İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI
“ Türkiye toplumunun sosyal yapısı “üzerine türlü teoriler üretilmiştir, bunların bir bölümü resmi tarih ve resmi teorilerdir. Tarih, bu bilgi dalının karakteri gereği hemen her dönemde Siyasal iktidarların eğilimi yönünde toplumu tanımlar. Özellikle ülkedeki 70 yıllık Siyasal rejim adeta öznel tarihini yansıyarak kendini hayatiyet alanı açabilmiştir. Ancak yine de tarih, sıkışınca müracaat edilen bir mekan, merci ve hacet kapısı yerine kullanılmaktadır. Bazen düşmanların gözünü korkutmak için, bazen doğal bir ihtiyaçtan, bazen de sağduyunun çalması sonucu yeniler eskilere sığınır, onları anlar. Tarih en ziyade hatıra getirildiği zaman dilimi, onun kırılma dönemleri, eski deyimle def-İ mefsedet halleri olsa gerekir.
Resmi tarihte elbette her zaman yalan söylemez. Belki küçük rötuşlarla büyük yanılgılara neden olur; makyaj değiştirir, mask tazeler. Bir de kimi tarihsel kareleri dev aynasında gösterir; kiminin fotoğrafını bile çekmez. Tarih kötüdür yahut tarih iyidir türünden yargılar bu yargıya varanların kendi gelecekleri hakkındaki kehanetten başka nedir ki? Günümüzün resmi tarihsel perspektiften görüntüsü herkesçe malum; tarih kötüdür, şimdiyse iyidir. Tarih, bireyi, toplumu, sistemi ile başlangıcından beri halkın yahut halkların karanlıklarda yaşadığı dönemlerdi. Kitaplar yazmıştır ama kamu vicdanında yankısı bulunmadığı için belki de insanlar çabuk unuttular; aslında yeni tarihsel dönemin fikri kurucuları tarafından savunulmuştur, denilmiştir ki İslam, Türkiye toplumunun tarihsel ve geleneksel hızını kesmiştir. Bir resmi tarihsel söylem açısından İslam, orta Asya’dan kopup gelen bu cevval kavmin hem ileriye dönük yönünü değiştirmiştir, hem de onun nizamını alem davasında geri bırakmıştır!
Nerede, ne zaman, hangi delile dayandırıldığı belirtilmeksizin cumhuriyet, demokrasi ve hatta laiklik bu toplumun öznel bünyesinde öteden beri var olan olgular gibi gösterilmiştir. Ülke yönetiminde tek söz sahibi gibi görünen TBMM’ye kadar girmiş nice insanla konuşursanız işitirsiniz, yukarıdaki yargıyı ya da çok yakın bir iddiayı. Ancak delil sormayacaksınız, çünkü bu böyledir. Yani Türkler doğuştan (Orta Asya’dan) demokrat, cumhuriyetçi ve laiktirler. Eski Şamanist Türklerden birkaç eski püskü delil bile gösterebilirler size… Yine resmi teorilere göre düne kadar Türkiye’de Türk’ten başka kavim yoktu. Varsa da kimisi kuzeyde Türk’ün deniz görmüş kısmı, kimisi karda yürüyüp izini hiç kaybetmeyen ve kart kurt sesleri çıkaran dağlı kesimidir. Onlarda herkes gibi özbeöz Türk’türler. Öyleyse “Ne Mutlu Türküm Diyene”… Ayrıca kendini Türk hisseden herkes Türk’tür! Bu ülkede yaşayıp kendini Türk hissetmemek ise hem ayıp hem günahtır.
Ülkede sürdürülen resmi söylemin halkından, halkın düşünce ve yaşama tarzından tamamen kopuk ve tepeden inmeci bir zihniyet olduğu savunulur. Ama bunu bütünüyle paylaşmak bize doğru gözükmüyor. Birtakım dayatmacı yöntemlerle halkın kimi konularda zorla yönlendirildiği, çeşitli dönemler için doğrudur. Ancak halkın tüm bu olup bitenlere çanak tutucu rıza felsefesi, göz yumulduğu yani müstahaklığı da görmezden gelinemez. Zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Kurt ile kuzunun aynı mekanda yıllarca ve kardeşçe yaşaması… Eğer yaşıyorlarsa ya kurt kuzulaşmıştır ya kuzu kurtlaşmış, tabiatları bozulmuştur. Toplum mozaiği hakkında ileri sürülen teorilerin en iyi niyetli ve üslubu düzgün olanı; “uysal ve tepkisiz“ benzetmesidir. Öteki benzetmelerin çoğu bu vasıfları daha çok uç noktalara taşıyan örneklerdir. Örneğin toplumun çoğunluğu en çok bedevi, hala göçebe, köylü, taşralı, kolektif bilinçten yoksun ve en nihayet Aziz Nesin tarafından aptal olarak nitelendirilmiştir.
Üçü de kendi köşesinde birbirinden daha marjinal üç sınıftan söz edilebilir. “ Türkiye Toplumu “içinde: yöneten sınıf (büyük sanayici iş adamları onların ortağı sayılır), yönetilen kitleler ve aydınlar (geniş kitleden kültürü ve yaşam biçimi ile kopmuş ama yöneticilerin dümen suyuna girmemiş olanları sayıyoruz yalnızca, büyük, gittikçe büyüyen medya, gazete patron ve milyarderleri de hariç elbet). Üç sınıfta birçok bakımdan birbirine karşı, birbirinden hazzetmeyen, birbirini götürmek istedikleri yöne inat edip gitmemekte direnen, elinden gelse öteki sınıfları susturacak kadar onlardan uzak düşen duyarlılıklara sahiptirler. Yani aralarında ciddi bir sevgisizlik, kopukluk, soğukluk egemendir. Resmi söylemle her ne kadar kendini Türk hisseden herkes Türk sanılsa da en azından her Türk’ün bir diğerine muhabbet ve sadakatle bağlanacağı bir urvetul vuska yoktur. Son yıllarda toplumun sosyal yapısını belirlemeye yönelik resmi olmayan ama sağlıklı ve derinliklide olmayan çalışmalar, iddialar, değişik görüşler yoğunlaştı. Tarihsel kökleri bulunan bir toplumun bu gününü belirlemede ve kurmada geleneksel yapısına yönetmenin önemi, hiç olmazsa bu kadarı, hem de Müslüman olmayan aydınlarca vurgulanmaya başladı. Tek parti despotizminin neredeyse günümüze dek sürdüğü bir dönemde, tek sesliliğin yerini çok sesliliğe terk etmesi açısından bu bir gelişme olarak görülebilir. Ancak bilim ve gerçeklik uğruna, gerekirse acımasız olundukça hakikat, ne anlaşılır ne de elde edilebilir. Toplumda var diyorsak eğer çöküntüyü yalnızca sömürgecilerin aleyhteki çalışmalarıyla açıklamaya kalkışmak, toplumun kendi kusurlarını göz ardı etmek, yine çözümsüz sonuçlarda sorunları düğümlemekten öte bir işe yaramaz. Türk toplumunda kültür, öteki her şeye benzetilerek adeta bir fors, askeri üniforma gibi kullanılmaktadır. Fiyakasından geçmemektedir çoğu insanın.
Bizim taşra kentinde bir vakitler bitpazarında Avrupa eskisi giysiler satılırdı. Avrupalılar eski giysilerini güya yardım olsun diye Filistin’e gönderirmiş. Onlar bu yabancı giysileri en yakın ülke olan ve bu giysileri çoktan giymeye alışkın Türkiye’ye Suriye üzerinden kaçak olarak gönderir, yerine kaçak tütün vs. alırlarmış. İşte bu giysilerden bir takım elbiseyi esnaftan bir adam satın almış, giyinmişti. İşin ilginç yanı ceketin iç cebi üzerindeki Avrupai etiket görünmediğinden onu da söktürüp ceketin dışındaki mendil cebinin üzerine rozet gibi diktirmişti. Sanırım hala iftiharla rozet kullanan yegane ülke Türkiye’dir. Her vesile ile profesörlüğünü gündeme getiren hocalar yabancı dil bilgisini kullandığı kelimelerle sergilemeye koşan bilgiçler, din hakkında konuşanları ille de müftü görmek isteyen dindarlar, basit bir haberi veya hakikati hatırlayıp halkı aydınlatmayı amaçlayan yazı ve sözlerdeki ağdalı, gösterişli üslup, her şeyi ille de üniforma gibi kullanma arzusunun göstergesi değilmidir? Ya Batı’dan gelen her şeye karşı o sonradan görme tavrın mazereti de var kuşkusuz. Bir kere gelen nesne (Ve beraberinde gelen ahlak) gerçekten ilk karşılaşılan bir nesnedir. İkincisi, Batı niceden beri icat ve keşiflerin merkezidir. Üçüncüsü ise, üretilen şey bu ülke toplumunun gerçekten yabancısıdır. Zira batı kendine özgü şeyler üretmekle, kendi yaşama standartları ve dünya görüşü çerçevesinde biçim vermektedir. Bunlara şaşırmak da toplum belki haklıdır. Ama bunları topluma taşıyanlara ne demeli? Herhalde bilgi ve görgü artırım denemeleridir, bunlar. Ve bilinçsizce, hiç kritik etmeden, tüm reklam mallarına saldırmanın haklı ve anlamlı bir yanı yoktur. Sonra bütün bunlar feodal kalıntılar, göçebelik, taşralık, köylülük ile izah edilir ve hatta aptallıkla…
Düşünmesi az olan toplumun duygusallıkları yaşantısında daha ağır basar, bu sonuç doğaldır. Türkiye toplumu çoğunluk itibari ile duygusal bir toplumdur. Bu yüzden kolay dönüşen bir toplumdur. Geleneksel yapısında da bu vardır. Salt akıl yürütmek, düşünmek yerine, deyim yerindeyse, filozofiye (hikmet yumurtlama çabası anlamında) eğilim daha ziyadedir. Filozofiye de İslami hikmet kavramıyla örtüştürerek kendince ona meşrutiyet elbisesi giydirmiştir. Bir kere herkesin hayatı romandır.
Hemen herkes filozof yada şairdir. Biraz avam kalanlar halk filozoflarıyla idare eder. Bunların çoğu da veli sanılan delilerdir. Daha kültürlü çevrelerde yaşayanlar en son moda felsefe cereyanlarının erken muhibbidirler. Bakılırsa daha kaynaklarında kim olduklarını iyice anlamadan postmodernist Türkler aramızda dolaşmaktadır. Özgür düşünceden çok filozofiye ve kendince sözlere eğilimi, toplumun, alıştırıldığı ve özendirdiği hoşgörüsünden, tevilci mantalitesinden ve aşırı duygusallığından kaynaklansa gerekir.
Kur’an‘ın öğrettiği İslam ile halkın yaşadığı İslam arasındaki bariz farkları gözlemlemek de toplumun yapısı hakkında ipuçları, bilgiler veriyor. Örneğin Türkiye toplumunun Kur’an‘a bakışının tipik modeli Osman Gazi’ye yaşatılmış, efsaneleştirilmiş ve bir halk mitolojisi gibi yinelenip durmaktadır. Osman Gazi eğer doğruysa yatmak için girdiği odada duvara asılı Kur’an-ı Kerim i görünce, Kur’an‘ın bulunduğu odada edebinden uyuyamamış, sabaha kadar uykusuz beklemiştir. Evet, bu belki mütevekkil sanılan bir tavırdır ama düşüncesizcedir. Ve tevekkül noksanlığı değil lakin düşüncesizlik Kur’an‘ın nasıl yendiği bir tutumdur. Halkların yanlış tevekkül eğilimine, duygusal bakışına örnek çoktur. Örneğin Kur’an-ı Kerim, insanın kendi başına, bağımsız düşünmesine verdiği önemi, hiçbir tutum ve tavra vermemiştir. Ama bunu görmezden gelen insanlar Kur’an‘da ancak birer defa zikredilen “vesile“ ve “nazar “ kavramları üzerine nice korkunç ve İslam dışı felsefeler bina etmişlerdir. “Vesile“ öne sürülerek, Allah ile kul arasında aracın bile bulunması gerektiği bile savunulmuştur. “ Nazar“ ile de büyücülüğe, sihre, fala, şans oyunlarına neredeyse caizeler üretilmiştir. Her iki telakki Kur’an‘ın başka ayetleri ile tevhidin karşıtı gösterilerek verilse de, ne gam; halk kendi duyarlığına uygun felsefeyi yakalamıştır, üstelik kendince bunun kaynağı Kur’an’dır, gerisi onu pek ilgilendirmemektedir. Elbet kitlelerin bu tavrı, aynı tavrı onaylayan halk hocaları tarafından da sürdürülmüştür. Hatta halkı bu tavra biraz da onlar sevk etmişlerdir. Halk ağzı konuşan vaazlar kürsüde yüzyıllarca yanlışın çığırtkanlığını yapmışlardır. Halkın o kürsülerden işittikleri ile ALLAH’ın sahih dini arasında bazen büyük uçurumlar olmuştur.
Duygusal halkın yaşamı nükte ve fıkralar üzerine bina edilmiştir, adeta. Kuşkusuz bir açıdan bakıldığında bu folklorik ve kültürel bir zenginlik olarak gözükür. Ancak atlanan bir nokta vardır. Kendini İslam’a nispet eden bir halk, ezberlediği yahut ürettiği nükte ve fıkraların onda yahut yüzde biri kadar bile dinlerinin kaynağı olan ilahi vahiy ile temasa geçmemiş, ilişkiye girmemiştir. Yönetenleri memnun bırakan bu tutum, bilenlerin de, başka bilenler çıkmayacağı için işlerine gelmiştir. Halk ozonları, halk nüktedanları hatta halk vaizleri bile bazen günlük namazda okudukları Kur’an ayetlerinin ne demeye geldiğinden habersiz, ömürler tüketmişlerdir. Çünkü böyle gelmiş, böyle gitmektedir. Ve böyle gelip böyle gitmekte olması güya filozofça, şairce bir edadır. Bunca dinine bağlı bir halkın, Türkiye’de hemen büyük çoğunlukta ladini bir hayat sürdüren ve onu dayatan hükümlere nasıl tahammül ettiği zaman zaman hayretle sorunla gelmiştir. Bu sorgulamada iki yanlış var: biri halkın dindarlığı, ikincisi de yönetenlerin dinsizliği. Her iki kesimin de aslında dine bir bakış açıları, dini bir yorumlayış tarzları vardır. Ve o pencereden bakıldığında her iki kesimde aynı ton ve edada bir tür dindarlardır. Bu “ Türk Tipi Müslümanlık” tır. Birazı politikacıların İslamizasyon politikalarının ekmeğine yağ sürmektedir bu tür Müslümanlığın… Bir kısmı halkın düşünme melekesine galebe çalan kökleşmiş duyarlıklarını okşamaktadır… Eh, bir kısımda diğer dinlerden, Budizm, şamanizm, Hristiyanlıktan devşirilmedir.
Türkiye halkları yüzyıllardan biri Müslüman’dır. Güzel, hayırlı Müslümanlık modelleri ortaya koymuşlardır. Büyük bir Müslüman medeniyeti gelecek kuşaklara emanet etmişlerdir. Ne ki halkın dini, hakkın dini ile zaman zaman tashih edilmez, bir tecdide tabi tutulmazsa bulanıklaşır. Hele İslam ilahi, halkın dindarlığa beşeri olduğundan, tecdid yani yenileme, Müslümanlar bakımından dönem dönem büyük bir ihtiyaç olarak belirir. Dervişler, halk arifleri, ozanlar diliyle tümden müteşabih (çok anlamlı) bir üslup kazanan dinsel söylemin ilahi vahiy ile tashihine, tecdidine gerçekten zaruret doğmuştur. Aksi takdir de her an kendisiyle ve her şeyiyle çelişen eceli dinsel söylem, halkın ve yönetenlerin birbirinden razı olduğu bir ortamı var edebilir. Ama bu sonuç çokluk Hakk‘ın memnun olmadığı, daha doğru bir ifadeyle razı olmadığı bir ortamdır. Hakk’ın rıza göstermediği bir son ise kötü akıbettir. Resmi ve gayri resmi herkesin gönlünde yatan, etliye sütlüye bulaşmayan, siyasetten ALLAH’a sığınan, toplumları ve bireyleri yönetmeye kalkmayan belki yalnızca vicdanlara hafif bir korku salan şu “Türk Tipi Müslümanlık” sorgulanmalıdır.
Bir toplum ki düşünme melekesini pek fazla kullanmaz, ama sıra dine geldiği zaman tabir caizse kafasına göre takılır, ne hikmetse o noktada dini keyfine uydurur. Düşünmemek yerine nükteler, fıkralar, maniler, espriler, dervişan öyküler, mitolojiler, platonik ve her türlü aşk masalları, efsun, uğur, şans teraneleri, yani bir cümle çok anlamlılık bazen anlamsızlıklarla ömrünü harcar. O toplumun felahı elbet gecikir. Halkın bütün bu yatkınlığı var gücüyle destekleyen aydınlar bu tutumları bir de milliyetçilik muhafazakarlık sanmazlar mı? Varın hesaplayın erişilen yanlışlığın boyutunu. Bir garip dünyadır bu toplumun dünyası ki yaşarken din ve Allah’a karşı tepkisinin düzeyi hangi şiddette ise ölünce arkasından hem de namazını kılanlar tarafından aynı şiddette “ iyi biliriz” denilir. Sonra inanıp inanmadığı meçhul Allah’ı adına namazı kılınıp defnedilir. Ancak onların içlerinden samimi birisi çıkar, “ benim namazımı kılmayın, ben inanmıyorum” derse herkesin daha çok tepkisini çeker, ne demek namaz kılmamak, diye… Samimiyetsizliğe prim ve ödül dağıtılırken, samimiyetin ödülü horlanmak mı olmalıydı?
Toplumlarında huyları, karakterleri, alışkanlıklar vardır. Huy değiştirmek alışkanlıklardan vazgeçmek zordur. Türkiye toplumu şimdi bu en zor kapının eşiğindedir geleneksel deyişle, eşikte duranı yel çabuk çarpar. Kapıyı kapatıp acilen ya içeri girecek ya yine dışarıda kalacaktır. Bizim aralarında yaşadığımız, birçoğu akrabamız olan kendi toplumumuza önerimiz, Müslümanlık iddiasının sadra şifa verecek biçimde hakikatle örtüşmesi için “Müslümanın yeniden Müslüman olması” gerekmektedir. Yüzyılımızın başında büyük Müslüman düşünür Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” sanırız yeni yüzyıllar bu sözü iki şıkkıyla da doğrulayacak Müslümanları beklemektedir. Duygu sömürüsüne değil düşünceye çağrıldığının, kurtuluşun nükte ve fıkralarda değil Allah’ın ayetlerinde yazılı bulunduğunun bu topluma, bu insanlara birileri tarafından söylenmesi artık gerekliydi. Her geçen gün ihtiyaç biraz daha artmaktadır.
Musab Yasir Özen
www.musabyasirozen.com.tr