Tag musab özen

MALCOLMX

MALCOLMX

(Büyük Doğu’nun Batı’daki Devrimci Sesi)

İtalyan maceraperest kaptan Kristof Kolomb’un önderliğindeki Nina, Pinta ve St.Maria isimli üç gemi sakince Amerika Kıtasına ulaştı. Aynı sırada bu gemilerden binlerce kilometre uzaklıkta, Afrika’da sakince bir yaşam süren milyonlarca insan kendileri aleyhine yüzyıllarca sürecek olan acı ve gözyaşı atmosferinin başladığından habersizdi

Üç geminin açtığı on meşhur yoldan yüzlerce gemi Amerika kıtasına doğru yola çıktı. Avrupalı halklar yeni kıtaya sökün etmeye başladıklarında, sonradan Amerika ismini verecekleri bu topraklarda Kızılderililer yaşamaktaydı. Fakat Avrupa’dan gelen beyazların bu Toprakları, yüzyıllardır burada yaşayan yerlilerle paylaşma niyetleri yoktu. Öyle de oldu. Avrupalıların hakkı kuvvette gören anlayışı sonrası dört asrı kapsayan zaman dilimi içerisinde yaklaşık 70 milyon Kızılderili katledildi. Avrupanın doymayan nefsi Kızılderilileri yok etmekle kalmadı. Yeni kurdukları çiftliklere ucuz işgücü sağlamak için Afrika’ya insan avcıları hücum etmeye başladı. Sakince yaşayan siyahi insanlar zorla topraklarından koparıldı zencilere vurularak gemilerle yeni kıtaya beyaz efendilerine hizmet etmek için köle olarak isimlendirilip Amerika kıtasına doğru yola çıkarıldı. Daha sonra “özgürlükler ülkesi” (sözde) olarak anılacak ABD’de garip bir biçimde buraya zorla getirilen Afrikalılar XIX. yüzyıla dek ilk üç yüzyıllarını Köle olarak geçirdiler. Garipti başlı başına çünkü. Söylemle eylem birbirini tutmuyordu, bu topraklarda. Misal 1776 senesinde yine bu topraklarda İngiliz kralı üçüncü George’a başkaldıran koloni önderleri bir bildirgeyle tüm insanların eşit olduğunu Dünya aleme duyurmuştu. Bu bildirgenin önde gelen yazarı ise Thomas Jefferson’s du. Kendisi kültürlü, demokrasiye inanan bir insandı. Ama gelin görün ki tipik Amerikalı olarak kendi kaleme aldığı bildirgedeki 250 siyahi köleye uygulamadı. Uygulamadığı gibi bunu ahlaki bir sıkıntı olarak görmeyecek kadar kördü.

MALCOLM LITTLE işte böyle bir sosyolojik ortamda 19 Mayıs 1925 yılında Nebraska da gözlerini dünyaya açtı. Hıristiyanlığın Baptist Mezhebine bağlı, Reverend Eorl Little adlı bir rahibin oğluydu. Babası, Amerika’da siyahlara karşı uygulanan ağır ırkçılığa tepkili bir din adamıydı. Bu topraklarda ki siyahların Afrika’ya geri dönmediği sürece asla özgürlüklerine kavuşamayacaklarına inanıyordu. Malcolm‘ un Omuzlarında ayrımcılığın ağır baskısı yanı sıra bir de siyahların hakları için mücadele eden bir ailede doğmanın zorluğunda yüklenmişti. Zorluklar kendini göstermekte gecikmedi. Malcolm henüz 4 yaşındayken Ku Klux Klan adlı siyah karşıtı, ırkçı bir terör örgütü evlerini ateşe verdi. Aile fertleri can kaybı yaşamadan yalan evden kendilerini dışarı atmayı başardı. Felaket, can kaybı yaşanmadan atlatıldı ama bu olay Malcolm’un belleğinden hiç çıkmayacaktı. Ama asıl darbe 1931 senesinde geldi. Babasının faili meçhul ama siyah nefreti sonucu olduğu malum bir cinayette kurban gitmesi, onun zor olan hayatını daha da zorlaştırdı. Malcolm, yedi kardeşiyle birlikte başka ailelerin yanına evlatlık verildi. Ruh sağlığını yitiren annesi de akıl hastanesine yatırıldı.

Zor şartlar Malcolm’un öğrenim hayatını da olumsuz etkiledi. Amerikan toplumda siyahlara karşı uygulanan ayrımcı düşüncenin ağır darbelerini alan Malcolm, başarılı bir eğitim süreci geçirse de beyazların dünyasında kariyer yapabilmenin imkansızlığına inanmaya başladı. Zira bu acımasız ortamda kendine bir siyah olarak tanınan en iyi hakkın; Garson, otobüs biletçisi veya ayakkabı Boyacısı olmaktan öteye geçemeyeceğini, çok şanslıysa belki en fazla postacı olabileceğini biliyordu. Aslında bu düşüncesini kesinleştirilmesini en sevdiği öğretmeni ile yaşadığı bir diyaloğun duygusal yıkımı yol açmıştı.Bir gün öğretmen kendisini, hangi mesleği ileride düşündüğünü sormuştu. Malcolm heyecanla Avukat olmak istediğini söylemişti. Bu cevap üzerine şaşıran öğretmeni, bir siyah olduğunu aklından çıkarmaması ve gerçekçi olması iyi kazını yaptıktan sonra marangoz olmasını tavsiye etmişti. Yaşadığı bu diyaloğu yıllar sonra şöyle dile getirmişti kendisi: “Ben onun en iyi öğrencilerinden biriydim. Hatta okulun en iyi öğrencilerinden biriydim ama onun “sizin yerinize “düşünebileceği gelecek bütün beyazları Siyahlar için düşündüğünden hiç de farklı değildi”. Bu düşünce doğrultusunda liseye devam etmeye karar verdi. Bu çaresiz ve öfkeli düşüncelerle Boston’da yaşayan üvey ablasının yanına giden Malcolm, Yaşama tutunmak için elinden gelen her işi yaptı. Böylece hayatı daha yakından tanıdı ve fikirlerin de daha da keskinleşti. Ama asıl kırılma New York’a gidip siyahların yoğun olarak yaşadığı Harlemi tanıyınca oldu. Harlem’de çalışmaya başladıktan sonra hızla kirli bir hayatın içine yuvarlandı. Böyle bir atmosferin doğal sonucu olarak karıştığı bir çok suçu nedeniyle 1946 da hapse mahkum oldu. Ama hapis günleri ona yaşamını değiştirecek yepyeni bir yol sunacaktı.

MALCOLM LITTLE

NATION OF ISLAM İLE TANIŞMASI 

Malcolm bir Kilise rahibinin oğluydu dolayısıyla Hristiyanlıktan başka bir din tanımıyordu. Fakat o dönem Amerika’da siyahların beyaz kiliselerine girmesinin yasak olduğu düşünüldüğünde, hıristiyanlığı da beyaz adamın dini olarak görmesi sebebiyle bu dinden nefret ediyordu. İşte tam bu ruh halindeyken, hapiste Elijah Muhammed adlı birinin liderlik ettiği Nation Of İslam yani “İslam milleti” adlı topluluğa mensup kişilerle tanıştı. Bu topluluğun lideri Elijah Muhammed, Siyah milliyetçiliğini savunuyordu. Hatta Tanrının zenci olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyordu. Beyazlara öfkesi hat safhada olan Malcolm için siyahlara özgü bu din çok cazip geldi. Bu nedenle 1949 yılında, Elijah Muhammed’in öğretisini kabul ederek müslüman oldu, 1952 yılında tahliye edilerek hapishanedeki günlerini yoğun bir okuma programı içinde geçirdi. Tam altı yıl süren hapishane hayatından sonra Malcolm için artık bambaşka bir hayat başlıyordu. Pek çok öfkesi siyah gibi Malcolm’da siyahları amaçsız yığınlar halindeki başıboş bir kitle olmaktan kurtarıp kendine güvenen inançlı bir kitle haline getiren bu topluluğa ilgi gösterdi. ABD’de salih bir İslam inancının pek tanımadığı o yıllarda, itikadı  anlamda Kuran ve sünnet çizgisinde olmayan bu yapının Siyahlar için sosyal bakımdan bir boşluğu doldurulduğu da gerçekti.

Malcolm, adeta kendini Nation Of İslam topluluğuna adadı. Enerjik ve teşkilatçı genç hatip, hemen hemen lider Elijah Muhammed’in dikkatini çekti ve Harlem’de görevlendirildi. Malcolm, siyah davasının isimsiz bir hizmetkarı olduğuna işarette bundan sonra Malcolm X adını kullanmaya başladı. Öyle ki artık kendisi topluluğun lideri Elijah Muhammed’in konuşan ağzı olarak biliniyordu. Malcolm X 1964’te Nation Of İslam hareketinden ayrıldı, hacca gitmek amacıyla Orta Doğu ve kuzey Afrika ülkelerinde bir seyahate çıktı. Ama gördüklerine inanamadı. Çünkü onun 1949’da hapishanede tanıdı topluluğun İslam’ı ile Mekke’de gördüğü İslam bambaşka şeylerdi. Burada dünyanın 4.01 yanından gelmiş, rengi ve ırkı farklı müslümanların Allah huzurunda tam bir eşitlik ve kardeşlik içinde bulunduklarına şahit olduğunda adeta çarpıldı. Bu durum irkilip uyanmasına sebep oldu ve böylece sahih islam anlayışına ulaştı. Malcolm X, ABD’de soludu zehirli ırkçılık ikliminden sonra ilk kez mukaddes topraklarda İslâmiyet inancına dayalı eşitlikçi sosyal ortamı teneffüs etti. Gördüklerinin ona yaşattığı duyguyu şöyle dile getirmişti;

İslam dünyasına geldim geleli on bir gün oluyor; O gün bugündür de gözlerim maviler mavisi ve saçları sarılar sarısı ve tenleri beyaz var beyazı olan Müslüman kardeşlerle aynı yaratıcıya inandığımız için aynı tabaklardan yemekteyiz, aynı bardaktan içmekdeyiz, aynı yataklarda ( yada aynı halılarda) uyumaktayız. Ve yine “beyaz” müslümanların sözlerinde, davranışlarında, tutumlarında; Nijerya’dan, Sudan’dan Gana’dan gelen Afrikalı siyah müslümanların gösterdikleri samimiyetin aynısını bulmak dayım. Hepimizde gerçekten “kardeş” gibiyiz, çünkü bu insanların aynı ilaha yönelen inançları; Kafalarındaki tüm “beyaz” imajları, davranışlarındaki tüm “beyaz” imajları, ruhlarındaki tüm “beyaz” imajları silip almıştır”

Evet Malcolm X Tüm yaşamı boyunca maruz kaldığı ırkçılık ve ayrımcılık zehrinin Pan zehrini bulmanın coşkusunu yaşıyordu. Yani İslamiyeti!

MALİK ŞAHBAZ

Malcolm X Hayatımın bu döneminde artık el-hac malik eş-Şahbaz adını kullanmaya başladı. ırkçılık zehrine karşı hz. Peygamber’in veda hutbesi nde yankılanan sesini yani; “Beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. “ABD toplumuna anlatmak için aynı coşkuyla ülkesine döndü. Hemen faaliyete başlayarak Siyah-beyaz kardeşliğini esas alan bir toplum meydana getirmeyi amaçladı ve bu amaçla Muslim Mosp ve (Müslüman camii) ve Organization of Afro- Amerıcan Unity (Afroamerikalılar Birliği Organizasyonu) adlı teşkilatları kurdu. Malcolm X yani Malik Şahbaz, büsbütün başka birisi olmuştu. Artık davası öfke ve nefret değil birlik ve selamet içeriyordu. ırkçı fikirlerden tamamen sayılmış bir Müslüman olarak beyazlarla işbirliğine açık birisi olmuştu. Her haktan mahrum edilen siyahların muhtaç olduğu eşitlik ve özgürlüğün, Amerika’nın iç meselesi ve bir ırk sorunu değil bütün dünyayı ilgilendirir biçimde bir “insan hakları“ meselesi olduğunu düşünüyordu. Kafasındaki bu yeni yaklaşımı hayata geçirmek için Orta doğuya, Afrika’ya ve Avrupa’ya seyahatlerinde kendisine ilgi çok yüksek oldu. Bilhassa Afrika’da ve Müslüman ülkelerde. Seyahatleri de ister istemez uzuyordu. Bu durumu şöyle dile getirmişti. “Gittiğim her yerde biraz daha kalmam için ısrar ettiler. Bu yüzden her ülkede planladığımdan fazla kalmak zorunda kaldım. Müslüman dünyada, Amerikalı bir Müslüman olduğumu öğrenince hemen seviyorlardı beni.

Her şey yolunda gidiyor gibiydi fakat Malik Şahbaz iki kesimin nefretini üzerine çekiyordu. Beyaz ırkçılar ve siyah ırkçılar. FBI tarafından yakın takip de tutulan ve toplum düşmanı sayılan Malik Şahbaz aynı zamanda yanından ayrıldığı Elijah Muhammed de topluluğu tarafından hain ilan edilmişti. Artık Malik Şahbaz’a ölüm tehditleri yağmaya başlamıştı. Canına kast edilen bazı başarısız girişimler olmuştu fakat birisi çok ciddiydi ailesinin de içinde olduğu evine ateş bombaları atıldı, ve soğuk 1 Şubat gecesi eşi ve çocukları ile birlikte yanmakta olan evden çıkmayı son anda başardı. Tıpkı dört yaşında yaşadığı olay gibi. Bu olaydan henüz bir hafta geçmişti ki 21 Şubat 1965 Pazar günü öğleden sonra, bir konuşma yapmak üzere çıktığı kürsüde “Esselamu aleyküm” diyerek başladığı sözlerine yüzlerce dinleyiciden “ve aleykümselam” karşılığını aldıktan hemen sonra tüm ömrünü haklarını savunmak için harcadığı üç siyah tenli suikastçı tarafından açılan ateş sonucu şehit edildi.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

İSLAMİ DÜŞÜNCE TARİHİ

İSLAMİ DÜŞÜNCE TARİHİ

İslami düşünce tarihi konusunda kaleme alınmış geleneksel çalışmalara baktığımızda bir. İlgimizi ve dikkatimizi çekti. Gerek Müslüman yazarlığın gerekse Müsteşriklerin çalışmalarında, İslam düşüncesi hakkında nedense başka alanlarda rastlamadığımız garip bir paralellik vardı. İslam düşünce tarihi adlı eserin hemen tümü hep aynı düşünür. Bilgin ve yazarları zikr ediyorlar. Örneğin bu çalışmalarda geleneksel olarak, Gazzali, Farabi, Kindi, İbni Sina ve İbni Arabi her zaman ve her fırsatta yer alırlar. Onlar adeta tartışmasız İslam düşünürleridirler.

İslami Düşünce Tarihi” ile ilgili eserlerde Ebu Hanife’yi İmam Safii’yi, Ahmed bin Hanbel’i kolay kolay göremezsiniz. O kadar ketumdur ki söz konusu eserler bu hususta, artık bu zaatların birer İslam düşünürü olmadıklarına karar verirsiniz. Belli ki epeyce eski zamanlardan beri zihinlerde tarafgir imajlar oluşmuştur. Kim tarafından hangi tarihte yapıldığı bilinmeyen, ancak belki biraz tahmin edilebilen bir dönemden beri, vahim sonuçlar Doğurması düşünülmeden, çok yanlış sınıflandırmalar ortaya konmuştur. Özellikle İslam söz konusu ise, falan zat fakihtir, filan zat tarihçi, bir diğeri de düşünürdür, biçiminde bir sınıflandırma esastan batıl bir sınıflandırmadır. Bu septik ve parçacı bölünme ci mantık İslami bir esas üzerine oturmuyor. Sözgelimi yapılan sınıflandırmalarda başkalarına göre meseleyi biraz daha fazla bilen Müslümanı fakih, tarihçi yahut düşünür yapan kriter neydi acaba? Ve böyle bir kriter varsa, onu kim, neye dayanarak koymuştur? Numan Bin Sabit yani Ebu Hanife bir çok Müslümanın ittifakıyla dini üzerinde cidden kafa ve kalbini yormuş, yetkin, bir bilim ve düşünce adamıdır. Ne var ki halkın nazarında bir kötü Şablon onu düşünür olmakta çıkarmış, mezhep imamlığına güya tarif ettirmiştir. Aslında onlar belki bilmeden Ebu Hanife’yi Bir kez de kendisinden sonra gelen insanlar nezdinde gizemli bir kutsiyetin belirsiz bir karanlığına mahkum etmişlerdir.

DÜŞÜNCE

Yine söz konusu ettiğimiz o bilinmeyen çevreler tarafından İslami düşünce tarihlerini adı kaydedilenler, ilginçtir, çok defa Müslümanlık anlayışları tartışma götüren bilim ve düşünce adamlarıdır. Birçoklarınca İslam’ın ona caddesinden sapmakla suçlanmış kim varsa İslam düşünürü diye ortaya atılmış ya da attırılmıştır. Kim varsa ki kendini bile beğenmeyip yapıp ettiklerinden pişmanlık duyan, kim varsa ki zaman zaman tekfir bile edilen, onu İslam düşüncesi kitaplarında görmeniz mümkündür. Hayatı zikzaksız, örnek bir İslam yaşantısı olan düzgün insanlar ise ya fakih ya Sanatçı ya da mahpus luğa hak kazanmıştır. Anlaşılan o ki İslam dünyasında düşüncelerin kaderi maalesef hep Zıtlık, aykırılık, sapma ve dışlanmalarla vasıflandırıla gelmiştir. Sonuçta iki türlü yanlış bizi çepeçevre kuşatmıştır. Birisinde düşünenlerin hepsi yapanlar olduğu Zehabı sinelere yerleşmiştir. İkincisi de sahici düşünenler düşünce tarihi kitaplarında bu gösterememiş ve Müslümanlar tarihlerini, kendilerinden önce yaşama deneyimleri olanları, çok yeri yanlış tanımışlardır. İnsanları benzer yanılgılara sürükleyen nedenler açıktır aslında. İslam vahye dayalı bir dindir ve kaynağı ilahidir. Onun karşısındaki dinler, ya Beşer’in kendi elleriyle bozduğu ilahi Din’in önceki mesajlarıdır-ki onları beşer eli değdirerek beşerileştirmişlerdir. Şimdiki isevilik, Musevilik gibi yahut köken itibari ile de beşeri olan türlü teoriler, felsefeler, insanları etkileyen ve itikat etmelerini sağlayan doktrinlerdir. Siyasal doktrinler olarak demokrasi, teokrosi, ekonomik yönü ağırlıklı doktrinler olarakta ulusçuluk, devletçilik ve benzerleri sayılabilir.

Birileri tarafından, anlaşılan o ki, İslam vahye dayalı bir din olduğundan onun bağlılarının, vahiy varken bir doktrin, bir düşünce üretemeyecekleri yahut üretmemeleri gerektiği gibi bir izlenim yayılmıştır. Eğer vahyin kendisi bir doktrin, bir fikir olsaydı belki böylesi bir izlenimin uyanması  haklı sayılabilirdi. Ancak unutulan nokta, ilahi vahyin, insanın doktrin üreten dimağına, daha çok doktrin üretmesine teşvik hatta emretmek için gönderildiğidir.  Batıda din, beşeri dünya görüşlerine dayalı olabilir. İslam’ın ise bu kavgada, bu çekişme de en ufak bir dahli yoktur. Müslüman din’i alternatif üretmek için düşünmez. Ya da düşünmek her seferinde din’e alternatif üretmek için yapılan bir iş midir? Öyle sanıyoruz ki bu yanlış zahap İslam düşünce tarihi kitapları çoğunlukla aykırı, Vahye zıt düşünceleri öne çıkan bilgin ve düşünürlerin alınmasında önemli ölçüde rol oynamıştır. Düşünürler aykırı fikirleri olanlar, diğerleri ise fakih, tarihçi… Vb…

Yanlış algıların, derinliksiz ve İslam dışı kaynaklardan etkilenen zihniyetin tez elden Müslüman fertlerin zihinlerinden silinmesi gerekir kanısındayız. Çünkü biz Müslümanlar biliriz ki aklımızı da vahyi de bize nimet olarak İhsan eden yüce Rabbimizdir. O aklımızla ( akleden kalple) Ortaya koyabileceğimiz bir doktrin vahiy yoluyla yeniden bize niçin göndersin ki? Vahyin bize ulaştığı, gaybi hakikat düşünerek üstesinden gelinemeyecek alanlara ait haber, bilgi ve tekliflerde. Vahyin bize taşıyıp getirdiği kimi tarihi belgeler, gaybi bilgiler ve kimi yargılar düşünen kalbimize dönük ibretlerle doludur. İnsan, düşünerek, bu belge ve bilgilerin hiçbirisini, kendi gücüyle, ilahi vahiy de mevcut olduğu doğruluk ve isabetlilikte asla saptayamazdı. Çünkü insan düşünme mekanizmasının bunları elde edecek verileri ve gücü yoktur. Düşünmenin faaliyeti, yetki ve güç alanının dışında vahiy yoluyla bize gelen ek nimet ve rahmet, aynı zamanda akıl etme işinin de işleyiş biçiminin rehberliğini yapacaktır. En azından Müslüman zihinler şu paradoksu çözmüş olmalıdır: Akıllarımızın tümü bir araya gelse aklımız gibi bir aklı var edemeyecektir. Bize ayrıca vahiy yoluyla ulaştırılan goybi bilgilerin en yakın tarihlisini ve en kolayını bile yaratamayacağı gibi, vahiy üslubun bir benzerini var edemezler. Öyleyse başkalarının yönlendirmelerine kanarak Müslümanlar aklı vahyin rakibi görmekten vazgeçmeliler. Kaldı ki vahyin karşısında doktrin üretenler, Vahye rakip öğretileri salt beşeri düşünceyle ortaya koyduklarını sananlar ne kadar akıllıdırlar ve vahiy düzleminin yada düzeyinin hangi noktasına kadar ulaşmışlardır.

Akıl ( isim olan değil fiil yani kalbin akletme işi) Özellikle kendisi gibi Allahın bir başka nimeti olan vahiy karşısında onu anlamak için gerekli ve zaruri bir kudrettir, cevherdir. Ve düşüncenin asıl fonksiyonu, faaliyeti, vahye ulaştıktan sonra başlar, böylece istikamet kazanır. Müslümanlar inanırlar ki düşünmek bizatihi vahyin yoluyla gelen bize hatırlattığı ( bir düşünme biçimi olarak zikir) ve emrettiği bir hadisedir. Değil mi ki vahyin taşıdığı haberler, bireysel ve toplumsal yaşamımızı düzenlememiz, Dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmada bize rehberlik etmektedir. O zaman akıl baliğ olur olmaz, yapmaya başlayacağımız ilk iş, İlahi Vahyin tilavet olunan ve olunmayan bütün şubeleri üzerinde düşünmektir. İlk ve acil sorumluluğumuz budur. Müslümanın düşünme faaliyeti ilkin vahiy üzerinde başlar. Müslüman düşünür olarak hatırla ilk gelmesi gerekenler, vahyi yanlış anlayan ve yanlış yorumlayanlar, ona aykırılık edenler değil, belki vahiy üzerinde kalbini ve zihnini yoran fakihler ve Müfessirler olmalıydı. Oysa bir çok İslam düşünce tarihi kitabı fakihleri ve müfessirleri kapsamlarına almamıştır.Müslüman olmayanlar düşünür diye genellikle filozoflarını zikrederler. Filozoflar sa geleneksel olarak birbirlerini geliştirmişlerdir. Ekoller böylece doğmuştur. Yani onların boşa özellikleri birbirlerine aykırılıklarıdır. Birbirlerine aykırı fikirler imal edenler ancak filozof olmaya hak kazanırlar. Bundan daha doğal bir sonuç olamazdı çünkü hiçbir beşerin salt düşüncesi ilelebet müstakim kalacak, herkese doğru gelecek, herkesin onaylayabilirceği bir sözü, bir bilgiyi, bir iddiayı ortaya koyamazdı. Felsefenin karakteridir aykırılık. Felsefe geleneğinin Müslüman düşünce tarihçilerini etkilediği, felsefenin karakterlerine baktığımızda açıkça ortadadır. Anlaşılan Müslümanlar da kendi işlerinden yetişen filozofları yahut filozof gibi düşünce üretenleri düşünür sayma eğilimindedirler.Gönül isterdi ki “İslam düşünce tarihi” yerine sözünü ettiğimiz çalışmalar, Müslüman filozoflar tarihi diye adlandırılırsaydı. Yeniden bir İslam düşünce tarihi yazılsa elbet yalnızca fakihlerle müfessirleri sıralasın istemiyoruz. Üstelik ille de böyle bir çalışma yapma amacı ve iddaamız da yok. Amacımız, düşüncenin İslam dünyasında neden hep aykırılıkları ad olduğu ve neden hep ikinci üçüncü dereceden değeri haiz kılındığının araştırılmasıdır. Ve akıl ile kalbi tevhit etmiş Müslüman düşünceler kuşağının bir neferi olmak, bu imajını güçlendirmektir. Yoksa İslam düşünce tarihinde fakihler ve Müfessirler kadar vahye müşterid Fikir imal eden her mümin kalemini ilahi vahyin uğurun da kullansın her yazar, sanatını vahye aykırı olmayan alanlarda sürdüren her sanatçı peşinen kendisine bir yer edinmiş demektir.  Hatta Müslüman da olsalar, filozoflar bunun aksine İslamdan, İslami alandan uzaklaştıkları nispette İslam düşünce tarihinin belkide aykırı malzemesi olarak anılmalıdır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Melankolik Avrupalı filozof Niçe’nin Örnek insan olarak insanlığa sunduğu üstün insan anlayışı hemen hemen bütün Batı medeniyeti dairesinde benimsenmiş, Batının dünyayı sömürgeleştirme macerasına sebep olmuştur. Buna göre, insan güç sahibiyse değerlidir. Üstün insan egosu, gelişmiş diğer insanlara yukarıdan bakan, üst seviye giyinen, görünüşü, yaşayışı ile diğer insanların üstünde, adeta yarı tanrı insan tipidir. Ona göre, güçsüz insanlar eski Romadaki gibi insanlığın başına beladır ve sürünürler, ancak güçlü insanlara hizmet ettikleri oranda değerlidirler. Bu bakış açısından ortaya çıkan bir çok ideoloji, son iki asırda dünyayı kasıp kavurmuştur. Niçe’nin zihniyeti Darvin ve Freud gibi İlmi adamlarının anlayışlarıyla birleşince materyalist felsefe pekişmiştir. Neticede mesela faşist anlayışa sahip Adolf Hitler Gibi liderlerin üstün ırk oluşturma çabaları sonucu milyonlarca insan katledilmiştir. Bu olay sadece Avrupa’da değil, ABD’de de yaşanmıştır ki; Bu evgenik harekete daha önceki Fikir Klübü  sayfamızdaki makalelerimizde değinmiştik. Komünizm ve kapitalizm gibi ideolojilerde uygulamada farklılıklar içerse de temellerinde Batı’nın bu materyalist bakış açısı ve üstün insan anlayışı yer almaktadır.

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Aynen Roma imparatorluğunda asilzade olmayanlara uygulanan köle muamelesinde olduğu gibi, son 3-4 Asırdan beri batılıların Afrika, Amerika ve Asya’da uyguladıkları sömürge çalışmalarından dolayı Avrupa zaten bozuk bir sicile sahiptir. Amerika’da yer edinmek için yaptıkları Kızılderili katliamları yanında enka ve Aztek medeniyetlerinin izlerinin bile silinmesi, Afrika’daki zulümler ve sömürü incelendiğinde batılı üstün insanların kendi dışında kalan insanlara hiçbir değer verme işi insanlara bakışdaki bu yanlışlığı gözler önüne sermektedir.

Bugün gelinen nokta itibari ile de kapitalizm, bütün insanlığı adeta çok az sayıdaki üstün insana hizmet ettirmek istemektedir. Bugün güç sahipleri, bilim ve teknolojiyi insanları kontrol altına alma ve manipüle etme vasıtası olarak kullanmaktadırlar. Bir kapitalistin çıkarı için yüz binlerce insan acımadan ezilip geçirebilmek de, ülkeler talan edilebilmektedir. ABD de yaşayan çok küçük bir azınlığın ( yaklaşık 400 aile) Maddi varlığının, o ülkedeki yaklaşık 250 milyon insanın maddi varlığından daha fazla olduğunu söylemiştik. Son zamanlarda ABD de başlayan Wall Street İsyanları bu duruma öfkenin “insani” bir tezahürü olarak görülmektedir. Bu sakat insan anlayışının insanlığı mutlu etmediği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Hatta üstün sayılarak adeta dünyayı sömürmeye çalışan kapitalist insanların bile mutlu olmadığı kamuoyuna yansımaktadır. Daha önce kısmen değindiğimiz ve son yıllarda yerleştirmeye çalışan, Popüler kişisel gelişim kültürü ise, batının vahyiden yoksun, dini anlayıştan uzak bu bakış açısının bir sonucudur ve yine üstün insan anlayışına hizmet etmektedir.

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Ön yargılar sebebi ile verdiği mesaj yeterince anlaşılmayan veya yanlış temsiller sebebiyle doğru algılanamayan İslam ise, 15 asırdır bütün insanların tek tek önemini vurgulayıp durmaktadır. İslam’a göre insanın maddeyle tatmin olması mümkün değildir. İnsan içinde yaşadığımız dünyadan istifade etmeli, nasıl biri olmalıdır. Fakat onun mutlu olması ancak manevi tatminle mümkün olacaktır. İslam’a göre, insanın gerçekten hür olması; kalbinde Allah’tan başka hiçbir şeyi ilah tutmamakla mümkün olacaktır. İnsanın kalbinde dünyevi arzu ve istekler ihtiyaç ötesi geçtikçe objektif veya subjektif Tabular bulundukça gerçek hürriyete ulaşması, dolayısıyla huzura ermesi mümkün değildir. Bu yüzden İslam’ın ilk şartı “Lâ ilahe illallah ( Allah’tan başka ilah yoktur) Diyebilmek ve bütün kalbiyle, ruhuyla buna inanabilmektir. Fıtratta bunu gerektirmektedir. Cenabı Allah insanın yaşatan gayesini anlatırken “ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” ( Zariyat : 51/56) demektedir. Bu yüzden kulluk, insan için yüce bir makamdır ve yaratıcı ya teslimiyettir. Bu kulluk bilinci ile hareket eden insan ancak, misyonun gereğini yapmanı huzuruna kavuşacaktır. En önemli vazifelerden biri İslami öğreti ye göre dünyayı güzelleştirmek, iman etmektir. İslam’ın estetik anlayışı bu anlayıştan ortaya çıkmıştır. “Kulluk, insan için yüce bir makamdır ve yaratıcı ya teslimiyettir. Kalbinden bu dünyaya bağlılığı tam olarak adamamış bir insan bu seviyeye ulaşması mümkün gözükmemektedir.”

İnsanın tabiyatı ve çevreye saygısıyla ilgili şu olaydan daha etkisini bulabilir miyiz? Allah’ın Resulü, Taif Seferine çıktığında Ordu’nun yolu üzerinde bir köpeğin yavrusunu gezdirdiğini görürler. Bunun üzerine o yüce insan, “emen ve emziren rahatsız edilmeyecek“ diye emir verir. Bunun üzerine binlerce kişilik ordu yolunu değiştirir, köpek ve yavruları rahatsız edilmez. ( İbni Hisam, siyer). Biz bu olayı bugün insanlara olduğu gibi, hayvanlara da yeşil çevreye de, mesela ozon tabakasına karşıda genelleyebiliriz.

İnsanlara gelince; Mümin bir insanın dünya hayatındaki en önemli beklentisi Allahın rızasını almaktır. Hakkın rızası ise halkın rızasındadır. Yani çevresindeki insanları da kendisine verilmiş birer emanet ( vediatullah) Kabul etmeli ve onlar içinde çalışmalıdır. Çevredeki bu insanlar bazen aile ve akrabaları bazen komşular bazen çalışanlar olabilir. Hepsine karşı insanın sorumlulu vardır. Makamlar yükseldikçe bu sorumluluk artmaktadır. Bu anlayış içinde olan Osmanlı padişahlarının tatların da “value külli mazlumin“ ( Bütün mazlumların koruyucusu, kollayıcısı) yazarmış. Bu insanların hangi dinden, hangi ırktan, hangi renkten olduğu da önemli değildir. Cemil Meriç’in dediği gibi insanlık olarak en büyük ihtiyacımız hoşgörü, en büyük düşmanımız ise ön yargıdır. Bugünkü çıkmazdan kurtulmak isteyen batı insanı, işte bu ön yargıları sebebiyle İslam’ı tanıyamamakta veya yanlış tanımaktadır. Bugün maalesef batıda İslam adeta bir terörist dini gibi görünmekte ve bu sebeple ondan korkulmaktadır. Bu yaklaşımda bazı art niyetliler tarafından körüklemekte, arayış içindeki insanları böylece korkutarak İslamdan uzaklaştırmaktadır. Oysa bütün insanlığın olduğu gibi Batının da kurtuluşu Allahın son dini olan İslam düşüncesi ndedir.

Musab Yasir Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

HASAN EL BENNA

HASAN EL BENNA

(Biyografi)

Şehid imam, Abdurrahman oğlu Ahmed oğlu Hasan El BENNA 1906 yılında İskenderiye’ye yakınlarındaki mahmudiyyede doğdu. Kahire Darül-Umum Medresesinden mezun oldu. Şehirler arasında dolaşarak öğretimle meşgul oldu. Ümmeti, Kuranı kerimle amel etmeye ve Peygamber ( s.a.v) in Sünnetine sarılmaya devam etti. Üniversite öğrencilerinden, işçilerden, çiftçilerden ve milletin çeşitli tabakalarından binlerce kişi onun elinde hidayete erdi. Sonra uzun bir zaman İsmailiyye Şehrinde oturdu. Orada bazı arkadaşlarıyla birlikte Müslüman Kardeşler’in ilk bürosunu açtı. Ardından konferanslar ve yayın Organları vasıtasıyla davasını yaymaya hızlandırdı. Sonra şehir ve köyleri teker teker ziyarete başladı. Gittiği her yerde Müslüman Kardeşler’in bürolarını açtı. Davetini yalnızca erkeklere tahsis etmedi. Kızlara İslami terbiye vermek için İsmailiyye’de Müslüman anneler enstitüsünü kurdu.

Bir süre sonra Kahire’ye tayin edildi. Onunla birlikte genel merkezde taşındı. Daveti Kahire’de güneşin doğuşu gibi doğdu. Kısa zamanda Müslüman kardeşler Teşkilatı büyüdü ve sayıları yarım milyona ulaştı. İngiliz uşağı siyaset adamları şehit imamın faaliyetlerinden korktular ve onu siyasetten uzaklaştırmaya gayret gösterdiler. Fakat bütün bunlar onun azmini kırmadı. İslam’ın hem inanç, hem ibadet, hem vatan, hem ırk, hem Müslümaha, hem kuvvet, hem ahlak, hem kültür, Hemde kanun, olduğunu öğretmeye devam etti. Sonra Kahire’de günlük Müslüman kardeşler gazetesini kurdu. Bu gazete onun hem yazı hem de hitabet kürsüsüydü. Filistin felaketi meydana geldiğinde kardeşlerin bölükleri Savaşan bölüklerin en hareketlileriydiler. Bu bölükler  Tel Aviv kapılarına kadar dayandılar. Zamanın idarecileri hainlik Edip derhal anlaşma imzalamasaydılar ve Kral Faruk savaşçıları alıkoymasaydı neredeyse Tel Aviv’i ele geçireceklerdi. Emperyalistler bununla da kalmayarak Hasan el benna ya SUİKAST düzenlemeleri için uşaklarını harekete geçirdiler. Kahiredeki, Müslüman gençler dernek merkezi önünde, hain kurşunlarını onun üzerine boşaltıp kaçtılar.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER

Hasan el Benna Yarasını saracak birisini bulamadı. Hastahaneye kaldırılarak sonra onu öylece bıraktılar. Hasan el benna’nın kanları akıyor, onlar ise gözleri yaşarmadan, kalpleri titremeden seyre diyorlardı. Kardeşlerin ona yardım etmesini de engellediler. Böylece Hasan el benna, 1949 yılında, hastaneye kaldırıldıktan 2 saat sonra vefat etti.

ŞARKIMIZ

Kırılırda bir gün bütün dişliler

Döner şanlı şanlı çarkımız bizim

Gökten bir el yaşlı gözleri siler

Şenlenir evimiz barkımız bizim

Yokuşlar kaybolur çıkarız düze

Kavuşuruz sonu gelmez gündüze

Sapan taşlarının yanında füze

Başka alemlerle farkımız bizim

Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman

Görürler nasılmış, neymiş kahraman

Yer ve gök su vermem dediği zaman

Her tarlayı sular arkımız bizim

 Gideriz nur yolu izde gideriz

Taş bağırda, sular dizde gideriz

Bir gün akşam olur bizde gideriz

Kalır dudaklarda şarkımız bizim

1964 (Necip Fazıl Kısakürek)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

DÜŞÜNME VEÇHELERİ

DÜŞÜNME VEÇHELERİ

Düşünmeme olumsuzluğu üzülerek belirtelim ki sanıldığı gibi her zaman avamın, okuma yazma bilmeyenlerin, ümmilerin düştüğü bir hastalık gibi gözükmüyor bize. Düşünmek de düşünmemek de bir durumdur, duruştur. Her insan, her Bilgin, her düşünür, herhangi bir zaman ve mekanda tüm birikimini rağmen hiç düşünmeyebileceği gibi çok az düşünüyor olabilir. Düşünür, bilgin, sanatçı ve aydınları sürekli düşünen, doğru düşünen insanlar sanmak yanılgıdır. Yine kuranı Kerim’de tefekkür kavramıyla zaman zaman eş anlamlı kullanılan tezekkür kavramı vardır demiştik. Bir ayet meali üzerinde düşünelim şimdi: “Rabbimiz bizi çıkar; Yaptıklarımızın yerine iyi işler yapalım diye feryat ederler. Size düşünecek ( yahut hatırlayacak) kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi; uyarıcılar gelmedi mi? ( Fatıt süresi, 37)

Bilen insanın, düşünürün, sanatçının, Aydın’ın, bilmeyen ve halk edildiği gibi yaşayan avam kadar, aynen düşünmeme, hatırlamama gafil olma tehlikesiyle her an karşı karşıya bulunduğu özellikle vurgulamak gerekir. Hatta biraz daha ileri gidersek diyebiliriz ki zihnini, düşünme merkezini lüzumsuz sorunlarla daha ziyade meşgul eden aydınların gaflete düşme tehlikesi daha ziyadedir. Bu bakımdan yeterince düşünmeyen bilginler, düşünmeyen düşünürler, düşünemeyen aydın ve sanatçılar bizi şaşırtmamalı. Bu bahis de son olarak düşünmemin üç vecihli bir eylem olduğundan söz edecek olursak; 

1- Vahye doğru düşünmek

2- Vahye göre düşünmek

3- Vahye rağmen düşündüğünü sanmak ki buna daha önce bazen hezeyan bazen felsefe, demiştik. 

Doğruluk insan için fıtraten, doğal olarak tercih edilecek bir yönelimdi. Yalnız konu bireyin iki cihanda saadeti, toplumun bu cihanda selameti ise, kendisini var edenin, yaşatan ve öldürecek olanın buyruğu yönünde doğru olması tek ve en çıkar yoldur. Ancak konu dinse yani hangi dinin hak, hangisinin batıl olduğuysa, o zaman aklı selim ( Aslı kalbi selimdir) Olarak ve tek başına düşünecek yani vahye doğru düşünecektir. Biz Hazreti İbrahim kıssasını vahye doğru düşünmek, vahyin rahmetini, desteğini aramak olarak niteliyoruz. Vahye ulaştıktan sonra yol alabildiğince aydınlanacaktır artık. Vahyin insana rahmet olarak peşin bilgiler, ipuçları, yol levhaları, röperler verecektir. Selim akıl (kalp) Sahipleri bu bilgilerden hareketle bireysel ve toplumsal hayatını tek doğru seçenek olan vahyin öğretisi yönünde gerçekleştirmeyi hedefleyecektir. Kısacası “Vahye göre düşünecektirVahiy bir rehberdir. Birey ve toplumların iki cihanda kurtuluşlarının rehberi analitik haritasıdır. Bu rehber ona iki seçenek sunacaktır. Bu Seçenekler üzerinde sık sık hatırlatmalar da bulunacaktır. Seçeneklerin akibetini ihtar edecek, bütün bunları yaparken, insana düşünmeden özgür olduğunu bildirecek, onu zorlamayacak, en önemlisi onu şaşırtıp aldatmayacaktır. Sadece onu şaşırmış bulduğunda bu şaşkınlıkdan kurtaracak deliller, burhanlar gösterecek, ikna etmeye çalışacaktır. Sonuçta iman da inkar da insanın elindedir. İnsanın yapıp ettiklerinden başka geriye bir şey kalmayacaktır. Bir bahanesi olmayacaktır. “İnsanın çalışmasından başkası kendisinin değil”(Necm, 39)

DÜŞÜNEN İNSAN

Vahye rağmen düşünmeye çabalamak ise bizce muhali zorlamaktır. Zira bu durumda insan Vahye rağmen Önce kendisinin sınırlılığını unutmuş yahut inkar etmiş demektir. Buda aklın devredışı bırakılmasıdır. Hiç olmazsa bir veçhile akıl devreden çıkmış demektir. Zira alet kendi alanının dışında kullanılırsa iş görmez. Bu tavır fıtratla inatlaşmadır, düşünme değildir, böbürlenmedır. Kibirdir. Hezeyan felsefesidir. Ulaşabileceği sonuç kuruntu, ziyan, vehim ve cinnettir. Çünkü düşünen insan kendini yaratmamıştır, kendini aşamaz. Esasen düşünme yetisi Allah’ın evrendeki sayısız sözsüz vahyinden birisidir. Kendisini yadsıyarak nereye varabilir. Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir akıl sahibi vahye ulaştıktan sonra artık vahye göre düşünmeye başlar. Vahye ulaşmak onun düşünme eylemini azaltmaz, hatta yönlendirip çoğaltır. Vahiy ona esasları ve ilkeleri belirtir. Bu esas ve ilkeler doğrultusunda hayatın teferruatına salih ameli doldurulmasını, onu düzenlemesini emreder. Bu tür düşünmenin adı da kuranda fıkhetmek olarak alınır. Düşünme işi artık sahici fonksiyonuna kavuşmuş tur. Fıkıh yani ince anlayış sahibi olmak, onun kulvarıdır. Orada lehinde ve aleyhinde olanı anlayıp uygulamaya geçecektir düşünen insan.

Muhayyelliklerde, müşkül durumlarda reyini kullanacak galip zannına göre davranacaktır.

Cehd kökünden Cihad ve içtihat kavramlarını bir konuda bütün gücünü kullanarak davranmak demektir. İnsan gücü ise, fiziksel ve ruhsal gücünün ikisinin de patronu olan akl etmesi ile ölçülür. İşte bir tür düşünmenin, bütün delilleri inceleyerek gücünün ulaşabildi her kapıyı çalarak elde ettiği son kararı içtihad denilmiştir. İçtihat ulaşılmış beşeri bir sonuçtur. Her zaman yanılgı ihtimalini içinde taşır. Ne var ki insanın bu onurlu faaliyeti sonunda ulaşılan kanaat yanlış dahi olsa, İslam fıkhında bir sevap kazanılacağı savunulmuştur. Ecir unutulmuştur. İnsan düşüncesinin böylesi bir faaliyetine bile mükafat veren İslam’ın kurduğu sistemi, beşeri telakkilerle karşılaştıranlar ziyan ederler. Bir kul olarak her zaman yanılabilme ihtimalini yedekte tutan anlayış sahibi, rasyonalistlerden o akılcı son olanlardan ne kadar uzaktır. İnsan düşüncesini patlaştıranlar, aklı her şeyin ölçüsünü koyan olarak görenlerle bize bir tutmak insafla bağdaşmaz.

Umulan önce düşünme mekanizmasının faaliyet içinde bulunmasıdır, ikincisi diğer beşeri yetilere egemenliğidir. Selim biçimde çalışırsa vahye ulaşacaktır. Vahye ulaştıktan sonra ise Fıkhetmeye çalışırken beklenen bütün gücünü harcayarak doğruyu aramasıdır. Bu esnada doğruya isabet etmesi ya da etmemesi çok önemli değildir artık. Zorunluluğu yoktur en azından. Asıl sorumluluk düşünmeyi bırakmak da, fark ederken bütün gücünü harcamamaktadır. Biz akılsız olmaz diyoruz. Akletme ise rehbersiz olmaz. Biz Allah’ı birleyenler her türlü putlaştırmadan ALLAH’a sığınırız.

Musab Yasir Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

KUDÜS

BEDİR RUHUNDAN GAZZE’YE

Beşinci asırda dünya karanlık ve buhran içerisinde, zulüm zirvede, Avrupa’da engizisyon mahkemeleri kadınları cadı diye giyotine vurup, bilim adamlarını canlı canlı kazıklarda yakıyordu. Çocukların ve kadınların hiçbir insani hakkı yoktu, köle olarak alınıp, satılır keyfi olarak öldürülürdü. Kilise din adı altında istediklerinin mallarına el koyar, İstediğini de zenginleştirirdi. Avrupa kıtası bu zalimliklerin altında perişan bir durumdaydı. Bugün Orta Doğu diye bilinen Arap yarımadasında durum pek de farklı değildi, adeta cahilliğin ve zulmün doruklarını bir kültür olarak yaşıyor, yaşatılıyordu. Kadınlar pazarlanıyor, bir eşya misali kullanılıyor, doğan kız çocukları bir utanç eseri olarak algılanıp diri diri toprağa gömülüyor, riba, faiz ticarete bulaşmış, Kavimler arası korkunç kan davaları almış başını gitmiş, adalet mefhumu sadece güçlü olandan yana, kölelik ve cariyelik son derece normalleşmiş, vicdanlardan katranlaşmış, gözler körelmiş, akıl dumanlaşmış bir hal içindeydi. Tüm insanlık bir ceset misali ruhunu arıyor karanlıklara bulanmış vicdanlar ışığa muhtaçtı…

Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle çöle bir Nur teşrif etmişti. Yıl 571, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, Fahri kainat efendimiz Resulullah (s.a.v) yeryüzünü kutlu doğumuyla şereflendirmişti. 40 yıl daha dünya sahnesi boşluktaydı, zulüm sürmekte, insanlık çaresizlik içerisinde Kıvranmak taydı. Tekgöz bir evde 30 metrekarelik bir ortamda “İslam davası“ mevzusu başladı. Bir çocuk, iki erkek, bir kadın ve gök dolusu melek kalabalığı ordular ordular görünmeyen ordular, gizli davet çığırı… Sayıları 40’a doğru ve bütün bunlar arasında karanlığı çakı ucuyla kesen en zevkli helezonları çizen ışık Nakışları öğren minicik fakat kıvılcım kuvvetinden yana biricik ateş, peygamber yeğeni” Ebu Turab lakaplı Ali... Mevzunun daha fazla ilerleyebileceğini sanmadıkları bir tuhaflık gözüyle ve ahmakça baka kalan mankafalar. Sağ elime güneşi sol elime kameri verseler de bu davadan vazgeçmemi isteseler, ben öleceğimi bilsem yine dönmem sözüyle liderse lider, önderse önder Peygamberse peygamber… 

Ben Resulüm

Herkes dondu çıt yok

İçlerinde en küçük Ali

Hz Ali ayağa kalktı

Allah Resulü onu oturttular

Bir daha kalktı

Bir daha oturtuldu

GAZZE

Üçüncüsünde Allah’ın Resulü elini Ali’ye uzattı. Ali topluluğa haykırdı. Bu mecliste yaşça en küçük olan benim. Belki vücudum küçük, kollarım cılız, bacaklarım sıska, ama bu halimle ben yine size yardım etmeye hazırım. Haydi davranın, herkes taptığı putlardan farksız, hareketsiz mankafa, İslam’ın aksiyon bayrağı bunca olgun ve pişkin insan arasında toy ve zayıf bir çocuğun elinde…

Bedir Gazvesine doğru 313 sahabi yola çıkar zayıf ve güçsüzler, okuma yazmaları yok, yoksullar, toplumda bir ağırlıkları olmayan kimseler, gözler onları basit görüyor, elbiseleri yırtık, Çarıkları söktü, kılıçlarının Kapları eskiydi… Ne akılla, ne akılsız, hesapsız, çıkarsız ölüm ötesi bir inanç ve kararlılıkla, sayıca kendilerinden On kat fazla tam donanımlı ve tecrübeli bir orduya karşı, Ya Rabbi; Bu topluluğu da helak edersen, sana yeryüzünde ibadet edecek toplum kalmayacak davasına muhatap “şanlı bedir aslanları yürüdüler. Bu öyle bir kutlu yürüyüş ki Allah davasının ilk sorumluluğuyla yeryüzündeki ilk İslam Savaşı, ilk fiili mücadele ve ilk şehitlik mertebeleri, ilk dökülen kan Her şeyin ilki… Bu fedakarlığı ve inanca karşı kayıtsız kalmayan Allah orduları sağ cenahta 3000 melek sol cenahta 3000 melekle büyük İslam tarihimizdeki ilk zafer…

FİLİSTİN DAVASI

Kutlu ve kutsal tarihimize yaptığımız bu yolculukta inanmışlığın ve itaatin önderliğinde insanların nice azlarla Çok lara galip geldiğini küffarı bozguna uğrattığını bir kez daha hatırlamış olduk. Hakikat meydanında karıncaların filleri yere çaldığını bir kez daha anlaşılmış oldu. Bedir de gösterilen bu tavrın ve inancın Allah‘ın da yardımıyla nasıl bir zafere çevirdiği apaçık ortada iken, günümüz İslam toplumlarında ki Ruhi sönüklük, Çaresizlik, başıboşluk, uyuşmuşluk, hadbinlik neticesinde bugünlerde “Gazze” tonlarca bomba ya, binlerce füzeye muhatap bir halde perişan, garip, boynu bükük halde… Adeta çoluk çocuk, yaşlı, kadın evlerinde saklandıkları bir köşede tepelerine düşecek füzeyi beklercesine gelecek ölümü titreyerek bekliyorlar. Yaklaşık 2 milyar Müslüman ve bağlı oldukları devletler sessiz, Kör ve sağır. Yazımızın başında yaptığımız ufak tarihi yolculuğa değinecek olursak, insan düşünmeden duramıyorum acaba 20. asırda teknolojinin ve çağının zirvesini yaşayan insanlık beşinci asırdaki olanak ve imkanlardan daha mı geride de Bu büyük zulme ses çıkaramıyor. Tek yaptıkları halkların gazlarını alırcasına meydanlarda şiir okuyup, bayrak sallatmak olan devletlerin bugün uluslararası siyaset gereği düştükleri bu durum sizce kabul edilebilir bir durum mudur?

FİLİSTİN'E ÖZGÜRLÜK

Dış siyaset veya uluslararası politika gereği 20. yüzyılda dünya devletlerinin sadece çıkarları ve menfaatleri uğruna  uyguladıkları bir dünya Siyaseti var. Prensipler yok, yalnızca olaylar var. İyi ve kötü yok, yalnızca şartlar vardır. Devlet başkanları onlara rehberlik etmek için olayları ve şartları benimser. Gömlek değişir gibi tavırlar, ilişkiler değiştirilir. Ve netice itibari ile devletler kendi varlıklarını ekonomilerini, dış ilişkilerini, Haklarını korumuş olurlar. Ülke yönetimlerin bu davranışları da ülke aydınları tarafından övülür. Çeşitli kanallarda dış politikada çok iyiyiz, güzel gidiyoruz, idare ediyoruz… Gibi sözler söylenir. Oysaki dini ve insani açıdan baktığımızda son 25 gündür Gazze’de yaşananlar, katliam ve zulümler karşısında yapılması gereken neydi? Ne olmalıydı? Müslüman olup kültürüne, tarihine son derece bağlı bir ülke olarak bu suskunluğumuzun altında yatan nedenler nelerdir? Geçmişte Bedir de Sergilediğimiz o şanlı ruhla bugünkü duruşumuz arasında neler değişmiştir?

Asırlardır süren doğu-batı mücadelesinin 21. yüzyılda ki başlığı olan “Filistin davası“ bugün mazlum ve mağdur, milyonların ahları ve inlemeleri kimseyi yeterince ilgilendirmiyor. Müslüman toplumlar üzerinde çok ciddi bir uyuşukluk hakim, özlerini, tarihlerini ve değerlerini unutmuş kitleler söz konusu. Oysa ne diyor hadisi şerif de “Her kim kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe tam olarak iman etmiş olmaz“ bugün bu ruh ölmüş tür. Gazze’de kadın, yaşlı, çocukların üzerine düşen tonlarca bomba, füze bugün bizlerin evlerine, ocaklarına Düşseydi, acaba hangi duygular içerisinde olurduk. Ve böyle giderse Orta Doğu‘daki kan durdurulmazsa elbet sıra Türkiye’ye de gelecektir.

Türkiye (Adana, Adıyaman, Afyonkarahisar, Ağrı, Aksaray, Amasya, Ankara, Antalya, Ardahan, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bartın, Batman, Bayburt, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Düzce, Edirne, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Giresun, Gümüşhane, Hakkâri, Hatay, Iğdır, Isparta, İstanbul, İzmir, Kahramanmaraş, Karabük, Karaman, Kars, Kastamonu, Kayseri, Kilis, Kırıkkale, Kırklareli, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Manisa, Mardin, Mersin, Muğla, Muş, Nevşehir, Niğde, Ordu, Osmaniye, Rize, Sakarya, Samsun, Şanlıurfa, Siirt, Sinop, Sivas, Şırnak, Tekirdağ, Tokat, Trabzon, Tunceli, Uşak, Van, Yalova, Yozgat, Zonguldak)

Siyonizmin hedeflerinde olan bir ülkedir. İsrail’in vadedilmiş topraklar görüş ve zihniyeti Türkiye’yi de kapsamaktadır. Bu nedenle “Filistin davasıTürkiye’nin kırmızı çizgisidir. Mutlak suretle başkenti Kudüs olan Filistin devleti kurulmalı ve Yahudi mezalimine dur denilmelidir. Türkiye devleti ve milletleri ile her daim Filistin davasının destekçisi ve savunucusu dur. Filistin özgür olmalı ve sonsuza kadar özgür kalmalıdır.

Büyük Doğu Marşı

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Avlanır, kim sana atarsa kement,

Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!

Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!

Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Necip Fazıl Kısakürek (1938)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

ZEKA

ZEKA

İnsanın entelektüel yeteneği kadar gurur duyduğu bir şey yoktur, çünkü hayvan dünyasında ona hakim konumu veren şey bu yeteneğidir. Birisinden bu bakımdan kesinlikle üstün olduğumuzu, o kişinin başkalarının görmesini sağlamanız son derece düşüncesizce bir harekettir… Bundan dolayı mevki ve zenginlik toplumda her zaman farklı davranılmayı sağlarken entelektüel kapasitenin asla bekleyemeceği bir şeydir bu. Gözardı edilmek ona gösterilecek en büyük lütuftur; Eğer insanlar olurda fark ederlerse, fark etmelerinin nedeni bunu küstahlık olarak görmeleri veya sahibinin sahip olmaya hakkı olmadığı ve gururlandığı bir şey olarak görmeleridir; Bu davranışın intikamı olarak insanlar o kişiyi başka bir şekilde aşağılamaya çalışırlar, eğer bunu yapmak için beklerlerse bu yalnızca uygun bir fırsatın doğması içindir. Kişi tavırlarından olabildiğince mütevazi olabilir, ama insanlar onun kendilerinden zekalıca üstün olması suçunu ender olarak görmezden gelirler. Gül bahçesinde Sadi şu yorumda bulunur; “Aptal insanların akıllılarla birlikte olma isteksizliği, akıllıların Aptallarla birlikte olma isteksizliğinden yüz katı daha fazladır.”

Öte yandan aptal olmak gerçekten tavsiye edilir. Çünkü tıpkı sıcaklığı vücut için hoş olması gibi üstün olduğunu bilmek de zihin için güzel bir şeydir; İnsan kendisini bu duyguyu verecek birini arar, tıpkı ısınmak istediğinde içgüdüsel olarak şömine yaklaşması veya güneşe çıkması gibi. Ama bu, üstünlüğü yüzünden kendisinden hoşlanılmayancağı anlamına gelmektedir; Eğer bir insan kendisinden hoşlanılmasını istiyorsa zeka konusunda gerçekten aşağı düzeyde olmalıdır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

KARTAL VE DOMUZ

KARTAL VE DOMUZ

Kartal Bir ağacın üstüne bir yuva yapar ve yumurtadan birkaç yavru çıkarır. Bir yaban domuzu sop samandan oluşan yatağını ağacın altına getir. Kartal avının peşinden uçup onu yakalayarak yavrularına taşır. Domuz da burnuyla ağacın etrafını araştırıp ormanda avlanır ve gece olunca yavrularına yiyecek bir şeyler getirir. Kartal ve domuz komşu olarak yaşamaktadırlar. Yaşlı bir tilki kartal yavrularını meme emen minik domuzları mideye indirmey planları yapar. Kartal’a gidip şöyle der: “Kartal, çok fazla uzaga gitmesen iyi olur. Domuza dikkat et; Kötü planları var. Ağacın köklerini kazıyacak.” Durmadan burnuyla yerleri kokladığını görüyorsun. sonra domuza gidip, “ Domuz iyi bir komşum yok. Dün akşam Kartal’ın yavrularına, Benim küçük kartallarım, domuz gider gitmez size küçük güzel bir domuzcuk getireceğim! Dediğini duydum der. O andan itibaren kartal avının peşinden uçmayı bırakır, ve domuz artık ormana gitmez. Kartal’ın yavrularıyla domuzcuklar açlıktan ölürler ve yaşlı tilki bir güzel ziyaret çeker. (Masallar, Leo Tolstoy, 1828-1910)

Kartal ve domuzun hazin hikayesinden anlaşılacağı üzere başkalarını kafalarını karıştırmalarına izin verenler, başkalarının yörüngesinde çıkarları uğruna yok olmaya mahkûmdur.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

Kibir

Kibir

Kibir lehçemizde mana olarak kendini büyükleme hastalığı, kendi kendine tapınma, kendini şahsi iş dünyasında putlaştırma, bir nevi ruhsal takıntı, ahlaki zaafiyet, dinsel açıdan kendini “Rab”leştirme küfür tohumu…

İlahi huzurda işlenen ilk günah (Şeytanın Adem (a.s)’a secde etmeme olayı) Olan kibir, 20. yüzyılda da toplumları ve fertleri etkisi altına almış, kendini kontrol edemeyen (otokontrolü zayıf) bireylerde bir ruh hastalığı olarak karakterize olmuştur. İç dünyalarında kendi kendilerine yetemeyen ve bunun yoksunluğunu hisseden şahsiyetler, bir nevi iç dünyalarındaki buhranı bastırma ve dışa tersi istikamette yansıtma güdüsüyle kibirli davranmak mecburiyeti hissederler. Tıpkı güçsüz insanların güçsüzlüklerini gurur duygusu ile örtmeye çalıştıkları gibi…

İnsanı diğer varlıklardan ayıran ayırt edici tek özellik akıl (işleyen, düşünen, kıyaslayan) olarak bilinir. Akıl yerinde kullanılmadığında, insanın gücünü aşan bir çok hususta rehber olur, bugün onlarca kat yapılan gökdelenler, yüzlerce metre inşa edilen gemiler, uzay yolculukları teknolojik olarak icat edilen süpersonik cihazlar…gibi Bir çok harikulade eseri mihmanlarıdır, aklını kullanan insan. Konumuza dönecek olursak akıl beraberinde düşünmeyi düşünmekte bir fikri ortaya çıkardığına göre, kişinin ahlaki hastalıklarından kurtulmak sürecinde kendi nefis muhasebesini yaparak bu kötü huylardan kurtulması gayet tabi mümkündür. Ayette “daima kendini kınayan nefse and olsun ki” cümlesi geçer, burada verilmek istenen mesaj kişinin her daim o mükemmel aklını kullanarak kendini, tavırlarını, hareketlerini sorgulayarak en doğru olanı bulma yolunda göstermesi gereken çabadır. Düşünen ve ayırt edebilmeyi iyi yapan insan profili her daim değişmeye ilerlemeye ve gelişmeye müsaittir. Aksi olarak kendisini her şeye kapatmış tekdüze yaşayan insanların fikirlerine önem vermeyen kibir abidesi şahsiyetler hayatları boyunca bir gelişim gösteremeyecekleri gibi sadece yerlerinde sayacaklardır.

Dört büyük dinde olduğu gibi İslam dininde de tefekkürün (ilahi düşünüş biçimi) Önemi çok yerde vurgulamaktadır. Burada düşünmeden kasıt kişinin içsel yolculuğunda güzel ahlak ile ahlaklanması, geçmiş hatalardan ders alması sürekli olarak bir yenilenme sürecinde olmasıdır. İnsan oğlunun Beşikten mezara kadar fiziksel ve ruhsal gelişim sürecinde olduğu bir gerçektir. Bu bağlamda ahlaki gelişimi de doğru orantılı olarak ilerlemeli sürekli yenilenerek gelişmelidir. Ahlaki ve ruhsal hastalıkların başında gelen kibir duygusu dengeli bir şekilde törpülenmez ise gerek sosyal gerek iş gerekse aile hayatında ciddi problemlere zemin hazırlayacaktır. Bu bağlamda her bireyin kendi ruhsal dünyasını analiz ederek en küçükten büyüye ahlaki zafiyetlerden kendini arındırarak ruhsal gelişim sürecini en üst seviyelere taşımalıdır. Unutulmamalıdır ki hayatta tek değişmeyen şey Değişimin ta kendisidir.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

MUSAB YASİR ÖZEN - SALİH MİRZABEYOĞLU

Salih Mirzabeyoğlu’nun Yayınlanmış Eserleri

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in tabiri ile “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk çilesi sesi” cennet mekan Salih Mirzabeyoğlu’nun hem vasiyeti hem de manevi mirası bakımından “büyük doğucu “her gencin okuması ve okunmasına vesile olması gereken çok kıymetli eserler.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

Salih Mirzabeyoğlu’nun Kitapları

  1. Bütün Fikrin Gerekliliği/Fikir
  2. Aydınlık Savaşçıları/Destan
  3. İdeolocya ve İhtilal/Fikir
  4. Yaşamayı Deneme/Roman
  5. Münseat/Münseat
  6. Tarihten Bir Yaprak/Fikir
  7. Kültür Davamız/Fikir
  8. Damlaya Damlaya/Fikir
  9. Anafor/Şiir
  10. Necip Fazıl’la Başbaşa/Fikir
  11. Müjdelerin Müjdesi/ Hikayeler
  12. İslama Muhatap Anlayış
  13. Kayan Yıldız Sırrı/Şiir
  14. İstikbal İslamındır/Fikir
  15. Gölgeler/Roman
  16. İbda Diyalektiği/Fikir
  17. Dil ve Anlayış/Fikir
  18. Kökler/Menakıb
  19. Marifetname/Fikir
  20. Kavgam/Fikir
  21. Kavgam 2 /Fikir
  22. İktisat ve Ahlak/Fikir
  23. Hakemiyat/Fikir
  24. Şiir ve Sanat Hakemiyatı/Fikir
  25. Hukuk Edebiyatı/Fikir
  26. İşkence/Gözlem
  27. Tilki Günlüğü 1 / Ruhi Roman
  28. Tilki Günlüğü 2 / Ruhi Roman
  29. Tilki Günlüğü 3 / Ruhi Roman
  30. Tilki Günlüğü 4 / Ruhi Roman
  31. Tilki Günlüğü 5 / Ruhi Roman
  32. Tilki Günlüğü 6 / Ruhi Roman
  33. Hakikat-ı Ferdiyye/Fikir
  34. Sahabilerin Rolü ve Manası/Fikir
  35. Başyücelik Devleti/Fikir
  36. Yağmurcu/Fikir
  37. Üç Işık/ Fikir
  38. Adımlar/ Fikir
  39. Paratuka/ Fikir
  40. Hırka-i Tecrid/ Fikir
  41. Büyük Muztaribler2/ Fikir
  42. Sefine/ Fikir
  43. Telegram/ Fikir
  44. Büyük Muztaribler 3/ Fikir
  45. Elif/ Fikir
  46. Büyük Muztaribler 3/ Fikir
  47. Furkan/Lügat
  48. Berzah/ Fikir
  49. Büyük Muzdaribler 4/ Fikir
  50. Erkam/ Fikir
  51. Madde Nedir?/V

“Salih Mirzabeyoğlu’na ait eserlerin temini için İbda Yayınları internet sitesini ziyaret edebilir, (0212)528 33 07 telefon numarasından irtibat kurabilirsiniz”

Çatalçeşme sok üretmen han no:29 kat:3/316 Cağaloğlu/İSTANBUL

Düşünmek

Düşünmek

Düşünmek konuşulan neden merak sardık? Oradan başlamak gerek. Hatırlarsanız bizleri küçükken,” fazla düşünmek akla zarar” diye örgütlerlerdi. “Fazla düşünürsen aklını yitirirsin“ derlerdi. Bir de anımsarsanız, eli şakağında oflayıp oflayarak oturan, acı çektiğini gösteren, dert yüklü kimseleri “efkarlı“ diye adlandırırlardı. Efkarlı mana olarak yani çok fikirli, çok düşünen. Düşünmek çok zaman Hüzünle, yorgunlukla bazen de her türlü sıkıntıyla özdeştirildi. Uygunsuz durumlara kullanılan bu sözcük hiçbir zaman “kendisi” niteleyemezdi Günümüzde durum çok farklılaşmış sayılmaz. Sıradan insanların her gün yinelediği, Bir çok aydının, seçkin insanlar üzerinde düşünmeden sayıp döktükleri hep aynı terennümlerdir. Özellikle bizim doğu toplumlarında, düşünmeyi zarar saymak, hüzün saymak, acı saymak, ama kendisi saymamak modası geçmeyen bir olgudur. Bölge, söz konusu düşün alanı, Adeta bir tünelidir. Ne zaman hangi tarihte ne tür bir şekilde Müslüman çoğunluklar düşünmeyi böyle anlamaya ve ondan korkmaya başlamışlardır? Düşünmekten korkmayı, bütünüyle itaat etmedikçe iman etmiş sayılmayacakları İslam’ın vahyi nass’ları öğretmiş olabilir mi? Eğer ilahi vahye bakmayı biliyor onu iyi anlıyorsanız çok çabuk fark edeceğiniz ilk özellik, vahyin insana düşünmeyi ön plana çıkaran bir yaşama biçimini Önerdiğini görmek olmalıdır. Kendi toplumu arasında, tüm insanlığa model olsun diye, Kuran’ı ahlak edinerek yaşayan Resulullaha bakalım. Onun günün birinde insanların herhangi bir hususta düşünmesini yasakladığını yahut birtür düşünmeye engel olduğunu duyup bilen var mıdır?

Aradığımız konuda tek bir ima tek bir söz, tek bir fiil bulamıyoruz. Ama şunu biliyoruz. Örneğin ilmihal yazarı merhum Ömer Nasuhi bilmen gibi dikkatli bir müellif, büyük İslam ilmi hali adlı eserinin daha ilk sayfalarında, her ne hikmetse hiç kaynak göstermeyi bile ihtiyacı hissetmeden peygamber sözü diye şu ifadeye yer vermektedir; “La ibadete ke tefekkür” Türkçesi: tefekkür gibi ibadet yoktur. Bizim Kur’an‘dan edindiğimiz izlenime göre insan için mücerret düşünmek ve düşünerek yaşamak farzı ayındır. İlginçtir, düşünmek üzerine merakımız arttıkça Müslümanlar arasında küçük istatistikler yaptık. Gerçi istatistiklerle ne tür Yalanlar söylendi yine bolca tanık olduğumuz çağı da yaşıyoruz. Ama içimizi kemiren meraka engel olmak kolay değildi. Kime “Düşünmek farzdır” dediysek, ondan “aksini söyleyen mi var?” Türünden peşin, pişkin ve bizi hayli şaşırtan yanıtlar aldık. Peki şu çevremizdeki düşüncesizlikler neyin nesiydi?

Sathi Bir bakış açısından bakıldığında, sorunun yanıtını, emperyalizm de bulmak mümkün. Denebilir ki, belki bir tarihsel dönemden sonra başka dinlere mensup insanların İslam’a ihtida etmesiyle, Önceki din ve kültürlerinden taşıyıp getirdiklerini, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek İslam dünyasında yaygınlaştırmaları, eleştirdiğimiz sonucu doğurmuş olabilir. Yine kültürel gelişime, okuryazarlığının çoğalması, başka dillerden müslümanların kullandığı dillere yapılan çeviriler, öteki din ve felsefelerin eserleri söz konusu sonuçta basat etken olmuştur, denilebilir. Bu bir açıdan bakış tarzıdır belki, saygı duyulabilir, haklı payı onaylana bilir, ama olayın mevcut vahametini izah etmeye hiç yetmez. Zira emperyalist yayılmacılığın koskoca kitleyi böylesine derinden etkilemesi demek, o kitlenin topyekün yeni bir dini yeni bir kültüre mensubiyeti demektir ki, kabul edilebilir bir açıklama olamaz bu. Emperyalistlerin bu insanların topraklarını, mallarını hatta cesetlerini teslim almaları, esir etmeye deli belki mümkündür. Ancak insanların kafalarını ve kalplerini esir almak, toptan büyülemek O kadar kolay bir iş değildir. İnsan teki, eğer kendisi gönülden razı değilse, onun bilincini hiç kimseyi seyredemez, rehin tutamaz. Bu onun doğuştanlığına aykırıdır. Yalnız bir cereyan var ki, İslam dünyasında son peygamberden çok sonraları ortaya çıkmıştır. Yeni bir tarzdır. Yeni bir bakış açısıdır. Yeni bir düşünme biçimidir ki, son peygamber ile irtibatlandırmak yahut onun arkadaşlarından birisini dayandırmak mümkün olmayan korkunç bir Zandır.Burada akıl ile naklin çatışma ihtimali olduğunu sanmaktır, söylemektir.

Tefekkür

Ne garip tecellidir ki İslam dünyasında, ilk özgür düşünce ekolünü sanılan, aslında Müslüman filozoflardan başkası olmayan öncülerin açtığı bir çığır, yani aklın nakille çalışabileceğini sanma çağrısı, çağımızdaki yepyeni bir felsefeye Hipotezlik etmiştir. Özgürlüğü sahili kaynaktan uzaklaşmak olarak anlarsak belki haklı görülebilecek bu yorum, ekolün son sempatizanlarıdan birisi olan Cemil Meriç’in ifadelerinde şöyle özetlemektedir. Batı felsefesinin, doğu vahyin kaynağıdır. Batı aklın, doğu gönlün vatanıdır. Şu bir cümlecik anlatıdan anladığımız, mefhumun muhalifinden çıkacağımız sonuç, akıl ile vahyin karşı karşıya getirilişi, yine akıl ile gönlün kalp çatışmasıdır. Vahyi elbette epeyce uzak düşen bir görüştür sözü edilen. Belki Cemil Meriç bu sözünde mazurdu. Zira o da referansını önceki Müslüman filozoflardan aldı. Ancak ilahi vahyin espirisinden böylesine uzak bir yorumun, Kur’andan habersiz yahut onu göz ardı eden bir zihniyetin ürünü olabileceğini işaret etmek gerek. Nakib el Attas’ın, Cürcaniden Naklettiği bir alıntıyla yanıtlamaya çalışalım. “ Akıl, Kalp (gönül) ” İle eş anlamlıdır, idrakin ruh’i algılama ruh’i algılama organı olan kalp dediğimiz şey de aynı şekilde akıl ile özdeştir. Akılın gerçek doğası akleden nefsin onunla hakkı batıldan ayırdı bir Ruhi cevher olmasıdır.

Doğu batı ayrımını bir kenara bırakarak düşünmek zorundayız, bu prodoksa yanıtımız nedir? Yanılgısı nerededir? İlk çözümlenmesi gereken sorun herhalde vahyi ile fikir arasındaki fark ve ilişkiye bir çözüm bir çare üretmektir. Öncelikle vahyi, ilahidir, mutlaktır, tartışılmaz ve yanılmasızdır, bunu biliyoruz. Oysa fikir beşeridir, özneldir, tartışılabilir ve yanılır. Elbette Allah’ın vahyi karşısında ve ona rağmen Bir fikir vahyi ile boy ölçüşemez. Tabii bu noktada hatıra bir soru takılıyor. Doğuştanlığını bozmamış bir akıl ( Elbette kalp demek istiyoruz) Yani Selim kılıp vahye aykırı bir fikre iman edilebilir mi? Dikkat edilmesi gereken bir başka noktada fikri ihmal etmekle ona iman etmek arasındaki ince farktır. Evet insan aklederek her türlü fikri imal edebilir. Ancak her fikre iman etmesi, yani yakin kesbetmesi muhâldir. Şöyle düşünelim; İnsan vahyin Allah’tan geldiğini bilecek, ona inanacak, akletmenin Allahın fıtratımıza yerleştirdiği kerametli bir melek olduğunu da bilecek… Sonra bize bu Kerametli nimetle birlikte söz konusu bu yetimize hitap eden teklifler gönderdiğini öğrenecek… Yani akıl etmenin de teklifinde Allah’tan geldiğine inanan bir Müslüman olacak… Bütün bu varsayımlardan sonra kişi, akıl ile naklin, Allah’tan gelen bu iki nimetin birbiriyle çatıştığını savunacak… İşte bizce muhal olan böylesi bir sonuçtur.

Fazlurrahman’ın “Bin yıllık kutsal ahmaklık” dediği sanırım İslam dünyasındaki bu bulanık zihinlerde. Ki onlar çok zaman söz konusu dünyaya egemen diler. Yahut Siyasal güçlerin gölgesinde sürdürülen tahribatlarını Sözlerimize başlarken alıntıladığımız ayeti kerime ile bir başkasını zikredelim, mealen; “Dinleseydik veya akıletseydik ateşin yarını olmazdık”.(Mülk süresi 10) “Allah‘ın ayetlerini düşünerek reddetmek mümkün değildir. “Vahyi yani nakil dediğimiz, düşünen insana bir göndermedir, hitaptır, tekliftir. Düşünmesine rağmen insanoğluna bir dayatma değildir. İlkin Kalplerden bu yanlış niyetin kökten silinip atılması umulur. Akla yapılan teklif yani seçimlik bir teklif, akla nasıl aykırı olabilir? Nasıl düşünebilir ki, bir hitap, hem hangisini seçiyorsun diye uysallık ve doğallıkla insana yaklaşacak, hem de onun için anlamayacağı yahut doğuştanlığının asla kabul edemeyeceği bir dayatmayı burnunun dibinde dikte ettirecektir. Hem hak ile batılı birbirinden ayır, Allah’a ait olanla İblis’inkini Fark et denilecek, hem de bu fark edici yetenek fark etmesi gereken ve kavgalı olacak. Reyini lehimize kullanmasını istediğimiz bir organa, kendisine menfur gelen bir koku sürünerek yaklaşmamız bilmem doğru olur muydu? Burada yine köklü bir yanlış anlayışın, bir yanlış yönlendirilişin İzlerini görebiliriz. maalesef ileride ayrıntılarıyla tartışmaya çalışacağımız bir bakış açısından akıl, insanın içinde muzır bir şeytan gibi telakki edilmiştir. Eğer bu gözlükten soruna bakarsanız elbet o muzır şeytan Allah’ın temiz vahyi ile barışık yaşayamaz. Yanılgı nerede demiştik? Neydi insanların büyük bir kısmını yanıltan? Evet, Allahın vahyi temizdi. Ama Allahın nimeti olan akıl yani kalbin bu melekesi de tertemizdir. O halde kirli olan nedir? Yeryüzünde yaşarken kimi düşünenlerin ilahi vahyin karşısında, vahye itirazları olan öğretilen ürettiklerini görüp durmakdayız. Öyle ya insanlar Allah’ın vahyine, Allaha, başka neleri ile, neleri ile itiraz edebilirler ki? İlk hatıra gelen elbet akıl olacak. Zira itaatte de ilk hattına gelen, bunu her zaman itiraf etmeseler de yine akletme işidir. madem ki insan düşünerek Allah’a itirazda edebiliyor, isyanda, öyleyse suçlu olan düşünme melekesidir öyle mi?

Allah

Atlanmaması, bu noktada ısrarla vurgulanması gereken husus bu Meleke’nin, kullanırken, fıtratından, tabiyatından, kaydırıp kaydırılmadığına dikkat edilip edilmediği hususudur. Öyle ya eşyanın bir tabiyatı vardır. Eşyayı tabiatının zıddına kullanırsanız, en azından beklenen umulan verimi alamaz, amacı araca kurban etmiş olursunuz. Elbet insan yaratılırken özgür bırakılmıştır, ona özgürlüğü sağlayan da düşünme yetisinden başkası değildir. Çünkü seçim yeteneği, oyunu kullanma yeteneği özgürlüğünün gereğidir. Bir düşünme mekanizması, ilahi vahyin karşısında ona aykırı fikir üretiyorsa o artık sapmış, doğuştanlığından kaymış demektir. Çünkü ilahi vahyin Kaynağıyla, İleride göreceğimiz gibi, akl etmenin kaynana aynıdır. Ve birbiri için var edilmişlerdir. Çünkü din yani ilahi vahyi aynı zamanda fıtrattır, Allahın fıtratıdır.

Düşünen insandan istenen de bu fıtrat üzere yürümesinden başka bir şey değildir. Öyleyse insanın söz konusu paralelliği bozması akıllılık sayılamaz. Yeteneği doğrultusunda özgürlüğünü kötüye, fıtratının adına kullanan insan, artık addeden olmaktan çıkmıştır. Şeytanların iğvasına aldanmış, Kendini müstağni görmüş, raydan sapmıştır. Şimdi raydan çıkmış bir insanın da üretimleri vardır diye akletmenin ilahi vahiy le çalıştığına İnanmak sağlıklı bir anlayış mıdır? Her yoldan çıkmış insanın ilahi vahye itiraz nedenleri değişiktir. Ama çok yinelenen bir neden var ki onu kuranı kerim, indirilen ilk Suresinde, ilk ayeti kelimelerin de bize özellikle anımsatmaktadır. Düşündürmektedir yoldan çıkmayı, fıtratını bozmayı kendisine hak kabul edenlere yönelik uyarıcı mealen yeniden okuyalım, alak suresinin başında buyurulur. “İnsan, kendini kendine yeter, görerek azgınlaşır “şimdi hangi Müslüman insanın, ayette sözü edilen azgınlaşmasını, aklı kullanmak, akıllılık olarak görebilir? Biz, aklılık derken nasıl olurda böylesi bir sonucu anlayabiliriz? Bizce yanılgının ilk düğün noktası yukardaki sanırlardır.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!