MUSAB YASİR ÖZEN - SALİH MİRZABEYOĞLU

Salih Mirzabeyoğlu’nun Yayınlanmış Eserleri

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in tabiri ile “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk çilesi sesi” cennet mekan Salih Mirzabeyoğlu’nun hem vasiyeti hem de manevi mirası bakımından “büyük doğucu “her gencin okuması ve okunmasına vesile olması gereken çok kıymetli eserler.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

Salih Mirzabeyoğlu’nun Kitapları

  1. Bütün Fikrin Gerekliliği/Fikir
  2. Aydınlık Savaşçıları/Destan
  3. İdeolocya ve İhtilal/Fikir
  4. Yaşamayı Deneme/Roman
  5. Münseat/Münseat
  6. Tarihten Bir Yaprak/Fikir
  7. Kültür Davamız/Fikir
  8. Damlaya Damlaya/Fikir
  9. Anafor/Şiir
  10. Necip Fazıl’la Başbaşa/Fikir
  11. Müjdelerin Müjdesi/ Hikayeler
  12. İslama Muhatap Anlayış
  13. Kayan Yıldız Sırrı/Şiir
  14. İstikbal İslamındır/Fikir
  15. Gölgeler/Roman
  16. İbda Diyalektiği/Fikir
  17. Dil ve Anlayış/Fikir
  18. Kökler/Menakıb
  19. Marifetname/Fikir
  20. Kavgam/Fikir
  21. Kavgam 2 /Fikir
  22. İktisat ve Ahlak/Fikir
  23. Hakemiyat/Fikir
  24. Şiir ve Sanat Hakemiyatı/Fikir
  25. Hukuk Edebiyatı/Fikir
  26. İşkence/Gözlem
  27. Tilki Günlüğü 1 / Ruhi Roman
  28. Tilki Günlüğü 2 / Ruhi Roman
  29. Tilki Günlüğü 3 / Ruhi Roman
  30. Tilki Günlüğü 4 / Ruhi Roman
  31. Tilki Günlüğü 5 / Ruhi Roman
  32. Tilki Günlüğü 6 / Ruhi Roman
  33. Hakikat-ı Ferdiyye/Fikir
  34. Sahabilerin Rolü ve Manası/Fikir
  35. Başyücelik Devleti/Fikir
  36. Yağmurcu/Fikir
  37. Üç Işık/ Fikir
  38. Adımlar/ Fikir
  39. Paratuka/ Fikir
  40. Hırka-i Tecrid/ Fikir
  41. Büyük Muztaribler2/ Fikir
  42. Sefine/ Fikir
  43. Telegram/ Fikir
  44. Büyük Muztaribler 3/ Fikir
  45. Elif/ Fikir
  46. Büyük Muztaribler 3/ Fikir
  47. Furkan/Lügat
  48. Berzah/ Fikir
  49. Büyük Muzdaribler 4/ Fikir
  50. Erkam/ Fikir
  51. Madde Nedir?/V

“Salih Mirzabeyoğlu’na ait eserlerin temini için İbda Yayınları internet sitesini ziyaret edebilir, (0212)528 33 07 telefon numarasından irtibat kurabilirsiniz”

Çatalçeşme sok üretmen han no:29 kat:3/316 Cağaloğlu/İSTANBUL

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

BİR KEŞF-İ KADIM OLARAK BÜYÜK DOĞU VE NECİP FAZIL

Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[ref]Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 7-10.[/ref] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir. Bidayeti Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder.

İlkeleri

Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder.

Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini müşahhas hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar.

Bedevi:

– Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.

– Bilakis ben onu senden satın aldım.

– Aldığına dair şahit getir.

Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar.

Huzeyme:

– Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [ref]Ebu Davud, Kada, 3604.[/ref]

– Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[ref]İbn Hacer, el-İsabe, II, 339.[/ref]

Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz.

Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen kayıtsız şartsız teslimiyet vardır.

İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir.

Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır.

Ashapta ki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister. Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler:

– Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım.

– Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız?

– Evet.

Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet iner:[ref]Bkz. Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, III, 15-16.[/ref] “İnsanlardan öyleside vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”[ref]Bakara(2): 207.[/ref]

Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede görülmektedir.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Tarihi Süreç

Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar.

Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için Onun millet bünyesine nisbetle konumunu kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”[ref]Kısakürek, Hitabeler, s. 250.[/ref]

Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne ibare de, ne de manada problem kalmıştır.

Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır.

İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hâkim olmuştur.

Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder.

Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürühu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarib insanlar medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların müfredatına sığınır. Büyük ruhlu âlimlerin açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vucutlar” gibi kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür.

Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır. Zira bu devirde Müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu. Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye götürüp İbn Kemal çapındaki âlimlerle meclise alamadık. Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi. Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek “ulu hocalardan” yoksunduk.

Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri bulamadı. “O bir arslandı fakat pençeleri yoktu.”

Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde, ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı.

Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in düşüncesinin tekelinde idi.

Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikâp etti ve “Türkü madde planında kurtardıktan sonra mana planında helak etti.”

Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Âdem olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken, muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun:

“Burada erdi Musa

Burada uçtu İsa

Bülbül burada varsa

Hürriyet için öter.

Ne örümcek ne yosun,

Ne mucize ne füsun

Kâbe Arab’ın olsun

Çankaya bize yeter.” diyordu.

Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye anlatıyordu.

Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı.

Tahribat öylesine etkindi ki bu dönemde ayakta kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan âlimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf inkılabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza attılar.

Kaşgari Dergâhında insanları irşad eden Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip İslam’ın emrine amade kıldı.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

NECİP FAZIL VE BÜYÜK DOĞU DİYALEKTİĞİ

Önce Necip Fazıl’ı tanıtacağız ve dolu dolu olan hayatından köşe taşlarına yer vereceğiz. Yaşadığı dönem ve kuşaklar arası köprü rolü üzerinde duracağız. Verdiğimiz dönem tasvirinde de görüleceği üzere İslâm’ın devlet plânından el çektirilmesi yanında bütün kültürel, estetik, gelenek vs. değerlerinin de yıkılması söz konusu olmuştur. İşte böyle bir ortamda zuhur eden Necip Fazıl, kuvvetli ve cezbedici fikriyatı yanında İslâmcı mücadeleyi de başlatıcı olmuştur. Onun hayatı ve mücadelesi eserleri ile birlikte bir bütün hâlinde tezahür etmiştir. Necip Fazıl’ın beslendiği noktalara inmek amacıyla derleyip toparlayabildiğimiz kadarıyla onun kaynaklarını da tesbit etmeye çalıştık. Aynı maksadla gelenekte bağlı olduğu kolu incelerken getirdiği yenilik mevzuuna da bu bahis içinde yer verdik. Zira Necip Fazıl hem geleneğe bağlı hem yenilikçi bir yapı arz etmektedir. Yine bu minvalde İslâm’da klasikleşen fıkıh, kelam ve tasavvuf geleneklerini kısaca izah edip Büyük Doğu’nun bunların içindeki yerini işaretledik.

Büyük Doğu İdeolocyası’nı teşkil eden eserleri de kısaca tanıttık. Necip Fazıl’ın mürşidi Esseyyid Abdülhakîm Arvâsi’nin kilit rolüne dikkat çekerek onun hayatından tablolarla meseleyi izah etmeye çalıştık. Büyük Doğu’nun üzerindeki tuğra ismin Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî olduğuna ve İslâm’a muhatap anlayışın ondan beslendiğine dikkat çektik. Necip Fazıl’ın hayat hikâyesinde de incelendiği üzere yetişmesinde ve mihrakını bulmasında etkili olmuştur. Değerlendirme ve sonuç bölümüyle çalışmamızı nihayetlendirdik.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

NECİP FAZIL’IN HAYAT HİKÂYESİ

1904 yılında İstanbul Çemberlitaş’ta bir konakta doğar. Çocukluğu emekli Ağır Ceza Reisi ve Mecelle’yi kaleme alan heyet içinde bulunan büyükbabası Mehmed Hilmi Efendi’nin ilgisi ve terbiyesi altında geçer. Dört-beş yaşında su gibi okuyup yazmaya başlar. Altı-yedi yaşlarında bile yakıcı bir hayalin her şeyin ötesine sürüklediği farklı bir yaratılış. Dokuz-on yaşındaki çocukta metafizik düşünceler. Değişik mekteplerde ilk eğitim macerası. Birinci Dünya Harbi ile yeryüzü allak bullak iken büyük babasının vefatı. Heybeliada Numune Mektebi’ni bitirdikten sonra Birinci Dünya Harbi’nin sonlarına doğru Bahriye Mektebi’ne girer. Çocukluğunun son basamaklarından delikanlılığın ilk basamaklarını geçirdiği Bahriye Mektebi’ndeki beş yılı (12-17 yaşları arası) hayatının en güzel beş senesi olup şahsiyetinin temel duyguları orada pişer. Dış yüzden olsa da tasavvufa ilgisi orada edebiyat hocası vesilesi ile olur. Orada okul maceraları da zengindir. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın daima ruhunda kanayan bir yara hâlinde hep BİR ve BİRİNİ arama etrafında helezonlar çizen bir hayat. Şiire orada 12 yaşında başlar, vesilesi, anneciğinin hastane odasında ona, “Senin şair olmanı ne kadar isterdim!” deyişi. Atlarken, zıplarken dahi onu bırakmayan amma gurur da olmayan, “başarmak için yaratıldım” duygusu. Çilesi, dönem dönem olan Necip Fazıl’ın ilk çilesi de orada başlar. Öyle ki tabiî zevklerinden, bütün insan ve eşya münasebetlerini idare eden emniyet duygusundan kuşku duymaya başlar. Bir sabah kalkar da “dil ve idrak zeminini yerinde bulamazsam” diye kuşkulara düşer. Beynini sokan akrep düşünceler onda başlamıştır.

İlk şiirleri Yakup Kadri’nin yönetimindeki Yeni Mecmua’da çıkar, henüz 17 yaşındadır. 1921 yılında Darülfünun’a imtihanı kazanarak felsefe bölümünde öğrenim görür. O daha üniversiteye girmeden bu yaşına kadar kendisiyle fazla ilgilenmeyen ve annesinden de ayrılan babası 33-34 yaşlarında vefat eder. Darülfünun’dan sonra Sorbon Üniversitesi’ne felsefe bölümüne gider. Ancak Paris’te öğrenimini tamamlamadan geri gelir. Büyük şehirlerin boğucu havası içinde “fildişi kule” denilen hodbinlik hisarına çekilir… “Genç şair” olarak şöhreti yakalamış, Örümcek Ağı ve Kaldırımlar şiir kitapları yayınlanmış (1928) ancak mutlak hakikate memur şiir anlayışına henüz varamamıştır… Banka memuriyeti yılları, Anadolu’ya gidip gelişler, İstanbul’da daralıp Anadolu’ya açılmak, sonra Anadolu’da patlayıp İstanbul’da ferahlamak şeklinde cereyan eder. Ancak hiçbiri çözüm değil, daralmak ve parlamak esas… Kendinden kaçmak ve içindeki sabit fikirleri uyutmak için düştüğü kumar iptilası ve daldığı bohem hayatı onu uzun müddet bırakmaz.

Nihayet bir akşam üzeri vapurda karşılaştığı bir yolcu ona şiirinin ve fikrinin üstünde ruhunu doyuracak olan ismi verdi ve Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerine varış ve ona kapılanış. Yıl 1934.

1934-1943 yılları Necip Fazıl’ın Abdülhakîm Efendi ile fizikî ve ruhî beraberlik yılları olup şeyhinin vefatından sonra da ruhî beraberlikleri sürer. Necip Fazıl onunla ilk karşılaşmasında ona çarpan duyguyu “müthiş bir vakar ve heybet…” olarak vasfeder. Şeyhinin her an en büyük bir huzurda oluşunun edep hâli de onu cezbeder. Ve daha sonraki sohbetlerinde kafasındaki çetin bilmecelerin çözümlerine erer! “Üstün haberci” diye vasfettiği Efendi Hazretlerinden aldığı ilk fikir ise şu olmuştur: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”

Beylerbeyi’nde annesiyle yaşayan Necip Fazıl, dokuz yıl boyunca fasılalarla Eyüp Gümüşsuyu’nda Kaşgârî dergahında irşad edicisi ile temaslarını sürdürür. Ancak birden olmak bitmek yok, tedrîcîlik prensibi gereği yavaş yavaş ve sıra sıra ile oluş prensibi geçerlidir. Bulmak yetmez, ermek gerek! Üstelik nefs belası devamda. “Üstün haberci”yi bulduktan sonraki bu gidiş-gelişler arasında Çile şiirini yazıyor; öyle ki oradaki “Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un, / Kustum, öz ağzımdan kafatasımı” mısralarını teşbihten öte aynen yaşıyor. Herkesin rahatlık içinde sahiplendiği hazırlop dünya yıkılıp gidiyor, nasıl bir dünya kurulacağının sancısı başlıyor idi. İmâm-ı Gazalî’ye medrese kürsüsünü bıraktıran şüphe ve arayışa benzettiği bir hal, kanlı fikir çileleri başlıyor. “Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor; / Mekânı bir satıh, zamanı vehim.” şeklinde “iğneli fıçı”dan mısralar buna işaret. Öyle ki “Benden bedahet hissi kaldırılmış idi.” der. İşte böyle fikir ıztırabı çeken için İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan okuduğu “Bir irşad ediciye varmadan olmaz!” satırları derdine hitap ediyordu. Ötelere açılan ve topyekûn kâinatın hesabını veren “Büyük Kapı”yı aramış ve bulmuş idi. Necip Fazıl’ın bir mürşide kapılanması, “Bir şeyhim olsun, bir cemaatim olsun, manevî huzur da bulayım.” kabilinden olmayıp, kâinatı elekten geçirmek isteyen bir cins kafanın hafakanları ve arayışları sonucu vardığı nokta idi.

1936’da sanat ağırlıklı ve 17 sayı çıkan Ağaç dergisini yayınlar. Değişik üniversitelerde hocalık yapar. 1941’de Neslihan Hanım’la evlenir. Altı çocuğu olur. Çocuklarının isimleri de enteresan. Erkek çocukları, Allah Resûlü ve büyük sahabîlerin isimlerini ifade ediyor: Mehmet, Ömer, Osman, Ali. Erkek çocukların sonuncusu olan Ali, küçük yaşta öldüğü için pek bilinmez. Kız çocukları ise Hz. Peygamberin hanımı ve kızının isimlerini ifade ediyor: Ayşe ve Zeynep.

Kurtarıcısını bulduktan sonra da süren metafizik buhranı üzerine ona söylenen şu: “Sık sık gelin, sohbet sizi açar, inşallah ferah bulursunuz!” Efendi Hazretleri, o döndükten sonra sık sık ağırlık geçirirmiş. Şu sözler Efendi Hazretlerine ait: “Cemiyetteki ruh hastalıkları imân eksikliğinden doğuyor…” “Kur’ân şifadır, fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbi… Pis borudan şifa gelmez.” “İlim cehli izale eder, ahmaklığı değil.”

Bu yolda tövbenin tedrîcî olduğu, yana yana pişmenin gerektiği ve içine gelen hatar-vesveselerle mücadele etmesi öğretilen Necip Fazıl’a derhal namaza başlaması ve evlenmesi gerektiği ihtar edilir.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

Sanat çevrelerinde “Bir mısraı bir millete şeref verecek şair.” diye eller üstünde tutulurken, Müslümanlığı bayraklaştırdıktan sonra aynı çevreler tarafından, “Sanatına kıyan geri adam.” diye yaftalanır.

“Kalemime fetih ve inkişâf onunla geldi.” diyen Necip Fazıl, o güne kadar bütün eserini kendi tabiriyle “bir buçuk kitapçıktan” ibaret görür iken, o büyükten aldığı feyzle yüz cilde varan eserler ortaya koymuştur.

1942 yılında Efendi Hazretleri’nden aldığı nurla yepyeni bir gençlik yoğurmaya karar verir ve 1943-1978 yılları arasında Büyük Doğu dergileri fasılalarla 40 yıl çıkar. Türlü zorluklara ve kapatmalara rağmen bir ara günlük gazete olarak da yayınlanır. 1944 yılında Büyük Doğu ilk defa Vekiller Heyeti kararıyla kapatılır. Kapatma sebebi de, matbuata Başvekil Şükrü Saraçoğlu tarafından yollanan, “Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!” şeklindeki tamim üzerine Büyük Doğu dergisinde yayınlanan, “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.” hadisidir.

Necip Fazıl’ın Efendi Hazretlerinin vefatının arkasından, ilkinden tam on yıl sonra yaşadığı ise ikinci manevî buhranı, 1944 yılındadır. “İmânıma musallat olacaksa canımı al!” duası bu devrededir. Manevi buhranları devre devre ve altı büyük buhran şeklinde tecelli etmiştir.

Biyografide araya girip şöyle bir not düşelim: Bir kişinin hayatını onun gayesi ve mânâsına göre değerlendirmek gerek; mesela, çiftçiyi çiftçi gibi, sanatçıyı sanatçı gibi yorumlamalıyız. Necip Fazıl alelâde bir insan olmadığı için onun malûm hayatının kıvrımlarına o gözle bakmamız icap eder. Dolayısıyla onun çileleri sıradan bir insanın nefsî dertleri gibi değerlendirilemez. Onun hapishanedeki sıkıntıları da adlî bir suçtan içeride yatan gibi de değerlendirilemez. Onun “ben” demesi de benlik olarak ifade edilemez.

1946’da Büyük Doğu’nun kulak resimli kapağının üstündeki “Başımıza kulak istiyoruz!” yazısı yüzünden dergi kapatılır ve Necip Fazıl’a dava açılır. 1947’de ise Borazan adlı haftalık mizah gazetesini yayınlar ve buradaki CHP eleştirileri yüzünden bir yıl mahkeme koridorlarında dolaşmak zorunda bırakılır. Kişileri davalarına göre değerlendirmek gerektiğinden Necip Fazıl’ın çıkardığı Borazan dergisini, isminden de kinaye, Sahib-i Zaman’ın kalk borusu olarak da yorumlayabiliriz. Hükümet baskı, tehdit, şantaj ve para teklifiyle Necip Fazıl’ın Demokrat Parti aleyhinde yazı yazmasını sağlamaya çalışır, ancak muvaffak olamaz.

1952’de Malatya suikasti vesilesiyle hapse konuluşu… Sayısız hapislerinden biri…

1960 İhtilâlinde Toptaşı Cezaevi’nde hapis nöbetindedir… Oluş çilesi ve imtihanlar devamda… İllet, kıllet, zillet eksik olmuyor mü’minin hayatında… Onun, “Baba katiliyle baban bir safta! / Bir de, geri adam, boynunda yafta…” mısralarında olduğu gibi… Necip Fazıl en zor anlarında, “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez!” âyetinin onun için kurtarıcı olduğunu ifade eder…

Necip Fazıl için durmak yok, hatta bunu davaya ihanet olarak görüyor. Anadolu’yu tutuşturan ve sayıları 300’ü bulan konferanslar atağına 1963’te başlar. 1972 başlarında Almanya’ya kadar sıçrar ve büyük bir gençlik kitlesi yoğurur. Gördüğü rüyaların konferanslarda bizzat tecelli edişi, Allah’ın Sevgilisi’nin müjdesine kavuşması…

1967-1977 yılları arasında MTTB’nin organize ettiği konferanslar ile mukaddesatçı gençliği oluşturur ve iman şuuru verir.

1968’de İdeolocya Örgüsü son şeklini alır. Vahidüddin kitabı yayınlanır. Abdülhamid Han eseri, Fikir Tiyatrosu tarafından sahnelenir. TBMM’de İsmet İnönü gündem dışı söz alarak Büyük Doğu aleyhinde kürsüden konuşur.

1972 ilkbaharı üçüncü çile devresidir; hapishane çileleriyle beraber altıncısı, metafizik oluş çileleri bunlar… Efendisinin vefatından sonra tasarrufu ve onu pişirmesi olarak gördüğü, ilahî ceza ve sonu lütuflar… Bu “kapıya köpek”, bu “gemiye paspas” olmaktan daha büyük rütbe tanımayışı ve “ölmeden önce ölme” sırrına ermek için çabalayışı. Necip Fazıl, “Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık” mısraındaki gibi, işlenmedik günahın vebalini yüklenen cemiyetçi bir mütefekkirdir.

 

1978-1983 yılları arasında kitap-dergi formatında 13 sayı Rapor’lar yayınlanır.

1980 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Necip Fazıl’a Sultanü’ş-şuara töreni düzenlenir, “Büyük Kültür Armağanı” verilir.

“Vahidüddin-Vatan Haini Değil! Büyük Vatan Dostu” adlı 1968 yılında yayınlanan eseri tekrar toplatılır ve mahkemeye verilir. 1982 yılında, iki sene hüküm giyer ve hastalığı nedeniyle infazı ertelenir. Bu infaz cezası üzerinde iken vefat etmiştir. Necip Fazıl, bu milletin tarihi, vicdanı ve dinî şuuru olmuştur. O, “Biz sussak mezarımız konuşacak!” demiş idi. Bugün yaşananlara baktığımızda devir hâlâ onun fikriyatını ihtar eden devirdir. Yani, o, eskimemiştir ve tazeliğini korumaktadır.

25 Mayıs 1983 tarihinde bu dünyadaki çilesi sona erer. Yetişmesinde büyük emeği olan mukaddesatçı gençlik, sıkıyönetim engellemelerine rağmen defaatle kurulan asker barikatlarını aşarak cenazeyi Fatih’ten Eyüp girişine kadar omuzlarda taşır. Üstad’ın cenazesi ancak Demirkapı’da cenaze aracına konulup emniyet kordonu altında Eyüp Sultan’da Kaşgârî dergâhı yolu üzerindeki kabrine defnolunur.

Not: Necip Fazıl’ın otobiyografik üç eseri vardır. “O ve Ben”de kurtarıcısını merkeze alır. “Babıâli”de ise sonunda her şey yine kurtarıcıya bağlansa da madde ölçüsüyle kendisi merkezdedir. “Kafa Kâğıdı” eseri ise ruhî roman tarzında ve yarım kalmış veya yarım bırakılmıştır. Aynadaki Yalan romanında ve Cinnet Mustatili isimli cezaevi hatıralarında ona ait bilgiler bulsak bile biyografi tarzı eserler değildir. Biz daha ziyade “O ve Ben” eserinden istifade ile bu hâl tercümesini hazırladık.

NECİP FAZIL’IN YAŞADIĞI DÖNEM VE KUŞAKLAR ARASI KÖPRÜ ROLÜ

Osmanlı’nın son döneminde doğan Necip Fazıl, Cumhuriyet’in ilânında 19 yaşında idi. Necip Fazıl, İslâm ilim ve kültürünün Cumhuriyet devrimleri ile yasaklandığı ölü bir dönemde mücadelesini verdi. Müslümanlar tarihte ilk defa devletsiz kalmış, üstelik onun mısralarındaki ifadesiyle, “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” durumuna düşmüştü. Tarihin pek kaydetmediği bu zulme karşı gencecik bir delikanlı olan Necip Fazıl’ın henüz pişme aşamasında olduğunu söyleyebiliriz.

1928 yılında Harf İnkılâbı ile geçmişle bağları tamamen koparılmış olan Müslümanlar, İslâm ilim-irfan hazinesine yabancı kılınmıştır. Körü körüne bir Batı taklidçiliği başlamış, alfabesinden giyim kuşamına, hukukundan his dünyasına kadar Batı’dan kopya edilmiştir. Destanlık çapta bir düşüş yaşayan necip milletin hâlini Necip Fazıl’ın Destan isimli şiirinde ölümsüzleştirdiği mısralardan verelim:

“Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;

Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!

Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;

Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.” (Kısakürek, 2015, s. 407)

Sığ ve ucuz devrimlere dayanan Cumhuriyet rejiminin tek parti diktatörlüğü ile Müslümanlar sindirilmiş, şapka giymeyenler darağaçlarında sallandırılmış, Allah’ın kelâmı Kur’an’a varıncaya kadar İslâmî eserler yasaklanmış, ezan-ı Muhammedî susturulmuş, dil ile oynanmış ve kurbağacaya döndürülmüş, tarih hakkında destanlık yalanlar uydurulmuş, kutsal değerlere ve ecdada (Osmanlı) hakaretler edilmiş, Batı kültür ve yaşayışı maymunvarî taklid edilmiş, iktisadî olarak da halk yoksulluğa itilmiş ve Ankara’da burjuva sınıfı doğmuştur. Böyle bir hengâmede Necip Fazıl, sanatçılara has fildişi kulesini terkederek cemiyet meydanına atılmış, bütün bu haksızlıklara karşı milletin ve tarihin sesi olmuştur. Tarihin benzerini kaydetmediği bütün bu zulümlere karşı Büyük Doğu ismini verdiği manifestosu ile bütün oluş ve olamayışların hakikatini göstermiş, “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diyerek, milletin vicdanına tercüman olmuştur. Necip Fazıl, bu milletin iç sesidir. Onun için çok tutulmuş ve sevilmiştir. Dıştan gelen bir ses gibi algılanmamış; kuru bir propaganda olarak görülmemiştir.

“Şairler olmasaydı tarih ve medeniyet bilinemezdi” denmiştir. Tarihe tanıklık eden şairimiz Necip Fazıl bu sefer Muhasebe isimli şiirinde, cemiyetin tam tersi bir değişimini “ahşap ev” metaforu içinde şöyle mısralara döker:

“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!

Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,

Orta kat: “Mavs” oynayan annem ve âşıkları,

Alt kat: Kız kardeşimin “Tamtam”da çığlıkları.” (Kısakürek, 2015, s. 403)

Sosyal, siyasî ahlâkî bütün alanlarda tepetaklak olmuş bir cemiyette kendini idrak eden Necip Fazıl, muztarip bir entelektüel olarak, “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! / Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!” diyerek ortaya atılır. “Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana” mısraları ile de irtica yaygaracılarına ilk muhatap olan kişi olduğunu anlıyoruz.

Necip Fazıl’ın 1977 yılında yurtdışında Arapça olarak bastırdığı ve bizde 2019 yılında Put Adam ismiyle Türkçeye çevrilen eserinde ise sathî ve köksüz devrimleri o dönemin lideri olan şahsın üzerinden bütün ayrıntılarıyla anlatır. Devrimlerin seviyesini ve hâlâ süren heykelciliği Muhasebe isimli şiirinde şöyle hicveder:

“Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak;

Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.

Mavalları bastırdı devrim isimli masal.

Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin;

Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin!” (Kısakürek, 2015, s. 404)

Beş asırlık tarih dilimiyle birlikte içinde yaşadığı 20. yüzyılı da muhasebe eden Necip Fazıl’ın tarih muhasebesi, işin ruhunu vermesi açısından çok pratik ve ufuk açıcıdır. İdeolocya Örgüsü eserinde “Tarih Hükmü-Nasıl Bozulduk” ana başlığı ve “İslâm Nasıl Bozuldu” alt başlığında beş dönemde inceler. Birinci dönemde Kanunî’den başlattığı bozulma alametlerini, ikinci dönemde vecd ve aşkını kaybetmek şeklinde 2-2,5 asırlık dönemi anlatır. Tanzimat’ın sahte ve köksüz çığırı üçüncü, Meşrutiyet’in şuurlu bozuluşu ve yıkılışı ise dördüncü dönem olur. Son dönem olarak ise bir oldu bitti ile kurulan Cumhuriyet rejimi anlatılır ve “Giden şey İslâm, gelen şeyse hiçti.” diyerek Kemalist devrimlere işaret edilir.

Necip Fazıl’ın kuşaklar arası köprü rolünden de kısaca bahsetmek istiyorum. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Osmanlı Devleti’nin son devrinde idrak eden ve temel eğitimini Osmanlıca alan Necip Fazıl, gençliğini, yetişkinliğini ve eserlerini de Cumhuriyet devrinde vermiştir. Necip Fazıl, İslâm’a karşıtlık ve Batıcı temelde kurulan Cumhuriyet rejiminde mücadelesini vermiş ve ömrü bu ıztırap içinde geçmiş, hâl ve istikbâli bütünleyerek çağına damgasını vurmayı bilmiştir. Tabiî ki bu hâl, çok sancılı olmuştur.

Necip Fazıl, İslâm nesilleri arasında doğan kopukluğu giderici bir rol üstlenirken, yeni İslâm gençliğinin ihtiyacı olan duyuş, düşünüş ve davranışına dâir de öncü olmuş, ilke ve prensipleri ortaya koymuştur. Zira yaşadığı dönem böyle bir zarureti dayatmaktadır. Üstad, fiilî olarak kritik bir nesil döneminde zuhur ederken fikrî olarak da kritik bir vazifeyi yerine getirmiştir. Hem gelenekle bağı ihya etmiş hem de yepyeni bir fikriyat ortaya koymuştur. Her yüzyılın yenilenmesi ve yeni nesillere İslâm’ın yeniden sunulması şartı, bilhassa alt-üst oluşların yaşandığı böyle bir dönemi düşünürsek, Necip Fazıl’ın rolü ve mânâsını da daha iyi kavramış oluruz.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

İSLÂMCI MÜCADELENİN BAŞLATICISI

Cumhuriyet döneminde eserlerini ve mücadelesini vermiş olan Necip Fazıl, fikir, sanat ve aksiyon adamı idi. Bozulmanın tarihî köklerine (Kanuni’ye) kadar gidip beş asırlık tarih muhasebesini yapar ve Batı’yı da kritik ederek Büyük Doğu İdeolocyası ismi ile yeni bir toplum projesi halinde dünya görüşünü kurar. Hem fikirde, hem fiilde İslâm’ın tekrar yükselişi için düşünce plânında sistemini kurarken yerine göre düşünceden önce gelen his dünyasını da inşa eden Necip Fazıl, “Gençliğe Hitabe”sinde ifadesini bulduğu üzere, Anadolu insanının iptal edilmiş hislerini iâde etmek üzere aksiyona da geçer. Necip Fazıl’ın ihyâ ve inşâ ediciliği güçlü bir his ve estetik temel üzerinde (imân öfkesi ve sanat çabası) bir dünya görüşü ile yükselmiştir. Onun gözükara ve devrimci mizacı ise İslâm’daki imân ve amel birlikteliğinin tezâhürü olmuştur. Aynı zamanda kurucu rolü gereği Cumhuriyet sonrası İslâmcı mücadelenin başlatıcısıdır. Hareketi fiilde ve fikirde hedeflendirmiş, istikametlendirmiş, dost ve düşman kutuplarını işaretlemiştir.

Üstad’ın, “Asıl ruh hayatımı, ruhumun kafa kâğıdını resimlendirmek isterdim.” tesbiti çerçevesinde yukarıdaki değerlendirmelere şunları ilâve edelim. Onun hayatını iki devreye ayırmak mümkündür: Esseyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleriyle tanışmadan önce (1904-1934) ve tanıştıktan sonra (1935-1983). Her ne kadar Efendi Hazretleriyle tanışmadan önce imân ve itikad sahibi olsa bile, onunla tanıştıktan sonra mihrakını bulmuş ve bu gaye uğrunda bir misyon yüklenmiştir. Ve Efendi Hazretlerinin vefatı ile birlikte 1943 senesinde Büyük Doğu dergi ve gazeteleriyle cemiyet meydanına atılmış, şeyhinden aldığı ilhâm ve istikâmetle yeni İslâm gençliğine vücut vermek üzere zuhûr etmiştir. Öyle ki Necip Fazıl’dan beslenmeyen İslâmcı bir münevver yoktur. Bu milletin ruh kökünü oluşturan ve Cumhuriyet devrimleriyle kurutulmak istenen dinî hayatını yeniden canlandırmıştır. Bu milletin mayasında Üstad vardır.

Çile ve hapis hayatına rağmen, Anadolu’yu bir ağ gibi örer, konferanslar serisiyle dâvâ taşını gediğine koyar ve yüz küsur eser verir. Büyük Doğu mektebine bağlı ve onu yürüten mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’ın misyonunu çok güzel hülâsa eden şu tesbitini burada verelim:

“Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzâhta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam… İSLÂM’A MUHATAP ANLAYIŞ’ın dünya görüşünü örgüleştiren adam. Dâvânın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, istikametlendiren; İslâm’ı eşyâ ve hâdiselere tatbik edebilmenin “nasıl”ını çerçeveleyen adam… Bunun sembol şahsı Büyük Doğu Mimarıdır!” (Mirzabeyoğlu, 2015, s. 64)

Necip Fazıl’ın şiirlerini de, fikirlerini de, polemiklerini de, ferdî oluş ve arayış mânâsında “ben” demesini de, bir dönem bohem hayatını da onun misyonu ile birlikte düşünmek gerekir. Onu sadece bir usta şair veya kahraman diye anmak yetersiz olur. O, Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî tarafından namluya sürülmüş bir kurşundur ve şaşmaz bir şekilde hedefini vurmuştur. Anadolu’ya ve İslâm âlemine kurtarıcı fikri teklif etmiş, İslâm büyükleri gibi derin izler bırakmıştır. Onun orijinalliği ise, sistem bütünlüğünde yepyeni bir ideoloji inşa etmesi ve buna göre Müslümanları şekil ve ruh olarak yoğurmasıdır.

error: İçerik korunuyor !!!