Musab Yasir Özen

Büyük Doğu Necip Fazıl KISAKÜREK / Tarkan Balcı

Büyük Doğu Necip Fazıl KISAKÜREK

Tarkan Balcı

Bir şair için en kötü şey sadece birkaç şiiri ile tanınması, bu şiirler dışında şair ile ilgili hiçbir şey bilmediğimiz. “Düşüncesi ne? Amacı ne? “ gibi sualleri kendimize sormadan “bu şiir güzelmiş“ deyip üstü kapalı bir şekilde hissiyatlardan uzak durmamız, şairin birkaç şiiri ile yetinmemize sebep oluyor. Acaba bu zamana kadar herhangi bir şair’i en ince detaylarına girecek şekilde inceledik mi? İşte bizim eksiklerimiz burada başlıyor. Bu düşüncelerde şairleri etkisi altına alıyor ve kendilerini kanıtlama düşüncesine giriyor. Şairler bir toplumun haykıran sesi, gören gözü, duyan kulağıdır. Ve en önemlisi de vicdan aynasıdır. Bazıları bunun dışında kalsa bile hassas ruhlarıyla farklı âlemlerden aldıklarını, bize şiir diliyle aktarırlar. Bu mana çerçevesine giren şairler birkaç şiire hapsedilmeyerek bir bütün olarak değerlendirilmelidir.

Cumhuriyet devri Türk şiirine nefes olmasını sağlayan Necip Fazıl Kısakürek, son dönemde yapılan çalışmalarla hak ettiği yeri almışsa da, onun halk tarafından tanınması Sakarya türküsü, zindandan Mehmet’e mektup ve kaldırımlar olmuştur. Necip Fazıl’ı bu üçgende tanıyıp, belli bir kalıba hapsetmek, şairin diğer fikirleri hakkında bilgi sahibi olmamızı engeller. Bizce Necip Fazıl’ı esas sanatkâr ruhunu aksettiren diğer şiirleri ile değerlendirmek icap eder.

Ben’ki Toz Kanatlı Bir Kelebeğim

Toz kanatlı bir kelebek edasıyla Kaf Dağı’nı omuzlayan şairimiz 1905’te kocaman bir konakta doğar, ilk öğrenimini yaptıktan sonra Fransız mektebi ve Amerikan koleji gibi okullara devam eder. Orta öğreniminden sonra Mekteb-i Fünuni Bahriye’ye kaydolur. Öğrenim gördüğü bu okul bir yıl uzatılınca burayı bırakarak Darü-l Fünün’un Felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Bu yıllarda şair ruhu, onu şiir yazmaya zorlar. Yazdığı şiirlerin bir kısmını dönemin edebiyat Necip Fazıl’ı Yakup Kadri’ye gösterir. Bir taltif olarak şiirleri bir süre sonra devrin sanat ve edebiyat alanında nabzını tutan Yeni Mecmua’da yayımlanır. Aslında Necip Fazıl’ın şairliği kendi ifadesiyle 12 yaşında, tuhaf bir bahaneyle başlamıştır.

Şairliğim 12 yaşında başladı. Bahanesi tuhaftır. Annem hastanedeydi ziyaretine gitmiştim beyaz yatak örtüsünde siyah kaplı küçük ve eski bir defter, bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde, haberi veren annem bir an gözlerimin içini tarayıp “senin” dedi, şair olmanı ne kadar isterdim! Annemin bu dilediği bana, içimde besleyip de 12 yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin taa kendisi… gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kan ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim. Şair olacağım! Ve oldum. O gün bugün, şairliği küçük ve adi hissiliklerin üstünde gören, onu idrakin en ileri merhalesi sayan ben, bu küçük ve adi bahaneyi hiç unutmadım. Aslında patlamaya hazır bir duygunun ortaya çıkması için sürenin dolması anlamındadır. Annesinin isteği zaten şair bir ruha sahip olan, şiiri bir ihlas olarak gören Necip Fazıl için şiirin ve şairliğin ortaya çıkmasıdır bu küçük bahane.

Zamanın Milli Eğitim Bakanlığı, yurt dışına burslu olarak talebe göndermek için bir imtihan açar. Kazananların gideceği yer, edebiyatın kalesi olarak nitelendirilen Paris’tir. Edebiyatın kalesi olan Paris’e gitmek için Necip Fazıl’da bu imtihana girer. Yıl 1924 Paris’e geçen şairimiz, meşhur Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur. Yaşamış olduğu fikir bunalımları neticesinde düzensiz bir hayat yaşayan şairimiz okula devam edemez. Fransa’nın gece hayatında bulur kendini. Bu şartlar altında bütün parasını kumarda kaybeden şair, devletin dönüş için verdiği bileti bile aynı şekilde kaybeder. Başarısız geçen bu tahsil dönemi neticesi devlet bursu kesilir. İstanbul yolu görünür şairimize.

Yıl 1925’tir. Bu dönüş onun için yeniden doğuş’un ilk tohumları olacaktır. İleriki yıllarda. Şairin ruhundaki fırtınalar, varlık ve yokluk arasındaki gelgitlerden kurtulamamıştır henüz.

Bir arkadaşının vasıtasıyla Felemenk bahri Sefid bankasında işbaşı yapar. Bir süre sonra Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1934’e kadar içindeki gelgitlerle yaşayan şair, bir tevafuk eseri durgunlaşmanın ilk yansımalarıyla tanışır. Bir gece çalıştığı bankadan evine vapurla dönerken karşısında oturan ve gözlerini ondan ayırmayan “Hızır” tavırlı bir adam ona kurtuluş reçetesi yazacak bir hekimin adresini verir. Bu hekim, şairin içindeki iniş çıkışları düzlüğe çevirecek, gelgitleri yutacak, ruhunu sakinleştirip onun hakikat ilmini çevirecek bir zattır; Abdulhakim Avrasi.

Şairin, “EFENDİM! Benim efendim, benim güzeller güzeli efendim!” diye hayranlık ve aşk derecesinde bağlı olduğu Abdulhakim Arvasi; tam 30 yıl şairin ufkunda bir hakikat güneşi gibi doğar.

YARAM VAR, HAVANLAR DÖVEMEZ MERHEM

Yaram Var, Havanlar Dövemez Merhem

Artık, yeni bir hayat başlar Necip Fazıl için . Hayat bakış tarzı değişir. Yeni bir isim arayışı içindedir bu yeni haline çünkü heybesi hayat doludur bundan böyle. Tek meselesi sonsuza varmak olur. Artık eskilerde barınamayan şair.

“KAÇIR beni ahenk, al beni birlik!” der yalvarırcasına birilerinin çok değer verdiği şairliği, sanatkârlığı dahi istemez:

“ Ver cüceye onun olsun şairlik şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta”

mısralarıyla bu dönemde şiirdeki gaye ve anlayışını belirler. Artık şiir, mutlak hakikati aramakta kullanılan bir vasıtadır onun için.

Necip Fazıl’ın bu dönüşü hazmedemeyenlerin taarruza geçtikleri görülür. Bir zamanlar Türk edebiyatı‘nın gelecek vaat eden genç şairi olarak takdim edilen Necip Fazıl, bu dönüşten sonra sabık şair diye resmedilir bir süre. Fakat şairimizin tenkitlere değer vermez ve kendini hakikat arayisi içerisine sokar. Değişmenin önünde direnmek veya insanı sabit fikirlerle yaşamaya alıştırmaktan daha büyük bir yobazlık var mıdır yeryüzünde? Ama şunu unutmamak gerekir ki, bu karşı duruşların, altında yatan temel düşünce aydınımızın tarihi ile ve kültürüyle olan yakınlaşmasından duyulan rahatsızlıktır. “ Kendi geçmişini bilmeyenler, başka milletlerin şikarı (avı) olmaya mahkumdur.” Sözüyle zıtlaşma, bizim aydınlarımızın en bariz vasfı haline gelmiştir. Son dönem Türk edebiyatında.

Bütün bu tepkilere kendi çapında göğüs geren Necip Fazıl için, artık yeni bir dünyada bulmuştur kendini. Bu değişim sürecinde Türk fikir ve edebiyat dünyasında yabancı fikir akımlarının sesi çıkmaktadır. Buna bir nebze de olsa “Dur!” Demek için, 1936’da “Ağaç” dergisini çıkarır Necip Fazıl. Devrin bir çok yazarını bünyesinde barındıran bu dergi bir çok sanat ürününün de tanınmasında vesile olur. Mücadelelerle geçen bu dönem akabinde 1943’te Büyük Doğu dergisini de yayın hayatına hediye eder. 35 yıl yayımlanan bu dergi, edebiyat ve fikir tarihi açısından ayrı bir öneme sahiptir. Dergilerde çıkan yazıları, kalem kavgaları Necip Fazıl’ın isminin yurdun her tarafında duyulmasını sağlıyordu. Konferanslar bütün yurdu dolaşarak Sinesindeki hakikatleri nesne boşaltma imkanı veriyordu şaire. Hemen hemen yurdun dört bir yanını dolaşan şair, konferanslarıyla geniş bir kitleye ulaşma imkanı bulur. Konferansları sürerken kendini şiir ve yazıdan da uzaklaştırmayan Necip Fazıl, 1980 yılına kadar 13 yıl süren ve siyasi, kültür ağırlıklı olan meşhur “Rapor” larını fikir hayatımıza armağan eder.

26 Mayıs 1980’de Türk edebiyatı Vakfınca “sultânu’ş-şu’arâ” (Şairler sultanı) seçilir. Bunu, 1982 yılında ‘Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu’ eseri vesilesiyle aldığı yılın fikir ve sanat adamı mükafatı takip eder. Artık hayatının son demlerini yaşayan şair, kendini tamamıyla çok önem verdiği eserleri yazmaya adar. Cemiyetteki aksiyoner kişiliği yerini bir tasavvuf dervişine bırakır. İnzivaya çekilir, bir daha çıkmamak üzere küçücük odasına kapanır. Kendisinden fikir almak için yanına gidip gelenleri kabul eder.                                                                                              Ömrünün son günlerinde 25 Mayıs 1983 gecesinde şu mısralar dökülür dilinden ;

“ Ben ölünce etsin dostlarım bayram,

üst üste tam kırk gün kırk gece düğün!”

“ Açı doyurmaksa kabirde meram,

yemeğim Fatih’a, günde beş öğün.”

Necip Fazıl da son randevusunun hazırlığı içerisindedir. Ama bilsem nerede, saat kaçta Tabumun tahtası, bilsem hangi ağaçta diyerek bu randevunun ölüm olduğunu fısıldar kulaklarımıza.

Her şeye küsmüştür şair. Bu dünyada ne varsa renk, nakış, lezzet, ne varsa küstür. Gözündeki son marifet, Azrail’e tebessümdür. Yahya Kemal’in Sessiz gemi şiirinde ifade ettiği gibi, Artık demir almak günü gelmiştir zamandan. Meçhule giden bir gemi kalkmaktadır hayat limanından. Yolcusunu almaya kararlıdır. Son gidişte ne mendil sallanır ne de kol. Çok kimse gitmiştir bu sefere, ama seferinden dönen olmamıştır. Sessiz gemiye bu sefer de Necip Fazıl binmiştir, ve dilinde şu mısralarla bize el sallayarak mutluluk diyarına doğru yol almıştır:

“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber… Hiç güzel olmasaydı ölürmüydü peygamber?!“

 

Ver Cüceye Onun Olsun Şairlik

Ver Cüceye Onun Olsun Şairlik

Osmanlı’nın son dönemlerini yaşamış cumhuriyetin ilk dönemlerini idrak etmiş Necip Fazıl, tam bir kültür buhranının ortasında kendisini bulmuştur. Bir taraftan Trablusgarp Savaşları, bir taraftan meşrutiyet, bir taraftan Çanakkale ve milli mücadele… Cemiyetin en hassas ferdi olan şairlerimizin ruh dünyalarında bir nevi şok tesiri yapmıştır bu tarihi hadiseler.

Fikirleriyle olduğu kadar şiirleri ile de Türk edebiyatında farklı bir yere yerleşen Necip Fazıl, Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin kurulmasında temel fonu teşkil etmiştir. Bir yandan halk şiiri bir yandan da batı şiiri ölçülerini aynı potada eriterek şiiri, basit hislenmelerden kurtarıp insanın kendi ‘ben’ ini arayan bir vasıta haline getirmiştir. Türk şiirinde yeni bir oluşumu sessiz ve derinden yapmıştır.

Onu sadece bir şair olarak görmemek gerekir, tiyatroları, nesirleri, romanları, hikayeleri, anıları ve kalem kavgalarıyla da bir devre ışık tutmaktadır Necip Fazıl. Bu mevzuda mutlaka söylenecek çok söz vardır. Necip Fazıl’ı en iyi tanıyan ve yorumlayanlardan olan son dönem Türk edebiyatının şair ve mütefekkirlerinden Sezai Karakoç’un şu nefis yorumuna kulak verelim bir de:
Necip Fazıl’ın şiirinin asıl özellik, gerçeği arama ve ona vararak üstün ruh erginliğine, ebedi iyilik tadına varma olunca ‘Çile’ şiirinin tahlili, bütün şiirinin anahtarı olabilecek demektir. Çile şiirinin Necip Fazıl’ın daha önceki şiirlerine bakan bir yüzü, daha sonraki şiirlerine bakan bir başka yüzü vardır. Daha doğrusu sanki dört bölümlü olan şiirin birinci ve ikinci bölümleri yer yer daha önceki şiirleri benliğinde, belli belirsiz özetlemiştir. Son bölümü de gelecek şiirlerinin bir habercisi, bir proloğudur. Çile‘nin birinci bölümünde içinde bulunulan ve sanki hakikatmiş gibi benimsenen peşin hükümler ve alışkanlıklar dünyasının yıkılması ve bu yıkılıştan duyulan acı anlatılmaktadır. İkincide bunalıma düşen ruh, artık eşyanın, varlığın varoluşun sırlarını aramakta ve bu arayışın ölümden beter azabını dillendirmektedir. Üçüncü bölümde şair hakikati bulmanın ve bunalımdan kurtulmanın metot ve çarelerini arar gibidir. Mesafeler ve yolların insanı aldatışı, büyücünün hıncı, aynaların geçen zamana eş verdiği ızdırap, lügat kavramıyla sembolize edilen bilginin yetersizliği, tabiatın insanın içindeki iniş ve çıkışlardan daha basit bir yapıda oluşu, yani insan girişliliğinin dış dünyayı aşması, umudun bunlarda olmadığını bize göstermektedir. Fakat son bölüm bir var oluş bunalımına sürükleyen galiplerden gelme sesin bu kez aydınlıklarla ansızın ‘ben’i sardığını ve ezel fikrin ve ebedi duygusuna götürdüğünü, ansızın mavera perdelerinin yırtılarak insanın hakikatin kucağına düştüğünü, artık insanın saman yollarından daha ötesi ile deniz dibindeki incilere sahip çıkarcasına en değerli tutanak olan ebedi olmaya yönelmesi gerektiğini, yani ALLAH’ı bulmak ve ondan asla ayrılmamak için yeni, büyük ve ulu hayatına başlamasıyla kurtulabileceğini Türk şiir tarihinde unutulmaz bir poetik bütünlükteki kıtalarla anlatmaktadır.

Halk şiiri motiflerinden, eşyanın ötesinde bekleyen mesaja giden ve ondan yeniden topluma dönen Necip Fazıl şiiri, uygarlığından soyulmuş bir toplum için, uzun vadede yeni bir kurtuluş umudunun kaybolmadığını, eşyanın ezildiği yerden mistik, tarihin koptuğu yerden metafizik kurtuluş çizgilerinin fışkırdı ruhun uyanışı şiiri oluyor.

Necip Fazıl, şiiri merkez alınmadığı için Cumhuriyet sonrası şiirimizin gerçek yorumu yapılamamıştır. Toplumdaki ekmek kavgası, ne Orhan Veli şiirini ne de Nazım Hikmet özentisi şiiri kurtarabilmiştir. Çünkü toplumumuz ekmek derdini bile lirik ve daha doğrusu poetik planda, en soylu dolaylı anlatıma kavuşturacak bir mizaçtadır.
Bin yıldır varoluş davasına ekmek kavgasının çok üstünde yaşamış bir toplumu, tarihsiz, geçmişsiz, onursuz bir toplummuşçasına dile getirmeye imkan yoktur. İsterse o toplum gerçekten aç olsun. Onun açlığında tarihin sıkıntısı vardır. O, ekmeğin içinde bile tarihe acıkmışken, tarihini bile ekmeğe acıkma şeklinde anlatma, bu toplumu anlamama ve onun ruhuyla gerçek bir bağ kuramama demektir. Hatta böyle bir bağ kurabilmenin bütün imkanlarını da kaybetmek demek.

 

Tarkan Balcı                

www.musabyasirozen.com.tr

 

 

Büyük Doğu

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ) Musab Yasir Özen

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ)

Musab Yasir Özen

Anlaşılırlık
Biz insanlara, amacımız apaçık sunmayı, sistemimizi gözlerinin önüne sermeyi ve onları güneşten daha parlak, sabahın beyazlığından daha açık, gündüzlerin aydınlığından daha aydınlık olan davamıza açıkça ve mertçe davet etmeyi severiz.

Masumluk
Yine aynı şekilde milletimizin bütün müslümanlar’ın Büyük Doğu” davasının masum ve saf bir dava olduğunu bilmelerini isteriz. Davamızın saffiyeti öylesine berraklaşmıştır ki, davetçilerimiz şahsi arzularını aşmış, maddi menfaatleri değersiz görerek bırakmış, arzu ve heveslerini arkasına atmış. Hak Tebareke ve Teala’nın davetçileri için belirlediği yolda ilerlemeye başlamışlardır.

De ki, bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar apaçık bir şekilde insanları ALLAH’a davet ederiz. O ALLAH ne yücedir. Ben asla O’na şirk koşanlardan olamam. (Yusuf, 108)

Biz insanlardan bir şey istemiyoruz. Bize mal vermelerini şart koşmuyoruz, mükafat da beklemiyoruz. Onların bizi övmelerini beklemiyoruz. Ne bir karşılık ne de bir teşekkür umuyoruz.

Karşılıksız Sevgi
Yine milletimizin bilmesini isteriz ki onlar bizlere kendi nefsimizden daha sevimlidirler. Bilinmelidir ki bu insanlar feda edilecek bir şeyleri varsa onu bu ümmetin izzeti için feda etmeye can atanlar, eğer bir mal varlıkları varsa onu bu milletin varlığı, saygınlığı, dini ve amaçları için sarf etmeyi arzularlar. Bizi bu konuma getiren şey kalplerimizi saran, hislerimize hakim olan sevgimiz, uykularımızı kaçıran ve gözlerimizden kan yaşları akıtan endişemizdir. Milletimizi bu halde gördükten sonra yine tembelliğe devam etmemiz, gevşekliğe ve ümitsizliğe boyun eğmemiz bizim için asla mümkün değildir. Biz kendi nefsimiz için çalıştığımızdan çok ALLAH yolunda insanlar için çalışıyoruz. Bizlerin varlığı türküm ve Müslümanım diyenler içindir.

“Üstünlük Ve Başarı Yalnızca ALLAH’ındır.”

Biz, hiçbir şeyi kendi başarımız olarak görmüyor, kendimizde bir üstünlük hissetmiyoruz. Biz sadece ALLAH‘ın şu sözüne iman ediyoruz.

“Aksine, sizi hidayete erdirmek suretiyle en büyük işi ALLAH yapmıştır. Eğer doğrulardansanız.” (Hucurat, 17)

Eğer dilediğimiz fayda verirse, dileriz ki ALLAH ümmetimizin kalplerini açsın da görsün ve işitsinler, baksınlar ki acaba “Büyük Doğu İdeolocyası na samimi olarak gönül vermişlerdi, milletin ıslahı için gayret göstermekten başka hiçbir his var mı? Biz de içine düştükleri bu hale üzülmemizden başka bir şey bulabilecekler mi? Fakat bize ALLAH yeter. O bunların hepsini biliyor. Bizi hak yoldan ayırmamak için onun kefaleti yeterlidir. Kalplerimizin bağları ve anahtarları onun elindedir.

ALLAH kimi hidayete erdirirse o artık sapmaz. Kimi de saptırırsa o artık doğru yolu bulamaz” (Zumer, 36-37)

“ O, bize kafidir, o ne güzel yardımcıdır.”

“ALLAH , kuluna yeterli değil midir? “ (Zumer, 36)

Büyük Doğu’nun İstediği Dört Sınıf

İnsanlardan istediğimiz yegane şey karşımızda şu dört sınıftan biri olmalıdır.

Salih Mirzabeyoğlu

1. İnananlar

Büyük Doğu” davasına inanan, sözümüzü doğrulayan ve prensiplerimizi beğenen, onda bir hayır gören, kalben tatmin olan ve faydasına inanan kişi. Biz bu kişiyi derhal bize bağlanmaya ve bizimle beraber çalışmaya çağırıyoruz. Ki böylece mücahitlerin sayıları artsin ve davetlilerin sesleri yükseltsin. Çalışmaya katılmadıkça inanmanın hiçbir anlamı yoktur. Sahibini onu gerçekleştirmeye ve uğurun da fedakarlık yapmaya sevk etmeyen bir inancın da hiçbir faydası yoktur. Kalplerine ALLAH‘ın hidayetini yerleştirmesi ile hayırda öne geçen Sahabeler de böyle davranmış, peygamberlerine tabi olmuş, onun getirdiklerine iman etmiş, ve onun yolunda hakkıyla cihad etmişlerdi. Bu kişiler için ALLAH en güzel mükafatı verecektir. Onların sevabı tıpkı tabi oldukları kişinin sevabı gibi olacak ve asla ondan eksik kalmayacaktır. 

2. Tereddütler

Bu kişi, henüz, hakkı tespit edememiş, sözlerimizdeki samimiyeti ve faydayı anlamamış olan kişidir. O, henüz kararsız bir şekilde bocalamak ta’dır. Bu kişiyi tereddütle baş başa bırakır ve ona şöylece tavsiyede bulunuruz:

– Bizimle bol bol ilişki kur, uzaktan ve yakından faaliyetlerimizi takip et, kitaplarımızı oku, cemiyetlerimizi ziyaret et, kardeşlerimizle tanış, inşallah bundan sonra bizim hakkımızda senin kalbine güven gelecektir. Daha önce de peygamberlere uyanlar arasında evvela böyle tereddütlü şekilde davrananlar olmuştur.

3. Menfaatperestler

Kendisine bir menfaat kazandıracağından emin olmadıkça destek vermeyi istemeyen ve ancak bir ganimet karşılığı gayret gösteren kişilerdir. Onlara deriz ki:
– Kusura bakma. Bizim yanımızda, ancak samimi davrandığın takdirde ALLAH‘ın sana vereceği sevap ve hayırla davranışlara devam ettiğinde kazanabileceğin bir cennetten başka bir şey yoktur. Biz, şeref yönünden üstün mal yönünden ise fakir kimseleriz. Bizim işimiz, beraberimizdeki insanlar için fedakarlık etmek, elimizdeki bütün malımızı dağıtmaktır. Tek dileğimiz de en güzel dost ve yardımcı olan ALLAH‘ın rızasıdır. Eğer Allah’ü Teala onun kalbini hırsın baskısından kurtarırsa, ALLAH indinde olanın hayırlı ve ebedi olduğunu bilecek, bu dünyaya ait bütün varlığını, ALLAH‘ın ahirette vereceği sevaba nail olmak için feda etmek üzere ALLAH ordusuna katılacaktır.

“Sizin yanınızdaki şeyler tükenir, ALLAH’ın yanındakiler ise bakidir.” (Neml, 96)

Eğer bu kişi, uzak durur, nefsine, malına, dünyasında, ahiretin de, ölümünde ve yaşamında evvela ALLAH‘ın hakkı olduğunu kabullenmez ise hiç şüphesiz ALLAH ondan ve hakkı görmeyen her kişiden münezzehtir. Resulullah (S.a.v)’a biat ederken de onun vefatından sonra da kendilerine amirlik verilmesini isteyenler de aynen bunlar gibiydiler. Fakat Resulullah, onlara sadece şunu bildirmekle yetindi.

“Arz Allah’a aittir. Onu kullarından dilediğine verir. Akıbet müttakilerindir.” (Araf, 123)

4. Karşı Çıkanlar

Bunlar, bizim hakkımızda kötü düşünen, şüphe ve tereddütten kurtulamayan kimselerdir. Bunlar bize koyu siyah bir gözlükle bakanlar. Bizden şüpheyle ve dışlayarak söz ederler. Gurur da inat etmekten sakınmaz, şüpheleri gidermeye çalışmaz ve evhamlarıyla birlikte yaşarlar. Bu durumda ALLAH’ın ona ve bize hakkı hak gösterip ona tabi olmamızı, batılı batıl gösterip ondan sakınmamızı sağlamasını niyaz ederiz. Çünkü her şey onun elindedir, hidayete erdirmek de ona aittir. Eğer çağrıya kulak verenlerden ise onu davet eder, söz dinleyenlerden ise ona nasihat ederiz. Yegane ümit kaynağımız olan ALLAH’a onun hayrı için dua ederiz. ALLAH’u Teala bu insanların bir kısmı hakkında peygamberlerine şu ayeti kelimeyi indirmiştir.

“Sen sevdiklerini hidayete erdirmezsin, fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. “ (Kasas, 80)

Bu nedenle onları seveceğiz ve onların bize meyletmelerini, davamıza güven duymalarını temenni edeceğiz. Onlar hakkında efendimiz Muhammed Mustafa’nın bize bildirdiği şu sözü söylemekle yetineceğiz.

“Allah’ım kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar. “

Artık insanların bize karşı bu dört sınıftan biri olmayı tercih etmelerini diliyoruz. Artık müslümanların amaçlarını anlamalarının, yönlerini tayin etmelerinin ve bu yolda amaçlarına erinceye kadar çalışmalarının vakti çoktan geçmiştir. Bu şaşırtıcı gaflete, eğlenceli oyalanmalarla, aldatılmış kalplere, kör yönelişlere ve her konuşanın peşine takılmaya, stadyumları doldurup, Semt hoklabazları’na, akıllarını kiraya vermeye, uyuşturucu bataklıklarında çırpınmaya ve bu tip şeylere yer yoktur.

“Delikanlı hala ne diye oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın.“

Kendi Varlığından Vazgeçmek

Milletimizin bilmesini isteriz ki ancak her yönüyle uyum sağlamayı kabullenenler, canından, malından, vaktinden ve sıhhatinden sorumlu olduğu oranda fedakarlık yapabilirler bu davaya layık olabilirler.

“De ki; eğer, babalarınız, evlatlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretleriniz, kazandığınız mallarınız, kesat gitmesinden korktuğunuz alışverişiniz, ve hoşlanmadığınız evleriniz size Allah’tan, Resulü’nden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyiniz. Allah fasıklar kavmini hidayete erdirmez” (Tevbe, 24)

Büyük Doğu’nun daveti asla şirki kabullenmeyen bir davettir. Tevhid, onun karakteridir. Kim bu esası kabullenirse Büyük Doğu davasını yaşar ve yaşatır. Bu temel esası ihmal ederler ise mücahitlerin sevabından mahrum kalır, geride kalanlara denk olur ve oturanlarla beraber otururlar. O zaman ALLAH çağrısını başka bir kavme yöneltir.

“O, müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı şiddetlidir. Müminler, ALLAH yolunda cihad eder ve kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, ALLAH’ın dilediğine verdiği bir mükafattır. (Maide, 52)

Büyük Doğu Davasının Açıklığı

Biz insanları bir takım prensiplere davet ediyoruz. Bu prensipler, açık, belirli ve insanların bir çoğunu teslim olduğu İslam’ın prensipleridir. Bütün müslüman ülkeleri (Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Brunei Darüsselam, BurkinaFaso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suriye*, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkiye, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün, Yemen.) bu prensipleri tanır, gereğine iman eder ve bu prensiplerin mutluluk ve rahatlığı için yegane reçete olduğuna samimiyetle inanırlar. Bu prensipler, ebedi iyilik ve varlık âlemini ıslah edebileceğini bizzat tarihi tecrübelerince ispatladığı prensiplerdir.

Bu prensiplere iman etmek noktasında birleştikten sonra kavmimizle bizim aramızda kalan yegane fark onların imanı ; kalplerde uyuklayan, miskin ve tembel bir duygu olarak algılamalar, hükmünü uygulamayı ve gereğini yerine getirmeyi istemeleri, Büyük Doğu’cuların ise imanı, nefislerinde alevli ve canlı, kuvvetli ve uyarıcı bir şekilde kabullenmeleridir. Biz doğulularda söyle acayip bir psikolojik hal vardır; inandığımız şeyden bahsedilince öyle heyecanlanırız ki bizi gözetleyen insanlar bu inanç uğurun da başarıncaya dek dağları devireceğimizi, canimizi, malımızı feda edeceğimizi, her türlü zorluklara katlanacağımızı ve kahramanlıklar göstereceğimizi zannederler. Fakat sözün tesiri geçip topluluk dağılınca, imanımızı tamamen unutur ve fikrimizden uzaklaşırız. Bu yolda en basit bir mücadeleye gelişmeyi bile aklımıza getirmeyiz. Bu unutkanlık ve gaflet o derece büyür ki bazen fikrimizin tam zıddını kasten veya gayri ihtiyari isteriz. Fikir, amel veya düşünce adamlarından birisinin aynı günün iki yakın saatinden birinde inkarcılarla ikarcı, ötekisinde ise ibadet edenlerle beraber abid olduğunu görseniz şaşırarak gülmez misiniz? İşte bu gevşeklik, unutkanlık, gaflet ve uyuşukluk bizi, davamızı anlatmaya sevk etmiştir. Bu dava, sevgili milletimizin ana esaslarına zaten iman etmiş olduğu Büyük Doğu İslam Davasıdır.

Davalar, Davetçiler Ve Araçlar

Sözümüzün başına dönerek diyoruz ki, Büyük Doğu Davası, esaslı prensipleri olan bir davadır. Bugün doğuda ve batıda insanların akıllarını işgal eden ve kalplerini karıştıran ideolojiler, prensipler, fikirler, mezhepler, münakaşalar vardır. Bunlardan her birini öven taraftarları, yaymaya çalışan evlatları, aşıkları ve mürşitleri vardır. Onlar davalarının meziyet ve güzelliklerini anlatır, davalarını insanlara güzel, şaşaalı ve parlak bir şekilde sunmaya çalışırlar.

Günümüzdeki davetliler eskiye oranla özellikle batı’da daha iyi eğitilmiş, hazırlanmış ve donatılmış kişilerdir. Her fikir kendi karanlık yönlerini açıklayan, güzelliklerini ortaya seren, insanların kalplerine en kolay yoldan sızması ve onları tatmin etmesi için bütün reklam ve propaganda yollarını kullanan bir davetçi ordusuna sahiptir.

Davetçilerin kullandığı araçlara gelince bunlarda eskiye oranla son derece farklıdır. Eski davetliler ancak topluma söyleyebildikleri veya eserleri geçirebildikleri birkaç sözle davalarını anlatabilirlerdi. Şimdiyse yayın organları, dergiler, gazeteler, kitaplar, tiyatro ve filmler, radyo ve televizyon propaganda aracı olarak kullanılmakta, bu fikirlerinin kadın-erkek bütün insanların kalplerine, evlerine, ticarethanelerine, fabrikalarına ve tarlalarına ulaştırılması için bütün vesilelere başvurulmaktadır. Bu nedenle davetlilerin arzuladıkları amaca ulaşıncaya kadar bu araçların tamamını en güzel şekilde kullanmaları gerekmektedir. Bu açıklamaları neden yapıyoruz? Burada, ikinci kez geriye dönerek diyeceğim ki; dünya şu anda siyasi, milliyetçi, ırkçı, ekonomik, askeri ve barışcı ideolojilerin arasında sıkışıp kalmıştır. Büyük Doğu mensuplarının güttüğü bu kutsal davanın bu karmakarışık ortamda konumu nedir?

Büyük Doğu

Büyük Doğu Işığında İslam Anlayışımız

Büyük Doğu Davasını tüm yönleriyle ifade eden tek kelime İslam’dır. Bu kelimede insanların anladigi dar manalardan başka çok geniş manalar gizlidir. Biz inanıyoruz ki; İslam, hayatın bütün safhalarını düzenleyen, bütün problemlere çözüm yolu gösteren, her konuda en hassas hükümleri veren, hayati problemler karşısında eli kolu bağlı kalmayan ve insanların ıslah etmesi mümkün olan yegane nizam olarak çok geniş manalar içermektedir. Bazı insanların İslam’ı sadece, bazı ibadet biçimleri ve ruhi haller olarak dar bir alana sıkıştırmaları büyük bir hatadır. Onlar, islam hakkındaki bu dar anlayışları nedeniyle yaşamlarını ve iradelerini çok dar bir çerçeveye sıkıştırmışlardır. Fakat biz İslam‘dan bundan başka, dünya ve ahiret işlerini düzenleyen geniş ve derin bir anlam çıkarıyoruz. Biz bunu kendimiz iddia etmiyor veya uydurmuyoruz. Aksine bu bizim ALLAH‘ın kitabı olan ve ilk müslümanlar’ın yaşayış tarzlarından çıkardığımız bir sonuçtur. Bizle alakadar olanlar “Büyük Doğu Davası” olan İslam kelimesinin ifade ettiği en geniş manayı anlamak istiyorsa, nefsini, heva ve ön yargılarından arındırdıktan sonra Mushaf-ı Şerif-i eline alsın ve Kur’an ‘ ın ne demek olduğunu anlatsın. Bu takdirde Büyük Doğu Davası’nı kolaylıkla anlayacaktır. Evet davamız İslam davasıdır. Bu kelimenin ifade ettiği bütün özelliklere sahiptir. ALLAH’ın kitabı islamın esasları ve temelidir. Resulullah’ın sünneti kitaba dayanır. ve onu açıklar. Selefi Salih’in yaşam tarzları ise ALLAH‘ın emirlerine uymaları ve doğrudan doğruya Resul’ünün öğretisinden haberdar olmaları nedeniyle İslam’ın pratikteki öğretisidir.

ÇEŞİTLİ DAVALARA KARŞI BÜYÜK DOĞU TAVRI

Bu asırda insanların kalplerini ayıran fikirlerini karmakarışık eden davaları, davamızın terazisinde tartarız. Uygun düşenleri hoşlukla kabul eder, aykırı olanlardan ise uzak dururuz. Biz inanıyoruz ki davamız genel ve kapsamlı bir davadır. Hangi davada olursa olsun, hayırlı olan şeyleri asla dışlama, alır ve kabulleniriz.

1. Vatanseverlik

İnsanların bazen vatanseverlik, bazen de milliyetçilik davalarına sarıldıkları görülmektedir. Doğuda, özellikle doğulu milletlerin batılıların kendilerine yaptıkları kötülükleri, şereflerine, üstünlüklerine ve istiklallerine el uzattıklarını, mallarını aldıklarını ve kanlarını akıttıklarını görmelerinden sonra bu milletler batının içlerinde yaktığı bu ateşle tutuşmuşlar, vatanseverliği ihmali mümkün olmayan bir görev saymışlar, bütün güçlerini, gayretlerini ve imkanlarını harcayarak batının boyunduruğundan kurtulmaya koşmuşlardır. Liderlerin dilleri, gazetelerin sahifeleri, hatiplerin konferansları ve insanların sloganları vatanseverlik ve milliyetçiliğin önemini haykırmaya koyulmuştu. Bütün bunlar güzeldi. Fakat güzel olmayan şey doğulu müslümanlar’ın, bu fikirlerin Avrupalıların söylediklerinden ve yazdıklarından daha güzel, daha etraflı, daha hassas ve daha arınmış bir şekilde İslam’da ifadesini bulmasına rağmen İslam‘dan kaçınmaları, Avrupalıları kör bir şekilde taklide dalmaları ve İslam’la bu fikirlerin karşıt iki tarafı temsil ettiğini zannetmeleridir. Hatta, bazıları İslami düşüncenin milletin birliğini parçalayacağını ve gençler arasındaki bağları zayıflatacağını sanmışlardır. Bu hatalı kuruntu doğulu milletler için her yönden zararlı olmuştur. İşte bu yanlış kuruntu nedeniyle şimdi sizlere Büyük Doğu’nun vatanseverliğe yönelik bakışının ne olduğunu belirtmekte fayda var. Bu tavır Büyük Doğu’cuların kendilerinin kabul ettikleri ve insanlara yaymak için gayret gösterdikleri tavırdır.

a) Duygusal Vatanseverlik

Eğer vatanseverler davalarından bu toprakları sevmeyi, bağlanmayı, ona karşı arzulu olmayı ve vatana derin duygularla bağlanmayı kastediyorlarsa bu hem insan fıtratında bulunan hem de İslam tarafından emredilen bir husustur. İşte, her şeyini dini ve inancı uğruna feda eden Bilal (r.a) hicret yurdu Medine’de vatanı olan Mekke’ye ince ve hassas duygularıyla şöyle hitap ediyor:

“Mekke vadilerinde bir gece kalabilecek miyim?
Çevremdeki güzel otlar ve çiçekler arasında …
Bir gün meccane suyuna varabilecek miyim?
Same ve Tufeyl dağlarını görebilecek miyim?”

Yine Resulullah (S.a.v) şair Useyl’in Mekke’yi anlatışını dinlerken hasretle gözlerinden yaşlar akarak:

“-Dur ey Useyl dur ki kalplerimiz durulsun.” Demiştir.

b) Hürriyet ve Şeref Açısından Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikten vatanın işgalcilerin elinden kurtulmasını, istiklâlini kavuşturulmasını ve vatan evlatlarının kalbine hürriyet ve şeref duygularının yerleştirilmesi için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesini kastediyorlarsa bu husus da, biz onlarla müttefikiz. Bu konuda İslam son derece sert ve tavizsiz bir tavır takılmıştır;

“Şeref ALLAH içindir, Resulü içindir ve müminler içindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. “ (Münafikun, 8)

“Allah, kâfirlerin eline, müslümanların aleyhine bir fırsat vermeyecektir. (Nisa, 141)

c) Sosyal Açıdan Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikle aynı ülkenin insanları, arasındaki bağların kuvvetlendirilmesini, fertlerin faydaları gereği olan bu bağı kuvvetlendirmek için aydınlatılmalarını kastediyorlarsa bu hususta da aynı şekilde onları destekleriz. Bunu bizzat gerekli bir vecibe olarak görmüş ve İslam peygamberleri şöyle buyurmuştur :

“Ey ALLAH’ın kulları, kardeşler olunur.” Kur’an ise şöyle demektedir:
“ Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyiniz. Onlar sizi helak etmek isterler, sizin sıkıntıya düşmenizi dilerler. Kinleri ağızlarına, dökülmüştür. Kalplerinde gizledikleri ise daha fazladır. Bu ayetleri size açıkladık, umulur ki akıl erdirirsiniz.” (Ali İmran, 13)

d) Fetihçi Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten, ülkelerin feth edilmesini ve dünyada üstünlük kurulmasını kastediyorlarsa zaten İslam’ın farz kıldığı ve fetihlerin en mübarek ve en faziletlisine teşvik ettiği yol budur. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurmuştur :

“Yeryüzünde hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın “ (Bakara, 193)

e) Bölücü Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten maksat, milletimizi çeşitli gruplara ayırıp aralarına çekişme, kin, iftira düşürmek, birbirlerine sövüp itham ederek tuzaklar kurmalarını sağlamak, şahsi menfaatleri için kurulan partilere sımsıkı bağlanan taraflar haline getirmekse bu anlayış, toplumdaki ateşi alevlendirmekten ve onları Haktan ayırıp batıla bağlamaktan başka bir iş göremez. Bu anlayış, insanların birbirleri arasındaki bağları koparır, birbirleriyle yardımlaşmalarını Önler. Onların çekişme ve iftiralar ile uğraşmasını sağlar. Bu tip bir vatanseverliğin ne insanlara ne de davetlilere bir faydası vardır. İşte gördüğünüz gibi biz de vatanseveriz. Fakat biz ancak vatanımız ve milletimiz için hayırlı olan yönleri kabulleniyoruz. Yine gördüğünüz gibi uzun uzun anlattığımız bu vatanseverlik davası da esasında İslam’ın öğretilerinin bir bölümünden başka bir şey değildir.

Necip Fazıl Kısakürek

Vatanseverliğin Amacı Ve Birlik

Vatanseverler bugün Avrupalıların yaptığı gibi önce vatanlarını kurtarmayı, ardından da maddi açıdan yükselmeyi hedef edinmişlerdir. Biz, ise müslümanların boynunda canlarını, kanlarını ve mallarını feda ederek yapmaları gereken bir görevlerinin olduğuna inanıyoruz. Bu görev, insanlığın İslam nuruyla aydınlatılması ve İslam bayrağının yeryüzünün her tarafına yükseltilmesidir. Bu görev yerine getirmek için ne mala ne şöhrete ne saltanata ne de bir millet üzerine sömürge kurmaya ihtiyaç vardır. Bunun için yalnızca Allah‘ın rızasını gaye edinmek yeryüzünü onun diniyle saadete erdirmek ve onun ismini yüceltmek yeterlidir. İşte bu metod, Mukaddes fetihleriyle dünyayı dehşete düşüren, sürat, adalet ve fazilet yönünden tarihin şahit olduğu bütün harikalara aşan Selefi Salih’inin (Allah onlardan razı olsun) metodudur.

İslam dini birlik ve eşitlik dinidir. Karşılıklı hayırda yardımlaşmaya devam ettikleri müddetce diğer dinlerin bağlılarıyla Müslümanlar arasındaki bağları korumayı garanti altına almıştır.

“Allahü Teala sizin, din hususunda sizinle savaşmayanlara ve sizi vatanınızdan sürüp çıkarmayanlara yardımda bulunmanızı ve iyilik etmenizi yasaklama. Allah iyilik yapanları sever.” (Mümtehine,8)

O halde ayrımcılık nereden kaynaklanmaktadır?
Görmüyor musunuz, bir vatan için ülkemizin hayrı için, kurtuluşu ve yükselmesi için, Cihad yolunda insanların ifratta en şiddetli gidenleri ile bile ittifak ediyoruz bu uğurda samimiyetle çalışan herkesi destekliyor ve onlara yardım ediyoruz. Onların gayretleri vatanın kurtulması ve maddi açıdan ilerlemelerini sağlanmasıyla sınırlı kalıyor. Fakat bütün bunlar Büyük Doğu nazarında yolun bir kısmı veya mücadelenin sadece bir aşaması olarak kabul ediliyor. Bunun ardından yeryüzünün diğer bölgelerindeki İslam ülkelerinin ilerlemesini sağlamak ve Allah hitabının, bayrağının oralara da yükselmesini gerçekleştirmek görevi gelir.

2. Milliyetçilik
Büyük Doğu İdeolocyası’nın milliyet karşısındaki tavrına değinecek olursak;

a) Ecdad Milliyetçiliği
Eğer bu tip milliyetçilik fikrini kabullenenler bununla yeni nesillerin ilerlemek, hızlı bir şekilde yükselmek ve başarı kazanmak için atalarının metod’larını takip etmelerini en güzel örnek olarak onları almalarını, evlatların da aynen babalarının yücelttikleri ve zafer kazandıkları yollarla yücelteceklerini kastediyorlarsa bu çok güzel bir metod’dur. Biz bu metodu alır ve destekleriz. Şuanki milletimizi uyarma da, atalarımızdan aldığımız derslerden faydalanmakta değil miyiz? Resulullah (S.a.v)’de şu sözünde büyük bir ihtimalle buna işaret etmektedir:
“İnsanlar madenler gibidirler. Cahiliyye devrinde hayırlı olanları derin anlayışlı davrandıkları takdirde İslam döneminde de hayırlılardan olurlar.”
Görüldüğü üzere milliyetçilik bu faziletli ve değerli şekli ile İslam’da yasaklanmamaktadır.

b) Ümmet Milliyetçiliği
Eğer milliyetçiler, milliyetçilikten kişinin iyilik etmesine ve yardımına en layık olanların, içinde büyüyüp geliştiği kendi kavmi ve milleti olduğunu kastediyorsa bunda hiçbir mahzur yoktur.

c) Teşkilatçı Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten hep birlikte çalışıp cihad etmemizi, her milletin kendine düşen görevi yapması ve Allah’a kavuşuncaya kadar zafer yolunda yürümesi kast ediliyorsa bu çok güzel bir amaçtır. Hürriyet ve istiklal amacıyla doğulu milletlerden hep birisi kendi alanında teşkilatlanarak mücadeleye atılırsa biz onları desteklemekten başka bir şey yapmayız. Bu ve benzeri manalarda milliyetçilik, yegane ölçümüz olan İslam’ın yasaklanmamadığı, üstelik kalplerimize yerleştirdiği ve teşvik ettiği güzel ve hayranlık duyulacak bir fikirdir.

 

Büyük Doğu (Davamız)

d) Cahili Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten eskimiş cahili adetlerin diriltilmesini, geçmiş masalların canlandırılması, yerleşmiş faydalı medeniyetin silinmesini, İslam inancıyla milliyetçilik davası arasındaki ilişkinin koparılması, bazı devletlerin isimlere, yazının harflerine ve konuşmanın kelimelerine varıncaya kadar her yerde İslam’ın ve Türklüğün izlerini silmeye kalkıştıkları gibi saçmalıklara ve yıkılıp gitmiş cahiliyye adetlerini dönmeyi kastediyorlarsa bu tip bir milliyetçilik çirkin, aptalcasına ve akıbeti kötü bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, doğulu milletleri şiddetli bir husumete götürür. Bununla birlikte maddi varlıklarının yok olmasına, değerlerinin azalmasına en mühim özelliklerinin şeref ve asaletlerinin en mukaddes görüntülerini kaybetmesine yol açar. Onların böyle davranması Allah‘ın dinine bir zarar vermez.

“Eğer siz yüz çevirirseniz sizin yerinize başka bir milleti getiririz ve onlar sizin gibi dönek de olmazlar.” (Kıtal, 38)

e) Kinci Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten diğer milletleri küçümseyerek onlara düşmanlık yapıp onların aleyhine kendi milletlerinin yücelmesi için daha önce Almanya’nın ve İtalya’nın yaptığı gibi mücadelede bulunmayı kastediyorlarsa ki her millet bu manada kendi üstünlüğünü iddia eder. Bu çirkin bir iddiadır, insanlıkla alakası yoktur. Bunun manası hakikatle alakası olmayan ve hiçbir hayır getirmesi mümkün olmayan insanların birbirleriyle çekişmeleri demek demektir.

Büyük Doğu İdeolocyası’na mensup bireyler bu anlamda ve benzeri noktalarda milliyetçiliğe inanmazlar. Firavunculuk, araççılık, Kürtçülük, Türkçülük, fenikecilik iddiasında bulunmazlar. İnsanların birbirleriyle çekişmek için kullandıkları isim ve lakapları kullanmazlar. Onlar insanların en mükemmeli ve insanlara hayrı öğreten muallim Resulullah (S.a.v)’in şu sözüne kulak verirler:
“Allahu Teala cahiliyyetle Övünmeyi ve atalarla kibirlenme size yasakladı. İnsanlar Adem’dendir. Adem ise topraktandır. Arabın aceme, üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. “ (Veda Hutbesinden)
Ne doğru, ne güzel ve ne gerçek bir söz… insanlar Adem’den yaratılmışlardır. Bu noktada bütün insanlar eşittir. İnsanlar amellerle fazilet kazanabilirler. Bu nedenle onlara gereken şey hayırda yarışmaktır. İşte iki sağlam prensip. Eğer insanlık bu iki prensip üzerine dayanırlarsa en yüksek derecelere ulaşırlar. İnsanlar Adem’dendir ve birbirlerinin kardeşleridir. Bu nedenle birbirleri ile yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri, birbirlerine merhamet etmeleri, hayır yolunda birbirlerine yol göstermeleri amellerde yarışmaları ve insanlık iyice ilerleyinceye kadar her alanda gayret göstermeleri gerekir. İnsanlık için bundan daha kapsamlı bir anlayış, daha faziletli bir terbiye var mıdır?

Yaşasın Büyük Doğu Bizlerden Doğarak.

BAŞIBOŞ

Vatanımda sular akar başıboş;
Herkes birbirini kakar, başıboş.

Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.

Yanmaz da yürekler, ateşe atsan!
Bir kibrit bir orman yakar, başıboş.

Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.

Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.

Allah’ım, sen acı bu saf millete!
Aksam yatar, sabah kalkar, başıboş.

                                                                                                                                                                                          Necip Fazıl Kısakürek (1964)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

Bin yılı aşkın süredir beraber yaşamış savaşmış akraba olmuş birbirine asimile olmadan, kardeş olarak entegre olmuş Dini bir, örfü bir, adeti iki kardeş kardeş iki yüz senedir sömürmek için yapılan oyunlar sayısızca dır. Şöyle ki bu kardeşliği birliği Ortadoğu’yu yönetecek tek güç olacağı dünyadaki dengeleri değiştireceği aşikardır. Bunun için birbirine düşürüp savaştırmak için verilen fitnelerin haddi hesabı yoktur. Buna rağmen bu kardeş iki halkın ülkemizdekilerin %95’i kardeşçe birlikte yaşamaktadır. Komşu devletlerde ise bu oran daha düşük olmasına rağmen aynı kardeşlik bağları var olarak yaşamaktadır. Hatta çoğunluğu ülkemizde olmak üzere hangi Türk yoktur ki namuslu ve şerefli olarak gördüğü akrabasının kökeni Kürt olmasın, hangi bir Kürt yoktur ki böyle bir akrabası Türk olmasın buna rağmen gelinen noktanın Şehitlerimizi akan kanlarımızın haddi hesabı yoktur. Bununda nedenlerini ve çözümü ile ilgili bu yazımı kaleme almaktayım.

Türk Kürt halkının kardeşliğinin başlangıcı orta asya ve Mezopotamya nın kadim halklarıdır. Bu iki ırkın Müslüman oluşlarıyla başlamaktadır. O Çağlar da yer gelmiş haçlılarla yeri gelmiş Bizans ve Moğollarla yeri gelmiş bidat ehli olan Fatimilerle, batimilerle Ehli sünnet sancağı altında beraber savaşmışlar. Hatta devletlerini amaçları için birleştirerek kendi ırklarından olan da beylikler ve emirliklerle, kendi hanedanların da mensup olanlarla güç, iktidar, toprak savaşlar yapmışlardır. 1071 Malazgirt meydan Savaşında sultan Alparslan’a destek verip Beraber Savaşan tek Kürt mollası ve aşiretidir. O zamandan beri birbirleri ile akraba olmaya başlamışlar. Bu coğrafya haçlı istilalarıyla yakılıp yıkılırken kürdü, türkü, arabı, Faslı’sı Ehlisünnet sancağı altında birleşerek İslam’ı tek cepheyi oluşturdukları zaman zafere ulaşmışlardır. Bu birliği sağlayan liderlerin özellikleri ırkı, kavmi değil takvası, ilmi, bilgisi, feraseti gibi vasıfları lider olmalarını sağlamıştır.

Ehlisünnet sancağının liderliğini her daim bu vasıflara ehil olanlar devralmıştır. Diğerleri de onların etrafında birleşerek İslam sancağını sallayıp fetihler gerçekleştirilmişlerdir. Örneğin Türk adil sultan nurettin mahmut Zenginin devraldığı İslam sancağı ile önderliğinde başlayan cihat hareketi nde Kürt ailesi olan eyyubilerle yaptığı kader birliği ile yetiştirdiği Selahaddin Eyyubinin nasıl ki İslam sancağını devralıp İslam’ı tek cepheyi oluşturup uzun yıllar verilen cihat mücadelesinin sonunda Ser bidat ehli Fatimi devletini yıkıp halklarını ehli sünnete döndürmesi bu Uğur’dan yapmış olduğu tüm icraatlar ve netice itibari ile o büyükkutlu zafer olan Kudüs’ü batıldan temizleyip Hakk’ın gelmesini vesile olup zafere ulaşmışlardır. Birbirine kenetlenmiş bir avuç müminler çatışma anında günlük menfaatleri sebebi ile bir araya gelmiş topluluklardan daha güçlülerdir. Allah celle celalühü’nün İlkelerinden biri budur Ümmet aynı akideler arasında bir araya gelirlerse sayıları az olsa da onlar daha güçlüdürler. Nitekim tarihi hadiseler de bunlar şahittir. Yenilmez denilen ordular imkanları kısıtlı sayıları çok az olan müminler karşısında yenilmişlerdir. Rab bani ilkelere dayanarak hareket etmekle böyle zaferlere muaffak olunur.Ne zaman ki bu ülkelerden sapılıp Beşeri fikirlerle hareket edilmiş o zaman bitiş, yıkılış başlamıştır. Kader birliği yapan devletlerde, hane de anlarda, ırklarda, mümin kardeşler saltanat İktidar para, servet uğruna birbirlerine düşüp savaşmışlardır. Bunuda tarihi olaylar bize net bir şekilde göstermektedir. Bu beşeri fikirleri de günümüzde bize karşı çok profesyonelce kullanan düşmanlarla mücadele etmekteyiz. Bulunduğumuz devlet kıtada ve bölgemizde birinci Dünya Savaşı’na kadar devletcikler kurulmuştur. Aynı ırkın mensubu olsun olmasın birbirleri ile yaptığı savaşlar hep bu fikirler doğrultusunda Düşmanlarının da fitnelemeleri ile yapılmıştır. Ve ondan dolayı coğrafyamız hep bir kahrolsun savaşın içinde kalmıştır.

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

Osmanlı devletinin kuruluşu ile cihat sancağını batıla karşı sallama idealinde Türk, Kürt, Arap, Laz Anadolu Mezopotamya medeniyet hakları bu devlet çatısı altında genel itibari ile birleşmişlerdir. İstisnalar, siyasi çalkantılar anlaşmazlıklar beşeri fikirler ve farklılıklar yaşanmış olsa da kaideyi bozmayarak kardeşçe yaşamışlardır. Dünya tarihinde görülmemiş birliktelikle o zamana kadar ki, hatta başka dinlere mensup kişiler dinlerini özgürce güvende yaşadıkları bir devlettir. Çöküş dönemi hariç asırlarca adaletli İslam sancağı sallamış dünyaya hükmetmişlerdir. Bizi birbirimize düşüren şimdinin süper güçlerini Cizre ödetmişlerdir. Sırf imparatorluğun ücra köşelerindeki kara suların ihlali gerekçesi ile Avrupa’da tahta çıkan krallara icazet vermişler. Çağı açıp çağ kapatmışlar. Orta çağı olsun yeni çağı olsun Avrupa ulus devletleri Asr-ı olsun ırkçılık, mezhepçilik savaşları tavan yapmışken bile biz de barış içinde yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşı kısa süre öncesine kadar böyle devam etmiştir. İmparatorluğun çöküşe geçme nedenleri yıkılması başka sair nedenleri cihan Savaşı süreci konudan uzaklaşmak olacağından süreci yazmadan geçeceğim ama belirtmem gereken bir gerçek mevcuttur. Tarihi olaylar hakkında asla gerçeklik payı olmayan atalarımızın ecdadımızın o kutlu zaferleri direnişleri fetihleri karalamak gölgelemek amaçlı saptırılmış birçok kitaplar yazılıp bilgiler farklı iletişim kanallarıyla topluma yayılmaktadır. Hatta yalan şehir efsaneleri uydurulup inandırılmaya çalışılmaktadır. Topluluklar bilgi çağı da olsak da doğruluğunu tasdik edilmeden bunlara inanılıp yanlış fikirler ideolojiler oluşturulmaktadır. Özellikle yapılan bir hata da çok güzel kullanılmaktadır. Bugünün yaşam şartlarına fikirlerine, kanunlarına, kültürüne, çağın teknolojisine bakarak tarihteki yaşanan olaylar hakkındaki analizler bu bakış açısı ile birlikte yapılıyor. Buda yanlış fikirler oluşturmaktadır. Onun için olayların yaşandığı o Çağlar’ın zamanına şartına gereksinimlerine devlet, halk kültürlerini bakmak lazım.

Yapılan bir savaşın anlaşmanın neden, niçin yapılıp veya yapılmadığını doğrusunu araştırıp o şekilde analizler yapılmalıdır. Tarihteki olaylara bakış açısında yapılan en büyük hata budur, yazımın bu bölümünden sonra birinci Dünya Savaşı ndan kuruluşumuzla 100 yıllık tarihimizde yaşanan süreçteki olaylarla ilgili yazacaklarım bazı odakların hiç hoşuna gitmeyecek türdendir. Ama bu kardeş sorununu gerçekten çözmek mi istiyoruz yoksa rant çarkından beslenen kan emicilerin siyasi çıkarları doğrultusunda koltukları için kardeşkanı akmasına göz yumanlardan mı, bu ateşe sürekli yakıt pompalayan sözde müttefik dost devlet denilen sömürgecilerin yolları olan daha da oturup savaş çığırtkanlığı yapan fitne tohumları avuç avuç atanlara değinmekten korkarak sadece yazmak için klişe sözlerle yalandan barış çağrılarımı yapayım. Kimse kusura bakmasın bu akan kardeş kanına bir arpa boyu kadar katkısı olan kim olursa olsun makamı mevki yi ne kadar yüksek olursa olsun söylerim, kimseden korkmadan kim de bu topraklara tek bir barış tohumu atarsa önünde saygıyla iyilerim. 100 yıllık tarihimizin ilk etabında ihanetlerine maruz kaldığımız kişilerin ve grupların başka dinlere mensuplarına ve başka ırklara mensup kişileri hedef alarak değil de ailesine ihanet edenleri belirtip diğer halklara mensup kişiler olsun, liderleri olsun karalamalarına mahal vermemek içindir. Birinci Dünya Savaşında zaten uzun yıllardır bölgesel olarak savaşta olan yaşlı yorgun imparatorluk topyekün savaşa giriyor imparatorluğun tabaklarından bazılarında zaten hep var olan ihanetler alenen yapılmaya başlanıyor. Yahudilere hep sahip çıkmış soykırımdan kurtarmış özgürce dinlerini yaşayıp ticaretlerini yapıp barış içerisinde yaşamalarına rağmen hep gizlice yaptıkları ihanet faaliyetlerini açıkça yapmışlardır. Örneğin düşmanı her türlü desteği vererek yeni cepheler açtırıp sonrası kızıştırmaları içerde de fitne tohumları ekerek tebaaları İhanete yönlendirici karşılıklar çıkartıyorlar. Devlet bir din Devleti olduğundan Ermeni çeteler dini ve ırkı gerekçelerle Müslüman köyleri katletmeye başlayıp isyan ediyor. Asırlar boyunca Osmanlı’da en ayrıcalıklı olmalarına rağmen hatta Ümmet Sıddıka Olarak bile anılmışlardır. Devletin üst düzey makamlarına özellikle bürokrat olarak getirilmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Ermeniler şu anda ülkemizin doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesine denk gelen bölgedeki yaşayan Müslüman halkı katletmeye başlamışlardır.

Bu bölgenin nüfusunun %70 nüfusu Kürt tür, yüzde yirmilik bölüm türk tür. Vahşice köyleri basıp katliamlar yaparlar, bunların da çoğu masum Müslüman Kürtlerdir. İşler çığırından çıkınca devlet talimatı veriyor halk devlet birebir gereğini yapıyor her savaşta olduğu gibi bazı aşırılıklar olmamış da değildir. Ama normal Ermeni olanlara karşı bir nevi arada masum olanlar da hak etmediği cezalara maruz kalıyorlar. Bunun nedeni masumlarla çetelerin ayrıştırılmamasıdır. Ermeni yerleşimcilerden çeteler hat safada destek almaktadır. Bir diğeri de bizim halkımızda yaşanılan öfke selidir. Çünkü onların Müslümanlara yaptıkları vahşetin öfkesinin yansımasıdır. Asırlık olmuştur kısmen ama soykırım Çığırtkanlığı yapanlara sorarım basılan Kürt, Türk köylerindeki Müslümanları canına malına yapılan kelimelere bile dökülemeyecek zalimlikler yapıldı mı, hiç sorun olmuyor Müslümanlar onlara yapılanlara karşılık ufacık bir karşılık verip bir şeyler şiddetli yapılınca katliyam soykırım deniyor. Günümüzde Filistin de de aynı senaryolar tekrarlanıyor, bir de günümüzde sözde Kürt savunuculuğunu hamiliği yapanlar Ermeni katliamı diye Osmanlı’ya bizlere atılan İftiralara destek tarzı açıklamalarda bulunmaktadırlar. Bunada çok kez şahit olmuşumdur, sorarım onlara Müslüman Kürtleri katledenler Ermenilerdir, niye bunları söylemiyorlar bir de bunu yapanların nesillerini aleyhimize propaganda amaçlı destek veriyorlar. İşte burada amaç ortaya çıkıyor böylelerinin çok net bir şekilde ihanet sırası din kardeşleriniz olan ve din kardeşimiz olanlarla ve ırkdaşlarımız Olan içimizdeki hainlerdir. Hemen şunu belirteyim Arap halkından olan kardeşlerimizin %70 inin bu ihanetlerle alakası yoktur. Tarih boyunca bizlerle beraber sonuna kadar savaşmışlardır. Geriye kalan %30 luk Kesim ise çıkar menfaat iktidar, hırs, yani beşeri fikirleri doğrultusunda hareket Edip ihanet edenlerdir. Bunlar da şerefi aşiret lideri  vs vs. Gibi kişilerin peşlerinden sürüklendikleri gruplar ve kişilerdir. O meşhur İngiliz ajan LAVRENCE organizatörlüğünde o mukaddes topraklarda ihaneti başlattılar.

Burada iki önemli hususu belirtmek gerekir.

1- Çöl fatihi fahrettin Paşa’nın ve arkadaşlarının medine halkının ve diğer yakın bölgede ihaneti bulaşmayan Arapların desteğiyle o muhteşem medine müdafaasıdır. Yokluğa açlığı tüm İmkansızlar rağmen peygamber şehrine nasıl savunacağını dersini tüm dünyaya vermişlerdir. İngilizlerle hainlerin tüm imkanlarına rağmen yenilmemişlerdir. Bugün Topkapı Sarayında ki kutsal emanetlerin bizde olmasına vesile olan onlardır. Tüm cephelerde teslim olmalar düşüşler Her şey bitti derken bile testim ol Allah asma yapılacak emrine direnebildiği kadar direnmiş en son bu Emre uymak mecburiyetinde bırakılarak o mukaddes şehir Medine’yi teslim etmek zorunda kalmış ama yenilmemiştir.

2-Her şey bitmiş savaş kaybedilmiş parçalanmalar gerçekleşmiş İstanbul Anadolu işgali altında ihanet etmeyen şu anda devlet olan bir çok bölge halkı da yaman da rejimi oldular ya da İngiliz, Fransızlarla anlaşma yoluna gittiler. Zaten işlerine yarayan bölgeleri kendi aralarında paylaşmışlardır. Yemeğini belirtmek gerekir ki orada kiler halkın sadakati en çok Şehidi verdiğimiz yerdir, ama tarihte göz ardı edilmiştir. Yıkılışından sonra bile bu halkın sadakati bir müddet daha devam etmiştir. Buda tarihte sabittir. Netice olarak İngilizlerin organizatörlüğü nde ihanet edenler günü gelmiş pişmanlıklarını dile dahi getirmişlerdir. En bilinen baş İhanetçilerden Şeyh Hüseyin in İngiliz mandası Kıbrıs’ta sürgündeyken açıklamalarıdır. Gelelim İngilizlerin ve işbirlikçilerinin Kürtler üzerindeki oyunlarına LAVRANCE nin Sadece ismi değişik ama misyonu aynı olan bir İngiliz ajanı Kürtler için bölgeye gönderilmiştir. Osmanlı’ya karşı ayaklandırmaya ayrıştırmaya ve en son hiç olmazsa beraber savaşmayın diye örgütlemeye çalışmışlardır. Bu isteklerinin karşılığında vaad ettiği şeyleri gelince o dönemde dünyanın tümünün en büyük savaşında güçlü tarafın vaad ettikleri O savaş kaos ortamında kabul etmeyecek çok çok az halklar vardır, birisi de Kürt halkıdır. 

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

Bölgede onlara rehberlik yapan ateş olsalar sadece kendilerini yakacak olan birkaç işbirlikçi hain dışında onlara tokat mahiyetinde Kürtlerin %90 ının üzerinde Kürt halkı aşiretleri, liderleri şu cevabı vermişlerdir.

Biz kardeşiz dinimiz bir kaderimiz bir örfümüz bir biz ölsekte kalsakta beraberiz asla ihanet etmeyiz ettiremezsiniz de mihbalinde cevaplar vermişlerdir. Yapılan görüşmelerde geçmişte olduğu gibi birinci Dünya Savaşı ve kurtuluş savaşında da sırt sırta verip tüm cephelerde beraber savaşıp ya şehit ya gazi olmuşlardır. Biri namaz kılarken diğeri nöbet tutmuş nöbetleşe namaz kılarak finalde zafer kazanmışlar. İşte böyle bir kardeşliği birliği bozmadan düşman etmeden bizi nasıl yenecekler, bunu çok iyi biliyorlar şöyle ki İngiliz zırhlıları Komutanı türk lerin elinden kuranı Kerim’i Almadıkça onları yenemeyiz sözü tarihi nakşedilmiştir. İşte can alıcı nokta da burası mübarek kitabımıza Salih bir imanla sarılmış bu iki kardeş halkı yenemeyecek leri aşikardır. Onun içindir ki kitabımıza olan imanımızı zayıflatmak kardeşliğimize olan bağlılığımızı koparmak için asırlardır entrikalar çevrilerek fitne tohumları ekilmektedir. Cumhuriyet’e başlamadan önce belirtmem gerekir ki birinci Dünya Savaşı ve savaşa giden süreç kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanan olaylarla ilgili tartışılan herkesçe bilinen konulara kısır sonuç vermeyecek analizler değil de sonuç odaklı bakmak gerekmektedir. Netice itibari ile savaş kaybedilmiş Anadolu İstanbul işgal altında imparatorluk parçalanmış diğer bölgeler tamamen kaybedilmiş şer kabul etmek zorunda kalınmış tek kalan düzenli ordu Kazım karabekir Paşa’nın Doğu bölgesindeki ordusu dur. Kurtuluş Savaşı’na giden süreci Gazi Mustafa Kemal Paşa, fevzi Çakmak, Kazım karabekir ve ismini belirtmediğim savaş kahramanları olan lider kadroyla ve asli kahraman olan halkımızdır. Tüm imkansız lıklara yokluğa rağmen modern savaş tarihinde o zamana kadar rastlanmamış bir başarıya imza atarak hizmeti, zafere çevirip, Misakı-milli sınırları olarak tanımlanan şu anki topraklarımızı geri kazanıyoruz. Esaret nedir bilmeyen bu halkın mücadelesi ile sonuç olarak esaretten kurtularak ülkemiz kurulmuştur.

Padişah hata yaptı lozan hezimeti şöyleydi böyleydi muslu kaybetmezdik, zaferi sadece kendine mahal edenler Tron ulaşanlar vs vs detayları yaşananların yanlışları yazma ya ciltlerle ansiklopedi yazılması lazım 1914-1923 süreci ile ilgili onun için sonuç olarak birlikte birlik beraberlik içinde imparatorluğumuzdan kurtarabildiğimiz kadar ülkemiz kuruluyor. Ülkemizi kural Ankara hükümeti meclisin üyelerinin hangi bölgeden geldikleri kökenleri ve Çanakkale’de yatan şehitlerimizin kökenleri incelendiğinde her şey net bir şekilde ortaya çıkıyor.Türkü, Kürdü, lazı, arabı bu halklar Bir olup mücadele Edip savaşıyorlar ülkemize zaferi elde ediyorlar. Tek bir kişi veya bir zümre değildir. Kurtuluşdan sonra hızlı refahın yeniden yapılanma başlıyor ülkemiz Osmanlı’dan kalan mirasın üzerine her alanda yeniliklerle yapılıyor. Bu süreç başlayıp düşman kalmayınca niyetler amaçlar beşeri fikirler meydana çıkıyor hilafetin kaldırılmasından başlayarak ayrıştırmalar kardeşlik bozucu ne farklar ezanın Türkçe okutulması tek parti dönemi ikinci Dünya Savaşı süreci yeni dünya sistemi birleşmiş milletler üyeliğimiz, Avrupa konseyi ve nato üyeliklerimiz darbeler sağ, sol çatışmaları 90’lar ve 2000 milenyum çağına kadar ki süreçte yaşanan zulümler herkesçe tüm kesimlerce bilinmektedir. Özet olarak savaşta kazanılanmayan Toprakları esir edilemeyen halkı değişen dünya sistemi ve yöntemleri ile savaşmadan sömürmek hizmet ettirmek süreci politikası başlıyor. Bunuda yaparken devletimizin yönetim kadrolarına kadar mekanizmalarına üstdüzey bürokratik kadrolarına devşirdikleri özel yetiştirdikleri Uşaklarına getirip halkı ayrıştırdılar. Bunuda Türk halkının duygularını ilk sevgisini sömürerek, kullanarak yaptılar. Aslında en büyük zararı yine Türk’e verdiler. Ona hayatta düşmanlık yapmayacak asırlardır kardeşçe yaşamış bir olmuş Kardeş halkını özellikle ( Kürt halkını ) Ve diğer halkları düşman ettiler, birkaç örnekle belirteyim, ezanın Türkçe okutulması özellik Fatih caminin seçilmesinin sembolik anlamı vardır. Bu halkın %90’ ındaki Devlete olan tepki içten içe lanet edişi dedelerimiz yaşayan büyüklerimiz iyi bilirler ve bizlere aktarabildiği kadarını hissediyoruz.

Diğer Müslüman ülkelerinde ve tüm dünyadaki Müslüman halkların da Türkiye karşı değişen bakış açısı oluşan ön yargı hamasi tüm duyguların tahayyülü o kadar zor değildir. Bir nevi şer, fitne derleti fatimilerin Ezana eklediği kelimeleri karıştırmıştır. O zamanki ezanımızın karşılığında ki kelimeler dinimize karşı yapılan her hamle böyle hissettirmiştir. Tüm dünyadaki ehlisünnet mensuplarına batıl olan fatimelere ehlisünnet olanlar ne hissettiyse maalesef o tarihte de bizim devlette de onu hissettiler. Zaten amaçlanan buydu da Ayrıştırmak düşman etmek, nefret, hissettirmek İslam sancağının lider haklarından biri olan çok sevilen tarih boyunca etrafında birleşilen bu halkı kardeşlerinden ayırmaktır. İslam dünyasındaki itibarînı Güvenilirliğini yerle yeksan etmektir. Bunuda sözde Türk için yaptıklarını dile getirip savunuyorlar. Bir çok türkü gaz verici süslü söylemlerle gerçek amaçlarına maskelediler. Ne yazıkki bunlara inananlar da çok olup peşlerinden gitti ve zalim bir faşist olup çıktılar. Aynı Ser bidat ehli fatimilerin Kurucusu ubeydullah gibi yaptılar. Nasıl ki Hazreti Fatma annemizin soyundan gelme yalanı ile insanları kandırmışsa bunlarda Türküz Şöyle Türkçüyüz Böyle Türkçüyüz diye kandırdılar. Sözde soyları belli bence belli değil de ubeydullahın soyu da Yahudiydi. Bunların oda belli değil örneğin Kemalizmi dinin önüne geçirmek için Çıkartılan fikrin akımının kurucularından fikirlerinden çok etkilendik dedikleri kişi aslen Yahudi kökenli olup 50 yaşlarında olup Fransa’da ölmüş orada da gömülüyor, hani bu adam türkü Türk halkını çok seviyordu. Niye bu ülkede defnedilmedi görevi bittiği için ülkeyi terk etmiş olduğundan bunun gibi o tarihler sayısızca yaşanmış örnekler vardır. Acılarla yürekler kavrulmuştur. Bunlardan biri de asrın Kutubu Bediüzzaman hazretleri ile ilgilidir. İlmi, hayatı, çilesi, öğretileri herkesçe bilinmektedir. Mübarek’in üstüne dini konulardan fazla bazen gitmeyeyim halktan fazla tepkiye ayaklanma olmasın diye ırkından dolayı üstüne gidiliyor, çok güzel bir şey söylüyor kürtten çok Türk öğrencim var diye bu öğrencilerin etrafında birleşiyor Buda tutmuyor. Başka oyunlarını devreye sokuyorlar bunlarda oyun mu biter…

Hatta şeyh Sait İsyanında üstada şeyh sait tarafından mektup yazılıyor. Resmi olarak belge olarak mevcuttur. Mübarek şu tarihi sizlerle cevap veriyor. Ben kardeş kanını dökemem sana da tavsiyem gel bu işten vazgeç verilen sözler tutulmasada haklı olduğu konularda gel hakkını beraber meşru şekilde arayalım özellikle hilafetin kaldırılması dini konular üzerinde kavgalar vardır ırki Konularda tuzu biberi olmaktadır. Buna isyanı da sadece 40’a dayandırıp Türk halkının duygularını sömürüp destek alınıp asıl amaç yan amaçlarla maskelenmektedir. Üstat hazretlerinin naaşını bile 60 darbesinde kabrinden çıkartıp bilinmeyen bir yerde denize bıraktılar, bunu yapanlar zamanda değişmiş olsa da ideolojisinde olanlar yıllarca ülkemizi yönettiler. Bunun nasıl bir cihat olduğunun farkına varmamız lazım. Sağcı, solcu deyip öz kardeşi, kardeşe vurduttular o bitti Kürt, Türk deyip beyinlerini yıkadılar, düşmanlık çıkardılar, 1000 yıllık İslam sancağını sallamış bir halkın kadınlarının, kızlarının en kutsalından birisi olan başörtüsüne el attılar. Uğurun da kardeşini atasını toprağa verdiği devletinin kurumlarından çalıştırmadılar, okullarında okutmadılar, bunları yapanlar yeri geldi bir kürtçe Şarkı söyleyeceğim diyen Ahmet Kaya ya zulmettiler. Sokakta tek suçu Ahmet Kaya’yı dinlemek olan gencecik gence işkence Edip devletine düşman olmasını amaçladılar. Bunları yapanlar türkü, kürdü iki kardeşi birbirine düşürmek için neler yapmadılar ki, kalemlere alınamayacak vahşet insanlık dışı acıları bu ülke halkına yaşatıp silinmeyecek izler bıraktılar. Yazılabileceklerden bazılarını belirttiğim askerimizin kıyafetini giyip ve askeriyenin içindeki bu şartlardan yetiştirdikleri hainleri ile Kürt köyünü bastırıp bizim köyümüze zulmettiler. Askeri düşman gösterip ince ince nesilleri zihniyetini fitne tohumları ektiler. PKK’nın yaptığı katliamlara Çanak tuttular hatta Kürt halkının tamamına terörist yaftası Yapıştırmak için Türk, Kürt halkının bölgede kardeşçe yaşadığı köyleri basıp kardeşliği fitne diler. Düşman nesiller yetiştirilmek amaçlandı buna rağmen 100 milyonlarca dolarla tüm güçleriyle hatta ve hatta kendi devletimizi yönettirdikleri uşaklarına top yekün iç savaş çıkarttıramadılar.

Halkı birbirleriyle savaştıramadılar bir nevi Suriye olamadık yani. Dünyada böyle bir ülke daha göremezsiniz hangi ülke hakları olsaydı birbirine düşerdeki böyle bir coğrafyada bölgede iken parçalanması için tüm dünyanın egemen güçlerinin çalışmasına rağmen püf nokta da burasıdır. Diğer Müslüman ülkelerin durumu ortada parçalamak için çalıştıkları Sırtlanların bizi parçalamak için bir yandan saldırıyor içerdeki yılanların ve Akreplerin olması da çabası, cezaevlerinde harbiyenin hücrelerinde işkencelerde yarım insan olanlar helak olup faili meçhul olanlar bu süreci yaşayan ve tanık olanlar şu anda mecliste iktidarda olsun muhalefette olsun siyaset yapıyorlar. Eşref bitlisli Paşa, Turgut Özal barış adımı atan herkesin durumu ortada tüm yaşananlar da hala hafızalarda tâzedir. Resmen bu halkın tümünü devletini birbirine düşman etmek için içerden parçalanması için yapılanlar ortadadır. Netice itibari ile 2002 yılına kadar böyle bir süreç en acı bir şekilde yaşandı. AKP’nin iktidara gelişi ile tüm yasaklar kalkmaya başladı. Güzel reformlar adımlar atıldı. Devlet kurumları devlet halk ilişkisi adeta baştan inşa edilmeye başladı. Eski yaşananlara Çanak tutan kadrolar tasfiye edilmeye başlandı. Tabii ki şu anki iktidar gücüyle o zamanki AKP gücü devede kulak gibi ama halkın isteği bu yapılan reformlar bariz olduğu için bunlar başarılı oldu, kısmen tüm engellemelere rağmen devleti halkıyla bastırdılar. Resmen bilgi çağı olan bu devir teknolojik gelişmeler küreselleşme eğitiminin yükselmesi ekonomik, sosyolojik, siyasi bürokratik değişimler dünyada ve ülkemizde yeni politikalar üretilmesine mecburi kılmıştır. Ülkemizde yetişen yeni nesille birlikte bir atılıma geçtik, açılım süreci dahil gerçekten çok güzel politikalar üretilip hayata geçirildi tabi hatalar da yok değil özellikle son dönemler olsun ayrışmalar iktidar, güç, hırs beşeri fikirler doğrultusunda yapılan hatalar özellikle kanayan yaramız adaletsizlikler yapıldı ve yapılmaya devam etmektedir. Bunları detaylı yazmak konumuzu iktidar muhalefet ekseninde evrileceğinden bu sebeple özet olarak geçmekteyim, dediğim gibi sırtlanlar her tarafımızdan canlı canlı bizleri yemek için her daim taarruzdalar Kardeş sorunumuzu biz çözmek için ne yaparsak yapalım onlar da çözülmemesi için tüm imkanlarıyla seferber olacakları kesindir. Ki öyle de yaptılar. Çözüm sürecinde yaşanan tarihi anlar ve fırsat herkesi umutlandırdı her şeyi bitirecek olan bahar eklemi oluşturan barış süreci baltalanarak bitirildi.

Tam da şunu belirtmek gerekir 40 yıldır birbirlerini düşürdükleri 40 yıldır ateşli olarak birbirine düşürdükleri bu kardeş halkı nesillerini bu kavga içinde düşmanca yetiştiriliyorken barış olup orta Doğu’yu yönetmelerine izin verirler mi; barışı bozmak için her şeyi yapmazlar mı bunlar dışarıdaki sırtlanlar içimizdeki yılanlar ve akrep akreplere gelince rant kapısı olmuş milyonlarca Doları binlerce militanlı yönetip dünyanın tüm gizli servisleri ile işbirliği yapıp sistemi yöneten hegoman güçlerin hepsi arkanda olacak vaatlerin paranın silahların petrol kuyularının zırhın verilenlerin haddi hesabı yok iken barış olup ta her şeyin bitip Bu gücün elinden gitmesine razı olup bırakırlar mı, asla işte asıl sorun burada güç iktidar vs istedikleri, siyasete gelince koltuklar gidecek yapılacak siyaset kalmayacak kitleleri peşlerinden sürükleyebilecekleri maneviyatlare duygularını sömürecekleri malzemeleri kalmayacak. Rant kapıları kapanacak, para muslukları kesilecek, bir de büyük şeytanın suç ortaklarının hepsini yöneten kendilerini üstün ırk zanneden dünyayı fitne eden Siyonist yapıların bizim için yaptıkları ve yapmak istedikleri var, sürekli bu coğrafyada bizi hep kaos ve çatışmanın içinde birbirini yer vaziyette tutmaktır. Bunuda başarıyorlar. Bu halde olacağız ki bizi yönetip sömürsünler gerçekleri görmeyip ilimde, bilimde başarılı yeni nesiller yetiştirme de başarısız olalım. Güçlenmeyelim klişe olacak ama böl parçala yönet stratejisini her zamanki gibi devam ettirip uyguluyorlar. Bölgemiz Orta Doğuda bu kardeş iki ırkın geleceği ile ilgili planlanansa herkesin bildiği o meşhur harita var Pentagon’dan çıkıp 90’lardan beri geziyor, bizi Irak’ı, İrana, Suriye’yi, parçalayıp devletler devletcikler kurmak siyonistlerin vaad edilmiş topraklar batıl inancı Ser ortaklarıyla paylaşacakları bölgenin yeraltı ve yer üstü zenginlikleri dinimizi bidat ehline çevirmek ve güç iktidar yönetmek şehvet, arzularıdır. Sözde Kürtler için kuracakları Kürdistan devleti kürtlerin tek koruyucuları oldukları onların dışındaki herkesin onlara düşman olduğunu orta Doğu’ya diğer yapacakları daha bir çok vadileri mevcuttur. Ama asıl amaçları uzun yıllardır bu şekilde o yalayıp iyicene bölgede kardeş hakları Türk Arap, Kürt, Laz la düşman etmek yetişen yeni nesillerin zihinlerini katı bir şekilde Düşman olduklarını yerleştirmektir.

Ve bunu uzun yıllara yayarak kalıplaşmış ideoloji oluşturmak ondan sonra bu nesiller daha kullanışlı hallere geleceklerdir. Çünkü şu anda bu kardeşlikleri tamamen yıktırmayacak Kürt, Türk, Laz, Arap halklarından olan kişiler ve liderler vardır. Bunların ölümü tasfiyesi düşmanlaşmış nesillerin yerlerine geçmesi lazımdır. Şu anki Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin durumları tam da işlerine gelmektedir. Burada ülkemizdeki insanların konuşulmasını bomba olarak gördüğü bir analizi belirtmek gerekir. Bu adamlar ama on sene sonra ama 50 sene sonra Kürdistan’ı kuracaklar yani dinsiz Kürdistan bunu kimse inkar edemez şu anda zaten fiili olarak Suriye’de ve Irak’ta kurulmuş olsa da resmi olarak kurmamalarının nedeni şu anki kaotik Ortamın daha çok kullanışlı olmasıdır. Ve bahsettiğim gibi Türk ve Kürtlerin tamamen düşman olmayıp hala çok güçlü bağlarının olması her an onlardan olanları tavsiye Edip birleşme olasılığıdır. Kurmamalarının bazı nedenlerinden en önemlileri bunlardır. Sahaya baktığımızda da net şekilde görülmektedir, gerçek halklar arasındaki bağlar çok kuvvetlidir ülkemizde çok yüksek Irak’ta bir tık düşük Suriye’de ise daha da düşüktür. Oradaki halk tamamen şeytanın ve hizmet karlarının elinde kaldı. Yaşanan iç savaşın etkileri bize çok çok sıkıntılıydı. Bir  de beşeri fikirler doğrultusunda anlaşılamayıp tamamen ayrısınca Bu kopuş daha da derinleşti, zaten fiili olarak Suriye üçe bölündü bizim kontrolümüzde ki bölge Arapların ve Kürtleri çok az bir kısmı Rusya esat, İran, üçüncüsü ise Amerika müttefikleri ve yapay Suriye petrolünün %90 ınada Üçüncü parçayı yönetenler Çöktü, basınına da Suriye Kürtlerinin bekçi diye koydu çıkan petrolün halklarına düşenden %75 ine silah kullanımı ihtiyaçları yüzde 25’ine de maaş ve sair ihtiyaçlar için para verilmekte.  Kendi kurdukları işit ile savaştırıp İslamiyeti Kürtleri katle diyor diye karalamak kendi uşaklarına da Kürtleri kullanacak malzemeyi verip aklamaktır. Bunada başarı oranları yüksek oldu Maalesef ki Irak ve Suriye’deki şu anki Konjektör bu şekildedir, ve ilerleyişi de PKK, YPG, TALABANİ Birleştirip Sincan bölgesinde koridor oluşturup Suriye, Irak birleşme aşamasını tamamlamak bölgede kalıcı üsler inşa etmek, demografik yapıyı oluşturmak.

KÜRT SORUNU MU? KARDEŞ SORUNU MU? SİYASİ ÇIKARLAR, MENFAATLER DOĞRULTUSUNDA KARDEŞİ KARDEŞE KIRDIRIP ÇIKARILAN FİTNE SORUNU MU?

Barzani’yi K.D.P yi Pasif etmek ve Türkmen kardeşlerimizi ufak ufak bölgeden çıkarmak bizdeki bağlarından dolayı bu bölgede bizi ve İranlı parçalayana kadar resmi olarak kurulmamış ama fiili olarak kurulmuş Kürdistan’ı kendi amaçlarına hizmet ettirmek resmi olarak kurulmaması şu aşamada daha kullanışlıdır. Onlar için benim tam da burada belirtmemin doğru olacağı bir fikrim vardı, çok büyük tarihi bir fırsat kaçırdık fikrime gelmeden önce fikrimi destekleyici Yaşananları belirttiğim, Mesut Barzani 100 yıllık Orta Doğu’nun sınırlarını çizen SKYESPİCOT Anlaşması bitti deyip bağımsızlığını ilan Edip referandum düzenlemesidir. Tabi zılgıtı yiyince durdu yaptırımlar da çabası süreçteki açıklamalarsa çok manidardır. Amerika büyük şeytanı Kürdistan’ın kurulmasına destekliyoruz ama zamanı şimdi değil diyerek karşı çıktı, ilk etapta kısmi destek veren anlaşmanın taraf devletleri İngilizler ve Fransızlar hemen u dönüşü yapıp Barzani’yi yanlış yönlendirdik açıklamalar yaptılar, bölgede olan diğer Kürt hareketlerinin bazıları hiç istememelerine rağmen yalandan destek açıklamalarıyla geçiştir diler, bazıları da kılıf olarak karşı çıktılar çünkü bağımsız Kürdistan söylemleriyle insanların kandırıp beyinlerini yıkıyorlar, artık Kurul Said’i kullanacakları bir şey kalmayacaktı, işte benim naçizane fikrim beliriyor. Bunların amaçları belli devlet ve kanun uzmanları bunu çok çok iyi biliyorlar daha bilmediğimiz şeyleri de bu sorunu erteleyerek benim dönemimde olmasından amiyane tabirle Halının altına süpürülerek çözümü daha da zorlaşan büyük bir sorun bırakılıyor. Bence yapılması gereken şuydu, Kürtler benim 1000 yıllık kardeşim beraber savaşmışz beraber yaşıyoruz, dinimiz bir örfümüz bir akraba olmuşuz, Kardeş olmuşuz yıllardır bizi birbirimize düşürmek için neler yapmadılar ki, hala da yapıyorlar. Şehitlerimizin kayıplarımızın ve maddi manevi yaralarımızın Haddi hesabı yoktur. Herkeste bunu bilmektedir. Artık buna bir son veriyoruz birinci Dünya Savaşı ndan sonra imparatorluğumuzdan ayrılan herkes devlet kurdu bir tek ihanet etmeyen devlet kurmayan orta doğudaki Kürt lerdır. Artık zamanı geldi biz kuruyoruz diyerek tüm Kürt, Türk liderler kanaat önderleri halkların sevdiği kişiler toplanacaktı.

Nasıl ki Azeri kardeşlerimizle iki devlet tek millet diyoruz,  bu seferde üç devlet tek yürek olmuş milletlerz diyerek dünya yar olduğu sürece yöneticiler siyasiler değişse de dünya savaşları çıksa da aklınıza gelebilecek ne olursa olsun bu kardeşlik bozulmayacak diyorsak askeri konular ve diğer tüm konularda anlaşmalar yapılıp halklara sunup %100 yakın oranda evet alınırdı kim karşıda çıksa tüm halklar nazarında Meşruluğunu Kaybedip bitişi olacaktı ismi cismi ne olursa olsun karşılarında halklar duracaktı Buda fitnenin sonu olurdu, sorunun bu şekilde çözüleceğini düşünüyorum ama maalesef ki olmadı yazımı okuyan herkese şu soruyu sorup düşünmesini isterim, şeytanların bizi canlı canlı yemek isteyen sırtlanların yanı başımızda bize düşman ettiği yöneticileri ile ve halkının bir kısmı ile dinsiz bir Kürdistan kurulmasını mı istersiniz. Yoksa yönetici ve halkıyla %90 ının Sana kardeş olup hiçbir sınır sorunu kalmadan ülkemizden 1 cm Alan kaybedilmeden özgürce birbirlerine geçişleri olan kucaklaşan ticaret yapan yeri geldiğinde de birlikte orta Doğu’yu yöneteceği bir Kürdistan mı istersiniz. Şunuda belirtmek isterim ki devletimiz barış sürecindeki zamanında ki dönemde olsaydı destek verme olasılığı daha fazla olabilirdi, ama şu andaki durumumuz ortada akan kanın ve verdiğimiz mücadele maalesef ki Ve gelelim şu anki can alıcı noktadaki durumumuzun çözümüne çözüm nedir:? Her şeyden önce devletimiz ilk açılım sürecindeki kararlılığından birtık daha kararlı olup tüm siyasiler her şeyi göze alacak ve geçmişten bugün daha tecrübeliler çünkü bu ülkede yıkılmaz denilenin tabuların çoğuda yıkılmıştır. Örneğin: geçmişte Kürt yoktur diyenler savaş Çığırtkanlığı yapanlar şimdi Kürt kardeşlerim demekle diğer söylemleri ise çok yumuşamıştır, bunun gibi sayısızca örnekler vardır. Yani barış için çok büyük mesafeler kat edilmiştir. İçerdeki akrepler de dağda olsun şehirde olsun, devletin içinde olsun, fazla zehir akıtamazlar, alenen fitne veremezler eskisi gibi devletimizin ilk yapacağı iş tüm şehitlerimizin, gazilerin, aileleri ile görüşülüp öyle bir kısmını toplayım Yemekler gelsin bir siyasetçi çıksın standart propaganda tarzında konuşma yapsın klişe söylemlerle değil Türk, Kürt siyasilerin sanatçılarının halk nazarında itibar gören güvenilen, sevilen halka malolmuş, halktan gelen profesörler, hukukçular biri oğlunun şehit vermiş, bir oğlunu da kaybetmiş aileler seçilecek hatta ev hanımından esnafına kadar her kesimden kişiler seçilip heyetler oluşturulacak şehit ailelerine birebir görüşmeler yapılıp. Evlerine gidilip saatlerce her şeyi açık açık anlatılacak üzerimize oynanılan oyunlar hatalar rant, çıkar vs yani tüm gerçekler ve şu söylenecek sözlerin yaşadığı bu acıları diğer halkımızdan olanlar yaşamasın bu kardeşkanı, bu fitne son bulsun ki inanıyorum ki gerçekler anlatıldığı için şehit ailelerimizin hiçbiri karşı çıkmaz, ve bu ailelerin çoğu bu süreçte aktif rol oynayacak Halka açık oturumlar paneller çalıştaylar yapılıp üniversitelerde sempozyumlar başında tartışma programları değil birleştirmeye programları yapılacak halka 81 ilin meydanlarında devlet yetkilileri ve oluşturulan heyetlerle kardeşlik buluşmaları yapılacak.

Nasıl ki demokrasi nöbeti tutulduysa o zaman da barış nöbetleri tutulacak, süreç bu şekilde başlatılarak organize olunursa karşısında kimse duramaz, barış masasındaki devlet ve öğüt görüşmelerindeki anlaşmazlıklar Kibirler nefsani davranışlar dış müdahaleleri halkın bu duruşu bastırmış olacak, kimde masadan Kalkarsa halkı kaybedecek herkezin gerçek niyeti ortaya çıkacak çünkü bu şekilde kardeşlik atılımlarında yapılan çalışmalar tamamen halkımıza birbirlerine kenetlenmiş olacağından kimsenin fitnesi ise yaramayacak geçmişteki açılım sürecindeki hatalar yapılmayacak haburda yapılan gibi yanlış organize gerçi yanlış mı bilinçli mi sırf barış olmasın diye fitne çıksın diye yapıldı ve yaptırıldı mı hala şüpheli her şeyi mütevazi şekilde üstünlük taslayıp zafer kazandım edalarıyla değil, cahillerin gazlamalarıyla fitnecilerin Galyan larıyla hareket edilmeyecek, böyle yapan kim olursa olsun niyeti iyi de olsa Gözünün yaşına bakılmayacak. Devletten ve herkezden hak ettiği davranışı görecek, zaten her şey bitip Kucaklaş olacağı zaman bir bahar havası olacak, herkes huzurlu ve güvende olacak sembolik anlamı olan bir gün seçilip gelecek yıllarda barış bayramı olarak kutlanır, çözümün başarıya ulaşması böyle bir barış atılımıyla gerçekleşir, son olarak itilaf konuları olan siyasi konular tavizler hapishanelerin boşaltılması, İmralı dağdan iniş özerklik değil güçlendirilmiş yerel yönetimler ve bir çok konuyu analiz dışından bırakmak durumundayım, çünkü bunların analizi çok çok uzun ve çetrefilli konulardır ki siyasi devlet istihbarat sosyolojik ekonomik boyutları detaylı incelenerek yapmak gerekir. Onu da tek yazıda yazmanın imkanı yoktur, bu analizleri en doğru şekilde yapacak konuların ehli olan kişilerdir. Diğer yapılan analizlerde doğru olsa da eksikleri olur.10’dan dolayı yazaman son verirken kardeşçe birlik beraberlik barış içinde bir hayat sürmeniz dileklerimle Rabbim cümlemizin yar ve yardımcısı olsun. Baki selam ve dua ile, ALLAHA EMANET OLUN

EDİTÖR               

www.musabyasirozen.com.tr

Mevlana - İnsan

İNSAN

Hz Mevlana’nın yedi kör ile bir fil hikayesini bilir misiniz: bu hikayede fil hakkında bir şey bilmeyen yedi kör insandan önlerindeki bir fili tarif etmeleri istenir. Körlerden biri filin bacağını tutar ve fili sütuna benzetir, diğeri dişlerini tutar ve fili mermere benzetir, kuyruğunu tutan bir başkası, fili kırbacı, kulağını tutan ise onu yumuşak deri bir kumaşa benzetir… Vs vs. Tabii ki bunlar filin farklı yönlerini kısmen açıklayabilir, fakat fili ancak bunların bütünüyle izah edebiliriz.

İnsan en az bilinen varlıktır. Aslında bildiğimizi sandığımız, çoğunlukla da tek taraflı ele aldığımız bir varlık. Gördüğümüz kadarıyla Mevlana’nın hikayesindeki gibi, herkes kendi bakış açısından anlatır insanı. Oysa biyolojik, fizyolojik, anatomik, psikolojik yönlerinin yanında, sosyolojik, felsefi, tasavvufi, dini, estetik vs yani maddi-manevi bütün cepheleri ile birlikte Bir insanın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmez mi? Onu bir bütün olarak ele aldığımızda ise görürüz ki doğru bilgi için bu bakış açılarının hiçbiri ihmal edilemez.

İnsan

Böyle söylemekle birlikte günümüzde bilim o kadar ihtisaslaşma yoluna girdi ki, artık bütünü kavrayabilmek oldukça zorlaşmaktadır. Bu durumda adeta bakan başka gören başka biri olmakta ve insanlar teferruat da bulmaktadırlar. Pozitivist tıbbın veya felsefeyi anlayışların insanın sırrını çözememesinin sebebi belki de budur. Tarih boyu insan kendini ve Konumunu sorgulamıştır. Kendinin farkında olan ve kendini sorgulayan tek maddi varlıktır, aslında insan. “Ben neyim, nereden geldim, niçin geldim, neden buradayım, vazifem ne ve nereye gitmekteyim?” Gibi yüzlerce soruyu cevap aramıştır, ve bu arayış halinde sürmektedir. Bu sorulara filozoflar aklın sınırlarını zorlayarak, farklı cevaplar getirmişlerdir. Fakat bütün insanlığı tatmin edecek bir cevap bulamamışlardır. Dinlerde bu bağlamda kendi inanç çerçevesi içinde çözümlerini ortaya koymaya çalışmıştır. Son birkaç asırdır insan ihmal edilerek kenara itilmiştir. Bu yüzden dünya uzun süredir insan bunalımına sahne almaktadır. Zaman ilerledikçe insan dünya telaşı ve koşuşturması içerisinde unutulmakta, bayağılıştırılarak bir tüketim ve istismar vasıtası haline getirilmektedir. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insan kendini meyhanelere, eğlence ve alışveriş merkezlerine, stadyumları atarak mutlu olmaya çalışmaktadır.

“Cihan ara cihan içindedir araya bilmezler,

 Ol mahiler ki Derya içredir deryayı bilmezler”

Cihanı süsleyen Allah Cihan’ın içinde gizlidir ama insanlar onu görmesini (aramasını) bilmezler. Bu hal tıpkı denizin içinde olupta denizi bilmeyen balıkların durumuna benzer. Burada şairin hitabı balıklara değil, tabii ki insanlardır. Cahil insan çevreye bakar ama görmez, hatta düşünmez. Kendisi ve kendisinin hizmetine verilmiş bütün evren hakkında düşünmediği için de balıklardan farklı kalmaz. Pakistanlı şair ve fikir adamı Muhammed İkbal Sözlerinde ne kadar da haklıdır; 

Yıldızlara yol keşfindesin

Lakin kendinden bir habersin

Aç gözünü kendini, bir an tohum gibi

Topraktan dirilsin bir ağaç gibi.

Sokrates - İnsan

Büyük filozof Sokrat ise insanın kendini tanıması konusunda şunları söyler;

İnsanın kendini tanıması, hayran hayran kendini seyretmesi demek değildir. İnsanın hem ne olduğunu hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır. Nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendisine sormasıdır”

Her alanda gerçeğe ulaşmak ve başarılı olmak insanı tanımaktan geçer. İnsanı tanımak onu anlamaktır. İnsanı bilmek ve anlamak maksadıyla asırlardır nice filozoflar, nice ilim adamları kafa yormuş, nice peygamberler toplumları aydınlatmak için dil dökmüşlerdir.Bütün bunlara rağmen insan halen kendini bilmeyen bir meçhuldür. Eski yunan da felsefe insanı tanımak için yapılırdı. İslam’da ise, “kendini bilen Rabbini bilir” denilerek insanı tanımadan Rabbimizin tanınamayacağı söylenmektedir. Bu bağlamda irfan sahibi olmanın ilk merhalesi de zaten kendini tanımaktan geçer. Muhammed İkbal de bu manada “sen insanı tanımadan, Allah’ı nasıl arıyorsun?” Demiştir.

İnsanı anlamak için onu bütün yönleriyle keşfetmek; somut ve soyut yönleriyle, duygu ve arzularıyla bir bütün olarak değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla alemin sırrı insandadır. Onu Çözdüğümüz zaman bütün alemi anlayabileceğiz diye düşünmekteyiz. Bu yüzden bu zorluğu ve bir o kadarda muhteşem sorgulamaya başlamaya ne dersiniz? Böyle yapmakla adeta bir damlaya  bir deryayı  sunmaya gayret ve cüret etmiş oluyoruz.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

İslâmiyetin muzdarip insanlara neler getirdiğini ve Hazreti Muhammed’in tebliğ eylediği İslam talimatının beşeri yeti nice hizmetleri olduğunu Laiki ile anlayabilmek için, o zamanki dünya ahvaline söyle umumi bir nazar atif etmek yerinde olur. Miladi altıncı asırda dünyanın üstünü kalın siyah bulutlar kaplamıştı. Dünyada insanlığın en muhtaç olduğu şey olan huzur ve sükun, asayiş ve emniyet kalkmış gibi İdi. Dünyanın bir çok köşeleri kanlı dolaşmalara sahne oluyordu.

Şöyle ki; İspanya ve cenubî Fransa’da saltanat davaları yüzünden siyasi buluşmalar, kargaşalıklar vardı. Fransa’da Vizigotlarla Franklar arasındaki savaşlar tarihin en hazin sahifelerini yazıyordu. Anglo Saksonlar İngiltere adasını istila etmişlerdi. Orada da kanlı buluşmalar oluyordu. Bugünkü medeni geçinen ve kendini ilerlemiş ilan eden İngiltere, o zaman vahşet içindeydi. Koyu bir zülüm ve zulmet içinde bocalıyordu. İtalya’da Romalılar eski şöhret ve emniyetini kaybetmiş o koca imparatorluğun merkezi olan Roma şehri sırf bir dini merkez haline gelmişti. Bir Roma-germen milleticam yası yapmak, yeni bir gol bir Roma İmparatorluğunu kurmak isteyen Theodoric bunu yapamadan ölmüş; Dahili ve harici entrikalarla sarsıldıktan sonra Roma’da kurduğu bu gelmen Got Hakimiyeti nihayet bulmuştu. Bu hakimiyetin hududlari Sicilyadan tuna kaynaklarına ve Dalmaçya Alpleri’ne kadar uzanan sahalarda bulunuyordu.

Bizans, eski tarihi şöhreti silinmiş, Sünlük bir halde idi. Sarki Avrupa garpten , Ren nehrinin döküldüğü yerden başlayarak Doğu’da Tuna’nın ağzına kadar kargaşalık içinde çalkalanıyor, yeni yeni istilalara maruz bulunuyordu. İskandinav yollar Norveçliler, Danimarkalılar, Gotların ve Hunların Ağırına koyulmuşlar, İstila peşinde idiler. Milletler geçiyor, devletler çekiyor, bu memleketlere Hristiyanlık yeni yayılıyor, eski İpçi Tai dinin izleri siliniyor, mezhep ve din mücadeleleri oluyordu. Avrupa’da vaziyet kısaca böyle bir manzara arz ediyordu. Asya’ya gelince, o da Avrupa’dan hiç de aşağı değildi. Lisanların ve fikirlerin kaynağı olan hind Ve Tibet siyasi ve felsefi meselelerin en gariplerine sahne olan Çin, iç ve dış harflerle, dinin münazaralarla birbirlerine girmişler, boğazlaşıp duruyorlardı. Asya’nın simali, o zaman henüz malum bile değildi. İran ise Bizansla daimi bir harp halindeydi. Irak mezhep kavgalarına sahne olmuştu. Afrika’da ise, Romalılar ve Yunanlılar, Mısır’ın kanını emiyorlar; O eski medeniyet ülkesini sömürüyorlardı. Afrika’nın ihmalini aynı siyah bulutlar kaplamış, Korkunç fırtınalar kasıp kavuruyordu. Bütün dünyayı saran bu ahu aldır kurtulabilmiş tek bir ülke vardı; Arabistan Yarımadası. İşte İslam’ın zuhurundan önce dünyanın vaziyeti böyleydi.

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

İSLAMİYET ÖNCESİ DÜNYADAKİ SINIF FARKLILIKLARI

Bütün dünyada sınıf farkları vardı. Köleler esirler pek acınacak halde bulunuyorlardı. Heleki kadınların bir çok haklardan mahrum tutuldukları, erkeklerin evinde bir köle muamelesi gördükleri, eşya gibi alınıp satıldıkları göz önüne getirilirse İnsanlığın ne kadar acıklı bir vaziyete düştüğü kolayca anlaşılabilir. İslamiyet zayıfların hamisi olarak ortaya çıkmıştır. Her nevi sınıf farklarının ortadan kaldırılıp, dünyanın hala erişemedimyi müsavatı tam bir şekilde iyi Dame ve tatbik etmiştir. Fransız büyük ihtilalinin binlerce insan konuyla yazdığı hukuki beşer beyannamesinden, bugün birleşmiş milletler beyannamesinden o zaman eser yoktu. Bunları, bundan 14 asır önce İslam peygamberi, veda hacında bütün insanlığı çok belli bir tarzda ilan etmiştir. İlerde etrafiyle bahsedeceğimiz o hutbesinde, cihan Sümbül nutkunda büyük İslam peygamberi, Bütün insanlığa hitap edecektir. Burada bir münasebete arz edelim ki, bir şeyin ilanı başka, tatbiki başkadır. Nasıl ki tatbik edilemeyen nice beyannameler ve beyanat vardır. Halbuki İslam’ın ilave tesis ettiği şeyler tatbik edilmiştir. Misal mi istiyorsunuz. İşte Hazreti Ömer dünyada adaletin timsali olan bu mübarek zat, hem demiş ve hem de dediklerini öylece yapmıştır.

Herkes adaletten ve demokrasiden bahseder. Fakat Hazreti Ömer gibi dediklerini aynen tatbik edebilen hani? Ömer hak bildiği ve hak olduğunu söylediği şeyleri bizzat kendisine yapmıştır. Laf kolaydır, fakat iş güçtür. Dediklerini tatbik edenler azdır. Dava adamı, iş adamı olabilmek, halkı kendisini örnek alabilmek, işte büyüklük budur. Halkın başına geçtikten sonra, kendisinin halktan Bir fert olduğunu Unutmadan yaşayabilmek; İşte Hazreti Ömer’in cihana hayran eden azametli buradadır. Halk yamalı elbise giyerken o süslü elbiseler içinde giremez. Halka taze et dağıtırken evinde ekmeğini zeytinyağına banarak yer. Koy serin elçileri onu, kırda bir taşı başına yastık yapmış uyurken bulur. Halk adamı işte böyle olur. İslamiyet insanlığa böyle misaller ve örnekler vermiştir. Ve böylelikle insanlığı kurtarmıştır yoksa beşeri yetin bir çareliği, perişanlığı sürüp gidecekti. Dünyanın o zamanki manzarası pek içler acısıydı. Beşeri yetin nasıl bir Duruma düştüğünü biraz daha belirtmek için insanlığın yarısı olan kadınların ahvalinden de bahsedecek olursak.

Kadını içtima iyi durumu Araplarda çok kötüydü. Fakat diğer milletlerde sanki daha mı iyiydi, asla! Gerek Asya ve gerek Avrupa’da kadın hukuku yoktu. Hiçbir kadın hak sahibi sayılmazdı. Erkek istediği zaman onu boş ver, istediği zaman onu alırdı. Kadın eşya gibi telakki edilirdi. Evde hizmetçi derecesinde tutulurdu. Yahudi kızları babalarının evlerinde bile bir hizmet kar gibiydi. İcabında satılırdı. İranda Mazdek, kız kardeş ve ona ile evlenmediği bile caiz gören, çözüm olabilirdin kurmuştu. Zar dürüstlük de kız kardeş ile evlenmeyi kabul ediyordu. Bu vaziyete düşen kadınlıktan ne beklenirdi?

Çin ve hint gibi eski milletlerde, kadının ne kadar acıklı bir halde tutulduğu herkesçe belli bir şeydir. Eski kavimlerde kadının mevki, her nedense, çok geride tutulurdu. Bilhassa Hint’te kadın pek zavallı bir mahluk addolunurdu. Kadının hiçbir hakkı yoktu. Kadın zevk aletiydi. Rahibeler bile Fesada vasıta yapılırdı. Silahlarının Musikiyi ve raksı sever Olduklarına inançları olduğundan muhabbetlerde bir çok Rakkaseler papazların her emrine amade bulunurdu. Kadınlar (vedaları) okumaktan ruhlara yapılan ayinlere katılmaktan ilahlara kurbanlar takdim merasimine iştirakdan memnun idiler. Kadının dinini, efendisine hizmetten ibaretti. Ölen kocasının naşi üzerinde de kendisini yakmak suretiyle kurban eden sadık zevce, en asil ve en iyi kadın diye bütün hint muhabbetlerinde tebcil olunurdu. Bu ne kötü bir adettir. Dul kalan kadın, böyle feci bir suretle yakılarak kurtulmuş sayılırdı. Çünkü ona olmadığı takdirde böyle bir kadının duçar olacağı yegane akıbet, en müthiş sefaletti. Hiçbir feylesof ve mütefekkir dullarındüğü Çar oldukları bu feci zulme karşı nefret seslerini bile duyurmamıştır. Hindularca kadının mevkii çok alçak tutulurdu. Kadın hakkında “Manu” Da şöyle denmektedir;

“Kadınların murdar temayülleri vardır. Kadınların Seciyesi zayıf, ahlakları fenadır. Bunlar gece gündüz tahakküm altında bulundurulmalıdır”
İranda Mecusi Zerdüştler’in devrinde kadınların geçirdiği tahakküm ve mahkumiyet de çok fenadır. Kadın bu devirde erkeğin şehvetine mahkum olan bir esirden ibaretti. Bir İranlı en yakın akrabası ile bile evlenebilirdi. İstediği zaman boşanmak da serbesti. Bu işi onun keyfine bağlıydı. Kadınları İnfra de mahkum etmek, yalnız İranlılara mahsus bir adet değildi. Yunanlılar da. Kadınları evlerinde kilitler ve bunların umum arasında görünmelerine müsade etmezlerdi. İranda kadınları muhafaza için harem Ağları kullanmak en eski zamanlardan beri soyia idi. Yunanistan’da olduğu gibi İranda da odalıklar almak adet olmuştu.

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

Şimali ve gol bir Avrupa, İslamiyetin zuhuru sırasında koyu bir kararlılık içinde yüzdüğünden oradaki aile hayatını bilemiyoruz. O karanlık içinde kadının durumunun ne olduğunu sezmeye imkan yoktur. O günün efendisi sayılan biz hasta ise kadının durumu şöyleydi; Kadın erkeğin malı 7,10 da istediği gibi tasarruf hakkı vardı. Hayatı ve ölümü eşini elindeydi. Köle muamelesine tabi tutulurdu. Kadın evvela babasının, evlendikten sonra kocasının, kocası öldükten sonra oğlunun esiri idi Kadın bir şehvet metan Olarak addolunurdu. En medeni olan Atinalılar arasında bile kadın, çarşılarda satılır, başkalarına ihale olunur, zevke tabi bir aletti. Kadın sırf evin düzeni, çocuklara bakmak için lazım olan, fakat buna rağmen fena addolunan Bir şeydi. Eski yunan da ailede baba hakimdi, çocukları satabilirdi. Eski Fransa’da da hal böyleydi. Eski Roma aile teşkilatında baba reis idi. Reis çocuklarını istediği gibi tasarruf eder, aileden satar ve aile disipline aykırı harekette bulunan aile efradını öldürebilirdi.

Hazreti İsa kadınlar hakkında çok hayır halktı. Fakat hıristiyan Avrupa-putperest Avrupa gibi kadını hakir görmekten kendisini bir türlü kurtaramadı. Kadın ile erkek arasındaki münasebete başka gözle bakarak eski görüşlerden ayrılanmadı. Kadın köle mevkinden kurtulamadı. Muhtelif devirlerde zaman zaman ortaya atılan felsefe meseleleri arasında bile karışan şu meseleler, kadın hakkındaki o kötü Tellakkinin devamında başka birşeymidir? Ona mesuliyet var mı, yok mu? Yoksa hayvanlar gibi mesul değil mi? Bu gibi acayip şeyleri ortaya çıkaranlar bulundu. Kadının ruhu olup olmadığını tartışılırdı. Hristiyanlık, şevkat ve merhamet duygularını çok fazla önem verirdi, putperestliği yıkmak için gelmişti, fakat bunlar tersine dönüyordu. Halk ölülerin ruhlarına tapıyordu. Azizlerin muhalefatı takdis yapılıyordu. Kilise kendi fikrine muhalif olanları amansız eziyordu.

Bütün cihan medeniyetlerinin gözü önünde Hıristiyanlığın tarihinde Namık ( Aziz) olarak kaydoldu lan birinin eliyle ve teşviki ile asil bir kadın gayri kabili tavsif bir şekilde katledilmiş ve bu aziz son asırda kendisini müdafaa edecek ve hattı hareketini maruz gösterecek bir adam da bulmuştu. Trapez de beli sahifeleri Hıristiyanlığın feci cinayetlerinden biri olarak yaşayacak olan bu cinayet Tasvir etmektedir. Dershanesi İskenderiye’nin bütün servet ve ihtişamıyla dopdolu olan güzel, hakim ve fazilet kadar bir kadın dershaneden çıktığı sırada hıristiyan müte asıpları tarafından Taarruza uğramıştı. Kendilerini din müdafi ileri addeden bu haydutlar, bir çare kadını arabasından çekmişler, üstünü başını tarumar ederek tamamıyla üryan bir Halde sokaklarda sürüklemişlerdir. Korkudan kendini kaybeden bir çare kadın en yakın kiliseye götürülmüş ve orada azizin eliyle katledilmişti. Buna müteakip Üryan ceset parça parça edilmişti. Kadının etleri kemiklerinden ayrılarak ateşe atılmış ve bu suretle bu şeytani cinayeti nihayet verilmişti. Hristiyanlık, bu cinayetin faili olan bu Haydudu aziz mertebesine yükseltmiş. Fakat kurban edilen Hipath yanın intikamını Amr İbnu’l AS’ın muzaffer kılıcı almıştı.

İçtima i hayatın bozulduğu , ahlak bağlarını çözüldü, fazilet nizamlarının, cemiyet kaidelerinin ihlal ettiği böyle bir zamanda Hazreti Muhammed yeni bir din ve nizam getirmiştir. Bu dinde, kadının mevki çok muhteremdir. Kadında merhamet, hürmet esastır. Kadın erkek değişik haklara sahiptir. Kadın ve erkek gibi itikadi, ameli ve ahlaki hükümlerle mükellef, iyilikle amel, Kötülükten nehy İle memurdur. Erkeklere okumak farz olduğu gibi kadınlara da farzdır. Kadın muamelat ve ukubat da tıpkı erkek gibidir. Mali, nefsi ve zimmeti üzerinde istediği gibi tasarruf hakkına maliktir. Kimsenin iznine ve hâkimin müdahalesine ihtiyacı yoktur. Evlenme, alım, satım, kiraya verip alma, bağışlama, emanet etme, kefil olma, havale yapma ödünç para verip alma, şirket kurma, vekâlet, Sulh ve ibra, dava ve İkrar gibi bütün hususlarda İslam hukukuna göre erkek gibidir. Kadın da erkek gibi gayrimeşru fiil ve hareketlerin de Malen, vicdanen mesuldür, mirasta erkekten noksan olması, ihtiyaca, kar ı ve Çocukları infak külfeti koca üzerine almasına, şehadette iki kadının bir erkek makamında tutulması, Şahadeti tahammüldeki zaafına diyeti erkeğin diyetinin yarısı olması soy kudretindeki noksana bingeldir.

İSLAM İDEOLOCYASININ DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

Bununla beraber bazı hallerde bir kadının şahadeti bile kabul olunup onunla hüküm verilir. Bundan da anlaşılıyor ki birkaç mesajı da kadın ile erkek arasında görülen fark, insan hakları bakımından değil kadınların hususiyetleri bakımındandır. Hatta İslam şeriatında, kadınlar siyasi haklara dahi maliktirler. Hazreti peygamber efendimiz onların da fiyatlarını kabul ediyordu, kadınlarda rey veriyordu. İmamı azamın İçtihatına göre Kadınlar hakim de olabilirler. Doktor, hasta bakıcı olan nice kadınlar vardır. Talim ve tedris işlerine kadınlar da iştirak etmişlerdir.

Bütün bunlar meydanda iken nasıl oluyor da, “İslamiyetten önceki devirde Arap kadını, bilhassa iktisaden müstakil olduğu takdirde, sonraki zamanlardan çok daha fazla bir hürriyete sahip bulunuyordu” diyebilir ve hakikatleri bu kadar ters göstermeye kalkışır. Sırası gelince bu mesele üzerinde uzun boylu duracağız. Burada bu kadarcık İşaretle iktifa ediyoruz. İşte Hazreti Peygamber’in İslam dinini tebliğ için ALLAH Tarafından gönderilmesinde önce dünya ahvali bu merkezdeydi. İslamiyet muzdarip beşeri yetin kurtarıcısı olmuş ve beşeriyete muhtaç olduğu şeyi getirmiştir. Hülasa, İslamiyetten evvel dünyanın hiçbir yerinde huzur yoktu. Romalıların bozuk ahlakı, sefalet her tarafı kaplamıştı. Bizans çöküş halinde bulanıyordu. Bütün dünya vahşet ve zülüm içinde idi. Hayır ve faziletin namına anan yoktu. Herkes şer kuvveti ile iş görüyordu. Hak kuvvete mahkumdu, Kalplerden merhamet silinmişti, şevkat ve merhamet getiren Hristiyanlık bile, eskiden mensuplarının gördüğü acıların intikamını almak sevdasında idi. Yahudiler neler yapmıyorlardı baş dakilerin en büyük gayeleri harp idi dünyayı ateşe verip kan ve alev içinde insanlar boğulurken, gezi met toplamak istiyorlardı. Şehirler yıkılıyor, ülkeler Arap oluyor, hastalık ve sefalet dünyayı kırıp geçiriyordu fitne ve fesat kasırgaları her tarafı kasıp kavuruyordu. Dünyadan el çekmiş keşişlerin manastırlarında ve eski felsefe kırıntılarını taşıyan bazı âlimlerin mesailerinde ancak ümit veren bir selamet ışığı görülüyordu, fakat onlar da azdı, boğulmaya mahkumdu. Emniyet ve huzur, adalet ve asayiş-Beşir’in en muhtaç olduğu bu şeyler-yeryüzünden kalkmış, barbarlık yeryüzünü kaplamıştı.

Hasılı cihan pek karanlık ve karışık bir haldeydi. Islahı bir peygamberin zuhuruna muhtaçtı. Bütün ümitler, Yahudi ve hıristiyan dinlerinin müjdelediği ahir zaman peygamberilerine yönelikti. Bütün dünya zulmet içinde bu kurtarıcının zuhurunu dört gözle bekliyordu. Mukaddes Beyt’in bulunduğu Mekke’de doğan Muhammet abdullah, işte beklenen bu kurtarıcı idi.

M.YASİR ÖZEN

www.musabyasirozen.com

error: İçerik korunuyor !!!