Archives 5 Kasım 2022

Şeyh Edebali

ŞEYH EDEBALİ

1206 yılında doğduğu tahmin edilen Şeyh Edebali, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı-din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi’nin kayınbabası ve hocası, Osmanlı Devleti’nin fikir babasıdır. Asıl adı Mustafa’dır. Künyesi, İmadüddin Mustafa b. İbrahim b. İnac el- Kırşehri’dir.

İlk eğitimini Hanefi fıkıhçısı Necmeddin ez-Zâhidî’den aldı. Daha sonra Şam’a giderek dönemin meşhur alimlerinden dersler aldı. Tefsir, hadis ve İslam hukukunda uzmanlaştı. Eskişehir yakınlarında o zamanki adıyla İtburnu köyünde yaşadı. Kendi yaptırdığı zaviyede öğrenci yetiştirdi ve halkı aydınlattı. Bilecik’te yaptırdığı dergahta, Osman Gazi’yi de birçok defa misafir etti. Rivayete göre, Osman Gazi, dergahta bulunduğu bir gece rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç çıkıp dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştür.

Şeyh Edebali rüyayı şöyle tabir etmiştir: “Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun ile evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam’a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir. ”

Şeyh Edebali

NE ZAMAN VE NASIL ÖLDÜ?

120 yaşlarında Bilecik’te vefat eden Şeyh Edebali, dergâhının zikir odasına gömülmüştür. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etti. Bilecik’te ve Eskişehir’de adına türbeler yapıldı.

Onun Osman Gazi’ye vasiyeti ve Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye vasiyeti, Osmanlı Devleti’nin mayasını oluşturan Ahilik felsefesinin güzel bir ifadesidir. Ahi lideri olan Şeyh Edebali, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin ilk kadısı ve müftüsüdür.

Şeyh Edebali

TÜRBESİ NEREDE?

Bilecik’teki en önemli tarih miraslarından bir tanesidir. Orhan Gazi Camii’nin üst tarafındaki tepelik alandadır. Yapılış tarihi belli olmamakla birlikte Orhan Gazi devrinde inşa edildiği kabul edilmektedir. Türbede Şeyh Edebali ile birlikte, şeyhin neslinden altı büyük ve dört küçük sanduka vardır. Sanduka odasının haricinde iki oda daha bulunmaktadır. Türbe ve dergâh, Sultan II. Abdülhamid döneminde ve son olarak da 2012 yılında tadilat görmüştür. Türbenin hemen yanında aynı tarihlerde inşa edildiği tahmin edilen, Osman Gazi’nin eşi Bala Hatun ve annesinin sandukalarının bulunduğu bir türbe daha bulunmaktadır.

Tapduk Emre

TAPDUK EMRE

Tapduk Emre (d. 1210-1215 – ö. ?), Horasan erenlerinden bir Türkmen ve Alevi-Bektaşi dervişi ,Yunus Emre’nin mürşidi. Horasanlı olup Cengiz Han döneminde Anadolu’ya Alevî-Bektaşî usulü Kur’an ve Ehl-î Beyt ittikadini, yani Peygamber Muhammed ve On İki İmam inancını yaymak için gelmiştir. 1210 ile 1215 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin halefidir. Söylenene göre Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre’yi yetiştirme işini Taptuk Emre’ye bırakır. Tarihçilerin “koyu (aşırı) İslamî-Bâtınî” dediği Taptuklular, Taptuk Emre adlı Türkmen babasının çevresinde oluşan kitlelerde birleşiyorlardı. Taptuk Emre’den itibaren Anadolu’da bir “Taptuklular” topluluğunun varlığına rastlanır. Nallıhan Taptuk Emre dergâhına kırk yıl odun taşıyan derviş Yunus, taptukluların yetiştirdiği en büyük ozanlardan biri olarak kabul görür.

Tapduk Emre’nin mezarının yeri kesin olarak belirlenememiş olmakla birlikte Eskişehir, Nevşehir (Hacıbektaş ilçesi), Manisa, Aksaray ve Afyonkarahisar’da Tapduk Emre’ye ait olduğu iddia edilen mezarlar bulunur.

Tapduk Emre

Horasan’dan Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir. Yaşadığı dönem hakkında kaynaklarda farklı rivayetler yer alır. Âşıkpaşazâde onun Orhan Gazi zamanında (1324-1362) yaşadığını ve Yıldırım Bayezid devrinde (1389-1402) öldüğünü kabul ederken (Târih, s. 199-200) Mecdî onu Yıldırım Bayezid dönemi dervişleri arasında sayar. Saltuknâme yazarı Ebülhayr Rûmî de Tapduk Emre’yi Orhan Gazi devrinde yaşadığı bilinen Karaca Ahmed’in çağdaşı olarak gösterir. Fakat gerek müridi Yûnus Emre’nin gerekse şeyhi Barak Baba’nın dönemleri göz önünde tutulursa Tapduk Emre’nin bundan elli yıl kadar önceki bir tarihte, yani XIII. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı söylenebilir. Tapduk kelimesinin onun adı mı yoksa lakabı mı olduğu konusu belirsizdir. Bektaşî geleneği kendisine Tapduk adının verilmesini Hacı Bektâş-ı Velî ile olan ilişkisine bağlar ve bu hususta yaygın bir menkıbeyi esas alır (Vilâyetnâme, s. 21). Öte yandan Tapduk Emre’nin Bektaşîlik’le ilgisinin olamayacağından hareketle son dönemde yapılan bazı araştırmalarda Yûnus Emre’nin şiirlerinde geçen “tapduk” kelimesinin Tanrı’yı nitelemek için kullanıldığı, dolayısıyla Tapduk isminde bir şahsın mevcut olmadığı ileri sürülür (Kabaklı, s. 12-14). Babaî zümrelerine mensup pek çok derviş gibi Tapduk Emre’nin de baba unvanını taşıdığı Yûnus Emre’nin bazı mısralarından anlaşılmakta, ayrıca Tapduk Emre’nin yaşadığı dönemde Anadolu’da bu ismi kullanan şahsiyetlerin varlığı bilinmektedir. Mecdî, onun Sakarya nehri yakınlarında bulunan köyünde münzevi bir hayat sürdüğünü ifade eder (Şekāik Tercümesi, s. 78). Tapduk Emre’nin dönemindeki birçok derviş gibi çiftçilikle uğraştığı ve müridlerinin eğitimiyle meşgul olduğu tahmin edilebilir. Onun Sakarya nehri yakınlarında bugün kendi adıyla bilinen köyde yaşadığı konusunda kaynakların büyük çoğunluğu ittifak etmekle beraber Manisa’da Kula ile Salihli arasında bir köyde yaşadığına dair bazı rivayetler de vardır. Hatta Tapduk Emre’nin Saruhan Bey’in kızı Hacı Fatma Sultan’la evlendiği rivayet edilir; fakat bu görüş akademik çevrelerce pek kabul görmemiştir.

Tapduk Emre’nin mensup olduğu tarikat ve mürşidinin kimliğine dair bilgiler de birbirinden farklıdır. Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’de, onu Sarı Saltuk ve Barak Baba ile birlikte Hacı Bektâş-ı Velî’nin müridleri arasında gösterilerek Bektaşî geleneğine dahil edilir. Vilâyetnâme’de (s. 21) Tapduk Emre’nin Hacı Bektâş-ı Velî’nin üstünlüğünü tanıdığına, hatta kendisine Tapduk adının aralarındaki bir görüşme sırasında verildiğine işaret edilir. Ancak bizzat müridi Yûnus Emre, “Yûnus’a Tapdug u Saltug u Barak’tandur nasib / Çün gönülden cûş kıldı ben nice pinhân olam” mısralarıyla (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 100) Tapduk Emre’yi Barak Baba’nın müridleri arasında gösterip konuya daha somut delillerle yaklaşılmasına imkân verir. Yûnus Emre’nin bu ifadelerinden Tapduk Emre’nin Barak Baba’nın müridi olduğu kesin biçimde ortaya çıkar. M. Fuad Köprülü’ye göre Tapduk Emre, Babaî çevreleriyle yakın ilişki içerisinde bulunduğundan tıpkı şeyhi gibi bir Türkmen babası hüviyeti göstermektedir (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 266). Onun silsilesi şeyhi Barak Baba vasıtasıyla Sarı Saltuk’a ulaşır. Barak Baba’nın bir Haydarî dervişi olduğu bilinmektedir (Ocak, Sarı Saltık, s. 76). Bu durum Tapduk Emre’nin de bir Babaî-Haydarî dervişi olabileceğinin delilidir ve baba unvanını taşıması da bunu desteklemektedir. Baba unvanı onun aynı zamanda abdalân-ı Rûm zümresiyle bir ilgisinin bulunabileceğini düşündürmektedir. Nitekim Abdülbaki Gölpınarlı onun “tâife-i abdalân”dan olduğu kanaatindedir (Yunus Emre, s. 28). Saltuknâme müellifi Barak Baba’dan bahsetmeden Tapduk Emre’yi doğrudan Sarı Saltuk’un müridlerinden sayar. Rivayete göre zikir meclisinde kadın ve erkekleri bir arada toplayan Tapduk Baba başlangıçta Sarı Saltuk tarafından eleştirilse de daha sonra onu ikna etmeyi başarır ve müridi olur (Saltuknâme, vr. 302a-304a). Aynı şekilde Hızırnâme’de Sarı Saltuk ile Tapduk Emre’nin isimleri birlikte zikredilir. İsmâil Hakkı Bursevî ise onun şeyhi olarak, Moğol istilâsı öncesinde Buhara’dan Anadolu’ya göç eden ve Sinan Efendi yahut Sinan Ata adıyla bilinen Orta Asyalı Nakşibendiyye tarikatı mensubu bir Türkmen şeyhinin ismini zikreder.

Tapduk Emre’nin ailesi hakkında verilen bilgiler menkıbevî rivayetlerle bezenmiştir. Bir kızının Yûnus Emre ile evlendiği rivayet edilmekteyse de bu rivayet gerek Yûnus’un divanında gerekse diğer çağdaş kaynaklarda yer almamaktadır. Ankara Nallıhan yakınlarındaki Emre Sultan köyünde mezarı bulunan Bacı Sultan adlı bir kızının daha olduğu nakledilir. Abdülbaki Gölpınarlı, Yûnus Emre’nin Tapduk Emre’nin oğlu olabileceği ihtimaline dikkati çeker (Yunus Emre, s. 197). Kaynaklarda yer alan ifadelerden Tapduk Emre’nin çok sayıda müridi bulunduğu anlaşılmaktadır. el-Veledü’ş-şefîḳ müellifi Niğdeli Kadı Ahmed, Tapduklular adını taşıyan bu müridlerin dinî kurallara riayet etmediklerini, kadınlarını, kızlarını saygıları gereği misafirlerine sunarak konuk severlik gösterdiklerini söyler (Ocak, Babaîler İsyanı, s. 198). Gerçeği yansıtması mümkün görülmeyen bu ifadeler, gayri Sünnî tarikat mensupları ile mutaassıp Ehl-i sünnet mensupları arasındaki çekişmeyi göstermekten öte bir anlam taşımaz. Tapduk Emre’nin en tanınan müridi Yûnus Emre’dir. Uzun yıllar hizmetinde bulunan Yûnus Emre onun görüşlerini Anadolu ve Şam’da yaymış, kendisinden saygı ve övgüyle söz etmiştir (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 48, 104, 109, 187). Şeyhinin kapısına kırk yıl boyunca hizmet ettiğine dair meşhur menkıbe birçok kaynakta yer almaktadır (Vilâyetnâme, s. 48; Lâmiî, s. 842). Yûnus Emre şeyhi gibi Kalenderî-Melâmetî düşünceyi benimsemiş (Ocak, Kalenderîler, s. 69), şeyhinin fikirlerini yaymaya çalıştığını ve bunu başardığını, “Vardığımız ellere şol safâ gönüllere / Halka Tapduk mânisin saçtık elhamdülillâh” mısralarıyla dile getirmiştir (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. 116). Tapduk Emre’nin Şeyh Ömer ve Şeyh Câfer isimli iki müridi daha olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.

Tapduk Emre

Tapduk Emre’nin ölüm tarihi ve mezarının bulunduğu yer konusu da ihtilâflıdır. Âşıkpaşazâde onun Yıldırım Bayezid döneminde (1389-1402) öldüğünü söyler. Ancak Yûnus Emre’nin XIII. yüzyılın sonları ve XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı dikkate alındığında bir şiirinde öldüğünü haber verdiği mürşidinin XIII. yüzyılın sonlarında vefat etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bursa’da, Manisa’da Kula ile Salihli arasındaki Emre adlı bir köyde, Afyon-Sandıklı, Karaman, Sivas, Erzurum, Aksaray, Isparta-Keçiborlu gibi yerlerde Tapduk Emre’ye izâfe edilen mezarlar vardır. Bunlardan bazıları hem Yûnus Emre’ye hem Tapduk Emre’ye ait kabul edilmektedir. Bununla birlikte en muteber görüş, Tapduk Emre’nin mezarının Ankara’nın Nallıhan ilçesine bağlı Emresultan köyünde bulunduğu şeklindedir. Nitekim bu bilgi birçok kaynağın yanı sıra Afyonkarahisar Şer‘iyye Sicilleri’nde de yer almaktadır (Öztelli, s. 52). Bu köydeki türbede ailesine mensup oldukları ileri sürülen daha pek çok kişinin mezarı vardır. Tapduk Emre’nin ve müridlerinin faaliyet sahasının Anadolu coğrafyası ile sınırlı kalmayıp Balkanlar’a da ulaştığı bazı köy adlarının onun adıyla anılmasından anlaşılmaktadır. Meselâ Anadolu’da Aksaray ilinin merkez nahiyesine ve Edirne’nin Havsa ilçesine bağlı birer köy, ayrıca Varna’ya bağlı bir köy Tapduk adını taşımaktadır. Bu bilgi, Tapduk Emre’nin sözü edilen bölgelere gittiğini doğrulamasa bile müridlerinin yayılma sahasının tahmini konusunda önem arzetmektedir.

Ömer Muhtar

ÖMER MUHTAR

Berka’nın Defne bölgesindeki Butnân’da doğdu. Libya’daki en büyük Arap kabileleri arasında sayılan Menife’ye mensup Gays ailesindendir. İlk eğitimini babasından aldı. Ardından tahsil için kardeşi Muhammed ile birlikte Senûsîler’in Zenzûr Zâviyesi şeyhi Seyyid Hüseyin el-Garyânî eş-Şemsî’nin yanına gönderildi; babasının ölümü üzerine de onun himayesine girdi. Zenzûr’da zâviyedeki eğitiminden sonra, Senûsiyye’nin kurucusu Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin 1859’da vefatından kısa bir süre önce yerleşip merkez zâviyesini faaliyete geçirdiği Cağbûb kasabasına gitti. Burada hareketin ikinci önderi Mehdî Muhammed b. Muhammed es-Senûsî’nin yanında öğrenimini tamamladı. Sekiz yıl kaldığı bu zâviyede İslâmî eğitimi Şeyh ez-Zirvâlî el-Mağribî el-Cevvânî’den, dinî ilimleri ise Fâlih b. Muhammed ez-Zâhirî’den aldı.

Eğitim yıllarında Mehdî es-Senûsî’nin dikkatini çekti. Mehdî es-Senûsî, 1895’te Cağbûb’dan ayrılarak Kufra’da yeni kurulan Tâc köyüne gidip burasını merkez zâviye yapmak istediğinde Ömer el-Muhtâr’ı da beraberinde götürdü. Burada öğrenimini tamamlayanlar Trablusgarp vilâyetinde açılan zâviyelerden birine şeyh olarak gönderildiğinden Ömer el-Muhtâr da 1897’de, Cebelülahdar’daki kabilelerden Osmanlı Devleti’ne genelde tam itaat göstermeyen Merc kasabası yakınındaki Ubeyd kabilesine ait Kasûr Zâviyesi’ne şeyh tayin edildi. Bu kabileyi kısa zamanda Osmanlı idaresine yaklaştırdı ve buradaki diğer Arap kabileleri arasında devam eden kavgaları da sona erdirdi. Özellikle Ubeyd kabilesini cihad hareketinin öncü kuvveti olacak şekilde eğitti. Bu zâviyede iken çocuklara İslâmî eğitim vermesi, yolculara ve çevredeki fakirlere ikramda bulunması, müntesiplerinin günlük işlerine yardımcı olması gibi faaliyetleriyle şöhreti arttı.

Mehdî es-Senûsî, 1899’da Kufra’daki zâviyesini Çad sınırları içinde Borku bölgesindeki Garû’ya taşıyınca onunla birlikte gidenler arasında Ömer el-Muhtâr da vardı. Çad’ın güneyindeki Vedây Sultanlığı topraklarının Fransızlar tarafından işgalini önlemek için bölgede yapılan seferlere katıldı. Bir müddet sonra Ayn Galaka’da açılan zâviyeye şeyh tayin edildi. Ancak Mehdî es-Senûsî’nin 1902’de Garû’da ölmesi üzerine buradaki faaliyetler yavaşladı. Ömer el-Muhtâr, Ayn Galaka’da bulunduğu süre içinde eğitim ve tebliğle meşgul olduktan sonra 1903 yılında Kasûr Zâviyesi’ne döndü. Mehdî es-Senûsî’nin ölümünün ardından oğlu İdrîs’in henüz on üç yaşında olması sebebiyle geçici olarak hareketin başına getirilen yeğeni Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin, 27 Eylül 1911’de İtalya’nın Osmanlı Devleti idaresindeki Trablusgarp vilâyetine çıkarma yapması üzerine nasıl bir tavır takınılacağını kararlaştırmak için Kufra’da yaptığı toplantıya katıldı. Ardından Cebelülahdar’a döndü ve Ubeyd kabilesini cihada hazırlayıp onlardan 1000 kişilik bir mücahid birliği kurdu. Böylece İtalyanlar’a karşı ilk saldırıda bulunan birlikler arasında yer aldı. Yerli ahali, yaklaşık yirmi yıl süren savaş süresinde dağlara çekilip İtalyanlar’a baskınlar düzenleyerek çarpışmalara katıldı.

Ömer Muhtar

Ömer el-Muhtâr, 1912’de Osmanlılar’ın Uşi (Ouchy/Lozan) Antlaşması sonucunda kuvvetlerini buradan çekmesinin ardından geride kalan askerleri Mısır’a götürmek isteyen Aziz el-Mısrî ile ona engel olmak isteyen Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin adamları arasında çıkan çatışma sonrasında Ahmed Şerîf es-Senûsî tarafından ara buluculukla görevlendirildiği gibi Berka bölgesinin kumandasını da üstlendi. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Osmanlı Harbiye Nezâreti, Teşkîlât-ı Mahsûsa vasıtasıyla buraya bazı subaylarını gönderdiğinde, İcdâbiye’de Şeyh İbrâhim el-Mısrâtî ile birlikte Osmanlılar’ın Afrika grup komutanı sıfatıyla faaliyette bulunan Enver Paşa’nın kardeşi Nûri Paşa ile görüşmek için Butnân’a gitti. Bu arada Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin İstanbul’a götürülmesinin (1917) ardından Osmanlı Devleti İdrîs es-Senûsî’yi onun halefi olarak kabul etmişti. İdrîs es-Senûsî’nin (I. İdrîs) genel vekili sıfatıyla direniş hareketinin kumandanlığına getirilen Ömer el-Muhtâr, Cebelülahdar’a geldiği yıllardan itibaren başta Enver Paşa olmak üzere Türk subaylarından aldığı bilgiler ışığında emrine verilen gönüllüleri sayıları 100 ile 300 arasında değişen birliklere ayırdı. Kabileleri de üç ayrı bölgede teşkilâtlandırarak her biri için kaymakam ve kadı görevlendirdi, bunların tamamını kendine bağladı. Yine Enver Paşa’nın Trablusgarp savaşı yıllarında askerî eğitim almaları için İstanbul’a gönderdiği, burada yetiştikten sonra geri dönerek direnişe katılan yerli subaylar da onun yanında yer aldı.

İdrîs es-Senûsî bazı ileri gelen şeyhler ve kabile reisleriyle birlikte tedavi gerekçesiyle 1922’de Mısır’a gitmiş ve yerine kardeşi Muhammed Rızâ es-Senûsî’yi vekil bırakmıştı. 27 Şubat 1923’te Ömer el-Muhtâr son gelişmeleri görüşmek üzere bir heyetle birlikte Mısır’a gitti. Arap ve İslâm dünyasına yardım çağrısında bulundu. İdrîs es-Senûsî, Mısır’da güven içinde hayatını sürdürmesi karşılığında bu ülkenin İtalya ile anlaştığını ileri sürerek kendisinden talep edilen yardım konusunda herhangi bir şey yapamayacağını söyledi. Bu arada Ömer el-Muhtâr’ın Mısır’a geçtiğini öğrenen İtalyanlar buraya bir heyet gönderip cihaddan vazgeçmesini ve Mısır’da yaşamasını, Berka’ya döndüğü takdirde kendisine bir köşk tahsis edilerek maaş bağlanacağını bildirdiler. Bu teklifleri reddeden Ömer el-Muhtâr dönüşü esnasında Ebyârülgubâ’da İtalyanlar’ın saldırısına uğradıysa da kurtulmayı başardı (23 Nisan 1923). Haziran ayında İtalyanlar’la Senûsîler arasında Ömer el-Muhtâr’ın da katıldığı büyük bir çarpışma meydana geldi.

İdrîs es-Senûsî’nin kendisine hiçbir ümit vermemesi üzerine Ömer el-Muhtâr, heyette yer alan Yûsuf Ebû Rahîl el-Mismârî ve Ali Hâmid el-Ubeydî ile birlikte Ahmed Şerîf es-Senûsî’ye 20 Şubat 1924 tarihinde bir mektup gönderdi. İtalyanlar’ın daha önce İdrîs es-Senûsî ile imzaladıkları anlaşmaları iptal ettiklerini, Trablusgarp halkının başsız bırakıldığını, askerî bir düzeni olmayan birliklerle Cebelülahdar’da cihada devam edeceklerini bildirdi; kendilerine para, silâh ve erzak göndermesini talep etti. Bu arada bütün bölgeleri gezerek Berka, Trablus ve Fizan’daki direnişleri tek bir idare altında toplamaya çalıştı.

Ömer Muhtar

Libya’da henüz işgal edilmeyen şehirlerin bir an önce ele geçirilmesi için sabırsızlanan Mussolini 1925’te Emilio de Bono’yu Trablusgarp sömürge valiliğine tayin etti. Ömer el-Muhtâr’a destek sağlayan Cağbûb, Ûclâ, Câlû, Fizan ve Kufra gibi yerlerin Cebelülahdar ile irtibatlarının kesilmesine karar verildi. Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin kardeşi Seyyid Safiyyüddin’in idareci olarak bulunduğu Cağbûb’u İdrîs es-Senûsî’den aldığı emir üzerine direnmeksizin 9 Şubat 1929’da İtalyanlar’a teslim etmesi Ömer el-Muhtâr’ı büyük bir destekten mahrum bıraktı. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki kuvvetler İtalyanlar’a karşı vurkaç taktiği uygulamaya başladılar. İtalyan işgal ordusu ile direnişçiler arasında çarpışmalar hızlandı. Bunlardan ilki Rahîbe’de meydana geldi ve burada çok sayıda İtalyan askeri esir alındı. İkincisi Akīretü’l-Matmûra’da oldu. Ömer el-Muhtâr önemli adamlarından bir kısmını bu çarpışmada kaybederken İtalyanlar’a da büyük kayıplar verdirdi. 22 Nisan 1927’de Derne’de Ömer el-Muhtâr’ın İtalyan ordusunun yedinci taburuna büyük zayiat verdirmesinin ardından İtalyan işgalindeki bölgelerde mevcut Senûsî zâviyeleri ve camiler kapatılıp şeyhler tutuklandı. Bingazi işgal edildiği halde buranın çevresindeki Berka bölgesi direnişin merkezine dönüştüğü için İtalya 1928’de burayı topyekün işgale karar verdi.

Berka bölgesine 1923-1929 yılları arasında Bongiovanni, Mombelli, Teruzi ve Sicilliani vali tayin edilmiş, ancak bunlar Ömer el-Muhtâr karşısında başarısız kalmıştı. 1929’da Trablusgarp ile Bingazi birleştirildi ve sömürge genel valiliğine Pietro Badoglio getirildi. Yeni vali yerli ahalinin direnişini her çareye başvurarak kırmaya kararlıydı. Muhammed Rızâ es-Senûsî ve Şârif el-Garyânî, İtalyanlar adına 6 Nisan 1929’da Ömer el-Muhtâr ile görüştüler ve direnişten vazgeçtiği takdirde Hicaz’a veya Mısır’a gidebileceğini, ayrıca kendisine para verileceğini söylediler. Bu teklifler reddedildiği gibi valinin bu yolda şahsî girişimleri bir sonuç vermedi.

10 Ocak 1930’da sömürge genel vali yardımcılığı ve Sirenayka valiliğine o güne kadar tayin edilenlerin en acımasızı olarak bilinen Rodolfo Graziani getirildi. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki mücahidlerin Libya’dan ve dış dünyadan yardım almalarını önlemek için buranın Fizan, Kufra ve Mısır ile bağlarının koparılması kararlaştırıldı. Bu amaçla 15 Ocak 1930 tarihinde Cebelülahdar’daki direniş siperleri uçaklarla bombalanırken 24 Ocak günü Fizan’ın merkez şehri Merzûk, 25 Şubat’ta ise buranın batısındaki Gāt kasabası işgal edildi. 1928 yılı başında İtalya’ya sürgüne gönderilen Muhammed Rızâ serbest bırakılıp Bingazi’ye dönünce Ömer el-Muhtâr’a bir mektup yazarak İtalyanlar’a teslim olmasını istedi. Yine red cevabı alan İtalyanlar bu defa Rızâ tarafından Cebelülahdar ahalisine hitaben yazılan bir mektubu uçaklarla yerleşim yerlerine attılar. Bundan da bir sonuç alamayınca bölgenin kırsal kesimlerinde yaşayan bütün halkı kamplarda toplamaya başladılar. 23 Eylül 1930 tarihinde İtalyanlar’la yapılan Kerisse çarpışmasında Ömer el-Muhtâr’ın yakın adamlarından Fudayl b. Ömer ile birlikte kırk adamı şehid oldu. Trablusgarp direnişinin önemli bölgelerinden olan Kufra’nın merkezi Tâc köyü İtalyanlar’ın eline geçti (18 Ocak 1931).

Direnişe en büyük destek Mısır’dan geldiği için Graziani, Akdeniz sahilindeki Sellûm yakınında deniz kıyısından güneydeki Cağbûb’a kadar uzanan yaklaşık 270 kilometrelik bir mesafeyi 2 m. yüksekliğinde ve 3 m. genişliğinde dikenli tellerle kapattırdı. Böylece mücahidlerin yardım temin ettikleri tek yön de kesilmiş oldu. Bölgedeki yerli ahali önce Aynülgazâle kampına kapatıldı, dört ay sonra da 1934 yılına kadar kalacakları Akīle, Makrûn, Sulûk ve Berîka kamplarına doldurularak mücahidlerin yerlilerle irtibatı kesildi. Verimli arazilerin tamamı İtalya’dan buraya göç ettirilen ailelere verildi. Kamplarda bulunanların yarısı açlık ve hastalık yüzünden ölürken bazıları da mücahidlere bağlılıklarını devam ettirdikleri bahanesiyle idam edildi. Sadece Berîka kampında 1930-1932 yılları arasında 30.000 kişi öldü.

Ömer el-Muhtâr, yaşının ilerlediği gerekçesiyle Mısır’a gidip yerleşmesi yolundaki tavsiyelere karşılık mücadeleyi sürdürmeye kararlı olduğunu bildiriyordu. Bu azminden ötürü kendisine “çöl aslanı” unvanı verilmişti. Ancak 11 Eylül 1931 tarihinde adamlarıyla birlikte sahâbeden Seyyid Râfi‘in kabrini ziyarete gittiklerinde İtalyan çemberi içinde kaldılar. Ömer el-Muhtâr burada İtalyanlar’a esir düştü, yapılan mahkemede “İtalyan tebaası bir isyankâr” olarak yargılandı ve idama mahkûm edildi (15 Eylül 1931). Ertesi gün de Sulûk kampında tutulan 20.000 civarındaki halkın önünde asılarak idam edildi. Afrika’daki Avrupa sömürgeciliğinin karşısında en önemli direniş hareketlerinden birini ortaya koyan Ömer el-Muhtâr, Berka halkının Senûsiyye içinde kendi rızalarını kazananlara verdiği “seyyid” unvanı ile ve “şeyhü’ş-şühedâ” olarak anıldı. Hayatı ve faaliyetleri pek çok araştırmaya konu oldu.

Kürt Şeyh Said

KÜRT ŞEYH SAİD

Şeyh Said (Şeyh Said Palevi, Şeyh Said Pirani, Şeyh Muhammed Said Nakşibendi, Şeyh Said Efendi) (d. 1865/1866; Palu, Elazığ – 29 Haziran 1925, Diyarbakır), seyyid bir aileye mensup, Zaza asıllı Nakşibendi şeyhi, Kürt lideri. Müderris, mutasavvıf, müfessir ve muhaddis olan Şeyh Said, Şeyh Said İsyanı’nın lideriydi. Cumhuriyet’in ilanına ve laik düzene karşı çıkan Şeyh Said, şeriat isteğiyle dönemin hükûmetine karşı silahlı isyan girişiminde bulunmuş, bunun üzerine 1925 yılında yargılanmış ve idam edilmiştir.

Hayatı

1865 yılında Palu’da doğmuştur. Babasının adı Şeyh Mahmud Fevzi, annesi ise Gulê Hanım’dır. Palu, Elazığ, Diyarbakır ve Muş’ta eğitim gördükten sonra, babasının vefatı üzerine Nakşibendi Tarikatı postnişini (lideri) olmuştur. Babası Şeyh Mahmud Fevzi’nin Palu’dan Hınıs’a göç etmesiyle oraya yerleşmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Rus İmparatorluğu’nun Doğu Anadolu Bölgesi’ne ilerlemesinden dolayı Piran’a taşınmak zorunda kalmış ve savaştan sonra Hınıs Kolhisar’a yerleşmiştir.

Aile geçmişi

Şeyh Said, Muhammed’in neslinden olup seyyiddir. Şeyh Said’in dedesi Palulu Şeyh Ali Sebdi’dir. Şeyh Ali Sebdi’nin beş oğlu vardır: Şeyh Muhammed Nesih, Şeyh Mahmud Fevzi (Şeyh Said’in babası), Şeyh Hasan Naki, Şeyh Hüseyin Zeki ve Şeyh İbrahim (Kudo Efendi). Şeyh Mahmud Fevzi’nin de yedi oğlu vardır: Şeyh Said, Şeyh Bahaeddin, Şeyh Diyaeddin, Şeyh Necmeddin, Şeyh Tahir, Şeyh Mehdi ve Şeyh Abdurrahim.

Şeyh Said’in beşi kız, beşi erkek olmak üzere on çocuğu olmuştur. Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza Efendi’nin oğlu Mehmet Fuat Fırat, 1973’te Erzurum bağımsız milletvekili olarak TBMM’ye girmiştir. Günümüzde Şeyh Said ailesinin temsilcisi Şeyh Said’in torunu Abdulilah Fırat’tır.

Şeyh Said, dedesi Şeyh Ali Septi’nin halifelerinden Şeyh Ahmed-i Çani’nin kızı Amine Hanım ile evlenmiştir. Amine Hanım, aile Rus Harbinden dolayı Hınıs’tan Piran’a göç ettiği zaman rahatsızlanmış ve ölmüştür. Hanımı vefat ettikten sonra Şeyh Said, Kürt Miralayı Hamidiye Alaylarının liderlerinden Cibranlı Halit Bey’in kız kardeşi Fatma Hanım ile evlenmiştir. Yine Halit Bey’in kardeşi olan Güllü Hanım da, Binbaşı Kasım (Ataç) ile evliydi. Şeyh Said’i ayaklanmanın bastırılması ardından ele veren, Binbaşı Kasım’dır.

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said’in soyağacı

Şeyh Said’in 6. göbekten dedesi olan Seyyîd Haşim İran’dan Diyarbakır’a göç edip yerleşmiştir. 1639 yılında Sultan IV. Murad tarafından siyaseten öldürülmüştür.

Şeyh Said Efendi’den devam eden Nakşibendi Tarikatı Silsile-i Sâdât’ı şu şekildedir:

  • Muhammed bin Abdullah
  • Ebu Bekri’s-Sıddiyk
  • Selman-ı Farisî
  • Kâsım bin Muhammed
  • Cafer-i Sadık
  • Bayezid-î Bistamî
  • Hâce Ebû’l Hasan Kharakânî
  • Şeyh Ebû Aliyyini’l Fârmedî
  • Hace Yûsuf Hemedânî
  • Hace Abdülhâlık-ı Gucdüvânî
  • Hace Ârif-i Rivgerî
  • Hace Mahmûd İncir-i Fağnevî
  • Hace Ali-i Râmitenî
  • Hace Muhammed Baba es-Semmâsî
  • Hace Şeyh Emir Külâl
  • Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî
  • Şeyh Alâeddîn Attâr
  • Şeyh Yâkûb-u Çerhî
  • Hace Ubeydullah-ı Ahrâr
  • Şeyh Muhammed Zâhid
  • Şeyh Derviş Muhammed es-Semerkandi
  • Şeyh Hâce Muhammed Emkenekî
  • Şeyh Muhammed Bâki Billah
  • İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fâruk Serhendî
  • Şeyh Muhammed Ma’sûm Serhendî
  • Şeyh Muhammed Seyfüddîn-i Farukî
  • Şeyh Nur Muhammed Bedvânî
  • Şemseddin Cân-ı Cânân Mazhâr
  • Şeyh Abdullah ed-Dehlevî
  • Mevlânâ Hàlid-î Bağdâdî
  • Şeyh-ul Meşayih Seyyidina Ali Es-Sebdi Palevi Diyarbekiri
  • Şeyh Mahmud Fevzi Efendi Palevi
  • Şeyh Muhammed Said Efendi Palevi
  • Şeyh Ali Rıza Efendi Palevi
  • Şeyh Muhammed Emin Efendi Palevi
  • Palevi kolunun ana silsilesidir. Şeyh Ali Septi’den itibaren halifelerin kendi silsileleri mevcuttur.
  • Şeyh Said Efendi’nin Şeyh Ali Rıza Efendi haricinde icazet verdiği diğer halifeleri mevcuttur.

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said İsyanı

Birinci Meclisin Bitlis milletvekili Yusuf Ziya tarafından aşiretler arasındaki tanınmışlığı ve sözünün geçmesi nedeniyle gizli Kürt İstiklal Komitesine (“Azadi” örgütü) üye yapıldı. 1924 yılında Yusuf Ziya tutuklandı. Örgütlenmeyi itiraf eden Yusuf Ziya Bey, Cibranlı Halit, Hasananlı Halit, Hacı Musa ile birlikte Şeyh Said’in de adını verdi. Doğu illerindeki aşiretleri dolaşan Şeyh Said, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’in dinsiz olduğundan, çıkarılan yasalar ile İslamiyet’in, nikâh, ırz ve namusun, Kuran’ın ortadan kalkacağından, ağaların ve hocaların idam edileceğini veya sürüleceğinden bahseden propagandalar yaptı. Kayınbiraderi Albay Cibranlı Halit’in adamları Cemiyet-i Akvam’a haber vereceklerini, bölgede devletin askeri güçlerinin bulunmadığını ve kolayca bölgeyi ele geçirebileceklerini söyledi. Cumhuriyete ve devrimlere karşı bir ayaklanma fetvası hazırlayarak devrimlere destek verenlerin canları ve mallarının helal olduğunu yazdı. Fetvayı aşiretlerin ileri gelenlerine gönderdi. Varto’daki Hormek aşireti devlet yanlısı olduğu için ayaklanmaya uymayacaklarını açıkladı. Şeyh Said ifade vermek için Bitlis Harp Divanı’na davet edildiğinde yaşlı ve hasta olduğu için ifade vermeye gitmeyince ifadesi Hınıs’ta alındı. Diyarbakır, Çapakçur, Ergani ve Genç illerinde bir ay kadar dolaştıktan sonra 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’daki kardeşinin evine yerleşti. Piran’da jandarmanın 5 suçluyu tutuklama girişimi üzerine çıkan çatışma sebebiyle ayaklanma hareketi planlanandan önce başladı. 1924 Ekim ayından yakalanacakları güne kadar hükûmetle haberleşmekte olan bacanağı Kasım Bey (Kasım Ataç) tarafından ihbar edilmiştir. Genç Hâdisesinin (Şeyh Said İsyanı) bastırılmasından sonra “Şark İstiklal Mahkemesi”nde yargılanıp idama mahkûm edildi.

Şeyh Said’in, Kürt Teali Cemiyeti üyesi olduğuna dair bugüne kadar hiçbir belge ortaya konulamamıştır. Kürdistan Teali Cemiyetinin tespit edilebilen üyelerinin listesi bilinmektedir ve bu listede Şeyh Said’in ismi yoktur. Ayrıca, Şeyh Said’de, Şark İstiklal Mahkemesi’nde ‘Kürdistan Teali Cemiyeti’ ile ilişkisinin olmadığını kendisi açıklamıştır. Ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen ‘Azadi Örgütü’ üyelerinin isimlerini içeren listede de Şeyh Said’in ismine rastlanmamıştır. Mevcut belgeler, Azadi Örgütü’nün, ayaklanmanın hiçbir safhasında, hiçbir rolünün olmadığını da kanıtlamaktadır. Naci Kutlay’ın, Fehmi Efendi’nin anılarından alındığını kaydettiği bilgilere göre “Şeyh Said’in isyan haberini duyan Diyarbakır’daki ‘Azadi üyeleri’ şaşkına dönerler. Hiç kimsenin bundan haberi yok. Azadi üyesi Dr. Fuat, Liceli Fehmi Efendi’den Şeyh Said’i isyandan vazgeçirmesini, kabul etmediği takdirde onu öldürmesini ister. Ancak isyan durdurulamayınca, Azadi örgütü harekete ulusal bir renk vermek için Kürtler ve Kürdistan adına bildiriler bastırılıp dağıtırlar.”

Kürt Şeyh Said

Şeyh Said’in mezarı

29 Haziran 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi tarafından Diyarbakır Dağkapı Meydanında idam edilen Şeyh Said, idam sehpasında iken son isteği sorulduğunda, kâğıt kalem ister ve kâğıda Arapça olarak, “Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir,” yazar ve kelime-i şehadet getirerek idam edilir. Şeyh Said, idamından önce başsavcı Ahmet Süreyya Örgeevren’i vasi tayin ettiği ve vasiyetnamesini hazırladığını yazmış: “Nitekim; Şeyh Said Efendi idamından biraz önce tevkifhanede yazdığı bir vasiyetname ile beni bu vasiyetin icrası için vasi nasb ve tayin etmiş bu vasiyetnamesi asılmasından sonra bana verilmişti. Bu vasiyet; üzerinde bulunan ve maliye veznesine verilmiş olan parasından veresesinden kimlere verilmesine ve kendisi için mezar yaptırılmasına dairdi… Mahkemenin müddeiumumîsi bulunduğum için, şeyhin vasisi sıfatıyla bu vesayeti kabul ve icra edemezdim. Onun için resmî ve itimat edilir bir el ile vasiyetinin yerine getirilmesi için vasiyetnameyi Ankara’da İçişleri Bakanlığına göndermiştim.”

Yayımlanmış Kitapları

Şeyh Said’in kendi el yazısıyla Arapça diliyle yazmış olduğu kütüphanesinde bulunan kitaplar hakkında yazdığı açıklamalı kitaplar kataloğu, bibliyografik, biyografik risâle, Arapça orijinal tıpkıbasımı ve Türkçe tercümesi Kütüphane Risalesi – Şeyh Said Efendi 28 Aralık 2021 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. adıyla ilk kez 2021 yılında Abdulilah Fırat tarafından hazırlanıp tercüme edilerek yayımlandı.
Şeyh Said’in kendi el yazısıyla Arapça diliyle yazmış olduğu bazı içtimai meseleler hakkında açıklamalı fetvâları, Arapça orijinal tıpkıbasımı ve Türkçe tercümesi Fetvâlar Mecmûası – Şeyh Said Efendi 26 Şubat 2022 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. adıyla ilk kez 2022 yılında Abdulilah Fırat tarafından hazırlanıp tercüme edilerek yayımlandı.

Erzurumlu İbrahim Hakkı

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI

Erzurumlu İbrahim Hakkı (d. 18 Mayıs 1703, ö. 22. Haziran 1780, Hasankale, Erzurum) Türk mutasavvıf, sosyolog ve âlim. Marifetname’nin yazarıdır.

2 Muharrem 1115’te (18 Mayıs 1703) Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğdu. Babası Derviş Osman Efendi, aralıklarla otuz yıl kadar süren iyi bir eğitim görmüştü (Mârifetnâme, s. 521). Annesi, Hasankale’nin ileri gelenlerinden Dede Mahmud’un kızı Şerîfe Hanîfe Hanım’dır. İbrâhim Hakkı’nın “Hakîrullah” diye andığı ve “hilm ü hayâ madeni” olarak tanıttığı babası (a.g.e., s. 514), bazı maddî ve ruhî problemler sebebiyle sıkıntılı bir dönem yaşamış, İbrâhim Hakkı’nın doğumuyla bir ferahlık hissetmekle birlikte sıkıntısı devam etmişti. 1119’da (1707) Erzurum’a yerleşen Osman Efendi burada yörenin ileri gelen ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1122’de (1710) hac niyetiyle yola çıkmışken Siirt’e yaklaşık 7 km. uzaklıkta bulunan Tillo’ya (bugünkü Aydınlar) uğramış, yörenin tanınmış mürşidlerinden İsmâil Fakîrullah’a intisap ederek buraya yerleşmiş, böylece yıllardır aradığı huzura burada kavuşmuştur.

Babasının isteği üzerine dokuz yaşında iken amcası Ali tarafından Tillo’ya götürülen İbrâhim Hakkı babasıyla karşılaştığında şeyhi İsmâil Fakîrullah’ı da orada gördüğünü, içinde ona karşı derin bir sevgi ve hayranlık duygusu uyandığını ifade eder (a.g.e., s. 516). Bundan sonra İsmâil Fakîrullah’ın babası için yaptırdığı, günümüze kadar ayakta kalan (İbrahimhakkıoğlu, s. 42) hücrede yaşamaya başlamış, İsmâil Fakîrullah’ın ilim ve irfanından istifade etmesi yanında Mârifetnâme’deki ifadesiyle (s. 516) “peder-i azîzi kendisini hücredaş edip hilm ü rıfk ile ilim öğretip lutufla terbiye kılmıştır.” İbrâhim Hakkı’nın ilk tasavvuf zevkini babasından aldığı anlaşılmaktadır.

On yedi yaşında iken babasını kaybeden (Receb 1132 / Mayıs 1720) İbrâhim Hakkı, muhtemelen öğrenimini sürdürmek amacıyla aynı yıl Erzurum’a dönerek büyük amcası Molla Muhammed’in evine yerleşti. Burada, özellikle Arapça ve Farsça konusunda kendisinden faydalandığı söylenen Erzurum müftüsü şair Hâzık Mehmed Efendi dışında kimlerden ders okuduğu hususunda bilgi bulunmamaktadır. Mârifetnâme’deki bir beyitten (beyit 514) bu ikinci tahsil döneminin sekiz yıl kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.

İbrâhim Hakkı, öğrenimini tamamladıktan sonra İsmâil Fakîrullah’ı ziyaret etmek üzere 1141’de (1728-29) Tillo’ya gitti, babasının hücresine yerleşerek tasavvufî hayata yöneldi. Şeyhine hizmet edip onun feyzinden istifade etmeyi sürdürdü. 1147’de (1734) İsmâil Fakîrullah’ın vefatı üzerine Erzurum’a döndü. Daha önce babasının imamlık yaptığı Yukarı Habib Efendi Camii’ne imam oldu. Bu arada ilk evliliğini yaptı. 1150’de (1738) hacca gitti. Dönüşte Ömer Hayyâm, Ferîdüddin Attâr, Sa‘dî-yi Şîrâzî, Nizâmî-yi Arûzî gibi şairlerin şiirlerini topladığı, ayrıca kendisinin de iki manzumesinin yer aldığı Lübbü’l-kütüb adlı geniş hacimli bir eser hazırladı.

1160 (1747) yılında İstanbul’a giden İbrâhim Hakkı, şeyhi Fakîrullah’ın Sultan I. Mahmud nezdindeki saygınlığından faydalanarak padişahla görüşüp ilgi ve takdirini kazandı, saray kütüphanesinde çalışmasına izin verildi. Özellikle yeni astronomiye ilgisinin bu kütüphanedeki çalışmalarıyla başladığı söylenebilir. İbrâhim Hakkı İstanbul’da iken kendisine müderrislik pâyesi verildi ve ders okutması şartıyla Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı tevcih edildi. Erzurum’a döndükten sonra Habib Efendi Camii’ndeki imamlık görevini sürdüren İbrâhim Hakkı, bir müddet sonra aynı zamanda iyi bir mûsikişinas olan oğlu İsmâil Fehim’in tahsilini tamamlaması üzerine bu görevi ona bırakarak ilmî faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek için günlerinin çoğunu Hasankale’de geçirmeye başladı.

Erzurumlu İbrahim Hakkı

İbrâhim Hakkı 1168’de (1755) resmî bir hizmet için İstanbul’a çağrılan Erzurum gümrükçüsü Mehmed Sun‘ullah ile birlikte ikinci defa İstanbul’a gitti. O, ilkinden daha uzun sürdüğü anlaşılan bu ikinci ziyaret sırasında da kütüphane çalışmaları yapmış olmalıdır. Nitekim Mârifetnâme’yi İstanbul dönüşünden kısa bir süre sonra tamamlaması (Zilhicce 1170 / Ağustos 1757), onun bu eserle ilgili olarak İstanbul’da yoğun bir hazırlık çalışması yaptığı kanaatini vermektedir. İbrâhim Hakkı, Hasankale’ye dönünce bir yandan Mârifetnâme’nin telifiyle meşgul olurken bir yandan da öğrenci yetiştirmeye başladı. Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı III. Mustafa tarafından 1173 (1760) yılında yenilendi. İbrâhim Hakkı, tekkenin oldukça kısıtlı olan gelirini oğulları ile amcasının oğlu Yûsuf Nedim arasında paylaştırdı. Bu arada önemli eserlerinden İrfâniyye’yi (Mecmûatü’l-irfâniyye) tamamladı.

1177’de (1763) üçüncü defa Tillo’ya giden İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah’ın oğulları Hamza Ganiyyullah ve Mustafa Fânî tarafından babalarının halifesi olarak büyük bir ilgiyle karşılandı; muhtemelen Tillo’ya yerleşmesini sağlamak üzere onu kız kardeşleriyle evlendirdiler. Bu sırada İnsâniyye adlı eserinin telifini tamamlayan İbrâhim Hakkı, 1177 Şevvalinde (Nisan 1764) Mustafa Fânî ile birlikte ikinci defa hacca gitti ve dönüşte yine Tillo’da kaldı, burada öğrenci okutmaya ve eser yazmaya devam etti. Bu arada geniş hacimli eserlerinden Mecmûatü’l-meânî’yi bitirdi. Bir süre sonra da Erzurum’a gitti. 1181’de (1768) Erzurum müftüsü Şeyh Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa çıktığı hac yolculuğu sırasında amcasının oğlu Yûsuf Nesîm’e Şam’dan yazdığı mektupta eserlerinin oralarda bile arandığını ve ilgiyle okunduğunu bildiriyor, kendisinden bazı kitaplarını temin edip göndermesini rica ediyordu (İbrahimhakkıoğlu, s. 125). Yolculuğun ardından Erzurum’a döndü. Yaklaşık üç yıl sonra oğlu İsmâil Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya giderek buraya yerleşti. 1189’da (1775) altı ay kadar süren ağır bir hastalığa yakalandı. Hasankale’deki öğrencilerinden Derviş Halil kendisini ziyarete gelmiş, ancak İbrâhim Hakkı onun ölçüsüz davranışlarından rahatsız olmuştu. Bir süre Tillo’da kalan Halil hocasının yeni yazdığı bazı eserleri de okumuştu. Daha sonra Erzurum’a dönünce hocasının bir sır kitabını okuduğu yolunda sözler sarfederek güya onun itibarını arttırmak istemiş, ancak bu açıklama herkeste bir merak uyandırmıştı. Muhtemelen bu haberin, kendisi hakkında bâtınî fikirler taşıdığı yolunda dedikoduların çıkmasına yol açacağından kaygılanan İbrâhim Hakkı, Sünnî akîdeye bağlılığını ispat etmek amacıyla âyet ve hadislerden başka şeylerle meşgul olmayı bıraktığı mesajını veren Urvetü’l-İslâm ve Hey’etü’l-İslâm adlı iki eser yazarak değişik kişilere gönderme gereğini duydu. Erzurum’daki Yûsuf Nesîm’e de Urvetü’l-İslâm ile birlikte gizli işaretli bir mektup göndererek “Avnikli kezzâb” diye andığı Halil’in anlattıklarına inanmamalarını ve onun söylediklerinin iftira olduğunu bildirdi (a.g.e., s. 155-162).

Bu arada şeyhinin kızı olan son eşinin genç yaşta ölümü İbrâhim Hakkı’yı derinden etkiledi. Onun vefatından sonra yazdığı bir mektupta teessürünü duygulu ifadelerle anlatmaktadır (a.g.e., s. 167-168). Kısa bir süre sonra şeyhinin büyük oğlu Hamza Ganiyyullah’ın ölümü üzerine yalnızlığı daha da artan İbrâhim Hakkı 19 Cemâziyelâhir 1194 (22 Haziran 1780) tarihinde vefat etti. Ölümünden iki yıl önce yazdığı vasiyetnâmesinde şeyhinin kubbesi altına defnedilmemesini, oraya şeyhin evlâtlarının gömülmesi gerektiğini belirtmesine rağmen (a.g.e., s. 170) bunu bir fedakârlık olarak telakki eden İsmâil Fakîrullah’ın oğlu Mustafa Fânî’nin isteği üzerine şeyhinin türbesine defnedildi. Bizzat İbrâhim Hakkı tarafından yaptırılan, planı da kendisine ait olan bu kubbeli türbe yaklaşık 40 m2 olup sekizgen bir kaide üzerine oturtulmuştur. Günümüzde bir ziyaret mahalli olan türbede her yıl 18 Mayıs – 22 Haziran tarihleri arasında çeşitli faaliyetler yapılmaktadır.

İbrâhim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” (İnsâniyye, vr. 341b) şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir. Geniş tasavvuf bilgisi, konuları iyi bir düzen içinde ve anlaşılır bir üslûpla ifade etmesi, özellikle eğitimde Arapça’nın hâkim olduğu, Türkçe eserlerde ise ağdalı bir dilin kullanıldığı dönemde eserlerinin büyük bölümünü nisbeten sade bir Türkçe ile yazması İbrâhim Hakkı’nın takdire değer yönlerindendir. Ayrıca geleneksel astronomi yanında yeni astronomiyle tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, psikoloji, ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir.

İbrâhim Hakkı, ilmî ve tasavvufî birikimini maddî menfaat temini için kullanmamıştır. İstanbul’da iken kendisine tevcih edilen Abdurrahman Gazi Dede zâviyedârlığının geliri son derece azdı. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalışmış, kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde yaşamıştır. Oğullarından birine ithaf ettiği sanılan İrfâniyye adlı eserinin sonunda yer alan, “Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclisine gelesin; herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir ferdi hakir görmeyesin ve kimseden hiçbir nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın; tezyîn-i zâhiri koyup gökçek ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin” (İbrahimhakkıoğlu, s. 98) şeklindeki nasihatleri onun ilme, güzel ahlâka ve insana verdiği değer yanında kanaatkâr ve tok gözlü olmayı, minnetsiz yaşamayı ne kadar önemsediğini de göstermektedir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı

Yeni astronominin verilerinden söz ederken hiçbir ilmî gelişmenin Allah’ın evreni yaratıp yönettiği gerçeğine aykırı olamayacağını belirten İbrâhim Hakkı, bütün gelişmelerin bu inanç çerçevesinde yorumlanması gerektiğini sık sık vurgular. Ona göre din bakımından önemli olan, âlemin Allah tarafından yaratıldığının kabul edilmiş olmasıdır; bunun ötesinde yaratılışın ve oluşun keyfiyetine dair ortaya konan teorileri ve ilmî tesbitleri benimsemenin bir sakıncası yoktur. Mârifetnâme’de (s. 266) Ebû Hanîfe’den “sermezhebimiz” diye söz eden İbrâhim Hakkı’nın Nakşî veya Kādirî olduğu söylenmektedir. Bursalı Mehmed Tâhir’e göre ise Üveysî’dir (Osmanlı Müellifleri, I, 35). Mesih İbrahimhakkıoğlu dedesinin Nakşî olmadığını savunursa da (Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 191-192) Mârifetnâme’de başka hiçbir tarikata yer vermezken “velîlerin en seçkinlerinin tercih ettiği tarikat” olarak nitelediği Nakşibendiyye’ye geniş yer ayırması (s. 443-450) bu tarikata mensup olduğu kanaatini güçlendirmektedir.

İbrâhim Hakkı’nın tasavvufi görüşleri Osmanlı tasavvufunun tipik ve canlı bir örneğidir. Mârifetnâme’de mârifet, fenâ, bekā, muhabbet ve aşk, velâyet, keramet, tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, şükür, rızâ, seyrüsülûk, sâlik, mürşid, nefis ve nefis mertebeleri gibi tasavvufun hemen bütün konularına yer vermiştir. Dünyanın anlamı, makbul olan ve olmayan dünya (a.g.e., s. 272 vd.), kalbin mânası, mahiyeti, mârifetullahla ilgisi (a.g.e., s. 283 vd.) gibi konulara ilişkin görüş ve açıklamaları önemli ölçüde Gazzâlî’nin İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’indeki fikirleriyle paralellik arzeder. İbrâhim Hakkı, fizik âlemin kavranmasında akıl ve duyu tecrübelerinin önemini kabul etmekle birlikte dinî ve tasavvufî konularda aşkı felsefeden üstün tutar; hatta, “Katında fülse değmez felsefînin aklı vicdanı” mısraında görüldüğü gibi (Divan, s. 174) genel telakkiye uyarak felsefe ve filozof kavramlarından olumsuz bir tavırla söz ettiği de olur. Bu sebeple diğer mutasavvıflar gibi İbrâhim Hakkı da ilham yoluyla elde edilmiş bilgiyi kitâbî bilgiden üstün tutar (Mârifetnâme, s. 388). Bu arada, vahdet-i vücûdun bir bilgi konusu sanılmasının ilhâd ve zındıklığa kadar varan tehlikeler içerdiği uyarısında bulunur. Çünkü vahdet-i vücûd bilgi konusu değil şühûd konusudur; şühûd ise mücahede ile varılabilen bir haldir. İbrâhim Hakkı, evliyâ-yı kirâmın yazdığı bütün kitapların şeriatla uyuştuğunu, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kitaplarının “usul ve fürûa mutâbık” olduğunu, fakat okuyucunun anlama kabiliyetinin yetersizliği yüzünden bu konuda avam arasında şüphe doğduğunu belirtme ihtiyacı duyar (a.g.e., s. 595).

Klasik felsefe ve tasavvuf düşüncesindeki, insanı küçük âlem kabul eden anlayışa İbrâhim Hakkı da büyük önem verir. Bütün mutasavvıflar gibi onun için de hayatın en yüksek gayesi mârifet, mârifetin en yüce derecesi mârifetullahtır. Mârifetullahın anahtarı kendini bilmek, kendini bilmenin anahtarı da âlemi bilmektir. Allah bütün âlemi insanın buyruğuna vermiş, insanın bedenini de ruhuna itaat ettirmiştir ki insan kendi bedenine, organlarının oluşumuna, güçlerinin tertibine bakarak aşağı ve yukarı âlemde bunun benzerlerini bulup aynı düzenin orada da sürdüğünü görsün; özellikle kendi ruhunun bedenini yönetmesi gibi Allah’ın da evren üzerinde tasarrufta bulunup onu yönettiğini anlasın, buradan hareketle Allah’ın fiillerine ve sıfatlarına vâkıf olarak sevgisini ve kulluğunu O’na yöneltsin ve böylece irfan ehline katılsın (a.g.e., s. 216-217, 385-386). İbrâhim Hakkı bu gayelere ulaşmak için sahih bir itikad ve düzenli ibadete ihtiyaç bulunduğunu önemle belirtmiştir. Ona göre ebedî kurtuluşu kazanmanın tek şartı Kitap ve Sünnet’le amel etmektir. Allah dostlarının hallerine ve kemallerine ulaşmanın yolu onların yolunu izlemekten geçer. Her türlü ferdî ve içtimaî problemi aşmanın Kur’an’a uymakla mümkün olduğuna işaret eden ve bununla ilgili âyet ve hadisleri sıralayan İbrâhim Hakkı (a.g.e., s. 258-259), aynı şekilde Hz. Peygamber’e uyup onun yolundan gitmenin gerekliliğine dair âyet ve hadisleri kaydettikten sonra, “Hudâ rabbim nebim hakkā Muhammed’dir resûlullah / Hem İslâm dînidir dînim kitâbımdır kelâmullah” beytiyle başlayan 116 beyitlik manzumesinde Ehl-i sünnet akaidini özetlemiştir (a.g.e., s. 263-266). Mârifetnâme’de büyük ölçüde Gazzâlî’nin İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’inden istifade ile yazıldığı anlaşılan, ayrıca Gazzâlî’den sonraki dönemlerde ortaya çıkmış gayri Sünnî tasavvuf akımlarına da yer veren bir bölümde (s. 451-454; krş. İḥyâʾ, III, 404-407), tasavvuf ehlini on iki fırkaya ayırarak sadece birinin kurtuluş fırkası kabul edildiğini, bunların da, “Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerif dinimize ve dünyamıza kâfidir ve şeriat bize vâfidir” diyen fırka olduğunu ifade etmektedir (Mârifetnâme, s. 453). İbrâhim Hakkı irfanın dört aslı kabul ettiği tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, rızâ konularına büyük önem vermiştir. Özellikle “Tefvîznâme” adını verdiği, “Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif anı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” mısralarıyla başlayan manzumesi çok meşhurdur (a.g.e., s. 385).

İbrâhim Hakkı, Allah’ın varlığını ispat için imkân delilini esas almış, bu çerçevede âyetlerden de faydalanarak bazı kozmolojik deliller sıraladıktan sonra âlemin hâdis olduğuna selim aklın kesin bir burhanla şehâdette bulunduğunu, irfan ehlinin, o yüce yaratıcının icat ve yaratma sırlarını zâhir ve bâtın âleminde güneşli günden daha aydın ve açık olarak müşahede ettiğini söylemiştir (a.g.e., s. 24). Aynı yerde hukemâya nisbetle de olsa, “Mümkün değildir ki bir mevcut ma‘dum ola; belki mevcut hemîşe mevcut ve ma‘dum hemîşe ma‘dumdur” diyen İbrâhim Hakkı mevcudun ancak bir mertebeden bir mertebeye, bir halden bir hale intikal edip değişime uğrayabileceğini ifade etmiş, ardından avâmın bu değişimi seyrederken ma‘dumun mevcut veya mevcudun ma‘dum olduğunu zannettiği görüşünü ileri sürmüştür. Bu açıklama Lavoisier’nin, “Var olan yok olmaz, yok olan da var olmaz” şeklindeki sakınım yasasından başka bir şey değildir.

Cevher, araz, hal, mahal, madde, sûret, mevzû, cism-i tabîî, nefs-i insâniyye, nefs-i felekiyye gibi felsefî terimleri Meşşâî gelenek çerçevesinde açıklayan İbrâhim Hakkı’nın, tedbir ve tasarrufu ile cisimlere etkide bulunmayan akıl (kozmolojik akıl) için “lisân-ı ehl-i şer‘ ile melektir” demesi de (a.g.e., s. 24) Fârâbî’den beri gelen felsefî anlayışın bir devamıdır. Yine Fârâbî’nin başlattığı sudûr teorisini de ehl-i hikmete nisbet ederek anlaşılır bir üslûpla tanıtmaktadır. Şu farkla ki, “Vâhidden vâhid sudûr edegelmiştir” demekle birlikte (a.g.e., s. 26) belki bir ihtiyat tedbiri olarak varlığın doğuş (zuhûr) düzeninde küllî aklın (akl-ı evvel) Allah tarafından icat ve mevcut edildiğini söylemiş, ancak burada bir yoktan yaratmadan söz etmemiştir. İbrâhim Hakkı, zuhûrun sonundaki onuncu aklın akl-ı fa‘‘âl yanında akl-ı feyyâz, vâhibü’s-suver ve tabîat-ı mutlaka diye adlandırıldığını ifade eder. Mârifetnâme’nin, geleneksel astronomi hakkında bilgi verdiği bölümünde ise, “Allah kendi nurundan bir latif ve azîm cevher var edip ondan bütün kâinatı vücuda getirdiğini tedrîc ve tertip ile izhar etmiştir ve ona cevher-i evvel ve nûr-ı Muhammedî ve levh-i mahfûz ve akl-ı kül ve akl-ı izâfî tesmiye olunur” demektedir. İnsana ait akıl nefse has bir gelişme sürecinin son noktasıdır. Nefis mürekkep cisme büyüme, duyu ve hareket yanında düşünme kabiliyeti de kazandıran düzeye ulaşırsa bu nefse sahip olan varlık insan adını alır. İnsan varlığın özü, her mevcudun özeti, cihan ağacının meyvesi, devranın son noktasıdır (a.g.e., s. 26-27). Buradaki “devran”dan maksat, İslâm dünyasında Câbir b. Hayyân’dan beri daha çok tasavvufta ve tasavvuf etkisindeki felsefede ilgi toplayan yükseliş ve iniş sürecidir. İbrâhim Hakkı, “Hak Teâlâ’nın tesiriyle” dört unsurdan madene, madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana uzanan gelişim (istihâle) sürecini özetlerken insanı bu sürecin gaye noktasına yerleştirmektedir. Bu teoride her bir varlık basamağından diğerine geçilirken birer ara varlık da gösterilmekte olup hayvanla insan arasındaki varlığın maymun olduğu belirtilir. “Zira kılları ve kuyruğu dışında cümle âzası … insana benzer” (a.g.e., s. 28). İhvân-ı Safâ, İbn Miskeveyh gibi ilk İslâm düşünürlerinden başlayıp Kınalızâde Ali Efendi, Muhyî-yi Gülşenî gibi Osmanlı âlimlerine kadar gelen bu teorinin, İbrâhim Hakkı’dan yarım asır kadar sonra Lamarck ve Darwin tarafından ortaya atılan evrim teorisiyle aynı olup olmadığı tartışılmaktadır. İbrâhim Hakkı’da en güzel ifadesini bulan İslâm dünyasındaki evrim anlayışı, Darwinizm’in aksine yalnızca biyolojik bir evrim değil madde ve ruh bütünlüğü içinde bütün ontik gerçekliği kapsayan bir gelişmedir; ayrıca burada gelişim Darwinizm’deki doğal seleksiyon yerine ilâhî iradeye bağlanmıştır.

İbrâhim Hakkı Mârifetnâme’de tabiat bilimlerine çok geniş yer vermiştir. Fitneye sebep olmamak düşüncesiyle yeni astronomiye ve diğer ilimlere dair bilgi verilmeden önce eski astronomiye uygun geleneksel yaratılış senaryosunu tanıtma gereği duyulmuştur. Onun yeni astronomideki kaynağı, İstanbul ziyaretleri sırasında tanıma ve inceleme fırsatı bulduğu Kâtib Çelebi’ye ait Cihannümâ adlı eserdir. Fakat mutaassıp ulemâdan tepki görme endişesi taşıdığı için yeni astronomi konularına ve bu arada yerin yuvarlaklığını kanıtlamaya girişirken bu görüşün şeriata aykırı olabileceği tereddüdünü ortadan kaldırmak amacıyla Gazzâlî’nin Osmanlı ulemâsı nezdindeki saygınlığından yararlanma yoluna gitmiştir. İbrâhim Hakkı, bu hususta oldukça tedbirli davranarak Tehâfütü’l-felâsife’nin giriş kısmındaki konuyla ilgili bir pasajı aynen Türkçe’ye çevirdiğini ifade eder. Gazzâlî burada, ay ve güneş tutulması olaylarını örnek gösterip bunların astronomi bilimine göre nasıl vuku bulduğunu açıkladıktan sonra bu gibi ilmî konularda filozoflarla tartışmaya kalkışmanın dinî bir zaruret olmadığını, ilmî sonuçlarla çatışır gibi görünen hadisler bulunduğu takdirde kesin sonuçlara karşı direnmektense bu hadislerin te’vilinin “ehven” olduğunu ifade eder. İbrâhim Hakkı’nın, belki de buradan aldığı cesaretle arzın yapısını ve tabakalarını ilmî yöntemlere göre anlatırken, İbn Abbas’tan nakledilen öküz ve balık kıssasının sahih olduğu tesbit edildiği takdirde bunun öküz burcu ve balık burcu olarak yorumlanması gerektiğini belirttikten sonra Hz. Peygamber’in, “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisini hatırlatarak umûr-i dîniyyeden olmayan şeylerin din âlimlerinden sorulmaması gerektiğini söylemek suretiyle (a.g.e., s. 118) dinî ilimlerle pozitif bilimlerin metotlarının ayrı olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.

Gazzâlî’nin, din bakımından önemli olanın âlemin yapısı ve nasıl işlediği değil yaratıcının fiiliyle vücuda geldiği görüşü İbrâhim Hakkı için yol gösterici bir önem taşıyordu. Nitekim kendisi de, “Pes âlem ne hey’ette olursa olsun ve ne cihetle hareket kılarsa kılsın cümlesi ol bedî‘… hazretlerinin kemâl-i kudret ve azametine dâldir ve bizlere lâzım olan ancak bu nazar-ı ibretle kesb-i kemâldir” (a.g.e., s. 117) diyerek dinle bilim arasında doğru bir ilişki kurmanın yolunu göstermiştir. Aynı şekilde onun o dönemlerde ortaya çıkan, gittikçe daha çok taraftar toplamaya başladığını belirttiği yeni astronomi fikrine dayalı bilgiler vermeden önce bu konularda ilmî bir kanaate varmanın dinle bir ilgisi olmadığı uyarısında bulunması anlamlıdır. Çünkü din açısından mühim olan, âlemin Allah tarafından yaratılmış olduğu inancının benimsenmesidir (a.g.e., s. 144).

Esas itibariyle Copernicus astronomisini yansıtan bu bilgilere yeni aklî deliller ekleyen İbrâhim Hakkı sistem hakkındaki bilgileri basite indirgeyerek anlatmaya çalışmıştır (Irmak, XXXVI [1973], s. 155). Buna karşılık kelâmcılara dayanarak müneccimlerle tabiatçı filozofların yüce yaratıcının bilgisinden mahrum olduklarını, bütün olup bitenleri yıldızlara ve tabiata bağlayarak sapıklığa düştüklerini söyler (Mârifetnâme, s. 85). İbrâhim Hakkı bu arada dehrîleri de eleştirmiştir (Divan, s. 11).

Onun, dünyayı çevreleyen hava tabakasının çeşitli katlarında cereyan eden klimatolojik değişmelerin güneş ısısının yerden yansımasından ileri geldiği ve bu yansımaya en yakın olan bölgelerde havanın daha sıcak olacağı, yükseklere çıkıldıkça sıcaklığın düşeceği gibi tesbitleriyle bugünkü bilim seviyesine yaklaştığı kabul edilmektedir. Yıldırım ve gök gürültüsünün mahiyeti, ışık dalgalarıyla ses dalgalarının yayılışındaki zaman farkı, gök kuşağı, ay hâlesi, sis, kırağı, çise ve bulutların oluşumu, hava hareketleri gibi meteorolojik olayları, İbn Sînâ’nın eş-Şifâʾ adlı eserinden de yararlanmakla birlikte (meselâ bk. Mârifetnâme, s. 101) çoğunlukla kendi gözlemlerine dayanarak oldukça isabetli bir şekilde kaydetmiştir (Irmak, XXXVI [1973], s. 156-157). İbrâhim Hakkı, dünyanın yuvarlak olduğuna dair yeni deliller ortaya koyarken (Mârifetnâme, s. 117) dünyanın güneşin etrafında ve kendi çevresinde dönüşünü, gece ve gündüzün meydana gelişini de ilmî olarak anlatmakta (a.g.e., s. 102), bu arada Macellan’ın dünyayı dolaşması ve Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfi hakkında mâlûmat vermektedir (a.g.e., s. 114-120).

İbrâhim Hakkı, insanın anatomisi ve fizyolojisiyle ilgili hemen her konuda dönemine göre yeni sayılacak ayrıntılı bilgiler vermektedir. Meselâ on iki kaburganın yönleri ve fonksiyonel özellikleri, bel kemiği ve bunun bölümleri, bilek ve el kemiklerinin görevleri gibi konulara dair açıklamalar bugünkü bilgilerle paralellik arzetmektedir. Bu bilgileri esas itibariyle İbn Sînâ’dan alan İbrâhim Hakkı, ayrıntıda kendi gözlemlerine dayalı birçok yenilik ortaya koymuştur (Irmak, XXXVI [1973], s. 164-165). Psikolojide büyük ölçüde İbn Sînâcı geleneği tekrar eden İbrâhim Hakkı’nın Mârifetnâme’de kişinin saç, göz, kulak, el, baş gibi organlarından ve dış görünüşünden hareketle onun ahlâk ve karakter yapısı hakkında sonuç çıkarma yollarını gösteren bilgilerden oluşan kıyafet ilmi (physiognomy) konusuna ayırdığı bölüm (s. 208-216), İslâm ilimler tarihinde bu alanda yapılmış çalışmalar içinde özel bir yere sahiptir (geniş bilgi için bk. Revnakoğlu, s. 168-196; Çelebioğlu, EFAD, XI [1979], s. 305-347). İnsanın ahlâk yapısına temel oluşturan güçleri de geleneksel Meşşâî anlayışı çerçevesinde gazap gücü, şehvet gücü ve nefs-i nâtıka olarak gösterir (Mârifetnâme, s. 206 vd.). Bunların ifrat ve tefritlerinden erdemsizlikler (ahlâk-ı zemîme), itidal derecelerinden erdemler (ahlâk-ı hamîde) meydana gelir. İbrâhim Hakkı, nefs-i nâtıkayı İsrâ sûresinde (17/85) emr-i rabbânî olarak gösterilen rûh-ı insânî olarak da adlandırır ve buna gönül dendiğini belirtir. Felsefî gelenekteki meşhur Eflâtuncu iradî ölüme atıfta bulunarak iradesiyle nefsini öldüren kişinin gönül yüzünden benlik perdesi kalkıp kendini ve rabbini bilme mertebesine ulaşacağını, gönlünün huzur ve sevinç aydınlığı ile dolacağını, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilip ölmeden önce ebedî hayatı kazanmış olacağını ifade eder. Ayrıca felsefî mahiyetteki ahlâk kitaplarının vazgeçilmez konularından olan ölümün anlamı, mahiyeti, ölüm korkusunun sebepleri gibi konuları âyet, hadis ve tasavvufî görüşlerle daha da zenginleştirerek işlemeye çalışmıştır (a.g.e., s. 246-254).

1163’te (1750) yazdığı tecvid risâlesinin girişinde yer alan, “Erzurum şehrinde şöhret bulup nef‘i âm olsun için Türkçe söylemişiz” (İbrahimhakkıoğlu, s. 61-62) şeklindeki ifadesinde dönemin eğitim ve öğretim anlayışına gizli bir tenkit sezilmektedir. 1165 (1752) yılında kaleme aldığı Tertîbü’l-ulûm başlıklı ilk Türkçe manzum eserinde de aynı amaçla yeni bir ders programı önerisinde bulunmuştur. Programda geleneksel din ilimlerinin yanında felsefe, matematik, coğrafya, astronomi, anatomi, tıp gibi alanlar da yer alıyordu. İbrâhim Hakkı, daha sonra kaleme aldığı Mârifetnâme’de bu alanların her birine büyük değer verecek ve çok geniş yer ayıracaktır. 1168’de (1755) tertip ettiği divanında da (s. 196-197) yirmi beş beyitlik bir “Tertîbü’l-ulûm” bölümü bulunmaktadır. 1166’da (1753) hazırladığı rûznâmesi, zamanına göre takvim tekniği hususunda oldukça ilginç yenilikler taşımaktadır (geniş bilgi için bk. İbrahimhakkıoğlu, s. 67-68). Ancak bu yenilikçi tavrına rağmen öğrencinin hocasına kayıtsız teslimiyetini öngören otoriter ve dogmatik eğitim anlayışını aşamamıştır. İbrâhim Hakkı, geleneksel eğitim ilkeleri arasında daha çok hocanın öğrencisine şefkatli ve anlayışlı davranması, öğrencinin de hocasına karşı edepli ve saygılı olmasıyla ilgili olanları sıralar. Gazzâlî gibi kendisi de öğrencinin sorgulamaya kalkışmadan hocasının bilgisine mutlak olarak güvenmesini öğütler (Mârifetnâme, s. 540; krş. İḥyâʾ, I, 50).

Eserlerinin bir kısmını manzum olarak kaleme alan İbrâhim Hakkı genellikle Hakkı, bazan da Fakîrî mahlasını kullanmış, Türkçe’den başka Arap ve Fars dillerinde de manzumeler yazmış, kaside, gazel, musannef, rubâî ve kıtalarında ilmî, dinî-tasavvufî fikirlerini ustalıkla dile getirmiştir. Mesnevi tarzında kaleme aldığı manzumelerde daha ziyade didaktik bir amaç güden İbrâhim Hakkı’nın divanındaki şiirler tamamen tasavvuf neşvesiyle yazılmıştır. Mârifetnâme başta olmak üzere hemen bütün mensur eserlerinde yer alan manzumeler konunun okuyucu tarafından daha fazla ilgi görmesine yardımcı bir nitelik taşır. Bu tür şiirleri ya konunun özeti mahiyetinde veya örneklendirmeler şeklinde kullanmış, yer yer başka şairlerin manzumelerini de iktibas etmiştir. İbrâhim Hakkı’nın şiiri eğitici, öğretici ve irşad edici bir araç olarak kullanma gayreti, ilim adamı ve mürşid kimliğinin şair kimliğinden önde bulunmasına yol açmış, dolayısıyla bazı manzumeleri şiir tekniği bakımından kusurlu bulunmuştur. Sanat değeri daha yüksek olan gazellerindeki zengin hayal ve çağrışımlar bile ona usta bir şair kimliği kazandırmaya yetmemiş, sadece kendisine geniş kültürünü ve ilmî birikimini nazımla anlatan başarılı bir nasihatçı görüntüsü vermiştir.

Eserleri

İbrâhim Hakkı’nın çoğu Türkçe olan eserlerinin sayısı hakkında değişik rakamlar verilmiştir. Meselâ Bağdatlı İsmâil Paşa otuz iki eser adı sıralamış (Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 39-40), Bursalı Mehmed Tâhir bu sayıyı otuz dokuza çıkarmıştır (Osmanlı Müellifleri, I, 33-36). Kendisi çalışmalarından söz ederken çoğunu büyük kitaplarının içine aldığı küçük risâlelerini müstakil eser olarak saymamıştır. İlâhînâme’nin sonuna eklediği bir notta onu “ana eser”, beşi de “evlât eser” olmak üzere on beş kitabını dili ve telif tarihleriyle birlikte kaydetmiştir. İnsâniyye adlı eserinde de (vr. 341b) Tillo’ya yerleştikten sonra kaleme aldığı on eserden en beğendiği beşinin adını sıralamaktadır.

1. Divan. 1168 (1755) yılında oğlu İsmâil Fehîm için tertip edilmiştir (yazma nüshaları için bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 42). 1263’te (1847) basılan eserde kasidelerin ardından dinî-tasavvufî mahiyette 366 gazelden oluşan “İlâhînâme” başlıklı bölüm yer almaktadır. Divandaki birçok manzume, başta Mârifetnâme olmak üzere müellifin daha sonra yazılan çeşitli kitaplarında da geçmektedir (a.g.e., s. 28). “Müfredât” (yazmalarda “Ma‘niyyât”), “Rubâiyyât”, “Vâsılnâme”, “Pendnâme”, “Şükürnâme” gibi bölümlere ayrılan eserin, Numan Külekçi ile Turgut Karabey tarafından klasik tarzda mürettep bir divan haline getirilerek tenkitli neşri yapılmıştır (bk. bibl.). Divanda Arapça ve Farsça şiirler dahil 500 kadar manzume yer almaktadır.

2. Mârifetnâme. 1170’te (1757) tamamlanan eser İbrâhim Hakkı’nın ismini ölümsüzleştiren en önemli çalışmasıdır. Dinî ve din dışı ilimlere dair ansiklopedik bir eser olan Mârifetnâme müellifin ilmî ve fikrî kişiliğini, yetişmişliğini, din ve ilim anlayışını yansıtması yanında dönemin skolastik zihniyetinden kurtulma çabasını yansıtan nâdir örneklerden biri olması bakımından da özel bir değer taşımaktadır. Pek çok yazması bulunan Mârifetnâme’nin (Külekçi – Karabey, s. 42-45) birçok baskısı yapılmış (Bulak 1251, 1280; Kazan 1261; İstanbul 1284), ayrıca Turgut Ulusoy (İstanbul, ts.) ve Faruk Meyan (İstanbul 1980) tarafından sadeleştirilmiştir.

3. Mecmûatü’l-irfâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-vahdâniyye fî ma‘rifeti’n-nefsi’r-rabbâniyye olan eseri müellifin kısaca İrfâniyye diye andığı da görülmektedir. Bu sebeple Bağdatlı İsmâil Paşa ve Bursalı Mehmed Tâhir, Mecmûatü’l-vahdâniyye ile İrfâniyye’yi iki ayrı eser olarak kaydetmişlerdir. İbrâhim Hakkı’nın torunlarından Celalettin Toprak da eser sayısını elli dörde çıkardığı listede aynı hatayı tekrarlamıştır (Ceviz, sy. 23 [1996], s. 85-97). Müellifin 1174’te (1761) derlediğini belirttiği eserin bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve daha uzun bölümü Türkçe yazılmış olup dört yazma nüshası bilinmektedir (a.g.e., sy. 23 [1996], s. 87-88). Kitapta hadis olduğu rivayet edilen, “Kendini bilen Allah’ı da bilir” sözünün tasavvufî açıklaması yapılmış, bu arada âyet ve hadislerle müslüman düşünür ve âlimlerin konuyla ilgili fikirlerine de yer verilmiştir (eserin kaynakları hakkında bk. a.g.e., sy. 23 [1996], s. 89-92).

4. İnsâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-insâniyye fî ma‘rifeti’l-vahdâniyye olan bu geniş hacimli eseri müellif yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler (İbrahimhakkıoğlu, s. 72; Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları hakkında bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 33-35). Bu kaynaklardan seçilen parçaların daha çok tasavvuf ve eğitim ağırlıklı olduğu görülmektedir. Eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Düğümlü Baba, nr. 352; diğer nüshaları için bk. İbrahimhakkıoğlu, s. 100).

5. Mecmûatü’l-meânî (Mecmûatü’l-Hakkī). Müellif bu eserini 1178’de (1765) üç lisan üzerine nazmettiğini belirtmektedir (İbrahimhakkıoğlu, s. 72). Kitapta dinî ve tasavvufî şiirler yanında astronomiyle ilgili cep tahtasının kullanımı hakkında Türkçe bir bölüm, Kur’an tecvidine dair yine Türkçe bilgiler, Arapça, Farsça ve Türkçe küçük bir sözlükle “Kavâid-i Fürsiyye” başlıklı diğer bir bölüm bulunmaktadır (Arkeoloji Müzesi Ktp., Said Paşa, nr. 576).

6. Meşâriku’l-yûh. Müellifin 1185 (1771) yılında, kendisine ait olanlarla birlikte bazı eserlerden derlediği tasavvuf başta olmak üzere çeşitli konulara dair Farsça, Türkçe ve az sayıda Arapça manzumeden oluşan bir antolojidir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381).

7. Sefînetü’r-rûh min vâridâti’l-fütûh. 1187’de (1773) müellifin diğer bazı eserlerindeki Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerin kırk bölüm (vâridât) halinde derlenmesiyle meydana gelmiştir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3413, 3812).

8. Kenzü’l-fütûh. 1188’de (1774) düzenlenen eser tasavvufî ve didaktik mahiyetteki 1021 beyitten oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3316). Bazı şiirler Arapça’dan Farsça’ya ve Türkçe’ye çevrilmiştir. Müellif, eserin sonunda dua mahiyetindeki iki manzumede eser hakkında bilgi vermektedir.

9. Defînetü’r-rûh. 1189’da (1775) derlenen eserde müellifin Mecmûatü’l-meânî’sinden seçilmiş Arapça, Farsça ve Türkçe 400 beytin yanında daha önce yazdığı Cilâü’l-kulûb ve İnsân-ı Kâmil başlıklı risâleleriyle üç mektubu bir araya getirilmiştir. Mesih İbrahimhakkıoğlu eserin bir nüshasının kendisinde bulunduğunu belirtmektedir (Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 140).

10. Rûhu’ş-şürûh. 1189’da (1775) hazırlanmış olup müellifin divanında yer alan “İlâhînâme”den seçilmiş manzumelerden oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381/3).

11. Urvetü’l-İslâm. İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme’den istifade ile 1191’de (1777) hazırladığını bildirdiği, ağırlıklı olarak Türkçe yazılmış eserini oğlu Muhammed Şâkir için kaleme aldığını ifade etmektedir. Kitap Kur’an’ın büyüklüğü, tecvid kuralları, sünnete uyma, esmâ-i hüsnâ, Hz. Peygamber’in isimleri ve hilyesi, itikad, İslâm’ın şartları, namazın şartları gibi konuların işlendiği on beş bölümden oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1462).

12. Hey’etü’l-İslâm. Urvetü’l-İslâm ile aynı tarihte yazılan eserin önsözünde müellif, filozofların astronomiyle ilgili eserlerini okumanın inancı bozacağını söyleyerek bunları terkettiğini belirtmektedir (a.g.e., s. 154). Mesih İbrahimhakkıoğlu, eserin 180 sayfa hacmindeki bir nüshasının kendisinde bulunduğunu bildirmektedir (a.g.e., s. 154).

13. Tuhfetü’l-kirâm. İbrâhim Hakkı’nın Tillo’ya gittikten sonra kaleme aldığını belirttiği “evlât eserler” serisinin ilkidir (bk. İnsâniyye, vr. 341b). Müellifin Mecmûatü’l-meânî’den Arapça ve Farsça olarak aldığını ifade ettiği eser hakkında 1180’de (1766) yazıldığı dışında bilgi yoktur.

14. Nuhbetü’l-kelâm. 1182’de (1768) Mecmûatü’l-meânî ve Mârifetnâme’den yapılan alıntılarla oluşturulduğu müellifi tarafından bildirilen bu eser de halen elde bulunmamaktadır.

15. Ülfetü’l-enâm. Yine müellifin 1189’da (1775) Mârifetnâme’den alıntı yaparak düzenlediğini belirttiği eser (İbrahimhakkıoğlu, s. 72) günümüze ulaşmamıştır.

Müellifin listesinde görülmemekle birlikte Lübbü’l-kütüb, onun Farsça şiirlerden seçtiği 144 beyitlik iki manzumesinin de yer aldığı antoloji türü bir kitaptır. Mesih İbrahimhakkıoğlu, yedi cilt olduğu söylenen eserin iki cildinin kendisinde bulunduğunu söylemekte (a.g.e., s. 52), Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi için beş cildinin satın alındığı kaydedilmektedir (Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 40). İbrâhim Hakkı’nın Tertîbü’l-ulûm başlığını taşıyan Türkçe manzum bir eseri daha vardır. Dört beş varaktan ibaret olan risâle (yazma nüshaları için bk. Özyılmaz, s. 10-14), çeşitli öğretim kademelerinde okunması gereken derslere ve öğretim kurallarına ilişkin muhtevası dolayısıyla önemli kabul edilmektedir.

İbrâhim Hakkı’nın oğullarına, hanımlarına, dost ve yakınlarına yazdığı mektupların büyük bir kısmı halen torunlarının elinde olup bunların çoğunu Mesih İbrahimhakkıoğlu Erzurumlu İbrahim Hakkı adlı eseri içinde yayımlamıştır (bk. bibl.). İsmet Binark ve Nejat Sefercioğlu tarafından İbrâhim Hakkı’ya nisbet edilen eserlerin listesiyle, hakkında yapılan yayınları ihtiva eden bir eser yayımlanmıştır (Erzurumlu İbrâhim Hakkı Bibliyografyası, Ankara 1977).

Selahaddin Eyyubi

SELAHADDİN EYYUBİ

Selahaddin Eyyubi (Arapça: صلاح الدين الأيوبي; Kürtçe: سەلاحەدینی ئەییووبی, Selahedînê Eyûbî; y. 1137 – 4 Mart 1193), Eyyûbîler Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarıdır. 1187 yılında Kutsal Topraklar’ı Haçlılardan geri almak için bir ordu kurdu ve komutasındaki ordusuyla beraber 4 Temmuz 1187 tarihinde gerçekleşen Hıttin Muharebesi ile Kudüs Kralı Lüzinyanlı Guy’ın ordusunun büyük bir bölümünü yok etti. 2 Ekim 1187 tarihinde ise Kudüs’ü Haçlı kuvvetlerinden alarak bölgedeki 88 yıl süren Hristiyan egemenliğine son verdi ve kenti İslam dünyasına geri kazandırdı. Avrupalı Hristiyanlar, yaşadıkları bu yenilgiden sonra, Kudüs’ü tekrar hakimiyetlerine geçirebilmek amacıyla III. Haçlı Seferi’ni düzenlediler.

Selahaddin, III. Haçlı Seferi sırasında Haçlı devletlerine karşı Müslüman askerî harekâtına öncülük etti. 1191 yılında gerçekleşen Arsuf Muharebesi’nde İngiliz Kralı I. Richard’a yenildiyse de, onunla yaptığı Ramla Antlaşması sayesinde Kudüs’ü muhafaza etti.

Selahaddin, 1169’da Mısır’daki Fâtımî halifesinin veziri oldu; 1171’de ise Şii Fâtımî halifeliğini feshedip Fâtımîler Devleti’ni yıkarak kendini “Mısır Sultanı” ilan etti ve İslam hilâfetini, Bağdat’ta bulunan Sünni Abbâsî halifeliğine bağladı. Bu olaydan sonra Mısır’da kendi bağımsız hanedanlığını kuran Selahaddin, kısa sürede topraklarını genişletti. Kurmuş olduğu saltanat, gücünün doruğunda olduğu dönemde Mısır, Suriye, Irak, Cezire (Yukarı Mezopotamya), Hicaz, Yemen, Kuzey Afrika’nın bazı bölgeleri ve Nubia’yı kapsıyordu.

Selahaddin Eyyubi, 1187’de kutsal şehir Kudüs’ü 88 yıl süren Hristiyan egemenliğinden kurtarıp Müslüman dünyasına katmasıyla ve III. Haçlı Seferi’nde Haçlı devletlerine karşı verdiği mücadelesiyle Müslüman, Kürt, Arap ve Türk kültürlerinde önemli bir figür hâline geldi, kahraman olarak görüldü ve “Kudüs Fâtihi” olarak anıldı.

Ayrıca Selahaddin Eyyubi’nin, “iki kutsal caminin hizmetkârı” unvanına sahip olan ilk kişi olduğu düşünülmektedir.

Soyu ve ailesi

Selahaddin Eyyubi’nin ailesi, Hezbaniyye Kürtlerinin Revvadiler kolundandır. Revvadiler’in soyu ise, aslı Arap olan Yemenli Ezd kabilesine dayanmaktadır. Revvadiler aşireti, Abbasi Halifeliği tarafından 758’de Basra’dan alınarak Azerbaycan’a yerleştirilmişlerdir. Kabileye adını veren Revvad bin Müsenna el-Ezdî, Azerbaycan valisi Yezid bin Hatim tarafından güvenliği sağlama amaçlı Tebriz civarında vazifelendirilmiştir. Daha sonra onun soyundan gelen torunları, 8. ve 9. yüzyıllarda Abbasilerin Tebriz valisi olarak vazife yapmışlardır.

Revvadiler, 10. yüzyılın başından itibaren Azerbaycan’da baskın hâle gelen Kürt varlığıyla, özellikle de Hezbaniler aşiretiyle karışarak Kürtleşmiş ve bu tarihten itibaren Kürt olarak tanınmışlardır. Ahmed için Ahmedil ve Muhammed için Memlân gibi isimleri kullanmaya başlamışlardır.

Ailesi

Selahaddin, 1137 yılında bugünkü Irak’taki Tikrit’te, tanınmış bir Kürt ailede dünyaya geldi. Selahaddin’in babası Necmeddin Eyyûb, o dönemde bir Kürt Hanedanlığı olan Şeddâdîler’in hüküm sürdüğü Divin’de, Ecdenakan isimli, ahalisinin tamamının Kürtlerden oluştuğu bir köyde doğmuş olup babasının adı Şâdi bin Mervan’dır. Şadi’nin babasına ise genellikle “Mervan” denmekte, ancak onun hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Selahaddin’in doğduğu gece Necmeddin Eyyub, ailesini de alarak Halep’e göçtü. Burada Kuzey Suriye’nin Türk valisi İmadeddin Zengi’nin hizmetine girdi.

Necmeddin Eyyub, oğlu Selahaddin ile birlikte.
Selahaddin’in dedesi Şâdi, Bağdat şehrinin valisi Bihruz’un yakın arkadaşıydı. Bihruz, nüfuzunu kullanarak Şâdi’nin oğlu Necmeddin Eyyub’un Tikrit’in kumandanlığına atanmasını sağlamıştır. Böylece Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar, Şâdi’yi ailesiyle birlikte Tikrit civarına yerleştirmiştir.

Şam ve Halep valisi İmadeddin Zengi’nin ordusu, 1131’de Karaca El-Saki tarafından mağlup edildi ve Zengi, Tikrit’e sığındı. Selahaddin’in babası Necmeddin Eyyub ve amcası Esedüddin Şirkuh, İmadeddin Zengi’ye yardım etmiş ve bundan sonra aralarında sıkı dostluklar kurulmuştur. Bu olay üzerine Bağdat valisi Bihruz ile araları açılmış, onlar da buna karşılık Musul ve Halep atabeyliği olan Zengilere yaklaşmışlardır. Şirkuh’un bir Selçuklu yüksek memurunu öldürme olayından sonra iki kardeş İmadeddin Zengi’ye başvurmuş ve 1138’de görevinden alınan Necmeddin Eyyub ve ailesi, İmadeddin Zengi’nin hizmetine girmiştir.

Selahaddin’in kardeşlerinin isimleri Tacülmülk Böri, Seyfülislam Tuğtekin, Adil Ebû Bekir ve Şahinşah’tır. Torunlarından 13. yüzyılda yaşayan Okçu Yusuf, Anadolu Selçuklu Devleti’nin okçu kuvvetlerinin komutanıydı. Selçuklu Sultanı I. Alaeddîn Keykubad’ın en güvendiği komutanlardan biriydi. Aynı zamanda İpek Yolu’nun koruyuculuğunu yapmaktaydı.

Etnik kökeni

Tarih boyunca Selahaddin Eyyubi’ye birçok farklı etnik köken atfedilmiştir. Selahaddin’in etniği üzerine olan tartışmaların çoğu, onun Kürt, Arap veya Türk olması temelinde dönmektedir. Selahaddin Eyyubi, genel kanaate göre bir Kürt’tür.

Türk tarihçi Zeki Velidi Togan, Eyyubîlerin evvelâ Kürtleşmiş, sonra da Türkleşmiş bir Arap sülâlesinden olduğunu iddia etmiştir. Ünlü Orta Çağ tarihçisi İbn Haldun’a göre ise, Selahaddin Eyyubi’nin ataları, aslı Arap olan Yemen’in Himyeri vilayeti eşrafından, Hezbâniyye Kürtlerinin Revvadi aşiretine mensuptur.

Rus tarihçi Vladimir Minorski, Orta Çağ tarihçisi İbn Esir’in başka bir komutandan bir pasaj aktardığını yazdığı yazısını paylaşır:

Hem sen hem de Selahaddin Kürtsünüz ve gücün Türklerin eline geçmesine izin vermeyeceksiniz.

Arap tarihçi El-Hazreci, Memlûk tarihçisi Ebu Hamid el-Kudsi, Osmanlı tarihçisi Ahmed Vasıf Efendi gibi şahsiyetler de eserlerinde Selahaddin’den ve onun hanedanından “Kürt” diye bahsetmişlerdir.

Eyyubi tarihçisi Prof. Dr. Ramazan Şeşen, Selahaddin Eyyubi ve ataları olan Revvadiler aşiretinin Yemenli Arap Ezd kabilesine gittiğinin düşünüldüğünü, ancak güvenilir kaynaklara göre Eyyubilerin Hezbaniyye Kürtlerine mensup olan Revvadiler kolundan olduğunu belirtir. Şeşen, Eyyubilerin nesebi ile ilgili olarak Arapların, özellikle de Yemenli Himyeriler’in uydurma bilgiler çıkarmış olabileceklerini de söyleyerek, tarihçilerin bu Arap kaynaklarına pek fazla itibar etmediğini ve genel olarak Eyyubilerin Hezbaniyye Kürtlerine mensup olduğunun kabul edildiğini söyler.

Selahaddin’in uzun süre inşa kâtipliğini yapmış olan tarihçi İbn-i Şeddad da (1145-1235), “Siretu Selahaddin” isimli eserinde, Selahaddin’in kökeninin Arap olduğu iddialarını kesin bir dille reddetmiştir.

Türkiye’de ise başta İlber Ortaylı, Yavuz Bahadıroğlu, Tufan Gündüz ve Müfid Yüksel gibi ünlü isimler olmak üzere birçok tarihçi Selahaddin’in Kürt olduğunu dile getirirken, diğer bazı tarihçiler ise onun bir Türk, Türkleşmiş bir Kürt veya bir Arap olduğunu söylemektedir. Buna temel olarak, Selahaddin’in kardeşlerinin isimlerinin birer Türk ismi olması yoğun olarak gösterilmekle birlikte, Türklerde yoğun olarak kullanılan ülüş sistemini de kullanmış olduğu iddiası buna dayandırılır.

Bazı Türk tarihçiler, Selahaddin’in kardeşlerinin isimlerinin Türk ismi olmalarını, onun bir Türk olduğunun göstergesi olduğunu savunmaktadırlar. Buna karşılık olarak, Selahaddin’in babası Necmeddin’in, vakti zamanında Türk devleti olan Zengilerin hizmetine girdiği ve ölümüne dek de Türklere karşı sevgi ve sadakatle bağlı kaldığı, ilerleyen yıllarda da oğlu Selahaddin’e Zengi ordusunun komutanlığının verilmesi, dolayısıyla Türklerle sıkı fıkı bir ilişkilerinin olması dolayısıyla, Necmeddin Eyyub’un sadakat amacıyla oğullarına Türk isimleri vermiş olmasının muhtemel olduğu söylenilir.

İngiliz tarihçi Clive Ponting, 2000 yılında yayımladığı “Dünya Tarihi: Yeni Bir Perspektif” isimli eserinde, 12. yüzyıl ortalarında Hristiyan egemenliğindeki Kudüs için Haçlı kuvvetlerine karşı yapılan saldırıları büyük oranda Kürtlerden meydana gelen bir ordunun desteğiyle Zengilerin yönettiğini, Türklerle Kürtlerin ilişki içinde olduklarını ve Selahaddin Eyyubi’nin de bir Kürt olduğunu yazmaktadır.

Selahaddin Eyyubi

Çocukluğu ve eğitimi

İmadeddin Zengi’nin, babası Necmeddin Eyyub’u vali olarak atadığı Baalbek ve Şam’da büyüyen Selahaddin, ayrıcalıklı bir çocukluk geçirmedi; ancak iyi bir tahsil aldı. Selahaddin’in Şam’a özel bir düşkünlüğü olduğu bildirilse de, kendisinin erken çocukluk dönemine ilişkin bilgiler çok azdır. Askeri dersler gibi, dinî derslere de meraklıydı. Aynı zamanda sanatla ve bilimle de uğraşırdı. Selahaddin’in biyografisini yazan El-Wahrani, onun Öklid geometrisi, astronomi, matematik ve aritmetik konularında uzman olduğunu ve bu alanlardaki soruların çoğunu yanıtlayabildiğini belirtmiştir. Mantık, felsefe, sosyoloji, fıkıh, hukuk ve tarih öğrendi. Bazı kaynaklar, öğrenimi sırasında orduya katılmaktan çok dinî çalışmalara ilgi duyduğunu iddia etmektedir. Dine olan ilgisini etkilemiş olabilecek bir diğer faktör de, Birinci Haçlı Seferi sırasında Kudüs’ün Hristiyanlar tarafından alınmasıydı. Selahaddin, Arap şair Ebu Temmam’ın şiirlerini ezbere biliyordu. Kürtçe ve Arapça konuşuyordu ve Farsça ile Türkçe de biliyordu.

Tarihçilerin anlattığına göre Selahaddin, zamanının çoğunu ya ilimle ya da devlet işleriyle geçirirdi. Ayrıca Kur’an’ı ezberlemiş ve iyi bir eğitim görmüştü. Amelde Şâfiî, itikatta Eş’arî idi. Müneccimlere (yıldız falcısı) inanmazdı. Tarihçi İbn Şeddâd, tarih bilgisinin kuvvetli, kültürünün geniş olduğunu, meclisinde bulunanların başkasından duymadıkları şeyleri ondan duyduklarını söylemektedir.

Erken hizmet dönemi

Selahaddin, yirmi altı yaşındayken amcası tarafından eğitilmek üzere kendi hizmetine alındı. Mısır’ın güçlü aşiretlerinden olan Banu Ruzzaikler’in ele geçirilmesinde Fâtımî halifesinin yanında savaştı. Daha sonra Haçlı ordusunun elinde bulunan Mısır’daki Bilbeys şehrinin ele geçirilmesinde görev aldı. Bilbeys’in ele geçirilmesinden sonra, karşılaştıkları Haçlı ordusuna karşı amcasının ordusunun sol kanadını oluşturan süvari birlikleri ile elde ettiği başarılar sayesinde kendini gösterdi. Savaşın sonunda Haçlı kumandanı Kayseryalı Hugh (Hugh of Caesarea), Selahaddin’in birliğine saldırdığı esnada esir düştü. Savaşın sonunda Selahaddin ve amcası Şirkuh, İskenderiye’ye geçtiler. Burada kendilerine Fâtımî hâlifesi tarafından para, asker ve bir kale verildi. Kaleye saldıran Haçlılar, Şirkuh’un birliklerini dağıtmayı başardılar; fakat Selahaddin’in birlikleri kalenin düşmesine engel oldu.

Mısır Seferleri

Birinci Haçlı Seferi sonucunda Kudüs’te kurulan Kudüs Krallığı, gözünü Mısır’a dikmişti. Dönemin bulunduğu koşullar, Mısır’ın alınabilmesi için çok elverişliydi. O gün de, Mısır’daki Fâtımîler Devleti’nin iç siyaseti karışıklıklar içindeydi. Mısır veziri Şaver, bir saray darbesi sonucu rakibi olan diğer vezir Dırgam’a yenilip vezirlikten olunca, gizlice Şam’a, Nureddin Mahmud Zengi’nin yanına gitti ve yardım istedi (1164). Nureddin Mahmud Zengi, bu olayı fırsat bilerek İslam dünyasındaki iki başlılık problemini halledebileceğini ve Müslümanları tekrar tek çatı altında birleştirip Haçlılarla mücadele konusunda güçleneceğini hesaplayarak Şaver’e olumlu yanıt verdi.

Birinci Mısır Seferi

Nureddin Zengi, Mısır’da Şaver’e yardım etme görevini Selahaddin’in amcası Esedüddin Şirkuh’a verdi. Şirkuh bu görevi, kardeşinin oğlu olan Selahaddin’i de yanında götürmek karşılığında kabul etti. Selahaddin, amcasının savaşa gitme tekliflerini bin bir ricayla kabul etti. Ardından Şirkuh ve askerlerle yola çıktı. Selahaddin’in askeri hayatı bu noktada, amcası Esedüddin Şirkuh’un hizmetine girmesiyle başladı.

Bu arada, Mısır’da işler iyiden iyiye karışmıştı. Şaver, rakibi Dırgam’ı mağlup etmiş ve Nureddin Mahmud Zengi’den gelecek olan desteğe ihtiyacı kalmamıştı. Nureddin Zengi’ye bağlı askerlerin müdahalesinden korkan Şaver, cizye karşılığında Kudüs Krallığı’ndan yardım istedi. Bu istek sonucunda deniz yoluyla bir Haçlı ordusu, kendisine yardım için gönderildi. Haçlı ve Mısır ordusu, Afrika ile Asya’nın birleştiği noktada buluştular ve savunmaya geçtiler. Bu durum karşısında çok şaşıran Selahaddin ve Şirkuh, yanlarındaki az bir kuvvetle ne yapacaklarını bilemediler. Daha sonra Selahaddin, ordunun komutasını ele aldı ve Nureddin Zengi’den gelecek yardımı bekleme fikrini beyan etti. Ardında Belbis Kalesi’ni ele geçirdi. Nureddin Zengi ise, Selahaddin ve Şirkuh’a doğrudan yardım yerine, Haçlı topraklarına yürüyerek onları geri çekilmeye zorladı. Bu yüzden çekilen müttefiklerinden ümidi kesen Şaver, Nureddin’in hücum etmesinden korkarak Şirkuh’un ordusuyla barışa mecbur oldu. Selahaddin, barış şartlarını bizzat kendi tespit etti. Barış yapıldıktan sonra Şam’a dönen Selahaddin, ilim ve irfan sohbetlerine yeniden katılmaya başladı. Bu seferle beraber Selahaddin, askeri alanda ilk maharetini göstermiş oldu.

İkinci Mısır Seferi

Nureddin Mahmud Zengi, Şirkuh’un ifadelerinden Mısır’ın fethinin kolay olacağını anlamıştı ve bu yüzden Şirkuh’u bir kez daha Mısır üzerine gönderdi. Şirkuh, Selahaddin’in yeniden kendisiyle gelmesi şartıyla bunu kabul etti. Çoğu kişinin ricasını reddeden Selahaddin, Nureddin’in ricasıyla sefere çıktı.

Nureddin’e bağlı bir ordunun üstüne geldiğini duyan Şaver, cizye vaadiyle Haçlılardan yardım istedi. Kudüs’ten hareket eden Haçlı ordusu, Asya ile Afrika’nın birleştiği yerde Şaver ve ordusuyla buluştu. Selahaddin, ordunun kumandasını eline aldı ve Sina Çölü’nü aştılar. Düşmanlarını mağlup etmeyi başardıktan sonra İskenderiye’ye gelip bu kaleyi ele geçirdiler. Kısa sürede kale halkının muhabbetini kazanan Selahaddin, canları pahasına da olsun, bu halkın kendisiyle savaşacağını anladı. İskenderiye’nin düştüğü haberini alan Mısırlılar ve Haçlılar, önceki mağlubiyetin etkisinden çıkıp İskenderiye üzerine yürüdüler. İskenderiye önemli bir mevkiydi ve doğu ile batının ticaret merkeziydi.

Şirkuh ve bazı askerler, şehir dışında mühim bir mevkiyi tutarak Nureddin Zengi’den gelecek yardımı beklemeye koyuldular. Selahaddin ve yanındakiler ise şehri korumaya çalıştılar. Selahaddin, kaleyi üç ay boyunca savundu. Fakat Haçlılara desteğe gelen bir Rum donanmasının deniz yolunu kesmesi sebebiyle umduğu yardımı bulamayan Şirkuh, zaten erzak sıkıntısı çeken kalenin kurtarılmasını mümkün görmeyerek çekilmeye başladı. Selahaddin, Şirkuh ve askerlerinin gitmesinden sonra barış istemekten başka çare bulamadı. Barış şartı olarak askerleri ve silahlarıyla beraber Suriye’ye dönmeyi istiyordu. Barış yapıldıktan sonra Selahaddin ve askerleri kaleden çıktılar. Daha sonra Kudüs Kralı, üç gün boyunca Selahaddin ve askerlerini kendi ordugâhında misafir etti. Selahaddin, bu üç gün içinde Hristiyanların ordu tertibatına ve Hristiyan kumandanlar arasındaki çekişmelere vakıf oldu. Misafirlikten sonra Suriye’ye dönen Selahaddin, kendini tekrar ilim sohbetlerine verdi.

Eyyûbîler Devleti’nin kurulması

1171’de Mısır’daki Şii Fâtımî Halifeliği’ne son vererek İslam halifeliğinin Bağdat’taki Abbâsî Halifeliği’ne geçip Sünniliğe dönüldüğünü ve Abbâsîlere bağlılığını ilan eden Selahaddin Eyyubi, böylece Mısır’ın tek yöneticisi durumuna geldi. Bu olay, Mısır’da bağımsız bir Eyyubi Hanedanlığı’nın doğuşunu sağlamakla birlikte, Müslümanların Haçlılara karşı olan birleşmesinde de tarihi dönemeçlerden biri olmuştur.

Selahaddin, Nureddin Mahmud Zengi’ye hayatı boyunca bağlı kaldı, fakat Nureddin Zengi’nin 1174’te ölmesiyle durum değişti. Selahaddin, Nureddin’in dul eşi İsmet Hatun ile evlendi.

Nureddin’in yerine geçen oğlu İsmail, Selahaddin’i tanımadı ve işbirliğine yanaşmadı. Mısır’daki zengin tarım topraklarını mali dayanak olarak kullanan Selahaddin, Nureddin’in çocuk yaştaki oğlu adına naiplik talebinde bulunmak üzere küçük, ama çok disiplinli bir orduyla Suriye’ye hareket etti. Ama çok geçmeden bu talebinden vazgeçti.

Haçlılarla mücadeleler

Selahaddin, 1177 yılındaki Montgisard Muharebesi’nde Kudüs Kralı IV. Baudouin’e yenildi. Bundan sonra, 1186’ya değin Suriye, Kuzey Mezopotamya, Filistin ve Mısır’daki tüm Müslüman topraklarını kendi bayrağı altında birleştirmeye girişti ve İslam birliğini tekrar kurdu. Zamanla sahtekarlık, ahlaksızlık ve gaddarlıktan uzak, cömert, erdemli, ama kararlı bir hükümdar olarak ünlendi. O zamana değin iç çekişmeler ve yoğun rekabet yüzünden Haçlılara direnmede güçlük çeken Müslümanların maddi ve manevi açıdan güçlenmelerini sağladı.

Hıttin Muharebesi (1187)

Selahaddin, yeni ya da gelişmiş askeri teknikler kullanmak yerine, çok sayıdaki düzensiz kuvvetleri birleştirip disiplin altına alarak askeri güç dengesini de kendi lehine çevirmeyi başardı. 1177’de yaşadığı Montgisard Muharebesi yenilgisinden 10 yıl kadar sonra, 1187 yılında, bütün gücüyle Kutsal Topraklar’da hüküm süren Latin Haçlı krallıklarına yöneldi. Bu arada da, 1185’de Kudüs Kralı IV. Baudouin cüzzam hastalığından dolayı ölmüş, onun yerine tahta Lüzinyanlı Guy geçmişti.

Selahaddin, Kudüs kralı Lüzinyanlı Guy’ı ve onun ordusunu Kuzey Filistin’de, Tiberya yakınlarındaki Hıttin Köyü civarına kadar getirmeyi başardı. Hıttin Tepesi, su kuyularıyla ünlü bir yerdi. Çok önceden buradaki kuyuları tutan Selahaddin, böylece Haçlılara su bırakmamayı planladı.

Kudüs ordusu, günlerce süren yürüyüşten sonra 4 Temmuz 1187’de tükenmiş ve susuzluktan bitkin düşmüş bir hâlde Selahaddin ile karşılaştı. İslam ordusu ise çoktan kuyuları tutmuştu. Bundan sonra Haçlılar geri dönemediler ve Selahaddin’in karşısına çıkmak zorunda kaldılar. Hıttin Muharebesi’nde Selahaddin, Kudus Kralı Lüzinyanlı Guy komutasındaki Haçlı ordusunu, büyük bir kısmını yok ederek yenmeyi başardı.

Hıttin Muharebesi sonrasında Kudüs Kralı Lüzinyanlı Guy, Haçlı komutanı Renaud de Châtillon ile birlikte Selahaddin’e esir düştü. Selahaddin, Renaud’u kafasını keserek öldürdü. Çünkü öncesinde Renaud, Müslümanlara karşı şiddet içerikli uygulamalarda bulunmuş ve bu nedenle de Müslüman yazarlar, onu İslam’ın düşmanlarının başı olarak görmüşlerdi. Selahaddin, Lüzinyanlı Guy’a da aynı muameleyi yapmadı; bunun yerine Kudüs kralına, ”Kral öldürmek, kralların bir âdeti değildir; fakat bu adam (Renaud) tüm sınırları aştı ve sonuçta ona bu şekilde davrandım.” dedi ve ona iyi davrandı.

Haçlıların bu savaşta vermiş olduğu kayıpların büyüklüğü, Müslümanların Kudüs Krallığı’nın neredeyse tümünü ele geçirmesini sağladı. Akka, Betrun, Beyrut, Sayda, Nasıra, Gaman, Caesarea, Nablus, Yafa ve Aşkelon gibi yerler üç ay içinde düştü.

Selahaddin, Haçlılara en büyük darbesini ise, 88 yıl Hristiyan Frankların elinde kalan kutsal şehir Kudüs’ü 2 Ekim 1187 tarihinde teslim alarak indirdi. Avrupalı Hristiyanlar, yaşadıkları bu yenilgiden sonra, aralarında İngiltere, Fransa ve Kutsal Roma krallıkların da bulunduğu yeni bir Haçlı seferi düzenlemeye başladılar.

Selahaddin Eyyubi

Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192)

Selahaddin’in başarısına düşen tek gölge, Sur’un ele geçirilmemesiydi. 1189 yılına gelindiğinde Haçlı işgalleri altında yalnızca üç kent kalmış, ama sağ kalan dağınık Hristiyanlar, zorlu bir kıyı kalesi olan Sur’da toplanarak Latin karşı saldırısının çıkış noktasını oluşturmuşlardı.

Kudüs’ün düşmesiyle derinden sarsılan Batılılar, yeni bir Haçlı seferi çağrısında bulundu. III. Haçlı Seferi, çok sayıda büyük soylu ve ünlü şövalyenin yanı sıra, üç ülkenin krallarını da savaş alanına çekti.

Üçüncü Haçlı Seferi uzun ve tüketici sürdü. İngiltere Kralı I. Richard, 1191’deki Arsuf Muharebesi’nde Selahaddin Eyyubi’nin ordularını yense de, hiçbir sonuca ulaşamadı. Haçlılar Doğu Akdeniz’de ancak güvensiz bir toprak parçasına tutunabildiler.

Kral Richard, Ekim 1192’de dönüş için yelken açtığında savaş sona ermişti. Ve böylelikle kutsal kent sayılan Kudüs, Müslümanların hakimiyetinde kalmış oldu.

Çocukları

Selahaddin Eyyubi’nin 17 oğlu ve bir kızı olmuştur. Eyyûbîlerin tarihçisi İbn Kesir’in eserinde verilen bilgilere göre bilinen çocuklarının isimleri şunlardır:

Efdal Nureddin Ebu Hasan Ali (d.y. Mısır), (d. Haziran 1170 – ö. Haziran 1225) Eyyubiler Şam Emiri (1193-1196)
Aziz İmadeddin Ebu´l Feth Osman (d.y. Mısır), (d. Ocak 1172 – ö. Kasım 1198) Eyyubiler Mısır Sultanı (1193-1198)
Zafir Muzaffereddin Ebu´l Abbas Hızır (d.y. Mısır), (d. Nisan 1173)
Zahir Gıyaseddin Ebu Mansur Gazi (d.y. Mısır), (d. Nisan 1173 – ö. Ekim 1216) Eyyubiler Halep Emiri (1193-1216)
Aziz Fethettin Ebu Yakub îshak (d.y. Dımaşk), (d. 1174)
Necmeddin Ebu´l Feth Mesud (d.y. Dımaşk), (d. 1175)
Ağar Şerefeddin Ebu Yusuf Yakub (d.y. Mısır), (d. 1176)
Zahir Mücireddin Ebu Süleyman Davud (d.y. Mısır), (d. 1177)
Muzaffer Kutbeddin Ebu´l Fadl Musa (d.y. Mısır), (d. 1177)
Eşref Muizzeddin Ebu Abdullah Muhammed (d.y. Şam), (d. 1179)
Muhsin Zahireddin Ebu´l Abbas Ahmed (d.y. Mısır), (d. 1181)
Muazzam Fahreddin Ebu Mansur Turanşah (d.y. Mısır), (d. Temmuz 1181 – ö. 1260)
Galib Nusayreddin Ebu´l Feth Melikşah (d.y. Şam), (d. 1182)
Rükneddin Ebu Said Eyyûb (d.y. Şam), (d. 1182)
Mansur Ebu Bekir (d.y. Harran), (d. 1193)
Nusayreddin Mervan (d.y. Şam), (d. 1193)
Şadî (d.y. Şam), (d. 1193)
Munise: Kocası, Amcasının oğlu Melik Kamil bin Adil’le evlendi.
Utkureddin-i Eyyübi Utkureddin-i Eyyübi, bu çocuğu pek çok bilinmez ama Ehmetçelik isimli bir kadınla evlenmiş ve 2 kız çocuğu olmuştur.

Akşemseddin

AKŞEMSEDDİN

Akşemseddin (1389, Şam – 16 Şubat 1459, Göynük), asıl adı ile Mehmed Şemseddin, çok yönlü Türk âlim, tıp insanı ve Şemsîyye-î Bayramîyye isimli Türk Tasavvuf tarikatının kurucusu. Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed’in hocası olarak bilinmektedir.

Hayatı

Şeyh Hamza’nın oğlu olarak, 1389 yılında Şam’da doğmuştur. Şeyh Hamza, ailesiyle beraber Amasya’ya gelen küçük Şemsettin’i yetiştirmiştir. Rivayetlere göre Akşemseddin’in soyu, baba tarafından Ebu Zerr Giffari’ye dayanmaktadır. İlk tahsilini babasından alan Akşemseddin’in 7 yaşında hafız olduğu öne sürülmektedir. Ailesiyle birlikte Çorum-Osmancık kazasının Sarpın kavak köyüne’ yerleşmiştir. Babasının vefatından sonra Amasya ve Osmancık medreselerinde eğitimini tamamlayan Akşemseddin, Osmancık Medresesine müderris oldu. Akşemseddin ayrıca, tıbba ve eczacılığa merak sararak tıp ilmini öğrendi. Daha önceden Seyyid Abdülkâdir Geylânî, İmam-ı Gazali ve Muhammed Celaleddin-i Rumi gibi örneklerinde görüldüğü gibi, ilim tahsili ile tatmin olmayan Akşemseddin, irfan tahsili için müderrisliği ve medreseyi terk etti. Tasavvufa olan ilgisinden dolayı, Akşemseddin önce İran’ı dolaştı ama umduğunu bulamadığı için yeniden Anadolu’ya dönmek zorunda kaldı. Anadolu’da ise, Akşemseddin’e Ankara’da bulunan Hacı Bayram Veli’yi tavsiye ediyorlar ve şöyle diyorlardı:

” Kazandığın şu zahiri ilmini mana ilmiyle, bilgini aşk ile, akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Bu da yalnız olmaz. Sana bir mürşit lazım. Kalk Ankara’ya git. Orada Hacı Bayram Veli’ye müracaat et. O seni tamamlasın, bütünleşin. Sen bu dünyaya lazım bir insansın.”
Ankara’ya giden Akşemseddin, Hacı Bayram Veli’nin öğrencilerinin nefislerini kırmak, fakirlere yardım etmek ve yoksullara ikramda bulunmak için de olsa cer ve yardım kabul etmesi, çarşı pazarda devran yaptırması gibi hallerinden hoşlanmadığı için Ankara’dan ayrıldı ve başka bir mürşid aramak için Halep’e gitti. Halep’te bir gece rüyasında boynuna bir zincirin takılmış olduğunu, zincirin diğer ucu Hacı Bayram Veli’nin elinde ve kendisini Ankara’ya doğru çektiğini gördü. Bunun üzerine yeniden Ankara’ya döndü. Hacı Bayram Veli’nin yanında özel ilgi ve sıkı bir riyâzet ve mücâhadeye alınan Akşemseddin, kendisine gösterilen bu ihtimamı en iyi şekilde değerlendirdi. Kısa süre tasavvufun bütün yollarını ve inceliklerini öğrenen Aksemseddin, bu başarısından dolayı Hacı Bayram Veli’den icâzet aldı ve hilafet tacı giydirildi. Bunun sonrasında Hacı Bayram Veli’den aldığı izinle Ankara’dan ayrıldı ve Beypazarına yerleşti. Beypazarında büyük bir şöhret bulan Akşemseddin, kısa bir süre sonra oradan da ayrılır ve İskilip’e yerleşir. İskilip’ten de yine aynı kesrete düşme sebebiyle ayrılır ve Bolu’nun Göynük ilçesine yerleşir. Göynük’te de yine bir değirmen ve mescid inşa ettirip, kendi çocuklarının tahsil ve terbiyesi ile meşgul olmuş, diğer taraftan mevcut eserlerini yazmış ve yedi kere hacca gidebilme imkânı bulmuştur. Akşemseddin’in on iki evladı olduğundan bahsedilmekte ise de mevcut diğer kaynaklarda sadece on çocuğundan söz edilmektedir.

Akşemseddin

İstanbul’un Fethi

Akşemseddin’in asıl ünü, II. Murat’ın emir ve isteğiyle II. Mehmed’in hocalığına tayin edilişiyle başlamıştır. Akşemseddin, II. Mehmed’e danışmanlık yapıp İstanbul’un fethine katkıda bulunmuştur. Akşemseddin çocukları, öğrencileri ve müritleriyle birlikte fetih ordusuna katılmışlardır. Akşemseddin İstanbul kuşatmasının en kritik günlerinde II. Mehmed’e bir mektup yazmıştır.

II. Mehmed Akşemseddin ile İstanbul’a girişte şehir halkı tarafından karşılanıyor, şehir halkı Akşemseddin’i II. Mehmed sanıp ona çiçekler uzatılıyor. Akşemseddin ise “Padişah ben değilim” diyerek yanındaki II. Fatih Sultan Mehmed’i gösteriyordu. II. Mehmed ise “Hünkar benim ama, o benim hocamdır. Çiçekler O’na Layıktır!” sözüyle tebessüm ediyordu. II. Mehmed İstanbul’un fethin ardından Ayasofya’da hutbesini tamamladıktan sonra, minberden indi ve Akşemseddin’i imâmete geçirdi. Böylece Akşemseddin, fethin ilk Cuma namazını kıldırmış oldu. Ayrıca Akşemseddin, Fetih’ten sonra II. Mehmed isteği üzerine Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin kabrini tespit ettiği rivayet edilir.

Ölümü

Akşemseddin, fetihten sonra, II. Mehmed’in ısrarına rağmen İstanbul’da kalmak istemedi, Göynük’e çekildi ve 16 Şubat 1459 yılında 70 yaşında öldü.

Akşemseddin ve tıp

Kaynaklarda Akşemseddin’in tıp ilmini kimden ve nasıl öğrendiğine dair net bir bilgi yoktur. Bununla alâkalı İskoç oryantalist Elias John Gibb, History of Ottoman Poetry adlı eserinde, Akşemseddin’in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Veli ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir.

Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedâvi ettiği belirtilmektedir.

Eserleri

  • Risaletü’n-Nûriye
  • Hall-i Müşkilât
  • Makamât-ı Evliyâ
  • Kitabü’t Tıb
  • Maddetü’l-Hayat
  • Def’ü Metain
  • Nasihatnamei Akşemseddin
Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

NECİP FAZIL VE BÜYÜK DOĞU DİYALEKTİĞİ

Önce Necip Fazıl’ı tanıtacağız ve dolu dolu olan hayatından köşe taşlarına yer vereceğiz. Yaşadığı dönem ve kuşaklar arası köprü rolü üzerinde duracağız. Verdiğimiz dönem tasvirinde de görüleceği üzere İslâm’ın devlet plânından el çektirilmesi yanında bütün kültürel, estetik, gelenek vs. değerlerinin de yıkılması söz konusu olmuştur. İşte böyle bir ortamda zuhur eden Necip Fazıl, kuvvetli ve cezbedici fikriyatı yanında İslâmcı mücadeleyi de başlatıcı olmuştur. Onun hayatı ve mücadelesi eserleri ile birlikte bir bütün hâlinde tezahür etmiştir. Necip Fazıl’ın beslendiği noktalara inmek amacıyla derleyip toparlayabildiğimiz kadarıyla onun kaynaklarını da tesbit etmeye çalıştık. Aynı maksadla gelenekte bağlı olduğu kolu incelerken getirdiği yenilik mevzuuna da bu bahis içinde yer verdik. Zira Necip Fazıl hem geleneğe bağlı hem yenilikçi bir yapı arz etmektedir. Yine bu minvalde İslâm’da klasikleşen fıkıh, kelam ve tasavvuf geleneklerini kısaca izah edip Büyük Doğu’nun bunların içindeki yerini işaretledik.

Büyük Doğu İdeolocyası’nı teşkil eden eserleri de kısaca tanıttık. Necip Fazıl’ın mürşidi Esseyyid Abdülhakîm Arvâsi’nin kilit rolüne dikkat çekerek onun hayatından tablolarla meseleyi izah etmeye çalıştık. Büyük Doğu’nun üzerindeki tuğra ismin Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî olduğuna ve İslâm’a muhatap anlayışın ondan beslendiğine dikkat çektik. Necip Fazıl’ın hayat hikâyesinde de incelendiği üzere yetişmesinde ve mihrakını bulmasında etkili olmuştur. Değerlendirme ve sonuç bölümüyle çalışmamızı nihayetlendirdik.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

NECİP FAZIL’IN HAYAT HİKÂYESİ

1904 yılında İstanbul Çemberlitaş’ta bir konakta doğar. Çocukluğu emekli Ağır Ceza Reisi ve Mecelle’yi kaleme alan heyet içinde bulunan büyükbabası Mehmed Hilmi Efendi’nin ilgisi ve terbiyesi altında geçer. Dört-beş yaşında su gibi okuyup yazmaya başlar. Altı-yedi yaşlarında bile yakıcı bir hayalin her şeyin ötesine sürüklediği farklı bir yaratılış. Dokuz-on yaşındaki çocukta metafizik düşünceler. Değişik mekteplerde ilk eğitim macerası. Birinci Dünya Harbi ile yeryüzü allak bullak iken büyük babasının vefatı. Heybeliada Numune Mektebi’ni bitirdikten sonra Birinci Dünya Harbi’nin sonlarına doğru Bahriye Mektebi’ne girer. Çocukluğunun son basamaklarından delikanlılığın ilk basamaklarını geçirdiği Bahriye Mektebi’ndeki beş yılı (12-17 yaşları arası) hayatının en güzel beş senesi olup şahsiyetinin temel duyguları orada pişer. Dış yüzden olsa da tasavvufa ilgisi orada edebiyat hocası vesilesi ile olur. Orada okul maceraları da zengindir. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın daima ruhunda kanayan bir yara hâlinde hep BİR ve BİRİNİ arama etrafında helezonlar çizen bir hayat. Şiire orada 12 yaşında başlar, vesilesi, anneciğinin hastane odasında ona, “Senin şair olmanı ne kadar isterdim!” deyişi. Atlarken, zıplarken dahi onu bırakmayan amma gurur da olmayan, “başarmak için yaratıldım” duygusu. Çilesi, dönem dönem olan Necip Fazıl’ın ilk çilesi de orada başlar. Öyle ki tabiî zevklerinden, bütün insan ve eşya münasebetlerini idare eden emniyet duygusundan kuşku duymaya başlar. Bir sabah kalkar da “dil ve idrak zeminini yerinde bulamazsam” diye kuşkulara düşer. Beynini sokan akrep düşünceler onda başlamıştır.

İlk şiirleri Yakup Kadri’nin yönetimindeki Yeni Mecmua’da çıkar, henüz 17 yaşındadır. 1921 yılında Darülfünun’a imtihanı kazanarak felsefe bölümünde öğrenim görür. O daha üniversiteye girmeden bu yaşına kadar kendisiyle fazla ilgilenmeyen ve annesinden de ayrılan babası 33-34 yaşlarında vefat eder. Darülfünun’dan sonra Sorbon Üniversitesi’ne felsefe bölümüne gider. Ancak Paris’te öğrenimini tamamlamadan geri gelir. Büyük şehirlerin boğucu havası içinde “fildişi kule” denilen hodbinlik hisarına çekilir… “Genç şair” olarak şöhreti yakalamış, Örümcek Ağı ve Kaldırımlar şiir kitapları yayınlanmış (1928) ancak mutlak hakikate memur şiir anlayışına henüz varamamıştır… Banka memuriyeti yılları, Anadolu’ya gidip gelişler, İstanbul’da daralıp Anadolu’ya açılmak, sonra Anadolu’da patlayıp İstanbul’da ferahlamak şeklinde cereyan eder. Ancak hiçbiri çözüm değil, daralmak ve parlamak esas… Kendinden kaçmak ve içindeki sabit fikirleri uyutmak için düştüğü kumar iptilası ve daldığı bohem hayatı onu uzun müddet bırakmaz.

Nihayet bir akşam üzeri vapurda karşılaştığı bir yolcu ona şiirinin ve fikrinin üstünde ruhunu doyuracak olan ismi verdi ve Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerine varış ve ona kapılanış. Yıl 1934.

1934-1943 yılları Necip Fazıl’ın Abdülhakîm Efendi ile fizikî ve ruhî beraberlik yılları olup şeyhinin vefatından sonra da ruhî beraberlikleri sürer. Necip Fazıl onunla ilk karşılaşmasında ona çarpan duyguyu “müthiş bir vakar ve heybet…” olarak vasfeder. Şeyhinin her an en büyük bir huzurda oluşunun edep hâli de onu cezbeder. Ve daha sonraki sohbetlerinde kafasındaki çetin bilmecelerin çözümlerine erer! “Üstün haberci” diye vasfettiği Efendi Hazretlerinden aldığı ilk fikir ise şu olmuştur: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”

Beylerbeyi’nde annesiyle yaşayan Necip Fazıl, dokuz yıl boyunca fasılalarla Eyüp Gümüşsuyu’nda Kaşgârî dergahında irşad edicisi ile temaslarını sürdürür. Ancak birden olmak bitmek yok, tedrîcîlik prensibi gereği yavaş yavaş ve sıra sıra ile oluş prensibi geçerlidir. Bulmak yetmez, ermek gerek! Üstelik nefs belası devamda. “Üstün haberci”yi bulduktan sonraki bu gidiş-gelişler arasında Çile şiirini yazıyor; öyle ki oradaki “Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un, / Kustum, öz ağzımdan kafatasımı” mısralarını teşbihten öte aynen yaşıyor. Herkesin rahatlık içinde sahiplendiği hazırlop dünya yıkılıp gidiyor, nasıl bir dünya kurulacağının sancısı başlıyor idi. İmâm-ı Gazalî’ye medrese kürsüsünü bıraktıran şüphe ve arayışa benzettiği bir hal, kanlı fikir çileleri başlıyor. “Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor; / Mekânı bir satıh, zamanı vehim.” şeklinde “iğneli fıçı”dan mısralar buna işaret. Öyle ki “Benden bedahet hissi kaldırılmış idi.” der. İşte böyle fikir ıztırabı çeken için İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan okuduğu “Bir irşad ediciye varmadan olmaz!” satırları derdine hitap ediyordu. Ötelere açılan ve topyekûn kâinatın hesabını veren “Büyük Kapı”yı aramış ve bulmuş idi. Necip Fazıl’ın bir mürşide kapılanması, “Bir şeyhim olsun, bir cemaatim olsun, manevî huzur da bulayım.” kabilinden olmayıp, kâinatı elekten geçirmek isteyen bir cins kafanın hafakanları ve arayışları sonucu vardığı nokta idi.

1936’da sanat ağırlıklı ve 17 sayı çıkan Ağaç dergisini yayınlar. Değişik üniversitelerde hocalık yapar. 1941’de Neslihan Hanım’la evlenir. Altı çocuğu olur. Çocuklarının isimleri de enteresan. Erkek çocukları, Allah Resûlü ve büyük sahabîlerin isimlerini ifade ediyor: Mehmet, Ömer, Osman, Ali. Erkek çocukların sonuncusu olan Ali, küçük yaşta öldüğü için pek bilinmez. Kız çocukları ise Hz. Peygamberin hanımı ve kızının isimlerini ifade ediyor: Ayşe ve Zeynep.

Kurtarıcısını bulduktan sonra da süren metafizik buhranı üzerine ona söylenen şu: “Sık sık gelin, sohbet sizi açar, inşallah ferah bulursunuz!” Efendi Hazretleri, o döndükten sonra sık sık ağırlık geçirirmiş. Şu sözler Efendi Hazretlerine ait: “Cemiyetteki ruh hastalıkları imân eksikliğinden doğuyor…” “Kur’ân şifadır, fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbi… Pis borudan şifa gelmez.” “İlim cehli izale eder, ahmaklığı değil.”

Bu yolda tövbenin tedrîcî olduğu, yana yana pişmenin gerektiği ve içine gelen hatar-vesveselerle mücadele etmesi öğretilen Necip Fazıl’a derhal namaza başlaması ve evlenmesi gerektiği ihtar edilir.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

Sanat çevrelerinde “Bir mısraı bir millete şeref verecek şair.” diye eller üstünde tutulurken, Müslümanlığı bayraklaştırdıktan sonra aynı çevreler tarafından, “Sanatına kıyan geri adam.” diye yaftalanır.

“Kalemime fetih ve inkişâf onunla geldi.” diyen Necip Fazıl, o güne kadar bütün eserini kendi tabiriyle “bir buçuk kitapçıktan” ibaret görür iken, o büyükten aldığı feyzle yüz cilde varan eserler ortaya koymuştur.

1942 yılında Efendi Hazretleri’nden aldığı nurla yepyeni bir gençlik yoğurmaya karar verir ve 1943-1978 yılları arasında Büyük Doğu dergileri fasılalarla 40 yıl çıkar. Türlü zorluklara ve kapatmalara rağmen bir ara günlük gazete olarak da yayınlanır. 1944 yılında Büyük Doğu ilk defa Vekiller Heyeti kararıyla kapatılır. Kapatma sebebi de, matbuata Başvekil Şükrü Saraçoğlu tarafından yollanan, “Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!” şeklindeki tamim üzerine Büyük Doğu dergisinde yayınlanan, “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.” hadisidir.

Necip Fazıl’ın Efendi Hazretlerinin vefatının arkasından, ilkinden tam on yıl sonra yaşadığı ise ikinci manevî buhranı, 1944 yılındadır. “İmânıma musallat olacaksa canımı al!” duası bu devrededir. Manevi buhranları devre devre ve altı büyük buhran şeklinde tecelli etmiştir.

Biyografide araya girip şöyle bir not düşelim: Bir kişinin hayatını onun gayesi ve mânâsına göre değerlendirmek gerek; mesela, çiftçiyi çiftçi gibi, sanatçıyı sanatçı gibi yorumlamalıyız. Necip Fazıl alelâde bir insan olmadığı için onun malûm hayatının kıvrımlarına o gözle bakmamız icap eder. Dolayısıyla onun çileleri sıradan bir insanın nefsî dertleri gibi değerlendirilemez. Onun hapishanedeki sıkıntıları da adlî bir suçtan içeride yatan gibi de değerlendirilemez. Onun “ben” demesi de benlik olarak ifade edilemez.

1946’da Büyük Doğu’nun kulak resimli kapağının üstündeki “Başımıza kulak istiyoruz!” yazısı yüzünden dergi kapatılır ve Necip Fazıl’a dava açılır. 1947’de ise Borazan adlı haftalık mizah gazetesini yayınlar ve buradaki CHP eleştirileri yüzünden bir yıl mahkeme koridorlarında dolaşmak zorunda bırakılır. Kişileri davalarına göre değerlendirmek gerektiğinden Necip Fazıl’ın çıkardığı Borazan dergisini, isminden de kinaye, Sahib-i Zaman’ın kalk borusu olarak da yorumlayabiliriz. Hükümet baskı, tehdit, şantaj ve para teklifiyle Necip Fazıl’ın Demokrat Parti aleyhinde yazı yazmasını sağlamaya çalışır, ancak muvaffak olamaz.

1952’de Malatya suikasti vesilesiyle hapse konuluşu… Sayısız hapislerinden biri…

1960 İhtilâlinde Toptaşı Cezaevi’nde hapis nöbetindedir… Oluş çilesi ve imtihanlar devamda… İllet, kıllet, zillet eksik olmuyor mü’minin hayatında… Onun, “Baba katiliyle baban bir safta! / Bir de, geri adam, boynunda yafta…” mısralarında olduğu gibi… Necip Fazıl en zor anlarında, “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez!” âyetinin onun için kurtarıcı olduğunu ifade eder…

Necip Fazıl için durmak yok, hatta bunu davaya ihanet olarak görüyor. Anadolu’yu tutuşturan ve sayıları 300’ü bulan konferanslar atağına 1963’te başlar. 1972 başlarında Almanya’ya kadar sıçrar ve büyük bir gençlik kitlesi yoğurur. Gördüğü rüyaların konferanslarda bizzat tecelli edişi, Allah’ın Sevgilisi’nin müjdesine kavuşması…

1967-1977 yılları arasında MTTB’nin organize ettiği konferanslar ile mukaddesatçı gençliği oluşturur ve iman şuuru verir.

1968’de İdeolocya Örgüsü son şeklini alır. Vahidüddin kitabı yayınlanır. Abdülhamid Han eseri, Fikir Tiyatrosu tarafından sahnelenir. TBMM’de İsmet İnönü gündem dışı söz alarak Büyük Doğu aleyhinde kürsüden konuşur.

1972 ilkbaharı üçüncü çile devresidir; hapishane çileleriyle beraber altıncısı, metafizik oluş çileleri bunlar… Efendisinin vefatından sonra tasarrufu ve onu pişirmesi olarak gördüğü, ilahî ceza ve sonu lütuflar… Bu “kapıya köpek”, bu “gemiye paspas” olmaktan daha büyük rütbe tanımayışı ve “ölmeden önce ölme” sırrına ermek için çabalayışı. Necip Fazıl, “Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık” mısraındaki gibi, işlenmedik günahın vebalini yüklenen cemiyetçi bir mütefekkirdir.

 

1978-1983 yılları arasında kitap-dergi formatında 13 sayı Rapor’lar yayınlanır.

1980 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Necip Fazıl’a Sultanü’ş-şuara töreni düzenlenir, “Büyük Kültür Armağanı” verilir.

“Vahidüddin-Vatan Haini Değil! Büyük Vatan Dostu” adlı 1968 yılında yayınlanan eseri tekrar toplatılır ve mahkemeye verilir. 1982 yılında, iki sene hüküm giyer ve hastalığı nedeniyle infazı ertelenir. Bu infaz cezası üzerinde iken vefat etmiştir. Necip Fazıl, bu milletin tarihi, vicdanı ve dinî şuuru olmuştur. O, “Biz sussak mezarımız konuşacak!” demiş idi. Bugün yaşananlara baktığımızda devir hâlâ onun fikriyatını ihtar eden devirdir. Yani, o, eskimemiştir ve tazeliğini korumaktadır.

25 Mayıs 1983 tarihinde bu dünyadaki çilesi sona erer. Yetişmesinde büyük emeği olan mukaddesatçı gençlik, sıkıyönetim engellemelerine rağmen defaatle kurulan asker barikatlarını aşarak cenazeyi Fatih’ten Eyüp girişine kadar omuzlarda taşır. Üstad’ın cenazesi ancak Demirkapı’da cenaze aracına konulup emniyet kordonu altında Eyüp Sultan’da Kaşgârî dergâhı yolu üzerindeki kabrine defnolunur.

Not: Necip Fazıl’ın otobiyografik üç eseri vardır. “O ve Ben”de kurtarıcısını merkeze alır. “Babıâli”de ise sonunda her şey yine kurtarıcıya bağlansa da madde ölçüsüyle kendisi merkezdedir. “Kafa Kâğıdı” eseri ise ruhî roman tarzında ve yarım kalmış veya yarım bırakılmıştır. Aynadaki Yalan romanında ve Cinnet Mustatili isimli cezaevi hatıralarında ona ait bilgiler bulsak bile biyografi tarzı eserler değildir. Biz daha ziyade “O ve Ben” eserinden istifade ile bu hâl tercümesini hazırladık.

NECİP FAZIL’IN YAŞADIĞI DÖNEM VE KUŞAKLAR ARASI KÖPRÜ ROLÜ

Osmanlı’nın son döneminde doğan Necip Fazıl, Cumhuriyet’in ilânında 19 yaşında idi. Necip Fazıl, İslâm ilim ve kültürünün Cumhuriyet devrimleri ile yasaklandığı ölü bir dönemde mücadelesini verdi. Müslümanlar tarihte ilk defa devletsiz kalmış, üstelik onun mısralarındaki ifadesiyle, “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” durumuna düşmüştü. Tarihin pek kaydetmediği bu zulme karşı gencecik bir delikanlı olan Necip Fazıl’ın henüz pişme aşamasında olduğunu söyleyebiliriz.

1928 yılında Harf İnkılâbı ile geçmişle bağları tamamen koparılmış olan Müslümanlar, İslâm ilim-irfan hazinesine yabancı kılınmıştır. Körü körüne bir Batı taklidçiliği başlamış, alfabesinden giyim kuşamına, hukukundan his dünyasına kadar Batı’dan kopya edilmiştir. Destanlık çapta bir düşüş yaşayan necip milletin hâlini Necip Fazıl’ın Destan isimli şiirinde ölümsüzleştirdiği mısralardan verelim:

“Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;

Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!

Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;

Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.” (Kısakürek, 2015, s. 407)

Sığ ve ucuz devrimlere dayanan Cumhuriyet rejiminin tek parti diktatörlüğü ile Müslümanlar sindirilmiş, şapka giymeyenler darağaçlarında sallandırılmış, Allah’ın kelâmı Kur’an’a varıncaya kadar İslâmî eserler yasaklanmış, ezan-ı Muhammedî susturulmuş, dil ile oynanmış ve kurbağacaya döndürülmüş, tarih hakkında destanlık yalanlar uydurulmuş, kutsal değerlere ve ecdada (Osmanlı) hakaretler edilmiş, Batı kültür ve yaşayışı maymunvarî taklid edilmiş, iktisadî olarak da halk yoksulluğa itilmiş ve Ankara’da burjuva sınıfı doğmuştur. Böyle bir hengâmede Necip Fazıl, sanatçılara has fildişi kulesini terkederek cemiyet meydanına atılmış, bütün bu haksızlıklara karşı milletin ve tarihin sesi olmuştur. Tarihin benzerini kaydetmediği bütün bu zulümlere karşı Büyük Doğu ismini verdiği manifestosu ile bütün oluş ve olamayışların hakikatini göstermiş, “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diyerek, milletin vicdanına tercüman olmuştur. Necip Fazıl, bu milletin iç sesidir. Onun için çok tutulmuş ve sevilmiştir. Dıştan gelen bir ses gibi algılanmamış; kuru bir propaganda olarak görülmemiştir.

“Şairler olmasaydı tarih ve medeniyet bilinemezdi” denmiştir. Tarihe tanıklık eden şairimiz Necip Fazıl bu sefer Muhasebe isimli şiirinde, cemiyetin tam tersi bir değişimini “ahşap ev” metaforu içinde şöyle mısralara döker:

“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!

Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,

Orta kat: “Mavs” oynayan annem ve âşıkları,

Alt kat: Kız kardeşimin “Tamtam”da çığlıkları.” (Kısakürek, 2015, s. 403)

Sosyal, siyasî ahlâkî bütün alanlarda tepetaklak olmuş bir cemiyette kendini idrak eden Necip Fazıl, muztarip bir entelektüel olarak, “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! / Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!” diyerek ortaya atılır. “Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana” mısraları ile de irtica yaygaracılarına ilk muhatap olan kişi olduğunu anlıyoruz.

Necip Fazıl’ın 1977 yılında yurtdışında Arapça olarak bastırdığı ve bizde 2019 yılında Put Adam ismiyle Türkçeye çevrilen eserinde ise sathî ve köksüz devrimleri o dönemin lideri olan şahsın üzerinden bütün ayrıntılarıyla anlatır. Devrimlerin seviyesini ve hâlâ süren heykelciliği Muhasebe isimli şiirinde şöyle hicveder:

“Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak;

Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.

Mavalları bastırdı devrim isimli masal.

Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin;

Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin!” (Kısakürek, 2015, s. 404)

Beş asırlık tarih dilimiyle birlikte içinde yaşadığı 20. yüzyılı da muhasebe eden Necip Fazıl’ın tarih muhasebesi, işin ruhunu vermesi açısından çok pratik ve ufuk açıcıdır. İdeolocya Örgüsü eserinde “Tarih Hükmü-Nasıl Bozulduk” ana başlığı ve “İslâm Nasıl Bozuldu” alt başlığında beş dönemde inceler. Birinci dönemde Kanunî’den başlattığı bozulma alametlerini, ikinci dönemde vecd ve aşkını kaybetmek şeklinde 2-2,5 asırlık dönemi anlatır. Tanzimat’ın sahte ve köksüz çığırı üçüncü, Meşrutiyet’in şuurlu bozuluşu ve yıkılışı ise dördüncü dönem olur. Son dönem olarak ise bir oldu bitti ile kurulan Cumhuriyet rejimi anlatılır ve “Giden şey İslâm, gelen şeyse hiçti.” diyerek Kemalist devrimlere işaret edilir.

Necip Fazıl’ın kuşaklar arası köprü rolünden de kısaca bahsetmek istiyorum. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Osmanlı Devleti’nin son devrinde idrak eden ve temel eğitimini Osmanlıca alan Necip Fazıl, gençliğini, yetişkinliğini ve eserlerini de Cumhuriyet devrinde vermiştir. Necip Fazıl, İslâm’a karşıtlık ve Batıcı temelde kurulan Cumhuriyet rejiminde mücadelesini vermiş ve ömrü bu ıztırap içinde geçmiş, hâl ve istikbâli bütünleyerek çağına damgasını vurmayı bilmiştir. Tabiî ki bu hâl, çok sancılı olmuştur.

Necip Fazıl, İslâm nesilleri arasında doğan kopukluğu giderici bir rol üstlenirken, yeni İslâm gençliğinin ihtiyacı olan duyuş, düşünüş ve davranışına dâir de öncü olmuş, ilke ve prensipleri ortaya koymuştur. Zira yaşadığı dönem böyle bir zarureti dayatmaktadır. Üstad, fiilî olarak kritik bir nesil döneminde zuhur ederken fikrî olarak da kritik bir vazifeyi yerine getirmiştir. Hem gelenekle bağı ihya etmiş hem de yepyeni bir fikriyat ortaya koymuştur. Her yüzyılın yenilenmesi ve yeni nesillere İslâm’ın yeniden sunulması şartı, bilhassa alt-üst oluşların yaşandığı böyle bir dönemi düşünürsek, Necip Fazıl’ın rolü ve mânâsını da daha iyi kavramış oluruz.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

İSLÂMCI MÜCADELENİN BAŞLATICISI

Cumhuriyet döneminde eserlerini ve mücadelesini vermiş olan Necip Fazıl, fikir, sanat ve aksiyon adamı idi. Bozulmanın tarihî köklerine (Kanuni’ye) kadar gidip beş asırlık tarih muhasebesini yapar ve Batı’yı da kritik ederek Büyük Doğu İdeolocyası ismi ile yeni bir toplum projesi halinde dünya görüşünü kurar. Hem fikirde, hem fiilde İslâm’ın tekrar yükselişi için düşünce plânında sistemini kurarken yerine göre düşünceden önce gelen his dünyasını da inşa eden Necip Fazıl, “Gençliğe Hitabe”sinde ifadesini bulduğu üzere, Anadolu insanının iptal edilmiş hislerini iâde etmek üzere aksiyona da geçer. Necip Fazıl’ın ihyâ ve inşâ ediciliği güçlü bir his ve estetik temel üzerinde (imân öfkesi ve sanat çabası) bir dünya görüşü ile yükselmiştir. Onun gözükara ve devrimci mizacı ise İslâm’daki imân ve amel birlikteliğinin tezâhürü olmuştur. Aynı zamanda kurucu rolü gereği Cumhuriyet sonrası İslâmcı mücadelenin başlatıcısıdır. Hareketi fiilde ve fikirde hedeflendirmiş, istikametlendirmiş, dost ve düşman kutuplarını işaretlemiştir.

Üstad’ın, “Asıl ruh hayatımı, ruhumun kafa kâğıdını resimlendirmek isterdim.” tesbiti çerçevesinde yukarıdaki değerlendirmelere şunları ilâve edelim. Onun hayatını iki devreye ayırmak mümkündür: Esseyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleriyle tanışmadan önce (1904-1934) ve tanıştıktan sonra (1935-1983). Her ne kadar Efendi Hazretleriyle tanışmadan önce imân ve itikad sahibi olsa bile, onunla tanıştıktan sonra mihrakını bulmuş ve bu gaye uğrunda bir misyon yüklenmiştir. Ve Efendi Hazretlerinin vefatı ile birlikte 1943 senesinde Büyük Doğu dergi ve gazeteleriyle cemiyet meydanına atılmış, şeyhinden aldığı ilhâm ve istikâmetle yeni İslâm gençliğine vücut vermek üzere zuhûr etmiştir. Öyle ki Necip Fazıl’dan beslenmeyen İslâmcı bir münevver yoktur. Bu milletin ruh kökünü oluşturan ve Cumhuriyet devrimleriyle kurutulmak istenen dinî hayatını yeniden canlandırmıştır. Bu milletin mayasında Üstad vardır.

Çile ve hapis hayatına rağmen, Anadolu’yu bir ağ gibi örer, konferanslar serisiyle dâvâ taşını gediğine koyar ve yüz küsur eser verir. Büyük Doğu mektebine bağlı ve onu yürüten mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’ın misyonunu çok güzel hülâsa eden şu tesbitini burada verelim:

“Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzâhta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam… İSLÂM’A MUHATAP ANLAYIŞ’ın dünya görüşünü örgüleştiren adam. Dâvânın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, istikametlendiren; İslâm’ı eşyâ ve hâdiselere tatbik edebilmenin “nasıl”ını çerçeveleyen adam… Bunun sembol şahsı Büyük Doğu Mimarıdır!” (Mirzabeyoğlu, 2015, s. 64)

Necip Fazıl’ın şiirlerini de, fikirlerini de, polemiklerini de, ferdî oluş ve arayış mânâsında “ben” demesini de, bir dönem bohem hayatını da onun misyonu ile birlikte düşünmek gerekir. Onu sadece bir usta şair veya kahraman diye anmak yetersiz olur. O, Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî tarafından namluya sürülmüş bir kurşundur ve şaşmaz bir şekilde hedefini vurmuştur. Anadolu’ya ve İslâm âlemine kurtarıcı fikri teklif etmiş, İslâm büyükleri gibi derin izler bırakmıştır. Onun orijinalliği ise, sistem bütünlüğünde yepyeni bir ideoloji inşa etmesi ve buna göre Müslümanları şekil ve ruh olarak yoğurmasıdır.

3000 Yıllık mucize

3000 Yıllık Mucize

3000 yıllık bir ceset düşününüz. İlaçlanmamış, mumyalanmamış, dondurulmamış. Fakat buna rağmen vücudu bozulmamış, etler dökülmemiş, tüyler kaybolmamış. Kurân-ı Kerîm’in bir hükmünü teyit etmek için, yüce bir kudret tarafından yüzyıllar boyunca muhafaza edilmiş.

Şu anda İngiltere’deki bir müzede teşhir edilen ve gören gözleri dehşete düşüren bu mûcizenin Türk kamuoyuna ilk defa duyurulmasıyla, önemli bir gerçeği daha sergilemiş olduğumuza inanıyoruz.

3000 Yıllık mucize

Londra’daki ünlü British Müzesi’ni gezenleri dehşet içinde bırakan ve dikkatle izlenen bir bölüm vardır. Mumyalar Bölümü. Bu bölümdeki en dikkat çekici ceset ise, cam bir fanus içinde bulunan ve Cesedin en hayret verici özelliği ise mumyalanmamış oluşudur. Bilindiği gibi mumyalanmış cesetlerin iç organlarından bazıları çıkarılmış ve diğer kısımları ilaçlanmış durumdadır. Oysa ki bu cesede el sürülmemiş ve hiçbir kimyevî muamele yapılmamıştır.

Secde durumunda duran bir insana aittir. Bu cesedin bütün organları tamdır. Hatta başındaki sararmış saçlarıyla sakalları dahi rahatlıkla görülebilmektedir. Acaba cesetlerin birkaç haftada tamamen bozulduğu bilinen bir gerçek iken, bu ceset nasıl olmuş da 30 yüzyıl boyunca çürümemiş ve dağılmamıştır? Mumyaların bile zamanla bozulduğu biliniyorken, dünyada bir eşi daha bulunmayan bu cesedin bozulmamasının sırrı nedir?

Bu sırrın çözümünü kutsal kitabımız Kurân’a bırakıyor ve 1400 yıl öncesinden bildirilen ve günümüzde açıklığa kavuşan bu olayı, âyetlere dayanarak açıklıyoruz.

Olayın anlatıldığı âyetlerin numaraları tek tek verilecek ve bunların mealleri, kelimesi kelimesine aktarılacaktır. Böylelikle kutsal kitabımızın büyük bir mûcize olduğu bir kere daha ispatlanmış olacaktır. Ele alacağımız âyetler, Hz. Musa’nın firavunla olan mücâdelesini, ibretli bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Hz. Musa, M.Ö. 1200’lü yıllarda yaşamış ve hayır ile şer arasındaki mücâdele, onun zamanında da devam. Etmiştir. Bilindiği gibi firavun, onun can düşmanıdır. Bir rüyasında, doğacak bir erkek çocuğun daha sonra kendisini öldürüp saltanatına son vereceğini gören firavun, yeni doğan ve doğacak olan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretmiş; fakat Allah, Hz. Musa’yı koruyarak, onu ileri yaşlarda peygamberlikle şereflendirmiştir.

Firavunun Hz. Musa’yla olan mücâdelesi, onun peygamber olmasından sonra daha da hız kazanmıştır. Firavun’un Hz. Musa’yla ona îman eden İsrailoğulları’na karşı büyük bir zulme başlaması üzerine, Hz. Musa ve ona tâbi olanların, Mısır’dan çıkıp gitmelerine Allah tarafından izin verilir. Bundan haberdar olan Firavun, çok kuvvetli bir orduyla onları takibe başlar.

3000 Yıllık mucize

Hz. Musa, bu takipten kurtulmak için, Allah’ın şevkiyle Kızıldeniz kenarına kadar gelmişti. Önlerinde düşman gibi deniz, arkalarındaysa deniz gibi düşman vardı. İşte bu korkunç vaziyette iken Hz. Musa, asasını denize vurmuş ve ordusunu Allah’ın emriyle ikiye ayrılan denizden geçirerek selâmete ulaştırmıştı.

Firavun ve askerleri, Kızıldeniz’i boydan boya kaplayan bu mûcizeyi dehşetle görmüşler, ancak kin ve düşmanlıklarını yenemeyerek takibe devam etmişlerdi. Sözde, kendileri de ikiye ayrılmış olan denizden geçebileceklerdi. Gerçekten de deniz önceleri kapanmadı. Fakat firavunun ordusu, dalgaların duvar gibi çevrelediği yolun ortasına geldiğinde, deniz birleşmeye başladı ve ordu, firavun dâhil tek bir kişi dahi kurtulamadan sulara gömüldü.

Yûnus Sûresinin 90 ve 91. âyetleri, bu olayı şöyle anlatıyor.

İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri, haksızlık ve düşmanlıkla artlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda “İsrailoğulları’nın imân ettiğinden başka (Yâni Allah’tan başka) bir ilâh olmadığına inandım, artık ben de Müslümanlardanım.” dedi. Fakat Allah firavunun îmanını kabul etmemiş ve ona Cebrail vasıtası ile şöyle hitap buyurmuştur: Ona: “Şimdi mi inandın, daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” dendi.

Aynı surenin 92. âyetinde ise, şöyle buyrulmaktadır. “Felyevme nünecciyke bibedenike…”

Suda gark olan Firavuna der. “Bugün senin gark olan (Boğulan) cesedine necat (Kurtuluş) vereceğim” (Sözler-373)

“Tâ ki, senden geridekilere bir ibret olasın ve şüphe yok ki, nâstan (insanlardan) birçokları bizim âyetlerimizden (Kanıtlarımızdan) elbette gâfillerdir.”

Evet, Kurân, haktır ve gerçektir. Hiçbir hükmü yanlış çıkmamıştır. Âyetlerde gayet bâriz bir şekilde belirtilen firavun olayı da, bunun bir başka örneğidir. Çünkü aradan yüzyıllar geçmiş ve dünyada bir başka eşi daha bulunmayan o ceset, 3000 yıllık bir mûcizeyi gözler önüne sermek üzere çağımızın sahillerine atılmıştır.

Cebelein mevkiinde bulunan ceset, onu kızgın kumlar arasından çıkaran İngiliz araştırma ekibi tarafından ülkelerine götürülmüş ve British Müzesi’ne kaldırılmıştır.

3000 Yıllık mucize

Cesetlerin yaşını tespit etmekte uygulanan metotların, günümüzde kesin bir sonuç vermediği kabul edilmektedir. Fakat Karbon 14 metodunun uygulandığı bu cesedin en az 3000 senelik olduğu, yani Hz. Musa devrinde yaşadığı bilinmektedir.

İlmî araştırmalarla birlikte âyet ve tefsirlerde, olayı teyit eder mahiyettedir.

Örneğin 1144’te vefât eden Zemahşeri, Yûnus sûresinin, 92. âyetinin tefsirini aynen şu şekilde yapmakta ve kendisinden 8 yüzyıl sonra bulunacak olan bu cesedi, âdeta görür gibi betimlemektedir.

“…. Seni, deniz kenarında bir köşeye atacağız… Cesedini tam, noksansız ve bozulmamış halde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden yüzyıllar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”

Ayet ve tefsirlerde, firavuna ait cesedin “tam” olacağının bildirilmesi, onun mumyalanmamış durumda olacağını ispatlamaktadır. Çünkü mumyalanmış, cesetlerin iç organları eksiktir. O halde dünyada bir benzeri dahi bulunmayan bu ceset, âyet ve tefsirlere bu noktadan da uygunluk sunmaktadır.

Evet, bir cesedin 3000 yıl muhafaza edilmesi, kutsal kitabımızın sahibi olan Rabbimizin kudretine, elbette ağır gelmeyecektir. Fakat bizler, o secde durumundaki cesetten ibret almalı ve Rabbimizin kudreti karşısında secdeye varmalıyız.

Evrim Teorisinin Çöküşü

Evrim Teorisinin Çöküşü

Evrim Teorisinin Çöküşü

Evrim, ateizmin varoluş inancıdır. Dolayısıyla tevhidi yani Allah’ın varlığını ve birliğini ana esası yapmış olan İslamiyet ile bağdaşmaz, bağdaştırılamaz. Bilim, pozitivizmin etkisi ve bir ön kabul ile materyalist kabul edildiğinden, bir cihetle alternatifsiz olan evrim, zorunlu olarak kabul edilen bir teori haline gelmiştir. Bilimle uzaktan yakından alakası olmayan bu dogmatik yaklaşım, ateizm temelinde örgütlenen güçlü bir ittifak ve bir çeşit algı yönetimi ve illüzyon (hayal ürünü hikayeler ve teressüm) vasıtasıyla bilimle özdeşleştirilmiş, hatta bilimin temeli olma noktasına kadar getirilmiştir. Halbuki bilim tarihinde evrim teorisi kadar yanlışlığı ispat edilen bir teori daha görülmemiştir. Bu konuda Pierre Paul Grassé’nin (Fransız Bilimler Akademisi Eski Başkanı, Evolution of LivingOrganisms (Canlı Organizmaların Evrimi) isimli kitabın yazarı) şu sözleri çok manidardır: “Bugün, bizim görevimiz, bizden daha önce baş gösteren ve basit, anlaşılır ve açıklanmış bir olgu olarak kabul edilen evrim mitolojisini yıkmaktır. Hile (aldatma) bazen bilinçsiz olur, ama her zaman değil, çünkü bazı insanlar, tarafgirlikleri nedeniyle, amaçlı olarak gerçeği görmezden gelirler ve inançlarının yetersizliğini ve yanlışlığını kabul etmeyi reddederler”. “Rastgele mutasyonların, tüm canlılık aleminin ihtiyaçlarını karşılamış olması imkansızdır. Hayal kurmaya karşı bir yasa yok, ama bilim buna dahil edilmemelidir.”

Madem bilim adamlarının itirafıyla dahi evrim bilimsel değildir, hakikat değildir, eğitim-öğretim müfredatlarımızda da yeri olmamalıdır. Bilimsel verilerle de apaçık görünen, evrensel bir hakikat olan “Yaratılış” ise eğitim-öğretim müfredatlarımızda çekincesiz, eksiksiz, tavizsiz şekilde ve her yönüyle yer almalıdır.

Bilim ilerledikçe akıllarda ve kalplerde güneş gibi parlayan yaratılış hakikatinin aksine ısrarla ve inatla gözlerini kapatıp yol yürüyenler için tutunacak bir dal olarak görülme noktasında alternatifsiz olan evrim teorisi, kendisini objektif olarak niteleyen, hakikatte ise tercih yapma zorunluluğu nedeniyle tarafsızlığı mümkün olmayan bilim adamlarının hayatlarının her safhasına, beklentilerine, dillerine dahi hükmeder olmuştur. Bilim adamı Anthony Standen’in ifadesiyle evrimin hegemonyası altında olan bilim, kendisinden istifade edilen ve tapınılan bir kutsal (!) ineğe dönüşmüştür.

Türden türe veya basitten daha kompleks türe geçişi iddia eden evrim, hakikat ile yani bilimin objektif verileri ile tamamen zıt, bu nedenle ana esasları ve ön kabulleri dahi ciddi manada hatalı, ispatlanamamış ve ispatlanması imkansız olan bir hipotezdir (Sözlük anlamıyla, yani varsayım, faraziye manasında hipotezdir. Yoksa bilimin normlarına göre hipotez dahi değildir.). Benzetmelerden yani anoloji’den yola çıkılarak kurgulanmış, bilimselliğe yakışmayacak şekilde maksatlı ve taraflı şekilde savunulup ısrarla sürdürülen bir ideoloji, yaratılış hakikatinin parlak güneşini üflemekle söndürmeye çalışan boş heves, örtmeye çalışan hayal ürünü bir balçık ve genç zihinleri bulandırıp dinsizleştirerek hatta evrimi adeta din edindirerek yutan bir bataklıktır. Bu bataklıktan çıkmak, gözünü açıp hakikati görmek ve göstermek isteyenler için birkaç delil:

  1. Bilim, gözlem ve deneye dayanır. Halbuki evrim gözlem ve deneyin dışındadır. Ne gözlemlenmiştir, ne de gözlemlenebilir. Ne görülmüştür, ne de gösterilebilir. Deney ortamlarında oluşturulabilmiş de değildir. Dolayısıyla türden türe geçişi iddia eden evrim bilimsel değildir.
  2. Evrim hakikate zıt bir faraziyedir. İspatlanmış birçok kanuna terstir ve o kanunlarla bağdaşmaz.
    1. Bu kanunlardan biri termodinamiğin ikinci yasasıdır. Bu yasa şunu söyler: “Kainatta her mevcud, kendi haline bırakılsa maksimum düzensizlik ve minimum enerjiye gider.”. Evrim ise bunun tam tersini, yani zaman içinde her mevcudun kendiliğinden, basitten komplekse ve daha düzenli daha üstün türlere dönüşe dönüşe var olduğunu iddia eder.
  3. Termodinamiğin ikinci yasası (entropi), doğruluğu deneysel olarak kanıtlanmış bir kanundur. Yüzyılımızın en büyük bilim adamlarından biri olan Albert Einstein, bu kanunu “Bütün bilimlerin birinci kanunu” olarak tanımlamıştır. Sir Arthur Eddington ondan, “bütün evrenin en üstün metafizik kanunu” olarak bahseder. Hatta evrimin temel dayanaklarından olan evcil hayvan teorisi ve tüm teoriler hakkında bu kanunla tezat oluşturması halinde “En derin bir aşağılama ile çökmeye mahkum ve son derece umutsuz” ifadelerini kullanmaktadır. Amerikalı bilim adamı Jeremy Rifkin “Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü” adlı kitabında konuyla ilgili, “Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir” demektedir. Bunun aksine evrimci bilim adamları, evrimi bilimin birinci kanunu gibi görmekte ve göstermektedir. Öyle görmeyenleri ise dışlamakta, itibarsızlaştırmaktadır.

 

  1. Bu kanunun evrimle çeliştiği ve evrimi çürüttüğü görüşüne karşı evrimcilerin şöyle bir itirazı olmaktadır: “Bu durum (entropi) kapalı sistemler için geçerlidir güneş sistemi gibi dışarıdan enerji alan açık sistemlerde ise geçersizdir”. Bu itirazı şu gerçek geçersiz kılmaktadır: “Açık sistem dediğimiz dışarıdan enerji alan sistemlerde de kapalı sistemlerde de basit yapıdan kompleks yapıya geçiş tesadüfen ve evrimle açıklanamaz, çünkü şuursuz ve kontrolsüz bir enerji yapıcı değildir, her zaman yıkıcıdır. Sanat icra edemez. Açık ve kapalı sayısız sistemlerle donatılmış olan kainat sayısız sanatlarla süslenmiştir. Madem öyledir, bütün bunları yapan, kör kuvvet, akılsız enerji değildir ve olamaz.
  2. Evrimi çürüten bir diğer kanun, tüm türlerin çoğalmalarının, sayılarının kontrol altında tutulması, istilalarına izin verilmemesi ve ölüme mahkumiyetleridir. Halbuki bu durum, yani ölmek ve sınırlandırılmak, canlılar için istenen bir durum değildir ve evrimle bağdaşmaz. Onları geliştiren güçlendiren bir durum değil, aksine zayıflatan bir durumdur. Tüm türlerde, hayatta kalma ve çoğalma temayülü son derece kuvvetlidir. Buna rağmen sayıları hep sınırlandırılır, denge hep korunur. Bu kanun eğer evrim sürecinde gelişmiş olsaydı, daha gelişene kadar, yani bu kanunun olmadığı dönemlerde, bu kanunun evrimleşmesine imkan tanımayacak şekilde denge ve düzen bozulacak, canlılık tükenecek veya bir tür veya birkaç tür kalacaktı. Halbuki bu kanun canlılıkla beraber var olmalıdır ki bu kadar türler ve denge olabilsin. Madem bu kadar canlı türü ve sayılarında bir dengelenme söz konusudur, öyleyse evrim söz konusu olamaz.
  3. Evrimi çürüten bir diğer kanun, değişim yani tebeddülat kanunudur. Neden evrimi çürütür? Çünkü tüm değişimler, türün kendi içerisinde gelişir, türden türe bir geçiş yoktur, olmamıştır. Bu kanun, türün kendi içerisinde gerçekleşen ve genellikle bozulma, yaşlanma, yıkım ve ölüme götüren bir kanundur. Bazen daha iyiye götürücüdür ki bunda dahi türden türe bir geçiş söz konusu değildir. Örneğin bir bakteri daha dirençli bir bakteri halini alır. Ancak dikkat edilirse dirençsizi de dirençlisi de bakteridir. Bakteri virüse, virüs bakteriye dönüşmemektedir. İnsan da bazı mikroorganizmalara direnç geliştirir, yani bağışıklık kazanır. Savunma sistemi iyi yönde değişim geçirir. Ancak bu olumlu değişim insanı farklı bir türe çevirmez. İnsan yine insandır. Üstelik akıllı şuurlu insan dahi, kendi savunma sistemindeki bu olumlu değişikliklerde bir pay sahibi değildir. Kendi asker hücrelerinin komutanı değildir. Kendinde olan bu değişime sadece mazhar olmaktadır, seyircidir, aklı varsa şükredicidir. Kaldı ki bakteri ve benzeri, şuursuz, akılsız canlılar, direnç geliştirmekte pay sahibi olsunlar!. Onlar da ancak mazhardırlar, yapılmakta, yaratılmakta, değiştirilmektedirler.
  4. Kamuflaj ile savunma sistemi gösteren hayvanlara dikkat edelim. Bunu o hayvanın yapabilmesi için, önce akıl, şuur, düşünce, sonra kendini yaşadığı ortama benzetebilmek için kendine bakacağı bir ayna, sonra da kendi vücudunu değiştirebilme, yani atomlarına hücrelerine hükmedebilme gücü ve ilmi lazımdır. Bir de bu savunma sistemini geliştirene yapana kadar, o savunmasız haliyle hayatta kalabilmesi ölmemesi lazımdır. Buna inanmak, akılla hakikatle bağdaşır mı?
  5. Bu değişim kanunu ile gerçekleşen örnekler, hayret verici şekilde evrime delil olarak gösterilmektedir. Halbuki bu değişimlerle bir tane bile türden türe geçiş olmamıştır. Buna ihtiyaç da yoktur. Bir türü yapan ilim, irade, kudret sahibi kim ise, bütün türleri de yapan O’dur ve bunu yapabileceğini ispatlamış, sanatını, yaratma gücünü ortaya koymuştur ki O, Allah’tır.
    1. Ateizmin temel taşı olan ve tesadüfi varoluşun dayanağı kabul edilen evrim, aksi ispat edilemeyen şu kanuna da terstir: Burhan-ı inni diye tabir edilen, eserin müessire, yani eseri yapana delil olma kanunudur. Örneğin duman, ateşe delildir. Ateşin bizzat görülmesi şart değildir. Dumanın görülmesi, ateşin varlığını ispat eder. Bir harf dahi katipsiz, bir iğne dahi ustasız olmaz, olamaz. Bir kitap yazarsız, bir bilgisayar ustasız olabilir mi? İnsan beyni, bilgisayarı yapan en üstün ve organik bir bilgisayardır. Teknolojisine yetişilemeyen çok üstün bir modeldir. İnsan beyni de bilgisayar gibi sonradan meydana gelmiştir ve üzerinde inanılması güç şekilde 100 milyar civarında sinir hücresi (nöron), bunun 10-50 katı kadar gliya hücresi ve sinir hücreleri arası yaklaşık 100 trilyon sinaps, yani hücreler arası bağlantı vardır. Bilgisayarın da, beynin de, kainatın da hammaddesi aynı atomlardır. En basit bir bilgisayar dahi evrim sürecinde atomların yıllarca savrulup çarpışmasıyla tesadüfen oluşamazsa, beyin nasıl oluşur? Beyni yapan; kör tesadüf, şuursuz evrim, akılsız-ilimsiz maddeler ve atomlar olabilir mi? Kanunlar dahi olamaz. Çünkü kanunlar dahi kanun koyucu ve kanunu işletici olmadan işlemez, ürün vermez, işe yaramaz. Anayasanın ve tüm kanunların, hükümet, polis, savcı, hakim olmadan işlemeyeceği, herhangi bir eseri, tesiri, ürünü görünmeyeceği gibi. Kainatta geçerli ve bilimsel olarak ispatlanmış tüm kanunlar dahi, kanunu işlettirecek kanun koyucuya, hükmediciye muhtaçtır, mahkumdur. Kanunlar, bazı canlıların hastalanmasına, ölmesine ve tahrip olmalarına neden olur. Halbuki bu durumu tahrip olan ölen bu canlılar fıtraten hayata meyilli olduklarından istemezler, bu kanuna isyan etmeye uymamaya meyillidirler. Bu da ispat eder ki, kanuna boyun eğdirici bir hakim olmak zorundadır ki kanun işleyebilsin. Bir köy dahi muhtarsız olmaz, nizamını kaybeder, köy kaos yerine döner. Nasıl olur da bu muhteşem kainat hakimsiz, idarecisiz olabilir. Burhan-ı inni’ye göre kainattaki tüm bu orijinal şaheserleri şuursuz evrime vermek, duvarda asılı şaheser bir tabloyu şuursuz fırçaya, boyaya, tuvale vermekten daha büyük bir yanılgıdır ve doğrudan sapmadır. Nihayetinde ressamlar, kainattaki asılları, orjinalleri takliden ve can veremeden sanat icra ederler. Yani bir ağacın iki boyutlu basit bir resmi bile şuursuzlara verilemezken, bir ressam şart iken, canlı olan ve çamurlu suları içip şeker şerbeti meyveleri veren müthiş fabrikalar olan ağaçlar nasıl şuursuz unsurlara, akılsız ve kör evrime verilebilir?
  6. Bilim adamları dünyanın ömrünün yaklaşık 4.5 milyar yıl olduğunu söylemektedir. Dünyada tespit edilmiş 8 milyon 700 bin canlı türü vardır. Her sene yeni 10 bin canlı türü tespit edilmektedir. Yaklaşık 100 milyon civarında canlı türü olduğu düşünülmektedir. İnsanda 100 trilyon hücre vardır. Her bir hücrede binlerce milyonlarca enzim, hormon gibi maddeler iş görürler. Her bir enzim saniyede 40 kez kimyasal reaksiyona girer. Bütün bunlar türün özelliklerini belirleyen sonuçlar ortaya çıkarır. Bütün türlerde, her türün tüm fertlerinde ve her ferdin tüm hücrelerinde bu reaksiyonlar, sistemler, mekanizmalar gelişmiştir ve işlevseldir. Özetle çarpıp böldüğümüz zaman, evrim süreci çok hızlı olmak zorundadır. Her güne, her saate hatta her dakikaya binlerce milyonlarca yeni sistem yeni mekanizma geliştirmek zorundadır ki bu kainat bu haliyle var olabilsin. Halbuki böyle bir durum görünmemektedir. Binlerce yıldır insan yine insan, maymun yine maymundur. Bu kadar faydalı ve gerekli sistemlerin, mekanizmaların, biyolojik makinelerin, reaksiyonların, bu kadar canlı çeşitliliğinin, evrimleşme sonucu meydana gelmesine dünyanın ömrü yetmez. Bir süreç içerisinde oluşumu da kaldıramaz, daha oluşamadan yok olur. Birçok sistem, organik makine ve mekanizmalar, bir anda, her şeyiyle, bütünüyle olmak zorundadır. Örneğin en basit sayılabilecek proteinlerden Sitokrom-C’nin tesadüfle ortaya çıkma olasılığı için gereken zaman, yaşı 15 milyar yıl olan evrenimizin yaşının bile çok üzerindedir. Yani tamamen tesadüflerle dahi evrenin yaşı bir proteinin ortaya çıkışına izin vermemektedir. Basit yapılı her bir hücrede, sayısı 3000’i bulan proteinlerin hücrenin binasında temel taşlar olduğu düşünülürse olasılık kelimesi dahi anlamını yitirmektedir. Evrim, gerçeklerin yanında son derece hantal ve muhal kalmaktadır. Özetle, bu evrenin evrimleşmeyle uğraşacak vakti yoktur.
  7. Dünyada çok açık şekilde varlığı bilinen ve hissedilen bir gerçek vardır ki o da duygulardır, maneviyattır. Evrim ise materyalist zemine oturmuş bir inançtır. Duyguları, maneviyatı, manevi olayları açıklayamaz. Sevgisiz varlıklar, nasıl seven varlıklara dönüşmüştür? Bu ve benzeri sorulara makul bir cevap veremez. Madde, sınırlı ve geçicidir. İnsanların yaşama ve mutluluk arzuları ise sınırsızdır. Evrim düşüncesiyle, siyahi insanlar henüz evrimini tamamlayamamış bir alt sınıf olarak görülmektedir. Dolayısıyla evrim, ırkçılığın, güçlü olanın güçsüzü ezdiği, yok ettiği bir sömürge düzeninin, yani zulmün ve adaletsizliğin temelini teşkil edecek potansiyelde bir dünya görüşüdür ki bu da insanın mahiyetindeki vicdan, adalet, merhamet hakikatleriyle yani fıtrat ile çelişir.
  8. Evrim gerçek olsa idi, milyarlarca, hatta canlılardan daha fazla sayıda ara formlar olması gerekirdi. Halbuki bir tane bile, ara form olduğu ispatlanmış bir varlık söz konusu değildir. Yarı bitki yarı hayvan, yarı hayvan yarı insan bir ara form yoktur ve olmamıştır. Ara form olduğu iddia edilen fosillerin hiçbiri türden türe geçişe delil değildir. Her biri kendine özgü bazı yönleri benzer bazı yönleri farklı yaratılmış birer türdür. Ara formun söz konusu olmadığının bir delili de, evrimcilerin kendilerini dahi aldatarak suni ara formlar oluşturma çabalarıdır. Bunun bir örneği “Nebraska adamı”dır. William Bryan adlı bilim adamının itirazlarına rağmen bu sahte ara form hayal ürünü çizimlerle süslenerek sunulmuştur. Ancak bir diğer bilim insanı Harold Cook, Nebraska adamının maskesini düşürmüştür.
  9. Bir göz (Darwin’in dahi itirafıyla), bir hücre, yapısı itibariyle, tüm parça ve organellerinin aynı anda beraber var olmasıyla birlikte beraber bir fonksiyon görebilir, göz göz olur, hücre de hücre. Yoksa yok olur kaybolur gider. Bu ise evrimin zaman içinde gelişme ve parça parça oluşma hipotezini çürüten bilimsel bir gerçektir. Milyonlarca yıl içinde tesadüflerin elinde, bir göz dokusu oluşana kadar, bir hücre oluşup gelişene kadar çoktan yok olup gitmeye mahkumdur. Bu konu Amerikan Fizikçi Lipson’a şu yorumu yaptırmıştır: “Türlerin Kökeni‘ni ilk okuduğumda Darwin’in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. Örneğin “Teorinin Zorlukları” başlıklı bölüm, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.”. Darwin zamanında hücre, bilinmeyen bir kara kutu idi. Darwinden beri ısrarla tüm teknolojik bilimsel gelişmelere rağmen, hücrenin kendine hayran bırakan özelliklere sahip, adeta bir fabrika, bir mikro şehir gibi işleyişine rağmen, evrim düşüncesi ısrarla inatla sürdürülmeye çalışılmış bunun için her yola başvurulmuş ve gerçekler görmezden gelinmiş, gerçekleri gören bilim adamları ise itibarsızlaştırılmıştır.
  10. Mendelin ispat ettiği ve gözlemlediği deney ve ilkelerine göre yaşam süreci içerisinde kazanılmış olan özellikler genlere ve nesillere aktarılamaz. Örneğin komando eğitimleri ile kasları gelişmiş güçlenmiş bir baba bu özelliklerini çocuğuna aktaramaz. O çocuk kaslı ve güçlü doğmaz. Bir kazada kolu kopan bir annenin çocuğu kolsuz doğmaz. Yaşam süresince kazanılan fiziki değişimler genlere ve nesillere aktarılmaz.
  11. Epigenetik başlığı altında yapılan izahlar, verilen örnekler ise evrimi izah ve ispat etmez. Epigenetik kısaca ve özetle; çevre koşullarının, genleri değil genlerin işleyişini değiştirerek fenotipin değişmesine neden olmalarına verilen isimdir. Fenotipe yansıyan değişimlere modifikasyon denir. Modifikasyonlar kalıtsal değildir. Çünkü meydana gelen değişiklikler sadece vücut hücrelerinden ibarettir. Bu nedenlerle modifikasyonlar evrime delil değildir. Fenotipik değişimler genetik yapıya yansımaz, nesillere aktarılmaz. Sadece üreme hücrelerinde meydana gelen mutasyonlar nesillere aktarılır ki onların da çoğu doğum olmadan düşükle sonuçlanır. Doğanlar ise üreyemeyecek kadar hastadır, üreme fonksiyonları bozuktur ve bu hallerini yine nesillere aktaramaz. Burada da bir hikmet bir denge bir dizayn görünmektedir. Hiçbir dizayn edici olmadan olamayacağına göre, bütün bu dizaynları dengeleri hikmetleri var eden bir ilim sahibi vardır ki O zat bizimle irtibata geçmiş, bize kendini tanıtmış, bütün isimlerini de Allah ismini de öğretmiştir. O yüzden diyoruz ki bütün bu mükemmel işleri yapan yaratan Yüce Allah’tır.
  12. Epigenetik, türden türe geçişe değil, yine türün kendi içinde değişimlere sebep olur. Örnek: Folik asit yedirilen gebe fareler ile yedirilmeyen farelerin farklı renkte fare doğurmaları bir evrim değildir. Tür değişmemiştir. Farklı mekanizmalarla renk değişmiştir. Fare yine faredir. Fare, bir tavşana dönüşmemiştir. Malesef bu hadise dahi evrime delil gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.Evrim Teorisinin Çöküşü
  13. Evrim bir kanun olsa idi tüm varlıklar bu kanundan kaçamaz ve bu kanuna tabi olur idi. Halbuki yeryüzünde halen maymunlar mevcuttur. Bu maymunların, haşa insana dönüşenlerden ne farkı vardır, bunların neyi eksiktir ki insana dönüşememişlerdir. Bunun gibi nice örnekler mevcuttur. Tüm bu canlılar binlerce yıldır halen türlerini korumakta, yeryüzünde yaşamaya ve çoğalmaya devam etmektedirler. Mendelin araştırmaları sonucu genetik programda bir sağlamlık ve kendini koruma özelliği söz konusudur. Eğer bu koruma mekanizması olmasa idi tür özellikleri korunamazdı kolayca yıkıma uğrardı. Her tür kendine has özelliklerini devam ettiren genetik şifrelerini korumaktadır. Elbette ki bu korumayı her şeyden habersiz olan türlerin fertleri yapmamaktadır. Bir yerde plan, program, yazılım varsa onu planlayan programlayan da vardır. DNA’nın, genetik kodların ve bu hayrete düşüren yazılımın planlayıcısı programlayıcısı da o programı adeta bir çeşit organik antivirüs programlarıyla sağlamlaştıran ve korumaya alan da Allah’tır. Eğer bu sağlamlaştırma kararlı kılma ve koruma olmasa idi, anne karnında pankreas hücresi olarak gelişen ve hormon üreten hücreler zaman içerisinde kolayca farklı ve işlevsiz hücrelere dönüşebilecekti. Allah’ın yarattığı sanat eserlerindeki fenotipik ve genotipik genel kararlılık ve istikrar, evrime zıt bir hakikattir. Hem bu kadar tür çeşitliliğiyle birlikte değerlendirildiğinde evrimin imkansızlığını açıkça ortaya koyar. Bu genetik kararlılık, türden türe geçişi, türlerin karışmasını, ebeveyn başka bir tür, yavru başka bir tür olmasını engelleyici bir mekanizmadır. Bu, genetik yapıda bir sağlamlık, türe has özellikleri koruma şeklinde kendini gösterir. Bu mekanizma sayesinde farklı türler birbiriyle çiftleşmezler. Evrime delil bulmak gayesiyle suni ve kasıtlı olarak çiftleştirilenler ise gebe kalamaz. Faraza böyle bir gebelik oluşsa dahi düşük ile sonuçlanır. Çünkü günümüzde de düşük ile sonuçlanan tüm gebeliklerin çoğunda genetik veya kromozom anomalileri tespit edilmiştir. Bu son derece hikmetli ve gereklidir. Yoksa anne yada baba bir hayvan, faraza başka bir tür hayvan olarak doğmuş yada dönüşmüş olan yavrusuna uygun beslenme ve korumayı nasıl sağlayacak, onu nasıl yetiştirecektir? Örneğin, arslan anne babanın başka türden bir yavrusu olsa ve o yavruya arslana has avlanma, korunma, beslenme özelliklerini öğretse, o yavru nasıl hayatta kalabilecektir? Arslanlıktan başka bir şey bilmeyen o anne baba da o yavruya başka bir şey öğretemez. Misaller uzar gider… Allah’tan ki böyle durumların olamayacağı şekilde tedbirler alan kainatın bir Müdebbiri vardır.
  14. İnsanın atası olarak sunulan maymunun insana benzer yönleri olduğu kadar, konuşma açısından bülbülün, sosyalleşme açısından karıncaların maymundan daha fazla insana benzer özellikleri tespit edilmiştir. Bu durumda insanın atası hangi hayvandır? Maymun mu, bülbül mü, yoksa karınca mı ? Benzerlikler, birbirine dönüşmenin birbirinin atası olmanın delili değildir ve olamaz. Üstelik halen yok olmamış olan maymunlar, bülbüller, karıncaların varlığı da bu düşünceyi, evrimin temel tezlerini çürütmektedir.
  15. Hem karada hem denizdeki canlı çeşitliliği de evrime ciddi bir darbe vurmaktadır. Bu kadar çeşitlilik evrimle açıklanamaz, izahı mümkün değildir. Dünyada tespit edilebilmiş 8 milyon 700 bin canlı türü vardır. Bilim insanları son araştırmalarda aslında doğal hayattaki canlı türlerinin 100 milyonu bulabileceğini tahmin etmektedir. 6000 çeşit elma olduğu tespit edilmiştir. Hangi gereklilik hangi zorunluluk üzerine ve hangi evrim mekanizmalarıyla bu kadar çeşitlilik meydana gelmiştir? Bu sorunun makul ve ispatlanabilir bir cevabı yoktur.
  16. Evrimcilerin bel bağlamış olduğu mutasyonlar, tahrip edici yada etkisizdir. Bir canlıyı daha üstün bir canlıya çeviren bir mutasyon gösterilememiştir. Ancak bozan, hasta eden veya etkisiz mutasyonlar gösterilebilmiştir. Gen mutasyonları, üreme hücrelerinde meydana gelirse ancak gelecek kuşaklara aktarılır. Orak hücreli anemi, fenilketonüri, albinizm gibi kalıtsal hastalıklar gen mutasyonu sonucu ortaya çıkar. Ancak dikkat edilirse bunlar insanı hasta eder. Süper insan haline getirmez. Farklı bir tür haline hiç getirmez.
  17. Mutasyon, canlının genetik yapısında meydana gelen değişikliklerdir. Bu değişiklik kromozomlarda olabilir, ya da genlerde olabilir. Kromozomlarda olan değişiklik de, ya kromozomun sayısında olur, ya da yapısında. Her canlının kromozom sayısı sabittir. Kromozom sayısının değişmesi, artma veya eksilme şeklinde olabilir. Sözgelimi, 40 kromozomu olan bir bitkide, üreme esnasında kromozomların uygun bölünememesi veya uygun yere taşınamaması sebebiyle, bazı fertlerde bu sayı değişebilir. Mesela 41 veya 42, ya da 30 veya 38 olabilir. Böyle sayı değişikliğine sahip olan fertler sıhhatli bir hayata sahip olamazlar. Çoğu zaman bunların nesilleri devam etmez ve genelde bu tip değişiklikler canlıların anormalliğine ve ölümüne sebep olur.
  18. Bir başka değişiklik de, kromozom sayısının tam katları veya yarı katları kadar artması şeklinde olabilir. 40 kromozomlu bir bitkinin üremesi esnasında çiçek tozu ve yumurta hücrelerinin teşkili esnasında kromozom sayısının yarıya inmesi gerekir. Çünkü erkek ferdi temsil eden polen ile yumurta hücresi birleşince kromozom sayısı 40 olarak sabit kalacaktır. Hücredeki kromozomların yarıya inmesi esnasında müdahale edilerek bu yarıya inmeye mani olunabilir. Bu yarıya inme, yumurta hücresinde yapılabileceği gibi sperm hücresinde de veya her ikisinde de yapılabilir. Bu durumda kromozom sayısı 40 yerine, 60 veya 80 olan fertler meydana gelir. Bu şekildeki kromozom artışı fertleri öldürmez. Bunların nesilleri de devam eder. İşte bu tip kromozom değişikliğine faydalı mutasyon adı verilir. Özellikle bitki ve hayvan ıslahında bu metottan faydalanılmaktadır. Mesela, kromozom sayısı iki katına veya dört katına çıkmış mısırlar, normal fertlere göre daha büyük koçanlı ve daha iri daneli olmaktadır. Aynı şekilde süt ve et verimini arttırmak için hayvanlar âleminde de benzer uygulamalar vardır. Bunun haricindeki mutasyonlar, ister genlerde olsun, isterse kromozom yapısında veya sayısında olsun zararlı ve genelde öldürücüdürler.
  19. Sonuç olarak, mutasyonların faydalı olanları, kromozom sayısının katları şeklinde artış gösterenlerdir. Bitki ve hayvan ıslahında iri yapılı meylerin elde edilmesinde, et ve süt veriminin arttırılmasında bu metot kullanılmaktadır. Ancak, bunlardan yeni ve farklı bir canlı meydana gelmesi mümkün değildir. Mısırın kromozom sayısını iki kat arttırınca iri daneli ve büyük koçanlı mısır elde edilmekte, mısır yine mısır olarak kalmakta, mısırdan fasulye meydana gelmemektedir.
  20. Bu konudaki şu itiraf çok manidardır: “Ayrıntıya girdiğimizde, tek bir türün bile değiştiğini kanıtlayamayız. Varsayılan değişikliklerin faydalı olduğunu da kanıtlayamayız ki teorinin temeli buna dayanmaktadır.”.
  21. Evrimciler ispattan ziyade bir kabulle hareket etmektedirler. Örneğin “ilk canlı tesadüfen oluştu” derler. Bunun ise bir ispatı yoktur ve olamaz. Cansızdan canlı oluşumunu izah edemeyince de neredeyse canlı ve canlılık kavramını inkara kadar meyletmiş durumdadırlar. Sofestai felsefecilerinin, Yaratıcıyı inkar etmek adına kendi varlıklarını inkar etmeleri gibi. Halbuki muteber bilim adamlarından Pasteur’un dediği gibi “Hayat ancak hayattan gelir”. Kendisinde hayat olmayan başkasına hayat, kendisinde şuur-bilinç-ilim olmayan başkasına şuur-bilinç ve akıl, kendisinde görme olmayan başkasına göz ve görme veremez…
  22. Milyonlarca yıl önce evrim sürecinde tesadüfen hayat oluştu ise, akıllı şuurlu teknolojik imkanları olan insanlar haydi buyursunlar, bir araya gelip akıllarını, bilgilerini birleştirip tüm gerekli elementleri maddeleri kullanarak laboratuar ortamında bir canlı varlık üretsinler. Tesadüfen olanın, şuurlu şekilde olması daha kolay ve makul değil midir? Neden üretemiyorlar? Bu kadar bilim adamının üretemediğinin milyarlar katını; şuursuz, kör, sağır tesadüfler nasıl üretir ve hangi akılla buna inanılır ve bir de şiddetle savunulur? Şayet zihinlere, hayallere “Zamanla belki üretilebilir” düşüncesi gelecek olursa deriz ki: “Milyonlarca yıl önce haşa tesadüfen oluşan bir neticenin milyarda birini, binlerce akıllı ve şuurlu insan yüzlerce yıl çalıştıktan sonra farz-ı muhal meydana getirebilmiş olsa, bundan şu sonuç çıkmaz mı?: “Bizim bu kadar zeka, bilgi ve imkanlarla, yüzyıllarca uğraşıp ancak yapabildiğimizin milyarlar katı muhteşem neticeler, sanatlı ve gayeli canlılar, milyonlarca yıl önce nasıl olur da kör, sağır, şuursuz, ilimsiz tesadüfün ve o tesadüfe bilim kisvesini zorla giydirerek taktığımız bir isim olan evrimin eseri olabilir?” denilmesi gerekmez mi?
  23. Evrimcilerin cevabını veremedikleri birkaç soru da; “İlk hücre nasıl ortaya çıktı? Ya da ilk proteinler ve bu proteinleri kodlayan DNA-RNA ikilisi nasıl ortaya çıktı?” sorularıdır. Proteinler olmadan DNA olamaz, ancak DNA olmadan da proteinler olamaz. İsviçreli ünlü matematik bilgini Charles Eugenie Guye, bir proteinin tesadüfen ortaya çıkma olasılığının 1×10160 ‘da bir olduğunu ortaya koymuştur. Yani böyle bir olasılık yok demektir. Çünkü 1050 ‘de 1 ve sonrası ihtimaller matematikte imkansız kabul edilir. Yani tesadüfi varoluş imkansızdır. Evrim ise tesadüflerin elinde bir süreç ve seçilim (doğal/yapay) üzerine kurulu bir varsayımdır. Evrim ilkleri açıklayamaz. Hele ki bu ilkler olmazsa olmaz ve son derece hikmetli faydalı ise hiç açıklayamaz. Bir proteinin birkaç saniyelik ömrü vardır. Bir hücrede yer alan 3000’den fazla farklı proteinin ve DNA’yı oluşturan binlerce proteinin aynı anda var olması ve sürekli yenilenmesi gereklidir ki bu yapılar oluşabilsin ve işlevlerini yapabilsin. Evrim bu gerçeklerin neresine sığışabilir. Evet her şey de her şeyin ilkleri de kudreti, ilmi, hikmeti sonsuz bir yaratıcı tarafından, Allah tarafından var edilmiştir, düzenlenmiştir ve yönetilmektedir. Buna bilimsel bir delil de bilim insanları Laurent, Schrimpf ve arkadaşlarının çalışmaları ve makalelerindeki ifadeleridir: “Doğanın (!), haberci moleküllerini geri dönüştürmede son derece etkili olduğunu gösterdik: Ortalama olarak, RNA başına yaklaşık 5.000 protein molekülü üretiliyor ve bakteri Escherichia coli’de bir miktar daha az üretiliyor. Bu verimlilik bizim için inanılmaz. Ancak hücre içi protein üretimi çok ince şekilde ayarlanmakta ve hassas ihtiyaçlara bağlı olarak konsantrasyonları düzenlenmektedir. Son zamanlarda, diğer araştırmacılar da, bu muazzam düzenleme potansiyelini başka çalışma ve gözlemlerle doğrulamışlardır. Doğa ise akılsız, şuursuz, kör, sağırdır ve birbirine hem mahkum hem hakim sayısız unsurlardan, aciz sel gibi akan maddelerden müteşekkil ve üzerinde yapılanlara sadece mazhar olan, sonradan olma bir sanat eseridir. Bu sanat eseri (Doğa), kendisi yapılandır yapamaz, yaratılandır yaratamaz Resim gibi, yazı gibi, inşa edilen bina gibi, kalem yada fırça gibdir. Asla bir ressam, bir yazar, bir mimar ve usta değildir, olamaz. Bilim, Allah’ın sanatlarını anlamak ve anladıkça hayran olmak, Onu tanımak içindir, O’nu inkar için, nankörlük için, küfür ve küfran için değildir. Onu inkar edeceğim diye bu kadar uğraşmak ve bir de O’na delil olan O’nun yarattığı muhteşem eserleri, haşa O’nun yokluğuna delil göstermeye çalışmak hem bilimi hem insanlığı utandıracak, hem boş hem çok zararlı bir çabadır.
  24. Balina nostrilinin (Burun/nefes deliği) kafadaki yerinin değiştiği ve bunun evrime açık delil olduğundan bahsedilir. Halbuki ilk resmedilen canlı, arada resmedilen canlılar ve son resmedilen canlı birbirinden farklı türlerdir. Mesela biri balina biri köpekbalığı biri yunus iskeletidir ve farklı böcek türleri gibi, farklı kuş türleri gibi farklı deniz memelisi türleridir. Bunların zaten özellikleri birbirinden farklıdır. Yaratan tarafından farklı özelliklerde ve şekillerde ve vazifelerle yaratılmışlardır. Bu resimlerin arka arkaya konulması ve bir takım zaman dilimlerinde yaşadıkları iddiaları, evrime delil olmaz. Birbirlerine dönüştüklerine delil olmaz. Halen köpekbalığı da balina da yunus da mevcuttur, başka bir forma geçiş yaparak nesli tükenmiş değildir. Burun deliği önde olan hayvan da yaşayabilmiş ve vakti gelince ölmüştür, diğerleri de. Eğer bunlar farklı hayvanlar değil aynı türler olsaydı, zaten türün kendi içindeki değişimleri vardır, olabilir, ancak bu da kastedilen mana itibariyle bir evrim değil, modifikasyondur. Kendi kendineliğe, tesadüfe, tutarsız mesnetsiz hakikatsiz evrim mekanizmalarına nasıl bağlanabilir? Bu değişimler balinayı balinalıktan, yunusu yunusluktan çıkaracak boyutta da değildir. Böyle bir değişim olduğu takdirde bu bir hastalıktır ve yıkımdır. Bunlar sağ kalamaz, nesillere aktarılamaz, ölür. Sendromlu doğan veya sonradan bazı hastalıklara yakalanan insanlar gibi.
  25. “İnsanın su içinde fazla kalması sonucu parmak uçlarının buruşması evrime delildir, evrimin sonucudur” gibi asılsız iddialar hakikatle bağdaşmaz. Çünkü parmakların suda buruşması ozmoz kanunu ile bağlantılıdır. Bu kanuna göre daha sulu bir madde, daha yoğun katı bir maddenin içine girdiğinde su geçirir. Derinin içine geçen su deriyi şişirir. Bunun sonucunda deri büzülür ve yüzeyini genişletir. Sudan çıktıktan bir süre sonra elimiz tekrar eski haline dönmektedir. Çünkü; derimizin altına giren su bir süre sonra buharlaşmaktadır. Bu buruşma sadece ellerimizin ve ayaklarımızın bir kısmında meydana gelmektedir. Diğer bölgelerimizde bu buruşmanın meydana gelmemesinin sebebi kıllarımızın dibinde bulunan yağ bezeleridir. Bununla birlikte bu buruşma olayı, türün kendi içerisinde olan bir değişim olayıdır. Buruşma ile farklı bir türe geçiş olmaz. Üstelik bu kadar hızlı bir evrim ve evrim mekanizması var olsaydı, şimdiye kadar çoktan insanoğlu tamamen farklı bir türe dönüşmüş olurdu. Birkaç dakikada elleri buruşarak farklılaşan bir canlı, binlerce yılda binlerce kez farklı türe dönüşmesi gerekirdi, halbuki binlerce yıldır insan aynı insandır.
  26. Türün kendi içindeki değişimleri, türden türe geçişe delil olmaz. Başka canlılarda benzer değişimlerin olması da türler arası geçişe delil olmaz. Bilakis her canlıda aynı mührün, aynı imzanın bulunduğuna, yani ustalarının yaratıcılarının aynı ve bir olduğuna delildir. Ellerin buruşmasını evrime delil göstermeye çalışan makalelerin tipik ortak özelliklerine ve ifadelerine dikkat edilirse tahminler, yorumlar, zorlamalar ve şahsi çıkarım ve benzetmeler açıkça görülmektedir. Halbuki “olabilir’li ifadeler, bir delili göstermez ve ispat değildir. Bilakis, yönlendirme ve yakıştırmayı ortaya koyar. İlaveten bu yazarların ve dergilerin, evrimci, evrimi mutlak gerçek kabul etmiş, taraflı yazarlar ve dergiler olduğu görülmektedir.

Bu makalede, 16 madde halinde özetlenen hakikatler ve evrimcilere verilecek cevaplar bu kadarından ibaret değildir, rahatlıkla artırılabilir. Her bir iddiaya, delil diye getirilen her bir hayal mahsulüne ve yakıştırmaya rahatlıkla cevap verilebilir. Ancak evrimcilerin iddialarına tek tek cevap vermek de, bunlara cevap bulmaya çalışmak da yersizdir. Genel ve temel sorun anlaşılırsa gerçek görünür. O temel sorun ise akılla, mantıkla, bilimle, ilimle, hakikatlerle bağdaşmayan ideolojik yaklaşımlar ve hayal ürünü yakıştırmalardır. Yaratılışa, tek yaratıcı olan Allah’ın varlığına ve evrim düşüncesinin yanlışlığına sayısız deliller vardır. Tek bir delil dahi bir meselenin ispatında kafidir. Yeter ki yeterince tarafsız şekilde yaklaşım sergilensin.

Son söz; bir bilim adamı olan John C. Lennox’un dediği gibi “Protein fabrikalarının karmaşıklığı ve hassaslığı ile en gelişmiş insan teknolojisi karşılaştırılsa, insan teknolojisi oldukça kaba kalır.”. Madem bu, hem bilimsel hem evrensel bir hakikattir. Tesadüfe verilmesi imkansız olan insan teknolojisinden hadsiz defa üstün olan kainattaki teknoloji ve işleyiş asla tesadüfe verilemez. Madem eser var, müessir (eseri yapan) var. Madem sanat var, Sani (sanatkar) var. Madem kainat var, bizler varız, öyleyse her şeyin yaratıcısı, bir olan Allah var.

Kelebek Etkisi Teorisi

Kelebek Etkisi Teorisi

Kelebek etkisi teorisi

Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Edward N. Lorenz’in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir. Daha sonralarda hava durumu ile ilgili verdiği şu örnek ile ünlenmiştir. Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, Dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir. Kelebek etkisini tam olarak anlayabilmek için kaos teorisini anlamak gerekir. Aralarındaki ilişkiyi bir analoji ile açıklayabiliriz; eğer kaos teorisini yan yana dizilmiş domino taşları olarak düşünürsek, kelebek etkisi birinci taşa dokunulmasıdır. Kaos teorisi, sürprizlerin, doğrusal olmayan ve öngörülemeyenlerin bilimidir. Doğal bilimlerin çoğu fiziksel ve kimyasal reaksiyonlar gibi tahmin edilebilecek olaylarla uğraşırken; kaos teorisi, türbülans, hava durumu, borsa gibi önceden tahmin edilemeyen ve kontrol etmenin imkansız olduğu doğrusal olmayan olaylarla ilgilenir. Kaos teorisi fraktal geometri ile açıklanabilir çünkü temellerinde yatan mantık aynıdır.

Fraktal geometri, doğanın geometrisidir. Doğayı daha iyi anlayabilmemizi sağlar. 20. yüzyıla kadar Öklid geometrisi kullanılmıştır. Doğrusal şekiller, üçgenler, dikdörtgenler ve karelerle doğayı açıklamamız mümkün olmayınca fraktal geometri doğmuştur. Doğadaki ağaçlar, nehirler, bulutlar vs. fraktal şekiller oluştururlar ve doğadaki olaylar kaotik davranışlar sergiler. Doğayı anlayabilmek için fraktal geometriyi ve kaos teorisini anlamak gerekir. Fraktal terimi ilk defa Polonya asıllı matematikçi Benoit Mandelbrot (1924-2010) tarafından 1975 yılında ortaya atılmıştır. Fraktallar, büyükten küçüğe birbirine benzeyen birçok geometrik şeklin oluşturduğu, sonsuzluğa doğru giden, kompleks ve göz kamaştırıcı şekillerdir. Mandelbrot’un geliştirdiği Mandelbrot kümesi, sanal karmaşık sayıların kullanılmasıyla elde edilen fonksiyonları bilgisayar ortamında muhteşem fraktallara dönüştürülebilen kümedir.

Sonuç olarak kelebek etkisi fikri tüm insanlığı etkisi altına alan bir kavram olmuştur. İnsanlar kelebek etkisi analojisini sadece hava durumu gibi bilimsel olaylarda değil, aynı zamanda ekonomi, psikoloji, felsefe ve politika gibi başka alanlarda da kullanmaya başlamıştır. En çok kullanılan örneklerden biri de şudur:

Örneğin atmosferdeki karbondioksit (CO2) miktarının çok az miktarda artması bile büyük etkiler yaratacaktır çünkü karbondioksit gazı bir sera gazı olduğu için Dünya’nın ortalama yüzey sıcaklığının artmasına yani küresel ısınmaya sebep olmaktadır.

Kelebek Etkisi Teorisi

Kriptografide kelebek etkisi

Kriptografik öz işlevleri, girdinin boyutundan bağımsız olarak sabit değerli özler üretecek biçimde hazırlanırlar ve veri bütünlüğünün güvence altına alınmasında kullanılırlar. Bundan ötürü, verideki en küçük değişiklik, sonuç değerinin yarısından fazlasının değişmesine neden olur. Bu etkiye kriptografide “çığ etkisi” adı verilir.

Örnek olarak MD5 algoritmasının verinin bir harfinin değişmesine olan tepkisi şöyle özetlenebilir:

MD5(“vikipedi”)

= 4b09635281e148f0163b041e3582ec74

Değişkenin baş harfini değiştirdiğimizde

MD5(“Vikipedi”)

= 490678766826cc5a898d231a928464aa

Big Bang Teorisi

Big Bang Teorisi

Big Bang Teorisi

Büyük patlama (İngilizce: Big Bang), evrenin en eski 13,8 milyar yıl önce tekillik noktası denilen bir noktadan itibaren genişlediğini varsayan evrenin evrimi kuramı ve geniş şekilde kabul gören kozmolojik modeldir. İlk kez 1920’li yıllarda Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılan bu teori, çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabul görmüştür.

Teorinin temel fikri, hâlen genişlemeye devam eden evrenin geçmişteki belirli bir zamanda sıcak ve yoğun bir noktadan yani tekillik noktasından itibaren genişlemiş olduğudur. Georges Lemaître ’in önceleri “ilk atom hipotezi” olarak adlandırdığı bu varsayım günümüzde “büyük patlama teorisi” adıyla yerleşmiş durumdadır. Modelin iskeleti Einstein’ın genel görelilik kuramına dayanmakta olup, ilk Big Bang modeli Alexander Friedmann tarafından hazırlanmıştır. Model daha sonra George Gamow ve çalışma arkadaşları tarafından savunulmuş ve ilk nükleosentez olayı eklenmek suretiyle geliştirilerek sunulmuştur.

1929’da Edwin Hubble’ın uzak galaksilerdeki (galaksilerin ışığındaki) nispi kırmızıya kaymayı keşfinden sonra, bu gözlemi, çok uzak galaksilerin ve galaksi kümelerinin konumumuza oranla bir “görünür hız”a sahip olduklarını ortaya koyan bir kanıt olarak ele alındı. Bunlardan en yüksek “görünür hız”la hareket edenler en uzak olanlarıdır. Galaksi kümeleri arasındaki uzaklık gitgide artmakta olduğuna göre, bunların hepsinin geçmişte bir arada olmaları gerekmektedir. Big Bang modeline göre, evren genişlemeden önceki bu ilk durumundayken aşırı derecede yoğun ve sıcak bir hâlde bulunuyordu. Bu ilk hâle benzer koşullarda üretilen “parçacık hızlandırıcı”larla yapılan deney sonuçları teoriyi doğrulamaktadır. Fakat bu hızlandırıcılar, şimdiye dek yalnızca laboratuvar ortamındaki yüksek enerji sistemlerinde denenebilmiştir. Evrenin genişlemesi olgusu bir yana bırakılırsa, Big Bang teorisinin, ilk genişleme anına ilişkin bir bulgu olmaksızın bu ilk hâle herhangi bir kesin açıklama getirmesi mümkün değildir. Kozmozdaki hafif elementlerin günümüzde gözlemlediğimiz bolluğu, Big Bang teorisince kabul edilen ilk nükleosentez sonuçlarına uygun olarak, evrenin ilk hızlı genişleme ve soğuma dakikalarındaki nükleer süreçlerde hafif elementlerin oluşmuş olduğu tahminleriyle örtüşmektedir (Hidrojen ve helyumun evrendeki oranı, yapılan teorik hesaplamalara göre Big Bang’den arda kalması gereken hidrojen ve helyum oranıyla uyuşmaktadır. Evrenin bir başlangıcı olmasaydı, evrendeki hidrojenin tümüyle yanarak helyuma dönüşmüş olması gerekirdi.). Bu ilk dakikalarda, soğuyan evren bazı çekirdeklerin oluşmasına imkân sağlamış olmalıydı (Belirli miktarlarda hidrojen, helyum ve lityum oluşmuştu.).

Big Bang terimi ilk kez İngiliz fizikçi Fred Hoyle tarafından 1949’da, “Eşyanın Tabiatı” adlı bir radyo (BBC) programındaki konuşması sırasında kullanılmıştır. Hoyle, hafif elementlerin bazı ağır elementleri nasıl meydana getirebilecekleri konusunda katkıları olmuş bir bilim insanıdır.

Bilim insanlarının çoğu, evrenin başlangıcında, bir Big Bang olayının cereyan etmiş olduğuna ancak 1964/1965’te, evrenin sıcak ve yoğun döneminin kanıtı olarak kabul edilen “kozmik mikrodalga arka plan ışıması”nın ya da Georges Lemaître’in kullandığı terimlerle «Big Bang’ın soluk ışıklı yankısı»nın keşfinden sonra ikna oldular.

Big Bang Teorisi

Big Bang ve karşısındaki durağan hâl teorisi

Evrenin genişlediğinin keşfi, evrenin statik olmadığını ortaya koymakla birlikte, “maddenin sakınımı yasası”nı göz önünde bulunduran ve bulundurmayan birçok farklı görüşün ortaya atılmasına imkân vermişti. Bu görüşlerden başlangıçta maddenin yaratılışının söz konusu olduğunu varsayan görüş, ilk zamanlar en popüler olanıydı. Bu başarıdaki sebeplerden biri, “durağan hâl (sabit durum) teorisi” denilen bu modelde evrenin sonsuz kabul edilmesiydi. Fred Hoyle tarafından ortaya atılan “durağan hâl teorisi”ne göre evrenin yaşı ile bir gök cisminin yaşı arasında bir çelişki olamazdı.

Buna karşılık Big Bang hipotezinde evrenin, genişleme oranından yola çıkılarak hesaplanabilecek belirli bir yaşı vardı. 1940’lı yıllarda evrenin genişleme oranı hakkındaki tahminler bir hayli abartılıydı, bu da evrenin yaşı hakkındaki tahminlerin gerçeğin bir hayli altında olarak yapılmasına neden olmuştu. Öyle ki, Dünya’nın yaşını belirleyen farklı tarihlendirme yöntemlerinin bildirdiği değerlere göre Dünya evrenden daha yaşlı kalıyordu. Bu, önceleri, Big Bang tipi modellerin çeşitli gözlemler karşısında içine düştüğü güçlüklerden yalnızca biriydi. Fakat bu tür güçlükler evrenin genişleme oranının kesin biçimde belirlenmesiyle tarihe karıştılar.

Gözlemsel kanıtlar

Sonradan iki kesin gözlemsel kanıt Big Bang modellerine tümüyle hak verdi: Evren tarihinin sıcak devrinin kalıntısı denilebilecek enerji ışıması (mikrodalga sahası) olan “kozmik mikrodalga arka plan ışıması”ın keşfi ve hafif elementlerin salınmasının ölçülmesi, yani ilk sıcak evre sırasında oluşmuş hidrojen, helyum, lityumun farklı izotoplarının bırakılmasının ölçülmesi.

Bu iki gözlem, 20. yy.’ın ikinci yarısının başlarında gerçekleşti ve Big Bang’i kozmolojide, kesin biçimde, gözlemlenebilir evreni tanımlayan model olarak yerleştirdi. Bu modelin kozmolojik gözlemlerle hemen hemen mükemmel biçimde örtüşmesinin yanı sıra, modeli doğrulayan başka kanıtlar da ortaya koyulmaya başlandı: Galaktik kümelerin gözlemi ve “kozmik arka plan soğuması”nın ölçülmesi (birkaç milyar yıl öncesiyle günümüzdeki ısı farkının ölçülebilmesi).

Big Bang Teorisi

Kozmik arka plan

Genişleme, doğal olarak bize evrenin geçmişte daha yoğun olduğunu bildirmektedir. Evrenin geçmişte daha sıcak olması olasılığından ilk kez 1934’te Georges Lemaître’in söz etmiş olduğu görülüyor; fakat bunun gerçek anlamda araştırılmasına ancak 1940’lı yıllardan itibaren başlanmıştır. Uzak astrofiziksel cisimlerin ışımasındaki kırmızıya kaymaya benzer bir tarzda, evrenin genişleme olayıyla enerji kaybeden bir ışımayla dolu olması gerektiği konusundaki ilk düşünceler George Gamow’dan gelmiştir.

Gamow aslında, ilksel evrendeki güçlü yoğunlukların, atomlar arasında bir termik dengenin kurulmasına ve ardından bu atomlarca bırakılan bir ışımanın varlığına imkân sağlamış olması gerektiğini anlamıştı. Gamow, 1940’lı yıllarda Lemaitre’in hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang’e bağlı olarak bir tez ortaya attı. Big Bang’den arta kalan, belirli oranda bir ışımanın var olması gerekiyordu. Ayrıca bu ışıma evrenin her yanında eşit olmalıydı. Bu ışımanın evrenin yoğunluğu oranında bir yoğunlukta olması ve dolayısıyla, bu ışımanın, yoğunluğu artık son derece azalmış olsa da hâlen mevcut olması gerekiyordu. Gamow, Ralph Alpher ve Robert C. Herman’la birlikte, evrenin yaşından, maddenin yoğunluğundan ve helyumun salınmasından yola çıkılarak bu ışımanın günümüzdeki ısısının hesaplanabileceğini anlayan ilk kişi oldu.

Bu ışımaya günümüzde « fosil ışıma » diyenler de bulunmakla birlikte, genellikle, “ kozmik mikrodalga arka plan (ya da kozmolojik mikrodalga artalan) ışıması” denir. Bu ışıma, Gamow’un öngörülerine uygun olarak, düşük ısıdaki bir “karanlık cisim” ışımasına (2,7 °K) denktir. Biraz rastlantı sonucu olan bu keşfi Arno Allan Penzias ve Robert Woodrow Wilson’a borçluyuz: 1960’larda New Jersey’deki Bell Laboratuvarı’ndan Arno Penzias ve Robert Woodrow Wilson, Samanyolu’nun dış kısımlarından gelen belirsiz radyo dalgalarını ölçmeye çalışıyorlardı. Fakat bunun yerine gökyüzünün her tarafından gelen bir radyasyon saptadılar. Bu ışıma ya da ışınımın bütün yönlerdeki parlaklığı aynı idi ve yaklaşık 3 °K sıcaklığında bir ortamdan geldiği anlaşılıyordu. 1978’de bu buluşları için Nobel Fizik Ödülü sahibi olan Penzias ve Wilson ilginçtir ki, ileride, Fred Hoyle gibi, Big Bang teorisine muhâlif olan bilim insanları safına katılacaklardı.

1965’te keşfedilen “kozmik arka plan” Big Bang’ın en açık kanıtlarından biridir. Bu keşiften sonra kozmik arka plan dalgalanmaları COBE (1992) ve WMAP (2003) uzay uydularınca incelenmektedir.

Bir “kara cisim” ışımasının varlığı Big Bang modeli çerçevesinde kolayca açıklanabilmektedir: Geçmişte evren sıcaktı ve yoğun bir ışımaya maruz kalıyordu. Geçmişin çok yüksek yoğunluktaki bu evreninde madde ve ışıma arasında çok çeşitli etkileşimler olmaktaydı. Bunun sonucunda ışıma termalize olmuştur, yani elektromanyetik tayfı bir “kara cisim”in elektromanyetik tayfıdır. Buna karşılık “durağan hâl teorisi”nde böyle bir ışımanın varlığı hemen hemen doğrulanamaz durumdadır (Az sayıdaki bazı savunucuları aksini belirtmekteyse de…)

Düşük ısıdaki ve az enerjetik bir ışımaya denk olmakla birlikte, kozmik arka plan, yani kozmik mikrodalga arka plan ışıması hiç de evrenin en büyük elektromanyetik enerji biçimi olarak görünmüyor: Enerjinin yaklaşık %96’sı söz konusu ışımadaki fotonlar biçiminde mevcutken, kalan %4’ü “görünür tayf”taki yıldızların ışınımından ve galaksilerdeki soğuk gazdan kaynaklanmaktadır (kızılötesi hâlde). Bu diğer iki kaynak kuşkusuz daha enerjetik, fakat daha az sayıda fotonlar yaymaktadır. “Durağan hâl teorisi”nde “kozmik arka plan”ın varlığı mikroskobik demir parçacıklarının bırakılmasıyla oluştuğu varsayılan yıldızsal ışımanın termalizasyonunun bir sonucu olduğu varsayılır. Fakat bu model, gözlemsel verilerle çelişki hâlindedir. (Ayrıca bu takdirde “kozmik arka plan” bir karanlık cisim olarak da açıklanamaz.)

Sonuç olarak denilebilir ki kozmik arka planın keşfi, tarihsel olarak Big Bang’in kesinleştirici kanıtı olmuştur.

error: İçerik korunuyor !!!