Tag Tarihte İz Bırakanlar

Sezai Karakoç

SEZAİ KARAKOÇ

Ahmet Sezai Karakoç (22 Ocak 1933 – 16 Kasım 2021) Türk şair, yazar, düşünür ve siyasetçi.

Hayatı

Babası Yasin Bey olup I. Dünya Savaşı’nda Kafkasya Cephesi’nde çarpışırken Ruslara esir düşmüştür. Babası orta halli bir tüccardı. Dedesi Hüseyin Bey de Plevne Savaşı’na katılmış, Gazi Osman Paşa’nın teşekkürünü kazanmıştır. Annesinin ismi ise Emine idi ve ev hanımıydı. Ahmet Sezai Karakoç İlkokul eğitimini 1938-1944 yılları arasında Ergani’de tamamladı. 1944 yılında sınavlara girip Maraş Ortaokulu’nda parasız yatılı olarak okumaya hak kazandı. 1947-1950 yılları arasında lise eğitimini yine parasız yatılı olarak Gaziantep Lisesi’nde tamamladı. Lise eğitimi boyunca Felsefe dersine ilgi duydu ve Felsefe okumaya karar verdi. Üniversite eğitimi için İstanbul’a geldi. Babası onun ilahiyat fakültesinden mezun olmasını istiyordu. İmkanları dahilinde eğitimine devam edebileceği yatılı tek bölüm Siyasal Bilgiler Fakültesi idi. Üniversite sınavlarına hazırlanırken kazanamama ihtimalini de göz önüne alarak her ihtimale karşı Felsefe bölümüne kayıt yaptırdı.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’te fakültenin Maliye Bölümünden mezuniyetle tamamladı. Altan Öymen’le aynı dönemdendi. Mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığında Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi bölümüne atandı.

Daha sonra Maliye Müfettişliği sınavına girdi ve sınavı kazandı. 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcılığı görevine başladı. 1959 yılında İstanbul’da gelirler kontrolörü oldu. Bir ara Ankara’ya çağrılıp Yeğenbey Vergi Dairesi’nde görevlendirildiyse de kısa bir müddet sonra yine İstanbul’daki görevine döndü. Görevi icabı Anadolu’yu çok gezdi ve birçok il ve ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı buldu. 1960-1961 yıllarında yedek subay olarak yaptığı askerlik görevinden sonra İstanbul’daki görevine kaldığı yerden devam etti. 1965’ten 1973’e kadar birçok kez istifa etti. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görev almadı.

Şairin nüfus kaydında doğum günü 22 Ocak olarak görülmekle beraber kendisi gerçek doğum gününün mayıs ayı içerisinde olduğunu belirtmektedir.

İstanbul’da Diriliş Yayınları ve “Diriliş” dergisini kurdu. 1990 yılında “güller açan gül ağacı” amblemiyle Diriliş Partisini kurdu. Yedi yıl partinin genel başkanlığını yürüttü. Ancak bu parti 19 Mart 1997’de üst üste iki genel seçime girmediği için kapatıldı. 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü ile ödüllendirildi. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işlerine harcanmasını, diğer kısmınınsa posta ile bildirdiği adrese yollanmasını rica ettiği bir mektup yolladı. 2007 yılında Yüce Diriliş Partisini kurdu ve partinin genel başkanlık görevini yürütmüştür. 2007 yılının Nisan ayından ölümüne kadar her cumartesi akşamları, Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığında değerlendirme konuşmaları yapmıştır. Bu konuşmalar partinin internet sitesinden canlı olarak yayınlanmıştır. Karakoç, 2011 yılında Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü fakat kendisine verilen plaket ve para ödülünü reddederek bu ödülü almaya gitmedi.

Sezai Karakoç

Ölümü

16 Kasım 2021’de yaşlılığa bağlı geçirdiği kalp krizi sebebiyle İstanbul’daki evinde öldü. 17 Kasım günü Şehzadebaşı Camisi’nde kılınan ikindi namazına müteakip aynı caminin haziresine defnedildi.

Şiir hayatı-anlayışı

Karakoç, şiirle ilgili görüşlerini yazmaya başladığı dönemlerden itibaren şiir anlayışını da yazmıştır. Bu konudaki düşüncelerini “Edebiyat Yazıları” adını verdiği 3 kitapta toplayan Karakoç’un Türk şiirinde son derece özgün bir yeri vardır. Onun şiiri metafizik bir şiirdir. Türk şiiri geleneksel yapısı itibarıyla aslında metafizik bir şiirdir. Ancak bu özellik Tanzimat’tan sonra değişir. Sadece Abdülhak Hamit’te metafizik bir ürperti söz konusu olur. Onunla tekrar başlayan bu anlayış Cumhuriyet’in ilk yıllarında Necip Fazıl Kısakürek’te ve Ahmet Kutsi Tecer’de kendini gösterir. Bunlardan başka Yahya Kemal ve Asaf Halet Çelebi’de de metafizik anlayış görülür. Fakat bu metafizik unsurlar adı geçen hiçbir şairin şiir anlayışını açıklamaz, anlatmaz.

YTÜ Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ali Yıldız’ın tespitiyle Türk şiirini metafizik bir esasa oturtan şair Sezai Karakoç’tur. Karakoç bunu modern şiirin diliyle yapmıştır. O, Batı edebiyatını da iyi incelemiş bir şairdir. Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu düşüncesindedir ve şiirlerini bu yönde geliştirmiştir.

“Edebiyat Yazıları I” kitabındaki ilk yazı metafizik ile ilgilidir. Bu, hangi kavramlara önem verdiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Karakoç geleneksel şiire de yaklaşır ancak dili farklıdır. O, modern şiirin diliyle şiirlerini yazmıştır. Poetikasını anlattığı ikinci yazı soyutlama ile ilgilidir. Nitekim modern sanat genel anlamda soyutlamaya dayanır. Ona göre şair, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış olur, tamamlanması için şairin tekrar somutlaştırması yani soyutlaştırdığı şeyi tekrar yeni bir bağlama oturtması gerekir. Bunu da Diriliş kavramına bağlar.

Dostu Cemal Süreya, ona, yarattığı mistik şiir tarzından ötürü “Sezo” diyordu ve onu, “Mehmet Akif ve Necip Fazıl karışımı şair” olarak tanımlıyordu.

Sezai Karakoç, şairin genel çizgilerini, “pergünt üçgeni” dediği üç ilkeyle anlatır. Peer Gynt, Norveçli yazar Henrik İbsen’in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç, Pergünt’ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder:

Şair, kendi kendisi olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır.”
Şair, kendine yetmeli: “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli.”
Şair, kendinden memnun olmalı: “Eserin şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeye kandırmalı ve bunu da inandırmalı. Ona ‘Beni andırıyor, ah, beni o’ demeli.” Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil “yaşatma sevinci”dir.

Sezai Karakoç

Eserleri

Şiir

  • Şiirler I (Monna Rosa)
  • Şiirler II (Şahdamar-Körfez-Sesler)
  • Şiirler III (Hızırla Kırk Saat)
  • Şiirler IV (Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu)
  • Şiirler V (Zamana Adanmış Sözler)
  • Şiirler VI (Ayinler/Çeşmeler)
  • Şiirler VII (Leylâ ile Mecnun)
  • Şiirler VIII (Ateş Dansı)
  • Şiirler IX (Alınyazısı Saati)
  • Gün Doğmadan (Toplu Şiirler)

Çeviri Şiir

  • Batı Şiirlerinden
  • İslâmın Şiir Anıtlarından

Deneme

  • Edebiyat Yazıları I Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir
  • Edebiyat Yazıları II Dişimizin Zarı…
  • Edebiyat Yazıları III Eğik Ehramlar

Düşünce

  • Ruhun Dirilişi
  • Kıyamet Aşısı
  • Çağ ve İlham I-II-III-IV
  • İnsanlığın Dirilişi
  • Diriliş Neslinin Âmentüsü
  • Yitik Cennet
  • Makamda
  • İslâmın Dirilişi
  • Gündönümü
  • Diriliş Muştusu
  • İslâm
  • İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü
  • Düşünceler I-II
  • Dirilişin Çevresinde
  • Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I-II-III
  • Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I-II
  • Samanyolunda Ziyafet
  • Unutuş ve Hatırlayış
  • Varolma Savaşı
  • Çağdaş Batı Düşüncesinden
  • Çıkış Yolu I-II-III

İnceleme

  • Yunus Emre
  • Mehmet Âkif
  • Mevlânâ

Tiyatro

  • Piyesler I
  • Armağan

Hikâye

  • Hikâyeler-I Meydan Ortaya Çıktığında
  • Hikâyeler-II Portreler

Günlük yazılar

  • Farklar
  • Sütun
  • Sûr
  • Gün Saati
  • Gür

Röportaj

  • Tarihin Yol Ağzında
  • Unutuş ve Hatırlayış
  • Çıkış Yolu I
  • Çıkış Yolu II
  • Çıkış Yolu III

Belgesel

  • Gün Doğmadan

Ödüller

  • 2011: Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü
Ertuğrul Gazi

ERTUĞRUL GAZİ

Ertuğrul Gazi veya Ertuğrul Bey (Osmanlıca: ارطغرل; ö. ~1280, Söğüt), 13. yüzyılın ortalarında Oğuzların Kayı boyunun lideri ve Osmanlı Beyliği’nin kurucusu olan Osman Bey’in babasıdır.

13. yüzyılın ortalarında Orta Asya’daki Cengiz Han’ın Moğol baskısından kaçan Kayılar, ilk olarak Doğu Anadolu civarlarına geldiler. Kayı Boyu beyi Süleyman Şah’ın (veya Gündüz Alp) Fırat Nehri’nden geçerken boğulup vefat etmesi üzerine Ertuğrul Bey, Kayılar’ı Bizans sınırına göç ettirmek istedi. Fakat kardeşleri bu fikrine karşı çıktı. En nihayetinde, bu görüş ayrılıkları nedeniyle Kayılar ikiye bölündü: Ertuğrul’un ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu geride, Ahlat’ta kalırken; Ertuğrul, kardeşi Dündar ile birlikte Batı’ya doğru göç etti.

Anadolu’ya gelmesi ve Söğüt’e yerleşmesi

Anadolu Selçuklu Devleti’nin Bizans İmparatorluğu sınırında bulunan uç emirliklerindeki Türk sayısı, 1243 yılında gerçekleşen Kösedağ Muharebesi sonrasında Anadolu’da başlayan Moğol istilaları sebebiyle artış göstermiş; buna paralel olarak Bizans topraklarına yapılan akınlar artmıştı. Bu akınlar sonucunda, Bizans topraklarında ikinci defa uç beylikleri kurulmaya başlandı.

Sultan Öyüğü (günümüzde Eskişehir) bölgesinde ise, uç topraklarının en ileri hattı olan Söğüt’te yerleşen Türk boyunun başında Ertuğrul Gazi bulunmaktaydı. Ertuğrul Gazi’ye bağlı boyun bu bölgeye ne zaman ve nasıl geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, konu hakkında farklı görüşler mevcuttur.

Ruhî Tarihi’ne göre Ertuğrul Gazi veya atalarının önderliğindeki 340 kişilik Türk boyu, Selçuklular ile birlikte Türkistan’ı terk edip Anadolu’ya gelerek Ankara civarındaki Karacadağ yakınlarına yerleşti. 1222-1230 yılları arasında, İznik İmparatorluğu hükümdarı III. İoannis ile Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı I. Alâeddin Keykubad arasında Eskişehir ve Ankara civarında gerçekleşen mücadelelerden haberdar olan Ertuğrul Gazi, orduya hizmet amacıyla çarpışmalara katıldı. Bu kapsamda Karacahisar’a yapılan kuşatmada yer aldı. Bunu memnuniyetle karşılayan I. Alâeddin Keykubad, Ertuğrul Gazi’yi akıncı başı yaptı. 1230 yılında, Harezmşahlar ile yapılan Yassı Çemen Muharebesi ve Moğollarla yapılan Kösedağ Muharebesi sebebiyle I. Alâeddin Keykubad ile III. İoannis arasında barış sağlandı. Kısa süre sonra I. Alâeddin Keykubad, Ertuğrul Gazi veya atalarına yardımlarından ötürü Söğüt’ü kışlak, Domaniç’i yaylak olarak verdi. Ertuğrul Gazi akınlarına buradan devam ederken, I. Alâeddin Keykubad’ın ayrılmasının ardından Karacahisar elden çıktı. Bunun üzerine Ertuğrul Gazi, yerli tekfurlarla uzlaşma yoluna gitti.

Ruhî Tarihi’nde yer alan bu bilgileri Osmanlı dönemi tarihçisi Neşrî, Ruhî’den aktarmaktadır. Âşıkpaşazâde ise bu anlatılanları kısaltmış ve içeriğini değiştirerek, yaşananları Osman Bey dönemine nakletmiştir.

Başka bir hikâyeye göre ise, Sürmeli Çukur (Aras Nehri vadisi) veya Ahlat’tan Ankara civarındaki Karacadağ eteklerine yerleşen Ertuğrul Gazi ve aşireti, burada bir süre kaldı ve İznik İmparatoru III. İoannis’e karşı I. Alâeddin Keykubad’ın ordusunda yer aldı. Ancak Moğol saldırıları sebebiyle I. Alâeddin Keykubad’ın Konya’ya dönmesinin ardından Ertuğrul Gazi’ye Söğüt’ü kışlak, Domaniç’i yaylak olarak tayin etti.

Ertuğrul Gazi

Ölümü

Ertuğrul Gazi’nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Birçok kaynak onun 1280’li yıllarda (1280, 1281, 1282, 1288 veya 1289) ve tahminen 80’li veya 90’lı yaşlarda vefat ettiğini söylemektedir. Söğüt’te vefat eden Ertuğrul Gazi’nin, oğlu Osman Gazi tarafından yaptırılan bir türbesi bulunmaktadır.

Popüler kültürdeki yeri

19. yüzyılda Osmanlı donanması için inşa edilen bir fırkateyne, onun anısına ismi verilmiştir. 1998’de, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta adına Ertuğrul Gazi Camii inşa edilmiştir.

1988 yılında TRT 1’de yayınlanan Kuruluş “Osmancık” dizisinde Baykal Saran, 2014-2019 yılları arasında yine TRT 1’de yayınlanan Diriliş ”Ertuğrul” dizisinde Engin Altan Düzyatan ve günümüzde ATV’de yayınlanan Kuruluş ”Osman” dizisinde ise Tamer Yiğit tarafından canlandırılmıştır.

Musab Bin Umeyr

MUSAB BİN UMEYR

Mus’ab bin Umeyr (Arapça: مصعب بن عمير d. 585, ö. 625), İslam peygamberi Muhammed’in arkadaşlarındandır. Mekke’nin en zengin ailelerinden birine mensuptu. İslam peygamberi Muhammed ondan şu sözlerle bahseder: Mekke’de Mus’ab bin Umeyr’den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim. Medineli müslümanlarla Muhammed arasında yapılan ilk antlaşma olan Birinci Akabe Biatı’ndan sonra bizzat Muhammed tarafından İslam’ın tebliğ edilmesi için Medine’ye gönderilen sahabedir.

Hayatı

Muhammed’in insanları İslam’a davet ettiğini duyan Mus’ab bin Umeyr, İbn Erkam’ın evine gelerek İslam’ı kabul eder. Müslüman olduğunu duyan akrabaları onu hapseder. Müslümanların Habeşistan’a hicret edeceğini duyan Mus’ab, kaçarak hicret kervanına katılır ve Habeşistan’a gider.

Bir süre sonra Habeşistan’dan döndü. Medineliler’den bir grup İslam’ı kabul etti ve Muhammed’den kendilerine İslam’ı anlatacak öğreticiler talep etti. Bu görev Mus’ab bin Umeyr’e verildi. Medine’de Es’ad bin Zürare’nin evinde kalan Mus’ab bin Umeyr (r.a) birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Medine’ye ilk hicret eden sahabi Mus’ab bin Umeyr’dir. Kendisine verilen bu görev dolayısıyla Mus’ab, İslam’da ilk öğretmen olarak kabul edilir. Medine’de ilk cuma namazı kıldıranın da’ o olduğu rivayet edilir.

Mus’ab bin Umeyr Bedir ve Uhud savaşlarına katıldı. Her ikisinde de İslam ordusunun bayraktarlığını yaptı.

Musab Bin Umeyr

Ölümü

Mekke paganlarından İbn-i Kâmia adında biri Muhammed’e saldırırken, Mus’ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu pagan, bir kılıç darbesiyle Mus’ab bin Umeyr’in sağ kolunu kesti. Mus’ab bunun üzerine sancağı derhal sol eline aldı. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. Bu haliyle kendini Muhammed’e siper yapan Mus’ab bin Umeyr’in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücûduna bir mızrak sapladı. Musab bin Umeyr mızrağı çıkarıp yerine sancağı taktı, daha sonra yere yıkıldı ve yaşamını yitirdi.

Defni sırasında onu kefenleyecek örtü bulunamadı. Sahabelerden Habbab, bu olayı şu şekilde rivayet eder:

“Biz Muhammed’le birlikte Medine’ye yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık mükâfatını Allah’tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan âhirete gidenler vardır ki Mus’ab bin Umeyr bunlardan biridir. O Uhud günü şehid olmuştu da kendisini saracak bir kefen dahi bulamamıştık. Yalnız şehidin bir kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını örterken ayakları açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu yoksulluk karşısında, Muhammed bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de izhîr denilen kokulu ottan koymamızı emretti”.

Ammar Bin Yasir

AMMAR BİN YASİR

Ammar bin Yasir (Arapça: عمار بن ياسر;‎ doğum: 570, Mekke – ölüm: 657, Sıffin), en tanınmış sahabelerden biridir ve ailesi ile birlikte ilk 13 Müslüman arasındadır. Şii Müslümanlara göre, Ali bin Ebu Talib’i destekleyen (Ali Şiası) Dört Sadık Sahabi’den biridir. İslam’ın ilk şehitlerinden olan annesi ve babası gibi bazı ilk Müslümanlara uygulanan işkencelerden sağ çıkan tek kişidir. Ertesi sene İslam peygamberi Muhammed ile birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etmiştir. Hadise göre, kendisini öldürenleri cennete davet edecek olmasına rağmen, kendisini öldüren grup Ammar bin Yasir’i cehenneme çağıracaktır. Muaviye güçleri tarafından Sıffin’de (günümüzde Suriye’nin Rakka şehri) 657 yılında öldürüldü. İlk camiyi inşa etmiştir.

İslam öncesi

Ammar, İslam peygamberi Muhammed gibi ‘Fil’ yılında (570) doğmuştur. Ammar, İslam’dan önce de Muhammed’in arkadaşıydı. Hatice el-Kübra ile evlenmesine vesile olanlardandır. Beni Adiyy kabilesinin kölelerindendi.

Müslümanlığı

Annesi, İslam’ı kabul eden yedinci kişi olan Sümeyye bint Hayat (Muhammed Hamidullah’a göre Türk kökenli), babası ise Yasir bin Emir idi. Ammar bin Yasir’in annesi ve babası, Muhammed’in akrabaları ve yakın dostları dışında İslam’ı kabul eden ilk kişilerdi. Hicret’ten (622) önceki son yıl içinde, Mekke paganları onlara işkence yapıp onları çarmıha gerdirerek öldürmüşlerdir. Böylece Ammar’ın annesi ve babası, İslam’ın verdiği ilk şehitlerdi.

Ammar Bin Yasir

İşkence

Mekkeli paganlardan Amr bin Hişam (Ebu Cehil), Peygamber Muhammed’in dostlarına işkence uygulardı. Ammar’ın ailesi en çok işkence görenlerdi. Ammar ve Bilal, Ammar’ın annesi ve babasının kaderini neredeyse paylaşacaklardı ancak Hz. Hamza paganların Ammar’ı ve birçok Müslümanı çölde sakladıkları yeri bulmuş ve onları kurtarmak için imdatlarına yetişmiştir.

Ebu Bekir’in hilafeti

İrtidad savaşları esnasında, Ammar, peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime’nin lideri olduğu Yamama Kabilesi güçlerine karşı savaşırken bir kulağını kaybetmiştir.

Ali bin Ebu Talib’e sadakati

Ammar bin Yasir, Ali’ye olan sadakatiyle ünlü olup, Şia tarafından Muhammed’in ölümünden sonra onun hilafet hakkını en sadık bir şekilde savunanlardan biri olarak kabul edilmektedir. Bedir gazvesinin kahramanlarından sayılır. Aynı zamanda bazı askeri birliklerin komutanlığını yapmıştır.

Ölümü

Sıffin Savaşı’nda (657) Muaviye güçleri tarafından öldürülmüştür. Onu öldürenler İbni Havva Esaksaki ve Ebu el-Adiye idi.

Bir hadis kaynağında şöyle anlatılıyor:

İkrime anlatıyor: “İbnu Abbas, bana ve oğlu Ali’ye:
“Ebu Said’e gidin, onun rivayet ettiği hadisi dinleyin! dedi. Biz de gittik. Onu, bakımını yapmakta olduğu bir bahçede bulduk.” (Bizi görünce) ridasını alıp sarındı. Sonra bize (en baştan) anlatmaya koyularak, mescidin inşaasını zikretmeye kadar geldi ve:
“Biz kerpiçleri tane tane taşıyorduk. Ammar ise (biri kendi, biri de Resulullah adına) ikişer ikişer taşıyordu. Resulullah onu gördü. Üzerindeki toprakları çırpmaya başladı ve:
“Vay Ammar’a! Onu bâği (asi) bir grup öldürecek. Bu, onları cennete çağırır, onlar da bunu ateşe çağırır!” buyurdu.”
İkrime’den aktarılan hadis şöyledir: “Müjde sana ey Ammâr, isyankâr bir grup tarafından öldürülüp şehît olacaksın. Sen onları cennete davet edeceksin, onlar da seni cehenneme”.

Mimar Sinan

MİMAR SİNAN

Mimar Sinan, veya Koca Mi’mâr Sinân Âğâ, (Sinaneddin Yusuf – Abdulmennan oğlu Sinan), (Osmanlı Türkçesi: قوجه معمار سنان آغا; y. 1488/90 – 17 Temmuz 1588), veya Koca Sinan, Osmanlı başmimarı ve inşaat mühendisi. Kariyerinde önemli eser verdiği Osmanlı padişahları Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat dönemlerinde başmimar olarak görev yapan Mimar Sinan, yapıtlarıyla geçmişte ve günümüzde dünyaca tanınmıştır. Şaheseri, “ustalık eserim” dediği Selimiye Camii’dir.

Hayatı

Etnik Kökeni ve Devşirilmesi

Sinaneddin Yusuf’un Ermeni veya Rum olduğunu iddia edenler olmuştur fakat en güçlü iddia Sinaneddin Yusuf’un Kayseri’nin Agrianos (bugün Ağırnas) köyünde Karamanlı (Türk Ortodoks) bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğidir.

Mimar Sinan uzmanı olan Selçuk Mülâyim, Mimar Sinan’ın etnik kökeni hakkında şunları yazmıştır:

Âdet olduğu üzere devşirilen çocuk bir ön eğitimden geçmek üzere köklü Osmanlı ailelerinden birinin yanına verilir, bu beraberlik sırasında İslâm dini kadar Türkçe’yi de öğrenmesi sağlanırdı. İlginçtir ki Sinan’ın bir aile yanına verildiğini gösteren hiçbir kayıt yoktur. Ayrıca daha erken yaşlarda şiir yazdığı açıktır. Bir başka deyişle onun konuştuğu dil baştan beri Türkçe idi. Karaman bölgesinde Türk Ortodoks kitlenin büyük bir kısmı Kayseri ve çevresinde yaşamaktaydı. Sinan’ın çocukluk arkadaşları ve akrabaları arasında rastlanan İnci, Kumru, Suna, Kaya, Karaç, Budak, Yahşi, Bahadır, Gülistan ve Tanrıverdi gibi isimler birkaç yönden dikkat çekicidir. Öncelikle bu isimlerin İslâmî olmadığı çok açıktır. Öte yandan bunlar arasında Niko, Yani, Kirkor, Ohannes gibi isimlere de rastlanmamaktadır. Sinan’ın öteden beri bölgede yerleşik Türk Ortodoks ailelerinden birinin çocuğu olması akla en yatkın ihtimal gibi görünmektedir.

Hangi tarihte devşirildiği bilinmemekle birlikte İstanbul’a geldiğinde yirmi iki yaşında olduğu ileri sürülür. Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a gelmiş Yeniçeri Ocağına alınmıştır.

« “Bu değersiz kul, Sultan Selim Han’ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbul’a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.” »
(Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye)

Mimar Sinan

Yeniçerilik Dönemi

Abdulmennan oğlu Sinan, Mimar olarak Yavuz Sultan Selim’in 1514 Çaldıran Savaşı, 1517 Mısır seferine katıldı. 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad Seferine Yeniçeri olarak katıldı. 1522’de Rodos Seferine Atlı Sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç Meydan Muharebesi’nden sonra, gösterdiği yararlıklar sebebiyle takdir edilerek Acemi Oğlanlar Yayabaşılığına (Bölük Komutanı) terfi ettirildi. Sonraları Zemberekçibaşı ve Başteknisyen oldu.

1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın İran Seferi sırasında Van Gölü’nde karşı sahile gitmek için Mimar Sinan iki haftada üç adet kadırga yapıp donatarak büyük itibar kazandı. İran Seferinden dönüşte, Yeniçeri Ocağı’nda itibarı yüksek olan Hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Moldova seferlerine katıldı. 1538 yılındaki Karaboğdan Seferinde ordunun Prut Nehri’ni geçmesi için köprü gerekmiş bataklık alanda günlerce uğraşılmasına karşın köprü kurulamamış görev Kanuni’nin veziri Damat Çelebi Lütfi Paşa’nın emriyle Abdulmennan oğlu Sinan’a verilmiştir.

« Hemen adı geçen suyun üstüne bir güzel köprünün yapımına başladım. 10 günde yüksek bir köprü yaptım. İslam ordusu ile bütün canlıların şahı, sevinçle geçtiler. »
(Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye)
Köprünün yapımından sonra Abdulmennan oğlu Sinan 17 yıllık yeniçerilik hayatından sonra 49 yaşında Başmimarlık görevine atanır.

« Yeniçeri ocağındaki yolumdan ayrılacak olma düşüncesi elem verse de sonunda yine mimarlığın camiler inşa edip birçok dünya ve ahret muradına vesile olacağını düşünüp kabul ettim. »
(Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye)

Başmimarlık Dönemi

1538 yılında Hassa başmimarı olan Sinan, başmimarlık görevini Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat zamanında 49 yıl süre ile yapmış Mimar Sinan’ın, mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar: Halep’te Husreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesidir. Halep’teki Hüsreviye Külliyesinde, tek kubbeli cami tarzı ile, bu kubbenin köşelerine birer kubbe ilave edilerek yan mekânlı cami tarzı birleştirilmiş ve böylece Osmanlı mimarlarının İznik ve Bursa’daki eserlerine uyulmuştur. Külliyede ayrıca, avlu, medrese, hamam, imaret ve misafirhane gibi kısımlar bulunmaktadır. Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesinde renkli taş kakmalar ve süslemeler görülür. Külliyede cami, türbe ve diğer unsurlar ahenkli bir tarzda yerleştirilmiştir. Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri olan Haseki Külliyesi, devrindeki bütün mimari unsurları taşımaktadır. Cami, medrese, sübyan mektebi, imaret, darüşşifa ve çeşmeden oluşan külliyede cami, diğer kısımlardan tamamen ayrıdır, Mimar Sinan’ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Bunların ilki İstanbul’daki Şehzade Camii ve külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe tarzında inşa edilen Şehzade Camii, daha sonra yapılan bütün camilere örnek teşkil etmiştir. Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde, 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır.

Mimar Sinan

Mimar Sinan’ın en büyük eseri ise, 86 yaşında yaptığı ve “ustalık eserim” diye takdim ettiği, Edirne’deki Selimiye Camiidir (1575). Mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eskileri restore etti. Bu konudaki en büyük çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573’te Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine, takviyeli duvarlar yaptı ve eserin bu günlere sağlam olarak gelmesini sağladı. Eski eserlerle abidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Camii ve Rumeli Hisarı civarına yapılan bazı ev ve dükkânların yıkımını sağladı. İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanmasıyla uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususta ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarıyla bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir. Büyükçekmece Köprüsü üzerinde kazılı olan mührü, onun aynı zamanda mütevazı kişiliğini de yansıtmaktadır. Mühür şöyledir:

« “El-fakiru l-Hakir Ser Mimaranı Hassa”
(Değersiz ve muhtac kul, Saray özel mimarlarının başkanı) »
Eserlerinin bir kısmı İstanbul’dadır. 1588’de İstanbul’da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camii’nin yanında kendi yaptığı sade türbeye defnedilmiştir.

Mimar Sinan Türbesi, İstanbul Müftülüğü’nün sütunlu kapısından çıkınca hemen solda, iki caddenin kesiştiği noktada Fetva Yokuşu başında sağda, Süleymaniye Camii’nin Haliç duvarının önünde, beyaz taşlı sade bir türbedir. Mezarı 1935 yılında Türk Tarihini Araştırma Kurumu üyeleri tarafından kazılmış ve kafatası incelenmek üzere alınmış ancak sonraki restorasyon kazısında kafatasının yerinde olmadığı görülmüştür.

1976’da Uluslararası Astronomi Birliği’nin aldığı kararla Merkür’deki bir krater Sinan Krateri olarak isimlendirilmiştir.

Mimar Sinan

Eserleri

Mimar Sinan 81 cami, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarethane, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 375 eser yapmıştır. Ayrıca, Edirne ilindeki Selimiye Camisi Dünya Kültür Mirası listesindedir.

Mimar Sinan

Popüler Kültürde Yeri

1976’da Merkür’de keşfedilen bir kratere Uluslararası Astronomi Birliği tarafından, Mimar Sinan’a ithafen ”Sinan” ismi verildi.

İstanbul’da bulunan bir devlet üniversitesine 1982 yılında “Mimar Sinan Üniversitesi” adı verildi. 2003 yılında adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak değiştirildi.

Mimar Sinan’ı konu alan çok sayıda roman ve tiyatro oyunu yayınlanmıştır. Abidin Dino’nun Sinan ve Arthur Stratton’un Sinan isimli biyografik romanları en bilinenler arasındadır.

2003 yapımı Hürrem Sultan dizisinde Mehmet Çerezcioğlu tarafından canlandırıldı. 2011 yapımı Muhteşem Yüzyıl dizisinde birkaç bölüm Gürkan Uygun tarafından canlandırılmıştır.

2021’de Sinan Operası bestelendi.

Adnan Menderes

ADNAN MENDERES

Ali Adnan Menderes (1899 – 17 Eylül 1961), Türk siyasetçi. 1950-60 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı görevinde bulundu. Ayrıca, aynı tarihler arasında kurucuları arasında yer aldığı Demokrat Parti (DP) Genel Başkanlığını yürüttü. Menderes, Türkiye siyasi tarihine idam edilen ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak geçti. 1990’da Türkiye Büyük Millet Meclisi çıkardığı yasayla, Menderes ve onunla beraber idam edilen Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya itibarlarını iade etti.

Türk Kurtuluş Savaşı’na katıldı ve sonrasında İstiklâl Madalyası aldı. Siyasi kariyerine Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda başlayan Menderes, partinin kendini feshetmesinin ardından Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) katıldı ve ilk defa 1931 Türkiye genel seçimlerinde Aydın milletvekili olarak meclise girdi. Ayrıca 1935, 1939 ve 1943 Türkiye genel seçimlerinde de CHP Aydın milletvekili olarak tekrar mecliste görev aldı. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün ardından CHP’nin başına geçen İsmet İnönü’nün bütün üretim araçlarını devletleştirme faaliyetlerine karşı çıktı. Dörtlü Takrir olayı ve parti içi muhalefetten dolayı 1945 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nden ihraç edildi.

1945’te, CHP’den birlikte ihraç edildikleri arkadaşları Celâl Bayar, Mehmet Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ile Demokrat Parti’yi kurdu. Parti, katıldığı ilk seçimde Türkiye Büyük Millet Meclisinde 61 sandalye kazandı. 1950 Türkiye genel seçimlerinde DP %52,7, CHP ise %39,4 oy aldı. DP 13 puan farkla kazanmasına rağmen seçimde kullanılan çoğunluk sistemi nedeniyle DP 420, CHP ise sadece 63 milletvekili çıkardı. Menderes 19. Türkiye Hükûmeti’ni kurarak başbakanlık görevine başladı. Bu görevini 1960 yılına kadar on yıl boyunca sürdürdü. Başbakanlığı döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %7,8 oranında büyüdü ve Türkiye’nin gayri safi millî hasılası dünya toplamının binde 6,43’ünden, binde 7,52’sine yükseldi. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Yassıada Yargılamaları sonucu 9 ay 27 gün süren duruşmalar sonunda idam cezasına çarptırıldı ve 17 Eylül 1961 tarihinde Bursa’nın İmralı adasında idam edildi.

Adnan Menderes

İlk yılları

Adnan Menderes, 1899’da Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Aydın Vilayeti’nin Koçarlı ilçesinin Çakırbeyli köyünde toprak ağası varlıklı bir çiftçinin oğlu olarak doğdu. Kırım Tatarı asıllı olan büyük babası Hacı Ali Paşa, Konya’dan Tire tarafına göç etmiştir. İbrahim Etem Bey ile Tevhide Hanım’ın oğludur. Kız kardeşi Melike küçük yaşta ölmüştür. I. Dünya Savaşı öncesinde önce Karşıyaka’da forvet, daha sonra Altay’da kalecilik olmak üzere futbol oynadı. İlkokuldan sonra, İzmir Amerikan Kolejinden mezun oldu. I. Dünya Savaşı’nda yedek subay eğitimi gördü, fakat zehirli sıtma hastalığına yakalandığı için cepheye gidemedi. Türk Kurtuluş Savaşı’na katıldı ve İstiklal Madalyası aldı. Evliyazade ailesinden Fatma Berin Hanım (1905 – 22 Nisan 1994) ile evlenmiş ve Yüksel, Mutlu, Aydın olmak üzere üç oğlu olmuştur.

Milletvekili seçildikten sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine devam etti ve 1935 yılında mezun oldu.

Siyasi hayatı

Cumhuriyet Halk Partisi dönemi

Aydın’da, 1930’da, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın bir kolunu kısa süreli olarak organize etti. Partinin kendini feshetmesinden sonra Cumhuriyet Halk Partisi’ne geçti. Daha sonra 1931 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nden Aydın milletvekili seçildi. Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü CHP’nin başına geçince İnönü’nün bütün üretim araçlarını devletleştirme faaliyetlerine karşı çıktı. Menderes en sert çıkışını ise “çiftçiyi topraklandırma yasası” görüşülürken yaptı. Mevcut tasarının 6. maddesi devlet elindeki topraklarla birlikte o bölgedeki toprak ağalarının elindeki toprakların tarıma elverişli yerlerde 5.000 dekardan, elverişsiz yerlerde ise 2.000 dekardan fazlasının kamulaştırılıp köylüye dağıtılmasını öngörüyordu. Menderes (Menderes’in kendisi de bir toprak ağasıydı. Aydın’daki 30.000 dönümlük Çakırbeyli Çiftliği Menderes’e dedesinden kalmıştı.) ve diğer bazı milletvekilleri, özel mülkiyete tecavüz edilmek istendiğini belirterek bu tasarıya karşı çıktılar. Bu tasarı üzerine Menderes, Türkiye’de zaten tüm arazilerin %70’ten fazlasının devletin mülkiyetinde olduğunu ve İsmet Paşa’nın geriye kalan özel mülkleri de devletleştirerek Sovyetler Birliği’ndeki gibi tarımı kolhozlaştırmak istediğini açıklayarak üç arkadaşıyla birlikte Dörtlü Takrir’i verdi. Dörtlü Takrir olayı ve parti içi muhalefetten dolayı 1945 yılında CHP’den ihraç edildi.

Demokrat Parti dönemi

7 Aralık 1945’te, CHP’den birlikte ihraç edildikleri arkadaşları Celâl Bayar, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ile Demokrat Parti’yi kurdu. 1947’de yapılması gereken seçimler CHP tarafından bir yıl öne alındı. Bu seçimleri CHP %85 oy oranı ile kazandığını ilan etti ancak seçimlerde “açık oy – gizli tasnif” usulü uygulandığı için seçimlerin şaibeli olduğu iddia edildi. 1946 seçimlerinden sonra muhalefet ve iktidarın arasında şiddetli kavgalar görülmeye başladı. DP ve CHP’nin arası günden güne açılıyordu. Ancak Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 12 Temmuz 1947’de yayımladığı 12 Temmuz Beyannamesi ile CHP içindeki sertlik yanlılarını durdurdu. Muhalefete karşı sert bir tutum takınan başbakan Recep Peker istifa etti. Demokrat Parti Genel Başkanı Celâl Bayar da, dönemin “Millî Şef”i İsmet İnönü’nün demokratik seçimlere izin vermesini sağlamak için “Devr-i Sabık yaratmayacağız” dedi (yani iktidara geldikten sonra yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız). Bunun üzerine bazı DP’liler partilerinden istifa ederek 19 Temmuz 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak önderliğinde, Osman Bölükbaşı ile birlikte Millet Partisi’ni kurdular.

1950 yılında seçimlerden önce seçim yasası da değiştirilerek seçimlerde yargı güvencesi ve “gizli oy – açık tasnif” sistemi getirildi. 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde DP %52,7, CHP ise %39,4 oy aldı. DP 13 puan farkla kazanmıştı ancak seçimde kullanılan çoğunluk sistemi nedeniyle DP 420, CHP ise sadece 63 milletvekili çıkardı. TBMM başkanlığına Refik Koraltan, cumhurbaşkanlığına DP genel başkanı Celâl Bayar seçildi. Yeni cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Menderes’i başbakan olarak görevlendirdi. Aslında pek çok kişi bu görev için Fuad Köprülü’nün getirilmesini bekliyordu. Yeni hükûmet 22 Mayıs’ta göreve başladı. Köprülü bu kabinede dışişleri bakanı oldu. Adnan Menderes’in 10 yıllık başbakanlık döneminde Türk iç ve dış politikasında büyük değişimler oldu. 1. Menderes Hükûmetinin ilk icraatı fazla masraf olduğu gerekçesiyle devlete ait otomobilleri satmak oldu. Menderes döneminde, paralara mevcut cumhurbaşkanının resminin basılması uygulamasını kaldırılmış, tekrar ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün resimleri basılmaya başlanmıştır.

Daha sonra, o döneme kadar Türkçe okunan ezanın Arapça okunması serbest bırakıldı. Yeni kurulan DP hükûmeti, 6 Haziran 1950’de, askerî darbe planladıkları gerekçesiyle başta Genelkurmay Başkanı Nafiz Gürman olmak üzere bütün üst komuta kademesi dâhil olmak üzere 15 general ve 150 albayı re’sen emekliye sevk etti.

1951 yılında Menderes hükûmeti Türkiye’nin Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletler kuvvetlerine Türk Tugayı ile katılmasına karar vererek CHP’liler tarafından çok tartışılan bir karara imza attı. Bu, aslında Türkiye’nin Soğuk Savaş’ta Batı Bloku tarafında yer aldığını göstermek için yaptığı bir siyasi manevraydı. Bunun neticesinde, Türkiye 1952’de NATO’ya tam üye olarak kabul edildi. Aynı yıl NATO’nun isteği üzerine komünizme karşı gayrinizami harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla Özel Harp Dairesi kuruldu.

1953 yılında CHP’nin tek parti iktidarı sırasında edindiği malları haczedildi ve hazineye aktarıldı. Halkevleri kapatıldı ve CHP döneminde çoğu kapatılan köy enstitüleri öğretmen okullarına dönüştürüldü.

1950-1954 yıllarında Türkiye ekonomide kalkınma dönemine girdi. Bu dönemde serbest piyasa ekonomisine geçişe hız verildi. Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi. Yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarıldı. Gelen krediler özellikle tarım alanında kullanılmaya başladı. Tarımda makineleşme çalışmaları yoğunlaştırıldı. Marshall Planı’nın da katkısıyla ülkede yeni sanayi tesisleri kuruldu. 1954 yılında Türkiye Vakıflar Bankası kuruldu. Bu dönemde Türkiye’nin Gayri safi millî hasılası yılda ortalama %9 oranında büyüdü.

2 Mayıs 1954 tarihinde yapılan seçimlerde DP büyük bir zafer kazandı. Oyların %57’sini alarak iktidarını tek başına devam ettirdi. Bu oy oranı, 150 yıldan beri fasılalarla batılılaşmaya, modernleşmeye ve demokrasiyi uygulamaya çalışan Türkiye tarihinde demokratik bir seçimde bir siyasi parti tarafından ulaşılan en yüksek orandı ve bir daha da bu orana ulaşılamadı. DP 502, CHP %35,9 oy oranı ile 31, CMP %4 oy oranı ile 5, bağımsızlar 3 milletvekili çıkardı. 17 Mayıs’ta Menderes 3. kabinesini açıkladı. Bu kez kendisine daha yakın isimleri bakan olarak seçmişti çünkü önceki 4 yıl içinde İçişleri Bakanı 5, İşletmeler Bakanı 5, Çalışma Bakanı 5, Ulaştırma Bakanı 4, Gümrük ve Tekel Bakanı 4 kez değişmişti.

1955 yılında ekonomide tıkanmalar başlamıştı. Dış borçlar giderek artıyordu, ödeme dengesi bozulmuştu, döviz girişi yeterli değildi. Bu durum ülkede çeşitli sıkıntılara neden olmaya başladı. DP meclis grubunda ekonomik gelişmeler nedeniyle huzursuzluk giderek artıyordu. Yine bu dönemde Birleşik Krallık’ın, egemenliği altında bulunan Kıbrıs’tan yeni düzenlemeler yaparak çekilmek istemesi üzerine 29 Ağustos 1955’te Londra’da Yunanistan, Birleşik Krallık ve Türkiye arasında üçlü görüşmeler başladı. Görüşmelerin ilk turunda hiçbir sonuç alınamadı. Yunanistan adanın kendi kaderini kendisinin belirlemesi gerektiğini, Birleşik Krallık üçlü bir askerî yönetimi, Türkiye ise statüko bozulacaksa adanın kendisine verilmesini istiyordu.

Bu arada Kıbrıs’ta 1 Nisan 1955’te faaliyete geçen ve Kıbrıslı Türklere saldırmaya başlayan, Türk köylerini yakıp yıkan, EOKA’ya karşı, Türk halkının savunmasını yapacak bir örgütlenme ihtiyacı duyan Kıbrıs Türkleri, çeşitli küçük mukavemet grupları oluşturmuştu. 27 Temmuz 1957’de Adnan Menderes’in talimatı ile Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) Fatin Rüştü Zorlu ve Korgeneral Daniş Karabelen’in önderliğinde Rıza Vuruşkan, Burhan Nalbantoğlu, Rauf Denktaş ve Kemal Tanrısevdi tarafından Lefkoşa’da Türk Mukavemet Teşkilatı kuruldu. Menderes tarafından örtülü ödenekten finanse edilen TMT, küçük grupları birleştirerek tüm Kıbrıs adasına yaygın, her Türk köyünde varlık gösteren, Rumların EOKA örgütüne karşı çarpışan güçlü bir mukavemet teşkilatı olmuştur.

Adnan Menderes

6-7 Eylül Olayları

Kıbrıs konusunda Londra’da ikinci tur görüşmeler yapılırken 6 Eylül 1955 gecesi İstanbul’da bazı gazetelerin Selânik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığını yazması üzerine azınlıklara karşı olaylar çıktı. Ağırlıklı olarak Rumlara karşı yönelen olaylarda 73 kilise, 8 ayazma, 1 havra, 2 manastır, 4.340 dükkân, 110 otel ve lokanta, 21 fabrika ve 3.600 ev saldırıya uğradı, 1 papaz olaylar sırasında öldürüldü. Tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçen bu olaylar sebebiyle TBMM olağanüstü toplandı. DP İstanbul milletvekili Aleksandros Hacopulos Olayların oluş şekli tertip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. dedi ve kolluk kuvvetlerin olaylar sırasında gösterdiği kayıtsızlığa dikkat çekti. Bunun üzerine hükûmet adına konuşan Başbakan yardımcısı Fuad Köprülü hükûmetin olaylardan haberi olduğunu ancak gün ve saatinin muayyen olmadığını açıkladı. Bugün hâlâ 6-7 Eylül Olayları’nın DP hükûmeti-Özel Harp emri ve bilgisi dâhilinde bir tertip olduğu, çeşitli çevrelerce ve Özel Harp Dairesi eski başkanlarından Em. Org. Sabri Yirmibeşoğlu tarafından da doğrulanmaktadır.

6-7 Eylül Olayları sonrasında bazı milletvekillerinin ceza yasasına ispat hakkı getirilmesini istemesi kargaşaya yol açtı. Hükûmetin karşı çıktığı yasa tasarısının kabulü için çalışan 9 milletvekili DP’den ihraç edildi. Bunun üzerine 10 milletvekili de DP’den istifa etti. 15 Ekim 1955’te DP büyük kongresi yapıldı ve Menderes tekrar genel başkan seçildi. 22 Kasım 1955’te toplanan DP Meclis Grubu izlenen ekonomi politikaları ile ilgili gensoru açılmasını kabul etti. 29 Kasım’da grup tekrar topladı. Toplantıda meclis grubunun istifa baskılarına dayanamayan Ticaret ve Ekonomi Bakanı Sıtkı Yırcalı ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan istifa etti. Grup daha sonra kürsüye Fatin Rüştü Zorlu’yu çağırdı ve Döviz Komitesi üyesi de olan Başbakan Yardımcısı’nın bütün görevlerinden istifa etmesi için tempo tutmaya başladı. Bunun üzerine Fatin Rüştü Zorlu bütün görevlerinden istifa etti. Daha sonra Menderes’i alkışlarla karşılayan grup 3 bakanı indirdikten sonra güvenoyu verdi. Aralarında Hüsamettin Cindoruk’un da bulunduğu, DP’den istifa edenler 20 Aralık 1955’te siyasal alanda liberal, iktisadi anlamda devletçi Hürriyet Partisi’ni (HP) kurdu. Mecliste siyaset sertleşmeye başlamıştı. 7 Eylül 1957’de Fuad Köprülü DP’den istifa etti. Hükûmet seçimleri bir yıl erkene aldı, Seçim Yasası’nı değiştirerek seçimlerde partilerin ittifak yapmasını önleyecek maddeler ve partisinden istifa eden bir kişinin 6 ay geçmeden başka bir partiden milletvekili seçilmesini engelleyecek bir madde ekledi. Basın bu maddeye “Köprülü Maddesi” adını taktı. 27 Ekim 1957’de seçimler yapıldı. DP %48 oy alarak 424 milletvekili çıkardı. CHP %41 oy oranı ile 186, HP ve CKMP ise dörder milletvekili ile meclise girdi. Bu durumda muhalefet %52 oy oranı ile 178 sandalye, DP ise %48 oy oranı ile 424 sandalye almış oluyordu. Bu yüzden muhalefet azınlık iktidarı deyimini kullanmaya başladı.

Menderes 1957 seçimlerinden sonra İstanbul’da imar çalışmalarına ağırlık verdi ve Barbaros Bulvarı, Büyükdere Caddesi, Vatan Caddesi, Millet Caddesi ve Eski Edirne Asfaltı (şimdiki E-5 otoyolu) yollarını açtı. Bu arada, en ileri teknolojilerin Türkiye’ye getirilmesi ve yeni nesillere öğretilmesi için Amerikan Ford Vakfı’nın yardımıyla Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesini, Trabzon’da da Karadeniz Teknik Üniversitesini kurdu. Böylece, 1773 yılında Padişah I. Abdülhamit tarafından “Mühendishane-i Bahr-i Hümayun” adıyla kurulan İstanbul Teknik Üniversitesinden 180 sene sonra Türkiye’de iki tane daha teknik üniversite kurulmuş oldu.

Adnan Menderes

Uçak kazası

17 Şubat 1959’da Kıbrıs konusunda Yunanistan’la imzalanan ikili antlaşmanın ardından üçlü görüşmeler için Birleşik Krallık’a giden Menderes’in, uçağının Londra Gatwick Havalimanı yakınlarında alçalırken düşüp parçalanmasına karşın kazadan yara almadan kurtulması ise muhalefetle kısa süreli bir yumuşamaya yol açtı.

1959 yılında Menderes Hükûmeti’nin ortaklık anlaşmasını imzalamasıyla Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.

Ekonomi politikaları

Menderes iktidarlarının önceki döneminde alınan borçların geri ödenememesi ve dış ticaret açığının çok artması yüzünden 1958 yılından itibaren Türkiye ekonomisi zorluklar yaşamaya başladı. Cumhuriyet tarihinin en yüksek oranlı devalüasyonu yapıldı, dolar 2 liradan 9 liraya çıkarıldı. Türkiye 600 milyon dolar dış borcunu ödeyemeyeceğini açıklayarak moratoryum (borçların ödenemeyeceği ve yeni bir ödeme planına bağlanması ilanı) ilan etti ve IMF ilk stand-by anlaşması imzalandı. Menderes, liberal ve dışa açık bir iktisat görüşüne sahipti, özel girişime geçmiş iktidarlara göre daha fazla serbesti tanıdı. Ekonomik girişimleri önceleri toplumun yoksul kesimini mutlu etti, ancak uzun vadede ekonominin dengesi bozuldu, aşırı dış alıma sebep oldu. Sanayileşme ve ekonomik gelişmeyle birlikte kırsal kesimden İstanbul gibi büyük şehirlere göç hızlandı. Bu yüzden büyük şehirlerde ilk gecekondu mahalleleri oluşmaya başladı. Menderes, en çok eleştiriyi, dışa bağımlılık politikaları yüzünden almıştır. Tek parti döneminde kurulan bazı traktör ve basma fabrikaları Menderes döneminde özelleştirildi veya ekonomik olmadıkları için kapatıldı. Nuri Demirağ tarafından kurulduktan sonra İsmet İnönü tarafından devletleştirme kapsamına alınan uçak ve uçak motoru fabrikaları, Eskişehir tank fabrikası ve Kırıkkale silah fabrikası Menderes döneminde NATO standartlarına uymadıkları gerekçisiyle kapatıldılar. Nuri Demirağ, THK aleyhine açtığı davasını kaybettikten sonra, Türkiye’de adalet kavramının gelişmesi için tek-parti diktatörlüğünün devrilerek çok-partili demokratik düzenin getirilmesi gerektiğine inanmıştı. Bu düşünceyle siyasete atıldı. 1945 yılında Türkiye’nin çok partili dönemdeki ilk muhalefet partisi olan Millî Kalkınma Partisi’ni kurdu. Parti, 1946 ve 1950 seçimlerinde meclise giremedi. 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’den adaylığını koydu, Sivas milletvekili oldu.

1930’ların sonlarında başlatılan Banknot Matbaası kurma işi İkinci Dünya Savaşı nedeniyle aksadı; ancak 1951 yılında kuruluş süreci yeniden başlatıldı ve 1958 yılında Ankara’da Banknot Matbaası kurularak, ilk banknotların Birleşik Krallık’ta basılmaya başlanmasından 120 sene sonra Türkiye Cumhuriyeti banknotlarının artık Türkiye’de basılması sağlandı.

Menderes’in Başbakan olarak tek başına iktidarda bulunduğu 1950-1960 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %7.8 oranında büyüdü ve Türkiye’nin GSMH’si Dünya toplamının binde 6,43’ünden, binde 7,52’sine yükseldi.

Eleştiriler

İlk olarak CHP hükûmetinin 1948’de kurduğu imam hatip kursları imam hatip liselerine dönüştürüldü, bunların sayıları arttı.

Eleştirilen bir diğer nokta ise, Türkiye’nin dış politikada NATO ile birlikte hareket etmesi ve Cezayir’in bağımsızlık savaşı sırasında Fransa’nın iç meselesi olduğu görüşünün benimsenip 1958’deki Cezayir’in bağımsızlığı oylamasında çekimser oy kullanılmasıdır.

Adnan Menderes

27 Mayıs dönemi

1955 Yılından itibaren ekonomideki sıkıntıların ve 6-7 Eylül olayları gibi sebeplerle ülkede siyaset sertleşmeye başladı. 1954 seçimlerinde Osman Bölükbaşı’yı tekrar milletvekili seçtiği için Kırşehir ilçe yapıldı (Adnan Menderes konuyla ilgili mecliste “Türkiye’nin hiçbir vilayetinde yüzde 3’ten fazla oy almayan bir partiye mensup milletvekilini iki seçimde de seçen Kırşehir’in, bir içtimai ve siyasi bünye itibarıyla anormallik göstermekte olduğunu inkâr etmek mümkün değildir, evet biz açık konuşuruz” şeklinde konuşmuş ve Osman Bölükbaşı da cevaben; “Vilayeti kaldırdınız, bizi de kaldırın da zulmünüz tamam olsun” demiştir.) Ayrıca İsmet İnönü’nün seçim bölgesi Malatya ikiye bölünüp Adıyaman vilayeti kuruldu. İktidara karşı yazılar yazan 79 yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın dâhil, gazeteciler birer birer hapse atılmaya başlandı. Adalet Bakanı Esat Budakoğlu TBMM’de muhalefetin soru önergesi üzerine 1954-1958 yılları arasında 238 gazetecinin iktidara karşı yazılar yazmak suçundan mahkûm olduğunu açıkladı. CHP ve Hürriyet Partisi’nin birleşme çabası karşısında DP’liler 1957 seçimlerinden önce seçim yasasını değiştirerek partilerin ittifak yapmasının önleyen maddeler eklendi ve DP’den istifa eden Fuad Köprülü’nün başka bir partiden milletvekili seçilmesini engellemek için partisinden istifa eden bir kişinin 6 ay geçmeden bir başka partiden milletvekili olamayacağı şeklinde bir hüküm kondu.

1959 yılında ABD’ye bir gezi yaparak ilave maddi kaynaklar isteyen Menderes’e, artık Marshall Yardımı fonlarının bitmek üzere olduğu hatırlatıldı ve istekleri reddedildi. 1961 seçimleri öncesinde İskenderun Demir-Çelik, Seydişehir Alüminyum, Keban Barajı ve İstanbul Boğaziçi Köprüsü gibi tesislerin temellerini atmak isteyen Menderes, yakın arkadaşı ve bakanı Dr. Lütfi Kırdar’ı nabız yoklamak için Sovyetler Birliği’ne gönderdi. Sovyetler Birliği’nin konuya olumlu yaklaşması üzerine, Menderes de Temmuz 1960’ta Moskova’ya giderek, orada kredi anlaşmalarını imzalamaya karar verdi.

Bu arada DP Vatan Cephesi’ni kurdu. Artık radyoda her gece Vatan Cephesi’ne katılanların isimleri okunuyordu. Bu olay karşısında İstanbul’da bazı vatandaşlar ajans haberlerini dinlemeyenler derneği’ni kurdular. Bu tarz olayların yaşanması ülkeyi kamplaşmaya itti. 1960 yılında ise muhalefet ve iktidar arasındaki ilişkiler kopma noktasına geldi. CHP genel başkanı İsmet İnönü 29 Nisan’da seçim gezisine gittiği Uşak’ta DP binasından atılan çay bardağının İsmet Paşa’nın yanındaki bir gazeteciye isabet etmesiyle başlayan olaylar ve benzerinin İstanbul’da da yaşanması üzerine CHP parti grubu Başbakan ve İçişleri Bakanı hakkında soruşturma önergesi verdi ancak DP’lilerin çoğunlukta olduğu meclis bu önergeyi reddetti. Bir başka gerginlik ise 9 Mayıs’ta Menderes hükûmetinin ABD ile yaptığı ikili anlaşmaları meclisin kabul ettiği oturumda yaşandı. Muhalefetin milletvekilleri ABD Ordusu’nun doğrudan veya dolaylı bir saldırı karşısında Türk topraklarına gelmesi gibi hükümlerin yer aldığı ikili anlaşmalara karşıydılar ve böyle anlaşmaların hiçbir Avrupa ülkesi ile yapılmadığının altını çiziyorlardı.

CHP’li bazı milletvekillerinin bazı cuntacı subaylarla sürekli temas hâlinde olduğu istihbaratını alan Hükûmet, bu durumu soruşturmak için “Tahkikat Komisyonu”nu kurdu. 15 DP milletvekilinden oluşan komisyon hem suçlama hem de yargılama hakkına sahipti ve kararlarına itiraz edilemiyordu. Ayrıca uygun gördüğü toplantıları ve yayınları yasaklama hakkına sahipti. Komisyonun ilk işi Muhalefet partisi CHP aleyhine soruşturma açmak oldu. Bu durum karşısında “bu yolda devam ederseniz sizi ben de kurtaramam” dediği ve birkaç ay önce Güney Kore’de gerçekleşen askerî darbeye gönderme yaparak “Türk ordusu Kore ordusundan daha az şerefli değildir” diye konuştuğu için TBMM tarafından, “askerî darbeyi teşvik ettiği” gerekçesiyle İsmet İnönü’ye 12 oturum meclisten men cezası verildi. CHP Meclis Grubu’nun duruma itiraz etmesiyle olaylar iyice büyüdü ve sonunda CHP milletvekilleri polis zoruyla meclisten çıkartıldı. Meclis dışında ise üniversitelerde hükûmete karşı protestolar düzenleniyordu ve 28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz hükûmete karşı İstanbul Üniversitesinde düzenlenen bir protesto mitinginde polisin açtığı ateş sonucu öldü. Hüseyin Onur ise sol bacağı kesilerek kurtarıldı. Hukukun üstünlüğünü savunan Yargıtay Başkanı Bedri Köker, Yargıtay Başsavcısı Rifat Alabay, Yargıtay 2. Başkanlarından Haydar Yücekök, Yargıtay Üyeleri Melehat Ruacan, Kamil Çoşkunoğlu, Faik Uras ve İlhan Dizdaroğlu “görülen lüzum üzerine” re’sen günde emekliye sevk edildiler. 5 mayıs 1960’ta Ankara Kızılay Meydanı’nında 555K parolasıyla büyük bir protesto mitingi düzenlendi. 21 Mayıs’ta ise Harp Okulu öğrencileri ve subaylardan oluşan yaklaşık 1000 kişi Ankara’da hükûmet aleyhinde sessiz bir yürüyüş yaptı.

Sonunda 27 Mayıs 1960 sabaha karşı saat 4’te radyoda Kurmay Albay Alparslan Türkeş TSK olarak yönetime el koyduklarını belirtti ve askerî darbenin sebeplerini bir radyo bildirisi ile halka duyurdu. Menderes ise 27 Mayıs 1960 günü Kütahya’da Albay Muhsin Batur tarafından gözaltına alınarak Ankara’ya götürüldü. Daha sonra da ve diğer tutuklu Demokrat Parti üyeleri ile birlikte Yassıada’da hapsedildi. Darbeci subaylar ise Cemal Gürsel başkanlığında kurulan Millî Birlik Komitesi ve kurucu meclis ile beraber ülke yönetimini devraldı. Yeni bir anayasa oluşturulması için ülkenin önde gelen hukuk profesörlerinden bir anayasa komisyonu kuruldu. Menderes ve diğer DP üyeleri ise bulundukları Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı tarafından yargılanmaya başladı. Yapılan oturumlar her gece radyoda Yassıada Saati programında halka duyuruluyordu. 9 Temmuz 1961 tarihinde Anayasa Komisyonu’nun hazırladığı yeni anayasa için yapılan halk oylamasında %61,7 oy oranı ile kabul edilerek yürürlüğe girdi. 1961 Anayasası’nın referandum sürecinde, hayır oyu yönünde propaganda yapmak serbest olmadığı hâlde, Aydın, Bolu, Bursa, Çorum, Denizli, İzmir, Kütahya, Manisa, Sakarya, Samsun ve Zonguldak vilayetlerinde 1961 Anayasası çoğunluk tarafından reddedildi.

Menderes’e yöneltilen suçlamalar

Örtülü Ödenek Davası: Örtülü ödenek paralarını zimmetine geçirmekten yargılandı. 13 oturum sürdü ve 2 Şubat 1961’de suçlu olduğu yönünde karara varıldı. Yürürlükteki kanunda örtülü ödenekteki kaynakların Başvekil tarafından sınırsız olarak ve kayıt tutulmadan harcanabileceği açıkça belirtildiği hâlde, bu mahkeme 10 yıllık Örtülü Ödenek kayıtlarını istedi. Menderes, bu harcamaları açıklamadığı için bu dava sonucunda 4.877.780 lirayı zimmetine geçirmekten suçlu bulundu ve paranın tahsili için Aydın’daki arazilerine el kondu. Örtülü ödenek davası konuşulurken savunma tarafı, Amerikan gizli servisinin Türk istihbarat servisine para vererek Menderes’in telefonlarını dinletirecek kadar teşkilata hakim olduğunu iddia etti. Menderes ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur, suçlunun o dönemin Millî İstihbarat Teşkilatı müsteşarı Behçet Türkmen olduğunu iddia etti.
6-7 Eylül Olayları: 6-7 Eylül Olayları’na önceden haberi olduğu hâlde müdahale etmemek,
Vatan Cephesi: Kurulan bir örgütü başka bir sınıf üzerinde baskı aracı olarak kullanmak,
Vinileks firmasına Türkiye Vakıflar Bankası’ndan kredi verdirmekle suçlanmıştır. Adnan Menderes tarafından kurulan bu bankanın 27 Mayıs darbesine kadar Umum Müdürlüğü’nü yapan ve 1961 seçimlerinden sonra tekrar aynı Bankanın Genel Müdürlüğü’ne getirilecek olan Sabahattin Tulga yaptığı savunmada krediyi, suni deri imal ederek ithal ikamesi yapacak bu firmanın kârlı olacağına inandıkları için verdiklerini; nitekim darbe sonrası işbaşına gelen yeni banka yönetiminin de aynı firmaya ilave kredi verdiğini belirtmiştir. Buna rağmen bu mahkeme Menderes ve Hasan Polatkan’ı bu davadan da suçlu bulmuştur.
İstanbul’da Bulvar ve yol açmak için pek çok vatandaşın evini, parasını geciktirerek ya da hiç ödemeden istimlak etmek,
Kanuna aykırı olarak üniversite basmak ve halka ateş açtırtmak,
Bazı muhalefet milletvekillerinin ve muhalefet liderinin seyahat özgürlüğünü kısıtlamak,
Döviz Yasası’nı ihlal etmek,
Devlet radyosunu siyasi çıkarları için kullanmak,
Halkı Demokrat İzmir gazetesinin matbaasını tahrip etmeye teşvik etmek
Kırşehir’in haksız olarak ilçe yapılması,
Yargı bağımsızlığının ihlali,
1957 seçimlerinin erkene alınarak kanuna aykırı olarak tarihinin değiştirilmesi,
Tahkikat Komisyonu’nun kurulup olağanüstü yetkilerle donatılması,
CHP’nin mallarına “haksız” yere el konulduğu iddiaları,
Anayasa’yı ihlal.
Menderes, 13 ayrı davadan yargılandı ve Bebek Davası dışındaki bütün davalardan suçlu bulundu.

İdamı

27 Mayıs darbesini yapan cuntacıların özel olarak kurdukları mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı 9 ay 27 gün süren yargılama süreci sonunda 14 kişinin idamına, 31 kişinin de ömür boyu hapse mahkûm edilmeye karar verdi. Geri kalan 418 sanığa ise 6 ay ile 20 yıl arasında değişen hapis cezaları veya beraat kararı verildi. Akabinde Pakistan devlet başkanı Muhammed Eyüb Han ve İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Kennedy, Fransa cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, Birleşik Krallık Kraliçesi II. Elizabeth, Almanya Başbakanı Konrad Adenauer idamların durdurulması için Cemal Gürsel başkanlığındaki Millî Birlik Komitesi’ne çağrıda bulundular. Cemal Gürsel başkanlığındaki Millî Birlik Komitesi; Celâl Bayar, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu dışındakilerin idam cezasını affetti. Celâl Bayar’ın cezası yaş haddi nedeniyle ömür boyu hapse çevrildi. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961 tarihinde ve adet olduğu üzere sabaha karşı, o gün başarısız bir intihar teşebbüsünde bulunan, tutanaklara da geçen; tutuklu kaldığı süre içerisinde görevli bazı askerlerce sözlü ve fiziksel olarak şiddet gören Adnan Menderes ise İmralı Adası’nda 17 Eylül 1961’de sağlık muayenesini yapan doktor heyetinden sağlam raporu alınmasının akabinde, saat 13.21’de idam edildi. O dönem iktidara gelenlerin talebiyle idamlar yargı mensubu Salim Başol tarafından onaylanmıştır.

Ölümünden sonra

Ölümünden yalnızca 29 gün sonra yapılan 1961 seçimlerinde Demokrat Parti’nin devamı olduğunu söyleyen Adalet Partisi, yüzde 34,8 oy oranı ile 158 milletvekili çıkardı ve yüzde 36,7 oy alan CHP’nin ardından ikinci parti oldu. 1961 seçimlerinde, Adnan Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’i Aydın’dan milletvekili adayı gösteren Yeni Türkiye Partisi ise yüzde 13,7 oy oranı ile TBMM’de üçüncü büyük parti grubu oldu. Bunu takip eden 1965 seçimlerinde Adalet Partisi, 1961 seçimlerinde bir kısım DP oylarını alan YTP’yi de eritip %52,87 oranında oy aldı ve tek başına iktidara geldi.

Yüksek Adalet Divanı kararlarının ve Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idamının haklılığı ve meşruluğu uzun yıllar tartışma konusu oldu. 22 Mayıs 1987’de İmralı’daki mezarlarının nakline ve isimlerinin bazı tesislere verilmesine ilişkin yasa teklifi TBMM Genel Kurulunda kabul edildi. Ancak Menderes ailesinin cenazelerin devlet töreniyle naklini istemesi ve bu talebin kabul görmemesi nedeniyle nakil gerçekleşemedi. Sonunda 11 Nisan 1990’da, Adnan Menderes ve onunla birlikte idam edilen arkadaşlarının İmralı’daki mezarlarının Bakanlar Kurulunun uygun göreceği bir yere devlet töreni ile nakledilmesini öngören yasa tasarısı TBMM Genel Kurulunda kabul edildi. Aynı kanun ile itibarları da iade edilmiş oldu. Meclisteki oylamada ANAP ve DYP milletvekilleri evet oyu kullanırken Sosyaldemokrat Halkçı Partililerin büyük çoğunluğu “çekimser”, bir kısmı da “ret” oyu kullandı. Aynı gün DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel ve arkadaşlarının Yassıada kararlarının yok sayılması, Menderes ve arkadaşlarının adli sicil kayıtlarının silinmesine ilişkin yasa önergesi ise ANAP’lıların oyları ile reddedildi. Naaşları, 29. ölüm yıldönümü olan 17 Eylül 1990 tarihinde İmralı’dan dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve yüzbinlerce vatandaşın katıldığı bir törenle İstanbul, Topkapı’da, Vatan Caddesi ile Topkapı Mezarlığı arasında kendisi ile birlikte Polatkan ve Zorlu için yapılan Adnan Menderes Anıt Mezarı’ına nakledildi. Menderes’in 1958 yılında hizmete açtığı bu caddenin adı 1994 yılında dönemin belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın teklifiyle Adnan Menderes Bulvarı olarak değiştirildi.

Menderes’in adı, İzmir’deki uluslararası havalimanına (Adnan Menderes Havalimanı), Aydın’da kurulan üniversiteye (Adnan Menderes Üniversitesi), İstanbul’daki Adnan Menderes Bulvarı, Adana’da ise kendi yaptırdığı Seyhan Barajı’nın gölü kıyısındaki Adnan Menderes Bulvarı dâhil Türkiye’nin birçok şehrinde çeşitli caddelere verildi.

Özel yaşamı

1929’da Berin Menderes ile evlenen Menderes’in bu evlilikten üç çocuğu oldu. Büyük oğlu Yüksel Menderes, Dışişleri Bakanlığında görev yaptıktan sonra siyasete atılarak Adalet Partisi’nden (AP) iki dönem üst üste Aydın milletvekili seçildi. 8 Mart 1972’de Ankara’daki evinde intihar ederek yaşamına son verdi. Ortanca oğlu Mutlu Menderes ise bir dönem Demokratik Parti’den, bir dönem de AP’den Aydın milletvekili seçildi. 1 Mart 1978’de, Ankara’da geçirdiği trafik kazasında yaşamını kaybetti. Küçük oğlu Aydın Menderes de uzun yıllar siyasetle ilgilendi. 1996 yılında geçirdiği trafik kazası sonucu yaşamının son 15 yılını felçli olarak geçiren Aydın Menderes, 2011 yılında öldü. Adnan Menderes’in, ikisi Yüksel Menderes’ten, biri de Mutlu Menderes’ten olmak üzere üç torunu vardır.

Adnan Menderes 1950’li yıllarda uzun süre opera sanatçısı Ayhan Aydan ile birliktelik yaşadı. Aydan 27 Mayıs Darbesi sonrasında Yassıada Davaları’na çağrıldı; “Bebek Davası”nda Menderes ile münasebette bulunmak ve bu münasebetten olan bebeği öldürmekle suçlandı. “Ben bu adamı sevdim” diyerek aşkını itiraf etti ve bebeğinin doğum sırasında öldüğünü anlattı. Örtülü ödenek davasında ise Adnan Menderes’in Ayhan Aydan’ın eski eşine belli aralıklarla ödeme yaptığı anlaşıldı.

Aldığı ödül ve madalyalar

Yükselen Güneş Nişanı Yüce Kordonu (1958)

Mustafa Kemal Atatürk

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Mustafa Kemal Atatürk (1881, Selânik – 10 Kasım 1938, İstanbul), Türk asker ve devlet adamıdır. Türk Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.

I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda görev yapan Atatürk, Çanakkale Cephesi’nde miralaylığa, Sina ve Filistin Cephesi’nde ise Yıldırım Orduları komutanlığına atandı. Savaşın sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisini takiben Kurtuluş Savaşı ile simgelenen Türk Ulusal Hareketi’ne öncülük ve önderlik etti. Türk Kurtuluş Savaşı sürecinde Ankara Hükûmeti’ni kurdu, Türk Orduları Başkomutanı olarak Sakarya Meydan Muharebesi’ndeki başarısından dolayı 19 Eylül 1921 tarihinde “Gazi” unvanını aldı ve mareşallik rütbesine yükseldi. Askerî ve siyasi eylemleriyle İtilaf Devletleri ve destekçilerine karşı zafer kazandı. Savaşın ardından Cumhuriyet Halk Partisi’ni Halk Fırkası adıyla kurdu ve ilk genel başkanı oldu. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin İlanı akabinde Cumhurbaşkanı seçildi. 1938’deki ölümüne dek dört dönem bu görevi yürüterek Türkiye’de en uzun süre cumhurbaşkanlığı yapmış kişi oldu.

Atatürk modern, ilerici ve laik bir ulus devlet kurmak için politik, ekonomik ve kültürel alanlarda sekülarist ve milliyetçi karakterde reformlar gerçekleştirmiştir: Yabancılara tanınan ekonomik imtiyazlar kaldırıldı ve onlara ait üretim araçları ve demiryolları millîleştirildi. Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu ile eğitim, Türk hükûmetinin denetimine girdi. Seküler ve bilimsel eğitim esas alındı. Binlerce yeni okul inşa edildi. İlköğretim ücretsiz ve zorunlu hâle getirildi. Yabancı okullar devlet denetimine alındı. Köylülerin sırtına yüklenen ağır vergiler azaltıldı. Erkeklerin serpuşlarında ve kıyafetlerinde bazı değişiklikler yapıldı. Takvim, saat ve ölçülerde değişikliklere gidildi. Mecelle kaldırılarak yerine seküler Türk Kanunu Medenisi yürürlüğe konuldu. Kadınların sivil ve politik hakları pek çok Batı ülkesinden önce tanındı. Çok eşlilik yasaklandı. Kadınların şahitliği ve miras hakkı, erkeklerinkiyle eşit hâle getirildi. Benzer şekilde, dünyanın çoğu ülkesinden önce olarak Türkiye’de kadınlara ilkin yerel seçimlerde (1930), sonra genel seçimlerde (1934) seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ceza ve borçlar hukukunda seküler yasalar yürürlüğe konuldu. Sanayi Teşvik Kanunu kabul edildi. Toprak reformu için çabalandı. Arap harfleri temelli Osmanlı alfabesinin yerine Latin harfleri temelli yeni Türk alfabesi kabul edildi. Halkı okuryazar kılmak için eğitim seferberliği başlatıldı. Üniversite Reformu gerçekleştirildi. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı yürürlüğe konuldu. Sınıf ve statü farkı gözeten lâkap ve unvanlar kaldırıldı ve soyadları yürürlüğe konuldu. Homojen ve birleşmiş bir ulus yaratılması için Türkleştirme politikası yürütüldü.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları, Türk Hava Yolları, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü, Hıfzıssıhha Enstitüsü, Türkkuşu, Sümerbank, Etibank, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı ve daha birçok kamu kurumu Atatürk tarafından veya Atatürk’ün desteğiyle kuruldu. Yerli tarım, tekstil, makine, uçak ve otomobil endüstrilerinin gelişimini destekledi. Tüm bunlara rağmen Atatürk’ün hedefleri ile ülkenin sosyo-politik yapısı arasındaki uçurum kapanmadı.

Mustafa Kemal Atatürk
Çocukluk ve gençlik (1881-1904)

1839’da Kocacık’ta doğduğu sanılan babası Ali Rıza Efendi, aslen Manastır’a bağlı Debre-i Bâlâ’dandır. Falih Rıfkı Atay, Vamık Volkan, Norman Itzkowitz, Müjgân Cunbur, Numan Kartal ve Hasan İzzettin Dinamo’ya göre, babasının ailesi 14-15. yüzyılda Anadolu’dan bölgeye göç etmiş olan Kocacık Yörüklerindendir. Bazı yabancı kaynaklara göre ise babasının ailesinde Arnavut veya Slav kökenli Müslümanlar olabilir. Ali Rıza Bey öncelikle dini vakıfları denetleyen bir memur olarak çalışmış, 93 Harbi öncesinde 1876-77 yıllarında yerel birliklerde gönüllü teğmen olarak görev yapmıştır. Zübeyde Hanım ile evlendikten sonra Selânik’te gümrük memurluğu ve kereste ticaretiyle meşgul oldu.

Annesi Zübeyde Hanım, 1857 yılında Selânik’in batısındaki Langaza’da çiftçi bir ailede doğmuştur. Annesinin kökeni ise Karaman’dan Rumeli’ye gelen Türkmenlerdendir.

Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım 1871 yılında evlendi ve Ali Rıza Bey’in babasına ait olan Yenikapı, Selânik’teki eve yerleştiler. Atatürk, bu çiftin çocuğu olarak rumî 1296 (miladî 1880-1881) yılında Selanik’te doğmuştur. Samsun’a çıktığı 19 Mayıs tarihini doğum günü kabul etmiştir. Fatma, Ömer, Ahmet, Naciye ve Makbule adlı beş kardeşinin ilk dördü küçük yaşta ölmüştür.

Öğrenim çağına gelen Mustafa’nın hangi okula gideceği konusunda annesi ile babası arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Annesi Mustafa’nın Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebine gitmesini istiyor, babası ise o dönemki yeni yöntemlerle eğitim yapan seküler Mektebi Şemsi İbtidai’nde (Şemsi Efendi Mektebi) okumasını istiyordu. En sonunda önce mahalle mektebine başlayan Mustafa, arkadaşının suçunu üstlenmesi neticesinde yediği falaka cezası sebebiyle bir daha bu okula gitmek istememiştir. Birkaç gün sonra Şemsi Efendi Mektebine geçti.Atatürk, okul seçimindeki bu kararı için hayatı boyunca babasına minnettarlık duymuştur. 1888’de babasını kaybetti.Bir süre Rapla Çiftliği’nde annesinin üvey kardeşiHüseyin’in yanında kalıp hafif çiftlik işleriyle uğraştıktan sonra, eğitimsiz kalacağından endişe eden annesinin isteğiyle Selânik’e döndü, halasının yanına yerleşti ve okulunu bitirdi. Bu arada Zübeyde Hanım, Selânik’te gümrük memuru olan Ragıp Bey ile evlendi.

Şimdi müze olan Koca Kasım Paşa Mahallesi Islahhane Caddesi’ndeki ev, 1870’te Rodoslu müderris Hacı Mehmed Vakfı tarafından yaptırılmış ve 1878’de yeni evlenen Ali Rıza Bey tarafından kiralanmıştır ancak o öldükten sonra Mustafa ve ailesi bu evden yanındaki 2 katlı, 3 odalı ve mutfaklı daha küçük bir eve taşınmışlardır.Mustafa, seküler bir okul olan ve bürokrat yetiştiren Selânik Mülkiye Rüştiyesine kaydoldu. Ancak muhitindeki askerî öğrencilerin üniformalarından da etkilenerek annesinin karşı çıkmasına rağmen 1893’te Selânik Askerî Rüştiyesine girdi.Bu okulda matematik öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Bey, ona anlamı “mükemmellik, olgunluk” olan Kemal ismini verdi. Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Bey (Yücekök), özgürlük düşüncesiyle genç Mustafa Kemal’in düşünce yapısını etkiledi. 1895’te sınıf dördüncüsü olarak mezun oldu. Mustafa Kemal Kuleli Askerî İdadisine girmeyi düşündüyse de ona ağabeylik yapan Selânikli subay Hasan Bey’in Manastır’daki eğitimin daha iyi olduğu yönündeki tavsiyesine uyarak 1896’da Manastır Askerî İdadisine kaydoldu.

1896-1899 arasında eğitim gördüğü Manastır Askerî İdadisinde tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey (Bilge), Mustafa Kemal’in tarihe olan merakını güçlendirdi. Okulda Fransızca öğrendi, Selanik’te geçirdiği yaz tatillerinde de Fransızca kurslarına devam etti. 19 Nisan 1897’de başlayan Osmanlı-Yunan Savaşı’na gönüllü olarak katılmak istediyse de hem idadi öğrencisi olduğu için hem de 16 yaşında olduğundan dolayı cepheye gidememiştir. Kasım 1898’de Manastır Askeri İdadisinden sınıf ikincisi olarak mezun oldu. 13 Mart 1899’da İstanbul’da Mekteb-i Harbiye-i Şahaneye girdi. Harbiye’ye girdikten iki ay sonra sınıf çavuşu oldu. Birinci sınıfı 27., ikinci sınıfı 11., üçüncü sınıfı 549 kişi arasından piyade sınıf sekizincisi (1317 – P.8) olarak bitirdi ve 10 Şubat 1902’de piyade mülazım (bugünkü ismiyle Teğmen) rütbesiyle kurmay subayların yetiştirildiği Harp Akademisine girmeye hak kazandı.

Mekteb-i Harbiye-i Şahane’nin akabinde Erkan-ı Harbiye Mektebine (Harp Akademisi) devam etti ve kurmay subaylık eğitimi aldı. Harp Akademisi’ndeyken arkadaşları ile birlikte hükûmetin yönetimi ve politikaları konusunda fark ettikleri eksiklik ve hataları açıklamak için elle yazılmış bir gazete çıkardılar. Okul yönetimi tarafından takip edilseler de ceza almadılar ve okul bitene kadar gazete çalışmalarına devam ettiler. 11 Ocak 1905’te kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu.

Askerlik (1905-1918)

Erken dönem

Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, mezuniyetinin ardından merkezi Şam’da bulunan 5. Ordu’ya staj amacıyla gönderildi. Bu stajında piyade, süvari ve topçu sınıflarında görev aldı. 1905-1907 yılları arasında Şam’da Lütfi Müfit Bey (Özdeş) 5. Ordu emrinde görev yaptı. İlk stajı 5. Ordu’ya bağlı 30. Süvari Alayı’nda gerçekleşti. Bu dönemde düşük rütbeli stajyer bir kurmay subay olarak Suriye’nin çeşitli bölgelerindeki isyanlarla ilgilenen Mustafa Kemal, “küçük savaş” (gerilla savaşı) üzerine tecrübe kazandı. İsyanlarla uğraştığı dört aydan sonra Şam’a döndü. Ekim 1906’da Binbaşı Lütfi Bey, Dr. Mahmut Bey, Lüfti Müfit (Özdeş) Bey ve askerî tabip Mustafa Cantekin ile Vatan ve Hürriyet adlı bir cemiyeti kurduktan sonra ordudan izinsiz Selânik’e gitti. Selânik Merkez Komutan Muavini Yüzbaşı Cemil Bey (Uybadın)’in yardımıyla karaya çıktı ve orada cemiyetinin şubesini açtı. Bir süre sonra arandığını öğrendi ve ona ağabeylik yapan Albay Hasan Bey, Tel Aviv’e dönüp oranın komutanı Ahmet Bey’e Mısır sınırında Bîrüssebi’ye gönderildiğini bildirmesini önerdi. Ahmet Bey de Mustafa Kemal’i Bîrüssebi’ye tayin etti ve bir süre sonra topçu staj için tekrar Şam’a gönderildi. 20 Haziran 1907’de Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve 13 Ekim 1907’de 3. Ordu’ya kurmay olarak atandı ancak Selânik’e vardığında ‘Vatan ve Hürriyet’in şubesinin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ilhak edildiğini öğrendi. Bu yüzden kendisi de Şubat 1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye oldu (üye numarası: 322). 22 Haziran 1908’de Rumeli Doğu Bölgesi Demiryolları Müfettişliğine atandı.

23 Temmuz 1908’de meşrutiyetin ilanından sonra Aralık 1908 sonlarında İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından toplumsal ve siyasal sorunları ve güvenlik problemlerini incelemek üzere bugünkü Libya’nın bir parçası olan Trablusgarp’a gönderildi. Burada 1908 Devrimi’nin fikirlerini Libyalılara yaymaya ve buradaki nüfusun farklı kesimlerinden gelenleri Jön Türk politikasına kazanmaya çalıştı. Bu siyasi görevin yanı sıra bölge halkının güvenliği ile de ilgilendi. Kentin dışında yapılan bir savaş tatbikatında Bingazi Garnizonuna önderlik ederek askerlere modern taktikler öğretti. Bu tatbikat süresince isyana meyilli Şeyh Mansur’un evini sararak bölgede sistem karşıtı başka güçlü kişilere örnek olması amacıyla onu kontrol altına aldı. Ayrıca hem kentli insanları hem de kırsal bölge insanlarını korumak için bir yedek ordu planlamaya başladı.

13 Ocak 1909’da 3. Ordu’ya bağlı Selânik Redif Fırkasının Kurmay Başkanı oldu ve 13 Nisan 1909’da Meşrutiyet’e karşı 3. Ordu’ya bağlı Taşkışla’da konuşlanmış 2. ve 4. Avcı Taburlarının isyanıyla başlayan, diğer birliklerin katılımıyla genişleyen 31 Mart Ayaklanması’nı bastırmak üzere Selânik ve Edirne’den yola çıkarak Mirliva Mahmud Şevket Paşa komutasında 19 Nisan 1909’da İstanbul’a girecek olan Hareket Ordusu’na bağlı birinci kademe birliklerinin kurmay başkanı oldu. Daha sonra 3. Ordu Kurmaylığı, 3. Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı, 5. Kolordu Kurmaylığı, 38. Piyade Alayı Komutanlığı görevlerinde bulundu.

Stuart Kline’ın Türk Havacılık Kronolojisi kitabına göre,Mustafa Kemal, 1910’da Fransa’da düzenlenen Picardie Manevraları’na katıldı. Burada yeni üretilen uçakların deneme uçuşları yapılıyordu. Ali Rıza Paşa, bu uçuşlardan birine katılmak isteyen Mustafa Kemal’i önledi. Ve akabinde uçuş yapan o uçak dönüş esnasında yere çakıldı.Bazı kaynaklar tarafından, bu hikâyeye dayanarak Atatürk’ün uçağa binmekten korktuğu iddia edilse de kitabın yazarı Kline, Atatürk’ün olaydan sonra 3 defa uçağa bindiğinden bahseder.

Mustafa Kemal, dönüşünün ardından 27 Eylül 1911’de İstanbul’da Genelkurmay Karargâhı’nda görev aldı.

Trablusgarp Savaşı

1911’de İtalyanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki son toprakları olan Trablus vilayeti ile doğrudan merkeze bağlı olan ve müstakil sancak da denilen Bingazi’yi ele geçirmek amacıyla savaş ilan etti. 29 Eylül 1911’de verilen bir nota ile bu savaşın belirli sebeplerle başlayacağı bildirildi. Bunun üzerine İtalyan kuvvetleri herhangi bir müzakere olmaksızın4 Ekim 1911’de Trablus’a saldırdı. Osmanlılar, başlayan Trablusgarp Savaşı’nda zor durumdaydı; Harbiye Nazırı olarak görevini sürdüren Mahmud Şevket Paşa, Mekteb-i Harbiye’de subaylarla yaptığı bir toplantıda kara ordusunun ve donanmanın zayıflığı sebebiyle Trablus’un savunulamayacağını itiraf etmişti. İtalya tarafında da durum pek farklı değildi, onlar da yeterince gelişmiş olmadıkları için bu mücadeleye iyi hazırlanamamışlardı. Mustafa Kemal bu esnada İstanbul’daki Genelkurmay’a atanmıştı ancak bu göreve başlamadan Trablusgarp’a doğru yola çıkacaktı. Bunun üzerine Binbaşı Enver Bey, Fuat, Nuri ve Binbaşı Fethi gibi diğer İttihatçı subaylar gibi Kolağası Mustafa Kemal de Trablusgarp’a gitmeye karar verdi. Mustafa Kemal İstanbul’dan ayrılmadan önce İttihat ve Terakki merkez komitesinden para istemiş, Enver’e katılması söylenip para verilmeyince kendi imzaladığı senetlerle 200 sterlin toplayarak Trablusgarp’a doğru yola çıkmıştı.

İtalyan kuvvetleri bir ay içerisinde Trablus’tan Bingazi’ye kadar olan kıyıları işgal etmişti. Osmanlı kuvvetleri, bir saldırı beklenmediği için buradaki kuvvetlerini Yemen’e sevk etmiş ve bu nedenle İtalyanlara karşı savunmasız kalınmıştı. O bölgede yalnızca 4.000 asker bulunuyordu. Bunun üzerine, 15 Ekim 1911’de, Tanin gazetesi muhabiri Mustafa Şerif Bey kimliğini kullanan Mustafa Kemal, Ömer Naci ile Sapancalı Hakkı ve Yakub Cemil adında iki fedai eşliğinde bir Rus gemisiyle İstanbul’dan ayrıldı. Mustafa Kemal ile grubu, Mısır’da Kahire ve İskenderiye üzerinden Bingazi’ye gitmeyi amaçlıyordu. Mustafa Kemal 29 Ekim’de İskenderiye’den yola çıktıktan kısa bir süre sonra yaralandı ve geri dönerek iki hafta İskenderiye’de hastanede yatmak zorunda kaldı. Çocukluk arkadaşları Nuri ve Fuat ile burada buluşup tekrar yola çıktı. 29 Kasım’da trenle İskenderiye’den ayrıldılar, aynı gün vardıkları son istasyondan 1 Aralık’ta develerle ayrılarak 8 günlük yolculuğun ardından Libya sınırına, 12 Aralık’ta ise sınırın 80 km batısındaki Resuldefne’ye vardılar. Mustafa Kemal yoldayken Bingazi bölgesi komutanı olan Enver Bey’e 30 Kasım’da genelkurmay başkanlığı Mustafa Kemal’in binbaşılığa terfi ettiğini bildirdi. Mustafa Kemal 18 Aralık 1911 günü Enver’in Harbiye Nazırlığı’na çektiği bir telgrafa göre, “kendi isteğiyle” orduya katıldı.
Mustafa Kemal ilk olarak 22 Aralık’ta Tobruk yakınında İtalyanlarla çarpıştı. İtalyanlar Tobruk’u 4 Ekim’de ele geçirmişti ancak tüm sahil boyunda olduğu gibi Tobruk bölgesinde de Osmanlı birlikleri ve Arap kabilelerinin gerilla savaşı sebebiyle ülkenin iç kesimlerine ilerleyememişlerdi. Bununla birlikte, Türk subaylarındaki teşkilatlanmacılıke İtalya’nın tam anlamıyla gelişimini tamamlayamamış, geri kalmış olması da iç kesimlere kadar ilerleyememelerinin bir sebebi olarak görülmektedir. Buna rağmen, İtalyanlar, Osmanlıları zorlamak için On İki Adalar’a da saldırdı. İlk başta doğudaki birliği Mustafa Kemal, batıyı ise Enver komuta ediyordu; harekât hacmi büyüyünce Enver tüm cepheyi, Mustafa Kemal ise Derne bölgesini komuta etmeye başladı. Derne’deki 16-17 Ocak 1912 taarruzunda gözünden yaralanıp bir ay hastanede tedavi gördü ve 6 Mart’ta Derne Komutanlığı’na getirildi. Fakat daha sonra gözünden tekrar rahatsızlandı ve bir hafta boyunca yataktan kalkamadı.

3 Mart 1912’deki Derne Muharebesi’nde Osmanlı kuvvetleri 63 ölü ve 168 yaralı verirken, İtalyanlar yaklaşık 200 ölü verdiler. Bu esnada Mustafa Kemal Derne hattının tümünü komuta ediyordu ve komutası altında sekiz Osmanlı subayı, 160 asker, bazı gönüllüler, bir topçu bölüğü, İtalyanlardan ele geçirilen iki makineli tüfek ve 7.742 Arap askeri vardı. Arap askerlerini Senusi zaviyeleri sağlıyordu ve başlarındaki şeyhleri Osmanlı subaylarına bağlıydı. Bu kuvvet 15.000-16.000 İtalyan askerini Ekim 1911-Eylül 1912 arasında Derne’de tutmayı başardı. 11 Eylül 1912’de İtalyanlar, başarısızlıkların ardından yapılan komuta değişikliğinin ardından Derne’den çıkmak için güçlü bir hücum başlattılar ancak Mustafa Kemal komutasındaki Türk ve Araplar tarafından tekrar durduruldular.

Sahil şeridinde sıkışan İtalyan kuvvetleri, Osmanlıları barışa zorlamak için Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz’e saldırılar düzenlemeye karar verdi. 1912 Mart ayında Beyrut, Nisan ayında Çanakkale Boğazı, Mayıs ayında ise Rodos ve ve On İki Adalar’a saldırdılar. Bu nedenlerle Orta Doğu’da Berlin Konferansı ile sağlanan barış ortamının bozulacağından endişe eden Rusya, İngiltere ve Fransa ara buluculuk faaliyetlerine başladı. Fakat Libya’nın İtalyanlara verilmesine yönelik şartların konuşulduğu bu girişimler, İttihatçılar tarafından kabul görmedi.

Savaş devam ederken, Mustafa Kemal Temmuz 1912’de savaşın ilerleyen zamanda daha iyi incelenmesine olanak sağlayan iki emir verdi. Emirlerden 13/14 Temmuz’da verdiği birincisi, tüm subayların iki askeri gazeteyi okumaları ve dünyadaki gelişmeler ile Osmanlı ordusunun başarılarından haberdar olmalarını içeriyordu. İkinci emir ise 22 Temmuz’da verdiği, tüm subayların savaştaki tecrübelerini tarih, bulunulan şartlar, komutanın emirleri, yapılan harekât ve sonuçları ve askerlerin psikolojik durumunu da içerek şekilde bir ay içerisinde yazmaları konusundaki emirdi. Bu sayede Batılı bir düşmana karşı savaşta edinilen tecrübeleri yazılı hâle getirmeyi amaçladı. Mustafa Kemal bu savaşta özellikle gerilla savaşı, derme çatma birlikleri yönetme, istihbarat toplama, lojistik destek gibi askeri tecrübenin yanı sıra, Arap kabile liderleriyle yaptığı görüşmeler ve pazarlıklar ile diplomasi alanında da önemli tecrübe kazandı. Nitekim buradaki başarısı kendisinin de adının yayılmasını sağladı.

Aynı yılın eylül ayında başlayan barış görüşmelerine rağmen çatışmalar sürerken, Karadağ’ın 8 Ekim’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi ile I. Balkan Savaşı başladı. Karadağ’ı takiben, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan da Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. İlk başta Enver’in İstanbul’a dönmesi ve Mustafa Kemal’in cepheyi devralmasına karar verilmişti ancak Osmanlıların karşılaştığı tehlikenin boyutları ortaya çıkınca çoğu subay İstanbul’a geri döndü ve cephe Enver’in kardeşi Nuri komutasına girdi. Bu esnada Balkan Savaşı nedeniyle Osmanlı hükûmeti İtalyanlarla barışa razı oldu. Balkan Savaşları başladığında Trablusgarp’ta görev yapan Derne Komutanı Mustafa Kemal ve Binbaşı Nuri Bey, bu savaşlarda görev almak istediler. Mustafa Kemal, dönemin Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Bey’in de izni ile 24 Ekim 1912’de Trablusgarp’tan ayrıldı. Viyana, Macaristan ve Romanya üzerinden İstanbul’a döndü. Bunu tercih etme nedeni ise gözlerini Avusturya’da tedavi ettirebilmekti.

Bununla birlikte, bölgede direnişe devam eden subaylar da vardı. Şehzade Osman Fuad Efendi de bu isimlerden biriydi. Diğer subaylarla beraber Trablusgarp’ı terk eden Mustafa Kemal, Kasım 1912’de İstanbul’a vardı. Osmanlı hükûmeti ile İtalya arasında 18 Ekim 1912’de Uşi Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile, Trablus İtalyanlara verilirken İtalya da savaş tazminatı olarak 90 bin altın ödeyecek ve sahip olduğu kapitülasyonlar da ilga edilecekti. Ayrıca savaş sırasında İtalyanlarca işgal edilen On İki Adalar da geçici olarak İtalyanlara bırakıldı. İtalyanlar, Osmanlı güçleri Trablus’u boşalttıktan sonra adalardan ayrılacaktı. Padişah naibi olarak vezir rütbeli bir memur Trablus’a gönderilecek, vakıflar ile halkın dini haklarına uyulup uyulmadığı denetlenecek, din görevlerinin tayini ise İstanbul’dan Şeyhülislamlık tarafından yapılacaktı. Halk ise Senusi tarikatı şeyhi Ahmed eş-Şerif es-Senusi önderliğinde Trablus’ta Mondros Mütarekesi’ne kadar direnmeye devam etti.

Mustafa Kemal Atatürk

Balkan Savaşları

Birinci Balkan Savaşı

Mustafa Kemal, 1912 Kasım’ında İstanbul’a vardığında Osmanlıların Avrupa kıtasındaki topraklarından geriye sadece başkent İstanbul ile hemen batısı, Çanakkale yarımadası ve kuşatılmış üç kent olan İşkodra, Yanya ve doğu Trakya’nın en büyük şehri olan Edirne kalmıştı. Bulgar kuvvetleri Çatalca’ya kadar gelmiş, başkent İstanbul’u tehdit ediyordu.

21 Kasım 1912’de karargâhı Bolayır’da bulunan Bahr-i Sefit Boğazı Kuvayi Mürettebesi (Akdeniz Boğazı Bileşik Gücü) Harekât Şubesi Müdürlüğü’ne atandı. Gücün komutanı Fahri Paşa, kurmay başkanı ise okul arkadaşı Fethi (Okyar) idi. Mustafa Kemal Bolayır’dayken, 23 Ocak 1913’te Enver ve taraftarlarının yaptığı Bâb-ı Âli Baskını ile iktidar İttihat ve Terakki’ye geçmişti. 30 Ocak tarihinde Mahmut Şevket Paşa hükûmeti büyük güçlerin önerdiği barış koşullarını reddetti. 3 Şubat’ta ateşkesin süresi doldu ve Bulgarlar tekrar Edirne’yi bombalamaya başladılar.

Bulgar saldırısı üzerine Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Ahmed İzzet Paşa tarafından Akdeniz Boğazı Bileşik Gücü’nün batıdan Bulgarlara saldıracağı, Hurşit Paşa’nın komutasında ve Enver’in kurmay başkanı olduğu 10. Kolordu’nun denizden Şarköy’e çıkarak güneyden Bulgarların arkasına saldıracağı bir hücum planlandı. Operasyon detaylıca planlandı ve Ocak sonlarında prova edildi. Bir fırtına sebebiyle 8 Şubat’a ertelenen hücumda, Şarköy’e çıkacak birlikler gecikti. 10. Kolordu yarım gün geç şekilde Şarköy’e çıkartma yaptı ancak Bileşik Güç bu esnada askerlerinin yarısını yitirerek geri püskürtüldü. Bulgarların kıskaca alınamayacağı ortaya çıkınca, 10 Şubat’ta çıkartma kuvveti geri çekildi. Gereken ateş desteği sağlayacak savaş gemilerinin geç gelmesi, koordinasyonun sağlanamaması ve Bulgarların hatlarını güçlendirmesi sebebiyle operasyon başarısız oldu.

Ortak harekâtın başarısızlığının ardından 17-18 Şubat’ta iki birliğin komuta heyetleri arasında tartışma çıktı; tartışmada 10. Kolordu komutanı Hurşit Paşa’nın tarafını tutan Mahmut Şevket Paşa, politik sebeplerle onu her iki gücün komutanlığına getirdi. Gelibolu açıklarında bekleyen 10. Kolordu’yu Çatalca’ya gönderme önerileri kabul edilmeyen ve Hurşit Paşa’nın komutan olduğu kendilerine bildirilen Fahri Paşa, Fethi ve Mustafa Kemal görevlerinden istifa ettiler. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa, Hurşit Paşa ve Enver’le birlikte Bolayır’a gidip komutanlar arasında uzlaşma sağladı. Fahri Paşa görevden alındı, rağmen Fethi Bolayır’dan ayrılarak İstanbul’a gitti, ikna edilen Mustafa Kemal ise Boğazlar’dan ayrı bir komutanlık hâline getirilen Bolayır kolordusunun kurmay başkanı oldu.

19 Mart’ta Yanya Yunanların, 24 Mart 1913’te Edirne Bulgarların eline geçti. Çatalca cephesinde ise son Bulgar hücumu 30 Mart’ta gerçekleşti. 16 Nisan’da ateşkes imzalandı. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa Trakya’da Midye-Enez hattının batısında kalan topraklar ile Edirne’yi vermeyi kabul etmek zorunda kaldı ve 30 Mayıs 1913’te Londra’da barış anlaşması imzalandı. 11 Haziran’da Mahmut Şevket Paşa bir suikast sonucu öldürüldü, yerine Sait Halim Paşa geçti.

İkinci Balkan Savaşı

Birinci Balkan Savaşı’nı kazanan Balkan devletleri, savaşın hemen ardından ele geçirdikleri bölgeleri paylaşma konusunda anlaşmazlığa düştüler. Yunanistan ile Sırbistan, Romanya’nın toprak isteminde bulunduğu Bulgaristan’a karşı birlikte harekete geçmeye karar verdiler. Ancak Bulgaristan ilk saldıran taraf oldu. 29-30 Haziran gecesi Bulgarlar, Makedonya’daki Sırp ordusuna saldırdılar ancak yenildiler. Yunanlar da Selanik’ten doğuya doğru ilerleyip Güney Makedonya’nın tümünü işgal ettiler. Bu durum üzerine Bulgarlar, Osmanlı ordusu karşısındaki güçlerinin ana bölümünü diğer cephelere kaydırdılar.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, kaybedilen toprakları yeniden ele geçirmek için bu fırsatı değerlendirdi. 18 Temmuz’da Osmanlı ordusu Edirne’ye doğru bir harekâta başladı ve 21 Temmuz 1913’te çok az direnişle karşılaşarak şehri aldı. Bir yazara göre Edirne’ye ilk giren birlik Mustafa Kemal’in Bolayır kolordusuna bağlı bir tugaydı ancak saldırıya katılan birliklerin başında Hurşit Paşa bulunuyordu. Mustafa Kemal’in Bolayır kolordusu ayrıca Dedeağaç’ı da ele geçirdi. 29 Eylül 1913’te Bulgar temsilcilerinin İstanbul’da imzalanan barış anlaşması ile savaş sona erdi.

Savaşın sonunda Batı Trakya’daki Türk nüfusu, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere Osmanlı topraklarına göçe başladı. Mustafa Kemal annesi Zübeyde Hanım için Dolmabahçe Sarayı’na inen Akaretler yokuşunda bir ev buldu. Üvey babası Ragıp’ın on altı yaşındaki yeğeni Fikriye de Sultan Ahmet Camii yakınında bir eve yerleşti.

Askerî ataşelik

İkinci Balkan Savaşı’nın ardından Mustafa Kemal, İstanbul’da Fethi’nin (Okyar) evine yerleşti. Fethi kendini politikaya verme amacıyla, olasılıkla Şarköy harekâtının başarısızlığı sebebiyle askerlikten ayrılmıştı. Ancak İttihat ve Terakki içindeki çekişmelerin ardından Talat, Fethi’ye Sofya büyükelçiliği görevini önerdi. Cemal’e de danışan Fethi, Balkanlar’da dengeyi sağlamak üzere Bulgaristan’la dostluk kurulması göreviyle büyükelçiliği kabul etti ve Mustafa Kemal’i askerî ataşe olarak yanına istedi. Bu isteğin kabul edilmesi üzerine Mustafa Kemal, 27 Ekim 1913’te Sofya askerî ataşeliğine atanarak yakın arkadaşı Sofya sefiri (elçisi) Fethi’nin (Okyar) emri altında çalıştı. Teoride Romanya, Sırbistan ve Karadağ krallıklarının başkentleri Bükreş, Belgrad ve Çetine için de aynı görevi sürdürüyordu ancak uygulamada çalışmaları Bulgaristan sınırları içindeydi.

Mustafa Kemal 20 Kasım 1913 tarihinde Sofya’ya vardı. Burada Dondukov Bulvarındaki Splendid Palas Oteli’ne yerleşti ve yedi ay boyunca burada kaldı. Ardından Ferdinand Bulvarı’nda bir daireye yerleşti. Askerî ataşe olarak kendisine ulaşan bilgileri İstanbul’a aktarmakla görevliydi. Burada Bulgaristan başta olmak üzere Balkan devletlerinin politik ve askerî durumlarına dair raporlar hazırladı. Görevi esnasında Bulgaristan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını kazandıktan sonraki askerî, idari ve kültürel gelişmesini yakından inceleme şansı bulduğu gibi Bulgar ordusundan bazı subaylarla da ilişkiler kurdu. Bu görevde iken 1 Mart 1914’te yarbaylığa (kaymakam) yükseldi. Sofya’ya varışından kısa süre sonra Bulgar Genelkurmay başkanından aldığı İstanbul’daki Alman subayların, özellikle Goltz Paşa’nın Osmanlı askerî hareketlilikleri konusunda Bulgarları bilgilendirdiğine dair istihbaratı İstanbul ile paylaşmış, Kâzım Karabekir’den İstanbul’daki Almanların buna öfkelendiği yanıtını almıştı.

Mustafa Kemal’in Sofya’da en önemli istihbarat toplama yöntemlerinden biri sosyal etkinliklerdi. Bulgar ordusunun üst ve alt rütbeli subayları, politikacılar ve toplumun önce gelenleri ile görüşmek görevinin bir parçasıydı. Burada iken yazdığı ve 1918’de yayımlanan ilk kitabı Zabit ve Kumandan ile Hasbihal sayesinde Harbiye Nazırı Stiliyan Kovaçev ve kızı Dimitrina ile tanıştı. Burada özellikle Bulgaristan’daki Müslüman Pomaklara yapılan din değiştirme baskısı konusuna (Fethi’nin yanında) müdahil oldu. Sosyal yaşamında en önemli olay 11 Mayıs 1914’te Kral I. Ferdinand’ın da katıldığı bir kıyafet balosuna davet edilmesiydi. Baloya Enver’in özel izniyle İstanbul’daki askerî müzeden gönderilen gerçek bir Yeniçeri üniformasıyla katıldı. Üniformayı geri gönderirken arkadaşı Kâzım’a (Özalp) yazdığı bir mektupta tüm dikkatleri üzerine topladığını ve sorulan soruların Türklerin eski askerî gücü ve zaferleri hakkında konuşma fırsatı sunduğunu anlatmıştı.

Sofya’da görevi devam ederken 28 Haziran 1914’te Avusturya tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand öldürüldü ve ardından 28 Temmuz 1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Enver’in Alman Amiral Souchon’a verdiği gizli emir ile Osmanlı donanması Karadeniz’e açılarak 29 Ekim 1914’te Rus limanlarına hücum etti. Bunun üzerine 2 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya, Osmanlı hükûmeti de 11 Kasım’da bu ülkelere savaş ilan etti.

Savaş ilanının ardından Mustafa Kemal, Harbiye Nazırlığı’na ve Enver’e başvurarak ön cephede aktif göreve gelmek istedi, ancak Enver askerî ataşelik görevinin daha önemli olduğunu söyleyerek reddetti. Enver’in Kafkasya’da Ruslara karşı savaşmak üzere İstanbul’dan ayrılmasının ardından Enver’in vekili İsmail Hakkı imzasını taşıyan telgrafla Sofya’dan ayrılıp Çanakkale’ye gönderilmek üzere Tekirdağ’da toplanmakta olan 19. Tümen’in komutasına atandı. 20 Ocak 1915’te Sofya’dan ayrıldı.

Mustafa Kemal Atatürk

I. Dünya Savaşı

Mustafa Kemal’in askerî ataşe görevi Ocak 1915’te sona erdi. Bu sırada 28 Temmuz 1914’te I. Dünya Savaşı başladı, Osmanlı Devleti de 29 Ekim 1914’te savaşa girdi. 20 Ocak 1915’te Mustafa Kemal 3. Kolordu emrinde Tekfurdağ’da kurulacak olan 19. Fırka Komutanlığına atandı.

Çanakkale Savaşı

2 Kasım 1914’te Rusya, Osmanlı’ya savaş ilan etti. Bunun ardından İngiliz ve Fransız savaş gemileri Çanakkale Boğazındaki Seddülbahir, Kumkapı ve Orhaniye tabyalarını bombaladı. Bu donanmaya karşı yapılan savunmada beş subay ve seksen asker öldü. Türk ordusu 3 ay boyunca hazırlık yaptı ve genel olarak kara ordularının yapacağı savunmaya dikkat etti. Mustafa Kemal henüz tümenin istendiği gibi kurulmasına fırsat olmadan, İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğazı’nı tehdit eder bir pozisyon alması üzerine 25 Şubat’ta yalnızca tümene bağlı 57. Alay ile Maydos’a (günümüzde Eceabat) hareket emri aldı. Bu esnada İngiliz ve Fransız gemileri 19 ve 25 Şubat’ta Boğaz girişindeki istihkamları bombalamış, donanma topçusuna atış düzeltmelerinde yardımcı olacak birlikleri karaya çıkartmıştı. Seddülbahir’de Bigalı Mehmet isminde bir çavuş tüfeği tutukluk yapınca İngilizlere taşla saldırmış, Mustafa Kemal de bu olayın yayımlanmasına yardımcı olarak günümüzde Türk askeri için kullanılan “Mehmetçik” adının doğmasını sağlamıştır. 19. Tümen’e destek olması için 72. ve 77. alaylar da bölgeye kaydırıldı. Mustafa Kemal kolordu karargahından eğitimi zayıf Arap askerlerden oluşan bu alaylar yerine kendi eğittiği ve yedekte tutulan Türk alayları istedi ancak bu isteği reddedildi. 18 Mart 1915’te Çanakkale’deki en önemli deniz harekatı gerçekleşti ancak Mustafa Kemal’in bu harekâtla sadece dolaylı ilgisi vardı. Bu harekâttan hemen önce Nusret gemisi tarafından boğaza mayın döşendi. Bu mayınlar; Queen Elizabeth, Ocean ve Bouver gibi zırhlı gemilere zarar vererek geri çekilmelerine neden oldu. Bu sırada 19. Tümen ise, 23 Mart 1915’te Müstahkem Mevki Komutanlığı emriyle Eceabat bölgesinde ihtiyata alındı.

25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’na İtilaf Devletleri’nin yaptığı çıkartmalarıyla Çanakkale Savaşı’nın ana kara harekâtları başladı. İtilaf Devletleri, Türklerin yoğun direnişine rağmen kuzeyden güneye doğru Gelibolu Yarımadası’nın Saros Körfezi tarafındaki Arıburnu, güney ucundaki Seddülbahir ve Anadolu yakasında Kumkale yakınlarında karaya asker çıkardılar. Kumkale’deki Fransız askerleri kısa sürede geri çekildi ancak Arıburnu’ndaki İngiliz ve Anzaklar doğuya, Seddülbahir’deki İngiliz ve Fransızlar kuzeye ilerlemeye çalışıyordu. 3. Kolordu komutanı Mehmet Esat Paşa’nın emrinde savaşan Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal’in 19. Tümeni bu esnada Arıburnu’na 8 km mesafede, yarımadanın Boğaz’a bakan kısmında yer alan Eceabat’ta yedek olarak bekletiliyordu. Seddülbahir’den Arıburnu’na kadarki İtilaf öncü güçleriyle Albay Halil Sami komutasındaki 9. Tümen karşılaşmıştı.

Halil Sami, Mustafa Kemal’den Arıburnu’nun doğusundaki tepeleri elde tutmak için derhal bir tabur istedi. von Sanders ve Esad Paşa’yla iletişime geçemeyen Mustafa Kemal ise inisiyatif alarak süvariler, tümenin topçu dağ taburu ve sıhhiyecilerden oluşan 57. Alay’ı sevk etti. Bu çarpışmayı anlatırken, bir tepeye tırmanıp arkadan gelen birliğini beklerken 9. Tümen’den geri çekilmekte olan askerlere rastladığını, Conk Bayırı’na doğru giden 261 rakımlı tepeye doğru serbest biçimde çıkan düşman askerlerini gördüğünü, düşmanın kendi askerlerinden daha yakında olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine cephanesi kalmadığını belirten askerlere “cephaneniz yoksa süngünüz var” diyerek süngü taktırıp mevzi aldırmış, bunu gören düşman da yatınca zaman kazanmıştır. Kendi 57. Alay’ı ulaşınca düşmanın kuzey kanadına saldırmak üzere “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimizi başka kuvvetler ve kumandanlar alabilir” emrini vermiştir. 25 Nisan çatışmalarında kritik bir nokta olan Conk Bayırı tepesini elde tutmayı başardı. İlk günün çatışmalarının ardından Anzak kuvvetleri dar bir köprübaşında sıkıştırılmıştı. Ertesi gece 77. Alay paniğe kapılıp kaçınca durumu kritikleşti ancak yeni birliklerin varışı ile hatları yeniden güç kazandı. 29 Nisan’da Mustafa Kemal’e Arıburnu’nda gösterdiği yararlılık için İmtiyaz Nişanı verildi.

Mayıs ayında kuzey grubu tarafından savunulan cephe üç bölgeye ayrılmış, Mustafa Kemal grubun sağ kanadının kuzey bölgesinin komutanlığına getirilmişti. Liman von Sanders tüm kuvvetlerin komutanlığını sürdürüyordu. 29-30 Mayıs’ta Mustafa Kemal, Conk Bayırı’ndan Sazlıdere sel yatağına büyük çaplı bir hücum düzenledi. 1 Haziran’da albay rütbesine terfi etti.

Gelibolu cephesinin ikinci aşaması, İngiliz, Anzak ve Hint birliklerinin Mustafa Kemal’in savunduğu Arıburnu’nun kuzeyindeki Suvla Koyu’na 6 Ağustos gecesi yaptıkları çıkartma ile başladı. Çıkartma, Arıburnu’ndan kuzeye doğru bir saldırı ve ilerleme ile desteklendi ve Anafartalar Cephesi açıldı. Conk Bayırı tekrar tehdit edilince, Mustafa Kemal çocukluk arkadaşı Nuri’yi 24. Alay’ın başında burayı savunmaya gönderdi. Nuri, daha sonra Conk Bayırı Muharebesi’ndeki rolüyle Atatürk’ten “Conker” soyadını alacaktı. İtilaf kuvvetleri Suvla sahiline yerleşmeye başlayınca Liman von Sanders, Bolayır kıstağını koruyan iki tümene güneye inerek İngilizlere karşı saldırı yapma emri verdi. Kuvvetler bölgeye vardığında başlarındaki Albay Fevzi, askerlerin kırk kilometre yürüdüğü, yorgun oldukları ve tümünün bulunmaları gereken yerlere varamadıkları gerekçesiyle ek zaman istedi. Bunun üzerine von Sanders, 8 Ağustos 21.50’de Fevzi’yi görevden alarak yerine Mustafa Kemal’i getirdi. Haberi alan Mustafa Kemal, Arıburnu kuzeyindeki tüm güçlerin komutasını istedi; von Sanders kabul ederek onu 9 Ağustos’ta Suvla Koyu’nun kuzeyindeki Kireçtepe’den, güneydeki Conk Bayırı’na kadar bölgede yer alan altı tümenin komutasına geçirdi. Komutasındaki birlikler “Anafartalar Ordu Grubu” olarak yeniden adlandırıldı. Anafartalar Grup Komutanı olarak 9-10 Ağustos’ta Anafartalar Zaferi’ni kazandı. Conk Bayırı’nda karşı saldırıyı bizzat yönetti. Çarpışma sırasında bir şarapnel parçası göğsündeki saate isabet etti. Parçalanan saat yaralanmasını önledi. Bu saati daha sona Liman von Sanders’a armağan etmişti. 10 Ağustos’ta cephenin güney ucundaki sırtları kontrol altına aldı. Alınan başarı üzerine 5. Ordu komutanı Müşîr Otto Liman von Sanders’in takdirini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’ta Kireçtepe ve 21 Ağustos’ta II. Anafartalar Zaferi takip etti.

Miralay Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Bey (Ünaydın) başta olmak üzere İstanbul basını tarafından “Anafartalar Kahramanı” olarak kamuoyuna tanıtıldı. Harb Mecmuası dergisinde boy fotoğrafı yer aldı. 20 Eylül’de hastalandı, sıtmaya yakalandığından kuşkulanıldı ancak Gelibolu’da görevine devam etti. Osmanlı ordusunu yöneten Alman subaylarla savaşın başından itibaren sorun yaşayan Mustafa Kemal, Eylül ayından sonra Çanakkale’deki savaşın kazanılacağını öngörerek daha faydalı olacağını düşündüğü başka bir cephede görev almak istedi.

5 Aralık’ta Liman von Sanders, Mustafa Kemal’e sağlık nedeniyle ayrılma izni verdi. Sonunda Mustafa Kemal, Anafartalar Grubu komutanlığını Fevzi Paşa’ya (Çakmak) teslim ederek Fethi, Tevfik Rüştü (Aras) ve Doktor Bahattin Şakir ile birlikte 10 Aralık’ta İstanbul’a doğru yola çıktı. 19-20 Aralık tarihinde İtilaf kuvvetlerini Arıburnu-Anafartalar sahilini terk etti. 28 Aralık 1915’te Alman İmparatoru Kayzer II. Wilhelm tarafından tarafından Demir Haç nişanı ile ödüllendirildi.

Kafkasya Cephesi

14 Ocak 1916’da Gelibolu’dan Edirne’ye sevk edilmiş olan 16. Kolordu komutanlığına atandı. Edirne’de bulunduğu 2 ay kadar süre boyunca 16. Kolordu’nun ikmali, toparlanması ve eğitimi ile ilgilendi. Eğitim amacıyla Ta’biye Mes’elesinin Halli ve Emirlerin Sûret-i Tahrîrine Dâir Nasâyih (Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler) eserini hazırladı ve yayımladı. Doğu Cephesinde Rus birlikleri Osmanlı 3. Ordusu’nu püskürtmüş ve 16 Şubat’ta Erzurum’u, 3 Mart’ta Bitlis, Muş, Van ve Hakkâri’yi işgal etmişti. Albay Mustafa Kemal 11 Mart tarihinde 3. Orduyu desteklemesi için emrindeki 16. Kolordu ile birlikte Diyarbakır’a gönderildi; Halep üzerinden gerçekleşen uzun bir yolculuğun ardından 27 Mart’ta Diyarbakır’a vardı. Rütbesine göre kendisine ağır bir sorumluluk verilen 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal 1 Nisan 1916’da Diyarbakır’da iken Tuğgeneralliğe (Mirliva) yükseltildi ve Paşa unvanını aldı. 35 yaşında ulaştığı bu rütbe, I. Dünya Savaşı’nda aldığı en üst rütbe olacaktı. 16 Nisan’da karargahını Silvan’da kurdu. Bitlis-Muş arasındaki yaklaşık 100 kilometrelik bir cepheden sorumluydu, elindeki güç 13.741 asker, 9.297 tüfek, yedi makineli tüfek, 19 toptan oluşuyordu.

Enver’in Doğu Cephesindeki planı, 2. ve 3. Ordu’nun ortak bir harekâtını öngörüyordu. Ancak 2. Ordu daha güneyde yerini alamadan Ruslar, 3. Ordu’ya saldırıp bozguna uğrattılar ve 15 Nisan 1916’da Trabzon’u işgal ettiler; temmuzda ise Gümüşhane, Bayburt ve Erzincan’ın da bulunduğu daha geniş bir alanı ele geçirdiler ve 2. Ordu’yu Diyarbakır’a gerilettiler. Osmanlı ordusu 3 Ağustos’ta karşı saldırıya geçti; 6 Ağustos’ta Mustafa Kemal’in 16. Tümen’i Muş ve Bitlis’i Ruslardan kurtararak Osmanlı birliklerine stratejik bir üstünlük sağladı. Kafkas Cephesindeki bu başarısından dolayı altın kılıçlı imtiyaz madalyası ile ödüllendirildi. Rusların ağustos sonundaki karşı saldırısı üzerine Mustafa Kemal 21 Ağustos’ta orduyu tekrar Silvan’a çekti. Muş Rusların elinde kalırken, Bitlis Osmanlı hakimiyetindeydi.

Mustafa Kemal Diyarbakır’dayken, İttihatçı fedailerden Yakub Cemil bir hükûmet darbesi yapmaya karar vermiştir. Savaşın kaybedildiğini düşünmektedir. Tek kurtuluş yolunun Bâb-ı Âli’yi basıp hükûmeti devirerek Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı’nı değiştirmek olduğuna inanmaktadır. Yeni Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı olarak da Mustafa Kemal’i düşünmektedir. Anlaştığı arkadaşlarından biri komployu Enver Paşa’ya haber vermiştir. Bunun üzerine Yakub Cemil kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Mustafa Kemal Falih Rıfkı Atay’a anlattığı hatıralarında şöyle demektedir: “O vakit tümenlerimden birine komuta eden Ali Fuad (Cebesoy)’a, ‘Yakub Cemil asılmış. Sebebi de ben Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı olmadıkça kurtuluş yoktur,’ demiş. Dediğini yapmış bile olsaydı ben İstanbul’a gittiğimde ilk iş olarak Yakub Cemil’i cezalandırırdım. Eğer ben, o ve onun gibiler tarafından iktidara getirilecek bir adamsam, adam değilim!” demiştir.

Erken gelen 1916 kışı, bölgede daha fazla çatışma olmasını önledi. 25 Kasım’da 2. Ordu komutanı Ahmet İzzet Paşa izin alıp İstanbul’a döndüğünde Mustafa Kemal komutan vekili olarak ordunun başına geçti. Vekil olduğunda, gelecekte Kurtuluş Savaşı’nda beraber çalışacağı subaylar İsmet (İnönü), Cafer Tayyar (Eğilmez) ve Harbiye’den arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) komutası altına girmişti.

18 Şubat 1917’de Mustafa Kemal, Hicaz seferi’ne katılan birliklerin komutanlığına atandığını öğrendi. 26 Şubat’ta Enver’in başkanlık edeceği toplantılara katılmak üzere Şam’a gitti. Görüşmelerin ardından planlarda değişiklik yapıldı; Fahrettin Paşa’nın birliklerinin Filistin cephesi’ne kaydırılması ve Mustafa Kemal’in 2. Ordu’nun komutasına asaleten atanmasına karar verildi. Bu karar sadrazam Talat Paşa tarafından veto edildi.

Sina ve Filistin Cephesi

7 Mart 1917’de karargâhı Diyarbakır’da bulunan 2. Ordu Komutan Vekilliğine atandıktan sonra Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığına getirilmek istendi. Ancak bunu kabul etmeyerek 5 Temmuz 1917’de Yıldırım Ordular Grubu emrindeki 7. Ordu Komutanlığına atandı.8 Ağustos’ta Halep’e gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Bölgedeki değerlendirmelerinin ardından Yıldırım Ordular Grubu komutanı Alman Falkenhayn ile stratejik konularda anlaşamayarak 4 Ekim’de komutanlıktan istifa etti ve ay sonuna doğru İstanbul’a geldi ve Pera Palas’a yerleşti.

15 Aralık 1917 ile 5 Ocak 1918 tarihleri arasında Veliaht Vahdettin Efendi’nin maiyetinde Almanya’ya giderek Berlin’de Kayzer II. Wilhelm, Hindenburg, Ludendorff ve Genel Karargâh ile savaşın stratejik durumuna dair görüşmelerde yer aldı, Alsas bölgesini ve cepheyi ziyaret ederek subaylarla görüştü. Ziyaret dönüşünde sol böbreğinin iltihap kapması üzerine uzun süre hasta olarak yattı. 25 Mayıs’ta yola çıktı; Haziran ve Temmuz 1918’de Viyana ve Karlsbad’da tedavi gördü. Tedavisi esnasında Almanca ve Fransızca dersleri aldı. Sultan Mehmed Reşad’ın ölümü ve Vahdettin’in cülûsu üzerine İstanbul’a dönmek üzere 27 Temmuz’da Karlsbad’dan ayrıldı ancak Viyana’da İspanyol gribine yakalandığı için İstanbul’a 4 Ağustos’ta varabildi.

7 Ağustos’ta 7. Ordu Komutanı olarak Filistin Cephesi’ne atandı. 26 Ağustos’ta Halep’e ulaştı, daha sonra 1 Eylül’de Nablus’taki karargahına geçti. Suriye’de ve muharebe hattındaki incelemesinin ardından Enver’in kendisini yanlış bilgilendirdiğini ve elindeki kuvvetin zayıflığını tespit etti. 19 Eylül’de General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetleri, General Sanders komutasındaki Yıldırım Ordular Grubu’na saldırıya geçerek Megiddo Muharebesi’ni başlattılar. Muharebe sonucunda Yıldırım Ordular Grubu’nu oluşturan 8. Ordu tamamen, 4. Ordu ise büyük ölçüde imha oldu. Sadece Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu Şam ve Halep’ten kuzeye çekilerek, Kilis güneyindeki Müslimiye’de savunma hattı oluşturdu. Mondros Ateşkes Anlaşması’na kadar geçen zamanda, Britanya İmparatorluğu birliklerinin Toros geçitlerinden Anadolu içlerine sızmasını önledi. Savaş sürerken 20 Eylül’de Fahri Yaver Hazreti Şehriyari (Padişahın Onursal Yaveri) unvanı verildi. Mustafa Kemal Paşa, aynı gün Vahdettin’in başyaveri Naci (Eldeniz) Bey’e bir telgraf çekerek Yıldırım Ordular Grubu’nun savaş gücünün kalmadığını bildirerek mütareke istemesini önerdi. Ayrıca yeni hükûmette kendisinin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olarak görevlendirilmesini istedi. 27 Eylül’de İngiliz kuvvetlerinin 7. Ordu’nun geri bölgesini tehdit etmesi üzerine Şam’ın güneyindeki Kisve’ye geri çekilme emri verdi. Sanders şehri savunma emri verdi ve 8. Ordu’yu Mustafa Kemal komutasına verdi; ancak Şam 30 Eylül’de düştü. Mustafa Kemal kuvvetlerini Halep’e geri çekerek savunma düzeni aldı. Burada sokak çatışmaları da içeren uzun bir savunmanın ardından 25 Ekim’de Halep düştü. Mustafa Kemal elde kalan kuvvetlerini Anadolu’ya geri çekti.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı ve ertesi gün öğle vaktinde yürürlüğe girdi. Mondros Mütarekenamesi 19. maddesi gereğince, Yıldırım Ordular Grubu kumandanı olan Otto Liman von Sanders Paşa’nın görevden alınması üzerine Mustafa Kemal Paşa bu göreve getirildi.

Mondros Mütarekesi’nden sonra Anadolu’da milisler (Kuvâ-yi Milliye) şeklinde örgütlenen direniş hareketleri başlamıştı. 5 Kasım’da Suriye’deki İngiliz komutanı, Halep’teki birliklerine malzeme taşımak üzere İskenderun Limanı’nı kullanacağını söyleyerek kenti işgal edeceğini bildirdi; Mustafa Kemal iki gün öncesinde bir telgrafla mütareke koşullarını öğrenmek istemişti. 6 Kasım’da sadrazama gönderdiği uyarıda İngiliz işgaline silahla karşı koyacağını bildirdi; ancak Ahmet İzzet Paşa’nın ertesi günkü telegrafıyla emri geri almak zorunda kaldı. 7 Kasım’da Yıldırım Ordular Grubu ile 7. Ordu lağvedildi. Kendisi son görev yeri Adana’dan ayrılmadan Ulukışla’ya gelerek ilk örgütlenmeyi başlatmıştır. Yakındaki Antep’te kentin ileri gelenlerinden Ali Cenani ile görüşerek direniş düzenlemesi durumunda silahları kendisinin sağlayacağına söz vermişti; bu silahlar daha sonra halka dağıtıldı ve işgal güçlerine karşı kullanıldı.

10 Kasım 1918 tarihinde Yıldırım Kıt’alarının komutasını 2. Ordu Komutanı Nihat Paşa’ya bırakarak Adana’dan İstanbul’a hareket etti. Geri çağrılmasından sonra bölgedeki düzenli Osmanlı orduları mümkün olan tüm malzemeleriyle beraber Toroslar’ın kuzeyine çekildi, 2. Ordu dışında tüm birlikler dağıtıldı.

Mustafa Kemal Atatürk

Millî Mücadele (1919-1923)

Örgütlenme

İşgal dönemi

Mustafa Kemal 13 Kasım’da İstanbul’a Haydarpaşa Garı’na ulaştı. Haydarpaşa’dan İstanbul’a geçerken şehrin işgali için boğaza demirli düşman savaş gemilerini gördüğünde ünlü “Geldikleri gibi giderler!” sözünü söyledi. İşgal altındaki İstanbul’da geçirdiği altı aylık süre boyunca ülkenin işgali ve parçalanmasına karşı direnmek isteyen diğer yurtsever subaylarla gizli görüşmeler yaptı. Mütareke döneminde Fethi Bey (Okyar) ile birlikte Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa yanlısı ve Ahmet Tevfik Paşa (Okday) karşıtı bir tavrı koyan Minber gazetesini çıkararak siyasi girişimlerde bulundu. Yıl sonuna doğru daha önce yazdığı Zâbit ve Kumandan ile Hasb-ı Hâl kitabını yayımlattı. İstanbul’da önce Pera Palas’ta kaldı, kısa bir süre sonra Halep’te tanıştığı Suriyeli bir Hristiyan Arap olan Salih Fansa’nın Beyoğlu’ndaki evine taşındı. Ardından 21 Aralık 1918’de, Akaretler’de oturan annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule’yi de yanına alarak günümüzde Atatürk Müzesi olan eve yerleşti. İstanbul’un işgal altında bulunduğu günlerde Mustafa Kemal arkadaşlarıyla bu evde sık sık toplandı. Bu toplantılarda önceleri İstanbul’daki hükûmeti değiştirme, daha sonra ise ülkenin işgaline karşı ordunun dağıtılmasının durdurulması, silah ve mühimmatın saklanması, genç subayların Anadolu’ya geçirilmesi, ulusal görüşlere bağlı bürokratların yerlerinde kalması ve halkın moralinin yükseltilmesi konularında kararlar alındı. Samsun’a hareket ettiği gün olan 16 Mayıs 1919’a kadar bu evde oturdu.

Parlamentoyu Ahmet Tevfik Paşa aleyhine etkilemeye çalışan Mustafa Kemal, başkentte kaldığı altı ay boyunca birkaç kez padişahın huzuruna çıktı.ahdettin, Mustafa Kemal’i kullanmak istemesine rağmen onun siyasi güç sahibi olmasına karşıydı ve Damad Ferid Paşa ve Tevfik Paşa gibi hanedana mensup kadınlarla evlenmiş olanlarla çalışmayı yeğliyordu. 18 Kasım’da parlamento Tevfik Paşa hükûmetinin programını görüşmek üzere toplandı ancak Fethi’nin (Okyar) partisine destek veren yirmi yedi milletvekili hükûmet aleyhine oy kullandığı için oylama sonuçsuz kaldı. Ancak bu çabalar sonuçsuz kaldı, 19 Kasım’da yapılan oylamada Tevfik Paşa hükûmeti basit çoğunlukla görevde kaldı. Politikacılar arasında tartışmalar sürerken, aralarında Mustafa Kemal’in de yer aldığı subaylar Osmanlı ordusundan geri kalan parçaları denetim altına almaya ve İtilaf devletleri planlarına direnmeye uğraşıyordu. Meclisin güvenini kaybeden Tevfik Paşa 21 Aralık’ta padişah huzuruna çıkarak meclisin dağıtılmasını istedi ve İkinci Meşrutiyet dönemi sona erdi, padişahın şahsi yönetimine geri dönüldü. 4 Ocak 1919’da seçimler süresiz olarak ertelendi.

20 Aralık’ta bir kez daha padişah huzuruna çıktı ancak hükûmete katılma girişimleri sonuç vermedi. 29-30 Ocak 1919’da İttihat ve Terakki eski üyelerinden otuzu tutuklandı; tutuklananlar arasında Mustafa Kemal’in arkadaşı Dr. Tevfik Rüştü (Aras) da yer alıyordu. İtalyan Yüksek Komiseri Kont Carlo Sforza anılarında 1919 başında İstanbul’daki İngiliz ajanlarının Mustafa Kemal’i de tutuklayıp Malta’ya göndermeye hazırlandıklarını ancak diplomatik sorunlar yaratmamak için bu hazırlıkların uygulamaya geçmediğini yazmıştır. 1919’un başında İstanbul’da birçok siyasi kriz yaşandı, sonunda 4 Mart’ta Damad Ferid Paşa liderliğinde İttihatçılardan arınmış yeni bir hükûmet kuruldu. Milliyetçiler ordunun kontrolünü ellerinde tuttular ama yeni Harbiye Nazın Şakir Paşa, genelkurmay başkanı Fevzi’nin (Çakmak) yerine Cevat Paşa’yı (Çobanlı) atadı. 9 Mart’ta tüm İttihat ve Terakki önderleri tutuklandı.

Tüm bu siyasi karışıklıklar sürerken Mustafa Kemal, Rauf, Ali Fuat, Fahrettin, Refet, Kâzım Karabekir, İsmet gibi subaylarla sık sık görüşüyordu. Ali Fuat ile beraber askerlerin terhis edilmesini durdurmak, eldeki silah ve mühimmatı korumak ve aynı fikirleri paylaştıkları subay ve sivilleri kilit görevlerde tutmak üzerine bir harekât planı yapmıştı. Bu fikirler Genelkurmay’da görevli subaylar tarafından da paylaşılıyordu. Bu esnada Anadolu’nun ve Trakya’nın farklı bölgelerinde Müdâfaa-i hukuk cemiyetleri kuruluyordu. Mustafa Kemal ve diğer subaylar bu cemiyetlerle ilişkiler kurmaya başlamıştı. Şubat 1919’da Ali Fuat 20. Kolordu komutanı olarak Ankara’ya, 13 Mart’ta ise Kâzım Karabekir 15. Kolordu komutanı olarak Erzurum’a atandı. Mustafa Kemal de Anadolu’da bir görev almayı hedefliyordu.

Nisan ayında Harbiye Nazırı Şakir Paşa tarafından çağrılan Mustafa Kemal, Fevzi Paşa’nın (Çakmak) vekili Tuğgeneral Kâzım’ın (İnanç) da yer aldığı bir kararla Doğu Anadolu’da Rumların tacizlerini çözme görevi ile 9. Ordu müfettişliğine atandı. Karar 30 Nisanda resmen açıklandı ve kısa süre sonra kabine tarafından onaylandı. Bu görev kapsamında Mustafa Kemal bölgede düzeni sağlayacak, silahların toplanıp güvenli bir yerde depolanmasını denetleyecek, ordunun ‘şuralar’ kurduğu konusundaki raporları araştıracak ve eğer bunlar gerçekse, uygulamaya son verdirecekti. Mustafa Kemal’in de etkisinin bulunduğu bu kararla yalnızca 9. Ordu ile doğu ve orta Anadolu’daki sivil yöneticiler ona bağlanmakla kalmıyor, daha batı ve güneydeki bölgelerin komutanları ve sivil yöneticileri de isteklerine uymakla yükümlü tutuluyorlardı. 15 Mayıs’ta genelkurmay başkanlığına bir veda ziyareti yaptı; burada gizli bir görüşmede genelkurmay başkanlığından ayrılmak üzere olan Fevzi Paşa (Çakmak) ve halefi Cevat Paşa (Çobanlı) ile görüştü. Fevzi Paşa ile silah ve malzemelerin İtilaf Devletleri’ne teslim edilmemesi, Anadolu’da Kuvâ-yi Milliye’ye dayanan bir yönetim kurulması ve askerî harekâtların sadece savunmayla sınırlı kalmaması yönünde bir anlaşmaya vardılar. Mustafa Kemal Cevat Paşa’dan kişisel bir şifre aldı, Fevzi Paşa ise subaylar ve silahların Anadolu’ya gönderilmesini örgütledi. Ardından padişah ile son bir görüşmede bulundu ve 16 Mayıs’ta kurmaylarıyla beraber Samsun’a doğru Bandırma Vapuru’yla yola çıktı.

Samsun’a çıkışı

2 Şubat 1919 tarihinde Mersinli Cemal Paşa doğudaki Osmanlı ordularını mütareke koşullarına göre düzenlemek için müfettiş olarak Anadolu’ya gönderilmişti. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe ve Fransız Yüksek Komiseri Amiral Amet, 1918 yılı Kasım ayında Osmanlı hükûmetine nota verdiler. Doğuda Türklerin silahlanıp Hristiyanları öldürdüğünü, buna karşı önlem alınmasını talep ettiler. Mustafa Kemal Paşa, Padişah Vahdettin tarafından işgal kuvvetlerinin Yüksek Komiserlerinin verdiği notalar gereğince olağanüstü yetkilerle donatılarak Vilâyat-ı Sitte’deki (Altı Vilayet) Hristiyan ahaliyi korumak ve işgal kuvvetlerine karşı yapılan ufak çaplı isyanları bastırmak için görevlendirildi. Karadeniz’deki İngiliz Ordusunun komutanı General Sir George Milne’in, Mustafa Kemal’in görevi ile ilgili yazdığı bir mektuba cevaben Harbiye Nezareti 24 Mayıs’ta verdiği yanıtta Mustafa Kemal’in görevinin 1. ve 3. Kolorduları kapsadığı ve askeri birliklerin bakanlık emirlerine itaati, top kamalarını sökülmesini kontrol etmek ve halkın huzursuzluğunu önlemek olduğunu bildirdi. Gerçekte ise Mustafa Kemal ile kolordu komutanları Erzurum’daki Kâzım Karabekir ile Sivas’taki Refet’in (Bele) amacı askeri malzemelerin teslimini engellemekti. Yunanların Ege bölgesinde ilerlemesini önlemek isteyen Genelkurmay da bu amacı paylaşıyordu.

Atatürk, gazeteci Falih Rıfkı Atay’a Samsun’a hareket etmeden önce Vahdettin ile olan son görüşmesini anlatmıştır. Bu görüşmede Vahdettin, Samsun’a hareket etmeden önce kendisini ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa’ya “Paşa Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!” demiştir. Ancak Atatürk, Vahdettin’in samimiyetinden emin olamadığını, onun İtilaf Devletleri’nin siyasetine uygun hareket ederek bu siyasete karşı gelen Türklerin yatıştırılmasını istediğini anlatmıştır. Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Kurmay Albay Refet Bey (Bele), Kurmay Albay Kâzım (Dirik) Bey, Kurmay Albay ‘Ayıcı’ Mehmet Arif Bey, Dr. Albay İbrahim (Talî Öngören) Bey, Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey, Dr. Binbaşı Refik (Saydam) Bey, Binbaşı Kemal (Doğan) Bey, Yüzbaşı Cevat Abbas (Gürer) Bey ve Yüzbaşı Ali Şevket (Öndersev) Bey ile beraber Samsun’a çıktı.

İşgale karşı direniş hareketleri 30 Ekim 1918’de ateşkes imzalanmasının hemen ardından müneferit biçimde başlamış olmasına rağmen, Mustafa Kemal ve yanındaki çoğu kurmay olan komutanların Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 günü, Türk Kurtuluş Savaşı’nın fiili başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir. Bir hafta boyunca Mantıka Palas’ta kaldığı bu süreçte, bölgede meydana gelen çatışmaların sebebini araştırmış ve padişah Vahdettin tarafından verilen görevin aksine, işgalcilere karşı bizzat yerel Kuvâ-yi Milliye örgütlerinin kurulmasında rol oynamıştır.

21 Mayıs’ta güvenlik durumunu görüşmek üzere İngiliz güvenlik subayı Yüzbaşı L.H. Hurst ve iki meslektaşıyla buluştu. İngilizlerin Osmanlı hükûmetinin ülkeyi yönetemediği ve birkaç yıl yabancı müdahalesine ihtiyaç olduğu görüşlerine karşı çıktı, Samsun bölgesindeki sorunların Rumların ayrılıkçı hedeflerine son verdiği anda çözüleceğini ve Osmanlı topraklarında Yunanların egemenlik hakkı olmadığını bildirdi. Samsun’da birkaç gün daha kalan ve görüşmeler yapan Mustafa Kemal, bu bir haftanın sonunda Havza’ya geçti. Kasabada iyi karşılanan Mustafa Kemal, halktan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin bir şubesini açmalarını istedi. Mustafa Kemal’in Havza’daki hareketleri Rumlar tarafından Yüzbaşı Hurst’e aktarılmıştı; Hurst’ün raporu üzerine 8 Haziran’da Yüksek Komiser Amiral Calthorpe, İngiliz dış işleri bakanlığına konuyu bir telgrafla bildirdi. Bunun üzerine İngiliz yetkililer Osmanlı hükûmetine Mustafa Kemal’in görevinden alınması yönünde baskı yaptı. Aynı gün sadrazam vekili, İngiliz yetkililere kabinenin Mustafa Kemal’i geri çağırmaya karar verdiğini açıkladı; Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa ise Mustafa Kemal’in gitmesine kendilerinin izin verdiğini anımsattı ancak Mustafa Kemal’e “İstanbul’a dönerek kendisini onurlandırmasını” bildirdi. Mustafa Kemal 11 Haziran’da zaman kazanma amacıyla neden geri çağrıldığını sordu. Havza’da geçirdiği on yedi gün sonunda, Rauf’tan (Orbay) iç kesimlere yolculuk yapmasını engelleyecek bir İngiliz müfrezesinin gönderilebileceği haberini alınca 13 Haziran’da kimseye haber vermeden Refet’in (Bele) bir tümeninin yer aldığı ve daha güvenli olan Amasya’ya gitmeye karar verdi.

Mustafa Kemal Atatürk

Amasya Genelgesi

Mustafa Kemal 13 Haziran’da, Ali Fuat ve Rauf 19 Haziran’da, Refet ise 20 Haziran’da Amasya’ya vardı. Bu esnada Batı Anadolu’da Yunan işgalleri devam ediyor, Redd-i İlhak Cemiyetleri İstanbul hükûmetine ve İtilaf devletlerine protesto telgrafları gönderip direniş çağrıları yapıyordu. Bu hareketliliğin Paris’te görüşmeler yapan Osmanlı heyetini zora düşüreceğini düşünen Dahiliye Nazırı Ali Kemal, 16 Haziran’da ülkedeki bütün postanelere protesto telgraflarını kabul etmemeleri için talimat gönderdi. 18 Haziran’da Mustafa Kemal, 1. Kolordu komutanı Albay Cafer Tayyar’a çektiği bir telgrafta İstanbul’daki hükûmetin gücünü yitirdiğini, Anadolu halkının ulusal bağımsızlık için birleştiğini, Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyetlerinin tek bir isim altında birleştirilmeleri ve Anadolu içinde bir yerden yönetilmeleri gereğini, Trakya’daki cemiyetten bir-iki delegenin Sivas’a gönderilmesini yazmıştı.

Mustafa Kemal hazırladığı bildiri taslağını 19-20 Haziran’da Rauf, Refet ve Ali Fuat ile görüştü. Genelge hazırlandıktan sonra Konya’daki 2. Ordu Müfettişi Cemal (Mersinli) ile Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir’e gönderilerek onayları alındı. 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi’ni yayımladı. Daha sonra bütün mülki amir ve askeri komutanlara telgrafla ulaştırıldı.

Amasya Genelgesi İstanbul’da bulunan işgal güçlerinin tepkisi çekmiştir ve İngilizler Mustafa Kemal’i İstanbul’a geri getirmek için İstanbul Hükûmeti üzerindeki baskılarını arttırmıştır. Bu sırada İçişleri bakanı olan Ali Kemal Bey bir genelge yayımlayarak Mustafa Kemal’in iyi bir asker olduğunu ancak İngiliz baskısı sonucu görevinden alındığını ifade etmiştir. Amasya Genelgesi’nde vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığının tehlikede olduğu, İstanbul hükûmetinin üzerine aldığı sorumluluğu yerine getiremediği, bu durumun milleti yok olmuş gibi gösterdiği anlatılmıştır. Genelgede “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını” ilan edilmiştir. Anadolu’nun her bakımdan güvenli bir yeri olan Sivas’ta bir kongre toplanacağı belirtilmiştir. Bu kongreye katılmak için her ilden 3 temsilcinin seçilerek gönderilmesi ve temsilcilerin seyahatlerini gizli tutmaları istenmiştir. Doğu illeri için de Erzurum’da bir kongrenin toplanacağı, daha sonra Erzurum Kongresi üyelerinin de Sivas’a katılmak üzere hareket edeceği belirtilmiştir.

Erzurum Kongresi

Mustafa Kemal’den kurtulmaya kararlı olan tek hükûmet üyesi Dahiliye Nazırı Ali Kemal, 23 Haziran’da yerel yetkililere gönderdiği genelgede yerel yöneticilere “kendisi ile hiçbir resmî işleme girişmemeleri, hükûmet işleri ile ilgili hiçbir isteğini yerine getirmemeleri” için emir verdi. Telgraftan habersiz olan Mustafa Kemal ve Rauf, 26 Haziran’da Amasya’dan ayrılarak Erzurum’a geçti. Sivas valisi Reşit Paşa, Mustafa Kemal’i nasıl karşılaması gerektiğini İstanbul’a sorduğunda Ali Kemal ile Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa arasında şiddetli bir kavgaya sebep oldu; iki nazır da 26 Haziran’da istifa etti. Yeni dahiliye nazırı Reşid Akif Paşa, Sivas valisine gönderdiği telgrafta Mustafa Kemal’in görevinden uzaklaştırılmış herhangi bir general gibi karşılanması gerektiğini bildirdi.

Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal’i 3 Temmuz’da Erzurum’un 15 km dışında karşıladı ve konuklarını törenle Erzurum kalesinin karargahına götürdü. Kente gelir gelmez Refet’ten bir an önce ordudan istifa etmesi ve Erzurum’da güvenlik altında kalması yönünde telgraf aldı. İngilizler ulusal ve yabancı-karşıtı duyguların merkezi hâline geldiğini düşünüyordu. Mustafa Kemal ertesi gün Sultan Vahdettin’in tahta çıkışının yıldönümü vesilesiyle ona sadakatini bildiren bir tebrik telgrafı gönderdi. 7 Temmuz’da 3. Ordu müfettişi olarak bütün komutanlara gönderdiği son emrinde askeri ve ulusal örgütlerin kesinlikle dağıtılmaması, komuta kademelerinin teslim edilmemesi, cephane ve silahların verilmemesi ve “düşman” birliklerin bundan sonra atacakları adımlara karşı askeri tepki gösterilmesini, ordunun hilafetin güvenliğini sağlayabilecek tek unsur olan ulusal iradenin aracı olduğunu belirtti. Açık bir başkaldırı olan bu emrin ardından Amiral Calthorpe, Refet ile Mustafa Kemal’in derhal geri çağrılmalarını istedi. 8-9 Temmuz gecesi Mustafa Kemal, Harbiye Nazırı Ali Ferid Paşa ile telgraf üzerinden saatlerce görüştü. Görüşme sonunda görevinden alınacağını hisseden Mustafa Kemal istifa etti, Ferit Paşa ise görevden alındığını söyledi.

Kâzım Karabekir Paşa tarafından Erzurum’da toplanan Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk Kongresine (Erzurum Kongresi) katıldı. Kongre başında Kâzım Karabekir, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin iki üyesinin istifa ettirerek Rauf (Orbay) ile Mustafa Kemal’in tam üye olarak kongreye katılmalarını sağladı. 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında gerçekleşen kongrede 56 delege yer aldı. Mustafa Kemal ilk başta hazırlık komitesi başkanı seçildi, daha sonra yine Karabekir’in çabasıyla kongre başkanı seçildi. Yaptığı konuşmada ülkenin bölünmekte olduğunu, İstanbul hükûmetinin güçsüzlüğünü ve İtilaf devletlerinin entrikalarını anlattı; ülkenin kaderini elinde tutacak bir ulusal yönetim kurulabileceğinden bahsetti.

Kongreye İstanbul hükûmetinden ciddi itirazlar gelmişti. Kongrenin kendini parlamento yerine koyduğu, bu nedenle derhal sona erdirilmesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının derhal tutuklanıp İstanbul’a gönderilmesi isteniyordu. Mustafa Kemal’in önerisiyle padişah, hükûmet, askeriye ve sivil otoritelere gönderilen bir metinde suçlamalar reddedildi ve saraya bağlılık açıklandı. Ardından yayımlanacak bildiri içeriği ve tüzük maddeleri görüşüldü, bir Heyet-i Temsiliye kuruldu.

7 Ağustos’ta Erzurum Kongresi Beyannamesi yayımlandı. Bu bildiride millî sınırlar içinde vatanın bölünmez bir bütün olduğu, vatanı korumayı ve bağımsızlığı sağlamayı İstanbul hükûmeti sağlayamazsa, geçici bir hükûmet kurulacağı, Hristiyan azınlıklara siyasi hakimiyet ve sosyal dengeyi bozacak ayrıcalık verilemeyeceği, manda ve himayenin kabul edilemeyeceği kararlaştırılmıştır.

Mustafa Kemal kongrenin kapanışından sonra üç hafta daha Erzurum’da kaldı. Erzurum’a yerleşmiş emekli bir binbaşıdan aldığı borç ile Sivas’a yolculuk giderlerini karşıladı. 29 Ağustos’ta makineli tüfekli bir müfrezenin eşliğinde üç arabalık bir konvoyla Mazhar Müfit, Rauf ve Raif Efendi eşliğinde Erzurum’dan yola çıktı, Erzincan’da Fevzi Efendi de kendisine katıldı. 2 Eylül’de Sivas’a vardı.

Sivas Kongresi

Sivas Kongresi 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplandı. Kongreye Mustafa Kemal dahil toplam otuz sekiz delege katıldı, Ege’deki direniş örgütleri Sivas’a delege göndermediler. Mustafa Kemal itirazlara rağmen kongrenin ilk gününde başkan seçildi. Ertesi gün delegeler İttihat ve Terakki Fırkası’nı canlandırmayacaklarına dair yemin ettiler ve Millî Mücadele’yi, Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na girmesine sebep olan fırkadan ayrı tutmaya çalıştılar. 4 Eylül’de Ahmet İzzet Paşa’nın ABD mandasının istenmesi konusunda bir muhtırası Kâzım Karabekir’e getirilmişti; Karabekir bu bilgiyi Mustafa Kemal’le paylaştı. Mustafa Kemal ağustos ayında milliyetçi Halide Edib (Adıvar) ile Karakol Cemiyeti’nin başı Kara Vasıf’ın da bulunduğu etkili bazı vatanseverlerin ABD mandasına taraftar olduklarını da öğrenmişti. 8 Eylül’de Erzurum Heyet-i Temsiliye üyesi eski vali Bekir Sami (Kunduh), kongreye ABD mandasının kabul edilmesini isteyen yirmi beş imzalı bir önerge sundu. Mustafa Kemal, kentte bulunan Amerikalıların herhangi bir resmî görevi olmadığını belirtti. Kongre sonuç olarak, ABD senatosundan ülkeyi temsil etmeyen İstanbul hükûmeti ile bir barış anlaşması imzalamadan önce Türkiye’ye bir araştırma komisyonu gönderilmesini isteyen bir mektup gönderilmesine karar verdi; ancak ABD Senatosu’nun 19 Kasım’da ABD’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliğini onaylamamasıyla da bağlantılı olarak bu konu görüşülmedi. Manda fikrinin ortadan kalkmasının ardından kongre tarafından birleşik bir Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin tüzüğü hazırlandı. Temsil Heyeti genişletildi ancak tüm heyet Mustafa Kemal’i lider olarak kabul etmeye devam etti.

11 Eylül’de yayımlanan Sivas Kongresi Beyannamesi’nde Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı gün işgale uğramamış vatan topraklarının bir bütün olduğu ve birbirinden ayrılamayacağı vurgulanmıştır. Kuvâ-yi Milliye’nin tek kuvvet olarak tanınması ve millî iradenin egemen kılınmasının esas olduğu belirtilmiştir. Rumların ve Ermenilerin toprak iddialarına karşı çıkılmıştır. Millî iradeyi temsil etmek üzere Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin derhal toplanması ve hükûmet kararlarının meclisin denetimine sunulması istenmiştir. Sivas Kongresi’nde bütün millî cemiyetler Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilmiştir.

Kongre döneminde İstanbul hükûmeti Mustafa Kemal’in tutuklanması için girişimlerde bulunmuş, 3 Eylül’de daha sonra Ali Galip Olayı olarak anılacak bir girişimde Dahiliye Nazırı Adil ve yeni Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa, Elazığ valisi Ali Galip’e Mustafa Kemal’i tutuklayıp kongreyi dağıtmasını emretmişti. Ali Galip Malatya’ya gelerek İngiliz yüzbaşı Edward Noel ve Kürt Bedirhan ailesinin bazı bireyleri ile görüştü. Olası bir girişime karşı Kâzım Karabekir, 7 Eylül’de küçük bir süvari bölüğünü Malatya’ya gönderip Bedirhanları tutuklama emri verdi. Bunun üzerine Ali Galip, Yüzbaşı Noel ve Bedirhanlar Suriye’ye kaçtı. İstanbul hükûmeti ayrıca Ankara valisi Muhittin Paşa’ya Sivas’a gidip kenti denetime alma emri vermiş ancak Ali Fuat’ın emriyle yoldayken milliyetçiler tarafından tutuklanmıştır.

Bu başarısız girişimler, milliyetçilerin Anadolu’nun işgal edilmemiş kısımlarında sivil yönetimi denetime almalarına yol açtı. 24 Eylül’de Trabzon valisi tutuklandı; 26 Eylül’de Konya valisi Refet’in (Bele) şehri ele geçirmek üzere yola çıktığı haberi üzerine şehri terk etti. Bu gelişmelerin ardından Anadolu kontrolünü yitireceğini anlayan İstanbul hükûmeti, 27 Eylül’de Abdülkerim Paşa arabuluculuğunda Mustafa Kemal ile telgraflaştı. Mustafa Kemal bu görüşmede Damad Ferid Paşa’nın istifasını istedi. 30 Eylül’de Damad Ferid istifa etti, yerine Ali Rıza Paşa sadrazam olarak atandı. Bu olayların ardından İstanbul hükûmeti, Heyet-i Temsiliye ile görüşmek üzere Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı Anadolu’ya göndermeyi önerdi. Mustafa Kemal, Amasya’da görüşmeyi kabul etti. 20-22 Ekim arasında üç gün süren pazarlığın ardından zayıf bir anlaşmaya varıldı. Mustafa Kemal’in ısrarıyla protokol hâline getirilip imzalanan bu görüşme ile hükûmet Heyet-i Temsiliye’yi tanımış oldu.

TBMM’nin açılışı

Mustafa Kemal 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaştı. 1919 sonunda yapılan Meclis-i Mebûsan seçimlerinde Mustafa Kemal Erzurum’dan mebus seçildi ama Ankara’da kalmaya kararlıydı. Mustafa Kemal’in öncelikli hedefi milliyetçi vekilleri Müdafaa-i Hukuk Grubu adında bir partide toplamak ve meclis başkanı seçilmekti. Bu şekilde meclis İstanbul’da özgürce çalışamazsa yasal olarak seçilmiş delegeler adına hareket etme yetkisine sahip olacaktı. 29 Aralık’ta İstanbul hükûmeti Mustafa Kemal’in ordudan uzaklaştırılması emrini geri alarak madalyalarını iade etti ve kendi isteğiyle istifa etmiş olduğunu açıkladı. Bu dönemde, Osmanlı topraklarının paylaşılması sürecinin son aşaması olup “Amerikan Mandası” olarak dile gelen dış politika sorunu da tartışılarak reddedilmiştir. Aralık 1919 tarihini taşıyan son ABD teklifinde “geniş bir Ermenistan yanında bir Türk Devleti” kurulması stratejik hedef olarak ortaya konulmuştur. Ocak 1920’de Yunanların Batı Anadolu’yu ilhak edecekleri söylentileri yayılmaya başlamıştı. 9 Ocak’ta Albay Fahrettin (Altay) ile görüşen Mustafa Kemal, Yunanlara karşı Batı Anadolu’daki bütün birliklerin başına geçmeyi planladığını belirtti. Bu dönemde Ege’deki çetelerle irtibat kurmuş, düzenli orduyu çetecilere yardımcı olmaya ikna etmişti. Bu esnada Albay İsmet ile Ankara’da görüşmeler yaptı. Yunanistan ile savaşın kaçınılmaz olduğunu ancak düşman birliklerinin çeteler değil sadece düzenli ordu ile durdurulabileceğini belirtti.

12 Ocak 1920’de Osmanlı Devleti’nin son meclis toplantısı 72 vekilin katılımıyla açıldı. İtilaf Devletleri yeni hükûmette Anadolu’daki milliyetçi komutanlar ile güçlü bağları olan Cemal Paşa’nın (Mersinli) harbiye nazırı, Cevat Paşa’nın (Çobanlı) ise genelkurmay başkanı olmalarına karşı çıktılar. Paşalar istifalarını sunmak zorunda kaldı. Bu esnada meclis başkanlığına Reşat Hikmet seçildi; kısa süre sonra öldüğünde yerini Celalettin Arif aldı; Fevzi Paşa (Çakmak) genelkurmay başkanlığına geldi, bazı diğer bakanların da değişimi ile 9 Şubat’ta yeni kabine güvenoyu aldı. Meclisteki milliyetçiler “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” yerine, padişahın bir konuşmasında geçen bir adla, “Felah-ı Vatan İttifakı” partisini kurdular. Mustafa Kemal bu dönemde Ankara’da beklemede kalarak, çevresindeki genç subaylarla çalışmalarını sürdürdü.

28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebûsanı, temel hatları Amasya, Erzurum ve Sivas’ta Mustafa Kemal önderliğinde belirlenen Mîsâk-ı Millî kararlarını kabul etti, 17 Şubat’ta ise kamuoyuna açıkladı. “Türkiye” sözcüğünün ilk kez geçtiği bildiri, I. Dünya Savaşı’nı sona erdirecek olan barış antlaşmasında Türkiye’nin kabul ettiği asgari barış şartlarını içermekteydi. Bu esnada İtilaf Devletleri İstanbul’un işgal edilmesini görüşüyorlar, aynı zamanda belirsizlik sebebiyle Anadolu bir otorite boşluğu ortaya çıkıyordu. Şubatta milliyetçilere karşı ikinci Anzavur Ayaklanması gerçekleşti. 3 Mart’ta Sadrazam Ali Rıza Paşa istifa etti; yerine Salih Paşa geçti. Diğer İtilaf Devletleri’ni ikna eden İngilizler, 15-16 Mart gecesi yönetime el koydular, önemli binaları işgal edip Türk milliyetçilerini tutuklamaya başladılar. Tutuklanan milliyetçiler daha sonra Malta’ya sürülecekti. 18 Mart 1920’de İstanbul’daki son meclis toplantısı yapıldı ve meclisin süresiz tatil edilmesine karar verildi.

İngilizlerin bu hamlesine karşılık Mustafa Kemal öncelikle Anadolu’daki İngiliz subaylarının gözaltına alınması emrini verdi. Daha sonra yeni bir seçim çağrısı yaparak, İstanbul’daki vekilleri Ankara’ya davet etti. Milliyetçilere yakın olan sadrazam Salih Paşa 2 Nisan’da istifa etti, Vahdettin onun yerine milliyetçi karşıtı Damad Ferid’i getirmeye karar verdi. Bu noktada saray ile milliyetçiler arasındaki bölünme tamamen netleşmiş, Türk milli direnişinin liderliği konusunda ise Mustafa Kemal’in ciddi bir rakibi kalmamıştı. Mart-Nisan 1920’de İstanbul’daki milliyetçiler çeşitli yollarla Ankara’ya geçtiler. Mustafa Kemal bu esnada Ankara’da örgütlenmesini ilerletmiş, direniş hareketini anlatma amaçlı Anadolu Ajansı’nı kurmuştu. 11 Nisan’da meclis, padişah tarafından feshedildi ve şeyhülislam Kuvâ-yi Milliye’yi kâfir ilan eden ve öldürülmelerinin vacip olduğunu belirten bir fetva yayımladı. 18 Nisan’da Kuvâ-yi İnzibâtiye kurularak milliyetçilere karşı harekete geçirildi.

23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Ülkenin her yanından milliyetçi örgütler Ankara’ya temsilciler göndermiş, İstanbul meclisinden gelenler de meclise katılmıştı. Meclis açılışında Mustafa Kemal, 1918’deki mütarekeden beri olanları açıklayan uzun bir konuşma yaptı. Meclisin sadece yasama değil yürütme yetkisini de elde tutmasını, üyeler arasından yürütme kuruluna uygun olanların seçilmesini istedi. 24 Nisan’da meclis faaliyetlerine başladı; yapılan yoklamada 120 delege hazır bulunmuştu. Mustafa Kemal 120 oyun 110’unu alarak Ankara mebusu sıfatıyla Meclis ve Hükûmet Başkanlığına seçildi. TBMM bir kurucu meclis gibi çalışarak Millî Mücadele’yi yürütecek olan Anadolu hükûmetinin altyapısını kurdu.

TBMM açıldıktan bir gün sonra Mustafa Kemal, yaptığı açılış konuşmasında I. Dünya Savaşı’na girmenin zorunlu olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir:

“Sonucunda felâket ve çok üzücü olaylara neden olan ve bu gün için milletimizin memnuniyetsizliğine yol açan Dünya Savaşı’na katılmamış olmak tabii ki çok daha iyi olurdu. Fakat buna maddeten imkân yoktu. Çünkü katılmama, silâhlanmış bir tarafsızlığı, yani boğazların kapalı bulundurulmasını gerektiriyordu. Halbuki vatanımızın coğrafi konumu, İstanbul’un stratejik durumu, Rusların İtilâf hükûmetleri yanında yer almış olması, bizim seyirci kalmamıza kesinlikle uygun değildi. Bunun yanı sıra silâhlanmış bir tarafsızlığın devamı için paramız, silahımız, sanayiimiz, kısaca, gerekli araç ve gerecimiz de bulunmuyordu. İtilâf devletlerinin ve özellikle İngilizlerin para vermemesi bir yana, gemilerimize el koyarak milletin dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği gemi yapımına ait yedi milyon liramızı zorla alıkoymaları, İtilâf devletlerinin savaş ilân etmesi, bizim savaşa katılmamızdan dört ay önce her yönüyle Osmanlı hükûmetinin zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti kurulmasına karar verdiklerini ilan etmiş olmaları ve hatta Bolşeviklerin yayınladığı gizli antlaşmadan da anlaşıldığına göre, İstanbul’un Çarlık Rusyasına vadedilmiş olması, savaşa İtilâf devletlerine karşı girmemizin zorunlu olduğunu gösteren açık delillerdir.”

Bir hafta sonra ise, 1 Mayıs 1920 tarihli The Mail gazetesi manşetine göre Mustafa Kemal verdiği röportajda Osmanlı’nın yıkılmasından, İslam’ın ayak altına alınmasından İngiltere’yi sorumlu tuttuğunu söyledi. Birliklerine atfedilen soykırım iddialarını da şiddetle reddettiğini belirtti; yalnızca fesat çıkaranların temizlenmesinde zorunlu olduklarını söyledi. Buna ek olarak “İngiltere’yi cezalandıracağım” diyen Mustafa Kemal, İngiltere’nin kolonilerinde isyan körüklemenin kendi elinde olduğunu ifade etti. Asi veya maceraperest olmadıklarını, meşru Türkiye’nin gerçek temsilcisi olduklarını dile getirdi.

3-4 Mayıs’ta yapılan seçiminde Mustafa Kemal başkanlığında çalışacak on vekil belirlendi. Bu noktada Ankara Hükûmeti’nin ilk amacı, Damad Ferid’in körüklediği Kuvâ-yi İnzibâtiye’ye karşı iç mücadeleyi kazanmaktı. Mustafa Kemal’in yönlendirmesiyle Çerkez Ethem’in Kuvâ-yi Seyyâre’si Anzavur Ahmet’a karşı zafer kazandı. 14 Haziran 1920’de milliyetçilerin saldırısı ile Kuvâ-yi İnzibâtiye’nin bir kısmı taraf değiştirdi, kalanları İngiliz askerlerinin gerisine çekildi. 25 Haziran’da bu güç resmen dağıtıldı, yakalanan yedi subay ile bölgenin bazı önde gelenleri idam edildi.

Bu esnada, 19-26 Nisan’da İtilaf Devletleri San Remo Konferansı’nda Osmanlı’nın bölünmesi planları üzerine çalışıyordu. Britanya başbakanı Lloyd George, Venizelos’un Batı Anadolu’yu ilhak planını destekliyordu. Görüşmelerin ardından 22 Haziran’da bir yıldan uzun süredir Milne Hattı’nda bekleyen Yunan kuvvetleri, doğuya ve kuzeye doğru ilerleyerek 8 Temmuz’da Bursa’yı ele geçirdiler. Yunanlar İzmir’in kuzeyinden Marmara’nın güneyine dek tüm Ege sahillerini bir ayda işgal ettiler. 25 Temmuz’da Edirne düştü, 27 Temmuz’da tüm Trakya kaybedildi.

Yunan işgali devam ederken Yozgat’ta Çapanoğlu Ayaklanması başladı. Bölgedeki düzenli birlikler isyanı bastırmakta başarısız olunca Mustafa Kemal, önce Kılıç Ali çetesini, ardından Çerkez Ethem’i görevlendirdi. İsyancılara karşı zafer kazanan Ethem, Ankara Valisi Yahya Galip’i kendi kurduğu askeri mahkemeye çıkartmak istedi; Mustafa Kemal tarafından güçlükle ikna edildi. Ekimde padişah taraftarları Konya’da hükûmet binalarını ele geçirdi, güneydoğuda ise bazı Kürt aşiretler isyan ettiler ama bu isyanlar başarıyla bastırıldı.

10 Ağustos’ta İstanbul hükûmeti ile İtilaf Devletleri arasında Sevr Antlaşması imzalandı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için Osmanlı meclisi tarafından onaylanması gerekiyordu. İstifa eden Damad Ferid’in yerine geçen Tevfik Paşa, Mustafa Kemal ile temasa geçmeye çalıştı. Ancak 19 Ağustos’ta yapılan meclis toplantısında Sevr’in kabul edilmesini öngören saltanat üyeleri ile imzalayan üç yetkili vatan haini ilan edildi.

Mustafa Kemal bu dönemde İtilaf Devletleri’ne karşı diplomatik destek bulmaya da çalışıyordu. Hariciye vekili Bekir Sami (Kunduh) başkanlığında Sovyetler ile görüşmeye gönderilen heyet 19 Temmuz’da Moskova’ya vardı. Enver Paşa da 7 Ağustos’ta Moskova’ya varmış, İngilizlere karşı bir İslam ihtilali için Bolşevikleri etkilemeye çalışıyordu. Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin liderleri ile arasına mesafe koymaya özen gösterdi. Bolşeviklerin tehlikeli bir müttefik olduğunu düşünen Mustafa Kemal, hem iç hem de dış siyasette dikkatli bir denge politikası gözetti. Yapılan uzun görüşmelerin ardından Rusların Doğu Anadolu’da toprak talepleri net şekilde reddedildi; Bolşeviklerin Sarıkamış’ı Türklere bırakabilecekleri imasından faydalanan Mustafa Kemal Kâzım Karabekir’e Kars’ın batısını yeniden ele geçirme izni verdi. 29 Eylül’de zayıf bir Ermeni direnişine rağmen Sarıkamış alındı; 24-30 Ekim’de Kars Ermenilerden ele geçirildi. Mustafa Kemal’in talimatları ile Ermeniler üzerindeki baskı devam ettirildi; 18 Kasım’da Ermeniler tamamen yenilerek Ankara’nın koşullarını kabul etmek zorunda kaldılar. 3 Aralık 1920’de imzalanan Gümrü Antlaşması ile Ermenistan sınırı nihai hâlini aldı. Doğu sınırının güvene alınmasının ardından kuvvetler güneye kaydırıldı. Kilikya ve Kuzey Mezopotamya’daki çeteler düzenli ordu altına alınarak Mustafa Kemal’in emirlerini uygular hâle geldi.

Mustafa Kemal Atatürk

Hâkimiyetin sağlanması

Düzenli orduya geçiş

Merkezi denetimden uzak bulunan Kuvâ-yi Milliye örgütleri dağıtılarak düzenli bir ordu oluşturuldu. Millî Mücadele’nin en kanlı çatışmaları, düzenli orduya katılmayı kabul etmeyen Kuvâ-yi Milliye gruplarına karşı verildi. Mustafa Kemal’in en büyük sorunu, Yunanların toprak uğruna Türklerle savaşmaya hazır düzenli bir orduya sahip olmasıydı. Ankara’nın batı cephesindeki düzenli birlikleri zayıftı, bu sebeple hükûmet çetelere bağımlı durumdaydı; ayrıca bu çeteler güneydekilere göre Ankara’ya çok daha az bağımlıydılar. Ankara Hükûmeti 16 Mayıs 1920’de bütün milislerin düzenli orduya katılmasını ve giderlerin savunma bütçesinden karşılanmasını öngören bir yasa çıkartmıştı ancak Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe bağımsız davranmayı yeğliyordu. Bu esnada orduda firarlar da artmıştı. 11 Eylül’de çıkartılan bir yasa ile İstiklâl mahkemeleri kuruldu. 24 Ekim’de Çerkez Ethem ve düzenli ordunun Gediz’e gerçekleştirdiği bir hücum koordinasyon eksikliği sebebiyle başarısızlıkla sonuçlandı. Mustafa Kemal bunun üzerine cephe komutanı Ali Fuat’ı görevden alarak Moskova’ya büyükelçi olarak gönderdi, cepheyi kuzeyde İsmet (İnönü), güneyde Refet (Bele) komutasına verdi. Refet Konya’da bir ayaklanmayı bastırdıktan sonra Demirci Mehmet Efe’nin üzerine yürüdü ve 30 Aralık’ta tutukladı.

Daha fazla güce sahip olan Çerkez Ethem, önce Ankara’da kendine destek aradı, daha sonra Kütahya’ya kaçtı. 30 Aralık’ta Albay İsmet ve Albay Refet komutasında 15 bin asker Çerkez Ethem’e karşı saldırıya geçti ve Kütahya kalesini ele geçirdi. Çerkez Ethem, Reşit ve Tevfik kardeşlerin başlarında bulunduğu Kuvâ-yi Seyyâre’den 725 Çerkez Yunanlarla anlaşarak düşman hatlarının gerisine geçtiler, geriye kalanlar dağıldı, bir kısmı düzenli orduya katıldı.

Teşkîlât-ı Esâsîye Kanunu

20 Ocak 1921’de anayasa görevi gören Teşkîlât-ı Esâsîye Kanunu çıkartıldı. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu belirten kanun ülkeye resmen Türkiye Devleti adını veriyor, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti tarafından yönetileceği bildiriyor ve padişahın neredeyse tüm yetkilerini TBMM’ye devrediyordu. Mustafa Kemal’in ısrarıyla padişahın adının hiç geçmediği kanunla ilgili tartışmalarda Mustafa Kemal saltanat ve hilafetin ilke olarak kabul edildiğini ancak bu kurumların ayrıcalıklarını tanımlamamanın daha iyi olacağını ileri sürdü. Anayasa ile ayrıca meclis tarafından teker teker seçilecek bir bakanlar kurulu bir başbakan seçecekti, gündelik işlerle ilgilenen bu göreve Fevzi (Çakmak) getirildi, Mustafa Kemal meclis başkanı olarak hükûmetin başında kaldı.

İnönü Muharebeleri

Birleşik Krallık Başbakanı David Lloyd George’a göre Yunanistan büyümeli ve İngiltere ile menfaatleri birleştirilmeliydi. Yunanistan boğazları Avrupa’ya açık tutmalı, Akdeniz’de İngiltere’nin çıkarlarına uygun davranmalıydı. Eğer böyle davranmazsa İngiliz donanması onu uslandırmak için yeterdi. Sevr Antlaşması’nın kuvvet kullanılmadan uygulanamayacağı anlaşılmıştı. İtilaf Devletleri ise kuvvet kullanacak hâlde değildi. İtilaf Devletleri, Yunanları yalnız Türk illerini alıp kendi vatanına katmak için değil kendi davalarını da yürütmek için Anadolu’ya çıkardı. Ancak İtilaf Devletleri de Türkiye’ye karşı uygulanacak politikalarda artık beraber değildir. İtalya, Yunanların Anadolu’ya yerleşmesinden dolayı rahatsızdı. Fransa ise Suriye’deki toprak kazançlarını yeterli görmektedir. Artık Yunanlar kendi ordularıyla Anadolu’ya boyun eğdirmek zorundadır. Mustafa Kemal de Yunan ordusunu yenerse, Türkiye’yi kurtarmış olacaktır. 6 Ocak 1921 günü Bursa’dan Eskişehir’e ve Uşak’tan Afyon’a doğru iki kol hâlinde ileri harekâta başlayan Yunan ordusu, 9 Ocak’ta İnönü mevzilerine kadar ilerledi. Ancak Türk ordusunun savunması karşısında ileri gidemeyeceklerini anlayarak 11 Ocak 1921 sabahı İnönü mevzilerinden çekilmek zorunda kaldı. Birkaç gün sonra geride kalan Çerkez Ethem birlikleri milli birlikler tarafından dağıtıldı. Birinci İnönü Muharebesi düzenli ordunun ilk zaferi olduğundan Kuvâ-yi Milliye’den düzenli orduya geçiş hızlanmış, halkın yeni kurulan orduya güveni artmıştır. Bu başarı bütün dünyanın dikkatini çekmiş; İtilaf Devletleri, 26 Ocak 1921’de Osmanlı Devleti’nin Londra’ya bir heyet göndermesini ve bu toplantıda Ankara Hükûmeti’nden de temsilci bulundurulmasını istemişlerdir. 1 Mart’ta Albay İsmet tuğgeneral rütbesine terfi etti.

Birinci İnönü zaferinden sonra İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması’nda Türklerin yararına bir değişiklik yapılmasını görüşmek için Londra’da bir konferans toplanmasına karar vermişlerdir. 21 Şubat-11 Mart 1921 tarihleri arasında yapılan konferansta, Türkler yararına bir sonuç çıkmamış, mücadele devam etmiştir. Yunanistan, Londra Konferansı bitmeden, Anadolu’da yeni bir saldırı yapmak üzere hazırlıklara başlamıştır. 23 Mart 1921 günü sabah erken saatlerde, 3. Yunan Kolordusu’nun Batı Cephesinden, 1. Yunan Kolordusu’nun da Güney Cephesinden ileri harekete geçmesiyle muharebeler başlamıştır. 23 Mart-1 Nisan 1921 arasında meydana gelen İkinci İnönü Muharebesi tekrar Türk kuvvetlerinin zaferiyle sona ermiştir. Bu zaferden sonra Fransızlar Zonguldak’tan, İtalyanlar da Güney Anadolu’dan askerlerini çekmeye başlamıştır.

Kütahya-Eskişehir Muharebeleri

İnönü muharebelerinde savunma taktiği uygulayan Türk ordusu, Aslıhanlar-Dumlupınar çarpışmalarında ise henüz saldırı gücüne ulaşamadığını göstermişti. Bu durumdan yararlanmaya karar veren Yunan ordusu İnönü, Eskişehir, Afyon ve Kütahya arasındaki çizgide yer alan Türk mevzilerine yüklenerek buraları işgal etmek ve Ankara’ya kadar ilerlemek istiyordu. Takviye birliklerle iyice güçlenen Yunan ordusu 10 Temmuz 1921’den itibaren saldırıya geçti ve 20 Temmuz’a kadar yaptıkları saldırılarla Türk ordusunu geri çekilmeye zorladı. Mustafa Kemal Paşa, Türk ordusunun Sakarya Irmağı’nın doğusuna kadar çekilmesini emretti. Böylece vakit kazanılacaktı. Bu savaşlar sonunda Eskişehir, Kütahya, Afyon gibi büyük stratejik bölgeler elden çıktı. TBMM’de moral bozukluğu yaşandı ve sert tartışmalar meydana geldi. Ancak Yunan ordusu büyük ateş ve silah üstünlüğüne rağmen, Türk ordusunu yok edememişti. Türk ordusu, güvenli bir şekilde Sakarya’nın doğusuna çekilmişti.

Kütahya-Eskişehir Muharebeleri sonrasında Büyük Millet Meclisi içinde iktidara yani Mustafa Kemal Paşa’ya karşı tepkiler artmaya başladı. Bu muhalefeti yöneltenler ordunun başına geçmesi için Mustafa Kemal Paşa’ya baskı yapmaya başladı. Gerçek niyetleri ise onu Ankara’dan uzaklaştırmak ve Enver Paşa’nın iktidarını sağlamaktı. Mustafa Kemal Paşa, 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmayla başkomutan olmayı kabul ettiğini ancak başkomutanlığın faydalı olabilmesi için Meclis’in ordu ile ilgili yetkilerini üç ay süreyle kendisinde toplayacak bir kanun çıkartılması gerektiğini açıkladı. Paşa’nın başkomutanlığını isteyenlerin bu şekilde hayalleri suya düşürülmüş oldu. 5 Ağustos 1921 günü oy birliği ile çıkartılan yasa ile Mustafa Kemal Paşa, TBMM Orduları Başkomutanlığı’na getirildi.

Sakarya Meydan Muharebesi

Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlığa geçmesinin hemen ardından yayımladığı Tekâlif-i Milliye emirleri ile halkı ordunun donatılması için seferberliğe çağırdı. 12 Ağustos’ta Polatlı’da teftiş yaparken attan düştü ve kaburga kemiği kırıldı. 23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihlerinde yapılan Sakarya Meydan Muharebesi’nde Yunan ordusunun hücum gücü tükendi. Türk ordusu ani bir taarruzla Yunan ordusunu Sakarya Nehri’nin doğusundan çıkarmayı başardı. Bu zaferden sonra 19 Eylül 1921’de Büyük Millet Meclisi Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’yı oy birliğiyle Müşîr (bugünkü ismiyle Mareşal) rütbesine terfi ettirdi ve Gazi unvanı verdi. Sakarya Meydan Muharebesi sonunda Türk ordusunun zayiatı; 5713 ölü, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 49.289’dur. Yunan ordusunun zararı; 3758 ölü, 18.955 yaralı, 354 kayıp olmak üzere toplam 23.007’dir.

Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, 13 Ekim 1921’de Ankara Hükûmeti ile Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Antlaşması imzalandı. Böylece Türkiye’nin doğu sınırı tamamen güvenlik altına alındı. Fransa ise TBMM Hükûmeti ile 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşma ile Fransa TBMM Hükûmeti’ni tanıdı ve Hatay-İskenderun dışında, Türkiye’nin bugünkü güney sınırı çizildi. Antlaşma sayesinde güney cephesi güvenli duruma geldiğinden buradaki Türk birlikleri de Batı Cephesi’ne kaydırıldı. İtalyanlar ise, Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra Güney Ege ve Akdeniz bölgelerinde tutunamayacaklarını anlayarak 1921 yılı sonuna kadar işgal ettikleri yerlerden çekildi. Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında İngiltere de Ankara’yı tanıyarak TBMM ile, 23 Ekim 1921 tarihinde tutsakların serbest bırakılması konusunda antlaşma yapıldı.

Büyük Taarruz

Tam 1 yıl süren taarruz hazırlıkları sonucunda, 26 Ağustos 1922 sabahı büyük bir dikkatle hazırlanan taarruz planı uygulamaya konuldu. 26-30 Ağustos 1922’de yapılan Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı’nın son aşamasıdır. 30 Ağustos günü Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde bir gün içinde Yunan ordusunun büyük bir bölümü imha edildi. 31 Ağustos’ta Mustafa Kemal Paşa komutanlarını Çalköy’deki karargâhında toplayarak kaçabilen Yunan kuvvetlerinin hızlı bir şekilde takip edilmesini ve İzmir ile civarındaki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Akdeniz’e (bugünkü Ege) doğru ilerlenmesini emretti. 1 Eylül günü Başkomutan Mustafa Kemal bir bildiri yayımlayarak ordulara şu emrini verdi:

“Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”Türk ordusu 2 Eylül’de Uşak’ı geri aldı. Burada Yunan Ordusu Başkomutanı General Nikolaos Trikupis esir edildi. 9 Eylül’de Türk süvarileri İzmir’e girdi. 18 Eylül 1922’ye kadar yapılan takip harekâtıyla tüm Batı Anadolu’daki Yunan birlikleri sınır dışına çıkarıldı. Türk ordusunun kazandığı bu başarı, Mudanya Ateşkes Antlaşması’na giden süreci başlattı.

Karşıyaka’da Mustafa Kemal’in kalması için yakınları Yunanların elinde esir olan bir baba-oğul evlerini hazırlamıştır. Bu evde daha önce Yunan Kralı Konstantin de kalmış, eve merdivenlerde ayakları altına serilen Türk bayrağını çiğneyerek girmiştir. Bu kez baba-oğul merdivenlere Yunan bayrağını sermiştir. Mustafa Kemal Paşa eve girecekken “Lütfedin, bu karşılıkla bu lekeyi silin!” denilmiştir. Mustafa Kemal Paşa da, “O, geçmişse hata etmiş; bir milletin onuru olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar etmem. Bayrağı kaldırın yerden,” diyerek bayrağı kaldırtmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk

Çanakkale Krizi

İzmir kurtarıldıktan sonra asıl sorun, İstanbul ve Boğazlar Bölgesi’nde sürmekte olan İtilaf Devletleri işgalinin sona erdirilmesidir. Mustafa Kemal’in emri doğrultusunda Türk kuvvetleri derhal Çanakkale’ye yönelerek buraların Trakya dahil boşaltılmasını talep eder. İngiltere buna ek donanma (ki içlerinde zamanın en modern 2 adet uçak gemisi bulunmaktadır) ve kara kuvveti göndererek cevap verir. Mustafa Kemal’in Çanakkale Krizi’ne sebebiyet veren emri; İngiltere’deki muhalefetin, Newfoundland ve Yeni Zelanda dışında İngiliz dominyonlarının ve diğer İtilaf devletlerinin karşı koyması neticesinde sıcak çatışmaya dönüşmez ve İstanbul’un Kurtuluşu’na giden yolu açar. Çanakkale Krizi David Lloyd George’un iktidarını kaybetmesine neden olduğu gibi Kanada’nın diplomatik açıdan bağımsız olmasını sağlar. Ayrıca kriz döneminde ABD Başkanı 28 Eylül 1922 günü 13 yeni savaş gemisinin Türkiye’ye komşu denizlere gönderilmesini emreder. 1908-1923 arasında komutanı Amiral Bristol olan USS Scorpion gemisinin, istihbarat edinmek suretiyle Lozan Antlaşması yapılana kadar devamlı İstanbul’da bulunduğu da anlaşılmaktadır.

Mudanya Ateşkes Antlaşması

Büyük Taarruz’un ardından, 11 Ekim 1922’de; TBMM, İngiltere, Fransa ve İtalya arasında imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması’yla savaş sona ermiştir. Yunanlar görüşmelere katılmamış, İtalya vekaleten onları temsil etmiştir. Bu antlaşmanın hükümlerine göre Türk ve Yunan orduları arasındaki savaş bitmiştir. Doğu Trakya TBMM’ye teslim edilmiş ve barış antlaşması imzalanana kadar Türkiye Büyük Millet Meclisinin burada en fazla 8000 kişilik bir jandarma kuvvetini bulundurmasına onay verilmiştir. Boğazlar ve İstanbul TBMM hükûmetinin yönetimine bırakılmıştır. Barış antlaşması yapılana kadar İtilaf Devletleri’nin İstanbul’da kalması karara bağlanmıştır.

Lozan Barış Antlaşması

Mudanya Ateşkes Antlaşması’ndan sonra barış görüşmelerinin yapılması için tarafsız bir ülke olan İsviçre’nin Lozan şehri seçilmiştir. Türkiye’yi İsmet İnönü temsil etmiştir. Konferans 20 Kasım 1922 günü toplanmış ve anlaşmazlık sonucu 4 Şubat 1923’te görüşmeler kesilmiştir. 23 Nisan 1923’te görüşmeler tekrar başlamış ve 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Lozan Antlaşması’nda 20 Ekim 1921’de Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması’ndaki güney sınırı aynen korunmuştur. Irak sınırı çizilememiş ve 9 ay zarfında çözülmesi kararlaştırılmıştır. Meriç Nehri Yunanlarla olan sınır kabul edilmiştir. Karaağaç ve çevresi savaş tazminatı olarak Türkiye’ye verilmiştir. Ege Denizi’ndeki Bozcaada ve Gökçeada Türkiye’ye verilmiş, Yunanların elinde kalan Anadolu’ya yakın adaların silahsızlandırılmasına karar verilmiştir. Kapitülasyonlar tamamen kaldırılmıştır. 1845’ten Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan Osmanlı İmparatorluğu’nun borçları sermaye üzerinden yeniden hesaplanarak azaltılmıştır. Borçlar Osmanlı’dan ayrılan devletlere gelirlerine orantılı olarak bölüştürülmüştür. Türkiye’nin borçları Türk parası veya Fransız frangı üzerinden ödeme teklifi kabul edilmiştir. Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlardan serbest geçiş sağlanmış, Boğazlar Komisyonu kurulmuş, Boğazlar ve civarının askersiz hâle getirilmesi sağlanmıştır. İstanbul’da yaşayan Rumlarla Batı Trakya’da yaşayan Türkler hariç Türkiye’deki bütün Rumlarla Yunanistan’daki bütün Türklerin yer değiştirmesi onaylanmıştır. Böylece Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla sonuçlanmıştır. Bu antlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalkmış, Türkiye Lozan Antlaşması temelleri üzerine kurulmuştur.

Cumhuriyetin ilanı

Saltanat kaldırıldıktan sonra Mustafa Kemal 15 Ocak 1923’te Eskişehir’de hükûmet sistemleri konusunda yaptığı konuşmada cumhuriyete karşı çıkıyor ve cumhuriyet ile meşruti monarşi arasında bir fark olmadığını şu ifadelerle beyan ediyor:

“Bütün cihan tarihinde ve bugün de dünya yüzünde mutlakiyet idaresine, meşruti idareye tesadüf ediyoruz, bir de cumhuri hükûmetler görüyoruz.

Bildiğimiz meşruti ve cumhuri hükûmetler teşkilatı kuvvetler ayrılığı esasına dayalı kabul edilmektedir. Biz kuvvetler birliği esasına dayanarak hükûmet tesis ettik… Bence hakikatte kuvvetler ayrılığı yoktur, kuvvetler birliği vardır. Şer’i hükümlere uygunluk noktasından değerlendirmek isterseniz, hatırlatayım ki, bizim şer’i hükümlerimizde belli bir hükûmet şekli ifadesi yoktur. Cumhuriyet, mutlakiyet şekilleri gibi bir şekil tespit olunmamıştır…”

Mustafa Kemal muhalefetin güçlendiği, seçimlerin ne zaman olacağı belirsizliğini korurken yasama ve yürütmenin başında bulunduğu konjonktürde, 19 Ocak 1923’te İzmit’te meclis hükûmeti sistemini savunuyor ve cumhuriyetten üstün olduğunu şöyle açıklıyor:

“Artık bizim hükûmetimiz müstebit bir hükûmet değildir. Mutlaki ve meşruti bir hükûmet de değildir. Bizim hükûmetimiz Fransa veya Amerika cumhuriyetlerine de benzemez. Bizim hükûmetimiz bir halk hükûmetidir. Tam bir şura hükûmetidir. Yeni Türkiye devletinde saltanat milletindir…”

2 Şubat 1923’te İzmir’de yaptığı konuşmada Mustafa Kemal cumhuriyetle meşruti monarşi arasında çok ufak bir fark olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Mutlakiyet hükûmetleri vardır, meşrutiyet hükûmetleri vardır, cumhuriyet hükûmetleri vardır. Bugün dünya üzerinde gördüğümüz şekillerdir. Fakat bütün bu isimleri iki sınıf ile ifade edebiliriz. Şahsi saltanat vardır veyahut meşruti saltanat vardır. Ben bu ifade tarzımla cumhuriyetle meşruti saltanat arasında çok ufak bir fark gördüm… Bence saltanat, cumhuriyet şeklinde belirli zaman için değişmez salahiyetlere sahip geçici bir sultan vardır. Diğerinde ise ömrü oldukça sultanlık eden ve öldükten sonra da evladına veyahut akraba ve yakınlarına miras olarak kalan sultanlık vardır…”

Mustafa Kemal, cumhuriyetin ilan edileceğini ilk defa 22 Eylül 1923 günü Wiener Neue Freie Presse muhabirinin başkentin neresi olacağına dair sorduğu soruya verdiği cevapta ifade etmiştir:

“Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince. Bunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkar: Ankara Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.”

Millî Mücadele sonrasında Türkiye’de iki başlı bir yönetim ortaya çıkmıştı. TBMM 1 Kasım 1922’de Osmanlı saltanatını lağvedip Vahdettin’i tahttan indirerek İstanbul hükûmetinin hukuki varlığına son verdi. 16 Ocak 1923’te İzmit Hünkâr Kasrı’nda İstanbul’dan gelen gazetecilerle mülakat yapıldığında Vakit başyazarı Ahmet Emin Bey (Yalman)’in Kürt meselesi hakkında sorusuna karşı, “Başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, bizim Teşkîlât-ı Esâsîye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir,” diyerek Kürtlere özel statü tanımamak için ihtiyatlı davrandı.

8 Nisan 1923’te, yayımlanan Dokuz Umde ile Gazi Mustafa Kemal yeni rejimin temelini oluşturacak olan Halk Fırkası’nın temellerini attı. Nisan ayında yapılan İkinci Meclis seçimlerine sadece Halk Fırkası’nın katılmasına izin verildi. Mebus adayları fırkanın genel başkanı sıfatıyla Gazi Mustafa Kemal tarafından belirlendi.

25 Ekim 1923 günü aynı anda hem Başbakanlık hem de İçişleri Bakanlığı görevlerini yürüten Fethi Bey, İçişleri Bakanlığını bıraktığını açıkladı. Aynı gün Meclis İkinci Başkanlığı görevini yapan Ali Fuat Paşa da ordu müfettişliğine atandığı için görevinden ayrıldı. Bu iki boş koltuk için yapılan seçimleri Gazi Mustafa Kemal’e muhalif olan milletvekilleri kazandı. Meclis İkinci Başkanlığına Rauf Bey, İçişleri Bakanlığına Sabit Bey seçildiler. Bu durumdan hoşnut olmayan Gazi Mustafa Kemal, 26 Ekim 1923’te Başbakan Fethi Bey’den “Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili” Fevzi Paşa’nın dışında hükûmetin istifa etmesini ve istifa edenlerin yeniden seçilirlerse görevi kabul etmemesini istedi. Böylece bir hükûmet krizi çıkmış oldu. Yeni bakanlar kurulu üyelerinin 29 Ekim günü seçileceği duyuruldu.

Bu gelişmeler üzerine cumhuriyetin ilanı ile işi kökünden çözmeye karar veren Gazi Mustafa Kemal 28 Ekim 1923 gecesi Çankaya’da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz,” diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa’yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. 29 Ekim 1923 Pazartesi günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusunda tartışıldı. Sorun çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal’den düşüncelerini açıklaması istendi. Gazi Mustafa Kemal, bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyetin ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu. Tasarının parti grubunda kabulünden sonra aynı akşam saat 18.45’te TBMM Genel kurul toplantısı başladı. Anayasa Komisyonu’nun değişiklik ile ilgili rapor ve önergesi genel kurulun onayına sunuldu ve 29 Ekim 1923 Pazartesi akşamı saat 20.30’da milletvekillerinin alkışları ve “Yaşasın cumhuriyet!” nidaları ile cumhuriyet ilan edildi.

Mustafa Kemal Atatürk

Cumhurbaşkanlığı (1923-1938)

Cumhuriyetin ilanının ardından yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde oylamaya katılan 158 milletvekilinin tamamının oyları ile Balâ milletvekili Gazi Mustafa Kemal, Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk kendi deyişiyle Türkiye’yi “muasır medeniyet seviyesine çıkarmak” amacıyla bir dizi köklü değişime imza attı.

1924 Anayasası gereğince TBMM 29 Ekim 1923’teki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra üç defa daha (1927, 1931, 1935 yıllarında) Gazi Mustafa Kemal’i tekrar cumhurbaşkanlığına seçti. Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde İsmet İnönü, Fethi Okyar ve Celâl Bayar başbakanlık yapmıştır. Bu dönem içerisinde en fazla süre görevde kalan ve en fazla hükûmet kuran isim İsmet İnönü’dür. Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı süresince kurulan hükûmetler sırası ile 1. T.C. Hükûmeti, 2. T.C. Hükûmeti, 3. T.C. Hükûmeti, 4. T.C. Hükûmeti, 5. T.C. Hükûmeti, 6. T.C. Hükûmeti, 7. T.C. Hükûmeti ve 8. T.C. Hükûmeti’dir.

İç politika

Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetlemiştir.

Devrimler

TBMM’de 3 Mart 1924 tarihinde Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu kabul edilerek medreseler kaldırılmış ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün okullar, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Eğitim kurumlarının bir çatı altında toplanmasıyla eğitim millî bir nitelik kazanmıştır. Aynı tarihte TBMM’de kabul edilen bir kanunla halifelik kaldırılmış ve Osmanlı Hanedanı üyeleri vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürülmüştür.

17 Şubat 1925 tarihinde aşar vergisi kaldırılmıştır. Aşarın getirdiği gelir devletin giderlerinin yüzde otuzuna yaklaşmasına rağmen, köylünün rahatlatılması ve üretimin arttırılması amacıyla bu vergi kaldırılmıştır.

25 Kasım 1925’te Şapka Kanunu kabul edildi. Bu kanunla TBMM üyelerine ve devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getirildi ve Türk halkı da buna aykırı bir davranıştan men edildi.

30 Kasım 1925’te tekkelerin, zaviyelerin ve türbelerin kapatılması kanunu TBMM’de kabul edildi ve 13 Aralık 1925 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Osmanlı Devleti’nde kullanılan saat, takvim ve ölçüler, Avrupa’daki devletlerden değişik olduğundan, sosyal, ticari ve resmî ilişkileri zorlaştırıyordu. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde farklılığı gidermek için bazı çalışmalar yapılsa da yetersizdi. Cumhuriyet döneminde bu sıkıntıları gidermek için çalışmalara başlandı. 26 Aralık 1925’te çıkarılan bir kanunla Hicri ve Rumi takvimlerin yerine miladi takvim kabul edildi ve 1 Ocak 1926’dan itibaren kullanılmaya başlandı. Bunun yanı sıra güneşin batışına göre ayarlanan alaturka saat yerine, çağdaş dünyanın kullandığı saat sistemi örnek alındı. Bir gün 24 saate bölünerek günlük hayat düzenlendi.

1928 yılında milletlerarası rakamlar kabul edildi. 1931 yılında çıkarılan bir kanunla önceden kullanılan arşın, endaze, okka gibi ölçü birimleri kaldırılarak bu ölçülerin yerine uzunluk ölçüsü olarak metre, ağırlık ölçüsü olarak kilo kabul edildi. Yapılan değişikliklerle ülkede ölçü birliği sağlandı.

1935 yılında çıkarılan bir kanunla, cuma günü olan hafta tatili yerine cumartesi öğleden sonra ve pazar günü hafta tatili olarak belirlenmiştir.

17 Şubat 1926 tarihinde İsviçre Medeni Kanunu’ndan tercüme edilip düzenlenerek oluşturulan Medeni Kanun kabul edilmiş ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla Türk aile hayatı yeniden düzenlenmiş; tek kadınla evlilik, resmî nikâh esası getirilmiş, miras konusunda eşitlik sağlanmıştır.

1 Mart 1926 tarihinde 1889 İtalyan Zanerdelli Kanunu örnek alınarak hazırlanan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu TBMM tarafından kabul edilerek yürürlüğe konuldu.

1 Kasım 1928’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni Türk harflerinin kabulüne ilişkin kanunu kabul etti. Kanunun kabulünden sonra halka okuma yazma öğretmek amacıyla Millet Mektepleri kuruldu. 24 Kasım 1928’de de Atatürk Millet Mektepleri Başöğretmeni olarak ilan edildi.

Kadınların 1930 yılında yerel, 1934 yılında ise genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.

12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün talimatıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. 1934 yılında yapılan kurultayda cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936’daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmiştir.

Homojen ve birleşmiş bir ulus yaratılması için Türkleştirme politikası yürütüldü. Türk olmayan azınlıklar kamuoyunda Türkçe konuşmaya zorlandı, Türkçe olmayan toponomiler ve azınlıkların soyadları Türkçeye çevrildi.

Atatürk’ün talimatıyla kurulan kurumlardan bir diğeri Türk Tarih Kurumudur. Türk tarih ve medeniyetini araştırmak amacıyla oluşturulan Türk Tarihi Tedkik Heyeti 4 Haziran 1930 tarihinde ilk toplantısını yapmış ve yönetim kurulunu seçmiştir. 29 Mart 1931 tarihinde Türk Ocakları’nın 7. Kurultayı’nda kapatılma kararı alınmasından sonra, 12 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti ismiyle yeniden örgütlenmiş ve çalışmalarına devam etmiştir. Kurumun adı 1935 yılında Türk Tarihi Araştırma Kurumu olarak, daha sonra ise Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilmiştir.

21 Haziran 1934’te çıkarılan Soyadı Kanunu’na göre her Türk, kendi adından başka, ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadına sahip olacaktı. Bu soyadları Türkçe olacak, ahlâka aykırı ve gülünç adlar soyadı olarak alınamayacaktı. Soyadı Kanunu’nun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından, Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verilmiştir. 26 Kasım 1934 tarihinde çıkarılan kanunla ise; Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır.

3 Aralık 1934’te çıkarılan Bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair kanun ile hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler haricinde ruhani giysi taşımaları yasaklanmıştır. Hükûmet her din ve mezhepten uygun göreceği tek bir ruhaniye mabet ve ayin haricinde ruhani kıyafetini taşıyabilmek için müsaade verebilecektir.

Atatürk cumhurbaşkanlığı döneminde toprak reformu için çalışmıştır.

Laiklik, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, İnkılapçılık ilkeleri 10 Mayıs 1931 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın programında yer almış, 5 Şubat 1937’de ise anayasaya girmiştir.

Siyasi olaylar

Cumhuriyetin ilanından sonra, Millî Mücadele’yi başlatan beş kişilik kadronun Mustafa Kemal Paşa dışındaki dört üyesi (Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa) muhalefete geçerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. 1925 Mart’ında çıkan Genç Hâdisesi (Şeyh Sait İsyanı, Doğu İsyanı) üzerine sıkıyönetim ilan edilerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı.

Eski İttihatçılar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra, iktidara gelebilmek için tek yolun Mustafa Kemal’i öldürmek olduğuna karar verdiler ve suikast planları hazırlamaya başladılar. Suikast için en uygun yerin İzmir olduğuna karar verildi. Mustafa Kemal’in İzmir’e geleceği 16 Haziran 1926 günü suikastı yapmaya karar verdiler. Plana göre suikast, Başoturak’la Yemişçarşısı’ndan gelen sokakların, Kemeraltı’ndaki Hükûmet Caddesi’yle birleştiği yerde yapılacaktı. Bu noktada Mustafa Kemal’in otomobili dönemeç nedeniyle yavaşlayacak, önce Laz İsmail ile Gürcü Yusuf tabancaları ile ateş edecek, gerekirse bomba da kullanacaktı. İlk saldırı başarısız olursa Ziya Hurşit de arkadan ateş edecekti. Sonra kalabalığa karışıp otomobile binecek ve Giritli motorcu Şevki’nin motoruyla Sakız Adası’na kaçacaklardı. Ancak suikastı planlayanlardan Sarı Efe Edip’in İstanbul’a gitmesi ve Mustafa Kemal’in bir gün gecikmesi nedeniyle motorcu Şevki İzmir Valisine giderek Mustafa Kemal’e bir ihbar mektubu yazdı. Aynı gün Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi yakalandı. Sarı Efe Edip ve Aleaddin Bey de İstanbul’da yakalandı. İzmir’de kurulan İstiklal Mahkemeleri’nde 13 kişi idama mahkûm edildi.

Daha sonra İstiklal Mahkemeleri Ankara’ya geldi. Eski Maliye Nazırı Cavit Bey, Doktor Nâzım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, İttihat ve Terakki’nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey idama, bazı İttihatçılar ise on yıl hapse mahkûm olmuştu. Yurt dışında bulunan Rauf Orbay 10 yıl sürgüne mahkûm edilmişti. Soruşturmalarda suçsuz olduğu anlaşılan Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy serbest bırakıldı. Giritli motorcu Şevki’ye de 6500 lira mükafat verildi.

1927’de kabul edilen Cumhuriyet Halk Fırkası Tüzüğü ile Atatürk partinin “değişmez genel başkanı” ilan edildi ve milletvekili adaylarını seçme yetkisi, kaydı, hayatı boyunca kendisine tanındı. 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da toplanan CHF ikinci kurultayında Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatan Nutuk’u (Söylev) okudu. Kurtuluş Savaşı’nın Gazi’nin bakış açısıyla anlatımını içeren Nutuk, Türkiye Cumhuriyeti’nin Millî Mücadele’ye ilişkin resmî görüşünün esasını oluşturur ve Millî Mücadele’yi Mustafa Kemal Paşa ile birlikte başlatan ve yürüten askerî ve siyasi şeflere karşı (Rauf, Karabekir, Refet Bele, Mersinli Cemal Paşa, Cafer Tayyar Eğilmez, “Sakallı” Nurettin Paşa, Celalettin Arif Bey vb.) bir tartışma konusu niteliği de taşır. Atatürk 1927 yılında askerlikten Müşîr (Mareşal) rütbesiyle emekli oldu.

25 Ekim 1927’de 1927 Tevkifatı olarak bilinen tutuklama süreci başlatılarak Türkiye Komünist Fırkası üyelerine karşı yaygın tutuklama politikası devreye konuldu. Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım Hikmet, Şefik Hüsnü gibi isimler yargılanarak hapis cezalarına çarptırıldı. Daha sonra 1937 yılında Atatürk başkanlığındaki heyet, Kıvılcımlı’nın yazılarını zararlı ilan ederek sansürleme kararı aldı.

10 Nisan 1928 tarihinde yapılan anayasa değişikliğiyle anayasadan devletin dininin İslam olduğu hükmü ve TBMM’nin görev ve yetkilerinden söz eden 26. maddeden dinî hükümlerin yerine getirilmesi ibaresi çıkarıldı. Ayrıca, milletvekillerinin ve cumhurbaşkanının yeminlerinden “vallahi” sözcüğü çıkarıldı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1931 yılındaki programında, laiklik partinin ana unsurlarından biri olarak belirtildi.

12 Ağustos 1930’da İsmet Paşa’nın hükûmetine alternatifleri sunmak amacıyla çok partili demokratik hayata kavuşmak için Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşı Fethi Bey (Okyar)’e Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdurarak kız kardeşi Makbule Hanım (Boysan, Atadan), çocukluk ve okul arkadaşı Nuri Bey (Conker)’leri de üye yaptırdı. Ancak 17 Kasım 1930’da gericilerin partiyi kullanmaları korkusu ve partinin Mustafa Kemal’i hedef almasından dolayı partiyi feshetti.

Bu demokrasi denemesinden biraz önce, ordunun siyasete müdahale etmesinin demokrasiye zarar verebileceğini düşünerek Askerî Ceza Kanunu’nu (22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 sayılı kanun) meclisten geçirdi. Bu kanunun 148. maddesine ordu mensubunun siyasi toplantılar ve gösterilere katılmasını siyasi partiye üyesi olmasını, siyasi maksatlarla şifahi telkinlerde bulunmasını, siyasi makale yazmasını ve siyasi nutuk söylemesini yasaklanan hükmü koydurdu.

23 Aralık 1930 günü sabahı Menemen’de şeriat istediklerini belirten bir grup eyleme geçmiştir ve topladıkları insanlarla beraber belediye binasının önüne kadar gelmiştir. Olayı haber alan jandarma, grubu dağıtmak için Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay, emrindeki bir müfrezeyi bölgeye göndermiştir. Eylemciler arasından açılan ateş neticesinde Kubilay yaralanmış ve cami avlusuna doğru koşmaya başlamıştır. Cami avlusunda açılan ikinci el ateş sonucu yere düşmüştür. Daha sonra eylemciler bıçakla Kubilay’ın başını kesmiştir. Bu sırada alaydan yetişen kuvvetler bölgeye gelmiştir ve eylemcilerin ateş açması üzerine çatışma çıkmıştır. Eylemcilerden Mehdi Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet ölü, Emrullah oğlu Mehmet Emin yaralı olarak ele geçirilmiştir. Olayın ertesinde sıkıyönetim ilan edilmiş ve yapılan yargılamalarda 32 kişi idama, 73 kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır.

29 Ekim 1933’te Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu kuruluş yıl dönümü nedeniyle yaptığı konuşmada ülkenin kuruluş temelini ve gelecek vizyonunu yalın bir dille tüm dünyaya ve Türk milletine anlatmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk

Ekonomi

Atatürk, cumhurbaşkanlığı döneminde, sadece bürokratların değil tüm vatandaşların mülkiyet hakkını tanımış ve 1923-1938 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %7,5 oranında büyüyerek Türkiye’nin GSMH’si dünya toplamının binde 3,62’sinden binde 6,52’sine yükselmiştir. Atatürk’ün döneminde Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri olmuştur.

Dış politika

Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı dönemindeki dış politika konularının başlıklarını Musul Sorunu, Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girişi, Balkan Antantı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Sadabat Paktı ve Hatay Sorunu oluşturmaktadır.

Atatürk dış politikasında gerçekçi davranmıştır. Atatürk dış ilişkilerde dinamik ve gözü pektir; ama maceracı değildir. Atatürk dış politikada kendisini hangi ilkenin yönettiğine dair, “Biz kendimizi bilen kimseleriz. Olmayacak isteklerimiz yoktur,” açıklamasını yapmıştır. Atatürk İslamcılık ve Turancılık akımlarının zararlı boyutlarına karşı Mîsâk-ı Millî ile çizmiş olan sınırlarda kalınmasını benimsemiştir. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nı Atatürk dış politikada belirleyici bir unsur olarak tutmuş, bu antlaşmada çizilen Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları büyük ölçüde (Hatay sorunu dışında) belirleyici olarak saptanmış, ekonomi açısından Lozan’ın kaldırdığı kapitülasyonlardan taviz verilmemiştir. Atatürk’ün Lozan’ı temel almasının önemi geçen zaman içinde bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır; çünkü I. Dünya Savaşı’nın mağlupları arasında yer alan bir ulusun çizdiği kavramlar o dönemden bugüne yürürlükte olan tek antlaşma olarak durmaktadır.

Kimi Türk araştırmacılara göre Atatürk’ün kişiliğinin ve mizacının damgasını vurduğu ve “millî” bir karakter taşıyan dış politika uygulamaları günümüz için örnek alınacak pek çok temel niteliğe sahiptir. Ortaöğretimden itibaren askeri terbiye gören ve savaşlara katılan Atatürk, askerlik sonrası hayatında barışın idamesine uğraşmıştır. Atatürk’ün, “Bizim kanaatimizce beynelmilel siyasi güvenliğin gelişmesi için ilk ve en mühim şart milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde samimi olarak birleşmesidir,” sözü onun bu konudaki tutumuna örnek olarak ileri sürülmüştür.

Musul Sorunu

Lozan Antlaşması sırasında Türkiye-Irak sınırı çizilmemişti. Musul-Kerkük bölgesinde zengin petrol yataklarının bulunması İngiltere başta olmak üzere birçok ülkenin dikkatini çekiyordu. Zengin petrol yataklarının bulunduğu bölge, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanması sırasında İngiltere tarafından işgal edilmişti. I. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Irak’ta İngilizlere bağlı bir yönetim kurulmuş, bu ülke İngiliz mandası altına alınmıştı. Musul, nüfusunun çoğunun Türk olması sebebiyle Mîsâk-ı Millî dâhilindeydi. Ancak İngilizler zengin petrol yataklarının bulunduğu bölgeyi bırakmaya yanaşmıyorlardı. Lozan Barış Antlaşması sırasında bu konuda bir sonuç alınamamış, sorunun daha sonra Türkiye ve İngiltere arasında çözülmesine karar verilmişti. 1924 yılında görüşmelere başlanmış fakat sonuç alınamamıştır. Daha sonra sorun Milletler Cemiyeti’ne götürülmüştür. 1924 yılının Ekim ayında toplanan Milletler Cemiyeti de Türkiye-Irak sınırını çizmiş ve Musul bölgesini Irak tarafında bırakmıştır. 13 Şubat 1925’te ise Şeyh Said İsyanı çıkmıştır. 15 Nisan’da tamamen bastırılan ayaklanma İngilizlerin işine yaramıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkan Türk ordusu hırpalanmış, Musul-Kerkük üzerine askerî harekât yapma imkânı ortadan kalkmıştır. Bu durumda Türkiye, 5 Haziran 1926 tarihinde İngilizlerle imzalanan Ankara Antlaşması gereğince bazı maddi çıkarlar karşılığı, Milletler Cemiyeti’nin öngördüğü sınırı kabul etmiştir.

Türk-Yunan ilişkileri

Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi 1923 yılında Lozan Antlaşması’na ek protokol uyarınca Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a, Yunanistan’daki Türklerin Türkiye’ye zorunlu göçüne karar verilmiştir. Türkiye’de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada’da, Yunanistan’da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş ancak geriye kalan az sayıda olayda 1930 İnönü-Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir.

Atatürk Türk-Yunan yakınlaşması için 1930 yılında Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’u Türkiye’ye davet ederek eski düşmanıyla barışın temellerini attı. Venizelos’un iktidardan düşmesinden sonra bile, Türk-Yunan ilişkileri samimi kalmaya devam etti. Nitekim, Venizelos’un halefi Panayis Çaldaris Eylül 1933’te Atatürk’ü ziyarete geldi ve Türkiye ile Yunanistan arasında Balkan Paktı için bir basamak olan Samimi Anlaşma Misakı (İçten Anlaşma Yasası, Pacte d’Entente Cordiale) adında kapsamlı bir pakt imzaladı. Atatürk 1934’te Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Ancak Nobel Ödül Komitesi değerlendirmeye almadı.

Yunanistan’ın Anadolu’yu işgalinin bir hata olduğunu düşünen ve Türkiye ile dostluk bağları geliştirilmesini savunan diktatör İoannis Metaksas bir keresinde Atatürk ile ilgili dedi ki:

“…Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, ortak idealler ve barışçıl iş birliği çerçevesinde Türk-Yunan ittifakının gerçek kurucusu olduğunu asla unutmayacağız. İki ülke arasında çözülmesinin düşünülemeyeceği dostluk bağları geliştirdi. Yunanistan, asil Türk milleti için değiştirilemez bir gelecek yolu belirleyen bu büyük adamın hararetli hatıralarını koruyacak.”

Milletler Cemiyeti

Türkiye 13 Nisan 1932 tarihinde yapılan Cenevre Silahsızlanma Konferansı’nda Milletler Cemiyeti ile iş birliği yapmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine İspanya ve Yunanistan Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesini teklif etmiştir. Türkiye’nin barışçı siyasetini gözlemleyen Milletler Cemiyeti bu teklifi 6 Temmuz 1932’de genel kurulda oy birliği ile kabul etmiştir. Türkiye 18 Temmuz 1932’de bu cemiyete üye olmuştur. Milletler Cemiyeti’nin yerini 1945 yılından itibaren Birleşmiş Milletler almıştır.

Balkan Antantı

Balkan Anlaşma Yasası, 9 Şubat 1934 tarihinde Atina’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalanan anlaşmadır.

1933’te Almanya’da Nazi Partisi’nin iktidara gelmesi, İtalya’nın Akdeniz’de ve Balkanlar’da genişleme çabası ve Avrupa devletlerinin silahlanma yarışına girmesi dünya barışını tehdit etmeye başladı. Bu gelişmeler sonucunda Balkan devletleri arasında bir yakınlaşma meydana geldi. 14 Eylül 1933 tarihinde Ankara’da Türkiye ile Yunanistan Arasında İçten Anlaşma Yasası, 17 Ekim 1933 tarihinde Ankara’da Türkiye ile Romanya arasında Dostluk, Saldırmazlık, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması, 27 Kasım 1933 tarihinde Belgrad’da Türkiye-Yugoslavya Dostluk, Saldırmazlık, Yargısal Çözüm, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması imzalandı.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi

Lozan Konferansı’nda Türkiye ve İtilaf Devletleri arasında Boğazlar rejimiyle ilgili Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı. 1923 yılında imzalanan anlaşmanın tarafları İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Türkiye’dir. Bu sözleşme sayesinde savaş ve barış zamanında ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi serbest olacaktı.

İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmasıyla birlikte Avrupa’da birçok siyasi değişiklik oldu. Boğazların herhangi bir saldırıya karşı korunmasını üstlenen devletlerden İtalya, Habeşistan’a saldırdı. Japonya ise kendi isteğiyle Milletler Cemiyeti’nden ayrıldı. Dünya barışının korunması için toplanan konferanslar neticesiz kalmış, tüm devletler silahlanmaya başlamıştı.

Siyasi ortamın bozulduğunu gören Atatürk, Boğazlar meselesini kesin olarak çözmeye karar verdi. Türk hükûmeti, Milletler Cemiyeti’ne başvurarak Lozan Antlaşması’ndaki Boğazlara ait hükümlerin değiştirilmesini talep etti. Bunun üzerine İsviçre’nin Montrö şehrinde bir konferans toplanmış ve 20 Temmuz 1936’da Türkiye, İngiltere, Fransa, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Japonya ve Sovyetler Birliği arasında Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır. Konferansa katılmamış olan İtalya daha sonra 2 Mayıs 1938’de Boğazlar Sözleşmesi’ne katılmıştır. Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin ana maddeleri şunlardır:

Boğazlar kayıtsız şartsız Türk hâkimiyetine bırakılacak, tahkimat yapmak hakkı tanınacaktır.
Barış zamanında her devletin ticaret gemileri serbestçe geçebilecek, ancak savaşta ve barışta asker ve sivil hava kuvvetlerinin geçmesine izin verilmeyecektir.
Savaş zamanında eğer Türkiye tarafsız kalmışsa ticaret gemileri geçebilecektir.
Barış zamanında denizaltı gemileri müstesna olmak şartıyla savaş gemileri on beş gün evvel Türkiye Hükûmeti’ne haber verecek, gidecekleri yer, isim, tip ve adetleri bildirilecek ve uçak kullanmamak şartıyla Boğazlardan geçebileceklerdir.
Eğer Türkiye savaşa girmişse yalnız tarafsız devletlere mensup ticaret gemileri, düşmana hiçbir surette yardımda bulunmamak şartıyla gündüzün serbestçe geçebileceklerdir.
Montreux Sözleşmesi 20 yıl yürürlükte kalacaktı. Ancak bu sürenin dolmasından 2 yıl önce antlaşmanın taraflarından hiçbirisi sözleşmenin iptalini istemezse, sözleşme yürürlükte kalmaya devam edecekti. Montreux Sözleşmesi’nin 1956’da süresi dolduğu hâlde böyle bir iptal isteği hiçbir ülke tarafından yapılmadığı için hâlen yürürlüktedir.

Sadabat Paktı

İtalya’nın doğu ülkelerini hedef alan istila politikası nedeniyle Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937’de İran’da Sadabat Sarayı’nda imzalanmıştır. Devletler antlaşma ile dostluk ilişkilerini sürdüreceklerini, Milletler Cemiyeti Paktı ve Briand-Kellog Paktı’na bağlı kalacaklarını, birbirinin iç işlerine karışmayacaklarını, birbirlerine saldırmayacaklarını, ortak çıkarlarıyla ilgili konularda birbirlerine danışacaklarını ve sınırlarının korunmasına saygı göstereceklerini belirtmişlerdir.

Hatay Sorunu

Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra İskenderun Sancağı, Suriye’den Anadolu’ya ilerleyen Fransızlarca işgal edilmiştir. Böylece, birçok yerde olduğu gibi, Hatay’da da bir Millî Mücadele cephesi oluşmuştur.
20 Ekim 1921’de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 7. maddesine göre İskenderun, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır, resmî dil Türkçe olacak ve Türk parası geçerli olacaktır.

Lozan Antlaşması’nda ise Suriye ile Türkiye arasında çizilen sınıra göre Hatay, Türk sınırları dışında kaldı.

1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yer almıyordu. Fransa, Suriye’den çekilirken, sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmekteydi. Türk hükûmeti durumu kabul etmedi. Cenevre’deki Milletler Cemiyeti toplantısında Fransa ile yapılan görüşmeler netice vermeyince 9 Ekim 1936’da Fransa’ya resmî bir nota vererek Suriye’ye yapıldığı gibi İskenderun Sancağı’na da bağımsızlık verilmesini istedi. Atatürk, 1 Kasım 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında, “… Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakiki sahibi öz Türk olan, İskenderun — Antakya ve çevresinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve kesinlikle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatini bilenler ve hakkı sevenler, alâkamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler,” diyordu. Fransız büyükelçisi ile olan bir konuşmasında ise “Hatay benim şahsî davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz,” dedi.

27 Ocak 1937’de Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti, Hatay’ın bağımsızlığını kabul etmiş ve bir seçimle nüfus çoğunluğunun tespit edilmesine karar verdi. Atatürk’ün Hatay’ı silah zoruyla alabileceğini düşünen Fransızlar askerî bir anlaşma yapmayı istediler; bu anlaşma yapıldı. Anlaşma ile Hatay’da tarafsız bir seçim kabul edilerek bunun için de bir kısım asker gücünün Hatay’a girmesine karar verildi. Kurmay Albay, Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk birlikleri, Hatay’a girdi. 13 Ağustos’ta seçimler yapıldı ve Meclis çoğunluğunu Türkler kazandı. Böylece bağımsız Hatay Cumhuriyeti 12 Eylül 1938’de kuruldu. Bu cumhuriyet 30 Haziran 1939’da Türkiye’ye katılma kararı aldı.

Trakya Manevraları

İtalya’da Benito Mussolini’nin, Almanya’da ise Adolf Hitler’in iktidara geldikten sonra saldırgan bir şekilde silahlanmaları ve Avrupa kıtasında yeniden toprak paylaşımı peşinde koşmaları İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşması şeklinde değerlendiriliyordu. Bunu üzerine Atatürk hem silahlı kuvvetleri savaş durumuna hazırlamak hem de olası tehditlere bir gözdağı vermek için 1937 yılında Trakya Manevraları’nı düzenlemeye karar vermiştir. Kırklareli, Tekirdağ ve Edirne illerini kapsayan tatbikata 200 bin asker katılmıştır. Senaryoya göre Meriç boyunca saldıran hayali düşman kuvvetleri Kıyıköy, Vize’den çıkartma yapan birliklerce desteklenmiş ve Türk birliklerine saldırmıştır. Tatbikata Bulgaristan, Fransa, Irak, İngiltere, İran, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya askeri temsilcileri katılmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk

Özel hayatı

Doğum tarihi

Atatürk’ün kesin doğum tarihi bilinmemektedir. Kendisi de bilmiyordu. Miladi takvim 26 Aralık 1925’ten sonra Türkiye’de kullanılmaya başlanmıştır, doğum tarihi konusundaki karışıklık ise Osmanlı döneminde kullanılan iki takvimden doğmuştur. Bu dönemde kullanılan Hicri takvim ve Rumi takvimin ortak noktaları, Atatürk’ün kaydedilen doğum yılı olan 1296’nın yanında hicri veya rumi olduğunun belirtilmemesi, miladi takvimde ay ve yıla bağlı olarak 1880 veya 1881 yılından hangisine denk geldiğinin kesin olarak bulunmasını zor hâle getirmiştir. Faik Reşit Ünat araştırmaları sırasında Zübeyde Hanım’ın Selanik’teki komşularını ziyaret etmiş ve bu konuda sorular sormuştur. Aldığı cevaplar çelişmektedir, bazı komşular Atatürk’ün bir ilkbahar gününde doğduğunu söylerken bazı komşular ise kış günü (Ocak veya Şubat) olduğunu iddia etmişlerdir. Atatürk’ün kendisi, annesinin ona bir bahar gününde doğduğunu söylediğini, kız kardeşi Makbule Atadan ise annesinin ona Mustafa Kemal’in fırtınalı bir gecede doğduğunu söylediğini ifade etmişlerdir. Enver Behnan Şapolyo Zübeyde Hanım’ın 23 Kânunievvel 1296’da doğduğunu söylediğini belirterek Atatürk’ün 23 Aralık 1880’de doğduğunu öne sürmüş, Şevket Süreyya Aydemir ise bu tarihin 4 Ocak 1881 olduğunu iddia etmiştir. Şişli Atatürk Müzesi’nde gösterimde bulunan Atatürk’ün son nüfus cüzdanının üzerinde doğum tarihi kısmında 1881 görülebilir hâldedir. 1882 doğumlu olan Ali Fuat Cebesoy Şişli’deki evinde kendisinin “Rauf Bey’le ben senin ağabeyin sayılırız. Çünkü ikimiz de senden birer yaş büyüğüz.” diye konuşmasını kaynak göstererek “1881 tevellütlü” olduğunu yazmıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı kabul edilen 19 Mayıs tarihinin Atatürk’ün doğum günü olarak kabulü tarihçi Reşit Saffet Atabinen’in bir jestinin sonucudur. Atabinen’in ulusun doğuşu üzerine yaptığı bir jest 19 Mayıs’ın önemini iyi şekilde yansıttığı için Atatürk’ün takdirini kazanmıştır. İzleyen günlerde bir öğretmenin, planladıkları “Gazi Günü” için Atatürk’ün doğum gününü sorması üzerine Atatürk tam tarihi bilmediğini söylemiş ve Gazi Günü için 19 Mayıs’ı önermiştir. Tevfik Rüştü Aras, Atatürk ile yaptıkları günler süren bir araştırmadan sonra doğum tarihi aralığını 10 Mayıs ve 20 Mayıs arasına daralttıklarını söyler. Atatürk bu araştırmadan sonra “Neden 19 Mayıs olmasın?” demiştir. Bu tarih resmî olarak halka ve diplomatik kanallarca diğer ülkelere bildirilmiştir. Ancak bu tarih ilginç bir durum yaratmıştır, 1881 yılının 19 Mayıs günü, Rumi takvimde 1297 yılına denk gelmektedir ancak kaydedilmiş doğum tarihi Rumi 1296 yılıdır. Rumi 1296 yılı 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasında sürmüştür, bu sebeple alternatif olarak Atatürk’ün doğum tarihi 19 Mayıs 1880 olabilir. Bu sebeplerle ne tarih ne de yıl genel kabul görmemiştir. Mustafa Kemal Derneği eski başkanı Muhtar Kumral 13 Mart 1958’deki bir basın konferansında Atatürk’ün doğum tarihini Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ın sözlerine dayanarak 13 Mart 1881 olarak belirlediklerini söylemiştir. Ancak Miladi 13 Mart 1881, Rumi 1 Mart 1297’ye denktir, Atatürk’ün doğum yılı ise 1296 olarak kayda geçmiştir, bu sebeple geçerlilik iddiası zan altındadır.

Atatürk’ün Rumi 1296’da doğduğuna ilişkin kayıt bulunsa da, Atatürk’ün doğum gününü net olarak söyleyebilmek için gerekli miktarda kayıt bulunmamaktadır. Atatürk’ün doğum günü Miladi 1880 veya 1881’e denk geliyor olabilir. Atatürk’ün doğum günü, kendi onayıyla resmî olarak 19 Mayıs olarak belirlenmiştir. Bu gün Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı olması sebebiyle önem verdiği bir gündür.

Nüfus cüzdanı

27 Mart 1923 tarihinde Ankara Nüfus Müdürlüğünce verilen nüfus cüzdanına göre, Boy: Orta, Saç: Sarı, Kaş: Sarı, Göz: Mavi, Burun: Adeta, Ağız: Adeta, Bıyık: Sarı, kesik, Sakal: Tıraş, Çene: Uzunca, Çehre: Uzunca, Renk: Beyaz, Alamet-i farika-i tabiiye: Tam, İsim ve şöhreti: Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, Tarih ve mahall-i veladeti: Selanik, 1296, Pederinin ismiyle mahall-i ikameti: Tüccardan müteveffa Ali Rıza Efendi, Validesinin ismiyle mahall-i ikameti: Müteveffiye Zübeyde Hanımefendi, Sanat ve sıfat ve hizmet ve intihab selahiyeti: TBMM Reisi ve Başkumandan, Müteehhil ve zevcesi müteaddid olup olmadığı: Bir zevcesi vardır, Derecat ve sunuf-ı askeriyesi: Müşir, İkametgâh ise Hacı Bayram Mahallesi 161/1 idi.

24 Kasım 1934 tarih ve 2587 sayılı Kemal öz adlı Cümhur Reisimize verilen soyadı hakkında kanun ile Gazi’ye Atatürk soyadının verilmesinden sonra yenilenmiş nüfus cüzdanlarından “993.814-B seri ve 51 sıra numaralı” cüzdanda Adı: Kemal, Soyadı: Atatürk; “993.815-B seri ve 51 sıra numaralı” cüzdanda Adı: Kamâl, Soyadı: Atatürk, Meslek ve İçtimai vaziyeti: Reisicumhur, Medeni hâli: Evli değildir, nüfus kütüğüne yazılı olduğu yeri ise Ankara Vilâyeti Çankaya Mahallesi Hane No. 139, Cilt: No. 56 ve Sahile No. 49 olarak yazılmıştır.

Ayrıca Atatürk’ün nüfus kaydı 27 Ocak 1933 tarihinde “Gaziantep Bey Mahallesi” olarak değiştirilmiştir.

Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün websitesinde yapılan sorgulamada, TC kimlik no: 10000000146, kayıtlı olduğu il: Gaziantep, ilçe: Şahinbey, mahalle: Bey, cilt no: 10, aile sıra no: 44, birey sıra no: 1, adı: Gazi Mustafa Kemal, soyadı: Atatürk, baba adı: Ali Rıza Bey, anne adı: Zübeyde Hanım, doğum yılı: 1881, cinsiyeti: Erkek olarak gözükmektedir.

Doğum yeri

Atatürk; Islahhane Caddesi, Koca Kasım Paşa Mahallesi, Selanik, Osmanlı Devleti’nde (Bugünkü Apostolu Pavlu Caddesi No: 75, Aya Dimitriya Mahallesi, Selanik, Yunanistan) bugün müze olan 3 katlı, 3 odalı ve pembe boyalı evde doğdu. Şerafettin Turan’ın kitabında “Ahmet Subaşı ya da Hatuniye Koca Kasımpaşa Semti” olarak geçmektedir.

Ancak Atatürk’ün üvey kız kardeşi Ruhiye Hanım’ın torunu Ferhat Babür’ün aktardığına göre Atatürk’ün doğduğu ev olarak bilinen ve yandaki fotoğrafta da gösterilen evdeki Selanik Konsolosluğu binası, Atatürk’ün doğduğu ev değildir. O ev, Zübeyde Hanım’ın ikinci kocası, yani Atatürk’ün üvey babası Ragıp Bey’in evidir.

Adı ve soyadı

Mustafa adını babası Ali Rıza Efendi kendi dedesinin adı olduğundan dolayı vermiştir. Çünkü Ali Rıza Efendi’nin babasının adı olan Ahmed adı ağabeylerinden birisine verilmişti. Mustafa’ya neden Kemal isminin verildiğine yönelik ise çeşitli iddialar vardır. Afet İnan, bu ismi ona matematik öğretmeni Üsküplü Mustafa Efendi’nin Kemal adının anlamında olduğu gibi onun “mükemmel ve olgun” olduğunu göstermek için verdiğini söylemiştir. Ali Fuat Cebesoy ise bu adı matematik öğretmeninin onu kendisinden ayırt etmek için koyduğunu belirtir. Atatürk’ün bir biyografisini yazmış olan yazar Andrew Mango ise Mustafa’nın bu adı Namık Kemal’in adında “Kemal” bulunduğu için kendisinin koyduğunu iddia etmektedir.

1921-1934 yılları arasında Gazi Mustafa Kemal unvan ve adıyla veya sadece Gazi unvanıyla anılan Mustafa Kemal’e 21 Haziran 1934 tarih ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun kabulünden sonra TBMM tarafından çıkarılan 24 Kasım 1934 tarih ve 2587 sayılı Kemal öz adlı Cümhur Reisimize verilen soyadı hakkında kanun ile Atatürk soyadı verilmiştir. Yine aynı kanuna göre “Atatürk” soyadı veya öz adı başka kimse tarafından alınamaz, kullanılamaz.

Gazi Mustafa Kemal’e Atatürk soyadı biraz yardımla Saffet Arıkan’ın armağanıdır. Soyadı Kanunu’nun çıkarıldığı sıralarda Mustafa Kemal Paşa için 14 soyadı adayı belirlenmiş, bunların arasından Atatürk soyadı, Naim Hazım Onat’ın tavsiyesi üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın seçtiği soyadı olmuştur. Önerilen diğer soyadları şunlardır: Etealp, Arız, Ulaş, Yazır, Emen, Çogaş, Salış, Begit, Ergin, Tokuş, Beşe, Türkata (Türkatası). Saffet Arıkan’ın bulduğu soyadı Türkata ve Türkatası soyadıdır. Çankaya’da yapılan toplantıda liste okunduktan sonra Mustafa Kemal Paşa orada bulunan Naim Hazım Onat’a, “Siz ne dersiniz?” diye sormuş, Onat da şu cevabı vermiştir: “Türkata ve Türkatası kelimeleri gerek yazılışta gerek söylenişte bana biraz tuhaf geliyor. Arkadaşlar, biliyorsunuz tarihimizde Atabey unvanı vardır. Anlamı da askerlikte müşavir, hoca demektir. Bu unvanı taşıyan birçok Türk büyüğü vardır. Biz de Türk’e her alanda atalık etmiş, Türklüğü kurtarmış, istiklaline kavuşturmuş olan büyük Gazi’mize Atatürk diyelim. Bu bana şivemize de daha munis, daha uygun gibi geliyor.” Bunun üzerine Gazi, Atatürk soyadını benimsemiştir.

Atatürk, Mustafa Kemal adını askeriyede faaliyet gösterdiği yıllar içindeki gelişimi ve başarılarından mütevellit hak ettiği Bey (1911), Paşa (1916) ve Gazi (1921) unvanlarıyla birlikte kullandı ve hem yaşadığı dönemde hem de ölümünden sonra o adla tanınır oldu; cumhurbaşkanlığına seçildiği 1923’ten, kendisine Atatürk soyadının verildiği 1934’e dek gazete gibi medya organlarında ona sıkça “Gazi” denerek hitap edilirdi. 1935’te, Soyadı Kanunu’ndan sonra çıkarılan nüfus cüzdanlarından ikincisinde, Arapça bir ad olan Kemal’i milliyetçi tavrı doğrultusunda Eski Türkçede “büyük kale” anlamına geldiği iddia edilen Kamâl adıyla değiştirdi. 1934 ve 1935’te çıkarılan iki nüfus cüzdanına da Mustafa adı yazılmadı.

Atatürk’ün Kemal yerine kullandığı adla ilgili olarak Atatürk hayatta iken Anadolu Ajansı tarafından şöyle bir açıklama yapılmıştır:

“İstihbaratımıza nazaran, Atatürk’ün taşıdığı Kamâl adı Arapça bir kelime olmadığı gibi, Arapça Kemal kelimesinin delâlet ettiği manada da değildir. Atatürk’ün muhafaza edilen öz adı, Türkçe ‘ordu ve kale’ manasında olan Kamâl’dır. Son ‘â’ üstündeki tahfif işareti ‘l’i yumuşattığı için, telâffuz hemen hemen Arapça ‘Kemal’ telâffuzuna yaklaşır.”

Ancak doğrudan doğruya kale ve ordu anlamına gelen kamâl sözcüğüne sözlüklerde rastlanılmamaktadır. Özbekçenin açıklamalı bir sözlüğü olan Oʻzbek tilining izohli lugʻati adlı sözlükte qamal sözcüğünün tanımında bu iki sözcük birlikte geçmektedir: Şehir, kale, ordu vb.ni teslim olmaya zorlamak amacıyla düşman koşunlarını kuşatmaya alma ve bu durumda tutma; kuşatma, muhasara. Aynı sözcük Kazakçada “kale” ve “sur” anlamlarına gelmektedir.

Atatürk, 1937 yılının mayıs ayından itibaren adının eski yazılışına (Kemal) geri döndü. Yumuşak bir geçiş yapmak için ya hiç kullanmayarak ya da belgelere “K. Atatürk” imzasını atarak bu ismi elinden geldiğince kullanmaktan kaçındı. Resmî bir açıklama hiç yapılmadı. Ancak Atatürk’ün adının geçtiği konunun Dil Devrimi ile bağlantılı olduğu açıktı.

İlgi alanları

Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi severdi. Tavla ve bilardo oynamak hoşuna giderdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine ilgi duyuyordu. Sakarya adını verdiği atına ve köpeği Foks’a çok değer verirdi. Bir yaveri zengin bir kitaplık oluşturan Atatürk’ü boş zamanlarında elinden tarihle ilgili kitapları düşürmeyen biri olarak anlatır. Başka meselelerle ilgilenmek yerine gereğinden fazla tarihi kitap okuyor olmasına bozulan bir politikacının ona “Kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?” demesi üzerine Atatürk şu yanıtı verir: “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.” Çankaya Köşkü’nde sık sık devlet adamlarının, sanatçıların, bilim adamlarının, dostların davet edildiği, ülke sorunlarının da konuşulduğu akşam yemekleri verilirdi. Temiz ve düzenli giyinmeye önem verirdi. Doğayı çok severdi. Sıkça Orman Çiftliği’ne gider, modern tarıma geçiş amacıyla yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. İleri derecede Fransızca ve yeterli derecede Almanca biliyordu.

Afet İnan; öğretmeni olan İsviçreli antropolog Profesör Eugène Pittard’ın, kendisine doktora tezi olarak verdiği “Türk Milletinin Özellikleri” konusunda Atatürk’ten yardım istedi. Atatürk; Afet İnan’ın önce kendi görüşlerini yazmasını ve fikirlerini daha sonra belirteceğini söyledi. Afet İnan’ın uzun çalışmasına karşılık, Atatürk kurşun kalemle, iki küçük not kâğıdı üzerine kendi tanımını yaptı.

1939’da dönemin antropoloji alanında en saygın akademik yayın organlarından Revue anthropologique’de Pittard’ın Atatürk hakkındaki uzun bir makalesi çıktı. Derginin bu sayısı böylece Atatürk’ün anısına ayrılmış ve makale kapakta yer etmişti. Fransızca yazının başlığı “Antropolojiyi ve Tarihöncesini Canlandıran Devlet Adamı: Kemal Atatürk” idi. Bu makale Eugene Pittard’ın yıllarca Türkiye’de gözlemlediği bilimin evrimi ve Atatürk’ün bilime olan derin tutkusu üzerineydi. Atatürk Hitit uygarlığı hakkındaki kazıların tutkulu bir takipçisiydi. Eugene Pittard, Atatürk’ün direktifleri ile Anadolu’nun birçok yerinde kazılara başlandığını ve çok önemli bulgular ortaya konulduğunu kaydediyordu. Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre her ne kadar zaman zaman Mustafa Necati gibi eğitimci kimseler çıksa da millî eğitim konusuyla CHP’de ilgilenen tek kişi Mustafa Kemal idi.

Şahsi ilişkileri

Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım’ın Fatma (1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881-1938), Makbule (Boysan, Atadan) (1885-1956) ve Naciye (1889-1901) adında altı çocukları oldu. Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında iken o senelerde salgın olan difteri, o zamanki adıyla kuşpalazı hastalığından öldüler. En küçük kardeş Naciye, Mustafa Kemal’in Harp Okulu’nu bitirdiği sene, on iki yaşındayken verem hastalığına yakalanıp öldü. Makbule Hanım 1956 yılına kadar yaşadı.

Makbule Atadan ve Salih Bozok’a göre, küçük Mustafa 12 yaşındayken Binbaşı Rüknettin’in 8 yaşındaki kızı Müjgân’a âşık olmuştur. Makbule Atadan’a göre ikinci aşkı Hatice olmuş ve Hatice’nin annesi müdahale ederek ilişkisini kesmiştir. Ardından Selanik Askeri komutanı Şevki Paşa’nın 12 yaşındaki kızı Emine (Emine Arık)’ye matematik dersi verirken âşık olmuştur. Bunun dışında Selanik’teyken Rum asıllı tüccar Eftim Karinte’nin kızı Eleni Kriyas’a âşık olduğu söylendiyse de kanıtlanmamıştır.

Mustafa Kemal genç bir asker olarak Çanakkale Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’a üçüncü taraflar aracılığı ile evlenme teklifinde bulundu. Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa’nın evlilik talebinden yakın dostlarına sonraki senelerde bahsederken hadiseyi doğrulayarak amcası Abdülmecid Efendi’nin oğlu şehzade Ömer Faruk Efendi’ye âşık olduğu için izdivaç teklifini geri çevirdiğini açıkladı. Sabiha Sultan o günlerden 40 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti başbakanlığı yapan ve ortanca kızı Hanzade Sultan’ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü’ye yazdırdığı hatıratta şu ifadeleri kullandı: “Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu.”

Millî Mücadele döneminde Ankara İstasyon Binası’nda ve eski Çankaya Köşkü’nde Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Bey’in yeğeni Fikriye Hanım ile birlikte yaşıyordu. Verem hastası olan Fikriye Hanım tedavi olması için Almanya’ya gittikten sonra 29 Ocak 1923’te İzmir’in sayılı zenginlerinden Uşakizade Muammer Bey’in kızı Latife Hanım ile evlendi.

Mustafa Kemal’e âşık olan Fikriye Hanım, onun Latife Hanım’la evliliğini öğrenince Türkiye’ye geri dönmüştür ve ilk işi köşke gitmek olmuştur. Ancak Latife Hanım onun geldiğini görünce Atatürk’e haber vermeden yavere emir verir ve onu köşkten yaka paça attırır. Bunun üzerine Fikriye Hanım’ın Çankaya Köşkü’nde tabanca ile intihar ettiği söylenir. 1924’te yapılan Sonbahar Seyahati sırasında Latife Hanım’la kavga eden Mustafa Kemal Paşa Erzurum’dan İsmet Paşa’ya telgraf çekerek boşanacağını bildirdi. Ancak az sonra yaverleri Salih Bey (Bozok) ve Kılıç Ali Bey’in aracılığıyla boşanmasından vazgeçti. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü.

Atatürk’ün manevi evlatları Abdurrahim Tuncak, Afife, Zehra Aylin, Rukiye Erkin, Nebile İrdelp, Sabiha Gökçen, Afet İnan, Sığırtmaç Mustafa ve Ülkü Adatepe’dir.

1916 yılında Bitlis Rus işgalinden kurtarıldığı yıllarda 16. Kolordu Komutanı Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa, savaşta bütün aile fertlerini kaybeden ve kimsesi kalmayan Abdurrahim’i evlatlık edindi. Abdurrahim bakılması için İstanbul’a annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule’nin yanına gönderildi. Zehra Aylin veya Zehra Mehmet; (Amasyalı Mehmet’in kızı), 1936 yılında Londra’dan ekspres treniyle Paris’e yolculuk ederken Amiens yakınlarında trenden düşerek öldü. Sabiha Gökçen ise ilk Türk kadın pilot ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu oldu.

Dinî inancı

Atatürk’ün dinî inancı tartışmalı bir konudur. Kimi araştırmacılar onun dine ilişkin söylemlerinin dönemsel olduğunu vurgulamakta ve bu konuyla alakalı olumlu görüşlerinin 1920’lerin başlarıyla kısıtlı olduğunu belirtmektedirler. Atatürk’ün dinî inancı hakkında farklı kaynaklar, farklı çıkarımlarda bulunmuştur. Bazı kaynaklar Müslüman olduğunu iddia ederken, diğer kaynaklar deist veya ateist olduğunu iddia etmektedir.

Bir sözünde dini “lüzumlu bir müessese” olarak gördüğünü ifade eden Atatürk, başka sözlerinde de İslam için “bizim dinimiz” ve “büyük dinimiz” gibi ifadeler kullanmıştır. Ayrıca Kur’an için “şanı büyük” ve “en eksiksiz kitap”, Muhammed için “peygamberimiz efendimiz hazretleri” ve “Allah’ın birinci ve en büyük kulu” demiştir. 1922 ve 1923’te yaptığı iki konuşmada “Allah birdir, büyüktür.” demiştir.

Atatürk’ün, dini “lüzumlu bir müessese” olarak gördüğünü belirttiğine ilişkin sözüne karşın “dini olanların fakir kalmaya mahkûm oldukları” ve bu nedenle “öncelikle din anlayışını kaldırmak” gerektiğine inandığına ilişkin görüşleri için de kaynaklar mevcuttur. Kâzım Karabekir’in belirttiğine göre, Atatürk ona din ile ilgili olarak dini olanların kazanamayacağını ve fakir kalmaya mahkûm olduklarını söyleyip netice olarak önce din anlayışını kaldırmak gerektiğini söylemiş ve bu sebeple Kur’an’ın anlaşılarak okunmasına önem verip Türkçeye çevrilmesini emretmiştir. Ayrıca İslam’a ilişkin olumsuz sözleri de bulunmaktadır. Karabekir’in anlattığı üzere, Atatürk Balıkesir’de hutbe okumasına karşın daha sonra Kur’an ve Muhammed ile ilgili olumsuz sözler etmiştir.

Kaynaklar, Atatürk’ün din konusunda şüpheci ve özgür düşünen biri olduğuna işaret ediyor. 1933’te ABD büyükelçisi Charles H. Sherrill onunla röportaj yaptı. Röportajda; dininin sadece Kâinat’ın Mucidi ve Hâkimi tek Tanrı’ya inanmak olduğunu, insanlığın böyle bir Tanrı’ya inanmaya ihtiyacı olduğunu ve dualarla bu Tanrı’ya seslenmenin iyi olduğunu söyledi. Atatürk’e göre Türk halkı İslam’ın gerçekte ne olduğunu bilmiyor ve Kur’an’ı okumuyor. İnsanlar anlamadıkları Arapça cümlelerden etkilenirler ve âdetleri gereği camilere giderler. Türkler Kur’an’ı okuyup üzerinde düşündüklerinde İslam’ı terk edecekler.

Ölümü

Atatürk’ün sağlık durumu 1937 yılından itibaren bozulmaya başladı. Kendisine 1938 yılı başlarında siroz teşhisi konuldu. Avrupa’dan doktorlar getirildi. Mehmet Kâmil Berk 15 Ekim 1938 tarihinden onun ölümüne değin hekimliğini yapanlardan biriydi. Kötüleşen sağlığı Türk ve yabancı doktorların tedavilerine sonuç vermedi.

Atatürk 10 Kasım 1938 sabahı saat 09.05’te İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda öldü. Cenazesi, gerçekleştirilen törenle Ankara’ya uğurlandı ve naaşı, 21 Kasım 1938’de burada yapılan bir törenle Ankara Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrine konuldu. Bundan 15 yıl sonra da 10 Kasım 1953’te kendisi için yaptırılan Anıtkabir’deki ebedi istirahatgâhında toprağa verildi. Vasiyetinde mal varlığını Türk Tarih Kurumuna ve Türk Dil Kurumuna bıraktı; Makbule Atadan’ın Çankaya’da oturmasını, Makbule Atadan’a ve manevi kızlarına maaş verilmesini ve İsmet İnönü’nün çocuklarına yükseköğrenimleri için gerekli olan desteğin verilmesini istedi.

Hatırası

Atatürk’ün günümüz kültürüne sinema, televizyon, müzik ve şiir gibi alanlarda etkileri olmuştur. Türkiye genelinde anısının yaşatılması için kimi yapılara, adreslere ve kurumlara kendisinin ismi ve unvanlarını içeren isimler verilmiştir. Bunlardan bazıları; Atatürk Havalimanı, Atatürk Olimpiyat Stadyumu, Atatürk Barajı, Atatürk Köprüsü, Atatürk Orman Çiftliği, Atatürk Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Mustafa Kemal Üniversitesi şeklindedir. Bunun yanı sıra Atatürk’ün Samsun’a çıkışına ithafen Ondokuz Mayıs Üniversitesi ve 100. doğum yıl dönümüne ithafen Yüzüncü Yıl Üniversitesi gibi hatırlatıcı isimler de kullanılmıştır.

Türkiye’nin her il ve ilçe merkezinde Atatürk anıtları ve resmî kurumlarının girişinde Atatürk heykeli, büstü veya maskı vardır. Bunun yanı sıra bütün resmî makam odalarında ve birçok resmî çalışma ofisinde Atatürk büstü, maskı, portreleri veya fotoğrafları, takvimleri, kalemlikleri vb. süs eşyaları vardır. Ayrıca Türkiye’de Atatürk rozeti, Atatürk imzası bulunan etiket, kravat iğnesi, yüzüğü vb. Atatürk temalı süs eşyası taşıyan birçok vatandaş görmek mümkündür. 31 Temmuz 1951 tarihinde Demokrat Parti hükûmeti döneminde yürürlüğe giren ve kamuoyunda Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak anılan Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun ile Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret etmek ve Atatürk’ü temsil eden heykel, büst, abide vb. objeleri tahrip etmek veya kirletmek suç sayılmıştır. Bu kanun aynı zamanda ifade özgürlüğü konusunda eleştirilere de maruz kalmıştır.

Türkiye’deki bütün resmî ve özel okullarda bir Atatürk köşesi bulundurulması zorunludur. Ayrıca ilköğretim ve lise kitaplarının başında ve her sınıfta da Atatürk portresi bulunmalıdır. Bunun yanı sıra örgün eğitimin bütün aşamasında Atatürk sevgisi ve inkılapları ayrı bir ders olarak ya da bazı derslerin bir bölümü olarak işlenir.

19 Mayıs tarihi Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye’nin yurt dışı temsilciliklerinde Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı olarak her yıl kutlanan bir millî bayramdır. Atatürk’ün ölüm yıl dönümü olan 10 Kasım tarihinde ölüm saati olan sabah 09.05’te Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye’nin yurt dışı temsilciliklerinde bir dakika boyunca halkın büyük bölümü saygı duruşunda bulunur, araçlar durur ve kesintisiz korna çalarlar.

Artvin yöresine ait bir halk oyunu olan ve eskiden “Artvin Barı” olarak bilinen, 1936 yılında Atatürk’ün karşısında oynanan yöresel oyun Atatürk’ün çok beğenmesi üzerine Atabarı olarak adlandırılmıştır.

Cumhuriyet dönemindeki ilk kâğıt paralar Türkiye’nin kendi merkez bankası henüz olmadığından 1927’de İngiltere’de basılmıştır.u yılda basılan 1, 5 ve 10 lirada Atatürk’ün portresi filigranda gözükmekteydi. Diğer paralarda ise Atatürk hem filigranda hem de ön yüzdeki portre yerleştirmeye uygun alanda gözükmektedir. 1937’de tedavüle giren ilk Latin harfli paraların hepsinde ise Atatürk portreleri bulunmaktaydı.

1925’te çıkarılan yasa gereği mevcut reis-i cumhur portreleri paralarda yer alıyordu. Atatürk’ün ölümünden sonra paralarda yer alan portreler yeni reis-i cumhur İsmet İnönü’nün portreleri ile değiştirildi. İnönü’nün bu icraatı bazı kesimler tarafından Atatürk’e saygısızlık olarak yorumlandı.

1952 yılında yürürlüğe giren 5. emisyon banknotlarında yaşayan kişilerin paraya portrelerinin basılması durdurulmuş ve tekrar bütün Türk paralarının ön yüzüne Atatürk portresi basılmaya başlanmıştır. Bunun yanı sıra Cumhuriyet altınlarının ön yüzünde Atatürk kabartması bulunur.

Dünyanın çeşitli ülkelerinde Atatürk anısına anıtlar dikilmiştir. Avustralya’nın başkenti Canberra’da, Meksika’nın başkenti Meksiko’da, Venezuela’nın başkenti Caracas’ta, Küba’nın başkenti Havana’da, Şili’nin başkenti Santiago’da, Romanya’nın başkenti Bükreş’te, Kazakistan’ın başkenti Astana’da, Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de, Kuzey Makedonya’nın batısındaki Merkez Jupa köyünde, Japonya’nın Kuşimoto kasabasında ve İsrail’de Osmanlılardan kalma bir tren istasyonunun bulunduğu Beerşeba’da bu anıtlardan bazıları görülebilmektedir. Atatürk’ün adının verildiği meydan, bulvar, cadde ve yolların birkaçı Tunus’un aynı adı taşıyan başkentinde, Pakistan’ın başkenti İslamabad’da, Bangladeş’in başkenti Dakka’da, Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de, Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te, Belçika’nın Visé şehrinde ve Dominik Cumhuriyeti’nin başkenti Santo Domingo’dadır.

Radikal seküler reformlarına rağmen, Atatürk İslam dünyasında geniş çapta popülerliğini sürdürdü. Hristiyan güçlerin işgaline karşı yeni, tamamen bağımsız bir Müslüman ülkenin kurucusu olduğu ve Batı emperyalizmine karşı mücadelede galip geldiği için hatırlanıyor. Öldüğünde, Tüm Hindistan Müslüman Birliği onu “İslam dünyasında gerçekten büyük bir kişilik, büyük bir general ve büyük bir devlet adamı” olarak övdü, hatırasının “tüm dünyadaki Müslümanlara cesaret, azim ve mertlik ile ilham vereceğini” açıkladı.

Atatürk’ün hayranları, onun I. Dünya Savaşı’ndaki düşmanı Britanyalı devlet adamı Winston Churchill ve II. Dünya Savaşı’nda Türkiye ile ittifak aramış Alman nasyonal sosyalist diktatör Adolf Hitler’den Amerika Birleşik Devletleri başkanları Franklin D. Roosevelt ve John F. Kennedy’ye kadar geniş bir yelpazeyi oluşturur. Atatürk sömürgeci güçlerin egemenliğinde kalmış üçüncü dünya ülkelerinde çeşitli liderlerce bağımsızlığın öncüsü olarak saygı gördü ve rol model alındı. İranlı çağdaşı Rıza Şah Pehlevi, Hindistan Başbakanı Cevahirlal Nehru, Tunus Cumhurbaşkanı Habib Burgiba ve Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat bunlardan birkaçıydı. Pakistanlı şair ve filozof Muhammed İkbal ve Bangladeş’in ulusal şairi Kadı Nazrul İslam Atatürk’ün onuruna şiirler yazdı. 1935 yılında İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi’ne katılan Mısırlı milliyetçi-feminist lider Hüda Şaravi, Atatürk’e şunları söyledi: “Türkler size Atatürk yani Türklerin babası ismini verdiler. Ben ise size ‘Ataşark’ yani ‘Şarkın Babası’ demek istiyorum.”

Birleşmiş Milletler’in UNESCO örgütü, “olağanüstü bir reformcu olduğunu göz önünde tutarak, özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşların ilk liderlerinden biri olduğunu kabul ederek, dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek olduğunu ve tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımını gözetmeden, bir uyum ve iş birliği çağının doğacağına olan inancını anımsatarak, eylemlerini her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden yapmış” Atatürk’ü, 100. doğum yılı olan 1981’i tüm ülkelerin oy birliğiyle “Atatürk Yılı” olarak kabul ederek onurlandırdı. 12 Eylül Darbesi ile yönetime gelen Millî Güvenlik Konseyi de çıkardığı kanunla 1981 yılını Atatürk Yılı kabul ve ilan etti. Atatürk Yılı, 5 Ocak 1981 günü kutlamalara açıldı. 5 Ocak 1981 günü saat 08.45’te Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunulduktan sonra saat 11.00’de Türkiye Büyük Millet Meclisinde tören başladı. Törende eski cumhurbaşkanları Celâl Bayar, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk de yer aldı. Kenan Evren’in yaptığı uzun bir konuşmayla Atatürk Yılı kutlamalara açıldı. Yıl boyunca yapılan etkinliklerle Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı kutlandı. Yeni Atatürk anıtları, Atatürk’ün adının verildiği kültür merkezleri ve tatbikatlar yapıldı. Birinci ve ikinci meclis binaları müze olarak faaliyet göstermeye başladı. Atatürk ile ilgili kitap ve belgeler Millî Kütüphane’de toplanırken il ve ilçelere de Atatürk kitaplıkları kuruldu. Atatürk’ün kaldığı evler restore edilerek müze hâline getirildi. “Atatürk 100 Yaşında” sloganı ile 73 adet ilkokul yapıldı. Bu dönemde imam hatip açılmadı. Atatürk’ün çeşitli illere yaptığı ilk ziyaretlerin yıl dönümlerinde kutlamalar gerçekleşti. Ülkenin tanınmış sanatçılarına 100. yılı simgeleyen plaketler verildi. Ünlü ressamlardan ısmarlanan Atatürk ve Atatürk Devrimleri konulu resimler, düzenlenen sergilerde ziyarete açıldı. Tanınmış müzisyenlere Atatürk hakkında marşlar besteletildi. TRT, Atatürk’ün görüşlerini yansıtan programlara yer verdi. Ülkedeki okur yazar oranının artırılması için seferberlik başlatıldı. Ağaçlandırma çalışmaları yapıldı. Açılan birçok kurum ve kuruluş “Yüzüncü Yıl” adını aldı. 23 Nisan’daki bayramın adı “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak değiştirildi. 19 Mayıs’taki Gençlik ve Spor Bayramı’nın adı “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak değiştirildi ve 19 Mayıs 1981 günü stadyumlarda coşkulu şekilde kutlandı. Atatürk’ün başöğretmen olduğu 24 Kasım günü “Öğretmenler Günü” olarak kutlandı. Üniversitelere zorunlu “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” dersi getirildi. Kara Harp Okulu ve diğer askerî okullar için üç ciltlik “Atatürkçülük – Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri” adlı kitap bastırıldı ve öğrencilere dağıtıldı.

Türk Ulusal Hareketi’ne muhalefet etmiş ve İtilaf Devletleri’yle iş birliği yapmış gazeteci Ali Kemal, Atatürk’ü “çete reisi, haydut” olarak niteledi, Britanyalı devlet adamı Lord Balfour ise Atatürk için “tüm korkunç Türklerin en korkuncu” (most terrible of all the terrible Turks) yorumunda bulundu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ülkenin geleceği için yaşanan iç siyasal mücadelede General Kâzım Karabekir ve entelektüel Halide Edib Adıvar gibi kimseler Atatürk ile yollarını ayırarak onun radikal reform programını ve otoriter liderliğini eleştirdi. Tekkeleri kapatılmış tarikat şeyhleri ve genel olarak din adamlarından bazıları, Said Nursî dahil, onu Deccal ile kıyasladı.

Yapıtları

Takımın Muharebe Tâlimi, Selanik Asır Matbaası, Selanik, 1908 (Almancadan çeviri).
Cumalı Ordugâhı – Süvâri: Bölük, Alay, Liva Tâlim ve Manevraları, Selanik, 1909.
Ta’biye ve Tatbîkat Seyahati, Selanik Askeri Matbaası, 1911.
Bölüğün Muharebe Tâlimi, 1912 (Almancadan çeviri).
Ta’biye Mes’elesinin Halli ve Emirlerin Sûret-i Tahrîrine Dâir Nasâyih, Edirne Sanayi Mektebi Matbaası, 1916.
Taʼlîm ve Terbiye-i Askeriyye Hakkında Nokta-i Nazarlar, Edirne Sanayi Mektebi Matbaası, 1916.
Zâbit ve Kumandan ile Hasb-ı Hâl, Minber Matbaası, 1918.
Nutuk, Türk Tayyare Cemiyeti, Ankara, 1927.
Vatandaş için Medeni Bilgiler, Milliyet Matbaası, İstanbul, 1930.
Geometri, 1937.
Atatürk’ün ayrıca, 1915-1918 yılları arasında Anafartalar, Doğu Cephesi ve Karlsbad’daki hatıralarını yazdığı günlükleri de bulunmaktadır. Bunlardan Anafartalar Muharebatı’na Ait Tarihçe, Türk Tarih Kurumu tarafından kitap olarak yayımlanmıştır. 1908-1938 yılları arasında Atatürk’ün imza attığı, yazdığı, söylediği kişisel notları dâhil her şeyin toplandığı Atatürk’ün Bütün Eserleri adlı bir ansiklopedi de Kaynak Yayınları tarafından hazırlanmaktadır.

Atatürk’ün başarılarının ve kaleme aldığı eserlerin en önemli dayanaklarından biri de kitap okuma tutkusudur. Örneğin, sonraları dünya barışı ve insan hakları konularında önderler arasında yer alacak bir kimse olan H. G. Wells, 1921 yılında İngilizce olarak 1208 sayfalık İnsanlık Tarihi adlı bir kitap yayımlar. Bu kitap Atatürk tarafından kısa sürede okunur, değerlendirilir ve Türkiye’de yayımlandıktan sonra Nutuk’ta yer alır. Yine 1756 yılında toplam 5 cilt olarak Fransızca basılan Hunlar, Türkler ve Moğollar kitabı da onun okuduğu kitaplar arasındadır.

Atatürk tarafından kurulan kurumlar

Anadolu Ajansı 6 Nisan 1920 Ankara
Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti 2 Mayıs 1920 Ankara
Çocuk Esirgeme Kurumu 30 Haziran 1921 Ankara
İzmir Enternasyonal Fuarı 17 Şubat 1923 İzmir
Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924 Ankara
Türkiye İş Bankası 26 Ağustos 1924 İstanbul
Orman Çiftliği 1925 Ankara
Ankara Hukuk Fakültesi 5 Kasım 1925 Ankara
Anadolu Sigorta 1 Nisan 1925 İstanbul
Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası 1 Mayıs 1925 –
Devlet İstatistik Enstitüsü 26 Nisan 1926 Ankara
Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi 1927 Ankara
Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü 27 Mayıs 1928 Ankara
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 12 Nisan 1931 Ankara
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası 3 Ekim 1931 Ankara
Halkevleri 19 Şubat 1932 Ankara
Türk Dili Tetkik Cemiyeti 12 Temmuz 1932 Ankara
Ziraat Okulları ve Yüksek Ziraat Enstitüsü 1933 Ankara
Devlet Havayolları 20 Mayıs 1933 İstanbul
Sümerbank 11 Temmuz 1933 –
Türkkuşu 3 Mayıs 1935 Ankara
Etibank 14 Haziran 1935 –
Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü 14 Haziran 1935 Ankara
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi 14 Haziran 1935 Ankara
Elektrik İşleri Etüd İdaresi 24 Haziran 1935 Ankara
Türkiye Şeker Fabrikaları 6 Temmuz 1935 Ankara
Bursa Merinos Fabrikası 2 Şubat 1938 Bursa

Popüler kültürde Atatürk

2010 yapımı Veda filminde Kaan Olcay, Bartunç Akbaba, Sinan Tuzcu ve Burhan Güven tarafından canlandırılmıştır.
2022 yapımı Pera Palas’ta Gece Yarısı dizisinde Hakan Dinçkol tarafından canlandırılmıştır.
2020 yapımı Ya İstiklal Ya Ölüm dizisinde İlker Kızmaz tarafından canlandırılmıştır.

II. Abdülhamid

II. ABDÜLHAMİD

II. Abdülhamid (Osmanlıca: عبد الحميد ثانی, romanize: Abdü’l-Ḥamīd-i sânî; 21 Eylül 1842 – 10 Şubat 1918), Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı, 113. İslam halifesi ve çöküş sürecindeki devlette mutlak hakimiyet sağlayan son padişahtır. Tahtta kaldığı yıllarda imparatorluk dağılma dönemini yaşadı; başta Balkanlar olmak üzere çeşitli bölgelerde çıkan isyanlara ve Rusya İmparatorluğu’na karşı kaybedilen 93 Harbi’ne tanıklık etti. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1.592.806 km² toprak ile en çok toprak kaybeden padişahı olmuştur. 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı ve 31 Mart Vakası’ndan kısa bir süre sonra, 27 Nisan 1909’da, tahttan indirilene kadar ülkeyi yönetti. Meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar ile yaptığı anlaşma ve diğer yandan Tersane Konferansı’nda toplanacak büyük güçlerden gelecek baskıları engelleme amaçlı Tersane Konferansı’nın başlamasıyla aynı gün 23 Aralık 1876’da ilk Osmanlı anayasasını ilan etti ve böylece ülkenin demokratikleşme sürecini destekleyeceğini belirtmiş oldu. 93 Harbi’nde yenilen Osmanlının sultanı II. Abdülhamid, meclisin yanlış kararlar aldığını iddia ederek 14 Şubat 1878’de bu harbin sonuna doğru meclisi feshetti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşmesine yönelik çabalar II. Abdülhamid tarafından devam ettirildi. Bürokraside yapılan reformların yanı sıra Rumeli Demiryolu ve Anadolu Demiryolu’nun uzatılması ile Bağdat Demiryolu ve Hicaz Demiryolu’nun inşası gibi projeler bu dönemde yapıldı. Bu demiryolları ve telgraf sistemleri Alman firmalar tarafından geliştirildi. 1898’de modern anlamda ilk yerel hukuk fakültesi açıldı, ayrıca nüfusun kayıt altına alınması ve basın üzerindeki baskının artması sağlandı. Bu dönemin reformlarında eğitime geniş yer ayrıldı: hukuk, sanat, ticaret, inşaat mühendisliği, veteriner, gümrük, tarım ve dil okulları dahil olmak üzere birçok mesleki okul kuruldu. Kendisi 1881’de İstanbul Üniversitesini kapatsa da 1900’de yeniden açılmasına karar verdi, imparatorluk genelinde ilk, orta ve askerî okullardan oluşan eğitim ağını genişletti. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu dönemlerdeki batık ekonomisi Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında Düyûn-ı Umûmiye’nin ve Reji İdaresinin kurulmasına yol açtı. Öte yandan iktidarında Düvel-i Muazzama denen büyük güçlerin Karadağ, Sırbistan’dan Tersane Konferansına, Girit Meselesine, İlinden isyanına, kadar siyasi pek çok olayda müdahilliği söz konusu olmuştur. Devlet yine sürekli iç karışıklık isyanlarla, iç çalkantılarla, ekonomik sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır.

Şehzadeliği

II. Abdülhamid, Sultan Abdülmecid’in Tirimüjgan Kadın Efendi’den (20 Ağustos 1819- 2 Kasım 1853) olan oğludur. Annesi Çerkestir. 21 Eylül 1842 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da, Topkapı Sarayı’nda veya Çırağan Sarayı’nda dünyaya geldi. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce bakımını Abdülmecid’in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid’i de yarım kan kardeşi sayılan henüz 2 yaşında annesi Düzdidil Kadınefendi’nin 1845’de ölümüyle annesiz kalan Cemile Sultan ile birlikte kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine tahta geçen amcası Abdülaziz ise diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid’in eğitimiyle de yakından ilgilendi.

Abdülhamid, Gerdankıran Ömer Efendi’den Türkçe, Ali Mahvî Efendi’den Farsça, Ferid ve Şerif efendilerden Arapça ve diğer ilimleri, Vak‘anüvis Lutfi Efendi’den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalar ile Mösyö Gardet’dan Fransızca, Miralay Lombardi ile Callisto Guatelli’den de musikî dersleri almıştır. Gençlik günlerinde veliaht olarak büyük kardeşi Şehzade V. Murad görüldüğü için saray çevrelerinde fazla ilgi görmeyen Abdülhamid, bu nedenle aşırılıktan uzak, sade bir hayat yaşamıştır.

Opera ile ilgilenen, birden çok opera klasik eserlerini Türkçeye bizzat tercüme eden ve tercüme ettiren II. Abdülhamid, II. Mahmud’un zamanında kurduğu Mızıka-yı Hümâyun’dan müzik opera eserleri dinlemeyi seviyordu. Piyano eğitimi almıştı. Marangozluk zanaatinde de çok maharetli olan Şehzade Abdülhamid, bugün Yıldız Sarayı ve içerisindeki Şale Köşkü ile Beylerbeyi Sarayı’nda görülebilecek birçok yüksek kalite mobilyanın da zanaatkârıdır.

II. Abdülhamid kendisinden önceki diğer padişahların aksine şehzadeliği sırasında yurt dışı ziyaretlerine çıkmış, tahta çıkmasından 9 yıl önce amcası Sultan Abdülaziz’in 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisinde amcasına refakat etmiştir. Bu gezide 30 Haziran – 10 Temmuz 1867 tarihlerinde Paris, 12 – 23 Temmuz 1867 tarihlerinde Londra, 28 – 30 Temmuz 1867 tarihlerinde Viyana ziyaretlerinde bulunmuş, 21 Haziran 1867’de henüz 24 yaşında iken İstanbul’dan başlayan yolculukları, bu şehirlerin dışında diğer Avrupa başkentleri ve önemli şehirleri de ziyaret edildikten sonra 7 Ağustos 1867 tarihinde yeniden İstanbul’da sona ermiştir.

Siyasî olaylar

Tahta çıkışı ve I. Meşrutiyet

Amcası Abdülaziz’in 1876’da tahttan indirilmesi ve şüpheli şartlarda ölümü, ağabeyi V. Murad’ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhi çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı’na hapsedilmesi olaylarına şahit oldu. 31 Ağustos 1876’da İkinci Abdülhamid ismi ile padişah ilân edildi ve 7 Eylül günü Eyüp’te kılıç kuşandı.

Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhrandaydı. 1871’de Âli Paşa’nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875’te devlet, borçlarını ödeyemez hâle düşerek Ramazan Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya’nın başını çektiği Panslavizm akımının etkisiyle, Osmanlı’ya bağlı özerk gözüken ama fiilen bağımsız şekilde hareket eden Sırbistan ve Karadağ’ın da kışkırtma ve yardımlarıyla Balkanlar’da millî isyanlar baş göstermişti. Yurt içinde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra her iki saltanat değişiminin mimarı olan Midhat Paşa’yı sadrazam yaptı.

Abdülhamid, tahta geçtikten sonra Midhat Paşa’ya verdiği taahhüt uyarınca; Büyük Devletlerin Osmanlı Balkan topraklarındaki durumu görüşmek üzere İstanbul’da bir araya geldikleri Tersane Konferansı ile aynı gün 23 Aralık 1876’da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî’yi ilan etti. Meclis-i Mebûsan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis Meclis-i Umumi, 19 Mart 1877’de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasal monarşi sistemine geçilmesi ile birlikte, yargı bağımsızlığı ve temel hakların anayasada teminat altına alınmasına rağmen, esas hâkimiyet padişahın kalmıştı. Abdülhamid, Kanun-ı Esasî’nin 113. maddesiyle kendisine tanınan “idari sürgün yetkisi”ni kullanarak daha meclis toplanmadan 93 Harbi başlamadan Midhat Paşa’yı sadrazamlıktan alıp sürgüne yolladı.

II. Abdülhamid

 

Balkanlarda huzursuzluk ve Tersane Konferansı

Abdülaziz döneminde (1861-1876) 1875 yılında başlamış olan Hersek İsyanı ve Bulgar İsyanları sürerken V. Murad döneminde Sırbistan ve Karadağ savaşları ile Balkan toprakları savaş alanına çevrilmişti. Bu isyanları kışkırtan ve destekleyen Rusya, Şark meselesini halletmek üzere fırsat kollamakta idi. Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında Rusya, aralarında Osmanlı Devleti’nin de bulunduğu Batı ittifakına yenilmiş ve yalıtılmıştı. Rusya, dikkatini 1860’lardan itibaren Kafkasya’daki son direnişi kırmaya (1863-1864) ve Orta Asya’daki Türk hanlıklarının topraklarının ele geçirmeye (1866-1876) vermiş, aynı dönemde ise Birleşik Krallık ve Fransa’nın dikkati 1871’de Almanya’nın birleşmesi ve İtalya’nın birleşmesiyle Avrupa kıtasında oluşan yeni dengelere yönelmişti. Birleşik Krallık’ta Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni destekleyen Palmerston (1855-1865) ve İngiltere’nin çıkarlarını düşünse de Osmanlı’ya karşı nispeten ılımlı bir politika izleyen Disraeli (1874-1880) dönemlerinin aksine Gladstone (1868-1874, 1880-1885 ve 1892-1894) Osmanlı muhalifi bir siyasi tutum içine girmiş, muhalefetteyken de özellikle Bulgar İsyanları’nın bastırılması sırasında Osmanlı Devleti’nin katliamlar yaptığı iddialarını gündeme taşımış; bu da Macar devrimcilerinin Osmanlı Devleti’ne sığınmaları (1848) ve Kırım Savaşı (1853-1856) sırasındaki müttefiklik sayesinde Türklere yönelik olumlu bakış açısını tersine çevirmeye başlamıştı. .

II. Abdülhamid’de iktidarının başında Osmanlı’da büyük problemlere neden olan büyük güçlerin Osmanlı Topraklarına müdahalesi ve 93 Harbi’nin nedenini oluşturan Büyük Doğu Buhranı denen bir dönemi onun büyük sorunlarını önünde buldu. Balkanlarda çıkan isyanlar,başlayan kargaşa da İngiltere öncülüğünde büyük güçler, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve tahta yeni çıkan II. Abdülhamid’i Tersane Konferansı denen bir konferansı toplamaya zorladılar. Midhat Paşa ve Osmanlı yetkilileri bu toplanacak konferanstan hiçte hayırlı bir sonucun çıkmayacağını fark ettiklerinden II. Abdülhamid ile konuştular ve daha öncesinde anlaştıkları gibi konferanstaki reform taleplerini geçersiz bırakmak için konferansın toplanacağı gün 1.Meşrutiyet ve Kanuni Esasi’nin daha hızlı şekilde yürürlüğe konmasına ikna ettiler. Bu sırada İngiltere’de başbakan Disraeli ezeli rakibi ve Türk düşmanı olarak bilinen ana muhalefet lideri Gladstone tarafından Osmanlı’nın bulgar katliamlarına seyirci kaldığı gibi suçlamalarla sıkıştırılmaktaydı ve ingiliz kamuoyunda Osmanlılar katliamcı olarak gösterilmekteydi. Disraeli, Palmerstone kadar olmasa da Osmanlı’ya karşı ılımlı bir politika izlemeye çalışmaktaydı. Ancak bu baskılar karşısında bu konferansta hiçte ılımlı bir yaklaşımda bulunmadı. Tam tersine İngilizleri temsilen Sir Henry Elliot yerine atanan İngiliz Osmanlı Büyükelçisi Lord Salisbury İngiltere’nin Osmanlı’yı olası bir Rus savaşında desteklemeyeceğini ve hiçbir şekilde Osmanlı’nın arkasında durmayacağını, bu Balkan isyanları ile ilgili kendilerinden destek beklenmemesini sadrazama ve Osmanlı idarecilerine bildirip bu konuda uyarıda bulundu. 23 Aralık 1876’da toplanan bu konferansa Prusya, İngiltere, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devleti katıldı aynı günde 1.Meşrutiyet, Meclisi Mebusan’ın kurulması ve Kanuni Esasi havai fişek gösterileri altında ilan edildi. Kısacası 1. Meşrutiyet Tersane Konferansının toplandığı aynı gün ilan edildi ve ilan edilmesindeki temel amaçlardan biri çeşitli tarihçilere konferanstaki kararları gereksiz kılma ve Balkanlardaki sorunu da kısmen çözme, büyük devletlerin baskısını, bu toplumların sorunlarını mecliste ifade edebileceklerinden bahisle engelleme, bu yapılamıyorsa da Osmanlı Devletine sorunları çözme için zaman kazandırmaydı.

Ancak sonuç hiçte Osmanlı Devletinin istediği, Mithad Paşa ve II. Abdülhamid’in Osmanlı devlet adamlarının hedeflediği şekilde olmadı. I. Meşrutiyet’in ilanına rağmen, görüşmelerin devamı ve konferansın yapılıp sürmesine karar verildi, Osmanlı’nın reform talepleri, alternatif önerileri reddedildi. Konferanstan,

Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık kararı,
Bosna-Hersek’e özerklik verilmesi,
aynı şekilde Bosna-Hersek gibi özerk ama Doğu ve Batı Bulgaristan olarak iki parça olarak iki Bulgar devleti (eyaleti) kurulması kararı çıktı.
18 Ocak 1877’de Sadrazam Mithat Paşa hiçbir şekilde bu yönde alınmış bir kararı Osmanlı’nın kabul etmeyeceğini bildirdi. 20 Ocak 1877’de varılmış olan ama Osmanlıca ve Mithat Paşaca kabul edilmeyen kararlarla konferans dağıldı. Mithat Paşa 5 Şubat 1877’de II. Abdülhamid tarafından sadrazamlık görevinden alınmış, sürgüne yollanmış ve yerine Gençosmanlılar’dan olmayan, 2.Abdülhamit’in güvendiği deneyimli kişilerden biri olan İbrahim Edhem Paşa getirilmiştir. İngiliz Büyükelçisi bu taleplerin red edilmesi konusunda kırgınlığı ve sonuçları konusunda Osmanlıları tekrar uyarmıştır.

93 Harbi

İngiliz,Fransız,Alman, Rus vs.büyükelçilerinden oluşan bir heyet Meclisi Mebusan’nın açılması sonrası Mart 1877 sonunda Londra Protokolü denen Tersane konferansı kararlarının biraz değiştirilmiş hali olan kararları sert bir mıhtıra ile Osmanlı İmparatorluğu’na göndermiştir. Edhem Paşa hükümeti ve Meclisi Mebusan bu protokolü de reddetmiştir. Rusya’nın da Balkanlar’da ıslahat için büyük güçlerin verdiği kararların kabul edilmesi yönündeki mıhtırada 12 Nisan 1877’de İbrahim Edhem Paşa hükûmeti tarafından da reddedildi. Bunun üzerine 24 Nisan 1877’de Rusya’nın Osmanlıya savaş ilanıyla, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Abdülhamid’in Rus tekliflerinin kabulü ve savaşa karşı olmasına rağmen öncesinde Mithat Paşa, sonrasında Damat Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen savaşta esasında Osmanlı ordusu Rus ordusuna nazaran Sultan Abdülaziz’in sağladığı ekipman sayesinde çok daha eğitimli ve donanımlıydı. Ama Osmanlı komuta kademesi için aynı şeyi söylemek çok zordu. Daha başında Rusların Balkanlarda ordularını gönderip, saldırıya geçebileceği tek bir yer bulunmaktaydı, o da Osmanlı himayesi altındaki Romanya topraklarıydı ve Ruslar bu topraklar üstünde Siret (Sava) nehri üzerinde Barboşi köprüsünün olduğu yerden ordularını geçirmek zorundaydı. Bu köprü kritik bir öneme sahip olmakla beraber, köprünün havaya uçurulması Osmanlılara en az 2 veya 3 ay vakit kazandıracaktı. Nitekim Osmanlı kuvvetlerine askeri danışmanlık veren İngiliz danışmanlarda bu durumun farkındaydı. Köprünün hemen yakınındaki Osmanlı Tuna donanmasının komutanına İngiliz askeri danışmanı Hobart Paşa, Barbosi’nin tahrip edilmesi emrini vermiş fakat Tuna’daki 4 gemilik Osmanlı filo komutanı bunun bir aldatmaca veya casusluk oyunu olduğuna dair şüpheleri yüzünden emri uygulamakta 4-5 gün kadar gecikmiş ve tam emri uygulayacak iken de bu defa iş işten çoktan geçmiştir, zira Ruslar orduları ile Sava Nehri kıyısına gelip filoyu donanmaları ve karadaki topları ile ateşe alıp batırmış ve yok etmiştir. Sonuçta Osmanlılar için büyük bir fırsat daha muharebenin başında kaybedilmiştir.

Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa haricinde komuta kademesi son derece eksik ve birbiri ile sürekli mücadele halindeydi. Bu iki paşanın can hıraş çabaları ve Plevne Savunması, Kızıltepe, Halyaz, Zivin gibi muharebelerdeki başarıları ne yazık ki savaşın gidişatını değiştirmedi.Rus orduları Osmanlı ordu komuta kademesinin kuvvetleri sevk ve idaresindeki hatalarından, Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa’nın uyarılarının önerilerinin zamanında Padişah ve genelkurmayca dikkate alınmamasından, hele ki Şıpka Geçidi gibi kritik bir geçidin yanlış eksik müdahaleler ile tutulamamasından yararlanarak Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir sıra mağlubiyete uğratarak doğuda Erzurum’u, batıda ise Bulgaristan’ın tamamı ile Trakya’nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal ettiler. Meclis-i Mebusan’da hükûmetin savaş politikalarına yöneltilen ağır tenkitler üzerine Abdülhamid, “Ben artık Sultan Mahmud’un izinden gitmeye mecbur olacağım.” diyerek Yeniçeri Ocağı’nı kapatan dedesi II. Mahmud’a atıfta bulunup, meclisi 18 Şubat 1878’de tatil etti. Takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kânûn-ı Esâsî kaldırılmayıp askıda kaldı ancak 2.Abdülhamit kâğıt üzerinde de olsa Anayasayı muhafaza ederek aldığı kararları yine bu anayasaya göre yürürlüğe koydu.

93 Harbi, 3 Mart 1878’de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos (Yeşilköy)’ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı, sınırları Tuna’dan Ege’ye, Trakya’dan Arnavutluk’a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek’e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek,Ardahan, Kars, Ardahan, Batum, Artvin, Eleşkirt ve Doğubayazıt Rusya’ya verilecek; Teselya, Yunanistan’a bırakılacak, Girit ve Ermenistan’da ıslahat yapılacak, Osmanlı İmparatorluğu Rusya’ya 30.000 ruble savaş tazminatı ödeyecekti.

Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya Rusya’nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan İngiltere ve diğer Avrupa devletleri karşı çıktılar. İngiltere, Osmanlı Devleti’ne Kıbrıs’ı kendisine kiralaması karşılığında daha iyi şartlarla anlaşmaya Rusları ikna edeceğini bildirdi.Öte yandan da Osmanlı’yı Kıbrıs konusunda zorladı. 13 Temmuz 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nın yerine geçen Berlin Antlaşması İngiltere’nin Osmanlı’dan aldığı Kıbrıs adası tavizi ve baskısı neticesi imzalandı. Yeni antlaşmayla Rusya’nın toprak kazanımları kısmen geri alındı, Makedonya,Doğu Bayazıd,Eleşkirt Ovası Osmanlı’da kalırken, Romanya ve Sırbistan, Karadağ’a tam bağımsızlık verildi. Bulgaristan’da Almanya ve Avusturya-Macaristan himayesinde bununla birlikte Büyük Bulgaristan Prensliği yerine daha dar topraklarda başkenti Tırnova (1879’da Sofya oldu) olan Prensini Osmanlı padişahının seçemeyeceği,kendi savunma kuvvetleri ve milli marşı da olacak özerk Bulgaristan Prensliği oluşturuldu; bunun yanında yine Osmanlı’ya bağlı Bulgar valilerini Osmanlı Padişahının seçip atayacağı, Osmanlı Ordusunun denetiminde başkenti Filibe olan özerk Doğu Rumeli vilayeti kuruldu.

II. Abdülhamid

Çırağan Sarayı Baskını (1878)

II. Abdülhamid, 13 Şubat 1878’de Meclisi tatil etti idareyi tümden ele aldı ancak 93 Harbi’de Osmanlı’nın ağır yenilgisi ile sonuçlanmıştı. İmzalanan Ayastefanos Antlaşması kaybedilen topraklar, sürgüne yollanan Mithat Paşa, Genç Osmanlılar ve kapatılan meclis; kitlelerde Genç Osmanlılar da ağır hoşnutsuzluk ve tepki yarattı. Genç Osmanlılardan Ali Suavi’de bu tepki içindeydi. Ali Suavi topladığı ve galeyana getirdiği kitle ile 20 Mayıs 1878’te V. Murad’ı Padişah, Mithat Paşa’yı sadrazam yapmak, II.Abdülhamit’i devirmek için Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaptı. Darbenin başarıya ulaşması Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa ve yanındakilerce son anda engellendi. 23 ihtilalcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’in hafiye denilen gizli teşkilatını kurarak çok daha sıkı baskıcı şekilde idareyi ele almasıyla ve Yıldız Sarayı’na idare merkezini nakletmesiyle sonuçlandı. Bu darbe girişimi tarihçi Erhan Afyoncu’ya göre II.Abdülhamit’in ayrıca ruhunda ve psikolojisinde derin etkiler bırakmıştır, onu içe daha kapanık ve kuruntulu bir yapıya itmiştir.

Hafiye teşkilatı (1880)

II. Abdülhamid Meclis’i kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra özellikle kendisine karşı yapılan başarısız Çırağan baskını sonrası Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı kurdu. Çok sayıda hafiyeden meydana gelen bu teşkilatın gayesi ilgili devletlerin durumu hakkında haber alma espiyonaj faaliyetleri yanında II. Abdülhamid’in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid’e karşı hazırlanan darbe veya isyan teşebbüslerini önlemekti. Bu sebeple teşkilatın Jöntürklerin bulunduğu toplandığı Paris, Roma, Londra, Berlin gibi yurtdışı yerlerde de örgütlenmiş ve operasyonlar düzenleyebilmekteydi.

Yine aslen Osmanlı zaptiye (jandarma) teşkilatına bağlı gözükse de doğrudan II. Abdülhamid’e bağlı Umur-u Hafiye denen bir teşkilat daha vardı. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler, Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyor, böylece her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu.

Bu teşkilatlardan Yıldız İstihbarat Teşkilatı 2.Meşrutiyetin ilanı akabinde Bakanlar Kurulunun (Vukela) 29 Temmuz 1908 tarihli kararnamesi ile dağıtılsa da,Abdülhamit’in tahtan indirilmesi sonrasında 1.Balkan Savaşı sırasında Osmanlı’nın bozgunun bir diğer nedeni Balkan devletlerinin durumu hakkındaki istihbarat zafiyeti olmuştur. Bir istihbarat teşkilatının varlığını gerektirdiğinden bu teşkilattan yola çıkarak Enver Paşa tarafından 1913’te Teşkilatı Mahsusa adlı istihbarat örgütü kurulacaktır.

Yıldız Mahkemesi (1881)

Darbe ile indirilen Sultan Abdülaziz, Feriye Sarayı’nda 4 Haziran 1876 günü sakalını düzeltmek için bir makas istemiş, sonra bilekleri kesik vaziyette bir minder üzerinde bulunmuş ve kısa zaman sonra hayatını kaybetmişti. Sâbık sultanın naaşı önce Feriye Karakolu’na götürülmüştü, doktorların incelemesiyle ölüm nedeninin bileklerini keserek intihar olduğu kararına varılmıştı. V.Murat’ta akıl sağlığını bozulduğu gerekçesi ile tahtan indirilmiş yerine 2.Abdülhamit çıkarılmıştı. Ancak hâlâ hayatta olan V. Murat’ın iyileşme ihtimali ve taraftarları onu tekrar tahta çıkarmak istemekteydi. II. Abdülhamit’in tahta çıktığı sene sabık Sultan Murat ve oğlu Salahattin Efendi’yi bir vapur ile Avrupa’ya kaçırmak maksadıyla yerli ve yabancı kişilerden oluşan bir heyetin faaliyetleri, hafiyeler tarafından Saraya bildirildi. Nitekim bu istihbarattan birkaç gün sonra çarşaf giymek suretiyle kadın kılığına girmiş ikisi maliye ve rüsumat kâtiplerinden diğer ikisi de Hristiyanlardan oluşan dört kişilik bir heyet, validesinin isteği üzerine Sultan Murat’a kurşun dökmek için geldiklerini söyleyerek saraya girmek ve eski sultanı kaçırmak istemişlerdi. Ancak bu teşebbüs alınan sıkı önlemler sayesinde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bunun akabinde Ali Suavi ve taraftarlarının Çırağan Baskını ve darbe girişimi Sultan’ı büsbütün şüpheci hale getirmişti. İktidarı tümden ele alan 2.Abdülhamit artık tekrar bir darbe teşebbüsü olmaması önceki sultanların akıbetine uğramamak için siyasi otoritesini güçlendirmek istiyordu, kendisine muhalif olabilecek kitleyi ortadan kaldırmaya karar verdi. Bu amaçla da Haziran 1881 öncesi gözaltı, ifade alma, yakalama ve tutuklamalar başladı. Mithat Paşa yakalananlar arasındaydı. Yakalanan kişilere yine mahkeme önüne çıkmadan önce ifadeleri öncesi ve sonrasında işkence yapıldığı da iddialar arasındadır. Sonrası Abdülhamit Selefi amcası Sultan Abdülaziz’in öldürüldüğünden bahisle 27 Haziran- 29 Haziran 1881 tarihleri arasında Yıldız Sarayı’nın bahçesinde bir çadır kurdurdu. Suikast ve cinayetle suçladığı birçok kişiyi yargılattırdı. Bu yargılamalar ile hem saltanatı için tehlike olarak gördüğü kişileri yok etmek hem de V. Murat’ı halkın gözünden düşürerek yeniden tahta çıkarılma ihtimalini ortadan kaldırma peşindeydi. Tarihçi Uzunçarşılı’ya göre Mithat Paşa, Yıldız Mahkemesi’nde yargılanan kişilerin en önemlisi Abdülhamit’in en çekindiği, halkın gözünden düşürmek istediği kişiydi. Diğer önemli isimler ise Sultan Abdülaziz döneminin saray yönetiminde aktif rol oynayan Rüştü Paşa, Damat Mahmut Celalettin Paşa, Hayrullah Efendi gibi kişilerdi. Bunların yanı sıra Sultan Abdülaziz’in cinayetiyle ve onun mallarının bir kısmını gasp etme suçlamasıyla yargılanan dönemin mabeyncisi Damat Nuri Paşa da yargılandı. Buna karşın sabık Sultan V. Murat ve annesi Şevkefza Sultan ise zaten hapiste tutulduklarından yargılanmadı. Mahkeme kurulunun başkanı Ali Sururî Efendi ve ikinci başkanı ise Rum asıllı Hristo Forides Efendi idi. Feriye Sarayı’nın görevlilerinden Pehlivan Mustafa, Cezayirli Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed ile Mâbeynci Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Midhat Paşa, Damat Mahmud Celaleddin Paşa ve Damat Nuri Paşa idama; Seyyid Bey ve Albay İzzet Bey de 10 yıl hapse mahkûm edildi. 9 Temmuz 1881 günü toplanan 25 kişilik bir temyiz kurulu tarafından tekrar gözden geçirildi. Bu kurulun üyeleri arasında Gazi Osman Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa da vardı. 25 kişi arasından 15 kişi mahkemenin kararının aynen uygulanması, 10 kişi ise cezaların hafifletilmesi yönünde oy kullandı. Böylece onaylanmış olan idam cezalarını II. Abdülhamit Taif’te çekilmek üzere müebbet hapse çevirdi. Taif’te zor koşullar altında hapis hayatı yaşayan Mithat Paşa ve Damat Mahmud Celaleddin Paşa 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızları tarafından boğularak öldürüldüler. Eski şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi de 1898’de gene Taif’te öldü.Nuri Paşa suçsuzluğunu iddia etse de müebbet hapis cezası almaktan kurtulamamıştır. Bu mahkeme ve özellikle Mithat Paşa’nın ceza alması Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından da eleştirilmiştir. Böyle 2.Abdülhamid haklı veya haksız kendisine karşı olan muhalif kitleyi geçici süreliğine bertaraf etmiş oldu.

Toprak kayıpları

Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın elden çıkması, Teselya’nın Yunanistan tarafından işgali (1878)

Sırbistan 1815 yılında özerklik kazanmış, bu özerklik, Ruslarla imzalanan Akkerman Antlaşması (1826) ve Edirne Antlaşması ile teyit edilmiş, 1835 yılında Sırbistan’ın ilk anayasası kabul edilmiş, 1867 yılında ise Batılı ülkelerin baskısıyla Türk birliklerinin Sırbistan’daki bütün kalelerden çekilmesi üzerine Sırbistan, görünüşte özerk, ancak fiilen bağımsız bir yapıya kavuşmuştu. Karadağ ise İşkodra’ya bağlı bir sancak olmakla birlikte Osmanlı hâkimiyeti için askerî harekât yapılmasına lüzum görülmeyen çorak bölgede vladika adlı yöneticiler kısmî bir özerklik yaşamakta olup 1852 yılında Rusların da desteğiyle Karadağ Prensliği adıyla bu özerkliğini resmiyete kavuşturmayı başarmışlardı. 1858 ve 1862 yıllarındaki Osmanlı-Karadağ savaşlarının sonucunda imzalanan belgelerde Karadağ’ın sınırları da belirlenmişti. Sırbistan ile savaş, başlangıçta Osmanlı ordularının başarısıyla sonuçlandı. Sırpların Niş, Pirot ve Sofya hedeflerine yönelik başlattıkları taarruzları durduran Türk birlikleri karşı taarruza geçti ve 1 Eylül 1876 tarihinde Aleksinaç Muharebesi’nde Sırpları kesin bir yenilgiye uğrattı. Ekim ayında Sırpların savunmasının tamamen çökmesi ve Osmanlı ordusuna Belgrad yolunun açılması üzerine Rusya, 48 saat içinde silahlı çatışmaların durdurulması hususunda Osmanlı Devleti’ne ültimatom verdi. Rus baskısına boyun eğmek zorunda kalan Osmanlı Devleti ateşkes yaptı. 15 Ocak 1877 tarihi itibarıyla Sırbistan ile savaşın ilk merhalesi kesin olarak sona erdi. Karadağ ile 18 Haziran 1876 tarihinde başlamış olan savaşta ise Osmanlı ordusu başarısız oldu. 18 Temmuz’da Niksiç Muharebesi’nde yenilgiye uğrayan Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kaldı.

Balkanlarda ortaya çıkan buhranı çözüme kavuşturmak gayesiyle ve Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki eyaletlerinin idari şartlarını düzenlemek üzere Avrupa ülkelerinin baskısı ile İstanbul’daki Haliç tersanelerinde toplanan Tersane Konferansındaki başarısızlık, sonrasında Ruslarla harbin çıkması üzerine hem Sırbistan, hem de Karadağ ile muharebeler de yeniden başladı. Osmanlıların neredeyse bütün birliklerini Ruslarla savaşa teksif ettikleri bir dönemde Sırbistan ve Karadağ’daki az sayıdaki birlikle savunmada kaldılar ve mağlup oldular. Sırplar 1878 yılında Niş, Pirot ve Vranje’yi ele geçirirken Karadağlılar da Nikşiç, Podgorica, Bar ve Ülgün’ü işgal ederek Adriyatik Denizi’ne çıktılar.

Bu arada 93 Harbi öncesi ve başında Osmanlı himayesindeki Romanya Prensliği, Osmanlının, Rumen Kralı 1.Carol’un baştaki Osmanlı yanlısı tutumunu değerlendirememesi ve Kırım Harbinin aksine Romanya’da savunma yapmak yerine Tuna boyunda savunma yapma stratejisi ardı ardına stratejik hataları karşısında Rus işgaline uğramamak ve bağımsız olmak için Osmanlı aleyhine dönmüştü. Ruslarla 1877’de Bükreş’te anlaşıp ülke bütünlüklerine saygı gösterme, işgale uğramama şartlı olarak Rus kuvvetlerinin geçmesine izin verdi, fiilen Osmanlı’ya karşı bağımsızlığını ilan etti ve sonrasında Ruslar yanında savaşa girip Rusların ilerlemesine kendi askerleri ile katıldı. Öyle ki Plevne Muharebelerine Rumen Kralı’da Rus İmparatoru ile birlikte ordusuyla iştirak etmiştir. Neticede savaş sonrası Ayastefanos ve Berlin Antlaşması ile hukuken de bağımsızlığı tanınarak Osmanlı’dan ayrılıp Romanya Krallığı olarak bağımsız bir devlet haline gelmiştir.

Bunlar sürerken Yunan ordusu, beklenmedik şekilde savaş ilan etmeden Osmanlı’nın elindeki Teselya’yı işgal etti. Bölgedeki Osmanlı birlikleri Rus-Sırp-Romanya-Karadağ kuvvetleri ile savaşta olduğundan sayıca yetersizlikten bu işgale karşı koyamadı. Osmanlı Devleti 1878 yılında imzalanan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması ile Karadağ ve Sırbistan’ın bağımsızlıklarını tanıdığı gibi kaybettiği toprakların bu iki ülkeye ait olduğunu da kabul etti. Teselya’da Yunanistan’a verilmek zorunda kalındı.

Savaş neticesinde imzalanan Berlin Antlaşması’na göre Karadağ bağımsız olmuştur. 1879’dan itibaren Karadağ’la diplomatik ilişkilerin de başladığı bu dönemde ilişkilerde mühim bir mesafe kat edilmiştir. Balkan Savaşları’na kadar küçük sınır çatışmaları haricinde Osmanlı-Karadağ ilişkilerinde savaşsız bir dönem geçirilmiştir.

Arnavut Milliyetçi Hareketi ve Prizren Birliği (1878-1881)

93 Harbi sonrasında yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu Sırbistan’a ve Karadağ’a toprak bırakmak zorunda kalmıştır. Ayastefanos Antlaşması ile Makedonya’yı da içine alan bir Bulgaristan Krallığı kurulması kararlaştırılmıştı. Diğer taraftan Sırbistan’da ele geçirdiği bölgelerdeki Arnavutları sürmeye başladı. Özellikle %70’i müslüman ve Osmanlı’nın pek çok savaşında yer almış son derece sadık vatandaşlarının haklarını koruyamaması, daha başka çeşitli bölgelerinde Sırbistan, Karadağ’a terk edileceği söylentileri Arnavut ve müslüman ahalide büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Bölgedeki halkın çeşitli kesiminden kişiler Osmanlı’ya hizmet vermiş veya müslüman halkça saygı gören 47 Arnavut beyinin başkanlığında Berlin Antlaşmasının hemen öncesinde 10 Haziran 1878’de toplandı. Prizren Ligi veya Prizren Birliği (İttifakı) adı verilen bir örgüt kurulması kararı aldılar. Örgüt Prizren Ulusal Savunma Komitesi Kararnamesi adlı bir beyanname yayımlayarak 18 Haziran 1878’de bölgenin Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılmaması, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunması bu amaçla Osmanlı’ya destek verilmesi yolunda Prizren Ulusal Savunma Komitesi Kararnamesini yayınladı. İlaveten Arnavutların yaşadığı vilayetlerin birleştirilmesinin istenmesi de kararlaştırıldı. Bunun ardından bölgedeki Arnavutlar silahlanmaya milis güç örgütlenmesine başladı. Her ne kadar ilgili örgüt bağımsız bir Arnavutluk kurulması amacıyla kurulmamışsa da çıkarılan metinde bu yönde Osmanlı’dan bölgenin alınması durumunda bir talep olacağı ima edilse de; Fraşirili Abdül Bey gibi bağımsızlık düşüncesinde olanlarda vardı ve bu hareketi destekleyen ve katılanlar arasındaydı. Temmuz’da Berlin Kongresi’nde kendisi ve 60 kadar kişi birlik adına bir mektup yolladılar ve Arnavut olarak kendilerinin tanınmasını istediler.

Talepleri özellikle Bismark’ın Arnavut diye bir ulus yoktur burada olsa olsa coğrafi bir birlik olur sözleri ile dikkate dahi alınmadı. Bunun yanında Berlin Antlaşması ile Arnavut ve Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu Bar, Podgorica ama en önemlisi Gusinye ve Plav çevresinin Karadağ’a bırakılmasına karar verildi. Bunun üzerine birlik bu anlaşma şartlarını kabul etmeyip silahlı mücadeleye girişmeye karar verdi. Öte yandan bu bölgenin devri Osmanlı’nın da istediği bir durum değildi. Fakat Rus birliklerinin, bu bölgelerin Karadağ’a katılması kesinleşmedikçe Doğu Rumeli’yi tahliye etmeyeceklerini öngören Rus ültimatomu karşısında Osmanlı’nın da başkaca bir çaresi kalmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu Berlin Antlaşması şartlarını kabul ettirmek için Müşir Mehmet Ali Paşa ve birliğin bildirisine imza atan ancak sonrasında birlikten ayrılan Abdullah Paşa Dreni’yi ikna için bölgeye gönderdi.

93 harbindeki başarısızlıkları ve 1871’de bir Arnavut isyanını gidermedeki sert tutum ve davranışlarıyla zaten bölgede sevilmeyen Mehmet Ali Paşa tepki ile karşılandı.Yakova saldırısı diye bilinen olayda Abdullah Paşa Dreni ile birlikte bölge halkının Arnavut milislerin askerlere saldırısı ve çıkan çatışma sonucu öldürüldü. Bu birliğin ilk saldırısı oldu. Osmanlı’nın Karadağ’a olan feragatini tamamlayamaması, 1878 kongresinden sonra bile ülkenin yüksek istikrarsızlığını uluslararası düzeyde vurgulamıştır. Selanik’ten Üsküp ve Ferizovik’e büyük askeri birlikler, birliğin üzerine gönderilsede Osmanlılar Prizren birliğinin üzerine genel isyan riski ve bölgedeki hoşnutsuzluğu arttıracağını düşünerek yürümedi, bu saldırıyı mantıksız başkaca işlere bağlayıp gizlemeyi tercih ettiler. Ancak bu saldırı ve başarısı Fraşirili Abdül Bey gibi bağımsızlık yanlılarında istemlerinin güçlenmesine neden oldu.27 Eylül’de, Arnavutların yaşadığı tüm bölgelerin azami özerkliğe sahip tek bir vilayette birleştirilmesini, Arnavutça’nın bölgede resmi dil olarak kullanımı da içeren meclis kararları,talepleri İstanbul’da kardeşi Şemseddin Sâmi’nin sahibi olduğu Tercüman-ı Şark gazetesinde yayınlandı. Birlik sonrasında Gusinye ve Plav üzerine yönelen Karadağ birliklerine saldırdı. 9 Ekim-22 Kasım 1879’da birliğin Veloka Saldırısı başarısız oldu. Bununla birlikte bölgedeki Osmanlı yöneticilerinden gizli yardım alan birliğe üye ama bağımsızlık yanlısı olmaktan çok Osmanlı taraftarı muhafazakar kanattan olan Gusinyeli Ali Paşa komutasındaki Arnavut ve Osmanlı Milisleri 4 Aralık 1879’da Novšiće Muharebesi’nde Karadağ ordusunu yenilgiye uğrattı. II. Abdülhamid ve Osmanlı kurmayları Ahmet Muhtar Paşa’yı Manastır üstü birliğin üzerine gönderse de Ahmet Muhtar Paşa barışçıl yollarla bu yerlerin devredilmesi gerektiğini belirten bir beyanname yayınlamakla yetindi. Bu arada birlik Karadağ birlikleri ile 8 Ocak 1880’de Murino Muharebesi’ne girişti. Her iki tarafta zafer ilan etse de muharebe sonuçsuz kaldı. Bu kanlı mücadeleler ve direniş karşısında 1880’de Osmanlı İmparatorluğu ve büyük güçler Berlin Antlaşmasında revizyon için pazarlığa oturdu. İtalyan temsicilsi Plav ve Gusinye’nin Osmanlı’da kalması karşılığında sahildeki Katolik Arnavut kabilelerine ait Hot ile Kelmendi’nin bir kısmının Karadağ’a verilmesini talep etti. Ancak bunun haberini alan bölgedeki Katolik Arnavutlar, İşkodra’daki Fransız konsolosluğuna Osmanlı Sultanına bağlı olup asla bu durumu kabul etmeyecekleri ve silahlı direnişle karşı koyacaklarını belirtir bir mektup yazdılar. Bunun üzerine Haziran 1880’de Berlin’de tekrar toplanan büyükelçiler, bu defa Ertem’e göre Osmanlıların teklifi ile müslüman Arnavutların yaşadığı Ülgün kasabasının Karadağ’a verilmesini kararlaştırdılar ki bu sırada İngiltere’deki seçimleri Gladstone kazanmıştı. Birlik bunu da kabul etmedi,Ülgün’de direniş örgütledi. Osmanlılar da, Ülgün’ü Arnavutlardan teslim almayıp işi geciktirme sakınma peşindeydi. Ancak Gladstone Osmanlı Devleti’ne derhal Ülgün’ü Karadağ’a teslim etmesi aksi takdirde İngiltere önderliğindeki uluslararası donanmanın İzmir’i işgal edeceğini bildirmiştir. Birde gemilerini Ülgün ve Osmanlı İmparatorluğu üzerine göndermiştir. Osmanlı İmparatorluğu bunun üzerine Ülgün ve birliğin üzerine asker göndermek mecburiyetinde kalmıştır. Müşir Derviş İbrahim Paşa komutasında Osmanlı birliklerince girişilen 1881’e kadar devam eden çatışmalar ve 22 Kasım 1880 Ülgün Muharebesi, 16-20 Nisan 1881’deki Slivova Muharebesi neticesinde birlik dağıtılmış liderleri tutuklanmıştır. Neticede Ülgün Karadağ’a verildi, Plav ve Gusinye ise Osmanlı’da kaldı. 1913 yılında 1.Balkan Savaşı’nda Karadağ tarafından işgal edilip elden çıkana kadarda kalmaya devam etti. Öte yandan Karadağ’daki gazeteler ittifakın hızla Osmanlıca Gladstone’un tehdit baskısı ile girişilen operasyonlar neticesi dağıtılması ve bu olaylar akabinde Osmanlıları ve Arnavutları (Prizren İttifakını) Berlin Antlaşması ile kendilerine verilen toprakları vermemek ve büyük güçleri kandırmak için danışıklı oyun tertip etmekle itham etti. Bununla birlikte ittifakın muhafazakar kanadını temsil eden Arnavut Gusinyeli Ali Paşa sonrasında II. Abdülhamid tarafından affedilip serbest bırakılıp bulunduğu yerde Gusinye muhafızı, İpek Mutasarrıfı yapılmıştır. İttifakın bağımsızlık yanlısı kanadını temsil eden Arnavut bağımsızlığını savunan Fraşirili Abdül Bey ise mahkemede yargılanıp ölüm cezası alsa da II. Abdülhamid cezayı hapse çevirdi, 1886’da sağlık nedenleri ile de affetti. Sonrasında kendisi İstanbul Şehremaneti üyeliğine getirilmiştir. II. Abdülhamid pek çok Arnavut’u üst düzey görevlere getirmiş ve askeriyeye almıştır. İlk Arnavut ulusal hareketi bu şekilde sona erdirilmiştir ancak bu olaylar bir kısım Arnavutların zaman içinde zayıflayan Osmanlıya karşı cephe alması ve bağımsızlık taleplerinin de önünü açmıştır. II. Abdülhamid’in tahtan ayrılması ardından 1909’da bölgede tekrar Arnavut isyanları patlak verecektir.

Kıbrıs’ın İngiltere’ye kiralanması (1878)

Mayıs 1878’de Osmanlı Devleti’ne resmen başvurmuş olan Birleşik Krallık, Kıbrıs’ın kendilerine verilmesi için bir anlaşma yapılmasını istedi. Ayastefanos Antlaşması yerine Rusya’yı daha Osmanlı lehine anlaşmaya ikna edebileceklerini de belirttiler. Osmanlı Dışişleri Bakanı Saffet Paşa, Birleşik Krallık’ın isteklerini yumuşatmak istediyse de İngiliz elçi gerekirse Kıbrıs’ı zorla işgâl edebileceklerini söyleyerek Osmanlı’yı tehdit etti. Bu tehdidin ardından anlaşmanın en geç 3 Haziran 1878 akşamına kadar yapılması için Osmanlı’ya yönelik baskı arttırıldı. Baskılar neticesinde Osmanlı, anlaşmayı kabul etti. Osmanlı Devleti ile Birleşik Krallık arasında Kıbrıs’ın yönetiminde değişiklik yapılmasını öngören anlaşma 4 Haziran 1878’de imzalandı. 7 Temmuz 1878’de de İngilizlerin Kıbrıs’a asker çıkarmalarına izin veren emir çıkarıldı. Böylece 12 Temmuz 1878’de Kıbrıs’a asker çıkaran İngilizler, Kıbrıs’taki Osmanlı bayrağını indirip yerine kendi bayraklarını çektiler. Böylelikle her ne kadar “geçici” olacağı söylense de Kıbrıs tamamen İngilizlere bırakılmış oldu.

Bununla birlikte Ingiltere Osmanlı İmparatorluğu’na karşı sözünü tutarak daha Osmanlı lehine olan ve Balkanlarda Makedonya’yı büyük ölçüde Osmanlı’ya bırakan bağımsız ve büyük bir Bulgaristan Krallıği yerine şeklen Osmanlıya bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurduran Bulgaristan’ı ikiye bölen Erzurum, Doğubayazıd’ın Osmanlıya geri iadesini sağlayan Berlin Antlaşması’nı Ruslara kabul ettirtmiştir. Kıbrıs’ın İngilizlere teslim edilişinden iki yıl sonra, 1880 tarihinde, Altın Post Şövalyeleri Tarikatı tarafından, II. Abdülhamid’e şövalyelik nişanı verilmiştir.

II. Abdülhamid’in iktidarının ardından Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin İngilizlere karşı savaşa girmesi neticesi 1914’te Kıbrıs, Büyük Britanya Krallığı tarafından ilhak edilecektir.

Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i işgali (1878)

93 Harbi’nden (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonra Temmuz ve Haziran 1878’de Büyük Güçler tarafından düzenlenen Berlin Kongresi sonucunda ortaya çıkan antlaşmada, Sırbistan ve Rusya’nın bölgede genişlemesini Bosna Hersek’i kendisine kadar bölgesindeki slavları kışkırtacağını düşünen bunu kendine tehdit olarak gören Avusturya Bosna-Hersek’te kendi askerlerinin olması için Osmanlı’ya ve İngiltere’ye talepte bulundu. Neticede Bosna-Hersek hukuki olarak Osmanlı’nın bir parçası olarak kalmaya devam etti ancak fiilen elden çıkmış oldu ayrıca Yeni Pazar Sancağı’nı tutma hakkını elde eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na devredildi. 1908’de 2.Meşrutiyet sonrası Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi akabinde Bosna Krizi sonrasında Avusturya Macaristan Imparatorluğu zaten askerini bulundurduğu Bosna Hersek’i rakibi gördüğü Sırbistan’ın işgal etme tehlikesinin ortada olduğundan bahisle artık fiilen değil, resmi olarak da topraklarına katıp ilhak etmiştir. Böylece Osmanlı İmparatorluğu Bosna-Hersek’i tümden kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı akabinde ise buraları Sırbistan’ın eline geçecektir.

İran’a Kotur ve çevresinin terki (1878-1879)

Berlin Antlaşmasında İngilizlerin araya girmesi ile Eleşkirt Ovası ve Doğubayazıt’ı geri vermeyi Ruslar kabul etmişti. Ancak Berlin Antlaşması’na İran’dan bir temsilci katılmıştı. Ruslar için stratejik öneme sahip kendi toprakları içinde sorun teşkil edebilecek Kotur şehrinde Osmanlı varlığını kabul etmek istemiyordu. Burası İran ile Osmanlı arasında da sınır anlaşmazlığında sorunlardan biriydi. Ruslar, Berlin anlaşmasına gözlemci gönderen İran’dan yana tavır alarak ellerindeki Doğubayazıt’ı ancak İran’a bu şehir ve çevresindeki köylerin Osmanlıca verilmesi karşılığında teslim edeceğini bildirdiler. Osmanlı Rus şartını bunun gereği olarak Kotur ve 18 köyü İran’a bırakmayı kabul edip, 1879’da burayı boşalttı. İran, Kotur ve çevresindeki 18 köyü böylece almış oldu; Ruslar’da işgal ettikleri Doğubayazıt’ı Berlin Antlaşması gereği Osmanlı’ya geri verdiler. Böylece kötü durumdaki Osmanlı İmparatorluğu, İran’a karşı da toprak kaybetmiş oldu.

Fransa’nın Tunus’u işgali (1881)

Fransa, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu buhrandan faydalanıp bazı sınır olaylarını da gerekçe göstererek Tunus konusunda harekete geçti. Fransız birlikleri 1881 yılının başlarında Tunus’a girdi. 12 Mayıs 1881 tarihinde Tunus Beyi ile Bardo Antlaşması’nı imzalayan Fransa, Tunus’u kendi himayesine aldığını duyurdu. II. Abdülhamid’in tutuklatmak istediği Midhat Paşa ise Bardo Antlaşması’nın imzalanmasından beş gün sonra İzmir’deki Fransız Konsolosluğu’na sığındı. II. Abdülhamid de Midhat Paşa’nın teslim edilmesini istedi. II. Abdülhamid’in bu isteğine karşı gelmek Fransa’nın Tunus’a el koyma politikasını sekteye uğratabileceği ve geciktirebileceği için Fransa, Midhat Paşa’yı teslim etmeye karar verdi. Böylece Midhat Paşa Osmanlı Hükûmeti’ne teslim oldu. Fransa’nın Midhat Paşa’yı çabuk teslim etmesi, Tunus sorununda II. Abdülhamid’in yumuşamasını sağladı. II. Abdülhamid’in politikasındaki bu değişiklik, Tunus sorununun Fransa’nın çıkarına göre gelişmesini hızlandırmış ve Tunus’un Osmanlı’nın elinden çıkmasını kolaylaştırmıştı. 8 Haziran 1883’te Mersâ Antlaşması imzalanınca Tunus, Fransa’nın resmen idaresine girdi. Böylelikle Osmanlı Devleti de Tunus gibi çoğunlukla Müslümanların yaşadığı bir toprak parçasını daha kaybetmiş oldu.

İngiltere’nin Mısır’ı işgali (1882)

Mısır’da bazı çevreler, yabancı müdahalesine karşı oldukça tepkiliydi. Özellikle Süveyş kanalının yapiminda alınan borçlar ve Hidivlik boŕçları bahanesi ile yabancılar iyice iç işlerine müdahil haldeydi. Gelişen bazı olaylar üzerine İsmail Paşa Mısırlılardan oluşan bir hükûmet kurdu, ancak İngiltere ve Fransa’nın baskısı üzerine II. Abdülhamid tarafından görevden alındı. Bu arada Mısır Hidivliği’ne karşı egemen olduğu Sudan’da Mehdi Savaşı denen isyan patlak vermiş ve Hidivlik Sudan’da kontrolü kaybetmişti. Mısırlılar, Urâbî Paşa etrafında toplanarak Osmanlı ve İsmail Paşa yanlısı şekilde yabancı müdahaleye isyan edince İngiltere de İskenderiye’yi topa tuttu. 13 Eylül 1882’de Urâbî Paşa yandaşları ile İngiliz ordusu Tellülkebîr’de karşı karşıya geldi. Çarpışma neticesinde İngiltere Mısır’ı ve ardından Mehdi Savaşına (Ayaklanmasına) dahil olup kazanıp otoriteyi tekrar kendi lehine tesis edeceği Sudan’ı fiilen işgal etmiş oldu. Osmanlı Devleti böylece önemli bir toprak parçasını daha kaybetti.

Sudan ve Habeş vilayetlerinin kaybı (1880-1885)

Osmanlı Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde Habeş vilayetlerine kadar nüfusu genişletmiştir. Sudan bir ara elden çıksa da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve sonrasındaki yarı bağımsız Mısır Hidivleri Sudan’da otorite kurmayı başarmışlar ve Doğu Afrika topraklarını genişletmişlerdi.Buna karşın 1870’lerde Assab Koyu ve çevresindeki arazilerdeki beyler Osmanlı’dan İngiliz ve yabancılara kaymaya başlamıştı. Bu arada Fransızlarda ve diğer yabancılarda kah para ile toprak alarak kah imtiyaz alarak bölgeye yerleşmeye başlamıştı. Fransızlar para ile satın aldıkları topraklarda Cibuti şehrini kurdular. Osmanlı Sultanı Abdülaziz Han Afrika’da Osmanlı otoritesini güçlendirmek için 1870’lerde Mısır’ın Doğu Afrika’daki ilerlemesini destekler şekilde davrandı ve Osmanlı’nın elinde olan Musavva ve Sevakin limanlarını korumasını Mısır Hidivi’ne bıraktı. Bunun yanında Fermanla Osmanlı yönetimi altındaki Zeyla’da bırakılmıştı. Mısır ordusu Osmanlı’nında desteğiyle Somali’ye Zanzibar Krallığı’na kadar ilerledi. Zanzibar Kralı’nın İngiltere’de yardım istemesi üzerine Mısır ile İngiltere arasında gerginlikler olsa da Mısır Hidivi geçici olarak aldığı bazı yerlerden çekilse de, o sırada Fransa ile rekabet içindeki İngiltere Hindistan yolunun güvencesi için zayıf durumdaki Osmanlı Devleti ve Mısır Hidivi’nin orada durmasının daha karlı olacağını düşündü.1875’te İngiltere Osmanlı’nın ve ona bağlı Mısır Hidiv’inin Cape Guardafui’ye kadar olan Afrika’nın doğu sahillerine Mısır’ın yerleşmesine itiraz edilmeyeceğini bildirdi. Mısır Hidivi’de buraya yerleşti. Osmanlı Devleti, Galla taraflarından Zeyla ve Berbera’ya saldırılar olmaya başlayınca Mısır Hidivi İsmail Paşa’dan yardım istedi. Komutan Mehmed Rauf Paşa komutasındaki Mısır ordusu önce Zeyla ve Berbera’yı ele geçirdi. Ardından Somali kıyılarını takip ederek Ras Hafun’a kadar geldi ve buraya Osmanlı bayrağını dikti.

Kısacası II. Abdülhamid’in saltanatına kadar bölgede Fransızlara karşı Hindistan yolunun güvence altına alınması hedefli İngilizlerin kendi kontrolünde bir Mısır-Osmanlı yayılması Fransızlara karşı tampon olarak da kullanılması söz konusuydu. Bununla birlikte İngiliz Başbakan William Ewart Gladstone, iktidara gelince bu politikadan vazgeçip İngiltere’nin Osmanlı ve Mısır aleyhine politika izlemesine sebep oldu. İngiltere kendisi yayılarak Osmanlı ve ona bağlı Mısır Hidivliği topraklarının ilhakı ve Fransa ile arasında ise İtalyan bölgesinin olacağı bir politika peşine düştü. Yine Sudan ve Kuzey Somali’de Mısır-Osmanlı ordusunun yüksek vergi alması ve keyfi tutumları yerel halkta huzursuzluklara neden olmuştu. Gerilla savaşı tarzı baskın ve çarpışmalar baş gösterdi. İtalyanlar da İngilizlerin desteği ile 7 Temmuz 1880’de Zeyla’nın kuzeyindeki Assab’ı Osmanlı’dan ele geçirdiler. 1881’de Sudan’da Mehdi Savaşı denen kendini Mehdi ilan eden Muhammed Ahmed Mısır ve Osmanlı’ya karşı isyan etti. Mısır kuvvetlerini birbiri ardına mağlup etti ve 1881-1882 arasında Mısır, Sudan üzerindeki kontrolünü kaybetti. Neticede karadan ikmalin zayıfladığı Eritre, Somali kıyı bölgesinde zaten 18.yy sonundan itibaren zayıflayan Osmanlı varlığı iyice tehlikeye düştü.1882’de Mısır, İngilizlerce işgal edilip Hidivliğin himayesi İngilizlerin eline geçince bölgedeki Mısır birlikleri de tümden çekildi.24 Eylül 1884’te Mısır birlikleri Berbera’yı tamamen boşalttı ve onların yerini İngiliz birlikleri aldı. Osmanlı Devleti İngilizlerin yerleşmesini engellemek için bir süre çabaladı. Babıâli, Lord Granville’in 3 Ekim 1884 tarihli takriri üzerine Berbera Limanı’nın Osmanlı Devleti’ne ait olduğunu bildiren bir yazıyı Hariciye Nezareti aracılığı ile İngiltere’ye bildirmek durumunda kaldı. Ancak yaşanan zorluklardan ve kendi üzerinde Osmanlı hakimiyetine son veren İngilizlerin baskısı ile Mısır, Harar, Berbera ve Zeyla’yı 13 Mayıs 1885 tarihinde tamamen boşalttı. Bu arada Fransızlarda Cibuti’ye asker sokup Cibuti yanında Obuk İskelesini ele geçirdi. Diğer Osmanlı bölgeleri Fransızlar ile aralarında tampon bölge kurmak isteyen İngilizlerce İtalyanlara verildi. Yine 25 Aralık 1884 tarihinde İtalyanlar İngiltere’ye bölgede başka yerler ele geçirmek konusunda görüşlerini ilettiler. Osmanlı burada İtalyanların adım adım ilerlemesine sessiz kaldı. 1885’de Massava elden çıktı. İtalyan ilerlemesi bölgedeki bağımsız Ortodoks Hristiyan Etiyopya Krallığı’nın direnişi ve zaferleri ile ancak durdurulabildi. Ancak Eritre üzerindeki Osmanlı Mısır ortak hakimiyeti de sona ermiş burası İtalyanların eline geçmiş, Doğu Afrika’da Kızıldeniz’e komşu tüm Osmanlı toprakları elden çıkmış oldu. Kaybedilen bu yerlerin bir kısmının Süveyş Kanalı’nın açılması sonrası önem kazanan gemilerin uğrak yeri, İngiltere’nin Dünya’nın Hindistan ve ticaret yolu üzerindeki limanlar olduğu düşünülürse Osmanlı maliyesinin imparatorlukta yaşanan mali krizi iyice derinleştirecek şekilde en önemli gelir kaynaklarından birinden mahrum kaldığı açıktır.

Doğu Rumeli’nin Bulgaristan Prensliği ile birleşmesi (1885-1886)

Bu arada Bulgaristan Berlin anlaşmasi ile özerk Bulgaristan Prensliği ve Osmanlı’ya bağlı başkenti Filibe olan Şarķ-ı Rumeli (Doğu Rumeli) vilayeti olarak 2 ye bölünmüştü. Şarkı Rumeli,otonom olması kaydıyla Berlin Antlaşması ile doğrudan Osmanlı’ya geri verilmişti.Yinede Osmanlı kendisine bağlı ama Bulgar kökenli kişileri buraya vali olarak atamaktaydı. Fakat bölgedeki Bulgar halk 18 Eylül 1885 tarihinde özerk Bulgaristan Prensliği ile birleşmek için bir isyan başlattı. Osmanlı’nın isyanı bastırmadaki müdahalesi yetersiz kaldı. Bu konuda büyük devletlerin baskısı ile Almanya’dan Radowitz, Avusturya’dan Calice, Fransa’dan Noailles, İngiltere’den White, İtalya’dan Corti, Rusya’den Nelidof, Osmanlı Devleti de Hariciye Nazırı Sait ve Adliye Nazırı Server Paşalar ile 8 Kasım 1885’de Tophane Elçiler Konferansı denen konferans toplandı. İngilizler ve ilgili devletler II. Abdülhamid ve Babıali’ye Doğu Rumeli’nin özerk Bulgaristan Prensliği’ne (Krallığına) bağlanması yönünde baskı yapmıştır. Rusların ve İngilizlerin müdahale edeceği korkusuyla padişah Doğu Rumeli Vilayeti’ne 5 Nisan 1886’da Tophane Konferansı ile özerk Bulgaristan Kralı’nı Osmanlı valisi olarak atamıştır. Kısaca bu oldu bittiyi kabul etmiştir. Sadece Kırcaali ve çevresi Doğu Rumeli Vilayetinden çıkarılıp Gümülcine Sancağına bağlı bir Osmanlı şehri olarak kalmaya devam etmiş güneyde stratejik Balkan dağ geçitleri Osmanlı elinde kalmıştır. Bu arada Doğu Rumeli vilayeti ile ilgili durumu kabul edemeyen buranın kendilerine ait olduğunu iddia eden Sırplar ise Bulgarlara savaş açmıştır. Osmanlı kendine bağlı gözüksede, özerk Bulgaristan Krallığı yanında savaşa dahil olmamıştır. Doğu Rumeli’yi geri almak için bir hareket de yapmamıştır. Ancak buna rağmen özerk Bulgaristan Krallığı, Sırbistan Krallığı ile olan savaşı kazanmıştır. Şarkı Rumeli’de böylece tümden özerk Bulgaristan Krallığı elinde kalmış ve 1908’de Bulgaristan Krallığı’nın bağımsızlığını ilanı ile burası da elden çıkmıştır. Kırcaali ve çevresi ise II.Abdülhamit sonrası Sultan Reşat döneminde 1.Balkan Harbi sırasında elden çıkmıştır.

Düyun-u Umumiye (1881) ve Reji İdaresinin kurulması (1883)

Dış borçların içinden çıkılmaz bir hâle gelmesi, 1881 yılında Düyun-u Umumiye’nin kurulmasına yol açtı. Düyun-u Umumiye, Osmanlı’nın en büyük iki alacaklısı olan Fransa ve İngiltere tarafından kontrol ediliyordu. Osmanlı Devleti’nin neredeyse bütün maliyesini yönetecek duruma gelen Düyun-u Umumiye’nin idaresinde İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan temsilcileri yer alıyordu. Bazı vergilerin toplanma yetkisi Düyun-u Umumiye’ye bırakıldı. Böylelikle Osmanlı Devleti iktisadî bağımsızlığını kaybetti. Düyun-u Umumiye idaresinin kurulmasıyla beraber başlangıçta Osmanlı Devleti’nin borçlarının önemli bir bölümü silindiyse de 1881’den 1908 yılına kadar 12 borç sözleşmesi imzalandığı için dış borçlanma sürdü.

Öte yandan 1883 yılında Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi (kısaca Reji İdaresi) adı altında yabancı sermayeli bir şirket kuruldu. Osmanlı Devleti, 30 yıl süreyle en önemli gelir kaynakları olan tütün, tuz ve kahveden toplanan vergileri, alacaklı ülkelerin kurduğu Reji İdaresine bıraktı. Şirketin sermaye sahiplerinin çoğu Rotschild ailesinin sahibi olduğu bankalardı. Reji İdaresinin kurulması, Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasıyla büyük ölçüde elden çıkmış olan mali bağımsızlığın yitirilişinin tescili oldu.

Ammiyya İsyanı (1889-1890)

Suriye’de Havran’da ve Lübnan’da Dürziler ve Al Atraş Aşireti bulunmaktaydı. Bölgede büyük toprak sahipleri hakim konumdaydı ve özellikle 1860larda çıkarılan Arazi Kanunu neticesinde köylünün arazisine el koyma, köylüleri sürme arazilerinden istediği gibi pay alma şeklinde çeşitli hakları vardı. Ortak arazilerini büyük arazi sahipleri ile paylaşmak istemeyen fakir konumdaki çiftçiler ve kiralık arazi işletenleri Dürzi El Atraş Aşiretinin liderliğinde bölgede ayaklanma çıkardılar. Osmanlı İmparatorluğu isyancıların taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre Kiracı çiftçiler ve tarım işçileri, yerel şeyhlerin suistimallerini engellemiş ve onları ortak arazinin sadece 8’de birinden pay isteyebilecekleri yönünde sınırlanması, ayrıca, ortak arazinin geri kalanını şeyhin kontrolü dışındaki bireysel parsellere bölünmesi (toprak reformu) ve çiftçileri büyük arazi sahiplerinin küçük fakir çiftçileri sürgün etmesinin engellenmesi talepleri Osmanlıca kabul edildi. Bunun yanında bölgedeki fakir halkın özellikle Buğday ve tahıl pazarlamasını ürün satışını kolaylaştırma ve bölgenin kalkınmasını sağlama bunun yanında bölgenin kontrolünü denetimini kolaylaştırma bağlamında II. Abdülhamid ve Osmanlı idarecileri Hayfa, Beyrut, Şam arasına demiryolu inşa etmeye karar verdi. Bu amaçla Belçika ve Fransız şirketleri ile anlaşılıp demiryolu inşaası için Şam–Hama ve Temdidi Osmanlı Demiryolu Şirketi kuruldu ve bu şirkete imtiyaz tanındı. Ancak aynı bölge II. Abdülhamid’in hemen sonrasında bu defa kurulan demiryolu hatlarından vergilendirme ve zorunlu askerlik kaynaklı bağımsızlık talepli Havran Dürzi İsyanı’na (1909) konu olacaktır.

II. Abdülhamid

Yemen isyanları 1886, 1895-1897, 1904-1906

Yemen Kanuni döneminde fethedilmiş olsa da Yemen’de Şii Caferi mezhebine bağlı Zeydilik görüşünü benimseyen Yemen Zeydilerine ait Sanaa’nın kuzeyindeki dağlık bölge ve çevresi fethedilememiş sadece aşağı sünni nüfusun olduğu sahil kesimleri alınabilmişti. Bununla birlikte bu bölgenin kontrolünü hedefleyen 1630 Osmanlı harekatı da başarıya ulaşmadı. Sonrasında Osmanlı’nın vassalı konumundaki Aden’i elinde tutan Lahic (Lahej) Sultanlığı 1740’da Osmanlı’dan ayrıldı. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu Zeydi bölgeleri ele geçirme ve egemenliğini genişletme arzusuna devam etti. 1830’da küçük parçalara bölünen Zeydi Sultanlıklarını Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ile işbirliği yaparak elde etmeye çalışsa da Mehmet Ali Paşa’nın girişimlerine İngiltere ve Fransa’nın karşı çıkması neticesi Paşa kuvvetlerini geri çekti. Bu arada İngilizler 1839’da Lahic Sultanlığı’na bağlı Aden’e saldırıp şehri ele geçirdiler. Burayı Hindistan yolundaki Arap yarım adasındaki bir üs olarak kullanmaya başladılar. 1849’da Osmanlılar bir İmam’ın dağlı Yemen’in Osmanlı vasalı olma arzusunu bildirmesi üzerine tekrar Sanaa yönüne ilerlemeye başlasalarda Zeydi direnişi neticesi tekrar geri çekildiler. 1872’de ise nihayet yerel soyluların beceriksiz yeteneksiz Zeydi İmamlar karşısında daveti üzerine Osmanlılar, Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki ordu ile tekrar Yemen’in dağlık kısmı üzerine giderek Sanaa ve çevresini ele geçirip Aden ve Yemen’in en güneydeki sahil kesimi dışındaki yerlerde Yemen Vilayeti’ni kurdular. Bununla birlikte Aden’deki İngilizlerin pek boş olduğu söylenemez. İngilizlerin bu bölgeye ilgisi Osmanlılarca engellenmeye ve bu yönde İngilizlerle müzakerelere girişilmeye çalışılmışsada İngilizlerle anlaşma sağlanamamıştır. Yemen artık 1872 sonrası Merkezden atanan idarecilerle yönetilmeye başlandı ve bayındırlık hizmetleri de yapıldı.

Ancak merkezde atanan kişilerin karıştığı yolsuzluk olayları ve Osmanlı’nın zeydi imamları yani Zeydilerin liderlerini tanımamaları Sanaa ve çevresinde yerel halkın hoşnutsuzluğuna sebep oldu. 1886’da adalet söylemiyle Zeydiler isyan ettiler. İsyan bastırıldı.

Diğer bir isyan da 1895 yılında vuku buldu. İsyana önderlik eden kişi İmam Hamidüddin’dir.(Mansur olarak da bilinir, İmam Yahya’nın babasıdır). Bu isyanı bastırmak üzere Yemen’e gönderilen Hüseyin Hilmi Paşa ve askeri tabur iki yıl boyunca isyancılarla uğraşmak durumunda kalmış ve nihayetinde hareket başarıyla sonuçlanmıştır. Ancak pek tabidir ki bu savaş Osmanlı ekonomisine ciddi zararlar vermiştir.

Sonrasında Osmanlar Zeydi imamlarını tanımamakta devam etmişlerdir. Sonradan bölgeye gönderilen Ahmet İzzet Paşa’nında belirttiği gibi Zeydi İmamlarının tanınması ve işbilir, dürüst yöneticilerin atanması ile bu sorun çözülebilecekken, Osmanlı’nın hataları İngilizlerin vs. kışkırtması ile bu iş iyice büyüyüp 1904 yılına kadar gelmiştir. 1903 sonu 1904 başında 1895 isyanının mimarı İmam Hamidüddin’in oğlu Yahya Muhammed Hamideddin Zeydilerin imamı olarak kendilerince seçilir ve halkı örgütleyip tekrar çok büyük bir isyan başlatır.

İsyancıların Sana ve Taiz’e doğru hareketi üzerine bölgedeki Osmanlı valisi Tevfik Biren merkezden yardım ister ancak yardım geç gönderildiğinden İmam Yahya ve adamları Sanaa, Taiz yolunu kesip Sanaa’yı kuşatma altına alır. Yardım için gelen Osmanlı birlikleri gerilla taktikleri ve baskınlarla geri çekilmeye mecbur bırakılır. İmam Yahya Osmanlı ile müzakere istese de Osmanlı talepleri kabul etmez. Israrlı şekilde Sanaa’yı savunur ama 1905 başında abluka ve erzak yetersizliği sonucu Sanaa’yı boşaltma kararı verilir. İmam Yahya Sanaa’daki Osmanlı birliklerinin çıkmasına izin vereceğini ama Osmanlı’nın ateşkesi kabul etmesini ister.Talep kabul edilir ve Sanaa İmam Yahya’nın eline geçer. Ancak Osmanlı Devleti ve II.Abdülhamit bu isyanı bastırmakta,Sanaa’yı geri almakta son derece kararlıdır. 40. Hamidiye Süvari Alayı Yemen’e sevk edildi ve Ahmed Feyzi Paşa bölgeye vali olarak atanır ve ilerlemeye başlarlar. İmam Yahya’da ateşekesi bozdukları gerekçesi ile Osmanlılarla çarpışmaları tekrar başlatır. Osmanlı birlikleri Sanaa’ya isyancılarla çarpışa çarpışa tekrar girerler. Paşa vekil olarak yanından Sanaa’da yanında bulunan subaylardan Ahmet İzzet Paşa’yı bırakıp İmam Yahya ve adamlarını yakalamak isyancıları yok etmek için Şehhare’ye ilerleyip orayı kuşatır. Ancak İmam Yahya’da boş durmamaktadır. Gerilla savaşları, vurkaç taktikleri yanında İkincil bir isyancı kuvveti ile şehri kuşatan Osmanlı birlikleri ve paşayı kuşatır. Ahmet İzzet Paşa’nın durumdan haberdar olup Şehhare’ye ek kuvvetleri yetiştirmesi ile Osmanlı birlikleri çemberden son anda kurtulur.

İsyan büyük ölçüde bastırılmasına karşın, Osmanlının asker kayıpları yüksekti. İmam Yahya ve adamları yakalanamamış ve vurkaç saldırıları sürüyordu. Yahya yeni ittifaklar peşinde koşuyor, isyan bildirileri tüm Yemen’de dağıtılıyordu. Öte yandan Yemen’e İtalyan ve İngilizlerin ilgi göstermeye başlaması, İmam Yahya’nın bunların yanına geçme durumu II. Abdülhamid ve kurmaylarını endişelendiriyordu. Osmanlı ve Yahya neticede aracılar vasıtasıyla bir araya geldi. Osmanlı İmamın kendi emri altında olması, adına hutbe okutması ve Osmanlı sancağının imamlık merkezi olarak kontrolü altında Saada’de olması gibi şartlar ileri sürdü. Yahya bu şartları kabul etmedi. II. Abdülhamid müzakere heyetine Yahya’nın adamlarından 40 kişi seçip Yemen’den İstanbul’a gelmesi müzakerelerin burada yapılması için yetki vermişti. Yahya’nında onayıyla 40 kişilik bir heyet İstanbul’a gitti. Ancak müzakereler sonuçsuz kaldı. Bununla birlikte ufak olaylara karşın hem Osmanlı hem de isyancıların lideri İmam Yahya uzun bir süre hareketsiz kaldılar. Müzakereler ise bu sürede el altından devam etsede sonuç alınamadı. 1909’da Yahya’nın yine gönderdiği heyet ise 31 Mart olayına denk düşünce yine bir anlaşma sağlanamadı.

Osmanlı’nın Yemen isyanlarını bastırırken ki asker, malzeme ve mali kayıpları çok yüksektir. II. Abdülhamid tahtan indirildikten sonra bu defa 1909’da Yemen’de Şeyh İdrisi isyanı Asri’de patlak verdi ve İdrisi’nin İtalya’dan dış güç desteği vardı. Osmanlı bununla uğraşırken 1911’e İmam Yahya tekrar isyan etti,İmam Yahya’nın isyanı 1904-1906 İsyanı’nı bastırma görevi diplomatik müzakerelerde önemli rol oynayan genelkurmay başkanlığı seviyesine kadar yükselen Ahmet İzzet Paşaya’ verildi. İzzet Paşa 1911’de Yemen’e gelerek isyanı bastırdı ve İmam Yahya ile tekrar müzakere masasına oturdu. İmam Yahya’yı Osmanlı adına Yemen dağlık bölgesi hükümdarı olarak tanıyan ayrıca Yemen dağlık bölgesine otonomi veren Da’an Antlaşması’nı imzaladılar. Osmanlı İmam Yahya’nın hak iddia ettiği dağlık bölge toprakları kendisine bırakılacak, Yahya hükümranlık bölgesinde içişlerinde serbest olacak öte yandan Şeyh İdrisi’nin yakalanması ve mücadeleye Osmanlı ile birlikte katılacak,topraklarında Osmanlı’ya karşı bir faaliyete izin vermeyecek ve isyan etmeyecekti, sembolik olarak Osmanlı birlikleri bölgede bulunacaktı, yine Yahya buna karşın müminlerin emiri ünvanından vazgeçecek kendisine her yıl 20.000 Osmanlı altını ita olunacak ve Zeydilik Osmanlıca Yemen’nin dağlık bölgesinde tanınacaktı. Yahya sözünü tuttu. Lawrence ve Arap isyanına karşın 1.Dünya Savaşı’nda Yemen toprakları nispeten sakindi. Hatta Osmanlı yanında Hicaz-Yemen Cephesi’nde İngilizlere karşı saf tuttu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu 1918 yılında Mondros Ateşkes Mütarekesi’ni imzalayarak Arabistan’dan çekilmesiyle İmam Yahya San’a’ya girerek bağımsızlığını ilan etmiştir. Öte yandan hem İmam Yahya hem İdrisi isyanlarıyla uğraşan Ahmet İzzet Paşa’nın eksikliği komutanın Nazım Paşa tarafından üstlenilmesi 1.Balkan Savaşı’nın Osmanlı aleyhine sonuçlanmasındaki faktörlerden biri olmuştur.

Ertuğrul Faciası (1890)

19.yy sonunda Japonya hızla gelişerek topraklarını genişletme ve ekonomisini güçlendirme peşine düşmüştür. Japonya, 1894-1895 Çin-Japon Savaşı’nı zaferle noktaladıktan sonra dikkatini Asya kıtası üzerinde yoğunlaştırdığı yıllarda artan gücüne karşı, Rusya, Almanya ve Fransa birlikte hareket ederek Doğu Asya üzerindeki ilerlemesini durdurma kararı almıştır. Rus tehlikesine karşı İngiltere ve diğer Asya ülkeleri, özellikle de Osmanlı imparatorluğu ile sıkı işbirliği kurmaya çalışmıştır. 1887’de Japonya Prensi Komatsu bir savaş gemisiyle İstanbul’u ziyaret etti. Sultan Abdülhamit’te bir karşı ziyaret tertip edilmesini istemiştir. Ancak 2.Abdülhamit donanmayı kızağa çektiği için düzgün bir gemi bulunmamaktadır. Bu iş için donanmadan Ertuğrul gemisi seçilir, gemi için çürük bakımı yapılmadı itirazlarına karşın donanma komutanı 2.Abdülhamit’e gerekli kontrollerin yapıldığı ve geminin sağlam olduğu bilgisi verilir. 2. Abdülhamid’den Japon İmparatoru Meiji’ye mücevherli imtiyaz nişanı ve diğer hediyeleri götürmek amacıyla yola çıktı. Temmuz 1889’da İstanbul’dan ayrılan Ertuğrul Fırkateyni, güzergahı boyunca birçok limana uğradı. Süveys kanalında gemi bir arıza geçirsede onarımla yola devam etti. Fırkateyn, 11 ay sonra 7 Haziran 1890’da Japonya’nın Yokohama Limanı’na ulaştı. Osmanlı heyeti Japonya’da kaldığı 3 ay boyunca birçok temasta bulundu. Japon Deniz Kuvvetlerinin tayfun uyarısına rağmen, Ertuğrul Fırkateyni 15 Eylül 1890’da Yokohama Limanı’ndan ayrıldı. Kuşimoto açıklarında tayfuna yakalanan fırkateyn, 16 Eylül 1890’da kayalara çarparak battı. Kazadan sadece 69 denizci kurtuldu, 550’nin üzerinde Osmanlı leventi ise hayatını kaybetti.

Sağ kurtulan 69 denizci Japon donanmasında zırhlı kruvazör Japon Hiei ile İstanbul’a getirildi. Fırkateynin trajik sonu, Türk-Japon dostluğunun başlangıcı olurken, kazanın yaşandığı Kuşimoto’da 1891’de şehitler için anıt dikildi. 1937’de Türkiye tarafından restore edilen anıt önünde her yıl düzenli anma törenleri yapılmaktadır birde Kuşimoto’da müze bulunmaktadır.

Ermeni Sorunu

Ermeni toplumu özellikle Selçuklulardan beri Türklerle bir arada yaşayan bir toplumdur. Selçuklu ve Anadolu Beyleri hakimiyeti sonrası bu topluluk Osmanlı toplumu içerisinde de olduğu gibi yaşamaya devam etmiştir. Osmanlı’da sadakatleri ve uyumlu şekilde hareketleri nedeniyle Millet-i Sadıka olarak bile adlandırılmıştır. 16.yy’da ilişkiler o kadar iyidir ki; Sultan Fatih Sultan Mehmet, Ermeni Psikopos Hovagim ve yanındaki Ermenileri Bursa’dan daha önce Ermenilerin yaşamadığı İstanbul’a getirip, burada ilk defa Ermenilere bir patriklik kurdurmuş ve Patrik olarak başına da Hovagim’i getirmiştir.Vergi konusundan çıkan Zeytun İsyanı (1780) haricinde kayda değer 18.yy içinde Osmanlı topraklarında bir Ermeni isyanı olmamakla birlikte gerek İran Ermenilerinin durumundaki gelişmeler ve gerekse 17.yy ve 18.yy’da Osmanlı topraklarındaki gelişmeler, misyonerlik faaliyetleri bu sorunun 19.yyda ortaya çıkmasının temeli olmuştur. Zira, Osmanlı İmparatorluğu’nun aksine komşusu sürekli mücadele ettiği İran’da Safevi devleti (Ermenilere bir kısım haklar veren I. Abbas hariç) şahları ise Ermenilere karşı hiçte iyi muamele yapmamaktadır. Bu durum karşısında İran’daki özellikle Pers hakimiyeti altında Karabağ ve çevresindeki yoğunluklu Ermeni nüfusun ruhani liderleri defa kere Avrupa’ya müslüman hakimiyeti ve Perslerden kendilerini kurtarmaları için başvurmuş ancak bir sonuç elde edememiştir. İran Ermenilerinin bağımsızlık uğraşları 17.yy’da da devam etti. Ancak Avrupa’dan yüz bulamayan Ermeniler bu defa o dönemin Rus çarı I. Petro’ya başvurdu. Sıcak denize planları için bu durumu bulunmaz bir fırsat olarak gören Rus çarı onlara destek olmayı himaye etmeyi kabul etti, kendisinden o dönem yardım talep eden Ermeni Ori’yi hizmetine aldı, Rus İmparatorluğu lehine Ermeni Alayı kurma teklifini kabul etmekle kalmayıp İran’a elçi atadı. İsveç ile savaşı kazanması akabinde 1.Petro Transkafkasya’ya yöneldi ve İran ile savaşında Hazar kıyılarını Ruslar aldılar ki Ermenilerden kurdukları alayları da bu amaçla kullandı ancak I. Petro sonrası halefleri bu yerleri tutacak güce sahip değildi. Osmanlı, çöken Safevi devleti sonrası Rusya’nın Kafkasya’ya yerleşme tehlikesi yanında kendisi de buradan pay alabilmek için Rusya -İran arasındaki mücadeleye kuvvet sevk ederek kendisi de dahil olmuştu.Osmanlılar, Fransa’nın arabuluculuğuyla Rusya ile 1721/23’te “İran’ın taksimi” için bir anlaşma imzaladı. Antlaşmaya göre Ruslar İran’dan Mazenderan ve Gilan vilayetlerini alırken, Erivan ve çevresi Ormanlı hâkimiyetine bırakıldı. Ruslar ise 1.Petro ölümü akabinde Terek nehrini sınır alacak şekilde bölgeden çekildiler. Sonrasında zayıflayan Osmanlı karşısında II.Katerina dönemi savaşları ile Ruslar Osmanlı’nın Karadeniz ve bölgedeki gücünü kırdılar. 1813’te İranla tekrar savaşa giren Ruslar İran Kaçar Hanedanı ordusunu bozgun üstüne bozguna uğrattı. Karabağ, Gence, Şirvan Şeki, Kuna, Bakü ve Talış hanlıkları İran ile imzalanan Gülistan Antlaşması’yla Rusya’ya katıldı.Rusya bu başarısında bölgedeki Ermenileri de kullanmıştı. Rusların sonrasında içine düştüğü karışıklıklardan istifade eden İranlılar 1826-1828 arasında 2.Rus-İran Savaşı’nı kazanıp savaşın başında Ruslara karşı büyük başarılar kazansada ele geçirdikleri yerleri sonrasında aldıkları yenilgilerle kaybettiler. Ruslar, Abbasabadi, Ordubad, Sardarabad, Nahçivan ve Erivan’ı tekrar ele geçirdiler. Bu savaşta Ruslar Ermeni alaylarından büyük yardım aldılar. 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile bölgede çoğunlukta olan Müslüman nüfusu İran ve sonrasında Osmanlı’ya sürmüşler yine karşılığında İran’daki tüm Ermenileri de Güney Azerbaycan’dan Karabağ’a yerleştirdiler. Ermeniler yinede istedikleri bağımsız devlet arzusunu gerçekleştiremese de Ruslardan Ermeni Eyaleti ve özerklik alabildiler. Ruslar neticede bölgede Hristiyan bir nüfus ve kendine bağlı tampon bir Ermeni bölgesi oluşturdu. 1813 ve sonrası bölgedeki Ermeni nüfus ve alaylarını Ruslar Osmanlı’ya karşı da kullandılar. Osmanlı’nın sınır bölgesindeki Ermenileri de Osmanlı’ya karşı kışkırttılar. C.Oskanyan’ın dediği gibi 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar Erzurum dahil sınır bölgesindeki Ermenileri Türklere karşı kışkırtmış ve başarılı olmuşlardır ancak sonrası bölgeden çekildiklerinde bu Ermeniler’de buradan ayrılmak zorunda kalmıştır.

Öte yandan Vaftiz ismi Manuk olan Sivaslı Mekhitar (1676-1749) adlı bir rahip Osmanlı ve Venedik topraklarında yaptığı geziler sonrasında Ortodoksluktan Katoliklik mezhebine geçmekle kalmamış , aynı zamanda kendi öğretisinde bir kilise kurmuştur. Ona göre Ermeni Patrikliği Katolik Kilisesi ile birleşmeli ve Ermenilerin kendilerine ait bir devleti olmalıdır. Mekhitarist öğreti denen bu öğretiye göre kurulan kiliselerinde çeşitli kitaplar Ermenice’ye çevrilmiş ve Ermeni dili ile kültürü konusunda bir bilinç oluşturma peşine düşülmüştür. Fransız İhtilali sonrasında gerek Tiflis ve gerekse Moskova-Lazarevski Enstitüsü Lazarian Koleji gibi kurumlara giden Osmanlı topraklarında yurt dışına çıkan Ermenilerin bir kısmı burada yaşadıkları atmosferin etkisi ile Osmanlı topraklarına bağımsızlık yanlısı faaliyetlerde bulunmak üzere döndüler. Protestan misyonerlerin ilköğretim, kolejler ve diğer öğrenim kurumları açmaları diğer yanda Islahat Fermanı ile Hristiyan azınlıklara getirilen haklar bu haklardan geri kaldığını düşünen Ermeni Patrikhanesinde hoşnutsuzluğa neden oldu. Rusya’nın Ortodoks Hristiyanların koruyucusu sıfatıyla ortalığı karıştırabilme tehlikesini, öte yandan batılıların etkisi bunun yanında Ermeni Patriği ile yurtdışından gelen Ermeniler arasında mücadele neticesinde Patriğin yetkilerini sınırlandıran bir milli nizanname kendilerini devrimci olarak tanımlayan Ermenilerce hazırlandı. Patrik’in yetkileri sınırlandı. Sultan Abdülaziz ve Osmanlılar Nizamnâme-i Millet-i Ermeniyân adı verilen bu nizamnameyi ve Ermeni Ulusal Meclisi’nin kurulmasını onayladılar. Ermeni Patriği yetkilerini Ermeni Millet Meclisi ile paylaşmaya başlamış ve nizamname ile sınırlandırılmıştır. Patrik değişiklikleri kendi toplumunun erozyonu olarak algıladı. Buda ermenilerde dönüm noktası oldu. Ermeniler çeşitli cemiyetler kurdular. bütün bu cemiyetler, Doğu Anadolu’da okullar açarak öncelikle gençleri eğitmeyi amaç edinmişlerdi. Osmanlı Hükümeti de bu cemiyetlerin eğitim faaliyetlerini, onların doğal hakkı olarak görmüş ve bu cemiyetlerin daha sonra devletin aleyhinde zararlı faaliyetler içerisine girebileceklerini düşünmemiştir. Dolayısıyla Osmanlı Hükümeti Ermeni cemiyetlerinin okullar açmasına izin vermiştir.Ancak bu cemiyetlerin bazıları ne yazık ki Osmanlı topraklarındaki Ermenileri etkileme ve silahlandırma için kurulmuştur.

93 harbi sırasında Ruslar, Doğu Anadolu’daki Ermenileri de kışkırttılar, bölgede Ahmet Muhtar Paşa’ya karşı savaşan Ruslar’ın önemli bir kısım askeri Ermenilerden oluştuğu gibi Rus ordusu komutanı Mikayel Loris-Melikof, 2.derece komutanlar Şelkovnikov, İvan Davidoviç Lazarev (Ohannes Lazaryan), Arshak Tergukasov ve Avinov Tiflis’li Ermenilerdendi. Rusya ayrıca bu alaylar vasıtasıyla 1828-1829 savaşından çok öte şekilde bölgedeki Ermenileri de kışkırtmış ve çeşitli Ermeni çetelerle işbirliği yapmıştır. Bununla birlikte bağımsız bir Ermenistan düşüncesinde olan Ermeniler bu amaçla Ayastefanos antlaşmasında özerklik talep etsede Ruslar kendi bölgeleri için emsal teşkil eder korkusuyla bunu kabul etmemiş ancak Ermenilerle ilgili Islah yapılması ve Kürtlere, Çerkeslere karşı Osmanlı’nın onların güvenliklerini sağlama yükümüne ilişkin bir maddeyi anlaşmaya eklettirmişlerdir. Berlin Antlaşması’nda da hak özerklik veya bağımsız devlet olmak için talepte bulunmuşlardır. Ancak Balkanlardaki durum ile meşgul olan Berlin Kongresi’nde istediklerini alamamışlardır.

Bununla birlikte Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir sıra reform yapmasını talep etti. Berlin Kongresi’nden sonra, antlaşmaya imza koyan devletler diğer maddeler gibi, Ermeni Meselesi ya da Bâbıâli’nin diplomatik hassasiyet nedeniyle tercih ettiği isimle Anadolu Islahatı’yla ilgili maddenin de takipçisi oldular. Öte yandan milletlerarası diplomatik boyutu daha da belirginleşen ve kronikleşen bu sorunun çözümünü hızlandırmak emelinde olan Ermeniler, patrikhanenin dini ve seküler çevrelerin siyasi lobi faaliyetleri yanında, uluslararası arenada gündemden düşmemek amacıyla bir dizi isyan ve sansasyonel eylem gerçekleştirdiler. İsviçre’nin Cenevre kentinde 1887’de Hınçak ve Gürcistanda 1890’da Taşnak partileri kuruldu. Bu partilerin ikiside Osmanlı topraklarında Özerk veya bağımsız Ermeni Devleti kurulması yolunda faaliyetler, isyan ve terör eylemlerinde bulunmuşlardır. Sultan Abdülhamid, başta Rusya olmak üzere Avrupalı devletlerin Balkanlarda olduğu gibi Doğu Anadolu’da da etnik ihtilafları kullanmak düşüncesinde olduklarının farkındaydı ve buna fırsat vermemek için çeşitli tedbirler aldı, Ermenilerin ayrılıkçı yabancı yayınlarının ülkeye girişini engellemeye çalıştı. Avrupa’nın istediği reformları yapmak konusunda isteksiz davranan Sultan, bu konudaki baskılara uzun yıllar dayandı. Bu şartlar altında eylemlerini arttırmaya ve Avrupa kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan Ermeniler, Anadolu’da başlatacakları olaylarla bunu gerçekleştirebileceklerini düşündüler.

Ermeniler 1878’de Maraş’a bağlı Zeytun’da ilk ayrılıkçı,özerklik talepli ayaklanmayı çıkarmışlardır. Bu ayaklanma Osmanlılarca 1878’de bastırıldı ve isyancılar yakalanıp yargılandı ancak İngiltere’nin zorlaması ise Ocak 1879’da Osmanlı Ermeni elebaşlarını serbest bıraktı. Ancak esas isyan 24 Ekim 1895’de başlayan ve 28 Ocak 1896’da fiilen Şubat 1896’da ise isyancıların teslimiyle biten ayaklanmadır. Bu isyanda Ermeniler önce Osmanlı askerleri ile çatıştılar sonrası olayı soruşturmaya gelen 2 Osmanlı Jandarmasını yaktılar ardından hükümet merkezi ve kışlayı ele geçirip müslüman evlerini yaktılar.Osmanlı askerlerini esir alıp çevre müslüman köylerde katliam yaptılar. Buna karşın Osmanlı Ordusu Zeytun çevresine operasyon düzenleyip saldıran Ermenilerden bir kısmını öldürdü,Zeytun şehrinde Ermeniler kuşatıldı,Ermenilerde esir aldıkları 400 Osmanlı askerini katlettiler. Ancak sonrasında Ermeniler üzerine yapılacak bir harekatta hem askerlerden hem de kadın ve çocuklardan çok sayıda insanın zarar görmesi muhtemel olduğu için Aralık ayının sonuna kadar Zeytun kasabasına girilememesi nedeniyle İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, İtalya ve Avusturya devletlerinin sefaretleri tarafından kendilerine başvurular akabinde Zeytunlu isyancılarla Osmanlı Devleti arasında aracılık teklif edilmiştir. Osmanlı Devleti aracılık teklifini kabul etmiş ve söz konusu devletlerin konsolosları ile Zeytun Ermenileri arasındaki görüşmeler neticesinde 1896 Şubat’ında Zeytunlu Ermeniler teslim olmuşlardır. Arabuluculuk neticesi asi Ermenilerin hiçbir ceza almadan kurtulmuş ve isyan bu şekilde son bulmuştur. Bölgeye varılan anlaşma doğrultusunda bir süre müslüman bir yönetici atansada sonrasında Hristiyan bir yönetici atanmıştır.

Bütün bunlar yaşanırken birde Ermenilerle çatışan Bitlisli Huytu Aşireti Reisi Hacı Musa Bey’in Khars köyünden Ermeni Ağacan’ın kızı Gülizar’ı, evine baskın düzenletip zorla kaçırtarak önce kendisinin sonra ise kardeşi Cevahir’in haremine katması ve İslamiyet’e geçirilmesi Ermeni tebaası ve akabinde de dış basında oldukça büyük yankı uyandırmıştır. Kız 4 ay sonra ancak ailesinin şikayeti ile bulunup ailesine teslim edilebilmiştir. Kızın fiziksel ve ruhsal işkencelere uğramış bir gözününde kör kaldığı ortaya çıkmıştır. Hemen ardından 1890’da kurulan Taşnak komitesinin Erzurum’a gizliden silah sevk edip bölge genelinde isyan çıkarma hazırlığı duyumu üzerine Osmanlı birlikleri bölgeye intikal etmiş ve Erzurum Ermeni mahallerinde arama yapmaya başlamıştır.19 Haziran 1890 tarihinde yapılan arama sonucunda kilise ve Sanasaryan Mektebi’nde silah imalatında kullanılan birkaç parça araç-gerecin haricinde herhangi bir mühimmat bulunamamıştır. Bu aramayı bahane eden Hınçak komitesi mensubu Ermenilerden bir kısmı ise halkı galeyana getirip isyan çıkarmıştır. Osmanlı birlikleri müslüman ahaliyi müdahale etmemeleri yönünde uyarmış kalabalığın dağılmasını yönünde ihtara karşın ateşle karşılık verilmesi üzerine bölgede çatışma çıkmıştır. 2 saat süren çatışmada 24 Temmuz tarihli bir rapora göre, olaylar sırasında Müslüman halktan 4 kişi, Ermenilerden ise 10 kişi hayatını kaybetmiştir. Yaralı sayısı ise Müslümanlardan 45 iken, Ermenilerden ağır ve hafif olmak üzere toplam 74 kişiye ulaşmıştır. Osmanlı askerlerinden 4 kişi hayatını kaybederken 15 asker yaralanmıştır. Öte yandan müslüman halkın herşeye rağmen sağduyu göstererek Ermeni çocuk ve kadınlarını muhafaza ve himaye etmek maksadıyla evlerinde sakladıkları da belirtilmiştir. Ancak bu durum ve olaylar iyice çarpıtılarak çevre topraklardaki Ermenilere ve batı basınına aksettirilmiştir.Bölgede 1895’te Erzurum,Tercan,Hınıs ve Bayburt’ta tekrar Ermeni isyanları çıkacak bunlarda bastırılacaktır.

1890’yılında “Kürt Musa Bey Olayı” ve arkasından Erzurum’da yaşanan karışıklıklar sonrası kimi Ermenilerin tutuklanması, Ermeniler tarafından ülke geneline yayılan tepkilere neden olmuştu. Birçok bölgede komiteler tarafından organize edilen protestolar yaşanmış ve bunlara bağlı kargaşalar çıkmıştı. Benzer şekilde başkent İstanbul’da da çeşitli protestolar yapılacak ve Doğu Anadolu’dan İstanbul’a gelen birçok Ermeni, şikâyetlerinin Sultan II. Abdülhamit’e iletilmesi için başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere başkentte bulunan Ermeni önderlerine baskılarda bulunacaklardı. Bu sırada İstanbul Ermeni Patrikliği görevinde Horen Aşıkyan Efendi bulunuyordu. Aşıkyan Efendi Osmanlı idaresi ile – özellikle de Sultan II. Abdülhamit’le – ilişkisi iyi olan bir ruhani önder idi ve Ermeni komitelerinin faaliyetlerine de açıktan karşı çıkıyordu. Hem Patrik Aşıkyan’ı uyarmak hem de İstanbul’da yapacağı bir eylemle Ermeni sorununun ciddiyetini Osmanlı Devleti yetkililerine göstermek hemde bir güç gösterisi yapmak isteyen Hınçak komitesi, 27 Temmuz 1890 günü Kumkapı Ermeni Patrikhanesi Kilisesi’nde bir eylem gerçekleştirdi. Kumkapı gösterileri olarak bilinen bu eylem İstanbul’da gerçekleştirilen ilk ayrılıkçı Ermeni isyanı ve olayıdır. Harutün Cangülyan, Mihran Damadyan ve Hamparsum Murat Boyacıyan Efendi gösteri sırasında bir manifesto okuyarak Patrik’i, Ermeni Ulusal Meclisini olaylara kayıtsız kalmakla suçladılar.Patrik’in odasını basıp onu zorla kendileriyle Yıldız Sarayı’na yürümeye zorlamaya çalıştılar ancak Osmanlı zabitleri bunu engellemek için göstericileri kuşattı,Patrik’i kurtardı. Çıkan arbede ve çatışmalarda 4 Osmanlı zabiti ve 3 gösterici yaşamını yitirdi.

Sonrasında Patrik diğer Ermenilere Hınçak ve Taşnaklara itimat etmemeleri yönünde bildiri yayınlasada ardı ardına Hınçak ve Taşnaklarca kendilerine destek vermeyen Ermenilere suikastler baskılar neticesi, II.Abdülhamit’in görevde kalması yönünde ısrarlarına karşın 1894’te istifa etmek zorunda kalacak ve 1899’da vefat edecektir. Yerine seçilen 1895’e göreve başlayan İzmirliyan ise bulabildiği her fırsatta batılı güçleri olayların içine sokmaya çalışmış ve isyan hareketlerinin aleyhinde net bir tavır sergilememiştir. Hatta 1894’de müslüman ahaliye yönelik gece baskınları ve saldırıları bile kendisinin yönlendirdiği iddia edilmektedir. İstanbul’da Kumkapı gösterileri ile başlayan Ermeni olaylarının akabinde 1895 Babaali Olayları patlak verdi.Taşnak ve Hınçak Ermenileri 28 Eylül’de 6 Büyükelçiliğe mektup gönderip İstanbul’da barışçıl protestolar yapacaklarını belirtmişlerdir.Bu amaçla Bitlis,Van,Muş’ta dahil Doğu Anadolu’ndan pek çok Ermeniyi de İstanbul’a getirmişlerdir. 30 Eylül 1895’te toplanan Garo Sahakyan liderliğinde 2000 kişilik kitle Babaali’ye dilekçe vereceklerinden bahisle oraya doğru yürüyüşe geçmiş ancak güvenlik güçleri ile çatışmalara girmiştir. Sonuçta Osmanlı zabitleri ve Ermenilerden ölen ve yaralılar olmuştur. Müslüman halkında galeyana gelmesi ile yer yer çatışmalar olsa da durum olaylara karışan Türk Ermeni her kişinin cezalandırılacağı bildirilerek bastırılmıştır. Ancak çıkan olaylar karşılıklı katliamlara neden olmuştur. Ayrıca, olaya zamanında gerektiği gibi müdahale edemeyen Küçük Sait Paşa’nın Sadrazamlıktan alınmasına ve Kâmil Paşa’nın Sadaret’e tayin edilmesine neden olmuştur.Bu arada Tıbbiyeli öğrencilerin hükümeti basiretsizlikle suçlayan bildiriler dağıtmaları akabinde pek çoğu tutuklanmış ve kargaşalar İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin güçlenmesi ve eylemlerinde yeni bir safhaya geçmesine bile neden olmuştur. Bu 1895 Babaali olayı öncesi başrolde İngiltere elçisi Philip Currie’nin bulunduğu inceleme komisyonunun çalışmaları sonucunda, İngiltere, Fransa ve Rusya Bâbıâli’ye verdikleri 11 Mayıs 1895 tarihli ortak memorandumla Berlin Antlaşması’nda öngörülen ıslahatın acilen icrasını istemişler Abdülhamit buna bunca zaman direnmekteyken bu olaylar sonrası 17 Ekim 1895’te Sultan Ermeni Islahat programını uygulamaya koymak zorunda kaldı.20 Ekimde “Vilâyât-ı Sitte’nin Islâhına Dâir Islahât Lâyihâsı” başlıklı reform programının, ilgili mülki ve askeri görevlilere gönderilmesini onayladı (20 Ekim 1895) Ancak Hınçak ve Taşnak eylemcileri 26 Ağustos 1896 Osmanlı Bankası Baskını terör eyleminde bulundular. 1897’de ise bu defa 1897 Ermeni Babaali Olayı denen olayda Ermeni teröristler Osmanlı Bankası baskınının yıldönümünden bir hafta önce, 18 Ağustos 1897 tarihinde Osmanlı payitahtında üç binaya eşzamanlı bombalı saldırı düzenlediler. Bunlardan birisi kısmen başarıya ulaşırken, ikisi girişim aşamasında kaldı. Bâbıâli’ye bomba atılması sonucu bir odacı ölürken, altı kişi yaralandı. Osmanlı Bankası’na giren terörist dinamit fitilini ateşlemek üzere iken muhafızlar tarafından etkisiz hale getirildi. Galatasaray Karakolu’nu bombalamak isteyen terörist ise panikleyip bunu başaramayınca, uzun bir takip sonucunda yakalandı. Eylemin sevindirici tarafı, iki yıl önceki gibi sokak çatışmalarına fırsat verilmemesi ve asayişe halel gelmemesiydi. Saldırılar, devletle işbirliği halinde olan yeni patrik Ormanyan ve Ermeni cemaati tarafından lanetlenirken, Avrupa devletleri tarafından da kınandı.

1891’de ise Siirt’e yakın Sason’da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen Mihran Damadyan’ın başı çektiği direniş hareketleri başlatıldı. 1894’de ise Birinci Sason İsyanı Ermenilerce çıkarıldı. Bu iki isyanın bastırılması ardından Rus destekli Andranik Ozanyan 1904’te İkinci Sason İsyanını çıkardı bu isyanda bastırıldı. Yine 1895 sonu 1896 başında Van isyanı patlak verse de buda bastırıldı.

Öte yandan Ermenilerin 1878’deki Zeytun İsyanı ve 1890 Erzurum’daki karışıklıklar ve Kumkapı Ermeni Olayları sonrasında II. Abdülhamit IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa’yı, Ermeni isyanlarını bastırmakla görevlendirildi. Bununla da kalmadı,Abdülhamit’çe bölgede Ermeni çetelerin saldırılara başlaması neticesinde Mehmed Zeki Paşa’nın teklifi ve Rusya’da Saint Peterburg Büyükelçisi olup Rus kazak alayları konusunda bilgi sahibi olan Ahmet Şakir Paşa’nın desteği ile doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birlikleri kurulup örgütlendi ve kendilerine saldıran Ermenilere karşı Çerkezlerle,Türkler vs. birlikte silahlandırıldı. Bu alaylarla zaman içinde sayısı arttırılıp genişletilerek Ermenilerin ülkenin çeşitli yerlerindeki isyanları sert bir şekilde bastırılmıştır. Ancak ne yazık ki bu olayların dış Dünya’ya nedenlerini duyurmada Osmanlı tarafı çok pasif kalmıştır. Netice olarak 1895 yazında ve sonrasında bütün Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Osmanlı aleyhine Ermenilere ve Süryanilere karşı sözde Hamidiye katliamları olarak batıya Ermenilerce lanse edildi ve bu Avrupa basınında Abdülhamid karşıtlığına sebep oldu. 1905’teki suikast girişimi sonrası 2.Abdülhamit’in tahtan indirilmesi akabinde Adana Olayları patlak verecektir. Öte yandan Hınçaklar işbirliğine yanaşmasa da Taşnaklar İttihat ve Terakki ile 1902 kongresine katılım sonrasında işbirlikleri 1907’de işbirliği yapmayı ikinci bir kongre toplanmasını teklif edebilecekleri kadar artmış 1909 Adana olayları sonrası Osmanlı aleyhine faaliyet göstermemeye ,Osmanlı Devletinin bütünlüğünü korumaya buna karşın kendilerinin haklarının korunmasına ilişkin İttihat Terakki ile işbirliği anlaşması imzalayacaklardır. Ancak I.Dünya Savaşı bütün bunları tersine çevirecek ve çatışmalar tekrar başlayacaktır.

Çarşafın yasaklanması (1892)

2 Nisan 1892 tarihinde belden bağlanmış siyah çarşaf giyen Müslüman kadınların örtünmemiş denecek hâlde açık-saçık bulundukları ve matem tutan Hristiyanlara benzedikleri ve güvenlik bakımından da problem yaratacağı gerekçeleriyle II. Abdülhamid tarafından kadınların çarşaf giymesi yasaklandı. Bu yasak sadece saraya girmek isteyen kadınlara uygulanmıştır.

Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) ve Girit’in fiilen elden çıkması (1898)
Ana maddeler: Osmanlı-Yunan Savaşı (1897); Halepa Fermanı; Girit İsyanı (1866-1869); Girit İsyanı (1878); Girit İsyanı (1897-1898) ve Uluslararası Donanma (Girit müdahalesi, 1897-1898)

Yunanistan, Girit Adası’nı ele geçirmek için kurulduğu 1830’dan itibaren büyük bir çaba içine girdi, bunun için yıllar boyunca Ada’da yaşayan Rumları kışkırtma yolunu seçti. Girit, 1866’da ilk defa geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne oldu. Osmanlı bu isyanı bastırmak istese de Rusya ve Fransa duruma müdahil oldular İngiltere ve Avusturya Osmanlı yanında yer alsa da Osmanlı bu işe büyük devletlerin müdahalesini engellemek için Sultan Abdülaziz, 1868’de Sadrazam Ali Paşa’yı Girit’e göndererek, Hristiyan halkına birçok imtiyazlar tanıyan bir yönetmelik yayınlattı. 1878’de Yunanistan 93 harbinin sonunda tekrar Girit’te ayaklanma çıkarsa da başarısız oldu. Berlin Antlaşması ile Girit Osmanlı’da kalmaya devam etti ama imtiyazlar genişletildi. Girit Hristiyanlarına daha geniş imtiyazlar bahşeden bu anlaşma, Hanya civarında Halepa’da Avrupa devletleri konsolosları tarafından onaylanıp uygulanması güvence altına alındığı için “Halepa Fermanı” diye anılmıştı. Buna göre Girit valisinin Hristiyan olması ve 5 yıl için büyük devletlerin onayıyla tayin edilmesinde anlaşılmıştır. Girit meclisinin üye sayısı 49 Hristiyan, 31 Müslüman’dan oluşacaktı. Adada toplanan verginin ada için harcanması kararlaştırıldı. Anlaşma sonrası ilk atanan Rum kökenli valide Girit mahkemelerine bağımsızlık kazandıracak bir tasarı hazırlamış II. Abdülhamid bunu da kabul etmiştir. Ancak adadaki Rumlar Doğu Rumeli’deki Osmanlı tavizleri sonrasında daha fazla imtiyaz veya Yunanistan ile birleşmek hayalleri ile tekrar ayaklandılar. Asilere tekrar Gümrük gelirleri ve memurları üzerine tavizler verilsede 6 ay sonra tekrar ayaklanma çıktı. Hristiyan Rum ada valisi Türk Gazetelerini kapatırken Yunanistan’a bağlanma taraftarı Rum gazeteleri kapatmıyordu. Vali azledildi ancak yerine getirilen valiler de ardı ardına görevden alındı.Zira adadaki Rumlar Türk ahaliye saldırmaya ve göçe zorlamaya başlamıştı. Yunan Veliahd’ı aynı zamanda Alman kökeni olan Konstantin, Osmanlı dostu gözüken Alman kralının kızı ile evlenmek istediği Rumlar Almanya’nın Osmanlı’yı Girit’i Yunanistan’a çeyiz olarak vermeye zorlayacağı dedikodularından bahisle tekrar ayaklandı. Almanlar bunu yalanlasa da Rum Silahlı çeteler Türklerin Müslüman ahalini evlerini dükkânlarını yakıp yıktı mezarlarını yağmaladı, katliamlar yaptı. Osmanlı büyük bir yığınakla 1889’da isyanı bastırıp adada sıkıyönetim ilan etti. İsyanın ele başları Yunanistan’a kaçtı. Ancak II. Abdülhamid Yunanistan’ın sözlerine güvenerek 1 yıl sonra sıkıyönetimi kaldırıp adada af ilan edip Halepa sözleşmesine dönmeyi kabul etti. Yunanistan’a kaçan isyan liderleri geri dönüp 1894’te tekrar huzursuzluk çıkardılar. II. Abdülhamid eski soylu kökenli Rum bir vali atasa da bu defada müslüman ahali Rum valiye başkaldırdı. Ardı ardına valiler değişti. İstanbul’daki altı büyük devletin sefirleri aynı zamanda Abdülhamid’i Girit için bir ‘Islahat Programı’na razı ettiler. Padişah, 25 Ağustos 1896’da imzaladığı bu ıslahat programıyla, büyük devletlerin yani İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya ve İtalya’nın onayını aldıktan sonra beş yıl süre ile adaya bir Hristiyan vali tayin etmeyi, memurların üçte ikisinin Hristiyanlar arasından seçilmesini, memurları valinin tayin etmesini, Ada halkının seçeceği Meclis’in bütçe ve kanunlar çıkarmasını, altı devletin ada üzerinde müdahale hakkı olduğunu ve konsolosları aracılığıyla bu şartların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmesini kabul ediyordu. Ancak Yunanistan bu antlaşmayı kabul etmeyip 1897’de büyük bir ayaklanma daha çıkardı ve Girit dahil her yerde seferberlik ilan edip asker topladı Osmanlıların Girit haricinde Yunanistan ile komşu pek çok noktasında sınır karakollarına saldırdı. Osmanlı askerleri katledildi, bu arada Girit’ te Avusturya-Macaristan, Rusya, İngiltere’de dahil büyük güçler de ortak donanma kurup, donanmaları ile bu olaya dahil oldular, hem Rum isyancılara ve hem de Girit çevresine bombardımanlar yaptılar, karşılıklı çatışmalar başladı, İngilizler dahil bir kısım Büyük Güçler, Hanya başta olmak üzere Girit’in belli yerlerine çıkarmada dahi bulundular. Oluşan bu kargaşa ve kaos ortamında Osmanlı, Yunanistan’a harp ilan etti. Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) başladı.

Osmanlı Ordusu, Yunan Ordusunu Melouna,Velestin ve Dömeke’de ardı ardına bozguna uğrattı. Teselya’da Yunan savunması çökünce Atina yolu Osmanlı’ya açıldı. Ancak Osmanlı kuvvetleri Büyük güçlerin araya girmesi ile Atina yakınlarında şehre girmeden engellendi. Varılan anlaşmada Berlin Antlaşması ile kaybettiği Teselya’nın kendisine geri verilmesini isteyen savaşta büyük bir zafer kazanan Osmanlı sadece Teselya sınırından 55 km² toprak kazancı ve 4 milyon lira savaş tazminatına razı olmak zorunda kaldı.

Dahası bu zafere rağmen kısa süre sonra 3 ay bile geçmeden II. Abdülhamid Büyük güçlerce Girit’te büyük tavizler vermeye zorlandı. Bunun içinde müslümanların Girit’e sözde isyanı bastırmak için gelen büyük güç filosuna karşı isyan çıkarmaları gibi bahaneler ileri sürüldü. Oysaki Girit’te sözde çıkan isyanı Osmanlı takviye kuvvet göndermeden iş çok boyutlu bir savaşa evrilmeden bastıracağını söyleyen Uluslararası Filo pek çok sefer Yunan isyancılarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Osmanlının savaş alanında kazandığı zafer, bu şekilde adeta diplomatik bir bozguna dönüştürüldü. Gizlice yapılan ve halktan bir süre padişahça gizlenen anlaşma ile Osmanlı kuvvetleri adadan tümden çekilecek, ada büyük güçlerden oluşan bir komisyona bırakılacak, adanın gelirleri tümden adaya kalacak, hristiyan bir vali adaya atanacaktı. Anlaşma gizli tutulsa da imzalandıktan hemen sonra Rumlar tekrar ayaklanıp bölgedeki müslüman ahaliyi tekrar katledip göçe zorladı, müslüman ahali de karşı koydu. Rus imparatoru anlaşmanın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra Yunan Kralı’nın ikinci oğlu Georges’un vali olarak atanmasını istedi. Osmanlı bu karara direndi. Neticede Osmanlı adayı boşaltmak istemesede adaya dayanan Rus, İngiliz,Fransız gemileri adayı kuşatmıştı. Yabancı devletler Osmanlı Devleti’ne 48 saat süre tanımışlar, çaresiz kalan Abdülhamid baskıya boyun eğmiş ve Girit’in boşaltılması emrini vermişti. Adada Kandiya Kalesi’nde sembolik olarak sallanan Osmanlı Bayrağı’ndan başka Osmanlı varlığı kalmadı.Alınan bu kararlarda Osmanlı ordusu İngiliz, Rus, Fransız ve İtalyan hükümetlerinin desteğiyle adadan çıkmaya zorlanmıştır. Almanya ve Avusturya-Macaristan bu konuda daha ziyade çekimser kalmıştır. Girit sembolik olarak Osmanlı elinde ama esasında İngiliz Rusların başı çektiği Osmanlı’nın hiçbir söz hakkının olmadığı bir komisyonun yönetimine geçmiş oldu. Ütopik sözde Osmanlı’ya bağlı ama fiilen tamamen Uluslararası bir donanma ve askerlin kontrolünde bağımsız bir Girit Devleti kurulmuştu. Son karışıklıklardan müslümanları sorumlu tutan komisyon kurduğu mahkeme ile müslümanları cezalandırma ve göçe zorlama yolunu tercih etmişti. Dahası komisyonca 1898’te Yunan Kralı’nın ikinci oğlu Georges Rus İmparatoru’nun arzusuna uygun şekilde adaya vali olarak atanmasına karar verilip,istek Babali’ye bildirildi.Osmanlı bu kararı tanımak zorunda kaldı. 1905’te Rumlar tekrar ayaklandı Yunanistan’a bağlanmak istediklerini söylediler. Girit Milli Meclisini toplayıp adayı Yunan Bayrakları ile donatıp bu yönde karar çıkardılar. Ancak talepleri Büyük Güçlerce reddedildi. Bununla birlikte Büyük güçler isyanı bastırmalarına karşın bastırana kadar bölgede kalan müslüman ahaliye katliamlara seyirci kaldılar. İsyan liderleri Venizelos ve savunucuları Yunanistan’a gönderildi. 1908’te 2.Meşrutiyet sırasında tekrar Milli meclis karar alsa da II. Abdülhamid’den kısa süre sonrası büyük güçlerin kuvvetlerinin Yunanistan lehine Girit’ten çekilmesiyle, 27 Temmuz 1909 tarihinde fiili olarak; I.Balkan Savaşı’nın kaybedilmesi akabinde 1913’te Girit resmi olarak da Yunanistan’a verildi.

II. Abdülhamid

 

 

Kuveyt’in özerklik kazanması (1899)

Berlin Antlaşmasından sonra Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçen İngiltere, Basra bölgesindeki faaliyetlerini farklı bir boyutta daha da artırmıştır. 1881 tarihli belgeden anlaşıldığına göre İngiltere’nin Basra’dan Necid’in sonuna kadar olan Osmanlı sahilinde nüfuzunu artırdı. 1885’e gelindiğinde İngiltere ve İran arasında Basra’nın İran’a bırakılması hususunda gizli bir anlaşmanın yapıldı. Zaten İngiltere’nin 1880’lerden itibaren Basra’daki faaliyetlerinin boyutunu 1880’de Bahreyn Şeyhi ile yaptığı anlaşma göstermektedir. Buna göre Osmanlı Devleti’nin burada hâkimiyetinin bulunmadığı iddia edilmekte ve Bahreyn’in bağımsızlığı istenmektedir. Daha sonra bu siyasetini bölgedeki diğer şeyhliklere de uygulamış ve şeyhlikler de İngiltere’den başka her hangi bir hükümetle ilişki kurmayacaklarını taahhüd etmişlerdir. Ayrıca buradaki aşiretlere ve kabilelere cephane ve silah satarak onları isyana hazırlamıştır.

İngilizlerin özel olarak desteklediği yerlerden biride Kuveyt Emirliğidir. Kuveyt emirliği Osmanlı’ya bağlı olmakla beraber idarede bağımsız sayılabilecek bir durumdaydı. Vergi vermeyen Kuveyt’te Osmanlı Devleti tarafından tayin edilen bir kadı bulunurdu. Kuveyt Emiri Mübarek el-Sabah, 23 Ocak 1899 tarihinde İngilizlerle gizli bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Kuveyt, İngiliz hükûmetinin izni olmaksızın hiçbir ülkenin siyasi temsilcisini kabul etmeyecek, topraklarından herhangi bir parçayı İngiltere’den başka bir devlete terk etmeyecek veya kiralamayacaktı. Bunun karşılığında çeşitli yardımlar ve silah alacaktı. Bu anlaşmayı kabullenemeyen Osmanlı ise İngilizlerle anlaşan Kuveyt Emiri’ne karşı rakibini destekledi. Almanların etkisiyle II. Abdülhamid, İbnürreşid’in Kuveyt’e saldırmasını emretti. II. Abdülhamid’i bu işe yönlendiren Alman İmparatoru, bu defa II. Abdülhamid’e başvurarak askerî birliklerini geri çekmesini istedi. Bu olaydan sonra Kuveyt’teki İngiliz nüfuzu dokunulmazlık kazanmış kadar oldu.

Amerika Birleşik Devletleri ve Filipinler (1899)

İspanya-Amerika Savaşı sonrası ABD Filipinleri İspanya’dan almıştı. Ancak Filipinliler İspanya gibi ABD’ye karşıda bağımsızlık savaşı başlattılar. 1899’da ABD Dışişleri Bakanı John Hay, ABD’nin Osmanlı Büyükelçisi Oscar Straus’tan, Sultan II. Abdülhamid’e, Filipinler’deki Sulu Sultanlığı’nda yaşayan Müslüman Tausug halkının İspanyollara karşı Amerikan egemenliği ve askeri yönetimine itaat etmesi için halife olarak buyruk vermesi talebinde bulunmasını istedi. Abdülhamid Straus’un talebini kabul etti ve Mekke üzerinden Sulu’ya gönderilen mektubu yazdı. Sonuç olarak, “Sulu Müslümanları … isyancılara katılmayı reddettiler ve kendilerini ordunun kontrolü altına aldılar, böylece Amerikan egemenliğini tanıdılar.” ABD Başkanı McKinley, 56. ABD Kongre’sinin Aralık 1899’daki ilk oturumunda yaptığı konuşmada, Sulu Sultanı ile yapılan anlaşma 18 Aralık’a kadar Senato’ya sunulmadığından, Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Abdülhamid’in Sulu Moros’daki barışın sağlanmasındaki rolünden bahsetmedi. Sultan Abdülhamid’in “pan-İslamcı” ideolojisine rağmen, Straus’un Sulu Müslümanlarının, Batı ile Müslümanlar arasında düşmanlık yaratmaya gerek duymadığı için Amerika’ya direnmemelerini söyleyen yardım talebini hemen kabul etmişti. Amerikan ordusu ile Sulu saltanatı arasındaki işbirliği, Sulu Sultanı’nın Osmanlı Padişahı tarafından ikna edilmesinden kaynaklanıyordu.

John P. Finley şunları yazdı:

“ Bu gerçekleri gereği gibi değerlendirdikten sonra, Sultan, halife olarak Filipin Adaları’ndaki Müslümanlara, dinlerine herhangi bir müdahale olmaksızın, Amerikalılara karşı herhangi bir düşmanlığa girmelerini yasaklayan bir mesaj gönderilmesine neden oldu. Amerikan yönetimi altında izin verilecekti. Morolar bundan daha fazlasını asla istemediklerinden, Filipin ayaklanması sırasında Aguinaldo (Filipin’in önce İspanya sonra ABD karşısında bağımsızlığı için mücadele eden kahramanı) ajanları tarafından yapılan tüm teklifleri reddetmeleri şaşırtıcı değil.Başkan McKinley, yaptığı mükemmel iş için Bay Straus’a kişisel bir teşekkür mektubu gönderdi ve başarısının ABD’nin sahada en az yirmi bin askerini kurtardığını söyledi. „
Halife konumundayken, Amerikalılar Filipinler’deki savaşları sırasında Müslümanlarla anlaşmalarına yardımcı olmaları için Abdülhamid’e yanaştı ve bölgenin Müslüman halkı, Abdülhamid’in Amerikalılara yardım etmek için gönderdiği emre uydu. Amerikalıların Moro Sulu Sultanlığı ile imzaladığı ve Saltanatın içişleri ve idaresinde özerkliğini garanti eden Bates Antlaşması, aradan 5 yıl bile geçmeden,ABD’nin Emilio Aguinaldo’nun başlattığı bağımsızlık savaşında Filipinlileri bozguna uğratıp savaşa sonra vermesi akabinde bizzat ABD tarafından Moroland’ın işgali ile ihlal edildi. ve Moro İsyanı (1899-1913)’nın patlak vermesine neden oldu. Şiddetli savaş 1904’de Moro Krateri Katliamı gibi Moro’daki Müslüman kadın ve çocuklara karşı işlenen vahşet eylemleri ile ABDlilerce bastırıldı.

Kısacası II. Abdülhamid bu yardımıyla hem Filipinler’in Moro Müslümanları ile birleşip ABD’ye karşı bağımsızlık savaşının başarıya ulaşmasını engellemiş hem de bölgede Moro ve Maguindanao Sultanlığı gibi müslüman devletlerin sona ermesini ABD’nin eline geçmesini sağlamıştır.

Alman desteği ve Çin Boxer Ayaklanması’nda Osmanlı faaliyetleri (1899-1901)

Üçlü İtilaf – Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya – Osmanlı İmparatorluğu ile gergin ilişkiler sürdürdü. Abdülhamid ve yakın danışmanları, İmparatorluğun bu büyük güçler tarafından eşit bir oyuncu olarak görülmesi gerektiğine inanıyordu. Sultan’ın görüşüne göre, Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa imparatorluğuydu ve Hıristiyanlardan çok Müslümanlara sahip olmasıyla belirgindi. Zamanla Fransa (1881’de Tunus’un işgali) ve İngiltere’den (1882’de Mısır’da fiili kontrolün kurulması) gösterilen düşmanca diplomatik tutumlar, Abdülhamid’in Almanya’ya yönelmesine neden oldu. Alman Kayzeri 2. Wilhelm, İstanbul’da iki kez Abdülhamid tarafından ağırlandı; ilk olarak 21 Ekim 1889’da ve dokuz yıl sonra 5 Ekim 1898’de. (II. Wilhelm daha sonra 15 Ekim 1917’de V. Mehmed’in konuğu olarak İstanbul’u üçüncü kez ziyaret etti). Alman subayları (Baron von der Goltz ve Bodo-Borries von Ditfurth gibi) Osmanlı ordusunun örgütlenmesini denetlemek için görevlendirildi. Alman hükümet yetkilileri, Osmanlı hükümetinin maliyesini yeniden düzenlemek için getirildi. Ek olarak, Alman İmparatoru’nun üçüncü oğlunu halefi olarak atama konusundaki tartışmalı kararında II. Abdülhamid’e danışmanlık yaptığı söylentisi vardı. Ancak Almanya’nın dostluğu karşılıksız değildi ve çıkar üzerine kurulu yanı vardı; Almanya’ya yardımı karşılığında demiryolu ve kredi imtiyazları sağlanıyordu. 1899’da, önemli bir Alman arzusu olan Alman mallarının Ortadoğu ve Afrika bölgelerine rahatça satım ve dağıtımını da hedefleyen bu yönde gerek Alman ve gerek Osmanlı arzularının örtüştüğü Berlin-Bağdat demiryolunun inşası sultanca kabul edildi.

Öte yandan bu ittifakı sınayan olaylarda ortaya çıktı. Bunlardan birinde Alman İmparatoru 2. Wilhelm Çinde sömürgelerinde Çinli Müslüman birlikleriyle sorun yaşadığından Sultan’dan yardım istedi. Boxer Ayaklanması sırasında, Çin Gansu Ordusuna bağlı Çinli Huili Müslümanlardan oluşan Kansu Braves (Gansu Cesurları) birlikleri, ülkelerini ekonomik açıdan sömüren, sömürgecilik yapan diğer Sekiz Devlet İttifakı güçlerinin içindeki Alman Ordusuna karşı da savaştı ve onları da bozguna uğrattı. Müslüman Kansu Braves ve Boxerleri, 1900 yılında Seymour Seferi’nde Langfang Muharebesi’nde Alman yüzbaşı Guido von Usedom liderliğindeki İttifak kuvvetlerini yendi ve Uluslararası Elçilik Kuşatması sırasında kapana kısılmış İttifak kuvvetlerini kuşattı. İttifak güçleri, Pekin Muharebesi’nde Çinli Müslüman birliklerle savaşmayı ancak Gazale Seferi’ndeki ikinci girişimde başardı. Kayzer Wilhelm, Çin Müslüman birliklerinin Boxerlerle birlikte bu başarıları karşısında o kadar telaşlandı ki, Abdülhamid’den Müslüman birliklerin savaşmasını durdurmanın bir yolunu bulmasını istedi. Abdülhamid, Kayzer’in taleplerini kabul etti ve 1901’de mirliva Hasan Enver Paşa’yı (Enver Paşa ile karıştırılmamalıdır. Bu kişi Prusya’nın Polonya’yı işgali üzerine başlayan ayaklanmaya katıldıktan sonra Osmanlı’ya sığınan ve Mustafa Celaleddin adını alarak Osmanlı ordusunda görev yapan Kostantin Borzecki’nin oğludur) Çin’e gönderdi, ancak o zamana kadar isyan bitmişti. Neticede heyet kısa zaman sonra geri döndü. II. Abdülhamid, Avrupa uluslarına karşı bir çatışma istememekteydi ve Osmanlı İmparatorluğu, Alman yardımını almak için kendini Almanlara sevdirdiği için, Çinli Müslümanlara Çin’den yabancı güçlerin atılması için mücadele veren boksörlere yardım etmekten kaçınmaları yolunda Osmanlı Halifesi sıfatıyla II. Abdülhamid tarafından bir beyanat yayınlandı ve bu beyanat İngiliz yönetimindeki Mısır ve Müslüman Hint gazetelerinde basıldı.

Theodor Herzl ile görüşmesi (1901)

Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesini amaçlayan siyonist lider Theodor Herzl, 17 Mayıs 1901 tarihinde II. Abdülhamid ile görüştü. Bu görüşmede Herzl’e bir Mecidiye Nişanı verildi. II. Abdülhamid ile görüşmesinden sonra konu hakkında Daily Mail gazetesine mülakat veren Herzl, görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulayıp Yahudilerin II. Abdülhamid’den daha iyi bir dostu ve seveni olmadığını ifade etti. II. Abdülhamid, belirli bir yerde toplu hâlde olmamak şartıyla Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelmelerini kabul etti ancak Filistin’e yerleşim konusunda bir adım atmadı. Herzl’in asıl isteği ise Yahudilerin doğrudan Filistin’e yerleşmesini sağlamak idi. Bunun karşılığında da Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödeyecekti. II. Abdülhamid, Yahudilerin dağınık bir şekilde Mezopotamya’ya yerleşmelerini teklif etti ancak bu teklif Herzl tarafından kabul edilmedi. Çünkü Herzl, ilave yerleşim yeri olarak Filistin, Hayfa ve çevresini istemekteydi. Konu hakkında Osmanlı Arşivleri’nde bulunan belgelerde, II. Abdülhamid’in Herzl’i huzurundan kovmadığını ve Padişahın Yahudilerin yerleşimi için Mezopotamya’yı teklif ettiğini göstermektedir.

Rus Konsolosu Rostkovski’nin öldürülüşü (1903)

8 Ağustos 1903 tarihinde Manastır’da üzerinde resmî kıyafeti olmadan gezen Rus Konsolosu Rostkovski, karakol önündeki Osmanlı askerinin kendisini selamlamadığını fark edince elindeki kamçı ile hiddetli bir şekilde, nöbet tutan askere yaklaşıp kendisini neden selamlamadığını sordu. Türk kaynakların belirttiği üzere Rus Konsolos elindeki kamçı ile Osmanlı askerine vurdu. Konsolosun dilini anlamayan ve azarlanan nöbetçi Osmanlı askeri tüfeğiyle ateş ederek Rus Konsolos Rostkovski’yi orada öldürdü. Yaşanan bu olay II. Abdülhamid’i endişelendirince sert tedbirlere başvuruldu ve Osmanlı askeri Halim yargılandı. II. Abdülhamid mahkemeyi takip eden Hüseyin Hilmi Paşa’ya Rus Konsolosun öldürülmesi nedeniyle iki Osmanlı askerinin idamının derhal uygulanmasını emretti. Rus Konsolosu öldüren Osmanlı askeri Halim’in yanı sıra yanında bulunan diğer nöbetçi asker olan Abbas da cinayeti önleyemediği için 4 günde tamamlanan yargılamanın ardından Rus Konsolosu öldüren asker ile birlikte idam edildi. Rus Konsolosun Osmanlı askeri Halim’e küfrettikten sonra öldürüldüğünü söyleyen bir asker ise 15 yıl ve Tevfik adlı bir temizlik görevlisi de 5 yıl hapis cezası aldı. Ayrıca nöbetçi asker Halim’in bölük komutanı ile öldürülen Rus Konsolos hakkında kötü konuşan iki Osmanlı teğmeni de meslekten uzaklaştırıldı. Bölgede nahiye müdürü olarak görev yapan Hasan Tahsin Bey, Rus Konsolosun nöbetçi askeri tokatlaması sonucu cinayetin işlendiğini belirtir. Bir subayın ifadesine göre ise Rus Konsolos, nöbetçi askeri elindeki kamçı ile dövmüş ve asker de bunun üzerine ateş etmişti. Manastır Rus Konsolosu Aleksandır Rostkovski’nin öldürülmesinin ardından Rusya, İğneada açıklarına donanma göndererek Osmanlı Devleti’ne ültimatom verdi.

Bulgar Çetelerinin saldırıları, İlinden-Başkalaşım İsyanı (1903) ve Mürzteg Antlaşması

Her ne kadar 1890’larda ortada sözde özerk, özde bağımsız bir Bulgaristan Prensliği olsa da, Bulgarlar Doğu Rumeli Vilayetini öyle veya böyle elde etmiş olsalarda Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Bulgarların ve Balkan Devletlerinin talepleri bitmemişti. Makedonya ve Trakya’da pek çok örgüt kuruldu. Bunlardan biri Yüksek Makedon-Edirne Komitesi idi. Bu komite İlinden ayaklanması öncesinde Pirin Dağı ve Gorna Djumaya “Yukarı Cuma”(Blagoevgrad)’da 28 Eylül-1 Kasım 1902 arasında gerçekleşen bir ayaklanmaya imza attı. Bulgar Prensliği büyük güçlerden (Düvel-i muazzama’dan) gelen baskı nedeni ile ayaklananlara açık bir yardım yapmadı. Ayaklanma Hüseyin Hilmi Paşa yönetimindeki Osmanlı birliklerince bastırıldı. 2000’e yakın Bulgar çete mensubu Bulgar Prensliğine kaçtı.

Öte yandan Selanikli Gemiciler adı ile kurulan bir Bulgar terör örgütü (1898-1903) Edirne Vilayeti, Makedonya ve Selanik’te otonomi veya Bulgaristan Prensliği’ne bağlanma bu amaçla Düvel-i Muazzama’nın dikkatini çekmek için bombalı saldırılarda, terör eylemlerinde bulundular. Örgütün kurucularının çoğu Selanik Bulgar Erkek Lisesi mezunuydu.1899’da Ermenilerle birlikte Abdülhamit’e suikast, 1900’de ise Osmanlı Bankasının Selanik ve İstanbul Şubelerini havaya uçurmayı planladılarsa da planları ortaya çıktı. 18 Eylül 1900’de Osmanlı polisi, patlayıcıları taşıyan bir grubun üyesini yakaladı ve daha sonra Merdjanov, Sokolov ve Pavel Shatev’in de aralarında bulunduğu tüm grup tutuklandı. 1903’te ise Selanik bombalamaları denen planı yaptılar.28 Nisan 1903’te grubun bir üyesi olan Pavel Shatev, Selanik limanından çıkmakta olan Fransız gemisi “Guadalquivir”i dinamit kullanarak patlattı. Bombacı diğer yolcularla birlikte gemiyi terk etti, ancak daha sonra Üsküp tren istasyonunda Türk polisi tarafından yakalandı. Aynı gece, diğer grup Dimitar Mechev, Iliya Trachkov ve Milan Arsov, Selanik-İstanbul arasındaki demiryolunu tren geçisine yakın bombalasa da, şans eseri lokomotife ve geçen bir trenin vagonlarından bazılarına zarar veren bombalamada hiçbir yolcu yaralanmadı. Ertesi gün, Selanik’teki büyük baskının başlaması için işaret, kentin elektrik ve su tedarik sistemlerini kapatmak için patlayıcılar kullanan Kostadin Kirkov tarafından verildi. Jordan Popjordanov (Orceto) adlı bir başka örgüt uyesi ise, bir “gemici”nin daha önce bir tünel kazdığı bir Osmanlı Bankası ofisinin binasını havaya uçurdu. Milan Arsov, “Alhambra” Café’ye bomba attı. Aynı gece örgüt üyeleri Kostadin Kirkov, İliya Bogdanov ve Vladimir Pingov şehrin farklı yerlerinde bombalar patlattı. Dimitar Mechev ve Iliya Truchkov, gaz üreten bir tesisin rezervuarını patlatmayı başaramadı. Daha sonra, Mechev ve Trachkov’un 60’tan fazla bomba kullandığı ordu ve jandarma kuvvetleriyle yapılan bir çatışmada kendi karargahlarında öldürüldüler. Jordan Popjordanov 30 Nisan’da öldürüldü. Mayıs ayında Kostadin Kirkov bir postaneyi havaya uçurmaya çalışırken öldürüldü. Görevi yerel valiyi öldürmek olan Zvetko Traikov, yakalanmadan hemen önce bombayı patlatıp üzerine oturarak intihar etti. Yine bu eylemlere destek niteliğinde Bulgar anarşist ve çetecilerinin başkaca eylemleride oldu Budapeşte’den İstanbul’a giden günlük ekspres, 28 Ağustos’ta Kuleliburgaz yakınlarında havaya uçuruldu.7 kişi öldü 15 kişi yaralandı.Avusturya-Macaristan nehir ve deniz buharlı gemisi Vaskapu’nun gemisinde ikinci terör eylemi 2 Eylül’de meydana geldi. Geminin patlaması, Tuna nehri ile Karadeniz limanları arasındaki İstanbul’a kadar meşguliyetin olduğu gemilerle yolcu trafiğinin başladığı zamana kadar uzanıyordu. Örgüt üyesi Zahari Stoyanov’un yakın akrabaları olan saldırganlar Kaptanı, iki subayı, altı mürettebatı ve 15 yolcuyu öldürdü ve gemiyi ateşe verdi. Ivan Stoyanov ve Stefan Dimitrov da patlamada öldü.Esasında 9 Eylül’de İstanbul limanına dört geminin patlatılarak saldırılması planlanmıştı: “Vaskapu”nun yanı sıra, bunlar Avusturya-Macaristan “Apollo”, Alman “Tenedos” ve Fransız “Felix Fressinet” idi. Ancak Vaskapu’nun erken patlatılması nedeniyle plan başarısız oldu. Örgüt 1903’te Selanik bombalamalarının ardından sıkı yönetim ilan edilip liderlerinin yakalanması, bir kısmının idam edilip bir kısmının tutuklanıp Fizan’a sürülmesi ile ortadan kaldırılmıştır.

Bütün bunlar yaşanırken Edirne ve Makedonya’da özerk bir devlet kurmak amacıyla Osmanlı topraklarında İç Makedon Devrimci Örgütü (İMDÖ) adlı bir örgüt 1893’te kuruldu. Örgüt Osmanlı İmparatorluğu’na ve bölgedeki askerlerine karşı vur-kaç saldırıları vs. ile silahlı ve terörist bir mücadele içinde olup Bulgar Prensliği’nden yardım alır duruma gelmişti. Başlangıçta tüm Makedonya halkları için özerk bölge peşinde olan örgüt özellikle 1896 sonrası sadece Bulgarların çıkarlarını gözetir ve yaptığı gerilla müdadeleleri zorlama vs. ile devlet içinde devlet olup halktan vergi alır hale bile geldi. 1903 yılının Ağustos ayında Makedonya, Trakya’da Istranca dağlarında, Yunanistan’ın Makedonya kısmına gelen Osmanlı topraklarında ayaklanma çıkardılar. Yaklaşık 25.000’den fazla örgüt militanı, üyesinin dahil olduğu silahlı ayaklanma Kasım ayında ancak bastırılabildi.30.000’den fazla kişi Bulgar Prensliği’ne kaçtı. Ayaklanan çetecilerden bazıları Istranca Cumhuriyeti, Kruşevo Cumhuriyeti diye bir geçici devletçikler bile kurmaya çalışsa da buraya sevk edilen Osmanlı birlikleri bunu engelledi. Ancak pek çok köy çatışmalarda harabeye döndü.

Bu çatışmalara ve yapılanlara karşın Bulgar tarafı ve İMDÖ üyeleri Osmanlı Devletini köy yakma ve katliam yapma zorla tehcir,tecavüz gibi suçlamalarla da suçlamıştır. İsyanların bastırılması sırasında Osmanlılarda da 5328 asker şehit olmuştur.

Bununla birlikte İMDÖ isyan başladıktan sonra özellikle Bulgaristan’dan askeri yardım talebinde bulunup müdahale etmesini istediyse de Bulgaristan bu konuda yardım edemeyeceğini belirtti, Sırbistan, Karadağ’dan beklenen yardımları alamadı, bastırılması akabinde kendi milis dediği güçlerini fesh etmek zorunda kaldı.

Öte yandan Rus Çarı, 1903 Ekiminde Avusturya-Macaristan İmparatoru’nu ziyareti esnasında Mürzsteg Av Köşkü’nde bir araya geldi ve görüşmeler sonrası Osmanlı Imparatorluğu’na Makedonya’daki sorunları çözmesi ile ilgili bir ortak muhtıra gönderip reform yapmasını istediler. Netice olarak Büyük güçlerin, baskısı ile II.Abdülhamit Kasım 1903’te Mürzsteg Muhtırası’nı dikkate alacağını bildirip, Rumeli’de Hristiyan halk üzerinde reformlar yapmaya karar verdi.Osmanlı Imparatorluğu’nun Balkan topraklari ve Makedonya’daki egemenliğini tehdit etmektesine karşın 2. Abdülhamit’in muhtırayı kabul edeceğini bildirmesi ile Mürzteg muhtırası Mürzsteg Antlaşması halini aldı.

Bu Mürzsteg Antlaşmasında Rus Çarı ve Avusturya Macaristan İmparatoru, Osmanlı Makedon vilayetlerinde yönetim, yargı ve yerel jandarma reformunu denetlemek üzere bir Rus ve bir Avusturya-Macaristan sivil temsilcisinin atanmasını talep etmekteydi. Bütün bu reform yapacak kurumlarda Hıristiyanlar yer alacaktı. Kasım ayında Abdülhamid’in teklifi kabul etmesinden sonra, Rusya N. Demerik’i ve Avusturya bir G. Müller’i temsilci seçti. Temsilciler 1904’ün başlarında Makedonya Başmüfettişi Hüseyin Hilmi Paşa’nın emrinde çalışmaya başladılar. Mürzsteg programı uyarınca, her Büyük Güç, her ilde jandarma reformundan sorumlu Osmanlı yetkilisine bir danışman memur atadı. Avusturya-Macaristan, Selanik Sancağına Rusya, Üsküp Sancağına, Fransa Serez Sancağına ve İngiltere, Drama Sancağına bir danışman atadı.

Ancak Rus-Japon Savaşı’ndaki (1904-05) yenilgiden sonra Rusya, Balkanlar’daki etkisinin çoğunu kaybetti. Bu arada Avusturya Macaristan iyice Osmanlı tarafına çekildi. Avusturya-Macaristan, 1907’de antlasmadaki yargı reformlarını desteklemekten vazgeçip reddetti ve Osmanlı yetkilileri de mali reformlarda direniş gösterdi.1908’de II. Abdülhamid, Mitroviça’dan Selanik’e, Avusturya-Macaristan’ın lehine ve Mürzsteg Anlaşması’nı ihlal etse de bir demiryolu inşasını onayladı. Avusturya Macaristan’ın bunun gibi diplomatik ekonomik manevralarla iyice Osmanlı yanına çekilmesi ile sonrasında Osmanlı hükümetinin Mayıs 1909’da Makedonya’daki Uluslararası Mali Kontrol Komisyonu’nu kapatmasıyla anlaşma resmen iptal edildi.

II. Abdülhamid

 

Suikast girişimi (1905)

Ermeni Devrimci Federasyonu’nca (Taşnaklar), 1905’te ince bir planla bu suikast yapılmaya çalışılmıştır. Bir görüşe göre Taşnakların suikastı yapmaktaki amacı, kendilerine bağımsız devlet olma önünde engel olarak gördükleri II.Abdülhamit’ten kurtulma; bir diğer görüşe göre Ermenilere Hamidiye alayları ile katliam yapmakla itham ettikleri II.Abdülhamit ve Osmanlı’dan bir intikam alma; diğer bir araştırmacı tarih Profesörü Vahdettin Engin ve Erhan Afyoncu’nun iddialarına göre ise Osmanlı İmparatorluğunu kaosa sürükleme planının küçük ama önemli bir parçasıdır. Afyoncu ve Engin’e göre bu plana doğrultusunda önce padişaha suikast düzenlenecek, sonra da hükümet merkezi, Galata Köprüsü, Tünel, Osmanlı Bankası, yabancı büyükelçilikler ile diğer bazı özel ve resmi müesseseler havaya uçurulacaktı. Böylece müthiş bir kargaşa ve ihtilal çıkarılarak İstanbul kaos içinde bırakılacak, ardından Avrupa devletlerinin müdahalesi sağlanacaktı. Bununla birlikte bu suikastın yapılmasına planlanan amaç hala belirsizliğini korumaktadır. Ancak bilinen olgu Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar)’ın bu bombalı suikastı yapması için Belçikalı anarşist görüşe sahip olduğu bilinen Edward Joris adlı kişi ile birlikte hareket ettikleridir.

21 Temmuz 1905 günü Osmanlı padişahı II. Abdülhamit’e karşı tarafından Yıldız Hamidiye Camii önünde Cuma selamlığından çıkışta patlaması için 120 kg bomba içeren bir düzenek kuruldu. Ancak Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin Sultan Abdülhamit’e bir soru sorarak geciktirmesi üzerine bomba Sultan Abdülhamit’in etki alanı dışındayken patladı ve padişah hiçbir zarar görmeden kurtuldu. Patlama sonucu civardaki halk arasında 26 kişi öldü ve 58 kişi yaralandı. Olaydan sonra yapılan araştırma sonucu olaya karışan 40 kişinin kimlikleri belirlendi. Bunlardan 15 kişi yakalanarak tutuklandı. Belçika vatandaşı Edward Joris’in suikast girişiminin lideri olduğu sonucuna varıldı. Belçika ile Osmanlı İmparatorluğu arasında diplomatik kriz patlak verdi. Ancak İdama mahkum edilen Edward Joris Belçika’ya iade edilmedi.2 yıl hapis yattıktan sonra affedilip serbest bırakıldı. Hatta bu kadarla da kalmadı. II. Abdülhamid onu kendi hizmetine aldı. Gerçekten de Jorris, Abdülhamid’le bilvasıta görüşmüş ve çok geçmeden de onun gizli ajanı olarak 500 altın harcırahla Avrupa’ya dönmüştür. Anlaşılan hayli de hizmet yapmıştır. Dünya tarihinde belki de ilk defa bir suikastçı, suikast düzenlediği kişi tarafından affedilmiş, üstüne üstlük işe alınarak ödüllendirilmiştir.

Tevfik Fikret gibi sözde vatan şairi olarak adlandırılan bazı düşünürlerin ne yazık ki bu suikastten II. Abdülhamid’in sağ kurtulması pek hoşuna gitmemiş hatta bu konuda “Bir Lâhza-i Ta’ahhur” (Bir Anlık Gecikme) adlı şiir bile yazmıştır. Bu durum ayrıca büyük haklı bir eleştiri konusudur.

Vergi İsyanları (1906-1907)

2.Abdülhamit’in hızlıca güç kaybetmesi ve 2.Meşrutiyet isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)’nin başarıya ulaşmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri 1906-1907 yıllarında Kastamonu, Samsun Erzurum gibi pek çok bölgede çıkan Vergi İsyanları (Ayaklanmaları) olmuştur. Halk desteğinin kaynaklarından biri de burası olmuştur. Zira Düyunu Umumiye ve Reji idarelerinin Osmanlı gelirlerine el koyması neticesi, bütçe ve mali disiplin sağlanmaya çalışılsa da giderek artan giderler karşısında Osmanlı maliyesi ve 2.Abdülhamit’te çarelerden birini de vergileri arttırmak olarak öngörmüştü. Osmanlı’da 2.Abdülhmait döneminde de halkın büyük kesimi kırsalda yaşamaktadır. Şehirlerdeki nüfus azdır sanayi üretiminden çok tarımsal üretim esastır. Osmanlı’da her ne kadar uygulanan politikalarla uygulanan politikalar sonucunda hububat üretimi 1888-1911 yılları arasında % 51 oranında artarken, tütün üretimi % 191, incir üretimi % 122, fındık üretimi % 217, ipek kozası üretimi % 122 ve Adana bölgesindeki pamuk üretimi % 472 oranında artmıştır. Tarım ürünlerinin ihracat içindeki payı 1889’da % 18, 1907’de % 22’ye ve 1913’de % 27’ye yükselmiştir. Öşür vergilerinde de artış vardır ancak çiftçi ve küçük esnaf hiçte iyi durumda değildir, kendi gelirlerinde bir artış yoktur.

Uygulamada çiftçiden %12,5 oranında ürününden aşar vergisi alınırken 1903’te 2.Abdülhamit Döneminde 2 verginin daha köylüden alınmasına karar verilir. Bunlardan biri Vergiyi Şahsidir. Kişilerin servet durumuna bakılmaksızın, köylü ve şehirli ayrımı yapılmaksızın gelir seviyelerine göre alınmasına karar verilmiştir. Buna göre, yirmi yaşından yetmiş beş yaşına kadar olan herkes üç kategori dahlinde sırasıyla vergi ödemesi öngörülmüştür.1904’te vergi yükü, kırsal kesimde köylüler, kasabalarda zanaatkarlar ve esnaf, şehirlerde ise tüccarlar için dayanılmaz bir hal almış bulunuyordu, bir kısım çiftçi topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Bunun yanında birde köylünün sahip olduğu evcil hayvanlar üzerinden Hayvanat-ı ehliye rüsumu (bir nevi Ağnam resmi) alınmasına karar verildi. Buna bir de vergi toplamakla yükümlü mültezimlerin keyfî açgözlülükleri eklenince durum vergi mükellefleri açısından iyiden iyiye zorlaşıyordu. Özellikle Anadolu’da mültezim sistemi halen uygulamadaydı, kolluk kuvvetlerinin yardımı ile mültezimler borcunu ödemeyen halkın mal varlığına el koymakta ve şiddet uygulamaktadır. Öte yandan tahsilatlarda da kendilerine verilen oranların çok üstüne çıkmaktadır. Mültezimler toplanan paradan alması gerekenden fazlasını alıp bunu vali ve diğer idarecilere aktarmakta, Erzurum valisi gibi valilerin bir kısmı da toplanan paranın tamamını kamu hizmetlerinde kullanmak yerine bunun yüzde 25’ini İstanbul’a gönderip kalanı kendi zimmetlerine getirmeye çalışmaktadır. Kısaca 2.Abdülhamit dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nda idarecilerin yolsuzlukları halkın diline düşmüş durumdadır.

İlk hoşnutsuzluklar İzmir’de 1904’de Temettü Vergisi toplanması sırasında başlar, verginin alımı bir süreliğine durdurulur. Ardından her ne kadar Osmanlı’nın Rum vatandaşlarından gelse de Şubat 1905’de Hayvan rüsumunun kaldırılması yolunda Midilli adasında protestolar yapıldı, telgrafhanelerden Babaali’ye bunun kaldırılması yönünde mesajlar çekmiştir. Ardından olaylar 25 Mart 1905’de Arnavutluk -İşkodra, 13 Nisan 1905’de Basra ve 28 Haziran 1905’de Trablusgarb’a sıçrar. Yine telgrafhanelerden protesto telgrafları çeker. 1905-1906 kışı ise Anadolu’da normalden daha soğuk geçmiştir. Soğuk geçen kış köylünün,esnafın çok daha büyük zorluklar yaşaması yanında 1906’da isyanların iyice büyümesine ve radikal bir hal almasına sebep olacaktır.

Kastamonu’da halkın telgraf çektiği vilayetlerden biridir ancak 1905-1906 kışında Babaali tarafından somut adım atılmaması neticesinde, ilk ciddi Vergi İsyanı burada çıkar. Halk önce Belediye Seçimlerini boykot eder ardından seçimleri boykot gerekçesi için orduya temsil yollayan halk askeriyeden belediyenin hesapları denetlemesini ister. Halk hem Vergiyi Şahsi’nin derhal kaldırılmasını istemekteydi hem de Kastamonu valisinin sahip olduğu servete karşın tek kuruş vergi vermemesine tepkiliydi,21 Ocak 1906’da 32 esnaf bu konuda saraya telgraf çekse de bir cevap alamadı. Olaylar iyice büyüdü esnaf kepenk kapatmış halk meydanlara inmişti. 10 günden fazla süre devam eden eylemde halk vali Enes Paşa’nın istifasını istedi. Valinin anlaşmak için gönderdiği heyet esir alındı, askerler ise kitleyi dağıtmayı reddetmekteydi. Nihayet 1 Şubat günü vali görevden alındı. Saray isyanı çıkaranlar hakkında soruşturma açılmasını istesede atanan vali Ali Rıza Paşa soruşturma açmayı reddedip istifa etti. Bu arada olaylar Sinop’a sıçradı Sinop halkı mutasarrıf (kaymakam)’ın yolsuzluk yaptığı ve vergilerin kaldırılması istemiyle gösteri yaptı kaymakam İstanbul’a giden bir gemiye kaçıp halkın elinden zor kurtuldu. Trabzon’da çıkan ayaklanma askeri birliklerce zorlukla bastırıldı, vali kentten ayrılmak zorunda kaldı. Protestolar 1906 yılı boyunca bir kaç kere daha Trabzon Vergi karşıtı gösterilere sahne olacaktır. Bitlis, Samsun, Ankara, Sivas, Giresun, Kayseri, Aydın, Muğla, Van, Muş ve Diyarbakır’a çıkan ayaklanmalar ise ordu tarafından zorlukla bastırıldı ve şehirlerin bir kısmında yolsuzluk yaptığı belirtilen vali ve mutasarrıf idareciler görevden alındı, Makedonya ve Musul’a da isyanlar sıçradı.

Öte yandan en etkili ayaklanma ise Erzurum’da yaşandı.Şubat 1906’da halk ayaklandı ve 1902’den beri Vergilere el koyup kentte hiç bir faaliyet yapmayıp saraya gönlünü hoş tutmak için para aktaran Nazım Paşa’nın istifasını, Vergi’yi şahsi ve Hayvanı Ehliye’nin kaldırılmasını ve İstanbul’a vergi gönderilmemesini istediler. Nazım Paşa durumu Babaali’ye bildirdi ve gelen emirde ne pahasını olursa olsun vergilerin toplanması istendi. İTC bu arada Erzurum’da durumdan istifade edip örgütlendi.Nazım Paşa’nın halkı asker ile dağıtma girişimi ise başarısız oldu, olayarın iyice kontrolden çıkmasına neden oldu. Vali müftüden yardım istesede müftü valiye halkın haklı olduğu yapılan uygulamaların şeriata da aykırı olduğu görüşünü bildirdi. Vali ve emniyet güçleri, güç kullanımına rağmen dağılmakta direnen halk karşısında şehrin kontrolünü kaybetti. Çaresiz kalan Babaali, Diyarbakır valisini Erzurum’a; Erzurum valisini Diyarbakır’a gönderdi. Vergilerin alınmasının geçici olarak durdurulduğunu belirtti. Ekim 1906’da ise bu defa Mart 1906 ayaklanmasının liderlerinin yakalanıp sürgüne gönderilmesinin istenmesi üzerine ayaklanma çıktı. Askeri birlikler bu sefer iyice gösterileri bastırmak için harekete geçti, ateşe açtı, halkta askere karşılık verdi. Halktan ve askerlerden pek çok yaralanan ve ölen oldu. Vali hapsedildi. Günlerce süren olaylar 25 Mart 1907’de II.Abdülhamit’in bu iki vergiyi kaldırmayı kabul etmesi ile sona erdi. Ancak Erzurum II.Abdülhamit’e karşı direnişin merkezi haline gelmişti.

1908’de saray, Erzurum’daki isyanı örgütleyenlerin bir kısmını yakaladı. 28 Ocak 1908’de başlayan mahkemede 1906 ayaklanmasının elebaşları yargılandı. Mahkemeye çıkarılan 90 kişiden 8 kişiye idam, 18 kişiye müebbet hapis verildi. Diğer sanıklar daha küçük cezalara çarptırıldılar. Netice olarak bu isyanlar II. Abdülhamit’in halk desteğini kaybetme ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Meşrutiyeti geri getirme girişiminin başarıya ulaşma sebeplerinden biri oldu.

İkinci Meşrutiyet (1908)

Birinci meşrutiyet sonrasında Jöntürkler ve pek kişi yakalanmamak için yurtdışına kaçmıştı. Toprak kayıpları, Abdülhamid’in örfî ve keyfi bulunan idaresine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889’da gerek eski Jöntürkler ve gerekse 2.Abdülhamit Muhaliflerince İttihat ve Terakkî Cemiyeti (İTC) kuruldu. İTC askeri birliklere kadar toplumun her kesiminden üye toplamaya başlamıştı.

1895’e kadar çeşitli kendine ait yayın organlarında hükümeti suçlayıcı yazılarla bildiriler dağıtan hükümeti basiretsizlikle suçlayan cemiyet ; 1896’da 2.Abdülhamit’i devirmek için girişimde bulunsada bu girişim teşebbüs aşamasında fark edilip engellendi. Yinede muhaliflere ağır cezalar yerine kitlesel olarak sürgün cezası uygulanmıştır.2.Abdülhamit dönemindeki en büyük ve kitlesel sürgün bu darbe teşebbüsü sırasında yapılmıştır.

1902-1903 yılında planlanan darbe girişimi ise gerçekleştirilemedi. İTC belli şartlar altında Abdülhamit’e muhalif bazı kimseler ve platformlarla da ortaklık yapmaktan çekinmemiştir. Bunlardan biri de ayrık görüşleri ile tanınan Prens Sabahattindir. Özellikle 1902-1903 gerçekleştirilemeyen darbe girişiminde Prens Sabahattin’inde İTC ile görüşüp planlama yaptığı belirtilmektedir. Ancak Prens Sabahattin’in dış desteklerinin özellikle İngiliz desteğinin olduğu düşünüldüğünde, bu gerçekleştirilemeyen vazgeçilen darbe girişiminde Yunanlılar, İngilizlerin yardım vadedip etmediği de ayrıca tartışma konusudur. 1908’de örgüt özellikle Rumeli’de gizli şekilde pek çok yerde örgütlenmiş haldeydi.Ordudan da pek çok genç subayı yanına çekmişti.09 Haziran 1908’de Reval Görüşmeleri Rus Çarı ve İngiltere Kralı arasında gerçekleşti. Görüşmelerde Osmanlı topraklarında imparatorluğu reforma zorlama kararı çıksa da, anti alman cephesi kurulumu üzerine görüşmeler yapılıp bazı konularda anlaşma sağlanamamasa da, her hangi bir açıklama yapılmaması bu görüşmelerden Rus Çarı ile İngiltere Osmanlı topraklarının bölünmesi parçalanması üzerine gizlice anlaştı izlenimini bazı İTC ve subayları nezdinde doğmasına yol açtı. Bu görüşmeler bazı İTC üyelerince de kendi lehlerine kullanıldı. Zira İTC içindeki bir küçük grup Batılı fikir ve kavramların etkisi altında…, Osmanlı İmparatorluğu’nun, üzerine çöken yozlaşma ciddî tedbirlerle dizginlenmediği takdirde, batacağına inanmıştı” Bu durumu 2.Abdülhamit’in pasif politikasına bağlayan bazı yöneticilerde ona karşı ayaklanma faaliyetlerini hızlandırmaya karar verdi. Bu da isyanı tetikleyen olaylardan biri oldu. Neticede 03 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakkî yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. 2.Abdülhamit en güvendiği generallerden Şemsi Paşa’yı görevlendirip ivedilikle hareket edip isyanı bastırmasını istedi. Bu isyan eden askerler ve İttihad Terakki üzerinde panik yaratsada Şemsi Paşa’nın korumalarından en yakın tanıdıklarına kadar pek çok kişiyi İttihad Terakki saflarına katmıştı. Manastır’a isyanı bastırma için ulaşan Şemsi Paşa 7 Temmuz 1908’de yine İTC üyesi mülazım Atıf Kamçıl tarafından öldürüldü. Manastır Jandarma Komutanı Refet Bele’ye bu görev verildi ancak oda İTC üyesiydi ve oyalama görevi kendisine verilmişti. Sonrasında 10 Temmuzda bu iş için Müşir Tatar Osman Paşa 2.Abdülhamit’çe görevlendirildi. Ancak orduda durum artık iyice İTC lehine dönmüş ve askerde disiplin namına bir şey kalmamıştı. 22-23 Temmuz 1908 gecesi Ohrili Niyazi Bey’in önderliğinde iki bin kişilik bir kuvvet, Müşir Tatar Osman Paşa’nın kaldığı konutu sarıp basar ve onu dağa kaldırır. Ortada İTC’yi Rumeli’de durduracak bir doğru düzgün 2.Abdülhamit yanında subay kalmadığı gibi kimin 2.Abdülhamit yanından kimin İTC yanında olduğuna dair bir açıklıkta kalmaz hale gelmiştir. Yaşanan bu baskılar ve olaylar üzerine 2.Abdülhamid, 24 Temmuz 1908’de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis, 17 Aralık 1908’de açıldı.Ancak artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî muhaliflerinin baskıları sonucunda 13 Nisan 1909’da İstanbul’da isyan çıktı. Rumî takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu isyan, 31 Mart Vak’ası olarak bilinir. Selanik’te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul’a girerek isyanı bastırdı.

İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldu. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918’de parlamentoyu kapattı.

Tahttan indirilişi (1909)

12 Nisan’ı 13 Nisan’a bağlayan gece, Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburu’na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan’ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti isyancılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükûmet üyeleri tek tek istifa etti. Normal olarak 2.Abdülhamit’e bağlı başında Mahmut Muhtar Paşa’nın olduğu 30.000 kişilik Hassa alayı vardı. Ancak ne 2.Abdülhamit ne Mahmut Muhtar Paşa bu alayları harekete geçirmediği gibi bu kuvvetlerin de bir kısmının asilere katılmaları önlenememiştir.

Hatta asilerin baskısı ile Mahmut Muhtar Paşa istifa etmiş, konağı asiler tarafından abluka altına alınmıştır. Mahmut Muhtar Paşa bu kritik durumdan komşusu olan bir İngiliz’in evine kaçmış, oradan da İngiliz Sefaretine sığınmıştır. Hâlbuki bu isyanı bastırma görevi Hassa Ordusu komutanı bulunan Mahmut Muhtar Paşaya düşüyordu. Mahmut Muhtar Paşa’nın görünen dirayetsizliğinden cesaret alarak büsbütün şımaran asiler zapt edilemez bir çılgınlık içerisinde birçok gazete ve matbaayı tahrip etmişler, ellerindeki listeye göre insan avına çıkmışlardır. Meclis üyeleri İTC mensubu mebuslar İstanbul’dan uzaklaşırken bazıları da şehir içinde saklandı. Bu arada isyancılar, İttihatçı subayları ve mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı.

İttihat ve Terakkî, asıl güç merkezi olan Selanik’teki 3. Ordu’yu harekete geçirdi. Böylece isyanı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu.22 Nisan 1909 günü Yeşilköy’deki Yat Kulübü’nde toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Âyan da bir gece önce Yeşilköy’de toplanarak Hareket Ordusu’nun girişiminin meşruluğunu tasdik etti, 2.Abdülhamit’in tahtan indirilmesine de karar verildi. İsyancılar 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’a girmeye başlayan Hareket Ordusu’na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular.

Bununla birlikte 31 Mart İsyanı sırasında Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’nun (Selanik Ordusu)bir kısım erlerinin disiplinsizlik gösterdiği Yıldız Yağması denen olayda Yıldız Sarayı’na girerek 2.Abdülhamit’in kütüphanesine kitaplarına, eserlerine ve Yıldız sarayındaki değerli eşyalara zarar verip, çalıp yağmacılık ettiler. Bu suçla ilgili yargılama aradan ancak 10 yıl geçtikten sonra I. Dünya Savaşı İttihat ve Terakki Partisi lideri Enver, Talat ve Cemal Paşa’nın kaçması sonrası işgal altındaki İstanbul’da yapılmıştır. Ancak bu dönemde yağma edenleri cezalandırma amaçlı değil ittihatçılardan intikam alma amaçlı Damat Ferit Paşa hükümetinin baskısıyla yargılama gerçekleşmiş, sonuçta suç delilleri aradan geçen zamanda ortadan kalktığından toplanamamıştır. Başta Nemrut Mustafa Paşa riyasetindeki I. Divân-ı Harb-i Örfî tarafından gerçekleştirilen muhakeme neticesinde Ayan azası Ferik Hüseyin Hüsnü, Galip ve Rıza Paşaların da dâhil olduğu pek çok şahıs “yağmagerlik” yaptıkları gerekçesiyle askerlik mesleğinden ihraç edilerek çeşitli cezalara çarptırılsa da bu kararın temyizi akabinde Divân-ı Harb-i Örfî’de tekrar gerçekleştirilen muhakeme neticesinde de 6 Ocak 1921 tarihi itibariyle bütün zanlılar beraat etmişlerdir.

23-24 Nisan 1909 günü isyanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve isyancıların önderleri divan-ı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumî Millî adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan’ın 27 Nisan’da resmi olarak II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed’in geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamid’in İstanbul’da kalması da mahzurlu bulunarak Selanik’e götürüldü. Divan-ı Harp, II. Abdülhamid’i yargılamak istediyse de yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti bunu kabul etmedi. Üç sene Selanik’teki Alatini Köşkü’nde ev hapsinde tutuldu. Bu sırada, köşke gittiğinde yatacak yatak bulunmaması gibi sıkıntılarla karşılaştı. Burada 2.Abdülhamit’in günleri genellikle roman okutturarak ve ağaç oymacılığı ile marangozluk yaparak geçmiştir. Abdülhamid ise hatıralarında kendilerine gazete verilmediğinden ve dünyadan habersiz yaşamış olduklarından şikayetçi olmuştur. İlaveten Abdülhamit’in yanında bulunan Şadiye Osmanoğlu subayların gerek babasına saygısız tavırlarından gerekse kimi zaman kendilerine yapılan hakaretlerden,kötü muamelelerden şikayetçi olmuştur.

I. Balkan Savaşı’nda Yunan Orduları Selanik kapılarına dayanınca, II. Abdülhamid 1912’de köşkünden alınıp bir Alman gemisine bindirilip İstanbul’daki Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. 1.Dünya Savaşı başında güvenlik ve İstanbul’un işgal tehlikesinden Bursa’ya nakledilmesi istenmişse de bunu reddetmiştir neticede ölene kadar İstanbul’da kalmaya devam etmiştir.

Ölümü

II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918’de 75 yaşındayken kalp yetmezliği nedeniyle öldü. Mezarı, büyük babası için Divanyolu’nda yaptırılmış Sultan II. Mahmud Türbesi’nde bulunmaktadır.

Kişiliği

Fizikî görünüşü ve şahsiyeti

Abdülhamid uzunca boylu, esmerce tenli, uzunca burunlu, elâ gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zekâ ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenen Abdülhamid, oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan, babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:

“ Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii’nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus’i bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu. Babamın bir sözü vardı: “Din ve fen” derdi. “Bu ikisine de itikat etmek caiz” olduğunu söylerdi. „
Fransızca bildiği kadar 1893-1897 arasında Osmanlı topraklarında ABD büyükelçiliği yapan Terell’e göre İtalyanca’ya son derece hakim olduğu söylenmektedir.

Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir. Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraşırdı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Bununla ilgili olarak kendi ağzından doğu müziği yerine batı müziği sevgisini kendisi şu şekilde ifade etmiştir:

“ Musikiyi hem severim, hem de anlarım, evvela şunu söyleyeyim ki güzel nota bilirim. Sonra oldukça iyi piyano ve biraz keman çalarım alaturka (doğu) musikiden pek o kadar hoşlanmam, insana uyku getirir. Alafranga (batı) musikiyi tercih ederim. Bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider…” „
II.Abdülhamit Yıldız Sarayı’nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususî olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi, kendisi babası Abdülmecit’i müzikte örnek almaya çalışmıştır. Ancak hiçbir zaman onun seviyesine erişememiştir. Zira musikiyi bir sanat olarak değil, bir eğlence unsuru olarak görmüş, sarayda musikinin gelişmesi için ileriye dönük hiçbir yeterli çalışma yapmamıştır. En sevdiği çalgılar piyano,keman ve viyolonsel idi bu çalgıları çalan sanatçıları el üstünde tutardı. Mesela Kemancı Vondra Bey’i kendisi Paris’e gönderip yıllarca eğitim almasını sağlamıştır.Buna karşın ana enstrümanı Flüt olan Saffet Atabinen gibi müzikal kabiliyeti yüksek,1908’de mızıkayı hümayun’un başına geçecek birini sadece 1 yıl için Paris’e göndermiştir. Başkada yurtdışına gönderdiği kişi yoktur.Viyolonsel çalan Hacı Arif Bey’in oğlu Tamburî Cemil Bey’e de çok değer verdiği, gözde sanatçısı olduğu bilinmektedir. Cemil Bey’den özellikle viyolonsel ile sık sık sevdiği küçük romantik parçaları çalmasını isterdi. 1887 yılında kemancı Vondra bey Paris’ten döndüğünde, Abdülhamid, sarayda sanatçı onuruna bir davet vermiş ve bu törende hazır bulunmuştur. Toplantıda şehzadelerinden Burhaneddin Efendi (piyano), Abdürrahim Efendi (viyolonsel) ve Tevfik Efendi (keman) küçük bir konser vermişlerdir. Kendi şehzadelerinin de müzik eğitimi, birer müzik aleti çalması için çaba sarf etmiştir.

Her ne kadar batı müziği kadar pek bir hevesi olmasada Türk Sanat Müziğini elden geldiğince koruyup himaye eden son Osmanlı Padişahıdır. Hacı Arif Bey’in şarkılarını ve okumasını sevdiği bu yönde oğlu Tamburi Cemil Bey’in Mızkayı Hümayun’da Viyolonsel Bölümüne yazdırıp yetiştirilmesine ön ayak olduğu bilinmektedir. Zira Arif Bey,onu şehzadeliğinde kucağında taşıyacak kadar hanedana yakın bir müzisyendi. Yılmaz Öztuna bu yakınlığı şöyle anlatmaktadır:

“ Sık sık Perestu Valide Sultan’la görüşürdü. Fakat padişahın bütün ilgisine rağmen ona her zaman şımarık ve pervasız davranmıştır. Bir keresinde Arif Bey, kendisinden şarkı söylemesini isteyen Abdülhamid’e “Sanatta îrade-i Hümayun geçmez” demiş, buna çok canı sıkılan Abdülhamid, onun sarayın bir odasına hapsedilmesini buyurmuştur. 50 gün sonra Mehmet Şadi Bey’in;
Ahteri düşkün garibü aşık-ı avareyim

Padişahım sen dururken ben kime yalvarayım

mısralarıyla bestelediği, Nihavend makamındaki, Ağır Aksak şarkısını, Rif’at Bey vasıtasıyla padişaha dinleten Arif Bey’i Abdülhamid affetmiş ve ona Türk Müziğindeki öneminden dolayı, her zaman gereken saygıyı göstermiştir. İran Şahının, Arif Bey’i İran’a davet etmesi üzerine, Abdülhamid “onun yeri boş kalır” diyerek daveti reddetmiştir. (onu göndermemiştir)


Ancak yine de Arif bey’in ömrünün son döneminde Abdülhamit’e ufak bir küskünlüğünün olduğu bilinmektedir.

Diğer önemli himaye ettiği besteciler Dede Efendi’nin torunu muhayyerkürdi makamını ilk defa kullanan Rifat Bey (1820- 1888), İsmail Hakkı Bey (1866-1927) dir. Abdülhamid II döneminin diğer ünlü Türk Müziği bestekarları; Zekai Dede Efendi (1825-1897), Giriftzen Asım Bey (1852-1929), Hacı Faik Bey (1831-1891), Rahmi Bey (1865-1924), Rauf Yekta bey (1871- 1935), Lemi Atlı (1869-1945), Dr. Suphi Ezgi (1869-1962) II. Abdülhamid tarafından önemli resmi görevlere getirilmiştir.

Bununla birlikte keş alkolik derecesinde olmasada arada sırada rom içkisini çok sevdiği için içtiği kendi torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu ve bazı kaynaklarda iddia edilmektedir:

“ …Dedem (II. Abdülhamid) rom içerdi, babama (Şehzade Mehmed Burhaneddin) söylerdi, “bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil, Kuran’a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor” derdi… „

II. Abdülhamid
Panislamizm düşüncesi

Her ne kadar bu yönde tartışmalar sürse de genel savunulan görüşlerden biri II.Abdülhamid’in, Tanzimat’ın fikirlerinin imparatorluğun farklı halklarını Osmanlıcılık gibi ortak bir kimliğe getiremeyeceğine inancı ile hareket ettiği yönündedir. Bu görüşe göre yeni bir ideolojik bir görüş olarak Ümmetçilik (İttihad-ı İslam) yani Panislamizm görüşünü II. Abdülhamid benimsemiştir.

1517’den itibaren Osmanlı padişahları da ismen halife olduğu için bu gerçeği yaymak istemiş ve Osmanlı Halifeliğini vurgulamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki büyük etnik çeşitliliği gördü ve Müslüman halkını birleştirmenin tek yolunun İslam olduğuna inanıyordu. Avrupa güçleri altında yaşayan Müslümanlara tek bir yönetim biçimi altında birleşmelerini söyleyerek Pan-İslamizmi teşvik etti. Bunu Arnavut, Boşnak Müslümanlar aracılığıyla Avusturya’ya, Tatarlar ve Kürtler aracılığıyla Rusya’ya, Faslı Müslümanlar aracılığıyla Fransa’ya ve Hint Müslümanlar aracılığıyla İngiltere’ye olmak üzere birçok Avrupa ülkesine karşı bunu silah olarak kullanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancıların etkin bir yönetime engel olan ayrıcalıkları kısıtlandı. Saltanatının en sonunda, stratejik olarak önemli İstanbul-Bağdat Demiryolu ve İstanbul-Medine Demiryolu’nun inşasına başlamak için nihayet fon sağladı ve Hac için Mekke’ye seyahati daha verimli hale getirdi. Görevden alındıktan sonra Jön Türkler tarafından her iki demiryolunun da yapımı hızlandırılmış ve tamamlanmıştır. Misyonerler, İslam’ı ve Halife’nin üstünlüğünü vaaz eden uzak ülkelere gönderildi. Pan-İslamizm politikası o dönemi değerlendiren batılı bazı tarihçilere göre önemli bir başarıydı. Zira Yunan-Osmanlı savaşında sadece Türkler değil birçok Müslüman halk zaferi kutladı ve Osmanlı zaferini Müslümanların zaferi olarak gördü. Savaştan sonra Müslüman bölgelerde çıkan ayaklanmalar, lokavtlar ve Avrupa’nın sömürgeleştirilmesine karşı çıkan itirazlar gazetelerde yer aldı. Öte yandan II. Abdülhamid “Batıda Müslüman Arnavutları, güneyde Müslüman Arapları ve doğuda Müslüman Kürtleri devletin sınırları içinde tutmaya çalışmıştır. Bunu ancak aşiretler aracılığıyla yapabileceğini bildiğinden Arnavutlar için “Saray Muhafız Alaylarını”, Arap aşiretler için “Aşiret Mektebini” ve Kürt aşiretler için “Hamidiye Alaylarını” kurmuştur. Doğu Anadolu’da bir kısım ümmetçi görünüm altında eğitim vs. yatırımları,aşiretlerden bir kısım kimseleri kendi nüfuzuna alması Kürtler arasında kürtlerin babası (Bave Kürdani) diye anılmasını bile sağladı.

Ancak Abdülhamid’in Müslüman duygularına yaptığı çağrılar, İmparatorluk içindeki yaygın hoşnutsuzluk nedeniyle her zaman çok etkili olmadı. Mesela Ortadoğu’da Kuveyt, Bahreyn gibi Arap emirliklerindeki sorunlar giderilemedi, aksine isyanlar başgösterdi; Yemen’de de benzer bir durum söz konusu oldu 1870’de isyan çıkan Yemen’de bunun sonrasında II. Abdülhamid döneminde 1911’deki isyan öncesinde 1886, 1895-1897, 1904-1906’de olmak üzere büyük isyanlar görüldü ve bu isyanlar özellikle 1904-1906 Yemen isyanı güçlükle bastırıldı. Yine başkente daha yakın, orduda ve Müslüman nüfus arasında bir sadakatin varlığı ayrıca bir baskı ve hafiyelik sistemi ile sağlanabilmişti. Bunun yanında II. Abdülhamid’in Said Nursi gibi bazı din adamları ile ters düştüğü, Mısır’da Müslüman Kardeşlerin düşüncelerinin ideologlarından ikisi olan Cemaleddin Efganî’yi İstanbul’a getirip ona bazı islam ile ilgili raporlar düzenlettirse de Pan İslamizm konusunda benzer düşüncelerine karşın göz hapsinde tutturduğu ölümüne kadar İstanbul’dan ayrılmasına izin vermediği ve haberleşmesine sınırlamalar getirdiği , Muhammed Abduh ile de aralarında sorunlar olduğu bilinmektedir. Öyle ki bazı kaynaklarda bu iki din adamını Abdülhamit’in mason ve ingiliz ajanı diye değerlendirdiği iddialar arasındadır.

Yine döneminde Ümmetçi düşüncesine karşın, Osmanlı Türkçesinde yaşanan sorunlar akabinde Arap harfleri yerine latin harflerinin kullanımı konusunda da ciddi tartışmalar yaşandığı, II.Abdülhamit’in bu konuda şahsen bir çalışma başlatıp ancak gelebilecek tepkilerden çekinilmesi neticesinde bu çalışmalardan vazgeçtiği, Osmanlı Türkçesinde yazı dilince Arapça ve Farsça halkın anlamasını zorlaştıran kelimeler yerine Türkçe kelimelerin kullanılması yönünde talimatlar gönderdiğine dair iddialarda bulunmaktadır. Bunun yanında medreseler yerine modern eğitim kurumlarında eğitimi kendisi desteklemiş ve bu yönde okullar açmış, müfredatlarının modernleşmesine gayret göstermiştir.

Projeleri ve icraatları

Ordu ve donanma

1878’de Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonuçlanan 93 Harbi’nden sonra,Kıbrıs ve Mısır’ın İngilizlerce ve Tunus’un Fransızlarca işgali, Habeş vilayetlerinin elden çıkması akabinde Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı Ordusu’nun modernleşmesi ve ekonomik askeri işbirliği için İngiltere – Fransa yerine Almanya ile işbirliğine karar verdi. Aralarında Albay Kähler sonradan Müşir rütbesi verilecek olan Baron Von der Goltz’un başkanlığını yapacağı Alman askerî subay kurulu İstanbul’a geldi. Von der Goltz, askerî okullarda köklü düzeltmeler gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için ön koşulları saptadı.Goltz’un çalışması Türkiye’de önemli engellerle karşılaştı. Yabancı bir uzmana ne kadar yüksek rütbe ve unvanlar verilse de, güven tam değildi. Bununla beraber Goltz özellikle genç subayların eğitiminde etkin rol oynadı. 12 yıllık ilk çalışma döneminde, Harbiye Mektebinde ders kitabı olarak okunmak üzere, 4000 sahifeden fazla Türkçe broşür ve ders kitabı yayınladı.Kontratı 1897’ye kadar 3 defa uzatıldı. Özellikle eğitim gören genç subaylar ve subay adaylarını etkilemeyi bildiğinden, bu gruplarda Alman hayranlığı yarattı. Kısaca Von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha çağdaş yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askerî teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını meydana getirdi. Her ne kadar Almanya’ya gününü gününe Osmanlı ve Sultanın durumunu bir casus gibi haber verme ve diğer Alman subayları ile aynı şekilde Alman sanayi ve silah acentelerinin temsilcisi olmakla suçlansa da, II.Abdülhamit ile sorunlar yaşasa da, ilk Alman askeri heyetinin başındaki Albay Kähler’in ölümü üzerine 1885 yılında İstanbul’a gelen -esasında Alman Genel Kurmayında sevilmeyip buraya gelmeyi tercih eden- Von Goltz Türklerce Kahler’den ve gelen diğer Alman subaylardan daha fazla sevilip sayılmıştır. Öyle ki Türkiye’den ayrılana kadar tam 3 kere kontratı Osmanlı’nın istemi üzerine yenilenmiştir. Türkiye’den ayrılsa da 1908’de geri çağrılmıştır.

Bununla birlikte bu subaylar Osmanlı ordusunu geliştirmekten çok Alman silah sanayi ve acentelerinin temsilcisi olmakla da çeşitli Türk tarihçilerince suçlanmışlardır. Mesela İlber Ortaylı’ya göre :

“ …Osmanlı ordusuna giren bu subaylar kendilerini burada sadece akıl öğretip, emir vermekle yükümlü sayıyorlardı. Üniformasını taşıdıkları ordunun gelenek ve kurallarına uymamaları nedeniyle danışmanlıkta pek yararlı olamamışlar ve Türk komutanlarla anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Özellikle Alman subaylarının tutumundan, eğitim yöntemlerinden ve davranışlarından pek hazzetmediği anlaşılan Gazi Osman Paşa’dan Kaehler şikayet etmekte, onu kıskançlık, tembellik ve çıkarcılıkla suçlamaktan çekinmemektedir. Esasen bu adamlar Osmanlı subayı unvanını ne kendileri kullanıyor, ne de öyle nitelendirilmeğe tahammül edebiliyorlardı… „
Yine devamında İlber Ortaylı Almanların, Türk Silah Sanayisinin gelişmesini engellemesini bu hatasını padişahın fark edememesini de şöyle eleştirmekteydi:

“ …Dönem içinde Tophanede Martini taklidi tüfekler yapılabiliyor, gene Baruthanede barut imal edilebiliyordu. Bu sanayinin İslah edilip geliştirilmesi gerekirken, Alman silahlarının istilasıyla yerinde saydığı ve Sultan Abdülhamit’in de, sadece bu sanayii geliştirme temennisi ile yetindiği görülüyor… Padişah Almanya’dan silah mubayaasına dur demeksizin bu işi adeta Alman ittifakının bir bedeli olarak sürdürmüş, Alman danışmanları adeta silah fabrikaları komisyonculuğuna teşvik etmiştir. „
Kısacası 2.Abdülhamit’in Osmanlı kara ordusunu modernleştirmeye çalışmakla birlikte hatalar yaptığı Türk silah sanayisinin gelişmesi için yeterli adımları atmadığı silah sanayini Alman sanayi mallarına terk ettiği tarihçilerce belirtilmektedir.

Öte yandan II. Abdülhamid’in ordu üzerinde yeterli reformları yaptırmadığı ve önerileri dinlemeyip rafa kaldırdığı hatalar yaptığı aynı Von der Goltz tarafından şu sözlerle ifade edip ağır şekilde eleştirilmiştir:

“ “Bizim gönderilmemiz sırasında Almanya’da, Abdülhamit’in modern fikirlere göre ordusunu yenileştirmek istediğine inanılıyordu. Ama gerçek bu değil! Konu daha çok şöyleydi: Efendimiz bir rüya görmüştü ve Türkiye’de her şey Almanya’daki gibi olmalıydı. Bu nedenle tıpkı Abdüllaziz’in kaplanları, aslanları, timsahları etrafına toplayıp eğlendirdiği gibi o da Almanları getirtmişti. Efendimizin canı sıkılınca sayısız reform önerilerinden biri ele alınıyor ve komisyonda Alman reformcularıyla görüşülüyordu. Bir süre için eğlendirici oluyordu. Sonra yine bir tarafa bırakılıyordu. İşin esasında biz majestelerinin askeri soytarılarından başka bir şey değildik…” „

Bununla birlikte, Von Goltz’un Prusya anayasasının bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama ilkesini aşılamakta başarılı olamadığı, Bâb-ı Âli Baskını ile ortaya çıktı.

Bununla birlikte ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, İngiliz silahları yerine, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini 1885-1886 yıllarında verdiler. Von der Goltz, Almanya’nın ve Osmanlı Devleti’nin doğudaki erkini sağlama almak için Bağdat tren yolunun yapılmasını da destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamid, Bağdat tren hattı inşası lisansını Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.

Osmanlı Ordusu’nun çağdaş silâhlar kullanmaya başlaması,Alman düzeni 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda da test edilmiştir. Savaş Osmanlı lehine sonuçlanmış, Osmanlı Ordularının Atina’yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay’ın Sultan II. Abdülhamid’e haber göndererek eğer derhal ateşkes sağlanmazsa Rus Ordularının Erzurum’a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.

Ancak II. Abdülhamid döneminde kara ordusundaki yenilikçi yaklaşımlar ne yazık ki donanma için geçerli olmamıştır. Borçların artmaması, genel durum, bir kısım tarihçilere göre II. Abdülhamid’in amcası Abdülaziz’in tahtan alınması esnasında Osmanlı Deniz Kuvvetlerinin personelinin de önemli rol oynamasından kaynaklanan kuruntular, kötüleşen mali durum ile (zira gemiler hep borçlarla alınıyordu) Osmanlı donanmasının gücü azaldı. Dahası donanma Haliç’te adeta çürütüldü. Yeni gemide doğru düzgün alınmayınca Osmanlı Donanması sayı bakımından Dünya’nın 3.büyük donanması konumundan iyice gerilere düştü. Yinede donanmaya bazı eklemeler yapılmamış değildir. Fakat bu donanmaya yapılan eklemelerde yapılan hatalarla bakımsızlıkla bir işe yaramamıştır. Mesela İsveçli silah fabrikatörü Thorsten Wilhelm Nordenfelt buhar gücüyle çalışan Nordenfelt serisi denizaltıları 1884-85’te Stockholm’da üretildi. Nordenfelt 1 denizaltısının Yunanistan donanması tarafından satın alınmasının ardından, II. Abdülhamid karşı bir atağa geçti. Nordenfelt 2 (Abdülhamid) ve Nordenfelt 3 (Abdülmecid) de Osmanlı donanmasına II. Abdülhamid tarafından satın alınarak Osmanlı donanmasına dahil edildi. Bu dönemde Dünya’da ilk defa Osmanlı tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı denizaltıları denemelerde başarılı olmuştur. Ancak ne yazık ki bakımsızlık ve teknolojik yenilemelerinin düzenli yapılamamasından bu denizaltılar 1905 sonrası kullanılamamamış, resmen çürümeye terk edilmiştir. Sonrasında da Osmanlı Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı’nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir.

Netice olarak bozuk ve kötü durumdaki donanma 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda bir varlık gösteremediği gibi II. Abdülhamid sonrasında ise Trablusgarp Savaşı’ında İtalya donanması ile başa çıkılamaması ve I. Balkan Savaşı’nda pek çok Ege adasının kaybedilmesine zemin hazırlamıştır.

Bununla birlikte ilk deniz müzesi de bu dönemde açıldı (1897). En uzun süre bahriye nâzırlığı yapan ama ağır şekilde eleştirilen Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa döneme damgasını vurmuştur.

Kitap koleksiyonu, kütüphanecilik ve müzecilik alanındaki faaliyetleri

Abdülhamid, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Osmanlı’ya getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı’nı bastırıp bazı nüshalarını Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı’na, Almanya’ya ve Amerika’ya gönderten Abdülhamid, dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid’in iki ile beş bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı ve bunların birçoğu Yıldız Yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes’un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmişti. Sherkock Holmes’un yazarı Sir Arthur Conan Doyle’u ise 1907’de 2.Dereceden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirdi.

Abdülhamid, Yıldız Sarayı’nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu.Bu kütüphane dört bölümden meydana geliyordu. Bunlar arasında yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler vardı. Bu eserlerin içerisinde el yazması pek çok kitap olup özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmişti. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı ve tek nüsha idiler. Gazeteler konusunda kütüphane, Avrupa’da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu. Roman ve hikâyeler bakımından 6.000 kadar kitap özel olarak saray için tercüme edilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva’nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri ihtiva eden kısmı vardı. Fakat bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi. Coğrafya ve seyahatnameler konusunda Yıldız Sarayı’na kapanmış bir hayat süren Abdülhamid’in Dünya’yı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.

Sadece Yıldız Sarayı değil, İstanbul’da ve Şam’da bir umumi kütüphane kurma fikri de onun zamanında ortaya konulmuştur. Yine bu dönemde Balıkesir, Eskişehir, Manastır ve Bursa başta olmak üzere İmparatorluğun dört bir yanında II. Abdülhamid tarafından çeşitli kütüphaneler tesis edilmiştir. Müze-i Hümayun ( Eski Eserler Müzesi) , Askeri Müze, Bayezid Kütüphane-i Umumisi de kendisi döneminde kurmuştur.

Yine arkeolojik alanda Eski Eserler Müzesine (Müzei Hümayun) müdür olarak ilk defa bir türk Osman Hamdi Bey onun zamanında seçilmiş ve kendisi kollanmış, Osman Hamdi Bey 2.Abdülhamit’e danışmanlıkta etmiş ve Nemrut Dağı, Lagina, Myrina ve Kyme gibi Anadolunun çeşitli yerlerinde arkeolojik sit alanlarında çeşitli kazılarda yapmıştır. Ancak ne yazık ki diğer yandan Osmanlı Topraklarından Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz dönemindeki gibi onun döneminde de yurtdışına kaçırılan tarihi eser olayları hız kesmeden devam etmiştir.

Bununla da kalmamış 2.Abdülhamit arkeoloji konusunda ne yazık ki çeşitli gafletlere düşmüştür. Ne yazık ki içlerinde Milet Pazar Yeri Kapısı, Milet Trajan Tapınağı,Millet Mermer Anıtı, Magnesia Zeus Tapınağı elemanları,Asarhaddon Anıtı,İştar Kapısı, Myrina Heykelcikleri, Zincirlihöyük kazılarındaki Hitit kabartmaları gibi paha biçilmez Hitit, Yunan-Roma dönemi eserleri 2.Abdülhamit’in bizzat fermanıyla veya izniyle sözde arkeoloji çalışması için antik kentlerde kazı yapan Almanlara, Fransızlara verilmiştir. Aynı şekilde Beyhekim Camiisi Çini Mihrabı, Hacı İbrahim Veli Türbesi Sandukası gibi paha biçilmez Türk -İslam eserleri onarım vs. bahanelerle bizzat 2.Abdülhamit’in izni ile Almanya’ya götürülmüş, geri alınamamış, şu an Pergamon Müzesi’nde sergilenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Abdülmecid ve Abdülaziz devrinde olduğu gibi 2.Abdülhamit döneminde elden çıkan bu eserleri alabilmek için bir asırdan uzun zamandır hukuk mücadelesi vermektedir.

Eğitim

İlk kız okulları Abdülmecid zamanında açılmıştır. Bununla birlikte, ilk kız sanat okulu olan günümüzde ise kız erkek karma eğitimin yapıldığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını alan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi II. Abdülhamid zamanında açılmıştır. bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa’nın ilk defa bir kız sanat okulu açma girişiminde kararsız kalması ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, “Sen mektebi aç, ben arkandayım” diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini her zaman kızların okuması için ilk adımları atmaya özendirmiştir.

Osmanlı tarihinin en canlı eğitim atılımı Abdülhamid dönemine rastlar. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüştiye sayısı, 1909’da 900’e, altı olan idadi sayısı 109’a çıkmıştır. 1877’de İstanbul’da sadece 200 modern ilkokul varken 1905’te 9.000’e çıkmıştı.

Ulaşım

Büyük ölçüde gerçekleşen projelerden birisi Hicaz Demiryolu’dur. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu’nun aksine finansmanıyla, inşaatıyla, tasarımıyla, İslâm âleminden toplanan bağışlarla tamamen yerli bir girişimin eseridir. Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamid’in yaptırdığı önemli binalardır. Haydarpaşa Garı’nın yapımına 30 Mayıs 1906’da başlanmıştır.

1881’de 1780 km olan demir yolu uzunluğu 1907-1908 dönemine kadar 5883 km’yi bularak Abdülhamid’in hükümdarlığı boyunca üç misli bir artış göstermiştir.

II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu’yu baştan başa dolaşacak bir kara yolu ağının (şose şebekesinin) projelendirilip uygulamaya geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede dört gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12.000 kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun’a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi, Abdülhamid döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı haline gelmiştir.

Haberleşme

Osmanlı’da Modern posta hizmetleri tam anlamıyla II. Abdülhamid döneminde oluşturuldu ve nezaret, 5 Kasım 1876’da çıkarılan Posta ve Telgraf İdare-i Umumiyyesinin Teşkilât-ı Cedidesine Dair Nizamnâme ile yeniden düzenlendi.Posta hizmetleri, özellikle II. Abdülhamid döneminde önemli ölçüde genişledi. Nitekim 1888’de bütün imparatorlukta taşınan mektup sayısı 11,5 milyon adet iken, 1904 yılında bu sayı 24,38 milyona yükseldi. 30 Ağustos 1901’de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demir yolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır. 2.Abdülhamit devleti içinde etkili bir kontrol istemekteydi ve bu amaçla haberleşme önemli bir yer tutmaktaydı, Jurnalciliğe yol açan bazı olumsuzluklara karşın, telgraf bu yönde bir araç olarak II. Abdülhamid’çe görüldü. Döneminde imparatorluğun en ücra köşelerine kadar telgraf hatları döşendi ve başkent İstanbul, Ege’deki adalara, Trablusgarp’a ve hatta ulaşımı çok güç olan Fizan’a bağlandı. Telgrafın geliştiği bu dönemde Yıldız Sarayı’nda da bir telgrafhane (Yıldız Telgrafhanesi) açılarak bütün ülkenin, taşra yöneticilerinin ve halkın sarayla doğrudan bağlantısı kuruldu.1882’de 23.380 km olan toplam kara hatları uzunluğu, 1904 yılında 49.716 km’ye ulaşırken, denizaltı hatları da 610’dan 621 km’ye çıktı. Aynı dönemde gönderilen telgraf sayısı 1.000.000’dan 3.000.000’a; elde edilen gelir miktarı da yaklaşık 39.000.000’dan 89.000.000 kuruşa yükseldi. Osmanlı hizmetindeki bir Fransız telgraf mühendisine göre, “Türkiye, yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke” idi. Bununla birlikte bu telgrafhanelere adamlarını yerleştiren veya yandaş edinen İttihat ve Terakki Cemiyeti’de şifreli telgraflaşmalarla ülke çapında haberleşebilmiştir. 2.Meşrutiyet’in ilanında da bu yönden telgraf hatları önemli yer tutmuştur. Öte yandan bu telgraf hattı Kurtuluş Savaşında insan ve cephane aktarımında Milli Mücadele Hükümetine önemli hizmetlerde bulunmuştur.

Telgraf hatları döşenmesine hız verilmesi yanında bu hatların her birinde hava bilgisel gözlemler yapılması için talimat verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dahiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş ‘hava durumu’ raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır.

Telefon ise Avrupa’da kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece beş sene sonra, yani 1881’de İstanbul’a getirilmiş ve sınırlı da olsa kullanıma sunulmuştur.1881 yılında Soğukçeşme’deki telgrafhane binasıyla Yenicami’deki eski ahşap postahane binası arasında çekilen ve dört telefonun bağlı olduğu hat, Osmanlı’daki ilk telefon hattı olarak bilinmektedir. Yine aynı tarihte, Galata Postahanesi ile Yenicami Postahanesi; Osmanlı Bankası’nın Galata’daki merkeziyle Yenicami şubesi ve Galata Liman İdaresi’yle Kilyos Tahlisiye (Kurtarma) Servisi arasında tek telli telefon hatları çekildi. Ancak, Galata-Kilyos hariç, diğer telefon hatları 1886’da kaldırıldığı gibi, genel telefon kullanımı da yasaklandı. Tahttan indirilme, darbe korkusu yaşayan II. Abdülhamid, “gizli kapaklı işler görülmesine müsait bir icat” olduğu gerekçesiyle telefonu yasakladı ve 1892’den itibaren yasağı iyice sıkılaştırdı. Hatta telefon işletilmesi ve kullanılması için imtiyaz talep eden yabancı şirketlere izin vermediği gibi, telefon malzemesi ithalini de yasak kapsamına aldı. Telefon yasağı II. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar sürdü. Bu sebeple de telefon 2.Abdülhamit Döneminde Mustafa Armağan’ın iddialarının aksine yaygınlaşamamıştır.1908 sonrası ise yaygınlaşması son derece yavaş olmuştur.

II. Abdülhamid

Sağlık

II. Abdülhamit her ne kadar donanma dair çeşitli alanlarda başarısız olsa da en büyük başarılarından birini sağlık alanında büyük çalışmaları ve uğraşları ile yapmıştır.

1899 yılında, bugün de etkin durumda olan Şişli Etfal Hastanesi’ni kurdu.

Çiçek Aşısı Nizamnamesi ve İkinci Çiçek Aşısı Nizamnamesi ile yeni doğanlara altı ay içinde aşılanma mecburiyeti ve aşı olmayanların okullara kayıt yapılmama düzenlemesi getirildi. İlaç yapımında kullanılan kimyasal maddelerin ticaretini kontrol altında tutmak amacıyla Ecza Tüccarı Hakkında Nizamname yürürlüğe sokuldu. Attarlar ve Kökçüler Nizamnamesi ile zararlı ve zehirli maddeler listelendi ve aktarların ve kökçülerin bunları satması yasaklandı. Kimyasal ilaç etken maddeleriyle uğraşan memurların çalışmaları Ecza-yı Tıbbiye Teftiş Memurlarının Vezaifini Mübeyyin Talimatı ile düzenlendi. Konuyla ilgili gümrüklerde kimya laboratuvarları kuruldu ve Gümrüklerce İcra Edilecek Muayene-i Sıhhiyeye Dair Nizamname yayımlandı.

Mezun olan askeri hekimlerin iki yıl klinik eğitim görmeleri için kurulan Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi ve Seririyatı (Gülhane Askeri Tıp Akademisi 1898), görme ve duyma konuşma engelliler için Dilsiz ve Amalar Mektebi (1889), askeri sağlık elemanı yetiştirmek üzere Baytar ve Eczacı Rüşdiye-i Askeriyesi, Bahriye teşkilatının eczacı ve cerrah ihtiyacını karşılamak amacıyla Eczacı ve Tımarcı Sıbyan Mektebi, aşıcı yetiştirmek üzere faaliyete geçen Aşı Dershanesi kuruldu.İlaveten Şam,Balkanlar dair ülkenin her yanında askeri hastaneler kuruldu.

Bunun yanında Osmanlı tebaasındaki halklar içinde hastane kurulmasına II. Abdülhamid ön ayak olmuştur. İstanbul’daki Bulgar Hastanesi 1894 yılında, Ragıp Paşa tarafından yaptırılmış ve 1900 yılında Sultan II. Abdülhamit tarafından Bulgar tebaya verilmiştir.

Bunun yanında kuduz aşısı çalışmaları için II. Abdülhamid, meşhur Fransız bilim insanı Louis Pasteur ile arasında şahsi bir dostluk tesis edilmişti. Kuduz aşısını bulup 1886’da kuracağı Pasteur Enstitüsü için yardım talep eden bu amaçla Osmanlı’dan da para isteyen bilim insanına II. Abdülhamid ilk mikrobiyologlarımızdan Miralay Dr. Hüseyin Remzi Bey, Zoeros Paşa ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey’den oluşan heyet Paris’e gönderttirmiş burada staj yapmalarını sağlamaları yanında bu heyet aracılığıyla adı geçen Pasteur Enstitüsü’ne kurulması için 10 bin altın (veya frank) vermiş. Louis Pasteur’e ise birinci dereceden Mecidiye Nişanı ve bir madalya hediye etmiştir. Bu sayede kuduz aşısı 1889’da Osmanlı’da üretilir hale gelmiştir. Dahası 1892’de Louis Pasteur’den İstanbul’daki bir salgının çözümü, kolera olup olmadığının tespiti için yardım istemiştir. Pasteur’de Enstitüdeki bilim adamlarından birini Dr. Şantimas’i sorunu çözmesi için İstanbul’a göndermiştir. Şantimas bu salgının kolera olduğunu tespit etmiş ve salgının çözümünü sağlamıştır. Sonrasında ise yine onun ricası ile Pasteur, Dr. Nicolle’u Osmanlı topraklarına göndermiş II. Abdülhamid sağlık alanında çalışması ve Osmanlı topraklarında yerleşik olarak kalması için gerekli her türlü desteği vermiştir.

Sosyal yardımlaşma

25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı’ndaki Darülaceze’yi kurdurmuştur.

Gerçekleştiremediği projeleri

II. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul’da Haliç’e, dahası Boğaziçi’ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Ferdinand Arnodin (1845-1924) adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası’nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır.

Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, yapılabilirliği çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu’dur. Raporu 1898’de o zamanlar Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam olan) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Yemen’deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir.

Sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler

II. Abdülhamid’in padişahlığı döneminde sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerden bazıları şunlardı;

  • Mülkiye (Siyasal Bilgiler), Fakülte düzeyine getirilerek açıldı.
  • Memurlara sicil tutulmaya başlandı.
  • Eski Eserler Müzesi açıldı.
  • Hukuk Fakültesi açıldı.
  • Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) kuruldu.
  • Güzel Sanatlar Fakültesi açıldı.
  • Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi günümüzdeki adıyla İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi açıldı.
  • Yüksek Mühendislik Fakültesi açıldı.
  • Dârülmuallimât (Kız Öğretmen Okulu) açıldı.
  • Terkos Suyu hizmete girdi.
  • Bütün yurtta İdadiler (Lise) açılmaya başlandı.
  • Ziraat Bankası kuruldu.
  • Bursa’da İpekhane açıldı.
  • Halkalı Ziraat ve Veterinerlik Fakülteleri (Halkalı Ziraat ve Baytar Mekteb-i Âlisi) açıldı.
  • Bursa Demiryolu hizmete girdi.
  • Aşiret Okulu açıldı.
  • Bütün yurtta Rüşdiyeler (Ortaokul) açılmaya başlandı.
  • Kudüs Demiryolu hizmete girdi.
  • Ankara Demiryolu hizmete girdi.
  • Hamidiye Kâğıt Fabrikası kuruldu.
  • Kadıköy Gazhanesi kuruldu.
  • Beyrut’ta liman ve rıhtım inşa edildi.
  • Osmanlı Sigorta Şirketi (Osmanlı Umum Sigorta Şirketi) kuruldu.
  • Kadıköy Su Tesisatı hizmete girdi.
  • Selanik-Manastır Demiryolu hizmete girdi.
  • Şam Demiryolu hizmete girdi.
  • Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi.
  • Galata Rıhtımı inşa edildi.
  • Beyrut Demiryolu hizmete girdi.
  • Darülaceze (Kimsesizler yurdu) hizmete girdi.
  • Mum Fabrikası kuruldu.
  • Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi.
  • Sakız Adası’nda Liman ve Rıhtım inşa edildi.
  • İstanbul-Selanik Demiryolu hizmete girdi.
  • Tuna Nehri’nde Demirkapı Kanalı açıldı.
  • Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi.
  • Şişli Etfal Hastanesi hizmete girdi.
  • Hicaz Telgraf hattı kuruldu.
  • Hama Demiryolu hizmete girdi.
  • Basra-Hindistan Telgraf hattı Beyoğlu’na bağlandı.
  • Hamidiye Suyu hizmete girdi.
  • Selanik’te Liman ve Rıhtım inşa edildi.
  • Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşa edildi.
  • Maden Fakültesi açıldı.
  • Şam Tıp Fakültesi açıldı.
  • Haydarpaşa Askeri Tıp Fakültesi açıldı.
  • Trablus-Bingazi Telgraf hattı kuruldu.
  • Konya Ereğlisi’nde demiryolu hizmete girdi.
  • Trablus Telsiz İstasyonu kuruldu.
  • Bütün yurtta Telsiz İstasyonları kuruldu.
  • Medine Telgraf Hattı kuruldu.
  • Şam’da Elektrikli tramvay hizmete girdi.
  • Hicaz Demiryolu hizmete girdi. 27 Ağustos’ta İstanbul’dan kalkan tren, 3 gün sonra Medine’ye ulaştı.
  • İlk rakı fabrikası Tekirdağ yolu üzerinde Umurca çiftliğinde açıldı.
  • İlk bira fabrikası Bomonti açıldı.
Lev Tolstoy

LEV TOLSTOY

Lev Nikolayeviç Tolstoy (Rusça: Лев Никола́евич Толсто́й ; d. 9 Eylül 1828 – ö. 20 Kasım 1910), Rus yazardır.

Hayatı

Tolstoy, zengin bir ailenin çocuğu olarak Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı bir konakta doğdu. Çok küçük yaşlarında önce annesini, sonra babasını kaybetti; yakınlarının elinde büyüdü. Çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı büyük bir ilgisi vardı. Fransızcasını ilerletmiş, Voltaire’i ve Jean-Jacques Rousseau’yu okumuş, bu iki yazarın kuvvetli etkisinde kalmıştı. Daha sonraları Yasnaya Polyana’ya dönen Tolstoy, yoksul köylülerin arasına katıldı. İlk eseri olan “Çocukluk”u bu sıralarda yazdı.

Bir süre sonra orduya girdi, Kafkasya’ya gitti. Kafkas halkının yoksulluk dolu yaşayışlarını ele aldığı izlenimlerle ilk gerçekçi hikâyelerini yazdı. 1854’te Kırım Savaşı’na subay olarak katıldı. Sonra da askerlikten ayrılıp Petersburg’a gitti. Bir kısım eserlerini, oldukça sakin geçirdiği o yıllarda yazdı. Yine de içinde, aradığını bulamayan bir ruh çalkalanıyordu. Batı Avrupa ülkelerinde uzun bir gezintiye çıktı. Almanya, Fransa ve İsviçre’de dolaştı. Yurduna dönüşünde yine konağı Yasnaya Polyana’ya yerleşti. Asalet unvanlarından, lüksten sıkılıyordu. Tolstoy, köyünde bir okul kurdu. Bu okul, öğrenim ve eğitim bakımından yepyeni bir kurumdu. Huzura kavuştuğuna kanaat getirdikten sonra, 1862 yılında evlendi.

Tolstoy evlendiğinde karısı Sophie Behrs 18 yaşındaydı ve aralarında 16 yaş fark vardı. Bu evlilik, onun düzenli bir hayat özlemini giderecekti. Bu evlilikten 13 çocukları oldu. Bu çocuklardan 3’ü bebek iken, biri 5, diğeri de henüz 7 yaşlarında iken öldü. Eserlerinden en kuvvetli iki romanı olan “Savaş ve Barış” ile “Anna Karenina”yı bu dönemde yazdı. Tolstoy’un karısı, eserlerini yazmasında en büyük yardımcısıydı. Hatta Savaş ve Barış’ın düzeltmelerini 12 kez yapıp yazmıştır.

Aradan bir süre geçince yeniden, bu sefer eskilerden daha şiddetli bir moral çöküntüsüne uğradı. Geniş halk yığınlarının, özellikle Rus köylüsünün yoksul, perişan durumu onu çok üzüyordu. Bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Kaba saba giyiniyor, giydiği her elbiseyi kendisi dikiyordu. Değişmeyen tek tarafı, bıkıp usanmadan yazmasıydı. “Kroyçer Sonat”, “Efendi ile Uşak”, “Karanlıkların Gücü”, “İman nedir”, “İnciler”, “Kilise ve Devlet”, “İtiraflarım” hep bu yılların ürünleridir.

Eserlerinde insanlığın çeşitli meselelerine değinen Tolstoy’un dünya ölçüsünde bir sanat ve fikir değeri vardır. Kendi ülkesinin toplumsal siyasal çalkantılarını, halkının yaratılışını, yaşayışını büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden olduğu kadar, bir filozof ve bir eğitimci olarak da ün kazanmıştır. Yukarıda sayılanların dışında “Diriliş”, “Gençliğim”, “Çocukluk”, “Hacı Murat”, “Ayaklanış”, “Sergi Baba”, “Tanrı Bizim İçimizdedir”, “Kazaklar”, “Tesadüf”, “İki Süvari” gibi eserleri de vardır.

Tolstoy 82 yaşındayken, 1910 yılında öldü. Kış ortasında evini terk edip de hasta düştükten sonra,  Astapovo’da bir tren istasyonunda zatürreden öldü. Polis, cenazesine katılmak isteyenlere ulaşımı sınırlandırmak için çalıştı, ama binlerce köylü cenazesinde sokakları doldurdular.

82 yaşında vefat eden Tolstoy birçok kez büyük sıkıntılar yaşamıştır. Marksizm’den etkilenerek oluşturduğu mülkiyet konusundaki radikal fikirleri nedeniyle bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Bu sebeple ailesiyle arası açıldı. Hristiyan anarşizmini geliştirmeye çalıştığı “Tanrının Egemenliği İçinizdedir” kitabıyla yeni bir Hristiyanlık akımı tanımlaması, Ortodoks Kilisesi tarafından aforoz edilmesine sebep oldu. Tolstoy, ömrünün son yıllarını büsbütün derbeder bir şekilde geçirdikten sonra, bir küskünlük sonucunda evini bırakıp yollara düştü. Astapovo’daki tren istasyonunda ölü olarak bulundu. Ölümüne zatürrenin sebep olduğu bilinmektedir. Hayatı boyunca yaşamın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan Tolstoy, eserlerinde bunu eksiksiz olarak yansıtmayı hedef edinmiş en büyük Rus yazarlarından birisi olarak edebiyat ve dünya tarihindeki yerini aldı.

Lev Tolstoy

Romanları

  • Hazin Bir Evliliğin Romanı
  • Çocukluğum (Детство [ Detstvo ], 1852)
  • İlk Gençlik (Отрочество [ Otrochestvo ] 1854)
  • Gençlik (Юность [ Yunost’ ], 1856)
  • Sivastopol Serisi
  • Kazaklar
  • Savaş ve Barış (Война и мир [ Voyna i mir ], 1869)
  • Ivan Ilyiç’in Ölümü (Смерть Ивана Ильича [ Smert’ Ivana Il’icha ], 1886)
  • Anna Karenina (Анна Каренина [ Anna Karenina ], 1877)
  • Kroyçer Sonat
  • Diriliş (Воскресение [ Voskresenie ], 1899)
  • Hacı Murat (Хаджи-Мурат, 1912, 1917)
  • Sergi Baba
  • Efendi İle Uşağı
  • Kadının Ruhu
  • Şeytan (Дьявол 1911, 1889’da yazılmıştır)

Öyküleri

  • Toprak Ağasının Sabahı
  • Baskın
  • Ormanın Kesimi
  • Notes of a Billiard Marker
  • İki Süvari Subayı
  • Bir Karşılaşma
  • Tipi
  • Lucerne
  • Albert
  • Üç Ölüm
  • Aile Saadeti
  • Polikuska
  • The Decembrists
  • Caucasus Mahkumu
  • Holstomer
  • İnsanlar Arasında Boş Bir Konuşma
  • Usta ve Çırak
  • Köyde Şarkı Söylemek
  • Köyde Dört Gün
  • Yanlış Kupon
  • Oyun’dan Sonra
  • Erik Çekirdeği
  • Hayatın Anlamı
  • İnsan Ne İle Yaşar?

Masalları

  • Fil ile Tilkiler
  • Masallar

Günlük ve Mektupları

  • İlk hatıralar
  • İtiraflarım
  • Sevginin Talebi

Eğitim eserleri

  • Popüler Eğitim
  • Eğitim ve Öğretim Programları ve Danışmanlığın Tanımı
  • Bir Okuma Kitabı
  • Popüler Öğretim
  • Yeni Bir Okuma Kitabı

Din ve Ahlak eserleri

  • Doğmatik Teolojinin Eleştirisi
  • İncil’in Kısa Bir İzahı
  • The Four Gospels Unified and Translated
  • Church and State
  • Neye Güveniyorum?
  • Hayat
  • Sevgi Tanrısı ve Komşunun Biri
  • Timothy Bondareff
  • İnsanlar Niçin Sarhoş Olurlar?
  • On Non-Resistance
  • Birinci Adım (Vejetaryenlik üzerine)
  • Tanrı’nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir
  • Non-Activity
  • The Meaning of the Refusal of Military Service
  • Sebep ve Din
  • Din ve Erdem
  • Hristiyanlık ve Vatanseverlik
  • Non-Resistance ( Ernest H. Crosby’e bir mektup)
  • Kutsal Kitab’ı nasıl Okumalıyız?
  • Kilise’nin Aldatmacası
  • Hristiyan Öğretisi
  • İntihar
  • Öldürmeyeceksin
  • Aziz Sinot’a Yanıt
  • Sadece Savaş
  • Dinde Hoşgörü
  • Din Nedir?
  • Ortodoks Rahiplerine
  • Bilgeleri Düşünceleri (derleme)
  • Tek İhtiyacımız
  • Büyük Günah
  • A Cycle of Reading (derleme)
  • Adam Öldürme!
  • Birbirinizi Sevin
  • Gençliğin Savunması
  • Şiddetin Yasası ve Sevginin Yasası
  • Tek Emir
  • Her Gün İçin (derleme)
  • Din Nedir
  • Muhammed

Sanat ve Edebiyat eserleri

  • Sanat Nedir?
  • Sanat ve Sanatsal Olmayan
  • Shakespeare ve Drama
  • Dr.Alice Stockham’ın Edward Carpenter Tarafından Yazılan “Modern Bilim Cevirisi”nin Önsözü
  • Orloff’un Albümü
  • Amiel
  • Guy de Maupassant Hikayelerinin Serbest Çevirileri
  • Bernardin de St. Pierre

Halk İçin Kısa Öğretici Hikayeleri

  • İnsan Neyle Yaşar
  • Sevgi Neredeyse Tanrı Oradadır
  • İki Yaşlı Adam
  • Kıvılcımı Söndürmeyen Ateși Zapt Edemez
  • Nicolas Stick (Çar 1.Nicolas )
  • Bir İnsana Fazla Mülkiyet Gerekir mi?
  • Ifias
  • Tanrı’nın Oğlu
  • Üç Münzevî Adam
  • Mum
  • Pişman Günahkâr
  • İlk Damıtıcı
  • Aptal İvan
  • Boş Davul
  • Işıkla Birlikte Işıkta Yürümek
  • Üç Mesel
  • Esarheddon
  • Üç Soru
  • Cehenneme Dönüş
  • Çalışmak, Ölmek ve Hastalanmak
  • Bir Dua
  • Meyveler
  • Korney Vasilyeff
  • Niçin?
  • İlahiyatçı ve İnsan
  • Bir Köylüye Bilimsel Bir Mektup

Sosyal ve Siyasi Denemeleri

  • Moskova’nın Nüfus Sayımı (1882’de)
  • M. A. Engelhardt’a Mektup
  • O Halde Ne Yapmalıyız?
  • Kadınlar
  • El Emeği
  • Zihinsel Hareketlilik ve El Emeği
  • Kültür Şöleni (Moskova Üniversitesinin Yıldönümü’ne)
  • Bir Devrimci’ye Mektup
  • Açlık (rapor ve mektuplar)
  • Utandır! (bedensel cezaya karşı)
  • Vatanseverlik ve Barış
  • Liberallere
  • Bakanlara
  • Sonun Başlangıcı
  • Terfi Ettirilmemiş Bir Görevliye Mektup
  • Hague Barış Konferansı
  • İki Savaş
  • Suçlu Kim?
  • Carthago Delenda Est
  • Zamanımızın Köleliği
  • Çıkış Nerede?
  • Vatanseverlik ve Hükümet
  • Gerçekten Zorunlu mu?
  • Çar’a ve Yardakçılarına
  • Çağın Yaklaşan Sonu
  • Askerlik Hatıraları
  • Memurluk Hatıraları
  • İşçi Sınıfı Problemi
  • Çar’a Mektup
  • İşçi Sınıfına
  • Politikacılara
  • Sosyal Reformlara
  • Pietro Mazzini’ye Mektup
  • Kendinizi Hatırlayın
  • Rus Devrimi
  • İşçi Sınıfı Nasıl Özgür Kılınabilir?
  • Büyük Bir Adaletsizlik
  • Rusya’da Sosyal Hareket
  • Çağın Sonu
  • Halkın Savunması
  • Askerlik Hizmeti
  • Rus Devrimi’nin Anlamı
  • Ne Yapılmalı?
  • Hükümetin, Devrimcilerin ve Halkın Bir Savunması
  • Mülkiyet Sorununun Tek Çözümü
  • Susamam
  • Molochnikoff’un Tutuklanmasıyla İlgili
  • Bosna ve Herzegovina’nın İlhakı
  • Kaçınılmaz Devrim
  • Stockholm Barış Konferansı’na Bir Adres
  • Faydalı Bir çare

Oyunları

  • Karanlığın Gücü
  • Aydınlanmanın Meyveleri (komedi)
  • Ceset (tamamlanmamış dram)
Victor Hugo

VİCTOR HUGO

Victor Marie Hugo (Fransızca telaffuz: [viktɔʁ maʁi yɡo]; 26 Şubat 1802, Besançon – 22 Mayıs 1885, Paris) Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarı. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir. Hugo’nun Fransa’daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro oyunlarından gelir. Pek çok şiirinin içinde özellikle Les Contemplations ve La Légende des siècles büyük saygı görür. Fransa dışında en çok Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu romanlarıyla tanınır.

Gençliğinde şiddetli bir kral yanlısı olsa da, görüşü yıllar içinde değişti ve tutkulu bir cumhuriyet destekçisi oldu. Eserleri zamanının politik ve sosyal sorunlarına ve sanatsal akımlarına değinir. Hugo’nun cenazesi 1885’te Panthéon’da gömüldü. Hugo hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi listesinde yer almaktadır.

Kişisel hayatı

Victor Hugo, Joseph Léopold Sigisbert Hugo (1773-1828) ve Sophie Trébuchet (1772-1821) çiftinin üçüncü oğluydu; Abel Joseph Hugo (1798-1855) ve Eugène Hugo (1800-1837) isminde iki ağabeyi vardı. 1802’de Besançon’da doğdu. Napolyon’un bir kahraman olduğunu düşünen serbest fikirli bir cumhuriyetçiydi. Annesi 1812’de Napolyon’a karşı komplo kurduğu için idam edilen General Victor Lahorie ile sevgili olduğu düşünülen Katolik bir Kralcıydı.

Hugo’nun çocukluğu ülkede siyasi karmaşıklığın olduğu bir dönemde geçti. Doğumundan iki yıl sonra Napolyon İmparator ilan edilmiş, 18 yaşındayken de Bourbon Monarşisi yeniden tahta geçirilmişti. Hugo’nun ailesinin ters dini ve politik görüşleri Fransa’da egemenlik mücadelesi veren kuvvetleri yansıtıyordu. Hugo’nun babası İspanya’da yenilene kadar orduda yüksek rütbeli bir subaydı.

Babası subay olduğu sürece aile sık sık taşındı ve bu yolculuklar sırasında Hugo pek çok şey öğrendi. Çocukluğunda Napoli’ye giderken geniş Alpler’deki geçitleri ve karlı zirveleri, muhteşem Akdeniz mavisini ve şenlikler yapılan Roma’yı gördü. 5 yaşında olmasına rağmen bu 6 aylık geziyi her zaman aklında tuttu. Aile Napoli’de birkaç ay kalıp doğruca Paris’e döndü.

Hugo’nun annesi Sophie evliliğinin başında kocasına İtalya (Leopold Napoli’ye yakın bir vilayette valiydi) ve İspanya’ya (üç vilayette görev almıştı) kadar eşlik etti. Askerî hayatın getirdiği yorucu yolculuklar ve kocasının inancının zayıflığı nedeniyle ters düşmelerinden dolayı Sophie 1803’te Leopold’dan bir süreliğine ayrılıp üç çocuğuyla Paris’e yerleşti. Bundan sonra Hugo’nun eğitimi ve yetişmesi üzerine eğildi. Bu yüzden Hugo’nun kariyerinin ilk dönemindeki şiir ve kurgu çalışmaları annesinin inancının ve krala bağlılığının yansımasıydı. Ama başını Fransa’daki 1848 Devrimi’nin çektiği olaylar sırasında Katolik Kralcı yanlısı eğitime başkaldırıp Cumhuriyetçiliği ve Özgür düşünceyi desteklemeye başladı.

Gençliğinde âşık oldu ve annesinin isteklerine karşı gelip çocukluk arkadaşı Adèle Foucher (1803-1868) ile gizlice nişanlandı. Annesi ile yakın ilişkisinden dolayı Adèle ile evlenmek için annesinin ölümüne (1821) kadar bekledi ve 1822’de evlendi.

Adèle ve Victor Hugo’nun ilk çocuğu Leopold 1823’te doğdu ama doğduktan kısa süre sonra öldü. Sonraki sene kızları 28 Ağustos 1824’te Léopoldine doğdu. Onu 4 Kasım 1826’da doğan Charles, 28 Ekim 1828’de doğan François-Victor, ve 24 Ağustos 1830’da doğan Adèle takip etti.

Hugo’nun en büyük ve en sevdiği kızı Léopoldine, Charles Vacquerie ile evliliğinden kısa süre sonra 19 yaşındayken 1843’te öldü. 4 Eylül 1843’te Seine nehrinde boğuldu. Gemi alabora olduğundan ağır eteği tarafından dibe doğru çekildi ve kocası Charles Vacquerie de onu kurtarmaya çalışırken öldü. O zaman metresi ile Fransa’nın güneyinde seyahat etmekte olan Hugo kızının ölümünü oturduğu cafede okuduğu bir gazeteden öğrendi. Kızının ölümü Hugo’yu oldukça harap etti.

Yaşadığı sarsıntı ve kederi yazdığı À Villequier şiirinde betimledi;

Hélas ! vers le passé tournant un oeil d’envie,
Sans que rien ici-bas puisse m’en consoler,
Je regarde toujours ce moment de ma vie
Où je l’ai vue ouvrir son aile et s’envoler!
Je verrai cet instant jusqu’à ce que je meure,
L’instant, pleurs superflus !
Où je criai : L’enfant que j’avais tout à l’heure,
Quoi donc ! je ne l’ai plus !
Sonraları da kızının yaşamı ve ölümüyle ilgili birçok şiir yazdı. Bir biyografi yazarına göre de bundan asla vazgeçmedi. En ünlü şiiri Demain, dès l’aube kızının mezarına yaptığı bir ziyareti anlatır.

III. Napolyon’un 1851 yılının sonundaki askerî darbesi sebebiyle sürgüne çıktı. Fransa’dan ayrıldıktan sonra, Channel Adaları’na gitmeden önce kısa bir süre Brüksel’de yaşadı. 1852’den 1855’e kadar Jersey’de yaşadı. 1855’te 15 yıl yaşayacağı Guernsey’e taşındı. III. Napolyon 1859’da genel af ilan ettiğinde ülkesine dönme fırsatı elde ettiyse de sürgünde kalmayı tercih etti. Kaybedilen Fransa-Prusya Savaşı’nın sonucu olarak III. Napolyon iktidardan çekilmek zorunda kalınca ülkesine döndü. Paris Kuşatması’ndan sonra hayatının geri kalanını Fransa’da geçirmek için geri dönmeden önce tekrar Guernsey’e taşınıp 1872 ve 1873 arası orada kaldı.

Victor Hugo

Yazarlık

Hugo ilk romanını (Han d’Islande, 1823) evliliğinden bir yıl sonra yayımladı. Üç yıl sonra da ikinci romanı (Bug-Jargal, 1826) basıldı. 1829 ve 1840 arasında zamanının en iyi şairlerinden biri olarak ününü pekiştiren beş şiir kitabı (Les Orientales, 1829; Les Feuilles d’automne, 1831; Les Chants du crépuscule, 1835; Les Voix intérieures, 1837; ve Les Rayons et les ombres, 1840) yayınladı.

Zamanının çoğu genç yazarı gibi Hugo da, 19. yüzyılda Romantik Akımın ünlü temsilcisi ve Fransa’da edebi alanın önde gelen şahsiyetlerinden olan François-René de Chateaubriand’dan etkilendi. Hatta Hugo gençliğinde Chateaubriand gibi olamayacaksa bir hiç olmaya karar verdi. Hugo’nun hayatı da örnek aldığı kişiyle benzerlikler gösterir. Chateaubriand gibi Hugo da Romantizmin eksikliklerini gidermeye çalıştı, politikaya dahil oldu (genelde bir Cumhuriyet yanlısı olarak) ve siyasi görüşleri nedeniyle sürgün edildi.

Tutkusunu ve belagat yeteneğini ilk dönem eserlerine de yansıtan Hugo bu sayede genç yaşında şöhrete kavuştu. İlk şiir derlemesi Odes et poésies diverses 1822’de Hugo yalnızca 20 yaşındayken yayınlandı ve ona XVIII. Louis tarafından kraliyet maaşı bağlanmasını sağladı. Şiirlerin spontane coşkusu ve akıcılığı büyük övgü alsa da asıl dört yıl sonra yayınlanan şiir kitabı (Odes et Ballades) Hugo’nun muhteşem bir şair ve kelime kullanma üstadı olduğunu açıkça ortaya koydu.

Victor Hugo’nun kelimenin tam olarak olgun denilebilecek ilk kurgu eseri 1829’da basıldı. Bu eserde Hugo’nun daha sonraki işlerinde de değineceği toplumsal vicdanı keskin bir biçimde inceleniyordu. Le Dernier jour d’un condamné (Bir İdam Mahkumunun Günlüğü) isimli bu roman Albert Camus, Charles Dickens ve Fyodor Dostoyevski gibi yazarlarda derin bir etki bırakmıştır. Fransa’da idam edilen gerçek bir katilin anlatıldığı kısa öykü Claude Gueux 1834’te basıldı. Bu hikâye bizzat Hugo tarafından sosyal adaletsizlik üzerine başyapıtı Sefiller romanının öncüsü kabul edilir.

Hugo’nun ilk romanı Notre-Dame de Paris (Notre Dame’ın Kamburu) 1831’de basıldığından büyük başarı kazandı ve çabucak Avrupa’daki diğer dillere çevrildi. Eserin etkilerinden biri de Paris şehrini utandırarak romanı okuyan binlerce turistin görmeye geldiği uzun süredir ihmal edilen Notre Dame Katedrali’nin restore edilmesi oldu. Roman ayrıca Rönesans öncesi yapıların da bakıma girmesi konusunda etki etti.

Hugo 1830’ların başında toplumsal sefalet ve adaletsizlik hakkında büyük bir eser üzerine çalışmaya başladı. Ama Sefiller’i tamamlamak tam 17 yıl sürdü ve roman nihayet 1862’de yayınlandı. Hugo romanının kalitesinin kesinlikle farkındaydı ve yayın hakkını da en yüksek teklife verdi. Belçikalı yayınevi Lacroix and Verboeckhoven o zaman için nadir görülen bir pazarlama kampanyasına girişti. Eser hakkındaki basın bültenleri yayından tam altı ay önce sunuldu. Başlangıç olarak romanın ilk bölümü (“Fantine”) büyük şehirlerde piyasaya sürüldü. Teslim edilen kitaplar bir saat içinde tükendi ve Fransız halkında büyük etki yarattı.

Romana yapılan eleştiriler oldukça düşmancaydı. Hippolyte Taine samimiyetsiz bulmuştu, Barbey d’Aurevilly bayağı olduğundan şikayet ediyordu, Gustav Flaubert’e göre de kitapta ne gerçek vardı ne de cesamet, Goncourtlar yapaylıktan dem vuruyordu, Charles Baudelaire gazetede olumlu eleştiriler yazmasına rağmen şahsi olarak “tatsız ve beceriksizce” bulduğunu söylüyordu. Yine de Sefiller vurguladığı sorunların Fransa Ulusal Meclisi’nin gündemine girmesini sağlayacak kadar popüler oldu. Dünya çapında tanınan bir roman oldu ve zaman içinde birçok kere sinemaya, tiyatroya ve sahne gösterilerine uyarlandı.

Tarihin en kısa mektuplaşmasının Hugo ve yayıncısı Hurst and Blackett arasında geçtiği söylenir. Sefiller yayınlandığında Hugo tatildeydi. Kitabın aldığı reaksiyonu merak ederek yayıncısına sadece “?” yazarak bir telegraf gönderdi. Yayıncısı da ona sadece “!” yazarak romanın ne kadar başarılı olduğunu belirtti.

Hugo 1866’da yayınlanan bir sonraki romanı Deniz İşçileri ‘nde toplumsal/siyasi sorunlardan bahsetmeye ara verdi. Buna rağmen kitap (belki de önceki romanı Sefiller’in başarısı nedeniyle) ilgiyle karşılandı. Sürgünde 15 yılını geçirdiği Guernsey adasına adadığı bu eserde, insanın denizle mücadelesini ve denizin derinliklerinde saklanan Kalamar hayvanının Paris’te alışılmadık bir şekilde moda olunuşunu anlatıyordu. Kalamar yemekleri ve sergilerinden kalamar şapkaları ve partilerine değin Parisliler o zamanlarda pek çok yönden efsanevi olduğu düşünülen bu nadir deniz yaratığının etkisi altına girmişti. Kitabın etkisiyle Guernsey Fransızca’da kalamar anlamında kullanılır oldu.

1869’da basılan bir sonraki romanı Gülen Adam’da (L’Homme Qui Rit) tekrar siyasi ve toplumsal sorunlara döndü. Aristokrasinin eleştirel bir portresinin çizildiği roman önceki eserleri kadar başarılı olamadı ve Hugo kendisini gerçekçi ve natüralist romanlarının ünü kendininkileri aşan Gustave Flaubert ve Emile Zola ile arasındaki farkın açılmaya başlaması konusunda eleştirmeye başladı.

Son romanı Doksan Üç (Quatre-vingt-treize) 1874’te yayınlandı ve Hugo’nun daha önce uzak durduğu bir konu olan Fransız Devrimi’nde meydana gelen Terör Dönemi’ni ele alıyordu. Kitap yayınlandığı zaman Hugo’nun itibarının zedelese de şimdilerde daha fazla bilinen eserleri kadar değerli olduğu düşünülür.

Victor Hugo

Siyasi Hayatı ve Sürgün

Üç başarısız girişimden sonra nihayet 1841’de Fransız Akademisi’ne seçilebildi. Bir grup Fransız akademisyen, özellikle de Etienne de Jouy, “Romantik Devrime” karşı mücadele ediyordu. Hugo’nun akademiye seçilmesini de geciktirmişlerdi. Hugo daha sonra giderek Fransız siyasetinin içine daha fazla girmeye başladı.

1841’de Kral Louis-Philippe tarafından asilzadeliğe yükseltildi. Ölüm cezası ve toplumsal adaletsizliğe karşı çıkıp Polonya’nın bağımsızlığını ve basın özgürlüğünü savunacağı Soylular Meclisi’ne girdi. Cumhuriyetçi hükûmetin destekçisi olup, 1848 Devrimleri ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Anayasa Meclisi ve Yasama Meclisi’ne seçildi.

Louis-Napolyon (III. Napolyon) 1851’de askerî darbe yapıp gücü ele geçirince anti-parlamenter bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bunun üzerine Hugo da onu vatana ihanetle suçladı. Önce Brüksel’e ardından Kraliçe Victoria’yı eleştiren bir gazeteyi savunduğu için sınırdışı edildiği Jersey’e, son olarak da 1855 Ekim’inden 1870’e kadar kalacağı Guernsey’in başkenti Saint Peter Port’a ailesi ile birlikte taşındı.

Sürgündeyken III. Napolyon’a karşı Napoléon le Petit ve Histoire d’un crime adlı ünlü hicivlerini yayınladı. Hicivler Fransa’da yasaklandı ama buna rağmen etkileri büyük oldu. Guernsey’de sürgünde olduğu sırada aralarında Sefiller’in de olduğu en iyi romanlarını ve oldukça beğenilen üç şiir kitabını (Les Châtiments, 1853; Les Contemplations, 1856; ve La Légende des siècles, 1859) yayınladı.

İngiliz hükûmetini terörist faaliyetlerden hüküm giymiş altı İrlandalıyı bağışlama konusunda ikna etti. Bu hareketiyle ölüm cezasının Cenova, Portekiz ve Kolombiya anayasalarından çıkarılmasına katkıda bulundu. Ayrıca Benito Juárez’e I. Maximiliam’ı bağışlaması için ikna etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Ayrıca arşivinden çıkan bir mektupta ABD’ye gelecekteki itibarının zedelenmemesi için John Brown’ın hayatının bağışlanması gerektiğini yazdıysa da, mektup Brown infaz edikten sonra yerine ulaşabildi.

III. Napolyon 1859’da bütün siyasi sürgünler için genel af ilan etse de, Hugo bunun hükûmete karşı eleştirilerinde daha yumuşak olmasına sebebiyet vereceğini düşünerek dönmeyi reddetti. III. Napolyon düşüp Üçüncü Cumhuriyet ilan edildiğinde nihayet 1870’te vatanına döndü ve çabucak Ulusal Meclise seçildi.

1870’te şehrin Prusya tarafından kuşatıldığı sırada Paris’teydi. Halka yemeleri için Paris hayvanat bahçesindeki hayvanlar veriliyordu. Kuşatma uzadıkça yemekler de azalıyordu. Hugo günlüğünde bilmediği şeyleri yemek zorunda kaldığını yazıyordu.

Sanatçıların hakları ve telif hakkı hakkında duyduğu endişe sebebiyle Uluslararası Edebiyat ve Sanat Derneği’ni kurdu. Bu dernek Edebi ve sanatsal eserlerin korunmasına dair Bern Konvansiyonu’nun da önünü açtı. Yine de Pauvert tarafından yayınlanan arşivlerinde “Her sanatta iki yaratıcı vardır; karışık duyguların sahibi insanlar ve bu duyguları tercüme eden sanatçılar, ve böylece insanlar sanatçıların kendi duygularına bakış açılarını takdir ederler. Yaratıcılardan biri öldüğünde verilen imtiyazlar diğerine geri dönmeli, yani halka” şeklinde görüşünü açıklıyordu.

Victor Hugo

Ölümü

1870’te Paris’e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popülaritesine rağmen 1872’de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı (hayat hikâyesi (The Story of Adele H. filmine ilham kaynağı oldu) ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868’de ölmüştü.

Kendi ölümünden iki yıl önce 1883’te sadık metresi Juliette Drouet öldü. Kişisel kayıplarına rağmen yine de siyasetin içinde yer aldı. Yeni oluşturulan senatoya 30 Ocak 1876’da seçildi. Siyasi kariyerinin son demleri başarısızlıklarına sahne oldu. Partisiyle pek uyumsuzdu ve kısa sürede senatodan ayrıldı.

27 Haziran 1878’de hafif bir felç geçirdi. Şubat 1881’de 79. doğumgününü kutladı. Sekseninci yaşı için kutlamalar yapıldı. Kutlamalar Şubatın 25’inde Hugo’ya bir Sèvres vazosu hediye edilmesiyle başladı. Ayın 27’sinde ise Fransa tarihinin en büyük geçit törenlerinden biri yapıldı.

Gösteriler yaşadığı yer Avenue d’Eylau’dan başlayıp Paris’in merkezine kadar yayıldı. Geçit törenindeki yürüyüşçüler evinin penceresinde oturan Hugo’nun onuruna altı saat yürüdü. Törendeki her santim ve detay Hugo içindi; resmî rehberler bile Sefiller’deki Fantine’nin şarkısına bir gönderme olarak peygamberçiçeği takmışlardı. Ayın 27’sine gelindiğinde Avenue d’Eylau’nun adı Avenue Victor-Hugo olarak değiştirildi. Yazara gönderilen mektuplarda bile artık « Bay Victor Hugo’ya, Onun Paris’teki caddesine » şeklinde adres belirtiliyordu.

Victor Hugo 22 Mayıs 1885’te 83 yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hakim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebi figür değil aynı zamanda Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’e ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Zafer Takı’ndan gömüleceği Panthéon’e kadar götürüldüğü Paris’teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı. Hugo, Panthéon’da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa’da pek çok büyük yere onun adı verildi.

Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı;

« Je donne cinquante mille francs aux pauvres. Je veux être enterré dans leur corbillard.
Je refuse l’oraison de toutes les Eglises. Je demande une prière à toutes les âmes.
Je crois en Dieu. »
(“Fakirlere 50.000 frank bırakıyorum. Mezarlığa onlara mahsus cenaze aracı ile nakledilmek istiyorum.
Hiçbir kilisenin benim için ayin yapmasını istemiyorum. Bütün ruhlardan benim için dua etmelerini rica ediyorum.
Tanrı’ya inanıyorum.”)

Eserleri

Şiirler

  • Odes et poésies diverses (1822; Odlar ve Çeşitli Şiirler)
  • Nouvelles Odes (1824; Yeni Odlar)
  • Odes et Ballades (1826; Odlar ve Baladlar)
  • Les Orientales (1829; Doğulular)
  • Les Feuilles d’automne (1831; Sonbahar Yaprakları)
  • Les Chants du crépuscule (1835; Şafak Türküleri)
  • Les Voix intérieures (1837; Gönülden Sesler)
  • Les Rayons et les Ombres (1840, Işınlar ve Gölgeler)
  • Les Châtiments (1853; Azaplar)
  • Les Contemplations (1856; Düşünceler)
  • La Légende des siècles (1859, 1877, 1883; Yüzyılların Efsanesi)
  • Les Chansons des rues et des bois (1865; Sokak ve Orman Şarkıları)
  • L’Année terrible (1872; Korkunç Yıl)
  • L’Art d’être grand-père (1877; Büyükbaba Olma Sanatı)
  • Le Pape (1878)
  • La Pitié suprême (1879)
  • L’Âne (1880)
  • Religions et religion (1880)
  • Les Quatre Vents de l’esprit (1881; Usun Dört Rüzgarı)
  • La Fin de Satan (1886; Şeytanın Sonu)
  • Toute la Lyre (ös 1888, 2 dizi; 1893, 1 dizi; Bütün Lir)
  • Dieu (1891; Tanrı)
  • Les Années funestes, 1852-1870 (ös 1898; Uğurusuz Yıllar: 1852-1870)

Romanlar

  • Han d’Islande (1823; İzlanda Hanı)
  • Bug-Jargal (1818)
  • Le Dernier Jour d’un condamné (1829; Bir İdam Mahkûmunun Son Günü)
  • Notre-Dame de Paris (1831; Notre Dame’ın Kamburu)
  • Claude Gueux (1838)
  • Les Misérables (1862; Sefiller)
  • Les Travailleurs de la mer (1866; Deniz İşçileri)
  • L’Homme qui rit (1869; Gülen Adam)
  • Quatrevingt-treize (1874; Doksan Üç İhtilali)

Oyunlar

  • Cromwell (1827)
  • Amy Robsart (1828)
  • Hernani (1830; Hernani)
  • Marion de Lorme (1831; Marion de Lorme)
  • Le roi s’amuse (1832; Kral Eğleniyor)
  • Lucrèce Borgia (1833)
  • Marie Tudor (1833)
  • Angelo, tyran de Padoue (1835; Padova Tiranı Angelo)
  • Ruy Blas (1838; Ruy Blas)
  • Les Burgraves (1843; Derebeyler)
  • Théâtre en liberté (1886; Özgürlükte Tiyatro)

Diğer

  • Le Rhin (1842; Ren)
  • Napoléon le Petit (1852; Küçük Napolyon)
  • Actes et paroles – Avant l’exil (1841-1851; 1. c. Eylemler ve Sözler – Sürgünden Önce)
  • Actes et paroles – Pendant l’exil (1852-1870; 2. c. Eylemler ve Sözler – Sürgünden Sonra)
  • Actes et paroles – Depuis l’exil (1870-1885; 3.-4. c. Eylemler ve Sözler – Sürgünden Bu Yana)
  • Histoire d’un crime (1877; Bir Suç Öyküsü)
  • Alpes et Pyrénées (ölümünden sonra 1890; Alpler ve Pireneler)
  • La France et la Belgique (ölümünden sonra 1894; Fransa ve Belçika)
  • Choses vues (ölümünden sonra 1887-1899, 2 cilt; Görülen Şeyler)
Cengiz Han

CENGİZ HAN

Cengiz Han (doğum adıyla Temuçin, y.1162 – 18 Ağustos 1227), Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk Kağanı olan Moğol komutan ve hükümdardır. Hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen Cengiz Han, Dünya tarihinin en büyük askeri liderlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. 13. yüzyılın başında Orta Asya’daki tüm göçebe bozkır kavimlerini birleştirip bir ulus hâline getirerek Moğol siyasi kimliği çatısı altında toplamıştır. Cengiz Han, hükümdarlığı döneminde, 1206-1227 arasında, Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin Hanedanı; Türkistan’daki Kara Hıtay, Maveraünnehir; Harezm, Horasan ve İran’daki Harezmşahlar, Kafkasya’daki Gürcüler, Deşt-i Kıpçak’taki Rus Knezlikleri, Kıpçaklar ile İdil Bulgarları üzerine seferler yaptı ve imparatorluğu döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmedi. Bunların sonucunda Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizi’ne ve Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan bir imparatorluk kurdu.

1162 civarında Moğolistan’daki Onon Nehri yakınlarında doğduğu düşünülen Cengiz Han’ın gerçek adı ”Temuçin”dir. Babası Yesügey, düşman bir kabile olan Tatarlar tarafından zehirlenerek öldürüldüğünde Temuçin henüz 9 yaşındaydı. Temuçin’in kabilesi, küçük yaştaki bir çocuğun liderliğini kabul etmedi ve kardeşleri ve annesiyle birlikte onları ölüme terk ederek kabileden sürdüler. Moğolistan’ın acımasız bozkırlarında kaçarak ve saklanarak hayatta kalmaya çalıştılar. Temuçin daha küçücük bir çocukken, avladıkları bir hayvanı paylaşmak istemeyen üvey kardeşini çıkan bir kavga sonucu öldürdü. 16 yaşına geldiğinde, daha önceden yaptıkları bir anlaşma sayesinde nüfuzlu bir kabileden olan Börte isminde birisiyle evlendi. Henüz 20 yaşına geldiğinde, tüm Moğolistan’da tanınan ve saygı duyulan bir komutan haline gelmeyi başarmıştı. Moğolistan’daki göçebe kavimleri birer birer kendi bayrağı altında birleştirdi. 1206 yılına gelindiğinde Moğolistan’da birlik sağlanmıştı.

Cengiz Han

1206 yılının ilkbaharında Onon Nehri’nin yakınlarında, kendisine bağlanmış olan bütün kabileleri bir araya getirerek büyük bir kurultay topladı. Tüm göçebe kavimleri birleştiren Temuçin tek bir ulus yaratmıştı ve bu ulusa “Moğol Ulusu” adını verdi. Bu kurultayda Temuçin, daha önceden aldığı “Kağan” unvanına ilaveten ”Cengiz” unvanını aldı ve bu tarihten sonra kendisine “Cengiz Kağan” veya “Cengiz Han” diye hitap edilmesini istedi. Moğol toplumu, Cengiz Han’dan önce teşkilatsız ve düzensizdi. 1206 kurultayında devletin ordu ve toplumsal teşkilatını düzenledi.

Cengiz Han, hükümdarlığı döneminde, 1206-1227 arasında, Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin Hanedanı; Türkistan’daki Kara Hıtay, Maveraünnehir; Harezm, Horasan ve İran’daki Harezmşahlar, Kafkasya’daki Gürcüler, Deşt-i Kıpçak’taki Rus Knezlikleri, Kıpçaklar ile İdil Bulgarları üzerine seferler yaptı ve imparatorluğu döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmedi. Bunların sonucunda Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizi’ne ve Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan bir imparatorluk kurdu.

Bozkır geleneğinden gelen onlu teşkilatı kullanarak, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne dayanan meritokratik bir ordu meydana getiren Cengiz Han’ın büyük bir asker olarak ün kazanmasının temelinde, kurduğu posta teşkilatı ve casus ağı ile istihbarat sanatına verdiği büyük değer önemli bir yer tutmaktadır. Yaptığı seferler sonucunda pek çok şehir tahrip olmuş ve milyonlarca insan da katledilmiştir, ancak Cengiz Yasası adı ile metinleştirilen kuralları ile işkenceyi, yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı ve zina etmeyi de yasaklamış; zanaatkârlar, doktorlar, belli bilgi becerisi olan eğitimli kişiler ve her dinden din adamlarına, hangi milletten olursa olsun aralarında bir ayrım yapılmaksızın saygı gösterilmesi ve vergiden muaf tutulmalarını da kanunlaştırmıştır.

Cengiz Han aynı zamanda, halkının yazıya sahip olmasını sağlamak için Uygurlardan önemli kişileri başkenti Karakurum’a çağırmış ve Moğolca için Uygur alfabesini uyarlatarak bunu çocuklarına da öğretmesini istemiştir. Bu sayede Moğol dilinin de yazılı hale getirilmesini sağlamıştır.

Cengiz Han, 1227 yılında Kuzey Çin’deki Tangutlar’ı yendiği seferden dönerken bilinmeyen bir nedenle öldü. Mezarının yeri ise günümüzde hâlâ bilinmemektedir. Ünlü bir söylentiye göre, kendisi ölmeden önce mezarının gizli tutulmasını vasiyet etmiş, o ölünce de yakınları onu bilinmeyen bir yere gömmüş, daha sonra cenazeye katılan herkes mezarın yeri hiçbir şekilde bilinmesin diye kendilerini öldürmüştür. Fakat bu iddia, birçok kişi tarafından uydurma olarak kabul edilir. Günümüzde arkeologlar Cengiz’in gömüldüğü yere yaklaştıklarını düşünüyorlar. İlerleyen yıllarda modern Moğolistan’ın muhteşem bir keşfe ev sahipliği yapması mümkündür.

Cengiz Han öldüğünde sahip olduğu topraklar, tahmini olarak Büyük İskender’in dört, Roma İmparatorluğu’nun ise iki katı büyüklüğündeydi. Kurmuş olduğu imparatorluk, günümüzde Rusya hariç tüm ülkelerden daha geniş topraklar üzerine yayılmış vaziyette olup, onun ölümünden sonra oğulları ve torunları döneminde daha da genişleyerek, insanlık tarihinin gördüğü bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluk hâline geldi.

2003’te araştırmacılar American Journal of Human Genetics’te, yaklaşık 900 yıl önce yaşamış bir erkeğin genetik materyalinin günümüzde her 200 erkekten birinde bulunduğunu, yani Avrasya’da 16 milyon erkeğin bu genetik materyali paylaştığını iddia eden bir araştırma yayımladı. Bunun Avrupa’dan Afrika’ya kadar örnekleri vardır. Araştırmacılar, bu süper başarılı atanın kim olduğu sorusuna getirilebilecek en mantıklı açıklamanın Cengiz Han olduğuna karar verdiler. Çünkü Cengiz Han’ın, vaktinde Çin’den getirttiği Taoist bir bilgeden ömrünü uzatmak için yardım istediği ve bunun sonucunda, yaptığı seferlerle büyük şehirleri ele geçirdiğinde oralarda yaşayan birçok kadını himayesine alıp onlarla cinsel ilişkiye girdiği bilinmektedir.

Cengiz Han’ın ataları ve kökleri

Cengiz Han’ın şeceresi yarı mitolojik bir şekilde sis perdesi arkasındadır. Onun atalarının ve kendisinin doğuş efsanesi, Moğol mitolojisinin önemli belgelerindendir. Yazılış tarihi itibarı ile Cengiz Han’ın yaşadığı döneme en yakın olanı Şamanizm etkilerinin görüldüğü, 1240 yılında Moğolca olarak kaleme alınmış olan Moğolların Gizli Tarihi adlı esere göre Cengiz Han’dan 10 nesil önce yaşayan Alangoya, Cengiz Han soyunun efsanevi büyük annesi olarak kabul edilmiştir. Moğolların Gizli Tarihinde yer alan efsaneye göre Alangoya dul kaldıktan sonra evlenmediği hâlde üç oğlu daha olmuştur. Cengiz Han ve onun mensup olduğu Börçiginler bu çocuklardan “Bodoncar” adlı en küçük olanının soyundan gelmektedir. Alangoya efsanesi yalnızca Cengiz Han’ı değil onunla birlikte “Nirun” yani ışığın çocukları adı verilen bir yığın boyu ilgilendirse de Cengiz Han soyunun en büyük efsanesi olarak kabul edilmiştir. Nirun boylarından öncelikle Cengiz Han’ın boyu Borciginler ardından Tayciutlar, Barlaslar, Derbenler, Salciutlar ve başka birkaç boy daha sayılabilir. 1140 yılında Moğol kabilelerinden Börçiginlere mensup Kabul, bütün Moğolların ilk lideri olarak “Han” unvanını almıştır. Cengiz Han’ın babası Yesügey Bahadır onun torunudur.

Kabul Han ve onun halefi Ambakay Han zamanında Moğollar, Çin’deki Jin İmparatorluğu ile mücadele edecek kadar kuvvetlenseler de Tatarlar, Çinlileri hoşnut etmek için Ambakay’ı Çin’e teslim ettiler. Ambakay hiç alışılmadık bir şekilde, “tahta eşek şekli” denen bir duruma sokularak çarmıha gerilip infaz edildi. Cengiz Han’ın büyük amcası Kutua, bu hakarete Çin üzerine ve Tatarlara bir dizi saldırı düzenleyerek cevap verdi ve bu akınlar sonunda “Moğol Herkülü” unvanını kazandı. Fakat, 1160 yılında, detayları bilinmeyen bir dizi olay sonunda, Kuzey Çin’in hakimi Jin Hanedanı, Moğolları hezimete uğrattı. Moğollar bir süre karmaşa içinde dağıldılar. Sefalet içinde yüzen bu karmaşık hâldeki Moğollar’ın içerisindeki önemsiz liderlerden biri olan Kabul Han’ın torunu Yesügey Bahadır, ittifaklar kurarak Moğolları güçlendirmeye çalıştı. Moğolların batı komşularından biri olan Türk boylarından Keraitler idi. Keraitler 200 yıldan beri Nasturi Hristiyan’dı. Hristiyan Keraitlerin o zamanki lideri Tuğrul idi. Tuğrul, 1160 yılında iç meseleler sonucu tahtını kaybetmişti. Moğolların lideri Yesügey, Tuğrula kabilesinin önderliğini yeniden ele geçirmesi için yardım etti. Tuğrul ve Yesügey anda ile kardeşilik yemini ettikten sonra, daha sonraları Moğolların yeniden ortaya çıkışında olağanüstü önem taşıdığını kanıtlayacak olan bir ittifak kurdular.

Rivayetlere ve efsaneye göre Yesügey Bahadır bir gün Onon nehri kıyılarında şahini ile avlanırken gelinleri taşımak için özel olarak tahsis edilmiş, bir at arabasına rastladı. Yesügey, arabada oturan kıza ilk görüşte âşık olmuştu. Yesügey iki kardeşini yanına alarak ve birlikte ağır ağır giden düğün arabasına yetiştiler. Üç kardeş Onggirat boyunun Olkunat kabilesinden olan Höelin adındaki yeni evli gelini yakaladılar. Höelin başke seçme şansı olmadığı için Yesügey Bahadır’ı yeni kocası olarak kabullendi. Yesügey onunla, doğurduğu oğlan bir kahraman olacak diyerek evlenmişti.

Cengiz Han

Doğumu

Evlilikten bir süre sonra Yesügey, Tatarlar üzerine yaptığı bir akından geri döndüğünde, karısı Höelin’in hamile olduğu haberiyle karşılandı. Kaynaklarda bebeğin doğumu sırasında Höelin’in kapısına bir yay ve ok asılarak şeytanın girmesinin engellendiği ancak yakın akrabalar ve bir kadın Şamanın ebe olarak görev yaptığı ileri sürülmektedir. Şaman, bebeği çok yakından inceleyerek, geleceği hakkında kehanette bulunabilecek bir işaret arayacaktı. Efsaneye göre sağ avucunun içinde sonraları gayet doğal olarak, gücün ve çok kan dökeceğinin simgesi olarak nitelendirilecek aşık kemiği şeklinde bir kan pıhtısı ile doğdu. Yesügey Bahadır düşman olduğu Tatar kabilelerinden birinin reisi olan Temuçin adlı bir kişiyi esir almıştı. İşte bu esir ve hadise üzerine Yesügey Bahadır oğluna Temuçin adını verdi. Temuçin, katı, sağlam, sert, dayanıklı ve demir gibi anlamlarına gelmektedir.

Arap ve İranlı tarihçilere göre Temuçin’in doğum tarihi 26 Ocak 1155’tir. Ancak Çin kaynaklarınca Temuçin, 12 Hayvanlı Türk takvimine göre domuz yılının başında dünyaya gelmiştir. Bu hesapla 12 Hayvanlı Türk Takviminde 1 yıl 12 yılı kapsadığı için 1155 ile 1167 arasında sonu 2 ile biten bütün senelerden yola çıkarak doğum tarihinin 1162 olabileceği kabul edilmektedir. Uzmanlar Temuçin’in doğum tarihini nasıl kanıtlamaya çalışıyorlarsa doğum yerinin de kesin olarak nerede olduğunu tartışmaktalar. Cengiz Han zamanından günümüze kalan tek kaynak olan “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde bu yerin Onon yakınlarında Dülün-Boldak adıyla bilinen bölge olduğu yazmaktadır. Bu adın anlamı “Dalak Tepeciği” dir.

Çocukluk ve gençlik yıllarında verdiği hayatta kalma mücadelesi

Yesügey Bahadır ve Höelin’in Temuçin’den başka Hasar, Haçi ve Temüge adlarını taşıyan üç oğlu ile Temulun adında bir kızları olmuştur. Bunun yanı sıra Temuçin’in Bekter ve Belgütay isimli iki üvey kardeşi vardı. Temuçin 9 yaşındayken, babası Yesügey Bahadır onu evlendirmek için kendisini de yanına alarak Temuçin’in annesi Höelin’in kabilesi olan Onkıratların yanına gitti. Yesügey, kayın biraderinin kızı Börte’yi oğlu Temuçin’e istedi. Börte adındaki kız Temuçin’den bir yaş büyüktü. Anlaşma gereği Temuçin orada kalacaktı. Burada evlilik yaşı olan, 10 yaşına gelene kadar evin reisine hizmet edecekti. Fakat Yesügey Bahadır evine dönerken yolda karşılaştığı ve konuk olduğu Tatarlar tarafından, eski husumetlerinin sonucu olarak zehirlendi. Yesugey Bahadır ne olursa olsun ölmeden önce Temuçin’in geri getirilmesi için emir verdi fakat Temuçin gelmeden öldü. Temuçin ve ailesi, ilk olarak akraba kabilelerden Tayciutlara katılmaya karar vererek yanlarına gittiler ancak, Tayciutlar Temuçin ile ailesini yanlarına almak istemediler. Yesügey’in erkek kardeşleri de Höelin ve çocuklarına yardım etmediler. Bir müddet sonra da Yesugey’in kabilesi Temuçin’in annesi Höelin’in yani bir kadının emri altında kalmak istemeyerek göç etti. Höelin, kabilesinin sürülerinden hiçbir hak iddia etmeyerek Burhan Haldun Dağının eteklerindeki ormanlık yamaçlara ailesi ile birlikte yerleşti. Sürü sahibi olamadıkları için et yiyemeden, süt içemeden sadece nehirde balıkçılık yaparak, ormanda yabani meyveler ve kökler toplayarak hayatlarını devam ettirebiliyorlardı. Temuçin On-on bir yaşlarında iken çok iyi bir arkadaş edindi. Bu çocuk Cacırat boyundan Camuka adlı kendi yaşıtında birisi idi. Sonunda dostlukları o derece ilerlemişti ki anda yani kan kardeşi olmak için yemin ettiler. Temuçin 13 yaşında iken üvey kardeşi Bekter ile arasındaki rekabet ileri boyutlara vardı ve Temuçin, Yesügey’in diğer hanımından doğan üvey kardeşi Bekter’i bir av meselesi sonucu çıkan kavgadan sonra öldürdü. Bekter, Höelin’in öz oğlu olmamasına rağmen Tayciutlara karşı birlik olmak gerekirken böyle bir hareket yaptıkları için Temuçin’e çok sinirlendi. Nitekim Tayciutlar kısa bir süre sonra saldırarak Temuçin’i esir aldılar. Tayciutların lideri tarafından tutsak edilen Temuçin, bir köpek gibi boynuna bir tahtadan yapılmış tasma takarak kabilelere teşhir edildi. Fakat bir gün bekçisinin elindeki halatı birdenbire şiddetle çekerek başına vurduğu bir darbe ile saf dışı bırakıp koruluğa doğru kaçarak Onon Nehri kıyısına doğru koştu. Nehirde boylu boyunca uzandı. Tahta boyunduruk başının soğuk sudan yeterince yüksekte durmasını sağlıyordu. Peşindekilerin tümü koruluğu araştırırken nehrin aşağısındaki evine doğru giden bir adam Temuçin’i yattığı yerde görür görmez tanımıştı. Bu adam, Temuçin esir edildikten sonra evinde tutulduğu Sohan Şira idi. Uzaktan Temuçin’i arayan takipçilerin bu tarafa geldiğini görünce Sohan Şira onlara mani olmak için herkese şimdiye kadar aradıkları yerleri bir kez daha kontrol etmelerini önerdi. Temuçin, tehlike geçtikten sonra Sohan Şira’nın gittiği yoldan sendeleyerek ilerledi ve bir önceki geceyi geçirdiği çadıra ulaştı. Üzerinden sular damlayan titreyen Temuçin’i gören Sohan Şira oradan uzaklaşmasını istedi. Buna rağmen ailesi, karısı, iki çocuğu ve kızı Temuçin’e yakın davranarak boyundurluğu ve kelepçesini çıkararak Temuçin’in karnını doyurdular ve ıslak elbiselerini kuruttular. Daha sonra da Temuçin’i koyun yünüyle dolu bir arabanın içinde sakladılar. Ertesi gün Tayciutlar, Sohan Şira’nın çadırına gelerek her tarafı karıştırıp yatakların altına baktılar. Sıra yün dolu arabaya geldiğinde, tam Temuçin’in ayaklarını görecekleri sırada Sohan Şira, böyle sıcak bir havada bu kadar yünün altında kim saklanır diyerek takipçilerin oradan uzaklaşmasını sağladı. Sonunda, Sohan Şira Temuçin’in kaçma şansını arttırmak için yiyecek, içecek ve iyi bir at verdi. Temuçin, Annesinin Onon’un üst kesimlerindeki sığınağına giden yolu takip ederek sonunda ailesine geri döndü. Temuçin, ileri de Cengiz Han olduğunda kendisine yardım edenleri hiç unutmamıştır ki bunlar arasında kendisini esaretten kurtaran Sohan şira ve onun çocukları da vardır. Bir tanesine general rütbesi vermiştir.

Bu hadisenin üzerinden bir yıl geçmişti. Aile sadece bir sürüye ve dokuz tane ata sahipti. Bir gün Temuçin’in üvey kardeşi Belgütay’ın marmot avlamak için kamp dışına çıktığı sırada hırsızlar kalan sekiz atı çaldılar. Temuçin ellerinde kalan son ata atladı ve sonraki iki gün boyunca hırsızların izini sürdü. Üçüncü gün sabahı bir çadıra ve çadırın yanındaki ağıldaki oldukça büyük bir at sürüsüyle ilgilenen Bughurçi isimli bir gence rastladı. Bughurçi, Temuçin’in uzun süredir koşturduğu atının hâlini görünce Temuçin’e yorgunluktan neredeyse ölmek üzere olan atını sürüsündeki zinde atlardan biriyle değiştirmesi için ısrar etti. Temuçin atını değiştirip oradan ayrılırken Bughurçi aniden bir karar verdi ve at hırsızlığı hepimizin ortak sorunu bende seninle birlikte geleceğim dedi. Üç gün sonra Temuçin ve Bughurçi hırsızlara ve çalıntı atlardan oluşan sürülere yetişti. İki arkadaş anında harekete geçerek sürünün arkasına daldı ve Temuçin’e ait olan atların iplerini kesip yedeklerine alarak dörtnala uzaklaştılar. Bughurçi’nin babasının kampına yaklaştıkları sırada Temuçin, sen olmasaydın atlarımı nasıl bulurdum gel bunları bölüşelim sadece hangilerini almak istediğini söyle yeter dedi. Babası varlıklı biri olan Bughurçi hayır diye yanıtladı. Temuçin gerçekten Bughurçi’nin asil davranışını unutmayacak ve Bughurçi ileride yanından ayırmadığı sağ kolu, atlarının baş seyisi, zırhlı tümen komutanı ve Moğolların en büyük generallerinden biri olacaktı.

Cengiz Han

Börte’nin kaçırılması Tuğrul Han ve Camuka ile birlikte Merkitler’e karşı sefer

Temuçin, 9 yaşındayken nişanlandığı Börte ile babasının ölmeden önce kararlaştırdığı gibi evlilik düğünü yapmak için kayınpederini ziyaret etmeye ve evlilik anlaşmasına hâlâ razı olup olmadığını sormak için üvey kardeşi Belgütay ile birlikte Kongirat ülkesine doğru yola çıktı. Temuçin’i çok iyi karşıladılar ve evlilik gerçekleşti. Evlilik tarihi olarak kesin olmamakla birlikte 1178, 1180 ve 1181 tarihleri ileri sürülmektedir. Temuçin Börte ile evlendiği zamanlarda Merkit kabilesinin büyük bir saldırısına uğradı. Bu saldırıda Temuçin kendi canını ve karargahını kurtardığı hâlde henüz yeni evlendiği eşi Börte Merkitler tarafından kaçırıldı. Bataklıkları yararak düşmanı ağır mağlubiyete uğratan Temuçin, karısını onların elinden alamamış ancak bu zafer ona çok büyük bir ün ve itibar kazandırmıştı. Temuçin’in doğumundan önce babası Yesügey Bahadır, Keraitlerin lideri Tuğrul ile kardeşlik yemini etmişti. Temuçin, kardeşi Kasar ve üvey kardeşi Belgütay’yı yanına alarak yeni bir müttefik kazanmaya gitti. Başlarına geleni Tuğrul’a anlattı. Vaktiyle Temuçin’in babası tarafından yardım gördüğünü hatırlayan Tuğrul Han, Temuçin’i himayesine aldı. Tuğrul onu çok iyi karşıladı ve kendisine evladım diye hitap etti. Tuğrul, Temuçin’in Cungar kabilesi şefi Camuka’ya da uğramalarını ve onlarında desteğini almalarını söyledi. Üç kardeş Camuka’ya da giderek durumu anlattılar. Temuçin’in kan kardeşi olan Camuka, kendi namusu gibi hiddetlendi ve Tuğrul’un taahhüdüne uyacağını teyid etti.

Merkitlere karşı savaş hazırlıkları süratle tamamlandı. Camuka toplanma bölgesine üç gün evvel gelerek Temuçin’e hazır olduklarını bildirmiş Tuğrul komutasındaki Kerait’lerin de gelmesinden sonra saldırıya başlandı. Saldırı haberini alan Merkit kabileleri Selenge nehri akıntısı boyunca kaçmışlardı. Ama çoğu büyük baskında avlanmıştı. Temuçin ilk gece baskınında, Börte’nin kurtarıldığını Camuka’ya bildirdi ve saldırıyı yavaşlattı.

Cuci’nin doğumu

Bu zamanın sürpriz hadiselerinden biri de, Merkitler elindeki esaretten kurtulan Temuçin’in karısı Börte’nin doğurması idi. Bu beklenmeyen bir çocuktu. Yeni doğan çocuğa, misafir anlamına gelen Cuci adını koydular. Cuci, Börte’nin Merkitlerden kurtarılmasından 9 ay sonra doğdu; böylece de babasının kim olduğu hakkında hep soruları da beraberinde getirdi Cuci ilerki zamanlarda Temuçin’in en büyük oğlu olarak anılacaktı. İleride Temuçin’in başka kadınlardan da çocukları olacaktı ancak ilk karısı ve imparatoriçesi Börte’nin doğurdukları Cuci, Çağatay, Ögeday ve Tuluy en sevdikleri oldu. Temuçin’in diğer eşlerinden olan çocukları onun yerini almaktan muaf tutuldular.

Temuçin’e Kağan unvanının verilmesi ve Camuka’nın başkaldırışı

1189’da toplanan bir kurultay kararı ile Temuçin’e Kağan unvanı verildi. Bu kurultayda Temuçin, teşkilatı için en güvenilen yakınlarından bir danışma meclisi oluşturmuştur. Ancak 1189 kurultayı kararlarını herkes tanımamıştı. Tatarlar bu dönemde Çin’in sınır bölgelerini yağma ediyor ve korku saçıyorlardı. Moğollar, Tatarların bölgelerinin ötesinde Çinlilere en yakın olanlardı. 1198 yılında Kuzey Çin’deki Kin Hanedanı Tatarlara karşı Temuçin’den yardım istedi. Çünkü Tuğrul uluslararası alanda tanınan bir şahsiyetti ve onun Temuçin’e ile ittifak halinde olmasıyla Temuçin’in gücünü görmüşlerdi. Temuçin de ataları ile olan husumeti ve babası Yesügey Bahadır’ı zehirleyerek öldürdükleri için Tatarlardan nefret ediyordu. Bunu fırsat bilerek Tuğrul ile birlikte Tatarlar üzerine bir sefer gerçekleştirdi. Önderleri öldürüldü, ülkeleri ve kampları yağma edildi. Fakat Çinliler Tatarlara karşı zaferin tümünü Tuğrul’a atfettiler. Çinli general ona Moğolların Ong olarak telaffuz ettikleri “Wang” yani kral unvanını bahşetti. Tuğrul artık Wang-han olarak tanınacaktı.

Temuçin’in gücünün artması karşısında Temuçin’e ilk baş kaldıran kan kardeşi Camuka oldu. Tatarlar, Merkitler, Naymanlar, Oyradlar ve Taycutlar, Camuka’ya yakınlaştı ve bir ittifak kurarak 1201 yılında Camuka’yı Gur Han(evrensel lider) unvanıyla liderleri yaptılar. Camuka’nın kardeşi Taiçar’ın, Temuçin’in oğlu Cuci’nin sürüsünü çaldığı için Cuci tarafından öldürülmesi, Camuka’ya Temuçin üzerine sefere çıkma fırsatını verdi. Camuka’nın üç tümenlik gücüne karşı Temuçin’in de üç tümen kadar gücü bulunuyordu. Savaş esnasında Camuka’nın izlediği strateji ile Temuçin tuzağa düşmüş ve ok yağmuru altında atılan bir ok Temuçin’i ıskalayarak atının boynuna saplanarak atının ölümüne neden olmuştu. Temuçin atını değiştirdikten sonra bu sefer başka zehirli bir ok kendi boynuna isabet etti. Kardeşi Haçiun ile yetmiş kadar adamı da Camuka’nın eline esir düştü. Camuka bu yetmiş adamı kaynayan kazanların içine attırarak feci şekilde öldürttü. Temuçin’in kardeşi Haçiun’un ise başını kılıcı ile kesip, kellesini atının kuyruğuna bağladı. Ele geçirdiği okçuların parmaklarını kestirip, izcilerin gözlerine mil çektirdi. Böyle yaparak psikolojik olarak onları korkutmak istemişti. Yardımcısı Celme, Temuçin’in boynuna saplanan zehirli oku çıkararak yarayı emerek ateşten yarı baygın bir şekilde yatan Temuçin’in yarasını temizledi. Celme gece karşıda duran düşman denklerinin arasına giderek gizlice kaymak çalarak Temuçin’i doyurdu getirdi. Temuçin, gerçekten de doğduğu günden beri yanında olan yardımcısı Celme’nin iyiliğini hiç unutmamış ve onu ileride general rütbesi ile mükâfatlandırmıştır.

Temuçin eski sağlığına tekrar kavuştuğunda kardeşinin ölüm haberini alınca herhangi bir tepki göstermemiştir. Bu da onun kardeşinin ölümüne fazla üzülmediğine veya artık ölümlere alıştığına yorumlanmıştır. Ama intikam almak için iyice hırslanmıştır. Temuçin’in vurulduğu halde ölmemesi, onun askerleri arasında itibarını daha da arttırmış ve bundan manevi bir güç kazanarak Camuka’ya yeniden saldırmışlardı. Sonuçta Camuka’nın ordusunu dağıldı. Savaş kazanılıp Camuka kaçtıktan sonra, zamanında Tayciutlardan kaçmaya çalışırken Temuçin’e yardım eden Sorhan Şira bir arkadaşı ile Temuçin’in yanına geldi. Şimdi ona katılmakta serbest idi. Temuçin, Sorhan Şira’ya atını öldüren oku kimin attığını görüp görmediğini sordu. Bu sorunun cevabı Sorhan Şira’nın arkadaşı Jirko’dan geldi. Oku atan kendisi idi. Temuçin kendisine neredeyse öldürecek olan bu düşman savaşçıyı idam edebilirdi ama genç, hayatını kurtarmış olan adamın arkadaşı idi. Jirko, her buyruğuna boyun eğeceğine dair söz verdi. Eğer beni öldürürsen toprak parçasında çürüyüp giderim fakat merhamet gösterirsen senin için dağları okyanusları aşarım dedi. Temuçin, onun dürüstlüğünden etkilendi ve bu adam benim dostumdur diyerek yaptığı hareketin anısına ona yeni bir isim verdi. Bundan sonra ismi Cebe(okçu) olacak ve ben onu okum olarak kullanacağım dedi. Cebe’nin bir atı yoktu. Bir at talep etti. Temuçin onun arzusunu yerine getirerek genç Cebe’ye burun delikleri beyaz bir at verdi. Cebe ata binince bir yolunu bulup kaçtı ama daha sonra geri dönerek Temuçin’e hizmet etmek arzusunda olduğunu söyledi. Gelecekte, Türkistan, İran ve Rusya’yı fethedecek olan Cebe Noyan işte budur. Epeyce sonra Cebe, Karahitaylar ile savaş esnasında Tiyan Şan yaylasından geçerken beyaz burunlu bin at toplayarak Cengiz Han’a hediye ederek hayatını borçlu olduğu bu hadiseyi unutmamış olduğunu gösterecekti. Temuçin, Tatarlar’ın Camuka ile olan savaşta onun tarafında olması Temuçin’e onlara güvenmemesi gerektiğini göstermişti. Tatarlara karşı nihai darbeyi indirmek için 1202 yılında tekrar harekete geçti. Sefer sonucunda Tatarlar, Temuçin tarafından yenilerek parçalanmışlar ve bütün mensupları da diğer boylar arasında paylaştırılmıştı. Tatar hanı Yekeçeren’in güzel kızı esir düşmüştü. Temuçin, Yesujen adlı bu güzel Tatar kızının nişanlısını kendi gözleri önünde öldürerek, ondan da güzel olan Yesui adlı ablası ile evlendi. Temuçin’in bu hanımına şiddetle âşık olduğu belirtilmektedir.

Temuçin ile Tuğrul’un arasının açılması

1203 yılı başlarında Temuçin ve Tuğrul Han güçlerini birleştirerek Naymanlara karşı sefere çıktılar. Naymanların hükümdarı Buyruk Han bu güç karşısında dayanamayarak Altay Dağlarına çekildi. Bir süre takipten sonra Temuçin’in güçleri ona yetişerek ve Buyruk Han’ı öldürdüler. Ancak Tuğrul’un oğlu Sangum tam düşmana esir düşmek üzere iken Temuçin’in güçleri tarafından kurtarılınca Tuğrul, Temuçin’e oğlunun onun himayesine girmesini teklif etti. Temuçin bununla da kalmayıp, en büyük oğlu Cuci’ye Tuğrul’un kızını isterken Tuğrul’un oğlu Sangum’a kendi ailesinden bir kız vereceğini söyleyerek aralarındaki bağı daha da kuvvetlendirmek istiyordu. Ancak Tuğrul’un oğlu Sangum kendisini daha üstün gördüğünden bu teklifi reddetti. Temuçin bu durumu hiç hoş karşılamadı. 1203 yılının baharında Tuğrul’un oğlu Sangum babasını bir hile ile Temuçin’i ortadan kaldırmaya ikna etti. Bu sırada yanlarında bulunan birisi Temuçin’den büyük mükâfat alacağını düşünerek bunu gelen adamlarına söylemişti. Bunu duyan Temuçin ve adamları hemen bulundukları yerden uzaklaştılar. Her iki tarafın orduları savaşa hazırlanmış ve Temuçin’e Halalhalcit çölünde Kerayitlerin geldiği haberi ulaşmıştı. Tuğrul ve Camuka birlikte idiler ve Tuğrul yaşlı olduğu için ordunun komutasını Camuka’ya vermişti. Savaş sonunda Kerayitler teslim olmak zorunda kaldı. Ancak ne Tuğrul ne de oğlu Sangum savaş meydanında bulunamamışlardı. Savaş kazanıldıktan sonra Kerayit halkı itaat altına alınmış ve gruplar hâlinde değişik boyların arasına dağıtılmışlardır. Tuğrul ile oğlu müttefikleri olan Camuka’nın ülkesine kaçmışlardı. Ancak Tuğrul bir karakol postasını Kerayit hanı olduğuna ikna edemeyince onun tarafından öldürüldü. Oğlu Sangum ise seyisinin ihanetine uğradı. Karısı seyise; altın elbiselerini giyerken, tatlı yemeklerini yerken iyiydi şimdi onu nasıl terk edersin demesine rağmen, seyis Temuçin’in yanına giderek ona Sangum’un bulunduğu yeri söyledi. Ancak seyis umduğunu bulamamıştı, Temuçin; karısını ödüllendiriniz, öz hanına ihanet edenin ise kafasını kesiniz diyerek ihanet edenin cezasız kalmayacağını gösterdi.

Cengiz Han

Camuka’nın yakalanışı ve infazı

Camuka’nın yanındakiler ile beraber pek çok boy da Temuçin’e tabi olmuşlardı. Camuka, Temuçin’in eline düşmekten kurtulan Nayman ve Merkit güçleri ile birleşerek Temuçin’e karşı harekete geçti ancak başarılı olamadı. Nayman ve Merkitler bu şekilde dağıtılıp tamamen güçsüz hâle getirildikten sonra, onlarla birlikte Temuçin’e karşı savaşan Camuka desteğini kaybedip sadece beş yakın arkadaşı ile birlikte kaldı. Ancak bu yakın arkadaşları onu satmaktan geri durmadılar ve yemek yerken onu yakalayıp Temuçin’e teslim ettiler. Böyle yapmakla da tıpkı seyis gibi Temuçin’den büyük mükâfat alacaklarını düşünmüşlerdi. Ancak Temuçin bütün ihanet edenlere acımadığı gibi onlara da acımamış ve öz hanlarına ihanet edenleri bütün nesilleri ile yok edin emrini vererek onları infaz ettirdi. Gizli Tarih’e göre, Temuçin Camuka’ya tekrar arkadaş olmalarını ve yanında olmasını teklif etti. Camuka bunu reddetti ve kendisinin bir asile yakışır şekilde kanının dökülmeden öldürülmesini, cesedinin yüksek bir yere gömülerek saygıdan mahrum edilmemesini rica etti. Temuçin’de senin hayatını bağışlamak istediğim hâlde bunu kabul etmiyorsun öyleyse seni kendi arzuna göre kanını akıtmadan öldürteceğim dedi ve onun(boyun) kemikleri kırılarak öldürülmesini emretti.

1206 kurultayı ve Temuçin’in Cengiz Han oluşu

Tuğrul ile Camuka’nın ortadan kaldırılması ve Temuçin’in Merkitler’i, Naymanlar’ı, Keraitler’i, Tatarlar’ı ve diğer küçük kabileleri liderliği altında birleştirmesi onu Orta Asya bozkırlarındaki tek güç hâline getirdi. 1206 yılının ilkbaharında Onon nehrinin kaynaklarında, kendisine bağlanmış olan bütün kabileleri bir araya getirerek büyük bir kurultay topladı. Tüm göçebe konfederasyonları birleştiren Temuçin tek bir ulus yarattı ve bu ulusa “Moğol Ulusu” adını verdi. Artık o Moğolların mutlak efendisi idi. 1206 kurultayının en önemli kararı Temuçin’in daha evvel aldığı “Kağan” unvanına ilaveten “Cengiz” unvanını almasıdır. Bu tarihten sonra kendisine “Cengiz Kağan” veya “Cengiz Han” diye hitap edilmesini istemiştir. Aslında bu o dönemin teleffuzu ile “Çinngiz Kan” şeklinde idi. Temuçin bu sırada 44 yaşında bulunuyordu. Moğol toplumu, Cengiz Han’dan önce teşkilatsızdı. 1206 kurultayında devletin ordu ve içtimai teşkilatı düzenlendi. Cengiz Han kurultayda Mukhulai’ı baş yardımcısı, süvari birliklerinin başındaki Bugurçi’yi de danışmanı olarak atadı. Celme ve Subutay kardeşleri ise binbaşı olarak atadı. Tayciutlardan kaçtığı sırada kendisini kurtaran Sorhan Şira, her iki oğlu gibi Cengiz Han’ın yaveri ve ok taşıyıcısı oldu. Bu atamalar göçebe imparatorluğun yönetiminde büyük değişiklilere damgasını vurdu. Moğol birliği geçmişte kabile rekabetlerinden büyük zarar görmüştü. Cengiz Han şimdi atayacağı kişileri kabile hiyerarşisine göre değil liyakata göre belirleyecekti. Anahtar kelime ise sadakatti. Sorhan Şira ve oğulları hiçlikten yöneticiliğe gelmiş tek örnek değillerdi. Çobanlar, marangozlar vb. aynı haklara sahipti. Celme ve Subutay birer demircinin oğulları idi. Subutay, stratejik zekasından dolayı Cengiz Han’ın ailesinden olmadan Cengiz Han’a en yakın isim hâline gelmiştir. Cengiz Han kendisi ile aynı yolda yürüyen herkese karşılığını fazlası ile vermiş ve bundan sonra yeni muhafız birliğinin teşkil edilmesi için çalışmalara başlamıştır. Cengiz Han, ordusunu göçebelerin yüzyıllardan beri kullandığı onluk sisteme göre düzenlemeye başladı. On askerlik birim arban, yüz askerlik birim jagun, bin askerlik birim minghan, on bin askerlik birim ise tümen olarak adlandırılmıştı. Askerî faydalarının yanı sıra, onluk sistemin kullanılmasının asıl nedeni, Cengiz Han’ın, güçlü askerî birimler kurarak askerlerin kendi kabilelerine değil de, bu birimlere özellikle minghan seviyesinde bağlılık duymasını istemesiydi. Cengiz Han, aynı düşünceyle 1206 yılında mevcudu 10.000’e ulaşan keshig adındaki muhafız birliğini kurdu. Genişleyen imparatorluğa komutan ve idareci yetiştiren ve Cengiz Han’a sadakati ön planda tutan keshig’e katılabilmek büyük bir onurdu. Kabilelere duyulan sadakati kendisine yönlendirmeyi başarabilmesi, Cengiz Han’ın yeteneğinin diğer bir göstergesiydi.

Cengiz, han seçilirken Şaman Kökçü onun lehine bir hayli kehanette bulunarak birçok boy yöneticisinin oyunu da etkilemişti. Kökçü, Cengiz Han’ın babası Yesügey ve annesi Höelin’in güvenilir adamı olan Şaman Münglik’in oğlu idi. Kerayitler ile olan mücadelesinde Tuğrul’un oğlu Sengün tarafından hazırlanmış olan bir tuzak ile ilgili Cengiz Han’ı zamanında uyaran yine Münglik olmuştur. Kökçü’nün babası yaşlı ve bilge Münglik Cengiz Han’ın hayatında çok önemli bir rol oynamış ve sonunda Cengiz Han’ın dul annesi Höelin ile evlenmişti. 1206 kurultayında Kökçü, Ulu Gök Tengri’nin Cengiz Han’a kainatın kağanlığını verdiğini ilan etmişti. Bu ilahi tasdik Cengiz Han’a otoritesinin temelini sağlamıştı. Bu nedenle Kökçü’nün Cengiz Han’ın nazarında ayrı bir yeri vardı. Moğolların Gizli Tarihi’ne göre Kökçü ve kardeşlerinin değişik boylardan oluşan ve henüz Cengiz Han’a biat etmeyen toplulukları kendi etraflarına toplamaya başladıklarından bahsedilmektedir. Şaman Kökçü, Cengiz Han’a iktidarının temellerini atmasına yardımcı olmuştu. Ancak hem sihirli gücü ve hem de imparatorluk ailesi içinde babası Münglik’in durumundan dolayı kendisinin dokunulmaz olduğunu sanarak çok geçmeden küstahça davranmaya, tabiatüstü nüfuzundan yararlanarak Cengiz Han’ı ve imparatorluğu yönetmeye kalkışmıştı. Cengiz Han’ın kardeşi Kasar ile kavga etmişti bu nedenle Kasar’ı yok etmek maksadıyla Han’a ruh bana Gök Tengri’nin bir buyruğunu vahyetti, önce Temüçin hüküm sürecek ve ondan sonra Kasar gelecek, Kasar’ı yok etmezsen tehlikedesin diyerek Cengiz Han’ın ruhunda kardeşi Kasar için kuşku uyandırmıştı. Kasar, Cengiz Han’ın gazabından annesi Höelin sayesinde kurtulmuştu. Kökçü Cengiz Han’ın en küçük kardeşi Temüge Oçigin ile de bozuşmuş ve ona herkesin içinde hakaret etmişti. Cengiz Han’ın karısı Börte kocasını ikaz etmişti. Bu defa Cengiz Han durumu anlamış ve Temüge’ye şamandan kurtulması için müsaade etmişti. Temüge tarafından vazifelendirilmiş üç muhafız Kökçü’yü kanını dökmeden bel kemiğini kırarak infaz ettiler. Kökçü’nün bertaraf edilmesi Cengiz Han imparatorluğunun dini temel üzerine kurulmayacağının habercisiydi.

Moğol İmparatorluğu bir devlet olarak gerçek oluşumunu ancak Uygurların tam iştirakı ile sağlamıştır. Moğol İmparatorluğunun ilk hocaları ve ilk memurları Uygurlar olmuştur. Uygular, yerleşik hayata geçmişler, edebiyat, sanat açısından olduğu kadar ticaret açsından da parlak bir uygarlığa sahiplerdi. Bu sebeple bir devlet idaresi için ne gerekiyorsa onu biliyor ve uyguluyorlardı. Cengiz Han, Naymanlara karşı savaşı esnasında esir aldığı bir Uygur mühürdarı sayesinde Uygurların mühür ve yazı kullandığını görünce, Uygur mühürdarını emirlerini yazması için görevlendirdi ve mührü bastıktan sonra koruması için emanet etti. Bunun ötesinde Cengiz Han, yazabilmenin ne kadar önemli olduğunu görmüştü. Uygurların kendilerine ait bir alfabeleri vardı. Yüzyıllardan beri gelişen bu yazı hemen Cengiz Han tarafından benimsendi ve Cengiz Han, Uygur mühürdardan bu yazıyı Moğolca için uyarlamasını ve dört oğluna da bu yazıyı öğretmesini istedi. Bu hususta aile içinde başlatılan eğitim ile Uygur yazısı akabinde tüm Moğol İmparatorluğu’nda kullanılmaya başlandı. Moğollar’ın Uygurların kültürüne olan alakaları Uygurlar ve Moğollar arasındaki karşılıklı bir çekime yol açtı ve Uygur hükümdarı Barçuk, Cengiz Han’ı kutlamak için elçilerini yolladı. Cengiz Han da bunun karşılığında onu Karakurum’a davet etti. Uygur hükümdarı Barçuk değerli mücevher ve kumaşlarla Cengiz Han’ın huzuruna geldiğinde görkemli bir biçimde karşılandı. Cengiz Han kızı Altun Beki’yi onunla evlendirildi. Böylece Uygurlar ile Cengiz Han arasında bir akrabalık kurulmuş oldu.

Cengiz Han

Uygur yazı sisteminin kullanılmaya başlamasından sonra Uygur mektebinin ilk mezunu, aslı bir Tatar olan Cengiz Han’ın evlatlığı Şiki Noyan idi. Cengiz Han, onu kanunlarını ve değerlerini yazıya geçirmesi için görevlendirdi ve onları mavi bir defterin beyaz sayfalarına kaydettirdi. İşte Şiki Noyan’ın bu defteri Cengiz Han öldükten sonra dahi Çin’den Doğu Avrupa’ya kadar birçok milletin yönetilmesine rehberlik eden ünlü Yasa idi. 33 defterden oluştuğu, çok hacimli olduğu için bir deve üzerinde taşındığı ve devlet hazinesinde muhafaza edildiği kabul edilen Cengiz Han Yasası, ilerleyen dönemlerde de geliştirilmiştir. Cengiz Han, Yasanın emirlerini tatbike oğlu Çağatay’ı vekil bıraktı. Çağatay sert idi ve yasayı harfi harfine tatbik ederdi. Bu yasalar öylesine sert uygulanıyordu ki, “Cengiz ülkesinde bakire bir kız başında altından bir taç ile ülkenin bir ucundan diğer ucuna en ufak bir tacize uğramadan giderdi.” denilirdi. Yasa kapsamında zinanın, eşcinselliğin, kasten yalan söyleyenin, sihirbazlıkla uğraşanın, ormanları yakanın ve suyu kirletenlerin cezasının idam olduğu, alkol kullanan kişi eğer bırakamıyorsa bir ay içinde sadece üç kez sarhoş olabilmesi, bütün dinlere eşit olarak saygı gösterilmesi ve herhangi bir mezhebin üstün tutulmaması, bütün fakirlerin, din alimlerinin, hekimlerin, bilginlerin ve Tanrıya adanmış tapınakların vergiden muaf tutulması gibi kurallar yer almaktaydı. Daha çok askerî ve hukukî içerikli olan bu Yasa’nın orijinal metni günümüze gelmemiştir. Yasa’nın içeriği 14. Yüzyıl Arap seyyahları, 13. Yüzyıl Ermeni tarihçileri ve 15. Yüzyıl İranlı tarihçilerin eserleri sayesinde bilinmektedir.

Kurultay’dan bir süre sonra Cengiz Han 1207’de kuzey’deki ormancı boyları egemenliği altına alması için en büyük oğlu Cuci’yi, ordusunun sağ kanadını vererek görevlendirdi. Cuci burada diplomatik kabiliyet ile iyi bir taktik sergileyerek orman halklarını, Sibiryanın güneyini ve Kırgızları kendine bağlayarak geri döndü.

Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin üzerine sefer

Xi Xialara karşı savaşın başlangıcı

Cengiz Han zamanında bugünkü Çin sahasında üç devlet vardı. Kansu civarında Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia veya Xi Xia hanedanı, kuzeyde Jin hanedanı ve güneyde Sung hanedanı bulunuyordu. Cengiz Han, Moğolların ezeli düşmanı Jin hanedanı üzerine bir sefer yapmadan önce büyük bir sefer için kaynak elde etmek hem de Jin ile muhtemel bir ittifakın önüne geçmek için ilk olarak Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia hanedanı üzerine bir sefer gerçekleştirdi. Kansu bölgesinde yaşayan Tibet ırkından ve Budist dininden olan Tangutlarla olan mücadele, Cengiz Han’ın yerleşik ve medeni bir millete karşı yaptığı ilk sefer oldu. 1205’te gerçekleştirilen ilk baskın küçük düzeyde olmuş ve birkaç esir almakla yetinilmişti. 1207’de gerçekleştirilen seferde Cengiz Han, Tangutların önemli şehirlerinden Vulahay’ı kuşattı. Aşamadıkları surların önüne yerleşmiş olan Moğollar, Tangutlara şehrin tüm kedileri ve kuşları karşılığında kuşatmayı kaldırmayı teklif etti. Bu denli önemsiz bir şart karşısında şaşıran Tangutlar, bunu yerine getirdi. Fakat Moğollar kedilerin kuyruklarına ve kuşların bacaklarına kıtık parçaları bağlamıştı. Ateşe verip hayvanları saldılar. Korkmuş ve alevler içerisindeki hayvanlar hemen yuvaları ve sepetlerine dönüp ambar ve mahzenleri ateşe verdiler. Savaş tam anlamıyla 1209 yılında başladı. Tangut kralı, Moğol ordusu karşısına veliaht prensi çıkardı ancak prens mağlup oldu. Böylece Vulahay oldukça tuhaf bir kurnazlık sayesinde ele geçirilmiş oldu. 1209 yılında Tangutların başkenti günümüz Ningsia’sı kuşatıldı. Cengiz Han, Sarı Irmak’ın akıntısını taşırmak için yönünü değiştirmeye kalktı, ancak ele geçirdiği esir yığınlarına nehre dayanacak bir bent yaptırmayı başaramadı. Sonbahar yağmurları, taşkınları büyüttü ve bendi sürükledi. Moğol kampını su bastı. Kuşatmayı kaldırmak gerekiyordu. Fakat bir diğer yandan Moğol ordusu kırsal bölgeleri talan ediyordu. Tangut kralı barış istemeyi yeğledi. Kızı Çaka’yı Cengiz Han’a vererek onun sağ kolu olmak istediğini bildirdi. Tangut kralı Li An-şu an ihtiyaçları olursa Moğollara yardım etmek için süvari birlikleri yollayacağına söz verdi. Bunun yanı sıra develer, av şahinleri, yün ve ipekli kumaşlardan oluşan basit bir haraç vermekle yetindi. Cengiz Han şimdilik büyük Jin seferinden önce Tangutları kendine taabi kılmış oldu.

Kuzey Çin’deki Jin Hanedanına karşı savaş ilanı

Moğol yurtlarında hiç kimse Pekin sarayında Cengiz Han’ın büyük dedesi Ambakay Han’ın uğradığı işkence ve aşağılamayı unutmamıştı. Moğollar yüzyıllardır Kuzey Çin’de hüküm süren Jin Hanedanı hükümdarlarına, hanedanın adı olan Jin kelimesi Çince altın demek olduğundan Altın Han demekteydiler. Cengiz Han gençliğinde Tuğrul ile birlikte Tatarlar ile savaşırken Jinler ile birleştiğinden beri onlar tarafından kendilerine tabii bir hükümdar olarak görülüyor ve onlara haraç ödüyordu. Şimdi hem Tuğrul hem de bu bağlılık anlaşmasının yapıldığı Jin İmparatoru hayatta olmadığı için Cengiz Han kendini bağımlılıktan azat edilmiş kabul etti. Çin memuruna haraç vermeyi reddeden Cengiz Han, protokol gereği elçiyi diz çökerek karşılaması gerekirken diz çökmeyi reddedip eskiden vermekte olduğu haracı vermedi. İmparator Wanyan Yongji bunu haber aldığında, öylesine sinirlendi ki Moğol elçisini infaz etti. Moğollar ile Jin hanedanı arasındaki gerginlikler tırmanmaya başladı. Cengiz Han Çin’e karşı sefer kararı vermeden önce kurultayı toplayarak komutanlara ve ileri gelenlere danışarak savaş kararı alındı. Mart 1211’de, Moğollar, Jin hanedanına karşı bir sefer için 90.000 asker toplamıştı. Bu durum Moğolistan’daki üslerini korumak için yalnızca yaklaşık 2.000 kişinin geride kalmasına neden olmuştur. Bu, Moğol güçlerinin % 90’ından fazlasının sefer için harekete geçirildiği anlamına geliyordu. Sefere başlamadan önce, Cengiz Han, Moğolları zaferle kutsamak için Gök Tengri’ye dua etti ve 1146 yılında Jin İmparatoru Xizong emriyle çarmıha gerilen atalarından Ambagay’ın intikamını almak için sembolik bir yemin etti.

Yehuling Savaşı

1211 yılının ilkbaharında Mukhulai, Cebe ve Subutay komutasındaki muazzam ordunun arkasında olduğu 30 bin kişilik öncü birlik kısa sürede Çin hududuna dayanmıştı. Çin Seddi’ne hiçbir zorlukla karşılaşmadan yaklaştılar. Jin ordusunun komutanı Wanyan Chengyu’nun amacı, Yehuling’deki dağlık araziyi Moğol süvarilerini engellemek için kullanmaktı. Çin ordusu Moğol ordusundan daha kalabalık ve silahlanmış durumdaydı. Khitan kökenli bir yetkili olan Shimo Ming’an’ı Cengiz Han’la tanışmak ve barış görüşmelerine başlamak için gönderdi. Bununla birlikte, Cengiz Han, Shimo Ming’an’ı kendi tarafına çekmeyi başardı. Shimo Ming’an, Jin ordusu hakkında Moğollara askeri istihbarat sağladı. Cengiz Han, General Mukhulai önderliğinde sürpriz bir süvari akını başlattı. Savaştan önce Mukhulai Cengiz Han’a söz verdi: “Jin ordusunu yenemezsem canlı olarak geri dönmeyeceğim!” Moral gücü yüksek olan Moğollar, Jin güçlerini mağlup ederek Wanyan Chengyu’nun ana karargahına doğru savaştı. Sonunda, Jin ordusu dağınık hâle geldi, moralini kaybetti ve parçalanmaya başladı. 300.000 kişilik güçlü Jin Ordusu yok edildi. Bu savaş 1211 Ağustos’unda gerçekleşti. Bu o kadar korkunç bir savaştı ki toprağın üzeri cesetlerle doldu. Buradan dokuz yıl sonra geçen Taoist rahip Şang Şun sonsuzluğa uzanan beyazlaşmış insan kemiklerini seyrettiğini aktarır. Wanyan Chengyu, Yehuling Savaşı’ndan sonra dağılmış Jin güçlerini topladı ve Huihe Kalesi’nde bir araya geldi. Bununla birlikte, 12 Ekim 1211’de Moğol kuvvetlerini takip ederek saldırıya geçti. Moğollar, Jin kuvvetlerini hızla kuşattı ve üç gün boyunca şiddetli bir savaşa girdiler. Cengiz Han bizzat yönettiği 3.000 atlıyla bir süvari akını başlatırken kalan Moğol kuvvetleri ise geride kaldı. Wanyan Chengyu zorlukla hayatta kaldı fakat tüm Jin ordusu yok edildi. Yehuling Savaşı, Jin hanedanına 950.000 askerinin yarısına mal oldu. Yaklaşık olarak on Jin şehri Moğollar tarafından yağmalandı. Yehuling savaşından sonra, Jin imparatoru Wanyan Yongji, Pekin’de generali Hushahu tarafından düzenlenen bir suikaste kurban gitti. Cengiz Han’ın en parlak komutanlarından bir diğeri olan Cebe Noyan, Çin Seddinin çevresinden dolaşarak donmuş Liao Nehri’ni geçip Mançurya’nın güneyindeki Mukden’i (bugünkü adı ile Shenyang) ele geçirdi. 2 Şubat 1212’de elde edilen bu zaferden sonra Mançurya’daki Liao hanedanı Jin’den ayrılarak Cengiz Han’a bağlı bir prenslik hâline getirildi. Cengiz Han, Cebe’nin başarısından çok memnun oldu ve beklemeye çekildi. 1212 yılı, Çin İmparatoruna karşı isyanlar yılı oldu ve Cengiz’in casusları tarafından ülkede adeta bir iç savaş çıkarılması başarıldı. Pekin politik kargaşalarla sarsılıyordu. Cengiz Han, casus teşkilatı sayesinde fethedeceği ülkenin muhalif adamlarını, hoşnutsuzları kendi hizmetine almaya uğraşırdı. Ve onlara ganimetten pay ve yüksek memuriyetler vadederdi. Çin ordusunda bulunan Ongut, Kongrat ve Tatar kabileleri saf değiştirerek soydaşları olan Moğolların tarafına geçtiler. Çin Seddinin neredeyse bütün kapıları ihanet edenler tarafından açılmıştı. Bu sebeple Moğol ordusu gayet seri bir şekilde Çin Seddini aştı.

Cengiz Han

Pekin’in fethi

1212 yılının sonbaharında Cengiz Han, Pekin’e bir saldırı düzenleme kararı almış ancak bir çarpışma sırasında ok ile yaralanınca saldırıya ara verilmişti. Ertesi yıl tekrar Pekin’e giden geçidin üzerindeki iki kaleye saldırı düzenlenerek geri dönüldü. Çin kuvvetleri Moğol ordusunun geçeceği yollara atları yaralamak gayesi ile dört tarafında çivi olan toplar serpiştirmişlerdi. Cebe ve Sübedey kaleleri teslim almak için epey uğraşmışlar ve sonuçta Pekin yolunu tekrar açmayı başarmışlardır. 1214’te Cengiz Han üç ordusunu Çin başkenti Pekin duvarları önüne yığdı. Pekin muhasarası 1214 yılının ilkbaharına kadar yaklaşık bir yıl sürmüştü. Ancak Moğolların savaşta en geri oldukları konu kuşatmaydı. Sorunun ciddiyetinin farkına varan Cengiz Han atlıları ile orada kalamazdı. Kış Moğollar için oldukça zor şartlar altında geçmiş salgın hastalıklar ve kıtlık yaşanmıştı. Şehir halkının da durumu hiç iyi değildi. Cengiz Han çaresizlik içerisinde ne yapacağını düşünüp, geri dönmeye niyetlenirken, Çin imparatorundan barış teklifi geldi. İmparator, altın, gümüş, ipekle bunların yanı sıra beş yüz oğlan, beş yüz kız ve üç bin at verdi ve on bin top kumaş verdi Ayrıca kızı Ki-Kuo’yu da Cengiz Han ile evlendirdi. Cengiz Han, imparatorun verdiklerini kabul eder gibi görünüp Karakurum’a geri dönünce Pekin sarayı bir an kurtulduğunu sanarak rahat nefes aldı. Bu Çin seferi, Cengiz Han’ın bu güne kadar en çaplı ve getirisi en fazla olan seferi niteliğindeydi. Şimdi dünyanın belki en zengin ülkesinin çok büyük bir kısmı çok kısa sürede ele geçirilmişti. Ancak Çin’i gerçekten istila etmek için Pekin’i ele geçirmek gerekiyordu. Cengiz Han bir sene önceki Pekin kuşatmasında Çin usulü bu müstahkem kenti atlı birliklerden kurulu göçebe ordusu ile düzenli bir kuşatma ile ele geçiremeyeceğini anlamıştı. Bu nedenle Çinli istihkâmcıları ordusuna dahil etti. Bu istihkâmcılar, Moğollara Çin mancınıklarını kullanmayı öğretti; Çin mancınıklarının hafif olanlarının kolunu kurabilmek için 40, ağır olanları için ise 100 kişi gerekiyordu. Mancınıkların menzili 100-150 metreydi, attıkları taşlar ise küçüktü 1-13 kilo arası. Artık Pekin’in burçlarını nasıl zorlayacaklarını biliyordu. Cengiz Han, kenti düşürebilmek için esir edilen Çinli mühendislerden yararlanma yoluna gitmişti. Hareketli saldırı kuleleri hazırlanmıştı. Mancınıklar ile ordunun gücü daha da pekiştirilmişti.

Haziran 1214’te imparator Pekin’i bırakıp Sarı Irmağın ötesine Kai-fong şehrine çekildi. Ne var ki bu durum halkının gözünde bir kaçıştı. Pekin’deki devlete ait evraklar ile maddi varlıklar 3 bin deve ve 300 araba ile Sarı Irmağın ötesindeki güvenli bölgeye taşınmaya başlanmıştır. Ancak imparatorluğun içerisindeki Mançurya’dan gelen 2000 Hitay askerî atalarından kalan topraklardan ayrılmak istemediler ve Pekin’den 50 km uzaklaştıktan sonra isyan ettiler. Cengiz Han’a da bir haber göndererek onun emrine girmek istediklerini söylediler. Cengiz Han, Jin imparatorunun bu taşınma kararını; sözüme güvenmedi, beni aldatmak için barış yaptı diye yorumlayarak terk edilen Pekin’in güçsüz kaldığını düşünüp buraya tekrar sefer düzenleme kararı aldı. Şimdi daha hazır durumda olan ordusu ile Mart 1215’te Pekin surlarına dayandı. Pekin hücumunu Mukhulai idare etmekte idi. Subutay, Mukhulai’ın ordusunun bir kanadını koruyordu. Zamanın kendileri lehine olduğunu biliyordu. Kuşatma aylardan beri sürmesine rağmen, surların üzerinde tam donanımlı Çin askerleri savaşmak için bekliyordu. 9 ay süren kuşatma boyunca yiyecek sıkıntısı çeken Pekinliler arasında yamyamlık yapanlar bile olmuştu. Çin askerleri duvarlara tırmanmaya çalışan Moğol askerlerinin üzerine ok yağdırıyorlardı. Saldırının en önemli anında Cengiz Han, Çinli esirleri savaş arabaları ile surlara doğru sürdü. Cengiz Han aldığı binlerce esiri saldırılarda en önde savaşmaya zorladı. Şimdi Çin askerleri, arabaları itmekte olan Çinli esirleri okluyordu. Sonrasında, ağır taş gülleri atan mancınıklar harekete geçmişti. Büyük taşlar, Pekin kentinin duvarlarını parçalıyordu. Çinliler de bu arada boş durmuyordu. İleri teknikleri kullanarak ürettikleri, petrol ve farklı kimyasal maddelerden yapmış oldukları yangın bombalarını Moğolların üzerine atıyordu. Cengiz Han. Durumun zorluğunun farkına varmış ve askerlerine, bedeli ne olursa olsun, surlardan gedik açılarak kentin içine girilmesi emrini vermişti. Çinli esirler kentin surlarına uzun merdivenleri dayamayı başardığında, kuşatma altındakiler surların altında kızgın yağlarda kavurdukları yığınların kendi akrabaları olduklarını fark ettiklerinde onlara karşı dayanmaya dayanamayıp teslim oldular. Bu sırada Surlarda gedikler açılmıştı ve Moğol askerleri gediklerden, kentin içine sızmayı başarıyordu. Moğollar kentin surlarına kendi bayraklarını dikmeye başladığında, bayrakları gören Çinli komutanlar utançlarından kendilerini öldürmeye başlamışlardı. Artık zaferinden emin olan Cengiz Han atını kentin sokaklarından sürerek, kent merkezine ilerliyordu. Moğollar, kentte insanlık tarihinin en büyük yağmalarından birine bu şekilde başlamıştı. Batılı kaynaklarda; o donemde kentte bulunan Batılı diplomatlar ve gezginlerin şahitliği ile şunlar yazacaktır:

« Kemikten meydana gelmiş dağlar yükseliyordu kentin meydanlarında, sokaklardan nehir gibi kan akıyordu. Her yer kanla ıslanmış, sokaklar kaygan hale gelmişti. İnsanların eti sokaklarda paramparça ediliyordu. »

Mukhulai, Pekin’de hazine ve cephane namına ne varsa toplatarak Cengiz Han’a gönderdi. Cengiz Han, kendisine meydan okuyan Pekin kentine vahşice bir ceza vermişti. Artık bütün dünyanın başkentleri Çin’de olanlarla yakından ilgilenmeye başlamıştı. Harezmşah hükümdarı Sultan Alaaddin Muhammed Harezmşah, kendi ideâli olan Çin’in, Moğolların eline geçmesine inanamadı. Haberin doğruluğunu tetkik ettirmek için Seyyid Behâeddîn-i Râzî’nin idaresinde bir heyeti Çin’e gönderdi. Harezmşâh elçileri Çin hududuna vardıkları zaman, çok uzak mesafeden bembeyaz bir yığın gördüler. Önce bunu karla kaplı bir tepe zannettiler. Yerli halktan, burada bir tepe olmadığını, Cengiz askerlerinin öldürdüğü Çinlilerin kemikleri olduğunu öğrendiler. Bir müddet gittikten sonra toprağı insan kanından simsiyah kesilmiş bir bölgeye geldiler. Bu siyahlık kilometrelerce devam ediyordu. Pekin’e vardıklarında kale burçlarının dibinde bulunan kemik yığınlarının da, Cengiz’in Pekin’i ele geçirdiği zaman, zâlim Moğol askerinin eline düşmemek için kendilerini burçlardan atarak ölen yirmi bin bakire kıza ait olduğunu öğrendiler.

Çin’in fethinin devamı ve idare işlerinin Mukhulai’a devredilmesi

Pekin’in fethinin ardından Mukhulai ve Cengiz’in kardeşi Kasara baştan başa tüm Mançurya’yı geçtiler ve güneye doğru ilerlediler. Mukhulai kusursuz planlama yeteneği ile Cengiz Han’ın en büyük komutanlarından biriydi. Mançurya’da Liao’nun başkenti Pei Ching’i hiç alışılmadık bir şekilde fethetti. Mukhali, Yesen isimli hem Çince hem de yerel Türk dillerini bilen bir Moğol subayını görevlendirerek şehrin idaresini devralmak için gelen yeni Jin komutanını tuzağa düşürmek için görevlendirdi. Yesen isimli casus Jin komutanının evraklarını alarak muhafızları yeni gelen general olduğuna inandırdı. Daha sonra şehrin yeni hakimi olarak tüm muhafızlara kalenin dışına çıkmalarını emrederek Mukhulai’ı şehre davet etti. Mukhulai neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan yürüyerek şehirdeki 100 bin eve halkına silahları ve yiyecekleri ile bilrikte el koydu. Kendisine karşı direnç gösteren iki kasabayı cezalandırmak için marangozlar, kale ustaları ve sanatkarlar hariç her iki kasabada yaşayanların da öldürülmesini emretti. Cengiz Han, kuzeydeki vaziyeti tetkik için Subutay kumandasında başka bir kol gönderdi. Leao-dong körfezini kaplayan yarımadayı dönerek yeni bir ülkenin keşfine çıkmış gibiydi. 1216’da Yalu Irmağının geçilmesi Kore’ye girilmesine yol açtı. Subutay, burada Jin imparatoruna bağlı krallığı kendilerine taabi kılmak için kaçırılmaz bir fırsat olduğunu gördü. Küçük bir ordu ile bugünkü Kuzey ve Güney Kore arasındaki sınırda bulunan zengin ve kozmopolit bir şehir olan Kaesong’taki hükümdar sarayına bir yolculuk yaptı. Cengiz Han’ın başarısından etkilenen kral yeni ve korkutcu komşularına haraç ödemeyi kabul ettiler. Bu haracın kapsamında 100 bin yaprak en büyük boy Kore kağıdını da içeriyordu.

Cengiz Han artık bütün Kuzey Çin’in hakimiydi. Cengiz Karakurum’un ipek çadırını eski Çin’in başkentinin şaşaasına tercih etti. Cengiz Han, Çin’in maddi değeri fazla ağırlıklarını Karakurum’a taşırken Ye-Liyu Çutsay gibi birçok bilgini de yanında getirdi. Onlardan dünya ahvalini, ticareti, dilleri, dinleri, milletleri öğrendi. Uygur aydınlarını da bu bilginler aracılığı ile yüksek Çin teknolojisi ile tanıştırdı. Cengiz Han Çin’i kendi adamları ile idare etme yolunu ömrünün sonuna kadar sürdürdü. Ye Liyu Çutsay’ın Ceniz Han’a verdiği; sen büyük bir imparatorluğu at üstünde fethettin ama at üstünde idare edemezsin öğütü üzerine fethedilen yerlere yerel yöneticiler atadı. Ye Liyu Çutsay, Cengiz Han’a şehirleri yerle bir etmek yerine onları geliştirmeyi teşvik dilmesi gerektiğini çünkü bunların zenginlik kaynağı olduğunu anlattı. Cengiz Han, Çin’in tamamının fethinin uzun süreceğini anlayıp, buranın fetih ve idare işlerini 1217’de Mukhulai’a devrederek Mukhulai’ı burada bırakıp kendi yurduna geri döndü. Mukhulai’a “Bütün ulusun Guyang’ı” ünvânı verilmişti. Reşidüddin bu unvanının Farsça’daki Han-ı Buzurg ”Büyük han” olduğu ve onun Çin’deki görevi esnasında Çinliler tarafından kendisine verilen lakap olduğu ileri sürülmektedir. Mukhulai, Moğol İmparatorluğunun kuruluşuna büyük katkıda bulunduğundan kendi adına ferman çıkarmak ve ortasında siyah ay bulunan dokuz ayaklı Beyaz Tuğ ve Büyük Han’ınki ile aynı olan süslü eyer, kemer, davul ve kendine has taht kullanma hakkına da sahip idi. Mukhulai yedi yıl boyunca başarılı savaşlar sonunda Kin krallığını Honan’a hapsetmeyi başarmış Çin topraklarını Cengiz Han adına yönetmiş ve 1223’te burada ölmüştür.

Cengiz Han

Otrar hadisesi

Harezmşahlar ile Moğollar’ın ilk kez karşı karşıya gelmesi 1218 yılında gerçekleşmişti. Kara Hıtaylara sığınan Naymanların son hükümdarı Güçlük üzerine karşı Cengiz Han 1218’de Cebe Noyan komutasında 20.000 kişilik bir kuvvet yollamıştı. Cebe Noyan, Güçlük’ü öldürüp, Kara Hıtay devletine son vererek İli, Issık gölü, Talas ve bütün Türkistan’ı Cengiz Han’a bağlayınca Cengiz Han Harezmşahlar ile sınırdaş olmuştu. Kara Hıtay toprakları üzerinde her iki imparator hakimiyet tesis ederken birçok sınır olayı olmuş ve Cengiz Han’ın oğlu Cuci güçleri ile bizzat Harezmşah Alâeddin Muhammed’in de iştirak ettiği bir çarpışma yaşanmıştı. Bu çarpışma esnasında oğlu Celâleddin, babası Alâeddin Muhammed’i ölümden kurtarmış ancak Harezmşah’ın saldırıda yaptığı zulüm sinirleri oldukça germiş Cengiz Han bu hadisenin ilk olması nedeniyle büyük bir tepki göstermemiştir. Cengiz Han’ın Çin’i fethettiğine ihtimal vermeyenlerin başında Harezmşah hükümdarı Sultan Muhammed geliyordu. Bu sebeple Bahaaddin Razi adlı bir adamını Pekin’e kadar göndermiş ve bizzat Çin’in artık Cengiz Han’ın mülkü olduğunu tespit ettirmişti. Bahaaddin Razi Çin dönüşünde Karakurum’a gelerek Cengiz Han’ı ziyaret etti. Cengiz Han yaptıkları görüşmede ona kurulacak barış neticesinde her iki tarafın kervanlarının serbestçe gidip gelmelerini memnuniyetle karşılayacağını, tüccarların kendi ülkesi dahilinde tam bir emniyet içinde bulunacağını ifade etti.

Cengiz Han 1218 yılının başlarında Harezmşah tüccarları ile ticaret için tamamen Müslüman üyelerden oluşan bir heyeti anlaşma şartları için Harezm’e gönderdi. Sultan Muhammed, Cengiz Han’ın heyetini 1218 yılı baharında kabul etti. Heyet sözcüsü verdiği izahatta Cengiz Han’ın Harezmşah Alâeddin Muhammed’i “en sevgili oğlu” olarak gördüğünü, onunla dost olmak istediğini, her iki milletin ticaret erbabına kapılarını açık tutmasını istediğini bildirdiler. Harezmşah Alâeddin Muhammed heyetin yüzüne karşı; “Benim ülkemin genişliğini, ordularının büyüklüğünü biliyorsunuz; nasıl olurda Hanınız bana “oğul” diye hitap etmeye cesaret ediyor?” diyerek tehditler savurmuş ancak Mahmut Yalvaç onu teskin ederek iki devlet arasında bir ticaret anlaşması yapılmasını sağlayabilmişti. Cengiz Han’ın Çin ülkesini fethederek çok zengin olduğunu duyan Harezmli tüccarlar satacakları malları Cengiz Han’ın ülksine götürerek ticari ilişkiler içine girmeye başlamışlardı. Ardından o da oğulları ve komutanlarına bir talimat vererek sermayeyi hazineden temin ederek kıymetli mallar getirmeleri için seçilen 450 kişilik bir heyeti de Harezmliler ile birlikte o tarafa gönderdi. Müslümanlardan müteşekkil 450 kişilik bu kafilede toplam 500 deve yükü kıymetli mallar, ipek dokumalar, samur ve kunduz kürkleri, Çin sanat eserleri bulunuyordu. Cengiz Han’ın heyetinin ilk konaklayacağı yer Sir Derya üzerinde yer alan ve Maveraünnehir’in son noktası olan Otrar idi. Otrar valisi İnalcık, Harezmşah Muhammed’in annesi Terken Hatun’un da yakın akrabası idi. Otrar Valisi İnalcık, Cengiz Han’ın 450 kişilik heyetini tutuklattı. Ardından onları öldürtüp mallarına da el koydu. Cengiz Han bu hadiseyi duyduğunda oldukça fazla hiddetlenmiş ve kendisini sakinleştirmek için Burhan Haldun’a çıkarak inzivaya çekilmiştir. Cengiz Han, İnalcık’ın cezalandırılarak, malların bedelinin ödenmesi için Harezmşahlara elçilik heyeti gönderdi. Ancak Harezmşah Alâeddin Muhammed elçiyle birlikte elçilik heyetini de öldürttü. Otrar hadisesi hakkında dönemin eserlerinde Müslüman yazarlar dahi kabahati İnalcık ve Harezmşah Alâeddin Muhammed’in üzerine yıkmaktadırlar. Nesavi kervancıların öldürülmesini inalçık’ın şahsi tamahına bağlamakladır. Cuzcani bu hareketin üstü kapalı bir şekilde Alâeddin Muhammed tarafından tasvip gördüğünü düşünmektedir. ibn al-Alhir bu suçu tamamen Harezmşah Alâeddin Muhammed’in üzerine atmaktadır.

Harezmşahlar ile savaş

Otrar’da Cengiz Han’ın elçilik heyetinin öldürülüp mallarına el konulmasından sonra toplanan 1218 kurultayında Moğol elçilerine karşılık olarak Harezm’e saldırma kararı alındı. Seferde başına bir şey gelirse diye tahtın varisini belirlemek için oğullarını topladı, ancak Cuci ve Çağatay’ın Cuci’nin Cengiz Han’ın gerçek oğlu olup olmadığı konusunda birbirlerine girdiler. Cengiz Han, Çağatay’ın önerisiyle, Ögeday’ı tahtın varisi olarak belirledi. En küçük kardeşi Temuge’yi, ocağı beklesin diye ordugah komutanı olarak Karakurum’da bıraktı. Harezm seferi Cengiz Han’ın yaşantısında bir dönüm noktası olacağı gibi tüm Avrasya hatta insanlık tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.

1219 yazında Cengiz Han’ın ordusu Altay dağlarının güney yamacında yığınak yaptı. Zungan kapısını geçerek Yedi Irmak ilinin alt ovasına ulaştılar. Cebe, Subutay ve Tohoçar’ın öncü güçlerinin sayısı 100 binden fazla idi. Bu arada hâkimiyeti altındaki kabilelerden istediği askerler gelirken Tangut Krallığına da elçi yollamış ancak Tangut Kralının kendisi değil de askerî gücün lideri konumundaki Aşa adındaki kişi “Cengiz Han mademki bu kadar zayıf, neden Han olmak için bu kadar sıkıntı çekiyor” şeklinde aşağılayıcı bir cevap göndermiştir. Cengiz Han o anda Harezmşahlar üzerine yürümekte olduğu için Tangutları cezalandırabilecek bir durumda değildi ama bu yapılanı unutmadı. Cengiz Han, bu seferinde kullanmak üzere ordusunun teçhizatını en iyi şekilde tamamlamış, beraberinde kuşatma malzemeleri, Çin’den getirttiği mühendisler ile askerî nakliyat için pek çok deve getirmişti.

Cengiz’in orduları Aral Gölünün güneyinde Amu derya üzerinden Harezm sınırlarına yaklaştığında Harzemşah Muhammed, hazırlıklarına askerî bir şura toplayarak başlamış, ordusunu Sir Derya ile Maveraünnehir’in müstahkem mevkilerine dağıtarak Moğol ordusunu Semerkant’ta karşılamaya karar vermişti. Güçlerini belli başlı şehirlere dağıtması sayı üstünlüğüne rağmen kuvvetlerinin azalmasına yol açmıştır. Cengiz Han ilk olarak Eylül 1219’da, elçilerinin ve ticaret kervanlarının katledildiği Otrar’a saldırma kararı aldı. Bu sembolik açıdan son derece önemliydi. Cengiz Han, Otrar önlerine geldiğinde Harezmşah Alaeddin Muhammed’in savaş planını öğrenerek şehirlerin arasına girecek şekilde ordusunu düzenleyerek Maveraünnehir’deki şehirlerinin birbirlerine yardım etmesini önlemeye karar verdi. Yaptığı plana göre orduyu üçe ayırdı. Oğulları Çağatay ve Ögeday, Otrar önlerinde kalarak şehri alacaklar. Yanlardan gelebilecek bir karşı saldırıyı önlemek için Cuci, Sir Derya boylarına ilerleyerek Cend’i alacak, Cengiz Han ise Buhara’ya yürüyecekti. Böylece Harzemşah ordusunun birbirleriyle teması önlenecekti. Cengiz Han, Çağatay ve Ögeday’ı Otrar’da bırakıp Buhara’ya doğru yola çıktı. Yol boyunca konaklar tesis ediliyor ve posta menzilleri kuruluyordu. Kendi ülkesi Maveraünnehir’de bile Harezmşah Aleaddin Muhammed, 1216’da Sufi Kubravi tarikatından Şeyh Mecideddin Bağdadi’yi idam ettirmesinden dolayı Müslüman din adamlarının düşmanlığını çekmiş vaziyetteydi. Ailesi Harezmşah Alaeddin Muhammed tarafından öldürülmüş bir genç Cengiz Han’a katılarak Maveraünnehir hakkında bilmediği bilgiler veriyor, yolları ve bölgeleri bilen tüccarlar da Cengiz Han’a eşlik ediyorlardı. Cengiz Han’ın bu sefer sonucunda yaptığı yeniliklerden birisi de harita kullanmak olmuştur. Harita işini de oğlu Cuci’ye vermiştir. Topoğrafya’dan haberdar olmaları da Harezmlilerin elinden önemli bir kozu alıyordu. Buz tutmuş gölü hiçbir engelle karşılaşmadan geçti. Siri Derya Savunma hattına birliklerini yayan Harezmşah Alaeddin Muhammed karşısında Cengiz Han, kendi ordusunun ağırlık noktasının bilinmeyeceği bir yerleşik saldırı tuzağı kurmuştu. Cengiz Han’ın yaptığı plan sonucunda üç ordusundan biri kuzeyden, Cebe komutasındaki diğeri doğudan gelirken Cengiz Han’ın bizzat kendisinin ve Subutay’ın yönettiği bir üçüncü ordu da Kızılkum Çölü’nü geniş bir daire çizip geçerek görünmez biçimde Buhara’ya ve Harezmşah Alaeddin Muhammed’in kuvvetlerinin arkasına yöneldi. Cengiz Han çölden çıkıp göründüğünde ve Buhara yolunu tuttuğunda batıdan geliyordu. Gafil avlanma öylesine etkilidir ki Harezmşah Alaeddin Muhammed, geri çekilme hattının kesildiğini ve Horasan’dan beklediği kuvvetlerin gelmediğini görünce paniğe kapılarak Cengiz Han ile karşılaşmadan maiyetiyle birlikte Semerkant’ı terk etti. Cengiz Han Buhara önlerine geldiğinde Buhara eşrafı, hakimleri ve ulema vaziyeti müzakere ettikten sonra şehrin anahtarlarını 10 ya da 16 Şubat 1220’de Cengiz Han’a teslim ettiler.

Cengiz Han, Buhara’da iki gün kaldıktan sonra sonra Semerkant’a ilerledi. Otrar’ı ele geçirmiş olan Çağatay ve Ögeday ile Cend’i ele geçirmiş olan Cuci de ona katıldı ve 22 Nisan 1219’da Cengiz’in üç ordusu da Harezmaşahların başkenti Semerkant yakınında birleşti. Otrar’ın ele geçirilmesinden sonra yakalanan İnalcık Cengiz Han’ın huzuruna getirilerek öç işkencesi olarak kulaklarıyla gözlerine eritilmiş gümüş dökülerek infaz edildi. Harezmşah Muhammed daha kalabalık olan ordularının başında savaşmak yerine asker toplamak gibi bahanelerle sürekli kaçıyordu ve Cengiz Han, Semerkant önlerine geldiğinde Semerkant halkının gözü savaştan korktuğu için şehri teslim etmeye karar verdiler. Şehrin kadısından, Şeyhülislamından ve alimlerinden oluşan bir heyeti Cengiz Han’a yolladılar. İbnül Esir’e göre şehir teslim olduğu için katliam olmadı. Cengiz Han’a Semerkant’ta verilen kalifiye zanaatkâr sayısı 30 bin kişi kadardı. Onlara da aynı hoşgörü gösteriliyordu. Bu, Cengiz Han’ın ilim ve sanat adamlarını kendi tarafına çekerek onun şanı namına hizmet etmeleri için uyguladığı bir yöntemdi. Yağmalama ve haraçtan sonra şehir halkı evlerine dönebildi.

Cengiz Han

1220 baharını Semerkand yakınlarında geçirip oradan Nahşeb bahçelerine geçen Cengiz Han Tirmiz’ hareket doğru hareket ederek şehri ele geçirdi. Cuci, Çağatay ve Ögeday’ı 1220 yılının sonlarına doğru Harezm’in merkezi Gürgenç’i fethetmeleri için görevlendirirken Alâeddin Muhammed’i ne olursa olsun onu canlı yakalamaları için peşinden yetenekli generallerinden Cebe Noyan ve Subutay Noyan’ı gönderdi ve yol boyunca direniş olmadığı sürece savaşılmaması ve kesinlikle yağmaya girişilmemesini emretti. Alâeddin Muhammed kaçışına devam ederken, Cengiz Han, Harezmşah Muhammed’in annesi Türkan Hatun’a kendisine karşı kötü bir niyeti olmadığını yalnızca oğlu ile görülecek bir hesabı olduğunu ifade etmek için bir elçi gönderdi. Ancak Türkan Hatun yanıt vermemeyi yeğledi ve Harezmşah’ın kızları ve oğulları ile İran’ın kuzeyinde Hazar Denizi kıyısındaki Mazenderan’a kaçtı. Subutay, Alâeddin Muhammed’in ailesinin saklandığı Mazenderan’ı kuşattı ve kaleyi teslim olmak zorunda bıraktı. Türkan Hatun Moğolistan’a sürgün edildi. Harezmşah’ın çocukları öldürüldü, kızları ise Moğolların hizmetine girmiş kişilere dağıtıldı. Subutay ve Cebe, Harezmşah’ın izini Eylül’de Batı İran’da Hemedan’da kaybetmişlerdi. Harezmşah Muhammed batıya kaçarak Hazar Denizi üzerinde bir küçük adaya sığınmıştı. Aralık 1220’de bu adada neden olduğu bilinmez şekilde öldü. Gürgenc kuşatmasına, Cengiz Han’in muhafız kıtasının bir birliğini yöneten Bughurçi ile, sağ kanatta binbaşı olan Tolun-çerbi de katılmıştı. Bu zor kuşatma sırasında Cuci son derece zayıf bir idare göstermişti. Kararsızlığını tenkit eden Çağatay ile yaptığı münakaşaları Cengiz Han’ı her ikisini birden kardeşleri Ögeday’in emri altına sokmaya mecbur etmişti. Gürgenç kuşatması 1221 ilkbaharına kadar, Reşîdüddîn’e göre 7 ay, İbnül Esir’e göre ise 5 ay sürdü. Bu Moğolların en zor savaşlarından biri oldu. Cüveynî, bu savaşta iki tarafın kaybettiği insan sayısını bana söyledikleri zaman inanamadım onun için de buraya yazmadım demektedir. Zafer, 1221 yılının Nisan ayında geldi. Karşı koyan kalmayıp herkes teslim olunca, şehirde bulunanları dışarıdaki boş alana sürdüler. Bunlar arasında meslek ve sanat sahibi yüz binden fazla kimseyi ayırdılar kadınları ve küçük çocukları köle yapıp esir aldılar.

Gürgenç’in 1221’de Moğolların eline geçmesiyle Harezmşahlar Devleti resmen tarihe karışmış oldu. Harezm’in zaptından sonra Cengiz Han, oğlu Cuci’ye, Harezm ülkesinin bu bölümü de dahil olmak üzere ele geçirdiği Batı Sibirya’yı vererek onu bölgeye idareci olarak gönderdi. Alâeddin Muhammed’in ölüm haberini aldıktan sonra Amu Derya’yı geçerek Horasan’a girdi ve Belh şehrini fethetti. Küçük oğlu Tuluy’u ise Horasan’daki şehirleri ele geçirmesi için yolladı. Horasan’da insanlık tarihinde eşine az rastlanır biçimde bir katliam gerçekleştirildi. Cüveynî, seferden sonra geriye halkın onda birinin bile kalmadığını söyler. Nişabur’da Cengiz Han’ın en sevdiği damadı olan Toguçar bir Nişaburlunun attığı ok ile ölmüştü. Bu olayın Şubat 1221’de Tuluy’un şehri ele geçirdikten sonra yaşanan bir isyan sırasında mı yoksa kuşatma sırasında mı olduğu açıklığa kavuşmuş değil. İki ihtimalde de şehirdeki insanların ölüm fermanının imzalanmasının bu olay sonucu olduğu biliniyor. Cengiz Han’ın kızı, kocasının ölüm haberini aldığı için acılıydı ve Nişabur’daki her insanın öldürülmesini istedi. Tuluy orduyu yönetiyordu ve bu görevi yerine getirdi. Kadınlar, çocuklar, bebekler hatta köpekler ve kediler bile katledildi. Bazı şehir sakinlerinin yaralı olup ölmemesinden endişelenen Cengiz Han’ın kızı söylenenlere göre herkesin kafasının kesilmesini istedi, kesilen kafalarla piramitler oluşturuldu. On gün içinde piramitlerin hepsi tamamlanmıştı. Nişabur’da kaç kişinin öldüğü her zaman tartışma konusu olsa da çok sayıda insanın yaşamını yitirdiği bilinmekte. Bu katliam yaşanırken Cengiz Han’ın şehirde olmadığı tahmin ediliyor. Nişabur’un ardından direnen Merv de ele geçirildikten sonra korkunç bir yıkıma maruz kaldı. Kale yerle bir edilirken Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer’in anıt mezarı tahrip edildi. Horasan’ın en zengin ve gelişmiş şehirlerinden Merv harabe hâline dönüştü. Cüveyni’nin aktardığına göre Merv’de bir milyon üç yüz binden fazla insan öldürüldü. Nişabur ve Merv’deki katliamlardan gözü korkan Herat ise teslim oldu. Böylece Tuluy üç ay gibi kısa bir sürede Horasan’ın Merv, Nişabur ve Herat şehirlerini ele geçirdi.

Alâeddin Muhammed ölmeden birkaç gün önce oğlu Celaleddin’i veliaht ilan etmişti. Celaleddin bu devleti yeniden toparlamak istedi. Bunun için Moğollarla mücadele etti. Celaleddin Harezmşah, Hindikuş’un güneyinde önemli bir ordu kurmuş ve tehdit oluşturmaya başlamıştı. Gazne’de 60 bin askerle yerleşmiş olan Celaleddin, Toharistan’da Valiyan’ı kuşatan Moğol ordusunu yendi. Sultan Celaleddin’in sayısı az olan ve başka yerden yardım alamayan Moğol ordusunu yendiğini haber alınca Cengiz Han hiç vakit geçirmeden, Gazne’ye geldi. Celaleddin’in on beş gün önce oradan Sind geçidini geçerek Hindistan’a gitmek için ayrıldığı haberini alması üzerine Celaleddin’in peşine düştü. Cengiz Han, 26 Kasım 1221’de İndus nehri sahilinde ona yetişti ve her taraftan Sultan’ın ordusunu kavis içine aldılar. Şiddetli bir çarpışma yaşandı. Celaleddin mağlup olarak annesini ve karısını nehre attırdıktan sonra nehri geçip Hindistan’a kaçtı. Cengiz Han, Celaleddin’e karşı zaferinin etkisini güçlendirmek için Hindistan’a girip onu takip etmedi. Hindistan çok büyüktü ve hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. Delhi Sultanlığı hatırı sayılır bir güce sahipti. 1223 yazını bugünkü Taşkent’in bulunduğu yerde geçiren Cengiz Han, geri dönüş için hazırlıklara başladı.

Subutay ve Cebe 1221’de yakalamakla görevli oldukları Harezmşah Alaeddin Muhammed’in ölümünü öğrendiklerinde artık tek amaçları olan Harezmşah’ı ele geçirmek söz konusu olmadığı için serbest hareket etmeye başladılar. Bu serbestlik onlara insanlık tarihinin bugüne kadar bilinen en büyük süvarilik harikalarından birini gerçekleştirmelerine imkân tanımıştı. Kafkasya’ya girerek Gürcüleri kış ortasında başkentleri Tiflis’te yenilgiye uğrattılar. Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Kıpçaklar, Moğollar ile tek başlarına başa çıkamayacaklarını anlayınca Ruslara çağrıda bulundular. Cebe ve Subutay, 31 Mayıs 1223’te 80 bin kişilik Rus-Kıpçak ordusunu Kalka Nehri kıyısında mağlubiyete uğrattılar ve oradan Kırım’a doğru uzanarak Sudaka’yı zaptettiler. Dönüş yolunda Hazar Denizi kuzeyinde İdil Bulgarları tarafından kuşatıldılar. Subutay ve Cebe birçok tarihi kaynağa göre İdil Bulgarlarlarını mağlup etti. Bazı tarihçiler, Moğollarn yenildiğine dair rivayetleri İdil Bulgarlar’ının Ruslara, Moğolları yendiklerini ve onları topraklarından sürdüklerini söylemek için uydurdukları hikâyelerin oluşturduğunu iddia etmektedirler. Cebe ve Subutay, 1223’ün sonu veya 1224’ün başında İrtiş Vadisi’nde, dönüş yolunda olan Cengiz Han’a katıldılar.

Cengiz Han

Son seferi ve Ölümü

Cengiz Han, Harezmşahlar üzerine sefere gitmeden önce yardım için asker istediği kendisine tâbi Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia hanedanının tavrını unutmamıştı. Karakurum’a döner dönmez bu sorunu halletmek için hazırlıklara başladı. Sefere yanında eşlerinden Yesüy ile birlikte 1225 sonbaharı ya da 1226 ilkbaharında çıktı. Av esnasında attan düştü. Karın bölgesinde çok ciddi ağrıları vardı ve ateşi çok yüksekti. Telaşlanan Yesüy, kazayı ve Cengiz Han’ın rahatsızlığını haber vermek için oğullarını ve komutanlarını topladı. Seferin ertelenmesi önerisi kabul edildi. Tam toplanıp gidilecekken Cengiz Han; “Eğer geri çekilirsek Tangutlar korktuğumuzu düşünür.” diyerek karşı çıktı. Meseleyi diplomasi yoluyla çözmek için Tangut kralına bir elçi gönderildi. Kral barıştan yanaydı ancak bakanı Aşagambu onu vazgeçirdi ve “Moğollar savaşmak istiyorlarsa gelsinler boy ölçüşelim, altın, gümüş ve ipek istiyorlarsa almak için ilerlesinler” diye cevap gönderdi. Yüksek ateşten bitkin bir vaziyette olan Cengiz Han, “Ölmem gerekse bile artık geri çekilemeyiz” dedi ve Moğollar saldırıya geçti. Cengiz Han, Lipuan Dağları’nda gizli bir vadiye götürülerek ve şifalı bitkiler ile tedavi edilmeye çalışıldı. Diğer taraftan Moğol ordusu bölgeyi öyle kötü yıkıp yağmalamıştı ki Tangut Kralı barış istemek zorunda kalmıştı ama Cengiz Han’ın huzuruna çıkarılmadı. Yalnızca otağının önüne gitmesine izin verildi. Gerçeği saklamak çok da mümkün olamamıştır ancak bu haberin dışarı sızmaması gerekiyordu. Cengiz Han: “Ölümümü kimsenin öğrenmesine izin vermeyin. Hiçbir zaman ağlamayın ve yas tutmayın, böylece düşmanlarımızın hiçbir şeyden haberi olmaz. Tangutlu idareciler ve halk belirlenen zamanda şehri terk ettiklerinde hepsini yok edin!” demiştir. Akabinde Tangut kralı öldürülmüş, Yinçuan şehri yağmalanmış, hükümdar mezarları açılmış ve halkı tamamen ortadan kaldırılmıştı. Bu yüzdendir ki kaynaklarda bundan sonra Tangutlar hakkında bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Böylece Cengiz Han’ın emri yerine getirilmişti.

Cengiz Han 1227 yılının Ağustos ayının ortası civarında hayatını kaybetmiştir. Neden öldüğü tam olarak bilinmemektedir. Ölüm sebebi hakkında çeşitli rivayetler vardır. Cengiz Han’ın naaşına ne olduğu ve nerede bulunduğu konusu günümüzde bile hâlâ sırrını korumaktadır. Moğolların Gizli Tarihi’nde bu konu ile ilgili hiçbir kayıt yoktur. Ülkesinden yaklaşık 1600 km uzakta ölen Cengiz Han’ın naaşının ülkesine nasıl götürüldüğü konusunda soru işaretleri vardır. Moğollar mumyalama tekniklerini bilmedikleri için bazı yazarlar Cengiz Han’ın öldüğü yere defnedildiğini iddia etmektedirler. Bazıları doğduğu yerde gizli bir yere gömüldüğünü, cenaze konvoyunda görev alan herkesin öldürüldüklerini ve mezarının gizli tutulması için birçok atın mezarın üstüne gezdirilerek mezarın belirginliğinin giderildiğini kaydederler. Çünkü bir Orta Asya inancına göre, Cengiz Han’ın mezarının bulunduğu gün, Dünya’nın sonu gelecekti. Bazıları ise naaşın Karakurum’a getirilerek Onon ve Kerulen nehirlerinin kaynakları civarında bulunan kutsal Burhan Haldun Dağı’nda gizli bir yere gömüldüğünü söylemektedirler. Cengiz Han’ın mezarı bütün arkeolojik arama ve çalışmalara rağmen hâlâ bulunamamıştır.

Kişiliği ve karakteri

Cengiz Han’ın fiziksel görünümü hakkında 1221’de kendisine yollanan Song elçisi, Çinli general Meng-hung ve onu Horasan’da görmüş olan insanlardan bilgi alan İranlı tarihçi Cüzcani’nin anlattıkları dışında hiçbir bilgi yoktur. Meng-hung, onun uzun boyu, geniş yüzü ve uzun sakalıyla diğer Moğollardan farklı olduğunu söylerken Cüzcani, hanı yapılı, beyaz saçlı ve kedi gözleri olan biri olarak tasvir eder. Cengiz Han’ın, düşmanlarına ve kendisine ihanet edenlere karşı acımasız ve sert bir tavır sergilerken kendisine sadakat gösterenleri de o derecede mükafatlandırdığı görülmektedir. Küçük yaştan itibaren zorluklar ve yok olma tehlikesi içinde yaşamış bu nedenle kendine yardım eden herkesi kardeşi ve babası gibi görmüş ve davranmıştır. Hükümdar olduğu zaman gençlik yıllarında verdiği mücadele esnasında yanında olan herkesi mükafatlandırmıştı. Tayciutlara esir düştüğü zaman kaçarken onu evinde saklayan Sorhan Şira ve çocukları, çalınan atlarını bulmak için at hırsızlarının peşindeyken tanıştığı ve çok iyi dost olduğu Bughurçi, Camuka ile savaşı esnasında yaralandığı zaman onun yarasını iyileştiren ve karnını doyuran Celme ile yine Camuka ile savaşında atını öldüren oku atmasına rağmen gelip bağlılığını bildiren Cebe, her birini en yüksek mevkide rütbelerle mükafatlandırmıştır. En karakteristik vasıflarından biri de hainlere karşı duyduğu nefretti. Kötü duruma düşen efendilerine ihanet ederek kendisine yaranacaklarını sananları derhal idam ettirir, düşmanı olan hükümdarlara sonuna kadar sadık kalanları da hizmetine alarak mükafatlandırmıştır. Mükafatlandırılacaklarını umarak Kerayitlerin lideri Tuğrul’un oğlu Sangum’u yerini söyleyen onun seyisi ile Camuka’yı yakalayıp Cengiz Han’a teslim eden beş arkadaşının da akıbeti felaket olmuş, öz hanlarına ihanet endenleri bütün nesilleri ile yok edin emrini vererek onları infaz ettirmiştir. Pekin’in fethinden sonra ele geçirilen esirler arasında yer alan Jin Hanedanına hizmet etmiş Liyaso Tunglu bir prens te vardı. Ye Liyu Çutsay adındaki alim Cengiz Han’ın dikkatini çekmiş; asırlarca size düşman kesilmiş bir hanedana niçin hizmet ediyordun diye sorunca Ye Liyu Çutsay’ın, babam ve ailemden birçok kimse onların hizmetinde bulundu benim de başka türlü yapmam münasip olmazdı şeklinde cevap vermesi Cengiz Han’ın hoşuna gitmiş, demek ki bana da sadıkane hizmet edebilirsin demişti. Ye Liyu Çutsay, Cengiz Han’a sadakat yemini etti ve ölene kadar onu yanından ayırmadı.

Cengiz Han, insanları seçme ve onların yeteneklerini ortaya çıkarma konusununda da oldukça başarılıydı. Mukhuali, Cebe, Subutay her biri ayrı ayrı onunkilerle eş değer askerî zaferler kazansalar da hiçbir zaman bundan kişisel bir çıkar sağlamayı düşünmediler. Onları kendinden kopmayacak şekilde bağlamayı başardı ve hiçbir zaman ihanete uğramadı. 1206’dan sonra ölene kadar 21 yıl boyunca kimse onun hükümdarlığını sorgulamadı. Düşmanı olmayanlara karşı da oldukça lütüfkardı. Güney Çin’deki Song hanedanının elçisi Meng-hung yanından ayrılırken, her önemli şehirde birkaç gün durun, ona en güzel şaraplar, en güzel kokulu çaylar ikram edilsin, şerefine güzel yüzlü kadınlar çalgılarını tıngırdatırken yakışıklı gençler fülüt çalsın emrini vermişti. Her tür eğlenceyi çok severdi. Büyük tutkusu avın yanı sıra ayak topundan da çok keyif alırdı. Song elçisi Meng-hung’un aktardığına göre bir gün haber yollayarak; bu gün top oynadık niçin gelmedin dedi. Elçi davet edilmedim dedikten sonra her şölende oyun ya da top oynandığında gelip bizimle eğlenmeni bekliyorum demişti. Meng-hung, o gün şölene katılan sekiz kadınının göz kamaştıran beyaz yüzleri var ve çok güzeller diyerek onun zevkini över. İçki içmekle birlikte ayda yalnızca üç kere sarhoş olunmasını öneriyordu. Lüks giysilere ve gösterişe meraklı değildi. Her türlü görkemli unvanı reddetti. Uygurların verdiği şatafatlı unvanları kullanmak istemedi. İranlı bir katibin onu tanıtmak için kullandığı süslü ifadeleri gülünç ve çirkin buldu. Cüveynî ve Makrizî, onun eğitimli kişiler ve her dinden din adamlarına saygı duyduğunu, aralarında bir ayrım yapılmasını yasakladığını anlatmaktadırlar.

XIII. yüzyılın keşiş seyyahlarından Plano Carpini, Moğolların yaşadığı yerlere giderek Cengiz Han hakkında edindiği bilgileri raporlaştırmıştı. Cengiz’in savaş esnasındaki kararlılığı hakkında bilgiler sunan Carpini, Cengiz’in Kıtaylarla mücadelesinde ordusunun tüm yiyecekleri bitmesine rağmen saldırılarını sürdürdüğünü ifade eder. Öyle ki Carpini’nin aktardığına göre askerlerinin yiyecek bir şeyleri kalmaması üzerine Cengiz Han her 10 kişiden birinin kesilip, diğer askerlere yiyecek olarak verilmesini dahi emretmişti.

Cengiz Han

Dinler ile ilişkisi

Cengiz Han, Çinli Tao rahibi Çang Çuen’in şöhretini duyunca onunla görüşmek için kendisini davet etmiştir. Çang Çuen, Cengiz Han Harezmşahlara karşı seferde iken 1222 yılında huzuruna getirilmiştir. Cengiz Han; bana uzaklardan, ölümsüzlük için ne getirdin diye sormuş rahip de hayatı uzatmanın çaresi var, ama ölmemek için ilaç yok diyerek cevap vermiştir. 21 Ekim 1222’de Semerkant yakınlarında Cengiz Han’ın Çang Çuen’un öğretilerini dinleyeceği özel bir çadır kurulur. Bu, Babür İmparatoru Ekber döneminde görülecek olan konuşmaların yapıldığı göçebe felsefe evlerinin prototipidir. Çang Çuen Cengiz Han’a Taoizmi anlatır ve ona şehvetini köreltmeyi, zevki okşayan tatları reddetmeyi, taze ve hafif yiyecekler yemeyi, nefsin isteklerinden uzak durmayı öğütler. Bütün bir ay boyunca sadece uyumaya çalışmasını, manevi zenginlikleri ve enerjisi karşısındaki artışa şaşıracağını söyler. Cengiz Han ise bu öğütlerin faydalı olduğunu anlar, fakat Moğolları eski alışkanlıklarından vazgeçirmenin kolay olmayacağını söyler. Nitekim 10 Mart 1223’te Taşkent bölgesinde bir sürek avı sırasında attan düşerek yaralanır. Çang Çuen bu durumdan ona ilerlemiş yaşında avın oluşturduğu tehlikeleri göstermek için yararlanır. Ancak Cengiz Han ona öğütlerini takdir ettiğini ama avlanmanın asla vazgeçemeyeceği bir zevk olduğunu söyledi. Bu görüşmelerden en kârlı çıkan ise Taoistler olur. Cengiz Han, Çang Çuen adına, Taoizm üstadını vergiden muaf tutma amacı taşıyan mühürlenmiş bir yarlık hazırlamıştı.

Cengiz Han yönetimde kaldığı süre içerisinde bu duruma dikkat etmiş, yönetiminde farklı dinlere mensup insanları önemli görevlere getirmekten kaçınmamıştır. Ona göre farklı dini grupları bir arada tutmanın ve itaatlerini sağlamanın en önemli metodu buydu.

Tarihe bıraktıkları

Cengiz Han’ın imajı askerî harekâtları esnasında sorumlu tutulduğu kıyımlar ve kültürel hazinelerin yerle bir edilişi gibi sebeplerden dolayı özellikle İslam dünyasında iyi değildir. Dönemin İran ve Arap kaynakları cani ve kana susamış bir adam portresi çizer. Kimi kaynaklara göre Cengiz Han’ın fetihlerinin yaklaşık olarak 40 milyon insanın ölümüne sebep olduğu tahmin edilmektedir. Bu; o zamanki dünya nüfusunun %11’ine denk gelmekteydi.

Nişaburlu bir askerin damadı Toquchar’ı öldürmesinden sonra; Cengiz Han Harezmşah İmparatorluğu’na saldırmış, galip geldiği bu savaş sonrası ise İran nüfusunun dörtte üçünü öldürmüş olduğu tahmin edilmektedir. Sadece damadının öldürüldüğü Nişabur’da, intikam almak için 1 milyondan fazla insan öldürdüğü düşünülmektedir. Ancak onun büyük bir asker olarak ün kazanmasının temelinde o güne kadar bir birleri ile savaşmaktan başka bir şey yapmayan Moğol boylarını bir araya getirip 10’luk-100’lük-1000’lik gruplara ayırarak, liyakata bağlı bir ordu meydana getirmiş olması, bununla beraber askerlerini böyle gruplara ayırarak, askerlerin savaş alanında mensup oldukları kabilelere değil de savaş gruplarına karşı aidiyet hissi benimsemelerini sağlamasında yatmakta idi.

Bu düşünceyle askerleri içerisindeki en seçkin 10.000 askerî seçerek, kendisine sadakati ön planda tutan keshig adındaki özel muhafız birliğini kurdu. Tüm askerî seferleri, sağlam bir hazırlıktan sonra yöneten Cengiz Han’ın büyük bir asker olarak ün kazanmasının bir diğer önemli sebebi kurduğu posta teşkilatı ve casus ağı ile istihbarat sanatına verdiği büyük değerdi. Casuslar, bilgi toplamakla, söylentiler yaymakla ve araziyi tanımakla görevlendirilirken alimler geçtikleri nehirlerin ne zaman donacağını, balık veren gölleri ve çeşitli maden ocaklarının vaziyetlerini kaydedip fethedilen yerler için haberleşme ağını oluşturmak için posta menzilleri kuruyorlardı.

Cengiz Han, koyduğu kuralları Yasa adını verdiği kanunlarla metinleştirdi ve o öldükten sonra bile Japon denizinden Polonya içlerine ve Macar ovalarına kadar Çin, İran, Rusya dahil birçok ülke Cengiz Han Yasası adı verilen bu kurallara göre yönetildi. Cengiz Han’ın Asya’yı birleştirmesiyle sınırlar ve gümrükler kalkmış, Asya’daki iktisadi yapı değişmiştir. Halklar arası ticaret artmıştır. Hem Asya hem de Avrupa’daki sınırları sayesinde iki kıta arasında bilgi ve tecrübe akışını, kısa bir süre de olsa, sağlamıştır.

İpek Yolu”nun işlek ve güvenli bir hâle gelmesiyle doğu ile batı arasındaki ticaretin gelişmesindeki rolü ve ipek, ipekli kumaş, barut ve matbaa gibi Uygurlar ve Çinliler tarafından kullanılan pek çok unsurun Batıya taşınmasındaki etkisi Cengiz Han’ın başlattığı bu ilerleyiş ile ilgili olarak günümüzde, günümüz terminolojisinde globalleşme veya küreselleşme adı verilen kavramın babası olarak Cengiz Han’ın kabul edilmesi gerektiği şeklinde görüşler ileri sürülmüştür. Bu nedenle Aralık 1995’te ABD’de, Washington Post gazetesi Cengiz Han’ı son bin yılın en önemli adamı olarak ilan etti. Cengiz Han aynı zamanda Michael H. Heart tarafından belirlenen ‘tarihin en fazla etki bırakan liderleri’ arasında 29’uncu sırada yer alırken National Geographic tarafından tarihin en önemli 50 politika liderlerinden biri olarak seçilmiş, 1998’de Dr G. Ab Arwel’ın araştırması sonucunda bin yılın en büyük 10 kültürel efsanesinden biri olarak belirlenmiştir.

Cengiz Han Sovyetler Birliği tarafından desteklenen komünist yönetim dönemince millî duyguları ön plana çıkarmamak için geri plana itilmişti. Sovyet baskısı altındayken Moğollar Cengiz Han’ın ismini yüksek sesle bile telaffuz edemiyorlardı. Cengiz Han, Moğolistan komünist rejimden çıkınca bağımsız devletin bir simgesi hâline gelmiştir. Günümüzde Cengiz Han doğduğu topraklar olan Moğolistan’da, Moğolistan’ın gelmiş geçmiş en büyük ve efsanevi lideri olarak görülmektedir. Moğolistan’ın politik ve etnik kimliğinin var olmasında büyük önem taşır. Moğollar bu sebeple Moğolistan’a Cengiz Han’ın Moğolistan’ı kendilerine de Cengiz Han’ın çocukları demektedirler. Moğollar bu ismi birçok ürüne, sokağa, binaya ve diğer yerlere de vermişlerdir. Ayrıca Cengiz Han’ın resmi para birimleri Tugrik’in ₮500, ₮1000, ₮5000 ve ₮10,000’in üzerinde bulunmaktadır. Başkent Ulaanbaatar’daki hava alanının ismi Cengiz Han Uluslararası Havaalanı’dır. Halk Cengiz Han’a büyük saygı duymaktadır. 2006 yılında, başkentte Cengiz Han’ın ve oğullarının heykelleri konmuştur. Devlet resmi törenlerde Cengiz Han’ın askerleri ve süvarileri yer almaktadır. 2008 yılında Ulanbatur’a bir saat uzaklıkta Tsonjin Boldog bölgesinde çöl ortasında inşa edilen dev Cengiz Han heykeli 40 metre boyu ile dünyanın en büyük heykellerinden biri konumundadır. Heykelin içinden geçen bir asansörle atının kafasına ulaşan ziyaretçiler, buradan uçsuz bucaksız Moğol bozkırını seyredebilmekteler.

Çin’de ise Cengiz Han Çinliler tarafından Çinli bir ulus kahramanı olarak ve Çin’in Moğollar tarafından fethinden sonra Çin’de torunu Kubilay Han tarafından kurulan ve 1271–1368 arasında yaklaşık 100 sene Çin’i yöneten Kubilay Hanlığı olarak bilinen Yuan Hanedanının kurucusu olarak görülmektedir. Yuan Hanedanı, Çin hanedanları listesinde saygın bir yer edinmiştir. Cengiz Han hayatta iken Çin’in kuzeyini ve Pekin’i fethetmişti ancak buraya yerleşmemişti. Torunu Kubilay Han’ Çin’in tamamını fethedip başkentini Karakurum’dan Pekin’e taşımıştır. Günümüzde bağımsız Moğolistan’ın yanı sıra Çin’de İç Moğolistan Özerk Bölgesi bulunmaktadır ve burada 5 milyon Moğol yaşamaktadır. 1962 yılında Cengiz Han anısına çıkarılan pullar ve bir bilim akademisi tarafından düzenlenen bir sempozyum ile Cengiz Han’ın 800. Doğum yıl dönümü Çin Halk Cumhuriyti İç Moğolistan Özerk Bölgesinde kutlandı. Cengiz’in 10 metrelik bir heykelinin yapımının ardından Onon nehrinin Balj ile birleştiği Dadal civarı resmi olarak Cengiz Han’ın doğduğu yer olarak belirlendi.

Günümüzde Cengiz Han sadece Moğolistan ve Çin’in sahiplendiği bir tarihi miras değil tüm Avrasya güzergahındaki birçok millet için ortak değer konumundadır. Cengiz Han, İmparatorluğunu Orta Asya’da yaşayan halkların desteği ile kurdu. Onlardan destek alarak muazzam bir imparatorluk inşa etti. Cengiz Han ve onun haleflerinin olmadığı bir modern devir Orta Asya Türk halklarının tarihi yazmak mümkün değildir. Bu nedenle Cengiz Han Moğollar için olduğu kadar Uygurlar, Tatarlar, Nogaylar, Özbekler ve Kazaklar için de ortak değerdir. Cengiz Han Uygur yazısını kullandı ve onun halefleri döneminde dahi Uygurca diplomatik yazışmalarda kullanılan bir dil olarak bürokraside yerini korudu. Devletin inşasında Uygur devlet adamlarını kâtiplerini, sanat ve bilim adamlarını danışmanı olarak kullandı, onlardan hayatın her alanında yararlandı.

Maveraünnehir’i kapsayan Batı Türkistan’ın yanı sıra Uygurların yaşadığı Kaşgar ve çevresindeki toprakları kapsayan Doğu Türkistan da Cengiz Han ölmeden yaptığı taksimat sonucu sonra oğlu Çağatay’a verilmişti. Çağataylılar 18. Yüzyılın sonuna kadar Doğu Türkistan’daki varlıklarını sürdürdüler. Uygurların Cengiz İmparatorluğunun kuruluşundaki rolleri ve Uygurların yaşadığı Doğu Türkistan’ın yaklaşık 500 sene Cengiz Han neslinden gelen hanlar tarafından yönetilmesi sebebi ile Uygurlar Cengiz Han’ı tarihlerinin bir parçası olarak görmüşlerdir. Bu nedenle 1933 yılında Muhammed Ali Tevpik tarafından Uygurca olarak kaleme alınan ve 1949’da Çin tarafından ilhak edilene kadar Uygurların millî marşı olarak kullanılan Doğu Türkistan Cumhuriyeti ulusal marşında Attila, Cengiz, Timur dünyani titretken idi, kan birip nam alimiz biz unlarn evladi biz dizeleri Uyguların Cengiz’i tarihlerinin en büyük şahsiyetleriden biri olarak gördüklerini göstermektedir.

Cengiz Han’ın en büyük oğlu Cuci’nin soyundan gelenler tarafından idare edilen Altın Orda’nın ise Özbek, Kazak, Nogay, Kırım ve Kazan Tatar halklarının oluşmasındaki rolleri Orta Asya tarihi için çok önemli sonuçlardır. Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin oğlu Batu Han’ın kurduğu Altın Ordu Hanlığının parçalanması ile ortaya çıkan Tatar Hanlıklarından Kırım Hanlığı, Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı ve Kasım Hanlığı, Cengiz Han soyundan gelen hanlar tarafından idare edilmiştir. Ruslar, Tatar Hanlıklarından Kazan Hanlığına 1552’de, Astrahan Hanlığına 1556’da, Kasım Hanlığı ise 1681’de ve son verirken içlerinde en uzun ömürlüsü olan Kırım Hanlığının kurucusu Hacı Giray, Cuci’nin küçük oğlu Tokay Timur soyundan gelmekteydi. Tokay Timur aynı zamanda Altın Orda’nın kurucusu Cuci’nin büyük oğlu Batu Han’ın da kardeşi idi. Kırım Hanlığı, Kırım’ın Ruslar tarafından ilhak edildiği 1783 yılına kadar Cengiz Han soyundan gelen Giraylar tarafından yönetilmiştir. Âl-i Cengiz olarak da anılan Girayların yönettiği Kırım Hanlığı 18. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin herhangi bir etkisi değerlendirmeye alınmadığında bile Avrupa’nın en önemli güçlerinden biriydi. 18. yüzyıla kadar Rusya ve Polonya’nın hanlığa vergi ödemesi bunun en güçlü örneğidir.

Cengiz Han nesli modern Özbek halkının oluşumunda oynadığı rol nedeniyle bu halkın tarihinin en önemli kesitini oluşturmaktadır. Günümüzde Orta Asya’nın en kalabalık halkı olan Özbeklerin adı Altın Orda Hanı Özbek Han’dan gelmektedir. Özbek Han, Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin soyundan Toğrılca’nın oğludur. Bozkırda genellikle tanınmış bir idarecinin veya kumandanın başında bulunduğu grubun zamanla onun adını taşıması geleneği uyarınca Cuci’nin haleflerinden Özbek Han’ı liderleri olarak kabul eden Cuci ulusu onun ismini kendilerini tanımlamak üzere kullanmaya başlamış, böylece Özbekler denen topluluk ortaya çıkmış Özbek Ulusu tâbiri bütün Altın-Orda’yı ifade eder hâle gelmiştir.

Altın Orda’nın parçalanması ile Özbek ulusunun bağımsız bir hâle gelişi, 1428’de Cuci’nin 5. oğlu ve Batu’nun kardeşi olan Şeyban’ın (Şiban) sülalesinden Ebu’l Hayr Han’ın, Batı Sibirya’da Tura ırmağının kıyısında Özbek ulusunun hanı olarak ilân edilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu hanlık tarihe Şeybani Hanlığı ya da Özbek Hanlığı olarak geçmiştir. Şeybani Hanlığı 1561’de yönetim merkezini Buhara’ya taşıdığı için, Buhara Hanlığı olarak anılmaya başlamıştır. Buhara Hanlığı, 1753 yılına kadar Cengiz Han soyundan gelen hanlar tarafından yönetilirken Buhara Hanlığını işgal eden Cengiz Han soyundan olmayan Mangitler 1753’te Emirliğini ilan etmişti. Dönemin Orta Asya’nın töresine göre Cengiz Han soyundan gelmeyenler Han olamadığı için Mangit hanedanı 1920’de Buhara Cumhuriyeti kurulana dek tıpkı Timur gibi Emir unvanını kullanmıştı.

Sadece Cengiz Han soyundan gelenlerin “Han” unvanını kullanabildiği bir dünyada Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’ın kurduğu Çağatay Hanlığı topraklarında Semerkand’ta askeri bir lider olarak ortaya çıkan Timur(1370-1405) gibi bir askeri deha bile Cengiz Han soyundan olmadığı için “Han” unvanını yerine “Emir” unvanını kullanmıştır ve hayatı boyunca “Han” olarak Cengiz Han soyundan birini yanında taşımıştır. Cengiz Han soyundan biri ile evlenerek han damadı anlamına gelen “küregen” unvanını kullanmıştır. Tarihte Buhara ve Hokand Hanlığı ile birlikte Üç Özbek Hanlıkları olarak anılan hanlıklardan biri olan Hive Hanlığı da 20. yüzyıla kadar belli aralıklarla yine Şeybanilerin farklı bir kolu olarak zikredilen, Cengiz Han soyundan gelen Yadigaroğulları tarafından yönetilmiştir.

Altın Orda’nın parçalanmasından sonra Cetisu Nehri kıyılarında 1465 yılında kurulan ve günümüzde Kazakların kökenini oluşturan Kazak Hanlığı da Cengiz Han’ın oğullarından Cuci’nin ulusuna bağlı Toka Temür neslinden Canibeg ve Kerey tarafından kurulmuştur. Günümüzde Kazakistan Cengiz soyunun hâlâ değerli olduğu ülkelerden biridir. Kazak bilim adamları yaptıkları genetik araştırmalar sonucunda Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in de soy olarak Cengiz Han’ın torunu olduğunu iddia etmişlerdir.

Rusya da Cengiz Han İmparatorluğunun en çok etkilediği ülkeler arasında yer alır. Moğollar Cengiz Han hayatta iken 1223’te ilk olarak Ruslar’ı yenilgiye uğratmış, 1235-1242 arası Batu Han’ın, Moskova ve Kiev’i fethetmesiyle Rusların Tatar Boyundurluğu dediği yaklaşık 300 sene sürecek dönem başlamıştır. Sovyet yönetiminin Rusya’da 80 sene sürdüğü düşünülürse bu muazzam bir süredir. Günümüzdeki Rus devleti 1480 yılında kurulan Moskova Knezliği üzerine inşa edilmiştir.

1317 yılında Moskova Knezi Yuri Daniloviç, Cengiz Han soyundan gelen Altın Ordu hanı Özbek Han’ın kız kardeşiyle evlendi. Bu nedenle Moskova Rus Knezleri Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci nesli ile akrabalık tesis etmiş oldu. Özbek Han, Moskova Knezi Yuri Daniloviç’i büyük knez ilan ederek Rusya’nın temelini oluşturacak olan Moskova Kenzliğinin ön plana çıkmasını sağladı. Altı Ordu’nun parçalanmasından sonra ortaya çıkan Tatar Hanlıklarından biri olan Kasım Hanlığı hükümdarlarından Sayın Bulat Han 1573’te Hıristiyanlığı kabul etmiş ve Semön Bekbulatoviç adını almıştı.

Yaptığı çeşitli seferlerle Moskova Knezliği’ni genişletip bu durumdan faydalanarak kendini “Tüm Rusya’nın Çarı” ilan eden Rus Çarlığının kurucusu Korkuç İvan, İsveç ile yaptığı Livon savaşlarında zor duruma düşünce ülke içindeki boyar ve yerel knezlerin muhalefetini ancak Rus tahtına Cengiz Han soyundan biri geçtiği takdirde bastırabileceğini düşünüyordu. Korkunç Ivan, bu amacına ulaşmak için de 1574 yılında Simeon Bekbulatoviç ’den daha uygun aday bulamazdı.

Simeon, Cengiz Han’ın torunu Orda’nın soyundan geliyordu ve Altın Orda’nın son hanı Ahmet’in en büyük torunuydu. Böylece, Rus Çarı Korkunç Ivan hem Cengiz Han soyundan gelen hem de aynı zamanda Han olan Simeon ’u Rus tahtına çıkartarak, Rusya’nın merkezileşme ve çarın otoritesini artırmaya yönelik politikasını temellendirmek amacıyla onu tüm Rusya’nın Grandükü olarak atamış kendisini sadece “Moskova’nın Ivan’ı” olarak isimlendirmişti.

Simeon, Livonya Savaşı’nda Moskova ordusunun baş alayında (Bolşoi Polk) komutan olarak yer almıştır. Simeon, Moskova Kremlini’ndeki bir yıllık hükümdarlık süresinde, III. İvan’ın büyük büyük torunu Anastasya Mstislavskaya ile evlenmiştir. Simeon 1576’da da kıdemi düşürülerek “Tüm Rusya’nın Grandükü” iken “Tver’ ve Torjok Şehirlerinin Grandükü” oldu.1585 yılında, Çar Feyodor Ivanoviç onun “Tver’ ve Torjok Şehirlerinin Grandükü” unvanını kaldırarak onu Kuşalov’daki kendi mülkünde hapse attırdı.

1616 yılında Moskovada bir manastırda öldü. Ruslar’da tıpkı Avrupalılar, Araplar ve İranlılar gibi Moğollara Tatar demekte idi. Moğol İmparatorluğu ve onun ardılı olan hanlıklar çöktükten veya Rusya tarafından ilhak edildikten sonra onların bünyesindeki halklara da Tatar demeye devam ettiler. Günümüzde Kırım Tatarları, Tataristan’daki Kazan Tatarları ve Başkurdistan’daki Tatarlar Rusya Federasyonu içerisindeki kendi özerk cumhuriyetleri içerisinde yaşamakta olup 10 milyonluk nüfusları ile Rusya Federasyonu içerisinde Ruslardan sonra en kalabalık ikinci etnik gruptur.

İskender’den sonra İran’ın ikinci büyük fatihi olarak kabul edilen Cengiz Han döneminden başlayan İran’daki Moğol hakimiyeti, onun torunu Hülagü Han tarafından kurulan başkenti Tebriz şehri olan İlhanlılar dönemi boyunca yaklaşık 110 sene devam etmiştir. Altın Ordu ve Çağatay Hanlığının aksine İlhanlıların çöküşünden sonra kapsadığı topraklarda Cengiz Han soyundan başka oluşumlar meydana gelmedi. Siyasi ve askerî yaşantısına Cengiz Han soyundan İlhanlılara bağlı bir beylik olarak başlayan Osmanlı Devleti döneminde Cengiz Han soyuna karşı herhangi bir olumsuz yaklaşım görülmemiştir. Hatta Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, yayınlanan bir tarihî takvimde Cengiz Han, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülagü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Cengiz Han soyundan kağanlar rahmetle anılmıştır.

Osmanlıların Cengiz Han soyundan gelenlerle yakın ilişkisi Kırım Hanlığını yöneten Âl-i Cengiz olarak anılan Giray Hanedanı ile olan müttefikliği sayesinde gelişmiştir. Kırım Hanlığı, Osmanlılar için daha çok müttefik devlet statüsündeydi. Kırım Hanları, kendi adlarına para bastırıyor ve kendi adlarına hutbe okutuyorlardı. Osmanlılar da Ukrayna bozkırlarının sadece Kırım yönetimine ait olduğunu kabul ediyordu. Osmanlılar Kırım Hanlığı’ndan vergi almıyor, hatta seferlerde başarılı olurlarsa onlara vergi bile ödüyorlardı.

Kırım hanlarının Osmanlı Veziriazam’ının ordudaki mevkiine rağmen Kırım Hanlarının teşrifattaki dereceleri veziriazamdan yukarı idi. Kırım Hanları padişah tarafından kabullerinde bir minder üzerinde otururlar halbuki veziriazam 17.yüzyıl ortalarından itibaren padişah huzurunda ayakta dururdu. Yine Kırım Hanı ata biner veya attan inerken padişahlara mahsus binek taşı üzerine basar vezirazamlar ise iskemle üzerine basardı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1532 yılından sonra Kırım’ınhükümdarailesi Giray Hanedanından bir ya da birkaç kişi İstanbul’da ve hemen yakınındaki mülkleriolan,avcılığıyla ünlü Çatalca’da yaşardı.

Osmanlı Devleti’nin 14. Padişahı Sultan I. Ahmet zamanında,OsmanlıDevleti’nin Altın Orda’nın varisleri Kırım Hanları ile yaptıkları antlaşmada Hanedan-ı Ali Osman’da erkek kalmazsa Kırım HanlarıotomatikmanOsmanlı Devleti’nin başına geçecekti. Cengiz Han soyundan gelen Kırım Hanları, Osmanlı İmparatorluğu’nunmeşruvarisi sayılmıştır. Yani Osmanlı soyundan bir erkek dünyaya gelmeseydi veya öldürülüp de hanedanda kimse kalmasaydı, “Devlet-i Ali Osmaniye’yi”KırımHanları’dan,yaniCengiz Han soyundan gelen biri yönetecekti.

Osmanlı’nınCengiz Han’ınvârisleriyle ile ilişkisi bu kadar derindi. On sekizinci yüzyıl sonlarında Kırım Hanlığı’nın Ruslar tarafından yıkılmasından sonra II. Kaplan Giray Çatalca’ya gelerek Subaşı Köyü’ne yerleşti. Köyde Han’ınvesoyununyaptırdıklarıHanCamii, Selim Giray Sultan Çeşmesi ve mezar taşları vardır. Kırım Hanları’ndan Selim Giray Han da Kırımdan Çatalca’ya gelip yerleşenlerdendir. 19. yüzyılda Sultan II. Mahmud döneminde, Kırım Hanlığının yıkılışından 60 sene sonra Osmanlının Kırım Hanlık sülalesi ile ilgili olarak Selatin-i Cengiziyeden hangileri hayatta ve hangilerinin vefat etmiş olduğu tespit edilip soyu sopu Cengiz Hana dayandırılan Kırım Hanlarından Devlet Giray Sultanın kanını taşıyanların maaşa bağlanmasıyla ilgili 1837 tarihli bir belge bulunmaktadır. Bugün torunların bir kısmı İstanbul, Ankara ve Bursa’da yaşamakta olup hanedanın İngiltere’de yaşayan bir kolu da bulunmaktadır.

Cumhuriyet döneminde ise Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı tarih ve Türkoloji çalışmaları ile teşekkül eden Türklük litaretürü ile birlikte Türkiye’de Cengiz Han ile çalışmalara ağırlık verildi. Bu yeni Türklük Litaretüründe bu dönemden itibaren uzun süre Türklerin tarihinin Osmanlıdan ibaret olmadığı ve Müslüman olmadan önce de büyük bir millet olduğu Cengiz Han ve Atilla gibi cihangirler çıkardığı kültü işlenmiştir. 1931 yılında Harold Lamb’in “Cengiz Han; Tüm İnsanların İmparatoru” adlı eseri ve 1950’de B.Y Vladamirov’un Cengiz Han adlı eseri millî eğitim bakanlığı tarafından Türkçeye tercüme edilerek basılmıştır. Profesör Zeki Velidi Togan’ın, 1941′de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı eseri, 1946′da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı eseri Cengiz Han ile ilgili detaylı çalışmalardır. Cengiz Han ve Moğollar ile ilgili en önemli ve çağdaş tek kaynak olan 1240 yılında yazılmış olan Moğolların Gizli Tarihi ise Türkolog Prof. Dr. Ahmet Temir tarafından Almanca ve Rusça tercümeleri, Moğolca aslıyla karşılaştırılarak Türkçeye tercüme edilmiş ve 1948 yılında Türk tarih Kurumu yayınları arasında neşredilmiştir.

Cengiz Han, haleflerinin asırlarca hüküm sürdüğü Rusya’dan Çin’e, Türkiye’den, İran’a ve Ukrayna’ya kadar geniş bir sahada büyük etkiler bırakmıştır. 2003 yılı Mart ayında, American Journal of Human Genetics dergisinde yayınlanan makaleye göre 23 genetik bilimciden oluşan bir grup bilim insanı, Avrasya’da 2000 kadar erkekten alınan DNA örneklerini inceleyerek günümüzde 16 milyon erkeğin ortak atasının Cengiz Han’ın soyundan geldiği kanısına varmıştır.

Cengiznâmeler

Cengizname, Cengiz Han’ın hayatı etrafında teşekkül etmiş bir destansı bir hikâyedir. Bu destan’ın Kazan Tatarları tarafından oluşturulduğu veya Tataristan’da oluştuğuna dair kuvvetli emareler vardır. Yazıya geçirildiği zamana dair işaretler ise 16. yüzyılı göstermektedir. 1551’de, “Ötemiş Hacı” adlı bir Kazak tarafından Çağatayca yazılmış olan Cengiznâme, Cengiz Han destanının bilinen ilk yazma nüshası (kopyasıdır). Yine Çağatayca yazılmış olan ve 17. yüzyılda yazıldığı belirlenen diğer eser ise Defter-i Çingizname’dir. Defter-i Çingizname’nin Kazan Tatarlarına ait olan nüshası araştırmacıların üzerinde en çok durdukları nüshadır. Defter-i Çingizname’nin Paris Millî Kütüphanesinde, Berlin Devlet Kütüphanesinde ve British Museum’da yazma nüshaları vardır. İlk matbu nüshası İbrahim Halfin tarafından 1822’de Kazan’da bastırılmıştır. Destan, Orta Asya’da Başkurtlar, Kırgız-Kazakları, Yakutlar-Tunguzlar arasında yayılmış ve değişik anlatımları ortaya çıkmıştır. Kendisi de Cengiz Han’ın soyundan gelen Özbek Hanlıklarından Hive Hanlığı hükümdarı Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın 17. Yüzyılda kaleme aldığı “Şecere-i Türkî” ve “Şecere-i Terâkime” adlı eserlerinde “Cengiznâme”nin 17 varyantını tespit ettiğini söylemektedir. Cengizname’de anlatılan olaylar, Cengiz Han’ın ve çocuklarının tarihi hikâyelerine uygun bir seyir izlemektedir. Destan, Han’ın atalarını ve doğuşunu anlatarak başlar. Evlenmesi, kabileleri etrafında toplaması, yaptığı savaşlar ve fetihleri anlatıldıktan sonra kurduğu imparatorluğu çocukları arasında paylaştırarak ölmesiyle bitmektedir.

Ailesi

Eşleri

  • Börte
  • Yesüy

Yirmi yıl boyunca kendisine devamlı birçok kız getirilmesine rağmen büyük bir bağlılık ve sevgi gösterdiği eşleri Börte ve Yesüy olmuştur.

Erkek çocukları

  • Cuci
  • Çağatay
  • Ögeday
  • Tuluy
    Cengiz Han’ın yasal varisleri yalnızca Börte’den olan oğulları idi. Başka kadınlardan da oğulları olsa da yasal olarak varislik haklarından mahrum edildikleri için haklarında hiçbir bilgi yoktur.

Kız çocukları

  • Alaltun

Cengiz Han’ın Börte’den iki kızı olduğu bilinmektedir. Esasen Cengiz Han’ın birçok kızı olmuştur ancak birçoğunun ismi bilinmemektedir.

Honoré de Balzac

BALZAC

Honoré de Balzac (asıl ismi Honore Balssa; 20 Mayıs 1799, Tours – 18 Ağustos 1850), Fransız yazar.

Hayatı

Asıl adı Honore Balssa’dır. Ancak ismini Balzac olarak değiştirmiş ve De ön takısını eklemiştir. Köy kökenli bir ailenin çocuğudur. Babası tüccardır. 6 yıl Vendome’da College des Oratoriens’te öğrenim gördü. Napolyon’un devrilmesinden sonra ailesi Paris’e taşındı. Burada 2 yıl daha okula gitti. 3 yıl bir avukatın yanında çalıştı. Ama küçük yaşlardan beri edebiyata gösterdiği eğilim ağır bastı. Trajedi türünü denediği 1819’da yazılmış “Cromwell” başarı kazanamayınca romana yöneldi. Para kazanmak için tarihsel, mizahi ve gotik romanlar yazdı. Bunları değişik adlarla yazdı. Basımcılık, yayıncılık, hatta dökümcülük yaptı. Başarılı olamayınca tekrar edebiyata döndü. Edebiyat hayatında çok başarılı eserler sundu. Birçok ülkede satılan romanları ve kitapları çok büyük ilgi gördü ve tepkileri üstüne topladı. Edebiyatta başarılı olan Balzac hayatının sonuna kadar edebiyatla uğraştı.

Edebiyat kariyeri

1829’da yazdığı “Les Chouans” isimli tarihi roman tanınmasını sağladı. Bu eser Türkçeye (Köylü İsyanı 1974 ve Şu Anlar 1977 olarak) çevrildi. 1824-1834 arasında yayıncılarından aldığı parayla bohem bir yaşam sürdü. 1829-1831 arasında yergici gazetelere yazılar yazdı. 1830’lardan sonra bir toplum tarihi yazmak amacıyla, eski ve yeni romanlarını üç bölüm altında toplamaya karar verdi. Örf ve âdet incelemeleri, felsefi incelemeler ve çözümleyici incelemeler. Bu tasarı 1834-1837 arasında 12 cilt olarak gerçekleşti. 1840’ta bu yapıtların hepsine Dante’yi anımsatan bir başlık koydu: “İnsanlık Komedisi”. 1842-1848 arasında 17 ciltlik bir baskı yapıldı. 1869-1876 arasında da 24 cilt olarak yayınlandı. Eserlerinde aynı kahramanlara tekrar tekrar yer verme düşüncesini geliştirdi. Bunu gerçekçiliğin baş romanı kabul edilen ve 1834’te yayınlanan “Goriot Baba”da uyguladı. 1836 ve 1837’de İtalya gezisine çıktı. 1828’de Versailles yakınlarında pahalı bir ev yaptırdı. Borç sorunu nedeniyle Passy’de bir eve yerleşti (Bugün Balzac müzesi). Para kazanmak için tiyatroda başarısız denemeler yaptı. Edebiyatçılar Derneği başkanı olarak yazar haklarıyla ilgili girişimlerde bulundu.

1847’de Polonya’da sevgilisi Eveline Hanska’nın şatosunda kaldı. 1850’de Eveline ile evlendi Paris’e döndüler. Birkaç ay sonra yaşamını yitirdi. Geride 85’i tamamlanmış, 50’si taslak halinde eser bıraktı. Romanda gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı olarak kabul edilir. Mantıksal bir sıra izleyen olayların her şeyi gören bir gözlemcinin ağzından anlatıldığı, kahramanların tutarlı bir biçimde sunulduğu, kuralları belli “klasik roman tekniğini” Balzac’ın kurduğu benimsenir. Olağanüstü bir gözlem yeteneği ve güçlü bir hafızası vardı. Kendisini başka insanların yerine koyup onların duygularını paylaşmayı biliyordu. Eserlerinde nedenselliği ve arka plan ile karakterler arasındaki ilişkiyi açıklamakta ustadır. Bütün bu özellikleriyle “romanın Shakespeare’i sayılır.

1789’la başlayan ve uzun bir süreç alan Fransız Devrimi sırasında gelişen toplumsal değişimi anlatan; çatışmaları, iyiyi kötüyü ortaya koyan, Cumhuriyetçiler ve Kraliyetçiler’in 1830’da ülkeyi bırakıp gitmek zorunda kalan X. Charles’e dek yaptıkları kanlı kansız tüm çekişmeyi özellikle göz önüne seren, bireylerin bu çatışmadaki ulu düşüncelerin altında aslında kendi çıkarlarını nice korumaya çalıştıklarını betimleyen; sevgi, güç gibi evrensel konuları tüm çıplaklığı ve eleştirel bir yaklaşımla inceleyen; günümüz okuruna sıkıcı gelebilecek ama öncelikle Fransa ve demokrasiyi algılayabilmekte yardımcı olması bakımından tüm dünya için önemli bir Roman yazardır. Fransız Devrimi’nin geçmişsel belgesidir kitapları.

İnsanlık Güldürüsü, yazarın 1830’da kendi yapıtlarını toplamaya başladığı bir üst yapıttır. Şu anda emin değiliz ama belki de 1830’da Kraliyetçiler’in yenilgisini perçinleyen sürgünden sonra devrimdeki ulu düşüncelerin bir yalan olduğunu düşünerek böyle bir yola gitti.

Honoré de Balzac

Eserleri

Başlıca eserleri

  • Les Chouans (1828; Köylü İsyanı, 1974)
  • La Peau de chagrin (1830; Tılsımlı Deri, 1940, 1968)
  • Le Chef-d’œuvre inconnu (1831; Mahvolan Şaheser, 1944/Bilinmeyen Şaheser, 1945)
  • Le Colonel Chabert (1832; Kolonel Şabert, 1938/ Albay Chabert, 1944, 1974)
  • Le Médecin de campagne (1832; Köy Hekimi, 1942, 1979)
  • Eugénie Grandet (1833; Eugénie Grandet, 1938, 1991)
  • Histoire des Treize, comprenant :
    • Ferragus, 1833
    • La Duchesse de Langeais, 1833, 1839
    • La Fille aux yeux d’or, 1835
  • La Recherche de l’absolu (1834; Mutlak Peşinde, 1945, 1965)
  • Le Père Goriot, (1835; Goriot Baba; 1943, 1991)
  • Le Lys dans la vallée (1835; Vadideki Zambak, 1941, 1990)
  • La Vieille Fille (1836; )
  • César Birotteau (1837; César Birotteau, 1945, 1990)
  • La Maison Nucingen (1838; Nucingen Bankası, 1950)
  • Les Secrets de la princesse de Cadignan (1839)
  • Béatrix (1839)
  • Illusions perdues (I, 1837; II, 1839; III, 1843; Sönmüş Hayaller, 1949)
  • La Rabouilleuse (1842)
  • Modeste Mignon (1844; Modeste Mignon, 1947)
  • La Cousine Bette (1846; Bette Abla, 1977)
  • Le Cousin Pons (1847)
  • Splendeurs et misères des courtisanes (1838-1847; Kibar Fahişelerin İhtişamı ve Sefaleti, 1946/Kibar Fahişeler, 1972, 1990)
  • Ursule Mirouët (1841; Ursule Mirouët, 1849)

Türkçeye çevrilmiş diğer eserler

  • Tours Papazı (1949)
  • Otuz Yaşındaki Kadın (1963)
  • Vandetta (1943)
  • Tefeci Gobseck (1947-1961)
  • Kırmızı Han (1946)
  • Terör Devrinde (1979)
  • Lois Lambert (1946)
  • Bir Havva Kızı (1970)
  • Onüçlerin Romanı (1945)
  • Altın Gözlü Kız (1943)
  • Kötü Kadınların Parlayış, Düşüşü (1981)
  • Köy Papazı (1952)
  • Karanlık Bir İş (1947)
  • Esrarlı Bir Vaka (1949-1964)
  • İki Gelinin Hatıraları (Mémoires de deux jeunes Mariées) (Letters of Two Brides) (1940 – 1983)
  • Köylüler (1845, 1976-1985)
  • Gizli Başyapıt (Le Chef-d’oeuvre İnconnu) (2007 Samih Rıfat)
  • Evde Kalmış Kız (La Vieille Fille) (2008 Yaşar Avunç)
error: İçerik korunuyor !!!