İslami açıdan Toplumunun Sosyolojik Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Dini Yönden Türk Toplum Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Türkiye toplumunun sosyal yapısı “üzerine türlü teoriler üretilmiştir, bunların bir bölümü resmi tarih ve resmi teorilerdir. Tarih, bu bilgi dalının karakteri gereği hemen her dönemde Siyasal iktidarların eğilimi yönünde toplumu tanımlar. Özellikle ülkedeki 70 yıllık Siyasal rejim adeta öznel tarihini yansıyarak kendini hayatiyet alanı açabilmiştir. Ancak yine de tarih, sıkışınca müracaat edilen bir mekan, merci ve hacet kapısı yerine kullanılmaktadır. Bazen düşmanların gözünü korkutmak için, bazen doğal bir ihtiyaçtan, bazen de sağduyunun çalması sonucu yeniler eskilere sığınır, onları anlar. Tarih en ziyade hatıra getirildiği zaman dilimi, onun kırılma dönemleri, eski deyimle def-İ mefsedet halleri olsa gerekir.

Resmi tarihte elbette her zaman yalan söylemez. Belki küçük rötuşlarla büyük yanılgılara neden olur; makyaj değiştirir, mask tazeler. Bir de kimi tarihsel kareleri dev aynasında gösterir; kiminin fotoğrafını bile çekmez. Tarih kötüdür yahut tarih iyidir türünden yargılar bu yargıya varanların kendi gelecekleri hakkındaki kehanetten başka nedir ki? Günümüzün resmi tarihsel perspektiften görüntüsü herkesçe malum; tarih kötüdür, şimdiyse iyidir. Tarih, bireyi, toplumu, sistemi ile başlangıcından beri halkın yahut halkların karanlıklarda yaşadığı dönemlerdi. Kitaplar yazmıştır ama kamu vicdanında yankısı bulunmadığı için belki de insanlar çabuk unuttular; aslında yeni tarihsel dönemin fikri kurucuları tarafından savunulmuştur, denilmiştir ki İslam, Türkiye toplumunun tarihsel ve geleneksel hızını kesmiştir. Bir resmi tarihsel söylem açısından İslam, orta Asya’dan kopup gelen bu cevval kavmin hem ileriye dönük yönünü değiştirmiştir, hem de onun nizamını alem davasında geri bırakmıştır!

Nerede, ne zaman, hangi delile dayandırıldığı belirtilmeksizin cumhuriyet, demokrasi ve hatta laiklik bu toplumun öznel bünyesinde öteden beri var olan olgular gibi gösterilmiştir. Ülke yönetiminde tek söz sahibi gibi görünen TBMM’ye kadar girmiş nice insanla konuşursanız işitirsiniz, yukarıdaki yargıyı ya da çok yakın bir iddiayı. Ancak delil sormayacaksınız, çünkü bu böyledir. Yani Türkler doğuştan (Orta Asya’dan) demokrat, cumhuriyetçi ve laiktirler. Eski Şamanist Türklerden birkaç eski püskü delil bile gösterebilirler size… Yine resmi teorilere göre düne kadar Türkiye’de Türk’ten başka kavim yoktu. Varsa da kimisi kuzeyde Türk’ün deniz görmüş kısmı, kimisi karda yürüyüp izini hiç kaybetmeyen ve kart kurt sesleri çıkaran dağlı kesimidir. Onlarda herkes gibi özbeöz Türk’türler. Öyleyse “Ne Mutlu Türküm Diyene”… Ayrıca kendini Türk hisseden herkes Türk’tür! Bu ülkede yaşayıp kendini Türk hissetmemek ise hem ayıp hem günahtır.

Ülkede sürdürülen resmi söylemin halkından, halkın düşünce ve yaşama tarzından tamamen kopuk ve tepeden inmeci bir zihniyet olduğu savunulur. Ama bunu bütünüyle paylaşmak bize doğru gözükmüyor. Birtakım dayatmacı yöntemlerle halkın kimi konularda zorla yönlendirildiği, çeşitli dönemler için doğrudur. Ancak halkın tüm bu olup bitenlere çanak tutucu rıza felsefesi, göz yumulduğu yani müstahaklığı da görmezden gelinemez. Zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Kurt ile kuzunun aynı mekanda yıllarca ve kardeşçe yaşaması… Eğer yaşıyorlarsa ya kurt kuzulaşmıştır ya kuzu kurtlaşmış, tabiatları bozulmuştur. Toplum mozaiği hakkında ileri sürülen teorilerin en iyi niyetli ve üslubu düzgün olanı; “uysal ve tepkisiz“ benzetmesidir. Öteki benzetmelerin çoğu bu vasıfları daha çok uç noktalara taşıyan örneklerdir. Örneğin toplumun çoğunluğu en çok bedevi, hala göçebe, köylü, taşralı, kolektif bilinçten yoksun ve en nihayet Aziz Nesin tarafından aptal olarak nitelendirilmiştir.

Üçü de kendi köşesinde birbirinden daha marjinal üç sınıftan söz edilebilir. “ Türkiye Toplumu “içinde: yöneten sınıf (büyük sanayici iş adamları onların ortağı sayılır), yönetilen kitleler ve aydınlar (geniş kitleden kültürü ve yaşam biçimi ile kopmuş ama yöneticilerin dümen suyuna girmemiş olanları sayıyoruz yalnızca, büyük, gittikçe büyüyen medya, gazete patron ve milyarderleri de hariç elbet). Üç sınıfta birçok bakımdan birbirine karşı, birbirinden hazzetmeyen, birbirini götürmek istedikleri yöne inat edip gitmemekte direnen, elinden gelse öteki sınıfları susturacak kadar onlardan uzak düşen duyarlılıklara sahiptirler. Yani aralarında ciddi bir sevgisizlik, kopukluk, soğukluk egemendir. Resmi söylemle her ne kadar kendini Türk hisseden herkes Türk sanılsa da en azından her Türk’ün bir diğerine muhabbet ve sadakatle bağlanacağı bir urvetul vuska yoktur. Son yıllarda toplumun sosyal yapısını belirlemeye yönelik resmi olmayan ama sağlıklı ve derinliklide olmayan çalışmalar, iddialar, değişik görüşler yoğunlaştı. Tarihsel kökleri bulunan bir toplumun bu gününü belirlemede ve kurmada geleneksel yapısına yönetmenin önemi, hiç olmazsa bu kadarı, hem de Müslüman olmayan aydınlarca vurgulanmaya başladı. Tek parti despotizminin neredeyse günümüze dek sürdüğü bir dönemde, tek sesliliğin yerini çok sesliliğe terk etmesi açısından bu bir gelişme olarak görülebilir. Ancak bilim ve gerçeklik uğruna, gerekirse acımasız olundukça hakikat, ne anlaşılır ne de elde edilebilir. Toplumda var diyorsak eğer çöküntüyü yalnızca sömürgecilerin aleyhteki çalışmalarıyla açıklamaya kalkışmak, toplumun kendi kusurlarını göz ardı etmek, yine çözümsüz sonuçlarda sorunları düğümlemekten öte bir işe yaramaz. Türk toplumunda kültür, öteki her şeye benzetilerek adeta bir fors, askeri üniforma gibi kullanılmaktadır. Fiyakasından geçmemektedir çoğu insanın.

Türk Toplumunun Sosyolojik Yapısı

Bizim taşra kentinde bir vakitler bitpazarında Avrupa eskisi giysiler satılırdı. Avrupalılar eski giysilerini güya yardım olsun diye Filistin’e gönderirmiş. Onlar bu yabancı giysileri en yakın ülke olan ve bu giysileri çoktan giymeye alışkın Türkiye’ye Suriye üzerinden kaçak olarak gönderir, yerine kaçak tütün vs. alırlarmış. İşte bu giysilerden bir takım elbiseyi esnaftan bir adam satın almış, giyinmişti. İşin ilginç yanı ceketin iç cebi üzerindeki Avrupai etiket görünmediğinden onu da söktürüp ceketin dışındaki mendil cebinin üzerine rozet gibi diktirmişti. Sanırım hala iftiharla rozet kullanan yegane ülke Türkiye’dir. Her vesile ile profesörlüğünü gündeme getiren hocalar yabancı dil bilgisini kullandığı kelimelerle sergilemeye koşan bilgiçler, din hakkında konuşanları ille de müftü görmek isteyen dindarlar, basit bir haberi veya hakikati hatırlayıp halkı aydınlatmayı amaçlayan yazı ve sözlerdeki ağdalı, gösterişli üslup, her şeyi ille de üniforma gibi kullanma arzusunun göstergesi değilmidir? Ya Batı’dan gelen her şeye karşı o sonradan görme tavrın mazereti de var kuşkusuz. Bir kere gelen nesne (Ve beraberinde gelen ahlak) gerçekten ilk karşılaşılan bir nesnedir. İkincisi, Batı niceden beri icat ve keşiflerin merkezidir. Üçüncüsü ise, üretilen şey bu ülke toplumunun gerçekten yabancısıdır. Zira batı kendine özgü şeyler üretmekle, kendi yaşama standartları ve dünya görüşü çerçevesinde biçim vermektedir. Bunlara şaşırmak da toplum belki haklıdır. Ama bunları topluma taşıyanlara ne demeli? Herhalde bilgi ve görgü artırım denemeleridir, bunlar. Ve bilinçsizce, hiç kritik etmeden, tüm reklam mallarına saldırmanın haklı ve anlamlı bir yanı yoktur. Sonra bütün bunlar feodal kalıntılar, göçebelik, taşralık, köylülük ile izah edilir ve hatta aptallıkla…

Düşünmesi az olan toplumun duygusallıkları yaşantısında daha ağır basar, bu sonuç doğaldır. Türkiye toplumu çoğunluk itibari ile duygusal bir toplumdur. Bu yüzden kolay dönüşen bir toplumdur. Geleneksel yapısında da bu vardır. Salt akıl yürütmek, düşünmek yerine, deyim yerindeyse, filozofiye (hikmet yumurtlama çabası anlamında) eğilim daha ziyadedir. Filozofiye de İslami hikmet kavramıyla örtüştürerek kendince ona meşrutiyet elbisesi giydirmiştir. Bir kere herkesin hayatı romandır.

Hemen herkes filozof yada şairdir. Biraz avam kalanlar halk filozoflarıyla idare eder. Bunların çoğu da veli sanılan delilerdir. Daha kültürlü çevrelerde yaşayanlar en son moda felsefe cereyanlarının erken muhibbidirler. Bakılırsa daha kaynaklarında kim olduklarını iyice anlamadan postmodernist Türkler aramızda dolaşmaktadır. Özgür düşünceden çok filozofiye ve kendince sözlere eğilimi, toplumun, alıştırıldığı ve özendirdiği hoşgörüsünden, tevilci mantalitesinden ve aşırı duygusallığından kaynaklansa gerekir.

Türkiyede Yaşanan İslam

Kur’an‘ın öğrettiği İslam ile halkın yaşadığı İslam arasındaki bariz farkları gözlemlemek de toplumun yapısı hakkında ipuçları, bilgiler veriyor. Örneğin Türkiye toplumunun Kur’an‘a bakışının tipik modeli Osman Gazi’ye yaşatılmış, efsaneleştirilmiş ve bir halk mitolojisi gibi yinelenip durmaktadır. Osman Gazi eğer doğruysa yatmak için girdiği odada duvara asılı Kur’an-ı Kerim i görünce, Kur’an‘ın bulunduğu odada edebinden uyuyamamış, sabaha kadar uykusuz beklemiştir. Evet, bu belki mütevekkil sanılan bir tavırdır ama düşüncesizcedir. Ve tevekkül noksanlığı değil lakin düşüncesizlik Kur’an‘ın nasıl yendiği bir tutumdur. Halkların yanlış tevekkül eğilimine, duygusal bakışına örnek çoktur. Örneğin Kur’an-ı Kerim, insanın kendi başına, bağımsız düşünmesine verdiği önemi, hiçbir tutum ve tavra vermemiştir. Ama bunu görmezden gelen insanlar Kur’an‘da ancak birer defa zikredilen “vesile“ ve “nazar “ kavramları üzerine nice korkunç ve İslam dışı felsefeler bina etmişlerdir. “Vesile“ öne sürülerek, Allah ile kul arasında aracın bile bulunması gerektiği bile savunulmuştur. “ Nazar“ ile de büyücülüğe, sihre, fala, şans oyunlarına neredeyse caizeler üretilmiştir. Her iki telakki Kur’an‘ın başka ayetleri ile tevhidin karşıtı gösterilerek verilse de, ne gam; halk kendi duyarlığına uygun felsefeyi yakalamıştır, üstelik kendince bunun kaynağı Kur’an’dır, gerisi onu pek ilgilendirmemektedir. Elbet kitlelerin bu tavrı, aynı tavrı onaylayan halk hocaları tarafından da sürdürülmüştür. Hatta halkı bu tavra biraz da onlar sevk etmişlerdir. Halk ağzı konuşan vaazlar kürsüde yüzyıllarca yanlışın çığırtkanlığını yapmışlardır. Halkın o kürsülerden işittikleri ile ALLAH’ın sahih dini arasında bazen büyük uçurumlar olmuştur.

Duygusal halkın yaşamı nükte ve fıkralar üzerine bina edilmiştir, adeta. Kuşkusuz bir açıdan bakıldığında bu folklorik ve kültürel bir zenginlik olarak gözükür. Ancak atlanan bir nokta vardır. Kendini İslam’a nispet eden bir halk, ezberlediği yahut ürettiği nükte ve fıkraların onda yahut yüzde biri kadar bile dinlerinin kaynağı olan ilahi vahiy ile temasa geçmemiş, ilişkiye girmemiştir. Yönetenleri memnun bırakan bu tutum, bilenlerin de, başka bilenler çıkmayacağı için işlerine gelmiştir. Halk ozonları, halk nüktedanları hatta halk vaizleri bile bazen günlük namazda okudukları Kur’an ayetlerinin ne demeye geldiğinden habersiz, ömürler tüketmişlerdir. Çünkü böyle gelmiş, böyle gitmektedir. Ve böyle gelip böyle gitmekte olması güya filozofça, şairce bir edadır. Bunca dinine bağlı bir halkın, Türkiye’de hemen büyük çoğunlukta ladini bir hayat sürdüren ve onu dayatan hükümlere nasıl tahammül ettiği zaman zaman hayretle sorunla gelmiştir. Bu sorgulamada iki yanlış var: biri halkın dindarlığı, ikincisi de yönetenlerin dinsizliği. Her iki kesimin de aslında dine bir bakış açıları, dini bir yorumlayış tarzları vardır. Ve o pencereden bakıldığında her iki kesimde aynı ton ve edada bir tür dindarlardır. Bu “ Türk Tipi Müslümanlık” tır. Birazı politikacıların İslamizasyon politikalarının ekmeğine yağ sürmektedir bu tür Müslümanlığın… Bir kısmı halkın düşünme melekesine galebe çalan kökleşmiş duyarlıklarını okşamaktadır… Eh, bir kısımda diğer dinlerden, Budizm, şamanizm, Hristiyanlıktan devşirilmedir.

Türkiye halkları yüzyıllardan biri Müslüman’dır. Güzel, hayırlı Müslümanlık modelleri ortaya koymuşlardır. Büyük bir Müslüman medeniyeti gelecek kuşaklara emanet etmişlerdir. Ne ki halkın dini, hakkın dini ile zaman zaman tashih edilmez, bir tecdide tabi tutulmazsa bulanıklaşır. Hele İslam ilahi, halkın dindarlığa beşeri olduğundan, tecdid yani yenileme, Müslümanlar bakımından dönem dönem büyük bir ihtiyaç olarak belirir. Dervişler, halk arifleri, ozanlar diliyle tümden müteşabih (çok anlamlı) bir üslup kazanan dinsel söylemin ilahi vahiy ile tashihine, tecdidine gerçekten zaruret doğmuştur. Aksi takdir de her an kendisiyle ve her şeyiyle çelişen eceli dinsel söylem, halkın ve yönetenlerin birbirinden razı olduğu bir ortamı var edebilir. Ama bu sonuç çokluk Hakk‘ın memnun olmadığı, daha doğru bir ifadeyle razı olmadığı bir ortamdır. Hakk’ın rıza göstermediği bir son ise kötü akıbettir. Resmi ve gayri resmi herkesin gönlünde yatan, etliye sütlüye bulaşmayan, siyasetten ALLAH’a sığınan, toplumları ve bireyleri yönetmeye kalkmayan belki yalnızca vicdanlara hafif bir korku salan şu “Türk Tipi Müslümanlık” sorgulanmalıdır.

Türk Halkların İslami Yaşantısı

Bir toplum ki düşünme melekesini pek fazla kullanmaz, ama sıra dine geldiği zaman tabir caizse kafasına göre takılır, ne hikmetse o noktada dini keyfine uydurur. Düşünmemek yerine nükteler, fıkralar, maniler, espriler, dervişan öyküler, mitolojiler, platonik ve her türlü aşk masalları, efsun, uğur, şans teraneleri, yani bir cümle çok anlamlılık bazen anlamsızlıklarla ömrünü harcar. O toplumun felahı elbet gecikir. Halkın bütün bu yatkınlığı var gücüyle destekleyen aydınlar bu tutumları bir de milliyetçilik muhafazakarlık sanmazlar mı? Varın hesaplayın erişilen yanlışlığın boyutunu. Bir garip dünyadır bu toplumun dünyası ki yaşarken din ve Allah’a karşı tepkisinin düzeyi hangi şiddette ise ölünce arkasından hem de namazını kılanlar tarafından aynı şiddette “ iyi biliriz” denilir. Sonra inanıp inanmadığı meçhul Allah’ı adına namazı kılınıp defnedilir. Ancak onların içlerinden samimi birisi çıkar, “ benim namazımı kılmayın, ben inanmıyorum” derse herkesin daha çok tepkisini çeker, ne demek namaz kılmamak, diye… Samimiyetsizliğe prim ve ödül dağıtılırken, samimiyetin ödülü horlanmak mı olmalıydı?

Toplumlarında huyları, karakterleri, alışkanlıklar vardır. Huy değiştirmek alışkanlıklardan vazgeçmek zordur. Türkiye toplumu şimdi bu en zor kapının eşiğindedir geleneksel deyişle, eşikte duranı yel çabuk çarpar. Kapıyı kapatıp acilen ya içeri girecek ya yine dışarıda kalacaktır. Bizim aralarında yaşadığımız, birçoğu akrabamız olan kendi toplumumuza önerimiz, Müslümanlık iddiasının sadra şifa verecek biçimde hakikatle örtüşmesi için “Müslümanın yeniden Müslüman olması” gerekmektedir. Yüzyılımızın başında büyük Müslüman düşünür Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” sanırız yeni yüzyıllar bu sözü iki şıkkıyla da doğrulayacak Müslümanları beklemektedir. Duygu sömürüsüne değil düşünceye çağrıldığının, kurtuluşun nükte ve fıkralarda değil Allah’ın ayetlerinde yazılı bulunduğunun bu topluma, bu insanlara birileri tarafından söylenmesi artık gerekliydi. Her geçen gün ihtiyaç biraz daha artmaktadır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

 

SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI UĞUR GÜVEN

SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI

İnsanlar zaman, zaman değişim gösterip büyük depresifler geçirebilir. Ruhen daralmalar, fiziksel yapıların değişmesi, çeşitli organ zararları geçirebiliyor… Sosyolojik erezyonlar içerisinde boğuşup Halet-i Ruhi’ye Ruh hali parçalanması dağılma sürecine girebiliyorlar. Dünya düzenine zarar, doğaya zarar, doğada yaşayan tüm canlılara zarar veren düzen tekrardan canlının elinden oluşabiliyor. Optimal bir dengesi olmayan insan çoğu zaman istenmedik cinnetler geçirebiliyor. Bu maksat ile daha kötüsü, insan ölümleri, cinayetler, farklı suç unsurları oluşabiliyor. Fakat bu tür durumların olmaması adına, sosyolojik refah, insanlık adına bütün güzel kuralların insanlık hizmetine koyulması şarttır. Ekonomik bağımsızlık, eğitim seviyesi, sosyal devlet anlayışlarının bir mozaik gibi insan hizmetine sunulması şarttır. Eğer ki bu durumların heyecanı insanların ferasetine empoze edilirse her şeyin kıymetli ve kıymete değer olduğunu fark edebiliriz.

Sosyal devlet anlayışında tüm vatandaşlarına daha refah ve geleceğe dayalı bir zemin hazırlaması, yeni reform zenginliği oluşturması mübah ve kesindir. Gelişim tesisleri, eğitim seviyesinin hızlı bir şekilde artması adına tesisler, spor, müzik, tiyatro insanların mutlu olması adına her şey. Sosyal devlet anlayışına ve modeline uygun Olmayan sistem her zaman yıkıcı ve suç oranlarının daha fazla nüks etmesi demektir.

SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI UĞUR GÜVEN

Kendi yaşadığımız şehir, ortam, insan psikolojisi ne fark edildiği bir dönemi yaşıyoruz. Cezalandırma sisteminin daha ağır şartlarda olduğu, ruh ve Sinir odalarının bayağı fazlalaşması, amatemlerin, Uyuşturucu bağımlılığına yönelik özel hastaneler çoğalması durumun ne derece vahim olduğunun en büyük göstergesi bizlere. İnsan toplum ”ortam“ içinde yaşadığından kendisine benzer ve kendisi gibi hassas kişilerle sarılmış bulunmaktadır. Daralmış bir ruh, lal olmuş bir dil, benzi benzi solmuş bir ten… Ya da mutlu yüz, neşeli bir hayat, pekala sevgi dolu bir tutku. Dedik ya insan kendisine benzer, ve kendisi gibi hassas kişilerle sarılmış bulunmaktadır. İşte tam da bu minvalde sosyal devlet anlayışına ya da modelini çok ihtiyaç olduğu radikaldir. Aslında biraz örnek verici durumlardan konu ele alırsak, mesela cezaevleri bireylerin suç işleyip girdikleri sözüm ona ıslah kampları maalesef ki psikolojik olarak daha da yıpratıcı durumlar mevcut. Sosyal devlet anlayışında her yerde yani Islah kamplarında sosyal faaliyetlerin yoğun olması ve her bireyin yaptığı suç şekline göre konferanslar yapılması, birebir psikologlar tarafından tedavi edilmesi şarttır.Fakat benim de geçmişte yaşadığım cezaevi pratiğinde gözlemlediğim ve içinde bulunduğumuz ortamın ihtiyaç duyduğu hiçbir faaliyetin olmaması daha da psikiyatrist durumların çoğalmasına sebeptir.

Sosyal devlet anlayışında hiçbir mevkii, coğrafya, bölge gözetilmeksizin sosyal devlet anlayışına göre avrupayi sitili uygun olması Islâh-i durumların hem ailesel, ortamsal, toplumsal olgularla dolanması lazım. Hem mahkumiyetler adına hem de sosyolojik olarak rahatlamalar olacaktır. Bilindiği üzere dünyanın var olmasının temel taşı insandır. Fakat yıpranmasının bilakis temel taşı tekrardan insandır. Bilinçlendirme sempozyumların olmamayışı yeni bir toplum modelinin düşünülmeye işi koskocaman bir gaflettir. Sonrasında dışarı adaptasyonlar ekonomik olarak iş imkanları fırsatları arzu edilmelidir. Sosyal devlet anlayışında yaşlı bakım evlerinin modern hizmetlerle donanması, sağlık hastanelerinin halka daha iyi hizmet vermesi adına bilinçli temeller hazırlanması. Zanaat, sanat üzerinde yeni yaratımlar oluşturulmalı.

SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI UĞUR GÜVEN

Aslına karar verilirse kişiler düşebilir, hatalar yapabilir farklı depresif nedenler sonucunda hayata küsebilir fakat, sosyal devlet modeli her zaman bu tür durumlara karşılık alternatifler yaratması lazım. Topluma adapte etme maratonu Stiller oluşturulması lazım… Sanat okullarında her zamanki oluşum karakteri oturtmaktadır… Hastanedeki oluşum sağlığa, edebiyat gramerindeki gibi ebedi düşünceleri daha şeffaf hale getirmek için toplumdaki algıları da nazik, daha saygı ve sevgi bağına ulaşmakta an meselesi hedefi olmalı. Aslında konunun ne kadar basit ve keyifli olma durumunun kolektif bir biçimde köy meclisleri, mahalle meclisleri, ilçe ve il meclisleri kurulmalı köy kendi içerisindeki sorunları mahalle kendi bulunduğu sokağı ve caddeyi tartışıp ilçe meclislerine yollayıp daha şeffaf ve daha da basit sorunları bir arada güvenli ve kolektif tartışmalarla Sonuçlara götürebilir. Burada aslında kaba kuvvet bir anlayış değil hiyerarşi oluşumu değil daha çok yatay bir feraseti baz alıp sorunların daha az düşünüp oluşacak suç oranlarının daha da gözle görülür bir şekilde düşüneceğini görebiliriz, fakat çoğu zaman bu tür komisyonların olmayışı, Çok hızlı surette suç oranı fazla oluşu kaçınılmaz oluyor. Sıkı bir denetim mekanizması maddi ve manevi yasalar koyulmalı, kültür hareketliliği oluşturmaları köy, mahalle anfileri kurulmalı. Sevgi ve saygı bağını oluşturacak her şey, ahlak ve din ilişkileri örtüşmeli ve serpiştirinmeli bu şekilde kollektif her zaman huzuru ve refahı getirmekte, insanların birbirlerini sevme fırsatı daha çok oluyor. Suç oranlarının daha da minimuma düşmesi görülür. Maddi manevi bağlılık ve sadakat daha da güçleniyor kaba kuvvetlerin bitişi birbirlerine tahammüllülükte gülümsemelerine fırsat veriyor. Üzüntülerin çok az’a, mutlulukların yüz mimiklerine vurumu ruhen rahatlamalar insanların birbirlerine çok azimli bir şekilde yardım kapılarını açmalarını Kişiler arasındaki, diyalogların sabırlı olması herzaman mükemmelliğe götürür.

Bu minvalde yürütülen tüm anlayışlar kollektif fikirler sosyal devlet anlayışının anayasasıdır. İngiltere modelinde stres artık iş kazası olarak kabul edilmektedir, çalışanın üzerinde gereksiz stres oluşturur ve zarar veren işveren yüksek tazminatlar ödemek tedir. Toplumsal depresyon kişisel depresyon, insanların Bireylerin kendini yetersiz ve değersiz görmesi kötü hissetmesi zaman zaman herkes için geçerlidir, bu bir suç ya da zayıflık değildir. Bu duygular toplumsal, ya da bireysel depresyonla dönüşmezse büyük bir yardım ile rahatlatabilir rehabilite edilebilir.

Sosyal devlet her zaman kendi toplum menfaatini gözler, sevgiyi saygıyı aşılar topluma bireye mükemmel bir ayna olma rolünü isyan eder. Bu temenni ile daha güzel yarınlarla başarılı sosyal devlet ümidi ile toplumsal refah modeli oluşturma arzusu ve içtenliğiyle…

Uğur Güven 

www.musabyasirozen.com.tr

UĞUR GÜVEN

YENİ DÖNEM TOPLUM MODELİ

Yeni dönemde insanoğlunun ve insan kızının yaşama modeli kişinin kendi öz kültüründen uzak konformist, popülist ve açık ara egoizmin merkezini yaşamaktadır. Ahlaki kuralları yaşama da zorluk çekebilen fıtrat olgusunu kendisine göre yorumlayan bencil bir toplum modeli oluşturuldu. Bu toplum modeline verilen kimlik “özgür” olma, özgürlükçü ve her şeyin kendisine verilmiş bir haktır, zihniyetini yaşatan suni bir popülist modeldir. Milenyum çağı diye adlandırılan yeni dönem sloganını, maalesef ki Toplumsal deformasyon, ortamsal parçalanmayı ve Ailesel şuuru yitirmeyi hedeflemiştir. Bunun baş mimarisi ve patronu “Kapitalist “düzen ve sanatçı şablondur.

Ahlaki değerlerin kayboluşunun ana merkezi TikTok’uların ve benzer dijital haberleşme platformlarının gelişmesi ve yaygınlaşması ile toplumların yoldan çıkması başarılı bir şekilde sağlanmış oldu. Hz.Muhammed (s.a.v) Kendi yaşadığı tarihten kürtçe kırna 14 da diye adlandırılan yani her bir kırnanın 100.yıl olarak hesaplandığında Buda 20.Y.Y tekabül ettiği ve ALLAH Resul’ünün öngörüsünün mükemmel bir hakikati ve gerçeği ortaya koyduğuda aşikardır.

Böyle bir durumda kişinin kendini koruma zırhı delinmiştir. Yani nefsi, irfan kaybolmuştur. Ahlak betonlaşması parçalanmış, bir karanlık yola evrilmiştir. Savaşların yoğun, insan ölümlerinin basit ve demogratif yapıların hızlı bir şekilde değişmesini isteyen budala beyinlerin gönüllü esirleri haline geldi. Toplum yaşam biçimi fiziksel, düşünsel ( fiziksel üretebilme) yetisini kaybetmiştir. At gözlüğü takıp sadece toz pembe bir filmi canlandıran, birer figüran ve navigasyon misali her yolu mübah Sayan bir toplum algısı yaratıldı. Şimdiki “Tanrı bilinci”ni aşılayan “Tanrı” paradır prodigmasını insanların beynine hızlı bir şekilde nüfus ettiren, köhne bir yapının esiri haline geldi, toplumlar. Her zaman savaş halinde olan iyilik ve kötülük kazananı da maalesef kötülük oldu.

GÜVEN UĞUR

Kötü algı, toplumların ahlaki düzenini bozan ve buna karşı insanların daha da karanlığa gömülmesi de işler acısıdır. Yeni Dünya düzeninde insanların tek tipleşmesi gelecekteki nesillere bırakacağı düzen, kırık ayna ütopyası hayal kırıklığı olacaktır. İnsan toplum aynası değil, insan kötü doğurma mekanizması haline gelecektir. Yani İsrafil’in üflemesine gerek kalmadan , Kıyameti koparan bir zihniyet modeli oluşturacak. Özenti her insanın hayatında boy gösterip, kopyasıymış gibi birbirini kopyala yapıştır, maksadı oluşturulmuştur. Kendisiymiş gibi zannedip aslında bir kumanda ile yön veriyor ve her yöne istekli bir şekilde koyulabilen sürü psikolojisi oluşturuldu, bağnaz anlayış bir elektrik ( parça, parça) düşünceler, serpiştirildi toplum inine.

Toplumların ve bizim bu mekanizma karşısındaki duruşumuz nasıl olmalı. Ailesel temel taşının anne, babaya düşen ailede iyi bir ahlak sevginin, saygının yoğun bir şekilde nüfuz etmesi, tarihini, dini inançlarını, etnik, kültür, folklorik, sanatsal manevi bağı güçlü tutulması ve bu şekilde kapitalizmin panzehri üretilmiş olacaktır. Böyle bir dönemde muhafaza kasamız ilki, ve ALLAH’a yakın fena fillah olmaktır.

23.12.2023

UĞUR GÜVEN

www.musabyasirozen.com.tr

TAKLİT

TAKLİT VE TAHKİK

Taklit“ öncelikle kişinin kendisine güvensizliğini veya kendisine güvenmenin aşırı bir risk üstlenme durumunu peşinen kabullenmeyi gösterir. Bu yüzden taklit bir varlığı ya da kuruma referansla telafi etmesi ile açığa çıkar. Daha açık bir deyişle sorumlulu ve özgürlüğün bir başkasına devredilmesi otoritenin emri veya yönlendirilmesi ile harekete geçen bir risk grubunu ortaya çıkarmaktadır. Buna karşılık “tahkik” ise kişinin kendi özgür araştırmaları tecrübeleri ve öngörülerini emanet etmesi durumudur. Bir başka değişle kendi aklıyla hareket etmesidir.

Aksine her iki düzlemde de doğrudan güven kelimesinin anlamı değişmekte ve yeniden tanımlanmaktadır. İşin açığı yukarıdaki yaklaşımlara benzer düşünme biçimleri modern dünyamızın güven duygusunu bitirmek tedir. Zira güvenin referansı akıl, tecrübe, uzmanlaşma veya otoritenin kendisi değil farklı bağlamlarda ve farklı zamanlarda ne tür anlam verdiğidir. Sözgelimi Gazali, Descartes, Sokrates veya ibn tufeyl Belli varlık düzlemlerinde akla güvenden söz ettiklerinde burada akıl değil güvenin kendisinden ne anlaşılacağı üzerinedir Sokrates’e seni 30 kişi öldürecek sen intikamını nasıl alacaksın diye sorulduğunda tabiat benim intikamını alacaktır dedi! Burada bir tahkik ve güven söz konusudur. Yani taklidi olmayan tek şey cesarettir. Taklitte güven cesaret, tahkik de ise güven akıldır.

TAHKİK

Örneğin doktora güven, doktorun hastalığı ne ölçüde doğru teşhis ettiği ve hastalığın giderilmesi için ne ölçüde iyi belirlediği “tatbik“ ile sınırlıdır. Oysa Allah’a güven, doğrudan varoluşsal bir dayanağı ve şifanın kaynağına güvendir. Bu nedenle güven var olmanın diğer adıdır. İnsanın hayatta kalabilmesi için, yeme, içme, soluma faaliyetlerini Yerine getirmesi gerekiyorsa, güvende insanın fiziki ve Ruhi ihtiyaçlarının başında gelmektedir. Güveni sağlayan en asli unsurlardan inanca bağlı duygu birliği (tevhit) Ve yaşanan mekandır. Çünkü güvenle bağlanamadığımız hayatta diğer ahlaki davranışlarımızı geliştirme ve ilişkiler bağımızı ölme imkanımızın varlığından söz edilemez. Bu zeminde başarı, mutluluk, geçim, cesaret, hakkaniyet gibi gelişme imkanı bulur. Güveni zeminden çekersek, bütün bu erdemler sarsılır. Bu amaç doğrultusunda öncelikle bilmeliyiz ki güvenin en büyük düşmanı şiddet,yalan ve taklittir. Annesinin tehditleri, babasının da ayağı altında ezilen bir çocuk kendisini nasıl güvenebilir? Sahte sevgilerle boş hayale kapıdan bir çocuk doğruları öğrendiğinde yalanın ve taklitlerini boş hayalleriyle kalakalır ahir ömründe kendisini nasıl güvende hissedebilir? Sadece derin ve sessiz bir duygu değildir güven. Çünkü ailede ebeveynler de oluşan güven iklim toplumu doğrudan etkileyecek bu ilişki ağını dahil edecektir. Dolayısıyla güvenen ve güvenilen insan yetiştirmek sadece bireyin değil toplumun ve ümmetin geleceğini de şekillendirmektir.

GÜVEN

Bu aşamada artık yapmamız gereken önce kendimizi güven testine tutmaktan geçer, bu insanın Cihat’ı kendi ile başlar sonra da evine geçer sonra da topluma sirayet eder. “Taklidi iman“ ve “tahkik iman“ tezlerini çürütende gerçek bir iman ve mümince yaşamdan geçer. Testimize başlayacak olursak ilk önce güvensizlik oluşturan hallerimizden vazgeçelim; yalan, dolan, hileyi, taklidi, şiddeti hayatımızdan çıkaralım. Sonra mahremiyete özenli, Sırrı saygılı, dedikodu ve fitneden uzak güvenilir bir ilişki tarzını ailemizde yerleştirelim. Sonra da ektiğimiz fidanın nasıl kök saldığını göreceğiz.“ eman toplumun oluşumunda payı bulunan emin insanlar olmak için çaba sarf etmeliyiz” Şöyle bir tespit yerinde bir değerlendirmedir. Yiyecek içecek ve giyecek üretimi yapan firma kuruluşların durumunu iyi incelemek gerekiyor. Toplum nezdinde güven kazandıktan sonra üretti yiyecek ve içecekleri helal olmayan katkı maddelerini katan sanki bunlar yokmuş gibi reklamını yapıp insanları aldatanlar var, halbuki bunlar taklitten ve tahkikten oluşan unsurlardır. Bu açıdan içinde yaşadığımız toplumda zor süreçlerden geçmektedir. Bu yüzden insanlar birbirlerini art niyetle yaklaşabilmekte, bu da bir kısım tatsız olayların vuku bulmasına neden olmaktadır.

Bir ülke içinde yaşanılan güven bunalımı da uluslararası düzeyde devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerini de çok yakından ilgilendirmektedir. Sonuç olarak ister insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ister devletlerin ve toplumların birbirleriyle olan münasebetlerin de güven duygusu neler kazandırıyorsa taklit ve tahkik te tam zıddı olarak kazanımların tamamen yok olmasına neden olacaktır.

Bu bakımdan güven gibi son derece önemli değerin erezyona uğramasını önleyip dünyayı taklit ve tahkik lerden uzak tutup güven duygusunu aşılamalıyız. Bu yazı kapsamında önce güven duygusunu hareketlendirmeli, İki taraf öznesini bertaraf Edip “güvendeyiz, güvendesiniz sloganının devamını getirmeliyiz.”

Saygılarımla değerli aziz okuyucularıma.

Yusuf İslam Burhan

www.musabyasirozen.com.tr

Türkiye'de Irk Sorunu

Irkçılık

Irk Kelime kökeni çok çeşitli olarak kullanılmakla beraber biz İnsan oğlunun zihninde aynı kavmi, soydan gelen toplumun birden Ten’sel (siyah-beyaz) Birbirine benzeyen topluluklar için kullanırız. Tabii ki daha da çeşitlendirenler var. ırk veya ırkçılık insan oğlunun varoluşundan günümüze kadar gelmiş en vebalı ve bulaşıcı hastalıklardan bir tanesidir. Son yüzyıllarda her ne kadar gelişmiş ya da demokrasisi gelişmiş bazı toplum ve ülkelerde sık rastlanmasa da aslında kanser hastalığı gibi insan oğlunda bitmeyen bir hastalığa dönüşmüş bulunmaktadır. Kendimce ırkçılık insan oğlunun ilk yaratılışı ile başlamış öyle ki yüce Allah bütün insanlığın babası Hazreti Adem’i topraktan yaratırken, ondan önce yaratılmış olan bütün meleklere ve cinlere Hazreti Adem’e secde etmelerini emretmiş. Fakat kendisinin ateşten yaratıldığını ve bu yüzden kibir yapıp kendisini daha üstün gören şeytan (İblis) secde etmeyi Allah’ın emrine karşı gelip lanetlenmiştir. Bu kıssadan bile anlaşılıyor ki ırkçılık çok kötü ve tehlikeli olur sonu lanetlenmedir.

Halbuki yüce Allah (cc) İnsanı “eşref-i mahluk” Olarak yaratmış ve hikmet gereği kavimlere, kabileleri ve farklı Tende yaratıp birbirinden ayırarak birbirleriyle daha iyi ilişki, ticaret, birbirlerini tanıma vb.Bir şekilde hayatın devamını sağlamıştır. ( Kuran’i şuura mensup her insanın hadiseye böyle bakması imanın) bir gereğidir. Baştan bilelim ki Allah (cc) Yeryüzüne gelmiş, geçmiş bütün insanların Hazreti Adem ile Havva’dan olduklarını insanlara tebliğ edilen 4 kutsal kitapta da belirtmiştir. Kuran’i kelime göre ise ırklar özellikle yaratılmışlardır. Başlangıçta insanlar tek bir Ümmet tek bir toplum idi sonradan ayrılığa düşmeleri üzerine Allah rahmetinin müjdecileri ve azabın habercileri olarak peygamberler ve habercileri Hak ile kitap indirdik ki o kitap insanlar arasında ayrılığa düşme noktasında hakem olsun. Yine bir ayette “ Ey insanlar muhakkak biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık sizi tanışmanız için şubeleri ve kavimlere ayırdık. Şüphesiz Allah indinde en şerefliniz takva da Allahın emrini dinleme konusunda kim daha dikkatli ise en üstün olanınız odur. Muhakkak ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandırdiye buyuruyor.

Bunca açıklamalara ve delillere rağmen insan oğlunun içinde müthiş bir ırkçılık mevcuttur. Hatta bu ırkçılık yüzünden elçi olarak gelen bir sürü peygamberlere bile uyumamış yeri gelmiş zulüm edilmiştir. Hatta bu illet bugün bile hayatımızda olup gerek devletimizde gerekse de ilimizde ilçemizde köyümüzde mahallelerimizde bazen de evimizin içerisinde bile karşılaştığımız bir kangrene dönüşmüş bulunmaktadır. Küresel olarak biraz örnek Verdikten sonra şu an yaşadığımız hayattan da biraz değiniriz. İsrailliler (Yahudiler) Geçmişte olduğu gibi hala yüce Allah’ın onları bütün ırklardan daha üstün olarak yarattıklarını geri kalan tüm insanların onlara biat etmeleri kanısındadır.

Amerika kıtasında beyazlar kendilerini daha üstün ırk olarak zannetmiş ve alt tabaka gördükleri kıtanın gerçek sahipleri Kızılderili halkını katliamdan geçirmiş ve orada yaşayan zenci vatandaşları insan yerine koymayıp senelerce zulüm etmiş, işkence etmiş ve insan yerine koymamıştır. Günümüzde her ne kadar eşit haklar ve imtiyazlar sağlamışlarsa da hala ruhların da ırkçılık bitmemiş zaman zaman vuruluyor.

Yine Avrupa ülkeleri İngiltere, İspanya ve Fransa başta olmak üzere ülkeler 20. ve 21. yüzyıllarda Afrika kökenli zenci vatandaşları köle olarak kullanmış sırf siyahi ırktan oldukları için yine işkence ve zülüm yapmış evlerinde, işlerinde kullanmışlardır. Yine Çingene ırkına mensup vatandaşlar da ırklarından dolayı ikinci sınıf muamelelere maruz kalmış özellikle Fransa daha da ileriye giderek ibadet ettikleri kiliseleri bile beyaz Fransız ve siyah çingene kiliseleri ayrı olarak kullanmışlardır. Gen ve Ten’den sonra aynı dinden olmadıkları içinde insanlara ıkçılık yapmıştır.

Avustralya kıtasında Aburjiniler aynı musamelelere Yine Balkanlar’da yaşayan çingeneler yıllarca kimliklerini ve onurlarını korumak için kendi ırklarını inkar etme derecelerine gelmiştirler.

Moğollar Kendilerini dünyanın en üstün ırklı sanıp bir zamanlar gördükleri her yeri yakıp, yıkıp katliamlar yapmışlardır.

Almanların yahudilere ırklarından dolayı yaptığı katliamlar nedeniyle dünyanın son evrelerinde birinci ve ikinci Dünya Savaşları patlak vermiş milyonlarca insan ölmüş, sakatlanmış, sürülmüş ve milyonlarca insanın hayalleri sönmüştür. Yine gerek Selçuklular gerekse Osmanlılar Zamanında yine bir sürü ırk, toplum, farklı inanç grupları katliamdan geçilmiş, ya da işkence ve zülüm çekmiştir.

Hindistan’da Müslüman Arakan toplumuna tarifsiz yorumlar yapmakta.

Çin devleti şimdi de Uygur Türklerine inançlarından dolayı zülüm yapmakta.

Yine maalesef günümüz Türkiye’sinde bir çok talihsiz olaylar yaşanmış hala da en güncel olan Kürt karşıtlığı üst seviyededir bunun gibi dünyada bir sürü olmuş ve hala devam etmekte olan sorunlar mevcut. Bunun için yüzlerce roman, makale, köşe yazıları yazılmış olup belgeseller çekilmiştir. Son 21. yüzyıl dünyasında kendince demokrasi ve insan hakları açısından Kendini geliştiren ülkeler de bayağı gelişmeler kaydedilmiş. Bu incelendiğinde eğitim seviyesinin gelişmesi ön sıralarda yer almaktadır. Maalesef eğitim seviyesinin düşük ve çok kültürlü Orta Doğu bölgesinde ırkçılık hala kanayan yara gibi her gün değişik haberlerle karşılaşmaktayız.

Irkçılık Hastalığı

Evet kimsenin elinde olmayan Doğarken rengine, milletini, ırkını seçmediği gibi dünyaya geliş şartlarından dolayı böbürlenmemeli ve dışlanmamalı çünkü gerçekte ırkın önemi yok önemli olan insan olmak ve inançlı olmak. İnsan olan inancı ve ırkı ne olursa olsun hiçbir ırkın mensubu aşağılayıcılığa maruz kalmamalı. Aynen Allah beni dilediği Irktan yaratmış, ama yaratılanlar ırktan dolayı ırkçılık yapıyor. Sözü gibi aslında bu ırkçılığın temelinde biraz devlet resimlerinin payı yüksek. Çünkü rejimi biz kurduk diyenler kendi ırklarının kahramanlıklarını ve her fırsatta ırklarının dünyaya bedel olduklarını bas bas bağırıyorlar. Ama onlarla kolkola, göğüs göğüse mücadele etmiş başka ırkın kahramanlıklarından fedakarlıklarından nedense hiç söz etmiyorlar. Bunu dile getirmeye çalışan, bu kullanılan dilin yanlış ve toplumu zehirliyor diyen bir sürü Aydın, siyasetçi, yazar, bilim insanı maalesef ya cezai işlemlere maruz kalıyor ya da başka devletlerde ülkelerinden uzakta sürgün hayatı yaşamaktadırlar.

Bugün ırkçılık maalesef ülkemizde çeşit çeşit şekillendirmelerle o kadar çok yaygınlaştırmış ki her an kapınızı çalar durumdadır. Günlük yaşantımızda hastanelerde, okullarda, düğünlerde, eğlencelerde, spor müsabakalarında, metroda, mahallelerimizde vs vs her nefes alışımızda hissetmekteyiz. Bunun temel nedeni ülkemiz adına söylemek gerekirse çok dinli ve çok dili kadim ve zengin mozaiksel kültürümüzden kaynaklanmaktadır. Çünkü yaşadığımız coğrafya gerek bölgenin köklü yerlileri gerekse de imparatorluktan geriye kalan çok çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı ve bir o kadarda kadim bölgesel açıdan çok inançlılığın bol olduğu kadim bir bölgedir. Tabi buna eğitim düşüklüğü ve üstün ırk hastalığına da eklediğimizde maalesef 100 yıldır kurulan cumhuriyetimiz de olaylar hiç eksik olmuyor. Çünkü beraber kurdukları bu güzel Vatanda Türkler, Kürtleri kabul etmiyor Kürtler Süryanileri kabul etmiyor, Süryaniler Ezidi mensubu halkı kabul etmiyor. Bu böyle Lazlar, Çerkezler, abazalar, Ermeniler, arnavut, gürcü vs vs bunun yanında çingeneler, romanlar, hayatın her alanında dışlanmaktadırlar. Dediğim gibi bu konular üzerinde ciltlerle kitaplar yazılmış her ne kadar abartılıyor, eskidendi, yok canım daha neler denilse de maalesef gerçekleri değiştirmiyor. Çünkü toplum içinde gezilip, dolaşıp onların acı ve sevinçlerini dokunduğunda insan maalesef gerçeklerle karşılaşıyorlar. Bugün hala ırktan dolayı okullarda özellikle alay konusu olan horlanan, dışlanan ve bu yüzden bir ömür boyu travmaları atlatamayan ve bunun sonucunda bir yanında kin ve nefretle büyüyen çocuklar var. Hala evlerimizde gelin olarak gelmiş fakat farklı ırk veya inançtan olan ve çaktırmadan ırklarından dolayı hor gördüğümüz ve bazen de yuvaları dağıtılırcasına hissettirdiğimiz gelinlerimiz var. Yine yeni giyinişlerinden, elbiselerinden, çalgısından, konuşmasından ve bir sürü özelliğinden dolayı bizden kabul etmediğimiz kendimizi kutsal onların aşağılık bir ırktan, kavimden geldiklerini sanıp rejimin bize sağladığı imtiyazlardan dolayı hayatın her evresinde hakaret ettiğimiz insanlar var. Bunu inkar Edip göz ardı edemeyiz. Sonuç bu tür davranış ve girişimlerin hepsi bize mutsuzluk, olumsuzluk, Siyasal, sosyal, ekonomik olarak ters bir şekilde dönüyor. Ve yara hiçbir şekilde kapanmıyor. Tabii ki bu tür yaşam ve davranışlar çoğu insanın Siyasal, sosyal ve ekonomik olarak işlerine geliyor. Hata diye Teşvik edici girişimleri de var. Daha önce de ifade ettiğim gibi bu konular üzerine ciltler dolusu yazı makaleler yazılmış. Halbuki insanlar sadece insan olduklarını, özünde Herkesin beşeriyat olarak aynı ırk ve soydan geldiklerini bilse paylaşmanın, hoşgörünün, kendisine yapılmasını istemediğini onunda başkasına yapmamasını bilse herkes eşit bir şekilde Adaletli, kardeşçe, sevgi ve saygı çerçevelerinde herkesin inancını, dilini, kültürünü kabul etse ve bunların hepsinin ortak zenginlik olduğunun farkına varsa ve özellikle her vatandaşın vergisinden, iş gücünden, emeğinden faydalandığı vatandaşlarına bir ve eşit tutsa sanırım hayat herkes için daha güzel olacak ve insanlarımız mutluluğu başka ülkelerde aramaz. Tüm pozitif enerjisini kendi ülkesi, devleti için sarf eder.

Herkesin eşit ve özgürce hakça ve Adalete birlikte yaşaması dileğiyle.

Hidayet Salçok

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!