefsine maletmeyen, fakat, değil şahsiyetini, nefsini dahi ego-manyak çapsızlara paspâye etmekten imtina eden bir gençlik!..

Mukaddes dâva seni bekliyor!..

Not 1: “Karaya Bulanmış Çağın” Kutub Yıldızı Salih Mirzabeyoğlu’nu nisbeten anlayabilmek için tarih, edebiyat, tefsir, fıkıh, tasavvuf gibi dinî, ahlâkî, siyasî ve kültürel eserlerin de okunması gerektiği unutulmamalı…

Not 2: Necip Fazıl’ın “Çile” adlı şiir kitabı ve Salih Mizrabeyoğlu’nun “Bütün Fikrin Gerekliliği” kitabı, gençliğimde benim için sığınacak bir limandı. Defaaten, sindire sindire okur ve ezber yapardım ki, bu okumalar beni tefekküre zorlardı.

Bundan, bir hayli anlayış temin ettiğimi söyleyebilirim…

Notlar:
1- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1986, s. 8.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 34-35.

3- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 33-34.

4- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 31-32.

5- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği-Kurtuluş Yolu, İbda Yayınları, 3. Basım İstanbul 1995, s. 5.

6- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 24.

7- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 10-11.

8- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 16.

9- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 13.

10- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 15.

11- Semra Pelek, Milliyet Gazetesi, 30 Eylül 2001.

12- Yeni Akit Gazetesi, 23 Eylül 2011.

Not: “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” ile alâkalı parantez içindeki anekdotlar, “Tilki Günlüğü” adlı 6 Ciltlik eserden derlenmiştir…

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

BİR KEŞF-İ KADIM OLARAK BÜYÜK DOĞU VE NECİP FAZIL

Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[ref]Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 7-10.[/ref] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir. Bidayeti Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder.

İlkeleri

Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder.

Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini müşahhas hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar.

Bedevi:

– Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.

– Bilakis ben onu senden satın aldım.

– Aldığına dair şahit getir.

Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar.

Huzeyme:

– Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [ref]Ebu Davud, Kada, 3604.[/ref]

– Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[ref]İbn Hacer, el-İsabe, II, 339.[/ref]

Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz.

Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen kayıtsız şartsız teslimiyet vardır.

İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir.

Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır.

Ashapta ki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister. Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler:

– Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım.

– Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız?

– Evet.

Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet iner:[ref]Bkz. Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, III, 15-16.[/ref] “İnsanlardan öyleside vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”[ref]Bakara(2): 207.[/ref]

Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede görülmektedir.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Tarihi Süreç

Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar.

Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için Onun millet bünyesine nisbetle konumunu kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”[ref]Kısakürek, Hitabeler, s. 250.[/ref]

Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne ibare de, ne de manada problem kalmıştır.

Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır.

İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hâkim olmuştur.

Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder.

Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürühu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarib insanlar medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların müfredatına sığınır. Büyük ruhlu âlimlerin açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vucutlar” gibi kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür.

Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır. Zira bu devirde Müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu. Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye götürüp İbn Kemal çapındaki âlimlerle meclise alamadık. Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi. Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek “ulu hocalardan” yoksunduk.

Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri bulamadı. “O bir arslandı fakat pençeleri yoktu.”

Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde, ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı.

Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in düşüncesinin tekelinde idi.

Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikâp etti ve “Türkü madde planında kurtardıktan sonra mana planında helak etti.”

Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Âdem olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken, muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun:

“Burada erdi Musa

Burada uçtu İsa

Bülbül burada varsa

Hürriyet için öter.

Ne örümcek ne yosun,

Ne mucize ne füsun

Kâbe Arab’ın olsun

Çankaya bize yeter.” diyordu.

Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye anlatıyordu.

Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı.

Tahribat öylesine etkindi ki bu dönemde ayakta kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan âlimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf inkılabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza attılar.

Kaşgari Dergâhında insanları irşad eden Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip İslam’ın emrine amade kıldı.

error: İçerik korunuyor !!!