Musab Yasir Özen, Musab Özen, M.Y.Ö, M.Yasir Özen, Musab, Musab Y Özen, Yasir Özen

BÜYÜK DOĞU MESELESİ / Musab Yasir Özen

BÜYÜK DOĞU MESELESİ

Musab Yasir Özen

Büyük Doğu Davasını idrak etmek, sisteminin ne olduğunun farkına varmak gerekir. Bu uğraşın ne olduğunu, bilhassa Türkiyeliyim ve Müslümanım diyenlerin dedikleri gibi olmaları için, “ Büyük Doğu” gerek pratik gerekse ideal değerler çerçevesinde mütaala edilen meselelerin mutlak fikre göre olması gerekeni gösteren ahenkli bir terkip ve faaliyetlerin kendisindeki ipuçlarından hareketle sonuçlandırılması gereği bakımından bir olması gereken idealdir.

İnsan ve toplum meselelerine İslami bir prodigma ile bakan ve çözüm yolları sunan “ Büyük Doğu Fikriyatı” samimi ve şeffaf bir terkiptir. Hakikat ölçülerinde derinleşmek, hakk-el yakin derecesinde bilme, mutlak ölçülere bağlılık ve pratik bir yaşamı ifade eder. Konuya merhum Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nunBerzah” isimli kitabından bir pasaj ile devam edecek olursak; “Toplumsal meselelerin haline doğru pratik ve İslam tasavvufundan çekilecek iplikçiler halinde diye formüle ettiği yol, yolumuz. İslami ve evrensel ölçülerde derinleşmesine hakk-el yakin derecesinde bilme şeklinde onun batın ve derinlik buudu olan tasavvuf, şeriat’ine nispetle pratik yaşananı ifade eder, ruhiliğin ruhçuluğun hakikati. Onun insan ve toplum meselelerinin haline doğru “kabli” olarak ele alınması ise, içe doğru yakin getirilmesi gereken ve dışa doğru tatbik pratik ifade eder. Bu yakin getirme manasına anlaşılmak üzere, yerinde “doğrulama“ yerinde ”ispat” diyoruz. Kısaca bizim ruhiliğimiz ve mistiğimiz, son tecridde “ mutlak ölçüler”e bağlı bir muvazene seyridir.; İnsanı hakikati yerinde şuur “Berzah” şeklinde değerlendirmeye rastlamak mümkün.

Büyük Doğu” mana olarak doğunun doğuşu, doğum, büyüyen doğu ideali… Kısaca batı bloğuna karşı bir doğu idealizmini temsilen 1943’de Üstad Necip Fazıl Kısakürek (N.F.K) tarafından islam idealleri uğruna açılan bayrak. Üstad Necip Fazıl Kısakürek‘in ortaya koyduğu Büyük Doğu İdeolocyası özellikle Cumhuriyet sonrası Türkiye’de halklar tarafından ciddi oranda ilgi görmüş, milyonları peşinde sürüklemiş, sağ görüşlüsü, sol görüşlüsü inançlısı, inançsızı bir çok kesim ciddi oranda alakadar olmuştur. Yazılar makaleler, basılan kitaplar milyonların masalarını, evlerindeki kütüphaneleri süslemiş Üstad Necip Fazıl Kısakürek‘in fikirleri milyonların zihninde devrim niteliğinde değişimlere neden olmuştur. Neticede ciddi kitleleri uyandıran Büyük Doğu akımı bir çoklarını da rahatsız etmiş, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i ve yayınlarını engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. “Necip Fazıl Kısakürek” uzun yıllar hapsedilmiş, defalarca idamla yargılanmış, günlerce ağır işkenceler altında kalmıştır. Bunlara rağmen “ başını bir gayeye satmış kahraman gibi” davasından taviz vermemiş, tüm ağır şartlarda dahi islam davasının en mühim kaidesi olan tebliğ görevinden bir an bile vazgeçmemişti. Defalarca idam istemli iddianamelerle yargılanmasına karşın şu sözler kaleme almıştır: “Asılanlar ölmeyi bilmedikleri için, asıldılar. Ölmeye başta razı olmadıkları için, ölmeyi bilmek lazım, yaşamaya hak kazanmak için…“ Üstad Necip Fazıl Kısakürek dava şahsiyeti, derinliği ve samimiyeti ile ALLAH arasındaki teslimiyetini bu satırlarla açıklamıştır. Hakkında defalarca idam kararı çıkmış, fakat bir şekilde idam kararı infaz edilememiştir. Buna sebep bazen temyiz itirazı, bazen çıkan aflar, bazen de değişen hükumetler neden olmuştur. Neticede ısrarla asılması, idam edilmesi yönünde verilen uğraşlar “İlahi Mukadderat” tarafından engellenmiştir. “Ben kulumu eşya ve hadiselere feth ve tesir için kendime halife olarak yarattım” ayeti kelimesini muhatap bir hayat sürmüş, sayısız hikmet ve eserleri ile tüm dünya müslümanlarına ciddi bir manevi miras bırakmıştır. Karşısına çıkanlara da; “Durun hiç kimse yok ben varım! Sadece iman ve İslam! Başka yol tanımıyorum.” diyerek aksiyoner kimliğini de zaman zaman dile getirmiştir.

Etiketler: Büyük Doğu Meselesi, Musab Yasir Özen, Büyük Doğu, Türkiye, Müslümanım, İnsan ve toplum, İslami bir prodigma, Büyük Doğu Fikriyatı, hakk-el yakin, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, berzah, İslami ve evrensel, tasavvuf, 1943’de, Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Cumhuriyet devrim, NFK, idam, islam davası, ALLAH, idam kararı, dünya, iman

Musab Yasir ÖZEN, Musab, Musab Yasir, Yasir Özen, y. Özen, musab özen, MYO, M.Y.O

SALİH MİRZABEYOĞLU

İbda Büyük Doğunun Yürüyenidir.
(Musab Yasir Özen)

“Demek ki bu iş kafa ve fikir meselesinden önce ve ötesinde kalp ve gönül işidir. Ayna olmadan insanın kendi çevresini seyredemeyeceği hakikati çerçevesinde diyebilirim ki; hasta karşısında doktorun ondakini ona gösterici olması gibi onun şahsında tecelli eden muhasebenin sırasında ona rağmen onun için onunla kavga yapan dostuyum. “Diyerek Büyük Doğu sancağına talip olan “Kumandan Salih Mirzabeyoğlu”

Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Salih Mirzabeyoğlu için şu sözlere yer verir; “Elime bir geçti, pir geçti, biraz geç oldu ama fark etmez. Seni inşallah ben yetiştireceğim.” Ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, gongu çalar, fikir Üretir… Büyük Doğu bayrağı ibda hareketi ile tekrardan göndere çekilmiştir. Karanlık odaklar süreci takip eder ve ilk fırsatta Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu hapsederler. Salih Mirzabeyoğlu masumdur, fikirlerini kaleme almaktan başka bir şey yapmamıştır. Tek gayesi İslam davasına katkıda bulunmak Cumhuriyet sonrası kırılan manevi vecd ateşini tekrardan canlandırmaktır. Ele aldığı yazılarından batının çoğu filozof diye geçinen isimlerini, İslam dışı materyalist akım ve buluşlarını eleştirir ve çürütür. Kalemi o derece güçlüdür ki Üstad Necip Fazıl Kısakürek şahsına hitaben “ seni insanlar anlamıyor, çok yükseklerde uçuyorsun kanatların yanabilir, sana en büyük övgümde budur, eleştirimde budur.” der Kumandan Salih Mirzabeyoğlu öyle bir cevherdir ki üstadı dahi etkileyebilmiştir. Ne yazık ki şer odakları her zaman olduğu gibi vatana, millete, ülkesine faydalı olacağı ve kitleleri harekete geçirebilmek potansiyelinden dolayı Salih Mirzabeyoğlu’nu tutuklaırlar. Ve zorlu mahkeme süreçleri akabinde yaklaşık 15,16 yıl cezaevinde haksız ve hukuksuz bir şekilde alıkonulur. Salih Mirzabeyoğlu mücadelesinden ve davasından asla taviz vermez, konulduğu küçük hücresinde üretmeye ve yazmaya devam eder, bir çok eser kaleme alır. cezaevinin tüm olumsuz koşullarına ve ağır psikolojik şartlarına rağmen gayesinden bir an bile sapma yaşamaz…

“Bizim dünyayı nakışlandırma meselesi olarak marifet ve tecrübe alanımız belli;

İslam tasavvufu ve Batı tefekkürü kanatları arasında, ikinciyi, birinciye icra…”

                                                                                                                                                                                                                (Kumandan)
                                                                                                                                                                                                        Salih Mirzabeyoğlu

Yaklaşık bir asırlık bu manevi hareketi, çekilen çileleri, ortaya konulan değerleri ve iki önder şahsiyeti naçizane anlatmaya çalışsak da, hiçbir şekilde haklarını teslim edemeyeceğimiz su götürmez bir gerçektir. Büyük Doğu Meselesi günümüzde iki önemli şahsiyeti kaybetmiş olsa da, bırakılan eserlerde ideolojik olarak gayet kapsamlı ve detaylı olarak ele alınmış ilgili her bir bireyin de önüne sunulmuştur. Bu davaya ve ideolojiye gönül vermiş bireyler de Büyük Doğu’nun şanlı tarihine ve önderlerine yakışır bir şekilde hareket etmesi vatanına, milletine, değerlerine, devletine sahip çıkması gerekmektedir. Büyük Doğu Hareketi taliplilerinden derinlemesine samimiyet bekler. Aynı oranda bağlı olduğunu ve dava bayraktarlığına soyunan zümrelerden de aynı hassasiyeti ve şeffaflığı bekler. Şayet bir yolda samimiyet yoksa, burada hakiki bir dava gütme anlayışından bahsedilmesi akla ziyan bir durum teşkil edecektir. Koyun postuna bürünmüş kurtlar misali davaya en çok zarar veren unsurların başında bu şahsiyetler başı çekmektedir. Genel maksat dava adamlığı değil, dava adamı gibi görünme çabasıdır. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in deyimi ile bunlar; “bir hokkabaz, bir benlik heykeli, bir idrak dilsizi, bir vicdan sağırı, bir kalp ve kafa çilesizinden öteye gidemezler.”

Büyük Doğu Mefhumu, hurda karakter ve kişiliğe sahip, ne olduğu belirsiz, tahsilsiz, Semt köşelerinde dünya kurtaran, hayatında üniversite kapısına uğramamış, şekilcilik ve para kovalayan, şiddete sevdalı, tabanca taşımaya hülyalı, değnekçilik ve dergicilik oynayıp, vekillik hayalleri kuranların, kalleş ruhlu bozukların, kimliksizlerin ve onlarca ruh hastalığına muhatap şizofrenlerin güdeceği, sözde bayraktarlığına soyunacağı bir mesele değildir. Büyük Doğu Davası öncelik olarak koyun sürüleri içindeki kurtları ayıklamakla işe başlar. Çürükler ayırt edilmezse davaya en büyük zararı bu şarlatanların vereceği acı bir gerçektir. Burada önemle vurgulanması gereken ideolojinin öğrenilmesi ve tanınma aşamasında iki mümtaz ismin (Necip Fazıl Kısakürek, Salih Mirzabeyoğlu) eserlerinden istifade edilmesi mevzunun kaynağından bilgi sahibi olunmasıdır. Hakikatler Ali’den, Ayşe’den öğrenilmez, hakikatin ne olduğu öğrenilir, devamında Ali ve Ayşe’nin de ne olduğu ortaya çıkar. Önceliğimiz aradığımızın ne olduğunu bilme durumudur. Şayet aradığımızın ne olduğunu bilmezsek, bulduğun ve karşılaştığın şeylerin ne olduğunu bilemezsin. Aksi halde bozuk güruhların etrafında bir eşya misali kullanılır, bırakılırsın. Mümin kişi odur ki; kendisini kullandıracak kadar akıllı ve derinliklidir. Bu bağlamda bizim davamıza gönül vermiş kişilerin bu hususları titizlikle irdelemesi boyun bükülecekse şahıslara değil, hakikatlere boyun bükülmesi gerekmektedir.

 

Türkiye toplumlarında artık klasikleşmiş bir hal alan çeşitli stk, dernek, vakıf, dergicilik adı altında kurulan sözde halklar için faydalı işler yapıldığı görüntüsü veren yapılar bulunmaktadır. Bunlar şahsi hayatlarında ve sosyal çevrelerinde yer edememiş ciddi ruhsal sorunları olan ve stk kisvesi altında yer edinip, maddi çıkar sağlamayı hedefleyen bozuk karakterli şahsiyetlerdir. Bu yapılanların hiçbir şekilde vatan, millet, dava şahsiyeti ile dertlenmesi gibi bir düşünceleri yoktur. Bu tespitleri yapabilmek için çok ciddi bir zeka seviyesine sahip olmaya gerek yoktur. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun deyimiyle; “Bizim işimiz doğruyu bilmeden, sadece yanlışı çıkarma değil. Yanlışı içindeki doğrularıyla doğrumuza vesile ve malzeme kılma işidir, tasarruf işi bunun içinde ona dair kılacağın doğrun olacak.” Değinmek mümkün.

Etiketler: Salih Mirzabeyoğlu, İbda, Musab Yasir Özen, fikir, insan, büyük doğu, kumandan salih mirzabeyoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, ibda hareketi, islam davası, islam dışı, büyük doğu meselesi, ideolojik, büyük doğu hareketi, dava adamlığı, dava adamı, mümin.

Musab Yasir ÖZEN, Musab, Musab Yasir, Yasir Özen, y. Özen, musab özen, MYO, M.Y.O

BÜYÜK DOĞUCULUK DİYALEKTİĞİ

(Musab Yasir ÖZEN)

İslam inancına sahip her birey inancı gereği ALLAH’tan başka hiçbir otorite ve güce boyun büküp, tabi olmaz. En güçlü sorgulama ve muhalefet İslam dininde mevcuttur. Dinimizde aklı körü körüne kiraya vermek sefil bir kölelik olarak adlandırılır. Hakikatin özü nasıl ve niçin’den meydana gelmektedir. 20. yüzyıl ve devamı bilgi, enformasyon çağı olarak nitelendirilmekte, bilginin bir silah olduğu önemle vurgulanmaktadır. Ülkeler teknoloji, sanayi ve yeni keşifler hususunda kıran kıran’a bir yarış içerisindedir. Toplumsal olarak kendini geliştiremeyen ve bu yarışın çok gerisinde kalan milletlerin nasıl coğrafyalarının kan gölü’ne döndüğü hepimizin malumudur. Mürekkebin akmadığı toplumlarda, kan akar sözü durumu özetlemektedir. Kentleşme ve metropolleşmenin zirvelerini yaşadığı Türkiye’de hala ne idüğü belirsiz, kot kafalı, empati duygusundan mahrum, analitik düşünemeyen, oturduğu yerde devlet kurup devlet çökerten traji komik profillere rastlamak mümkün. Bizim mutlak önceliğimiz bu şarlatanları aramızdan ayıklamak ve defnetmek olmalıdır. Bunlardan samimi bir dost olamayacağı gibi, samimi bir düşman da olamaz. Yani bunlardan bir şey olmaz. Bunları biz tabela reklamcısı olarak görüyor, işin kaymağını hedeflediklerini de iyi biliyoruz.
Fakat körlükleri o kadar büyüktür ki, o kıt akıllarıyla başkalarını da kafalayabileceklerini düşünürler. Ulu orta bir komedyadır halleri. Bunların çevrelerindeki şakşakçıların Büyük Doğu Davası ve Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in kısmi bir tefsir mahiyeti güden eser içerikleri ve fikirleriyle hiçbir bağları yoktur. Bu nedenle de yapılan hamleler pasif kalıp, ALLAH‘ın manevi yardımından mahrum bir halde sürünmeye mahkumdur. Kalemlerini kimsenin kaale almadığını bildiklerinden oyun dışı kalan çocuk misali mızmızlanmaya, suyu bulandırmaya, gündemde kalmaya çalışırlar. Beslenbildikleri tek husus yaygara propagandasıdır. Kimliksizliklerini boş, beleş uğraşlarla kimliklendirmeye çalışırlar. Necip Fazıl Kısakürek ve devamındaki Salih Mirzabeyoğlu eserlerindeki fikirleri kendi menfaatleri doğrultusunda yorumlayıp, dava çığırtkanlığına soyunan bu şahsiyetsizlerin mutlak surette ayıklanması ve kafalarının ezilmesi gerekmektedir. Üç, beş internet sitesi kurup Devlet Politikaları’na dil uzatmak, alakasız algılar oluşturup, propaganda yapmak, lider icat etmek, 3. Dünya Savaşı çıkarmak, mafyacılık oynamak, efendim bizim binler militanımız var, şu kadar bombamız var ayakları, cıo-mossad teraneleri… Bu çirkin dil ve anlatımların bizim davamızla, ehl-i sünnet yoluyla ve dava şahsi ahlakıyla hiçbir ilgisi alakası yoktur. Bu teraneler ancak bu şahısların sokak diliyle kolpalığı başka yerlere naval okuması olarak adlandırılabilir.
Ahlaklı bir Müslüman, ahlaklı bir dava adamı şiddet söylemi ile kimlik bulmaya Çalışmaz, çabalamaz. Cebinde bir şey varsa, sürekli onu dillendirme ihtiyacı duymazsın… Şayet yoksa geriye dil cambazlığı iyi bir yöntemdir. Bunları mutlak suretle görmeli sap ile samanı ayırmalıyız. Don kişot misali hayali düşmanlar üretip, kahramanlık makaleleri yayınlamanın dava ile ne alakası var, anlamak mümkün değil. Devrim denilen şey önce insanın içindeki putları, ruh hastalıklarını devirecek bir şey olmalıdır. Kendi nefsini, duygularını ıslah edememiş 3,5 balonun kalkıp bu işlerin bayraktarlığına soyunması akla ziyan bir iştir. Bunlar işin keyfiyetinde, mahalle kahvehanelerinde toplanan emekliler misali boş lakırdı peşindeler. Cezaevine girmekten ve ölmekten korkan tipler. Dedik ya mesele dava adamlığı değil dava adamı görüntüsü vermekte. Avrupa’nın falan ülkesi filan müptezellerinden anca talimat alır, bu vatana ihanet edersiniz. Yaptığınız iş tam olarak budur.

Tespit edilmesi yönünden, bunların sözler ve söylemleri yerine hal ve hareketlerine bakmak yerine bulacaktır. Çünkü sözler işin vitrini, gözükmek istenilen rollerin propagandası, haller ve hareketler ise doğrudan beyin yapılarını ortaya koyan somut tanımlamalardır. Bu çelişkili durum yani sözler ve hareketlerin uymaması hali ortada bir dürüstlüğün de olmadığının en önemli göstergesidir. Lakin her şey taklit edilebilir, fakat samimiyet asla taklit edilebilir bir şey değildir.

Etiketler: Büyük Doğuculuk Diyalektiği, Musab Yasir Özen, islam, ALLAH, islam dini, türkiye, büyük doğu davası, Necip Fazıl Kısakürek, Salih Mirzabeyoğlu, Devlet Politikası, müslüman, dava adamı, devrim, dava.

Musab Yasir ÖZEN, Musab, Musab Yasir, Yasir Özen, y. Özen, musab özen, MYO, M.Y.O

ALLAH, YOL, DAVA, İDEAL…

(Musab Yasir ÖZEN)

İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü desteğinden mahrum fakat gizli bir ruh feyzi ile gayesini sezmiş ve fikir kargaşalarından kurtulmuş saf ve basit adam işidir… Sonuç ve netice olarak bizlerin bu yolda gönüldaş ve yoldaş olarak görmek istediği kişiler muallakta kalan, toprak altında sürünen tipler kesinlikle değildir. Biz Büyük Doğu ruhundan bahsediyoruz. Kur’an-ı Kerim ışığında, ehli sünnet yolunda bir inanç ve yol. Ve bu manevi inançla oluşturulmuş, devletçi bir teşkilat yapısı oluşturulmalıdır. Bu kutsi yolun uğraşıda esersiz, irfansız, Çilesiz ve samimiyetsiz olamayacağı ortadadır. Bu nedenle de zihniyet olarak berrak kalıp, davaya sadık olamayanları, sokak jargonu ile kolpacıları, reddediyoruz. Bunların ve yanlarında dolanan 3,5 şivananın bizim nezdimizde çöp kadar hükmü yoktur. Malum müminin ferasetinden sakınmak lazım. Sahtekarı ve gözü bağcıyı ayırt etmek bizim işimiz.

Etiketler: ALLAH, YOL, DAVA, İDEAL, Musab Yasir ÖZEN, Büyük Doğu, ehli sünnet, kuran-ı kerim, Fikir, inanmak

BÜYÜK DOĞU MARŞI

Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!

                                                                                                                                                                          Necip Fazıl Kısakürek
                                                                                                                                                                    www.musabyasirozen.com.tr

Bulunduğu çağın nabzını yakalayan gençler ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasında bir berzahta kıvranan insan oğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatini nispetle heykelleştiren adam; Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e saygı ve rahmetle… Ruhu şad olsun.

 

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

Büyük Doğu

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ) Musab Yasir Özen

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ)

Musab Yasir Özen

Anlaşılırlık
Biz insanlara, amacımız apaçık sunmayı, sistemimizi gözlerinin önüne sermeyi ve onları güneşten daha parlak, sabahın beyazlığından daha açık, gündüzlerin aydınlığından daha aydınlık olan davamıza açıkça ve mertçe davet etmeyi severiz.

Masumluk
Yine aynı şekilde milletimizin bütün müslümanlar’ın Büyük Doğu” davasının masum ve saf bir dava olduğunu bilmelerini isteriz. Davamızın saffiyeti öylesine berraklaşmıştır ki, davetçilerimiz şahsi arzularını aşmış, maddi menfaatleri değersiz görerek bırakmış, arzu ve heveslerini arkasına atmış. Hak Tebareke ve Teala’nın davetçileri için belirlediği yolda ilerlemeye başlamışlardır.

De ki, bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar apaçık bir şekilde insanları ALLAH’a davet ederiz. O ALLAH ne yücedir. Ben asla O’na şirk koşanlardan olamam. (Yusuf, 108)

Biz insanlardan bir şey istemiyoruz. Bize mal vermelerini şart koşmuyoruz, mükafat da beklemiyoruz. Onların bizi övmelerini beklemiyoruz. Ne bir karşılık ne de bir teşekkür umuyoruz.

Karşılıksız Sevgi
Yine milletimizin bilmesini isteriz ki onlar bizlere kendi nefsimizden daha sevimlidirler. Bilinmelidir ki bu insanlar feda edilecek bir şeyleri varsa onu bu ümmetin izzeti için feda etmeye can atanlar, eğer bir mal varlıkları varsa onu bu milletin varlığı, saygınlığı, dini ve amaçları için sarf etmeyi arzularlar. Bizi bu konuma getiren şey kalplerimizi saran, hislerimize hakim olan sevgimiz, uykularımızı kaçıran ve gözlerimizden kan yaşları akıtan endişemizdir. Milletimizi bu halde gördükten sonra yine tembelliğe devam etmemiz, gevşekliğe ve ümitsizliğe boyun eğmemiz bizim için asla mümkün değildir. Biz kendi nefsimiz için çalıştığımızdan çok ALLAH yolunda insanlar için çalışıyoruz. Bizlerin varlığı türküm ve Müslümanım diyenler içindir.

“Üstünlük Ve Başarı Yalnızca ALLAH’ındır.”

Biz, hiçbir şeyi kendi başarımız olarak görmüyor, kendimizde bir üstünlük hissetmiyoruz. Biz sadece ALLAH‘ın şu sözüne iman ediyoruz.

“Aksine, sizi hidayete erdirmek suretiyle en büyük işi ALLAH yapmıştır. Eğer doğrulardansanız.” (Hucurat, 17)

Eğer dilediğimiz fayda verirse, dileriz ki ALLAH ümmetimizin kalplerini açsın da görsün ve işitsinler, baksınlar ki acaba “Büyük Doğu İdeolocyası na samimi olarak gönül vermişlerdi, milletin ıslahı için gayret göstermekten başka hiçbir his var mı? Biz de içine düştükleri bu hale üzülmemizden başka bir şey bulabilecekler mi? Fakat bize ALLAH yeter. O bunların hepsini biliyor. Bizi hak yoldan ayırmamak için onun kefaleti yeterlidir. Kalplerimizin bağları ve anahtarları onun elindedir.

ALLAH kimi hidayete erdirirse o artık sapmaz. Kimi de saptırırsa o artık doğru yolu bulamaz” (Zumer, 36-37)

“ O, bize kafidir, o ne güzel yardımcıdır.”

“ALLAH , kuluna yeterli değil midir? “ (Zumer, 36)

Büyük Doğu’nun İstediği Dört Sınıf

İnsanlardan istediğimiz yegane şey karşımızda şu dört sınıftan biri olmalıdır.

Salih Mirzabeyoğlu

1. İnananlar

Büyük Doğu” davasına inanan, sözümüzü doğrulayan ve prensiplerimizi beğenen, onda bir hayır gören, kalben tatmin olan ve faydasına inanan kişi. Biz bu kişiyi derhal bize bağlanmaya ve bizimle beraber çalışmaya çağırıyoruz. Ki böylece mücahitlerin sayıları artsin ve davetlilerin sesleri yükseltsin. Çalışmaya katılmadıkça inanmanın hiçbir anlamı yoktur. Sahibini onu gerçekleştirmeye ve uğurun da fedakarlık yapmaya sevk etmeyen bir inancın da hiçbir faydası yoktur. Kalplerine ALLAH‘ın hidayetini yerleştirmesi ile hayırda öne geçen Sahabeler de böyle davranmış, peygamberlerine tabi olmuş, onun getirdiklerine iman etmiş, ve onun yolunda hakkıyla cihad etmişlerdi. Bu kişiler için ALLAH en güzel mükafatı verecektir. Onların sevabı tıpkı tabi oldukları kişinin sevabı gibi olacak ve asla ondan eksik kalmayacaktır. 

2. Tereddütler

Bu kişi, henüz, hakkı tespit edememiş, sözlerimizdeki samimiyeti ve faydayı anlamamış olan kişidir. O, henüz kararsız bir şekilde bocalamak ta’dır. Bu kişiyi tereddütle baş başa bırakır ve ona şöylece tavsiyede bulunuruz:

– Bizimle bol bol ilişki kur, uzaktan ve yakından faaliyetlerimizi takip et, kitaplarımızı oku, cemiyetlerimizi ziyaret et, kardeşlerimizle tanış, inşallah bundan sonra bizim hakkımızda senin kalbine güven gelecektir. Daha önce de peygamberlere uyanlar arasında evvela böyle tereddütlü şekilde davrananlar olmuştur.

3. Menfaatperestler

Kendisine bir menfaat kazandıracağından emin olmadıkça destek vermeyi istemeyen ve ancak bir ganimet karşılığı gayret gösteren kişilerdir. Onlara deriz ki:
– Kusura bakma. Bizim yanımızda, ancak samimi davrandığın takdirde ALLAH‘ın sana vereceği sevap ve hayırla davranışlara devam ettiğinde kazanabileceğin bir cennetten başka bir şey yoktur. Biz, şeref yönünden üstün mal yönünden ise fakir kimseleriz. Bizim işimiz, beraberimizdeki insanlar için fedakarlık etmek, elimizdeki bütün malımızı dağıtmaktır. Tek dileğimiz de en güzel dost ve yardımcı olan ALLAH‘ın rızasıdır. Eğer Allah’ü Teala onun kalbini hırsın baskısından kurtarırsa, ALLAH indinde olanın hayırlı ve ebedi olduğunu bilecek, bu dünyaya ait bütün varlığını, ALLAH‘ın ahirette vereceği sevaba nail olmak için feda etmek üzere ALLAH ordusuna katılacaktır.

“Sizin yanınızdaki şeyler tükenir, ALLAH’ın yanındakiler ise bakidir.” (Neml, 96)

Eğer bu kişi, uzak durur, nefsine, malına, dünyasında, ahiretin de, ölümünde ve yaşamında evvela ALLAH‘ın hakkı olduğunu kabullenmez ise hiç şüphesiz ALLAH ondan ve hakkı görmeyen her kişiden münezzehtir. Resulullah (S.a.v)’a biat ederken de onun vefatından sonra da kendilerine amirlik verilmesini isteyenler de aynen bunlar gibiydiler. Fakat Resulullah, onlara sadece şunu bildirmekle yetindi.

“Arz Allah’a aittir. Onu kullarından dilediğine verir. Akıbet müttakilerindir.” (Araf, 123)

4. Karşı Çıkanlar

Bunlar, bizim hakkımızda kötü düşünen, şüphe ve tereddütten kurtulamayan kimselerdir. Bunlar bize koyu siyah bir gözlükle bakanlar. Bizden şüpheyle ve dışlayarak söz ederler. Gurur da inat etmekten sakınmaz, şüpheleri gidermeye çalışmaz ve evhamlarıyla birlikte yaşarlar. Bu durumda ALLAH’ın ona ve bize hakkı hak gösterip ona tabi olmamızı, batılı batıl gösterip ondan sakınmamızı sağlamasını niyaz ederiz. Çünkü her şey onun elindedir, hidayete erdirmek de ona aittir. Eğer çağrıya kulak verenlerden ise onu davet eder, söz dinleyenlerden ise ona nasihat ederiz. Yegane ümit kaynağımız olan ALLAH’a onun hayrı için dua ederiz. ALLAH’u Teala bu insanların bir kısmı hakkında peygamberlerine şu ayeti kelimeyi indirmiştir.

“Sen sevdiklerini hidayete erdirmezsin, fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. “ (Kasas, 80)

Bu nedenle onları seveceğiz ve onların bize meyletmelerini, davamıza güven duymalarını temenni edeceğiz. Onlar hakkında efendimiz Muhammed Mustafa’nın bize bildirdiği şu sözü söylemekle yetineceğiz.

“Allah’ım kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar. “

Artık insanların bize karşı bu dört sınıftan biri olmayı tercih etmelerini diliyoruz. Artık müslümanların amaçlarını anlamalarının, yönlerini tayin etmelerinin ve bu yolda amaçlarına erinceye kadar çalışmalarının vakti çoktan geçmiştir. Bu şaşırtıcı gaflete, eğlenceli oyalanmalarla, aldatılmış kalplere, kör yönelişlere ve her konuşanın peşine takılmaya, stadyumları doldurup, Semt hoklabazları’na, akıllarını kiraya vermeye, uyuşturucu bataklıklarında çırpınmaya ve bu tip şeylere yer yoktur.

“Delikanlı hala ne diye oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın.“

Kendi Varlığından Vazgeçmek

Milletimizin bilmesini isteriz ki ancak her yönüyle uyum sağlamayı kabullenenler, canından, malından, vaktinden ve sıhhatinden sorumlu olduğu oranda fedakarlık yapabilirler bu davaya layık olabilirler.

“De ki; eğer, babalarınız, evlatlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretleriniz, kazandığınız mallarınız, kesat gitmesinden korktuğunuz alışverişiniz, ve hoşlanmadığınız evleriniz size Allah’tan, Resulü’nden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyiniz. Allah fasıklar kavmini hidayete erdirmez” (Tevbe, 24)

Büyük Doğu’nun daveti asla şirki kabullenmeyen bir davettir. Tevhid, onun karakteridir. Kim bu esası kabullenirse Büyük Doğu davasını yaşar ve yaşatır. Bu temel esası ihmal ederler ise mücahitlerin sevabından mahrum kalır, geride kalanlara denk olur ve oturanlarla beraber otururlar. O zaman ALLAH çağrısını başka bir kavme yöneltir.

“O, müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı şiddetlidir. Müminler, ALLAH yolunda cihad eder ve kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, ALLAH’ın dilediğine verdiği bir mükafattır. (Maide, 52)

Büyük Doğu Davasının Açıklığı

Biz insanları bir takım prensiplere davet ediyoruz. Bu prensipler, açık, belirli ve insanların bir çoğunu teslim olduğu İslam’ın prensipleridir. Bütün müslüman ülkeleri (Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Brunei Darüsselam, BurkinaFaso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suriye*, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkiye, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün, Yemen.) bu prensipleri tanır, gereğine iman eder ve bu prensiplerin mutluluk ve rahatlığı için yegane reçete olduğuna samimiyetle inanırlar. Bu prensipler, ebedi iyilik ve varlık âlemini ıslah edebileceğini bizzat tarihi tecrübelerince ispatladığı prensiplerdir.

Bu prensiplere iman etmek noktasında birleştikten sonra kavmimizle bizim aramızda kalan yegane fark onların imanı ; kalplerde uyuklayan, miskin ve tembel bir duygu olarak algılamalar, hükmünü uygulamayı ve gereğini yerine getirmeyi istemeleri, Büyük Doğu’cuların ise imanı, nefislerinde alevli ve canlı, kuvvetli ve uyarıcı bir şekilde kabullenmeleridir. Biz doğulularda söyle acayip bir psikolojik hal vardır; inandığımız şeyden bahsedilince öyle heyecanlanırız ki bizi gözetleyen insanlar bu inanç uğurun da başarıncaya dek dağları devireceğimizi, canimizi, malımızı feda edeceğimizi, her türlü zorluklara katlanacağımızı ve kahramanlıklar göstereceğimizi zannederler. Fakat sözün tesiri geçip topluluk dağılınca, imanımızı tamamen unutur ve fikrimizden uzaklaşırız. Bu yolda en basit bir mücadeleye gelişmeyi bile aklımıza getirmeyiz. Bu unutkanlık ve gaflet o derece büyür ki bazen fikrimizin tam zıddını kasten veya gayri ihtiyari isteriz. Fikir, amel veya düşünce adamlarından birisinin aynı günün iki yakın saatinden birinde inkarcılarla ikarcı, ötekisinde ise ibadet edenlerle beraber abid olduğunu görseniz şaşırarak gülmez misiniz? İşte bu gevşeklik, unutkanlık, gaflet ve uyuşukluk bizi, davamızı anlatmaya sevk etmiştir. Bu dava, sevgili milletimizin ana esaslarına zaten iman etmiş olduğu Büyük Doğu İslam Davasıdır.

Davalar, Davetçiler Ve Araçlar

Sözümüzün başına dönerek diyoruz ki, Büyük Doğu Davası, esaslı prensipleri olan bir davadır. Bugün doğuda ve batıda insanların akıllarını işgal eden ve kalplerini karıştıran ideolojiler, prensipler, fikirler, mezhepler, münakaşalar vardır. Bunlardan her birini öven taraftarları, yaymaya çalışan evlatları, aşıkları ve mürşitleri vardır. Onlar davalarının meziyet ve güzelliklerini anlatır, davalarını insanlara güzel, şaşaalı ve parlak bir şekilde sunmaya çalışırlar.

Günümüzdeki davetliler eskiye oranla özellikle batı’da daha iyi eğitilmiş, hazırlanmış ve donatılmış kişilerdir. Her fikir kendi karanlık yönlerini açıklayan, güzelliklerini ortaya seren, insanların kalplerine en kolay yoldan sızması ve onları tatmin etmesi için bütün reklam ve propaganda yollarını kullanan bir davetçi ordusuna sahiptir.

Davetçilerin kullandığı araçlara gelince bunlarda eskiye oranla son derece farklıdır. Eski davetliler ancak topluma söyleyebildikleri veya eserleri geçirebildikleri birkaç sözle davalarını anlatabilirlerdi. Şimdiyse yayın organları, dergiler, gazeteler, kitaplar, tiyatro ve filmler, radyo ve televizyon propaganda aracı olarak kullanılmakta, bu fikirlerinin kadın-erkek bütün insanların kalplerine, evlerine, ticarethanelerine, fabrikalarına ve tarlalarına ulaştırılması için bütün vesilelere başvurulmaktadır. Bu nedenle davetlilerin arzuladıkları amaca ulaşıncaya kadar bu araçların tamamını en güzel şekilde kullanmaları gerekmektedir. Bu açıklamaları neden yapıyoruz? Burada, ikinci kez geriye dönerek diyeceğim ki; dünya şu anda siyasi, milliyetçi, ırkçı, ekonomik, askeri ve barışcı ideolojilerin arasında sıkışıp kalmıştır. Büyük Doğu mensuplarının güttüğü bu kutsal davanın bu karmakarışık ortamda konumu nedir?

Büyük Doğu

Büyük Doğu Işığında İslam Anlayışımız

Büyük Doğu Davasını tüm yönleriyle ifade eden tek kelime İslam’dır. Bu kelimede insanların anladigi dar manalardan başka çok geniş manalar gizlidir. Biz inanıyoruz ki; İslam, hayatın bütün safhalarını düzenleyen, bütün problemlere çözüm yolu gösteren, her konuda en hassas hükümleri veren, hayati problemler karşısında eli kolu bağlı kalmayan ve insanların ıslah etmesi mümkün olan yegane nizam olarak çok geniş manalar içermektedir. Bazı insanların İslam’ı sadece, bazı ibadet biçimleri ve ruhi haller olarak dar bir alana sıkıştırmaları büyük bir hatadır. Onlar, islam hakkındaki bu dar anlayışları nedeniyle yaşamlarını ve iradelerini çok dar bir çerçeveye sıkıştırmışlardır. Fakat biz İslam‘dan bundan başka, dünya ve ahiret işlerini düzenleyen geniş ve derin bir anlam çıkarıyoruz. Biz bunu kendimiz iddia etmiyor veya uydurmuyoruz. Aksine bu bizim ALLAH‘ın kitabı olan ve ilk müslümanlar’ın yaşayış tarzlarından çıkardığımız bir sonuçtur. Bizle alakadar olanlar “Büyük Doğu Davası” olan İslam kelimesinin ifade ettiği en geniş manayı anlamak istiyorsa, nefsini, heva ve ön yargılarından arındırdıktan sonra Mushaf-ı Şerif-i eline alsın ve Kur’an ‘ ın ne demek olduğunu anlatsın. Bu takdirde Büyük Doğu Davası’nı kolaylıkla anlayacaktır. Evet davamız İslam davasıdır. Bu kelimenin ifade ettiği bütün özelliklere sahiptir. ALLAH’ın kitabı islamın esasları ve temelidir. Resulullah’ın sünneti kitaba dayanır. ve onu açıklar. Selefi Salih’in yaşam tarzları ise ALLAH‘ın emirlerine uymaları ve doğrudan doğruya Resul’ünün öğretisinden haberdar olmaları nedeniyle İslam’ın pratikteki öğretisidir.

ÇEŞİTLİ DAVALARA KARŞI BÜYÜK DOĞU TAVRI

Bu asırda insanların kalplerini ayıran fikirlerini karmakarışık eden davaları, davamızın terazisinde tartarız. Uygun düşenleri hoşlukla kabul eder, aykırı olanlardan ise uzak dururuz. Biz inanıyoruz ki davamız genel ve kapsamlı bir davadır. Hangi davada olursa olsun, hayırlı olan şeyleri asla dışlama, alır ve kabulleniriz.

1. Vatanseverlik

İnsanların bazen vatanseverlik, bazen de milliyetçilik davalarına sarıldıkları görülmektedir. Doğuda, özellikle doğulu milletlerin batılıların kendilerine yaptıkları kötülükleri, şereflerine, üstünlüklerine ve istiklallerine el uzattıklarını, mallarını aldıklarını ve kanlarını akıttıklarını görmelerinden sonra bu milletler batının içlerinde yaktığı bu ateşle tutuşmuşlar, vatanseverliği ihmali mümkün olmayan bir görev saymışlar, bütün güçlerini, gayretlerini ve imkanlarını harcayarak batının boyunduruğundan kurtulmaya koşmuşlardır. Liderlerin dilleri, gazetelerin sahifeleri, hatiplerin konferansları ve insanların sloganları vatanseverlik ve milliyetçiliğin önemini haykırmaya koyulmuştu. Bütün bunlar güzeldi. Fakat güzel olmayan şey doğulu müslümanlar’ın, bu fikirlerin Avrupalıların söylediklerinden ve yazdıklarından daha güzel, daha etraflı, daha hassas ve daha arınmış bir şekilde İslam’da ifadesini bulmasına rağmen İslam‘dan kaçınmaları, Avrupalıları kör bir şekilde taklide dalmaları ve İslam’la bu fikirlerin karşıt iki tarafı temsil ettiğini zannetmeleridir. Hatta, bazıları İslami düşüncenin milletin birliğini parçalayacağını ve gençler arasındaki bağları zayıflatacağını sanmışlardır. Bu hatalı kuruntu doğulu milletler için her yönden zararlı olmuştur. İşte bu yanlış kuruntu nedeniyle şimdi sizlere Büyük Doğu’nun vatanseverliğe yönelik bakışının ne olduğunu belirtmekte fayda var. Bu tavır Büyük Doğu’cuların kendilerinin kabul ettikleri ve insanlara yaymak için gayret gösterdikleri tavırdır.

a) Duygusal Vatanseverlik

Eğer vatanseverler davalarından bu toprakları sevmeyi, bağlanmayı, ona karşı arzulu olmayı ve vatana derin duygularla bağlanmayı kastediyorlarsa bu hem insan fıtratında bulunan hem de İslam tarafından emredilen bir husustur. İşte, her şeyini dini ve inancı uğruna feda eden Bilal (r.a) hicret yurdu Medine’de vatanı olan Mekke’ye ince ve hassas duygularıyla şöyle hitap ediyor:

“Mekke vadilerinde bir gece kalabilecek miyim?
Çevremdeki güzel otlar ve çiçekler arasında …
Bir gün meccane suyuna varabilecek miyim?
Same ve Tufeyl dağlarını görebilecek miyim?”

Yine Resulullah (S.a.v) şair Useyl’in Mekke’yi anlatışını dinlerken hasretle gözlerinden yaşlar akarak:

“-Dur ey Useyl dur ki kalplerimiz durulsun.” Demiştir.

b) Hürriyet ve Şeref Açısından Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikten vatanın işgalcilerin elinden kurtulmasını, istiklâlini kavuşturulmasını ve vatan evlatlarının kalbine hürriyet ve şeref duygularının yerleştirilmesi için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesini kastediyorlarsa bu husus da, biz onlarla müttefikiz. Bu konuda İslam son derece sert ve tavizsiz bir tavır takılmıştır;

“Şeref ALLAH içindir, Resulü içindir ve müminler içindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. “ (Münafikun, 8)

“Allah, kâfirlerin eline, müslümanların aleyhine bir fırsat vermeyecektir. (Nisa, 141)

c) Sosyal Açıdan Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikle aynı ülkenin insanları, arasındaki bağların kuvvetlendirilmesini, fertlerin faydaları gereği olan bu bağı kuvvetlendirmek için aydınlatılmalarını kastediyorlarsa bu hususta da aynı şekilde onları destekleriz. Bunu bizzat gerekli bir vecibe olarak görmüş ve İslam peygamberleri şöyle buyurmuştur :

“Ey ALLAH’ın kulları, kardeşler olunur.” Kur’an ise şöyle demektedir:
“ Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyiniz. Onlar sizi helak etmek isterler, sizin sıkıntıya düşmenizi dilerler. Kinleri ağızlarına, dökülmüştür. Kalplerinde gizledikleri ise daha fazladır. Bu ayetleri size açıkladık, umulur ki akıl erdirirsiniz.” (Ali İmran, 13)

d) Fetihçi Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten, ülkelerin feth edilmesini ve dünyada üstünlük kurulmasını kastediyorlarsa zaten İslam’ın farz kıldığı ve fetihlerin en mübarek ve en faziletlisine teşvik ettiği yol budur. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurmuştur :

“Yeryüzünde hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın “ (Bakara, 193)

e) Bölücü Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten maksat, milletimizi çeşitli gruplara ayırıp aralarına çekişme, kin, iftira düşürmek, birbirlerine sövüp itham ederek tuzaklar kurmalarını sağlamak, şahsi menfaatleri için kurulan partilere sımsıkı bağlanan taraflar haline getirmekse bu anlayış, toplumdaki ateşi alevlendirmekten ve onları Haktan ayırıp batıla bağlamaktan başka bir iş göremez. Bu anlayış, insanların birbirleri arasındaki bağları koparır, birbirleriyle yardımlaşmalarını Önler. Onların çekişme ve iftiralar ile uğraşmasını sağlar. Bu tip bir vatanseverliğin ne insanlara ne de davetlilere bir faydası vardır. İşte gördüğünüz gibi biz de vatanseveriz. Fakat biz ancak vatanımız ve milletimiz için hayırlı olan yönleri kabulleniyoruz. Yine gördüğünüz gibi uzun uzun anlattığımız bu vatanseverlik davası da esasında İslam’ın öğretilerinin bir bölümünden başka bir şey değildir.

Necip Fazıl Kısakürek

Vatanseverliğin Amacı Ve Birlik

Vatanseverler bugün Avrupalıların yaptığı gibi önce vatanlarını kurtarmayı, ardından da maddi açıdan yükselmeyi hedef edinmişlerdir. Biz, ise müslümanların boynunda canlarını, kanlarını ve mallarını feda ederek yapmaları gereken bir görevlerinin olduğuna inanıyoruz. Bu görev, insanlığın İslam nuruyla aydınlatılması ve İslam bayrağının yeryüzünün her tarafına yükseltilmesidir. Bu görev yerine getirmek için ne mala ne şöhrete ne saltanata ne de bir millet üzerine sömürge kurmaya ihtiyaç vardır. Bunun için yalnızca Allah‘ın rızasını gaye edinmek yeryüzünü onun diniyle saadete erdirmek ve onun ismini yüceltmek yeterlidir. İşte bu metod, Mukaddes fetihleriyle dünyayı dehşete düşüren, sürat, adalet ve fazilet yönünden tarihin şahit olduğu bütün harikalara aşan Selefi Salih’inin (Allah onlardan razı olsun) metodudur.

İslam dini birlik ve eşitlik dinidir. Karşılıklı hayırda yardımlaşmaya devam ettikleri müddetce diğer dinlerin bağlılarıyla Müslümanlar arasındaki bağları korumayı garanti altına almıştır.

“Allahü Teala sizin, din hususunda sizinle savaşmayanlara ve sizi vatanınızdan sürüp çıkarmayanlara yardımda bulunmanızı ve iyilik etmenizi yasaklama. Allah iyilik yapanları sever.” (Mümtehine,8)

O halde ayrımcılık nereden kaynaklanmaktadır?
Görmüyor musunuz, bir vatan için ülkemizin hayrı için, kurtuluşu ve yükselmesi için, Cihad yolunda insanların ifratta en şiddetli gidenleri ile bile ittifak ediyoruz bu uğurda samimiyetle çalışan herkesi destekliyor ve onlara yardım ediyoruz. Onların gayretleri vatanın kurtulması ve maddi açıdan ilerlemelerini sağlanmasıyla sınırlı kalıyor. Fakat bütün bunlar Büyük Doğu nazarında yolun bir kısmı veya mücadelenin sadece bir aşaması olarak kabul ediliyor. Bunun ardından yeryüzünün diğer bölgelerindeki İslam ülkelerinin ilerlemesini sağlamak ve Allah hitabının, bayrağının oralara da yükselmesini gerçekleştirmek görevi gelir.

2. Milliyetçilik
Büyük Doğu İdeolocyası’nın milliyet karşısındaki tavrına değinecek olursak;

a) Ecdad Milliyetçiliği
Eğer bu tip milliyetçilik fikrini kabullenenler bununla yeni nesillerin ilerlemek, hızlı bir şekilde yükselmek ve başarı kazanmak için atalarının metod’larını takip etmelerini en güzel örnek olarak onları almalarını, evlatların da aynen babalarının yücelttikleri ve zafer kazandıkları yollarla yücelteceklerini kastediyorlarsa bu çok güzel bir metod’dur. Biz bu metodu alır ve destekleriz. Şuanki milletimizi uyarma da, atalarımızdan aldığımız derslerden faydalanmakta değil miyiz? Resulullah (S.a.v)’de şu sözünde büyük bir ihtimalle buna işaret etmektedir:
“İnsanlar madenler gibidirler. Cahiliyye devrinde hayırlı olanları derin anlayışlı davrandıkları takdirde İslam döneminde de hayırlılardan olurlar.”
Görüldüğü üzere milliyetçilik bu faziletli ve değerli şekli ile İslam’da yasaklanmamaktadır.

b) Ümmet Milliyetçiliği
Eğer milliyetçiler, milliyetçilikten kişinin iyilik etmesine ve yardımına en layık olanların, içinde büyüyüp geliştiği kendi kavmi ve milleti olduğunu kastediyorsa bunda hiçbir mahzur yoktur.

c) Teşkilatçı Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten hep birlikte çalışıp cihad etmemizi, her milletin kendine düşen görevi yapması ve Allah’a kavuşuncaya kadar zafer yolunda yürümesi kast ediliyorsa bu çok güzel bir amaçtır. Hürriyet ve istiklal amacıyla doğulu milletlerden hep birisi kendi alanında teşkilatlanarak mücadeleye atılırsa biz onları desteklemekten başka bir şey yapmayız. Bu ve benzeri manalarda milliyetçilik, yegane ölçümüz olan İslam’ın yasaklanmamadığı, üstelik kalplerimize yerleştirdiği ve teşvik ettiği güzel ve hayranlık duyulacak bir fikirdir.

 

Büyük Doğu (Davamız)

d) Cahili Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten eskimiş cahili adetlerin diriltilmesini, geçmiş masalların canlandırılması, yerleşmiş faydalı medeniyetin silinmesini, İslam inancıyla milliyetçilik davası arasındaki ilişkinin koparılması, bazı devletlerin isimlere, yazının harflerine ve konuşmanın kelimelerine varıncaya kadar her yerde İslam’ın ve Türklüğün izlerini silmeye kalkıştıkları gibi saçmalıklara ve yıkılıp gitmiş cahiliyye adetlerini dönmeyi kastediyorlarsa bu tip bir milliyetçilik çirkin, aptalcasına ve akıbeti kötü bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, doğulu milletleri şiddetli bir husumete götürür. Bununla birlikte maddi varlıklarının yok olmasına, değerlerinin azalmasına en mühim özelliklerinin şeref ve asaletlerinin en mukaddes görüntülerini kaybetmesine yol açar. Onların böyle davranması Allah‘ın dinine bir zarar vermez.

“Eğer siz yüz çevirirseniz sizin yerinize başka bir milleti getiririz ve onlar sizin gibi dönek de olmazlar.” (Kıtal, 38)

e) Kinci Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten diğer milletleri küçümseyerek onlara düşmanlık yapıp onların aleyhine kendi milletlerinin yücelmesi için daha önce Almanya’nın ve İtalya’nın yaptığı gibi mücadelede bulunmayı kastediyorlarsa ki her millet bu manada kendi üstünlüğünü iddia eder. Bu çirkin bir iddiadır, insanlıkla alakası yoktur. Bunun manası hakikatle alakası olmayan ve hiçbir hayır getirmesi mümkün olmayan insanların birbirleriyle çekişmeleri demek demektir.

Büyük Doğu İdeolocyası’na mensup bireyler bu anlamda ve benzeri noktalarda milliyetçiliğe inanmazlar. Firavunculuk, araççılık, Kürtçülük, Türkçülük, fenikecilik iddiasında bulunmazlar. İnsanların birbirleriyle çekişmek için kullandıkları isim ve lakapları kullanmazlar. Onlar insanların en mükemmeli ve insanlara hayrı öğreten muallim Resulullah (S.a.v)’in şu sözüne kulak verirler:
“Allahu Teala cahiliyyetle Övünmeyi ve atalarla kibirlenme size yasakladı. İnsanlar Adem’dendir. Adem ise topraktandır. Arabın aceme, üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. “ (Veda Hutbesinden)
Ne doğru, ne güzel ve ne gerçek bir söz… insanlar Adem’den yaratılmışlardır. Bu noktada bütün insanlar eşittir. İnsanlar amellerle fazilet kazanabilirler. Bu nedenle onlara gereken şey hayırda yarışmaktır. İşte iki sağlam prensip. Eğer insanlık bu iki prensip üzerine dayanırlarsa en yüksek derecelere ulaşırlar. İnsanlar Adem’dendir ve birbirlerinin kardeşleridir. Bu nedenle birbirleri ile yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri, birbirlerine merhamet etmeleri, hayır yolunda birbirlerine yol göstermeleri amellerde yarışmaları ve insanlık iyice ilerleyinceye kadar her alanda gayret göstermeleri gerekir. İnsanlık için bundan daha kapsamlı bir anlayış, daha faziletli bir terbiye var mıdır?

Yaşasın Büyük Doğu Bizlerden Doğarak.

BAŞIBOŞ

Vatanımda sular akar başıboş;
Herkes birbirini kakar, başıboş.

Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.

Yanmaz da yürekler, ateşe atsan!
Bir kibrit bir orman yakar, başıboş.

Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.

Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.

Allah’ım, sen acı bu saf millete!
Aksam yatar, sabah kalkar, başıboş.

                                                                                                                                                                                          Necip Fazıl Kısakürek (1964)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

Musab

MUSAB B. ÜMEYR

MUSAB B. ÜMEYR

Musab B.Ümeyr Kureyş gençlerinin gözbebeği, güzellikte, gençlikte onların en Kusursuzu. Tarihçiler onu tavsif ederken: “Mekke halkının en hoş insanıydı.” Derler. Varlıklı bir ortamda dünyaya geldi. O varlık içinde yetişti gençliğini geçirdi. Musab B. Ümeyr, hiçbir Mekke‘linin görmediği müsamahayı ailesinden gördü. Çiçeği burnunda, her türlü varlık içinde yetişmiş, Mekke’nin güzelliği, meclislerin incisi, böyle bir gencin imana yönelmesi, İslam’a koşması mümkün müydü?
Allah’a yemin olsun ki, Musab B. Ümeyr’in veya müslüman’ların arasındaki lakabıyla Mus’abul- hayr’ın hikayesi, en ilginç hikayedir.
İslam’ın rengini verdiği, Muhammed (S.a.v)’in terbiye ettiği kimselerden biridir.

Ama hangisi?

Onun hayat hikayesi insanlık içinde bir şeref tablosudur. Bu genç bir gün Mekke halkının Muhammed’e el-Emin’den işittiği şeyi işitti.
Muhammed, Allah‘ın kendisini müjdeleyici, sakındırıcı ve bir olan Allah’a ibadete çağıran olarak gönderildiğini söylüyordu. Mekke bütün problemlerini, uğraşlarını bir tarafa bırakmış, sadece Allah Resulü ve onun getirdiği din ile meşgul oluyordu. Refah içindeki bu genç de insanlar içinde bulunan en çok ilgilenenlerdendi.

Musab Bin Ümeyr

Gençliğine rağmen meclislerin vazgeçilmez insanı olan MUSAB her mecliste bulunması istenen bir şahsiyet olmuştu. Sözlerinin güzelliği ve aklının üstünlüğü kendi kendisine bütün kalpleri ve kapıları açıyordu.

İşitti ki, Allah’ın Elçisi ve ona inananlar Kureyş’in erişemeyeceği ve eziyet edemeyeceği uzaklıkta bir yerde toplanıyordu. Burası safa tepesinde Erkam’ın eviydi. Hiç tereddüt ve duraksama göstermeksizin bir akşam Dâru-l Erkam’a gitti.

Orada Allah’ın elçisi vardı ashabıyla karşılıklı oturmuşlar, onlara Kur’an okuyor, onlarla beraber Allah için namaz kılıyorlardı.
Musab adeta yerinde duramıyordu. Resulullah’ın kalbinden fışkırıp, dudaklarından akan ayetler, kulaklara ve gönüllere yollanıyordu. Öyle ki MUSAB’ın gönlü, o akşam dolu dolu olmuştu.

Öylesine huzurla dolmuş sanki yerden kopup kanatlar üzerinde uçuyordu. O sırada Allah Resulü mübarek sağ ellerini uzattılar ve kalbi çarpan gencin omuzuna dokundular. İşte o an Okyanus derinliğindeki sakinliğe ermişti. İman nuruyla aydınlanan ve İslam ile şereflenen genç, adeta olgunlaşmış, hayatının akışı değişmişti.

MUSAB’ın annesi Hunn as bint. Malik, korkunç güçte bir şahsiyete sahipti. MUSAB müslüman olduğunda, yeryüzünde korktuğu yegane kimse annesiydi. Bütün Mekke ileri gelenleri ona baskı yapsalar veya üzerine gelselerdi ona daha hafif gelirdi. Annesinin düşmanlığı bütün bunların yanında güç yetemeyecek korkunçluktaydı. O anda hemencecik düşündüğü ve Allah’ın hükmü yerine gelinceye kadar Müslümanlığını gizlemeye karar verdi.
Dâru-l Erkam’a artık sürekli gidip geliyor. Resulullah’ın dizi dibine oturuyordu. İman ettiği ve imanını annesinden gizlemekle öfkesinden kurtulduğu için son derece mutluydu. Fakat özellikle bugünlerde Mekke’de bir sırrın gizli kalması olanaksızdı. Kureyş’in gözü, kulağı inananların üzerinden eksik olmuyordu.

Musab B. Ümeyr

Daru-l Erkam’a gizlilikle giren Osman B. Talha ilk olarak gördü. Bir seferinde de onu Muhammed ( S.a.v) gibi namaz kılarken gördü. Adeta Çöl rüzgârları birbiriyle yarış etti de hemen haberi Musab’ın annesine yetiştirdiler.
MUSAB, annesi, kabilesi ve bütün Mekke uluları huzurunda dimdik durmuş, hakka olan kesin bağlılığını ve sebatını onlara Kur’an dan ayetler okuyarak gösteriyordu.

Allah Resulü o Kur’an‘la onların kalplerini yıkıyor, Hikmet, Şeref, adalet ve takva ile dolduruyordu. Annesi Kur’an okuyan Musab‘ı susturmak için harekete geçtiyse de onun güzelliği, yumuşaklığı karşısında pek bir şey yapamadı. Annelik duygusu ağır bastı, dövmek ve işkence etmek gibi şeylerden vazgeçti. Ama ilahlarına dil uzatmasından dolayı da başka bir cezalandırma usulüne başvurdu. Böylelikle Musab’ı evinin direklerinden birine bağladı. Kapıyı da üzerine kilitledi. Bu durum Müslümanlardan bir kısmının Habeşistan’a hicret haberini alıncaya kadar sürdü. Bunu duyar duymaz çareler aramaya koyulan MUSAB, bir gün annesi ve muhafızını gaflete getirip, Habeşistan‘a muhacir olarak gitti.

Habeşistan‘da diğer muhacir kardeşleriyle birlikte bir zaman kaldılar, sonra tekrar Mekke’ye döndüler. Resulullah’ın emri üzerine ikinci defa Habeşistan‘a hicret ettiler.

MUSAB için Habeşistan‘da Mekke’de eşitti. Her yer ve zamanda iman’i tecrübesini arttırarak sürdürüyordu. Muhammed (S.a.v)’in tavsiye ettiği ibadetleri yaparak hayatının rengini koruyordu. Rabb‘ine olan yakınlığı arttıkça kalbindeki huzur da artıyordu.

Bir gün Resulullah’ın etrafında oturan müslüman’ların yanına gitti. Ansızın onu gören Müslüman’lar şefkatle başlarını kaldırıp baktılar, sonra bakışlarını indirdiler, bazılarının gözleri yaşarmıştı. Onun eski, döküntü bir elbise içinde görmüşlerdi. Halbuki onun imandan önceki hayatı refah ve bolluk içindeydi. Allah Resulü bakışlarını ona çevirdi ve mübarek dudaklarından şu sözler döküldü: “Musab’ı böyle görüyorum onun kadar ailesinin bolluk içinde gark ettiği kimse yoktur Mekke’de. Ama o bütün bu bolluğa ve varlığı Allah ve Resul’ünün sevgisi uğruna terk etti.” Annesi onun dinini terk etmesinden dolayı mal varliğin’dan faydalanmayı yasakladı. Oğlu bile olsa ilahlarını terk eden, onların aleyhinde konuşan bir kimseye asla yiyecek vermezdi.

Son olarak annesi, Habeşistan dönüşü onu tekrar hapsetmek istedi. Hapsetmeye yardımcı olan herkesi öldüreceğini dair yemin edince annesi onun ne kadar kararlı olduğunu bildiği için bıraktı. Hem annesi hem kendisi bu esnada ağlıyorlardı. Bu son veda anı: annenin küfürde açılacak direnişini, oğlun da imanda şaşılacak sebatını sergiliyordu. Anne oğlunu evinden kovdu ve şöyle haykırdı: “istediğin yere git. Artık ben senin annen değilim.” MUSAB Annesine yaklaştı ve: Ey anneciğim! Sana yardımcı olmak istiyorum ve senin adına endişe ediyorum! Allahın bir olduğuna ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şahadet getir.” dedi. Annesi cevaben: “Parlayan yıldıza yemin olsun ki, senin dinine asla girmem. Aklım zayıf, görüşüm kıt değil.”


Böylelikle MUSAB rahatı ve bolluğu bir tarafa itip, eski elbiselere ve bir gün tok bir gün çok aç kalmaya razı oldu. Çünkü onun ruhu yüce inanç aydınlığı ve Allah’ın nuruyla dopdolu olmuştu. Adeta o başka bir insan olmuş, gözü cilalanmış, ruhu aydınlanmıştı.

İşte o sırada Resulullah, onu mühim bir görev için seçti. Medine’ye elçi olarak gönderecek, Akabe’de Allah Resulü’ne biat Edip iman şerefine eren en sonra İslam’ı öğretecek, başkalarının da Allah’ın dinine girmelerini sağlayacak ve Medine’yi büyük hicret günü için hazırlayacaktı.

Halbuki yaşça, makamca, Allah Resul’üne yakınlık bakımından ondan daha önde olanları vardı Ashâb içinde. Ama Allah elçisi Mus-ab’ul-Hayr-ı tercih etmiş, onu seçmişti en ağır yükü, ona bırakıyor, hicret yurdu olacak olsa Medine’de İslam’ın geleceği ellerine teslim ediliyordu. Az bir zaman sonra bütün bir dava adamları, savaşçılar, mücahitler orada bulunacaktı.
MUSAB Allah‘ın kendisine bahşettiği üstün akıl ve yaratılışla emaneti yüklendi. Onun Zühtü, yüceliği ve İhlası ile karşılaşan Medine ehli dalga dalga İslam’a girdiler. MUSAB Medine’ye geldiğinde Akabe’de Allah Resul’üne biat eden 12 kişi vardı. Onlar da Allah ve Resulü’ne icabet edeli ancak birkaç ay olmuştu.

Bir sonraki hac mevsiminde yapılan akabe biat’ın da Medine’liler Mekke’ye Resulullah ile buluşmak için temsilciler gönderdiler. MUSAB’ın önderliğinde gelen müslüman’ların sayısı yetmiş kişiydi. MUSAB dehası ve zekasıyla Allah Resul’ünün ne kadar isabetli bir tercih yaptığını ispatlamıştı.

MUSAB verilen elçilik görevini tam olarak ifa etmişti. Böylelikle, Allah’a Davetçi, Allah‘ın din ile insanları hidayete Çağıran mübaşirdi. Kendisine inandığı Allah Resulü gibi sadece Hakk’ın rızasını düşünüyordu.

Es’ad B. Zürare’nin yanında misafir olarak kalıyordu. İkisi birlikte kabileleri, toplantı yerlerini, dolaşıyorlar, yanlarında bulunan Allah‘ın kitabından insanlara okuyorlar. Onları Allah, tek bir ilahtır. Kelime-i İlahi’sine davet ediyorlardı. Öyle durumlar meydana geliyordu ki davet esnasında, eğer zekası ve ruh yüceliği olmasa hem kendisi hem de beraberinde olanlar helak olabilirdi.

Mekke

Bir gün vaaz ederken ansızın Üseyd B. Hudayr çıkageldi. Bu adam Medine’nin ileri gelenlerindendi. Kızgınlık ve öfke ile kavmi arasında alışmadıkları dini ile fitne çıkaran, ilahlarını terke Çağıran ve daha önce hiç duymadıkları, alışmadıkları bir tek ilah’dan söz eden kişiye doğru yürüdü.

Onların ilahları hep belli yerlerde duruyordu. Bir kimse ilahlarına ihtiyaç duyduğunda yerini biliyordu, o tarafa yönelir ve o ilah da onun zararını giderir. Duasını kabul ederdi. Muhammed’in ilahına gelince, MUSAB’ın davet etmiş bu ilahın ne yeri belliydi, ne de kimse onu görebiliyordu!
MUSAB’la oturup sohbet eden Müslümanlar Üseyd’in ansızın gelişini görmemişlerdi. Fark ettiklerinde dağıldılar, sadece MUSAB dimdik ayakta kalmıştı. Onu yumuşaklıkla İslam’a çağırıyordu. Üseyd , önünde durdu ve şöyle dedi: “ sizi bölgemize getiren nedir? Zayıf akıllı kimseler mi? Eğer hayatta olarak çıkmak istiyorsan derhal buradan ayrıl.” MUSAB ise bütün duruş ve yumuşaklığını koruyarak: “ Oturup dinlemez misin? Eğer davammızı beğenirsen kabul edersin. Eğer beğenmezsen, istediğin şeyi sana zorla kabul ettirmeye çalışmayız.”

Üseyd, akıllı ve zeki bir kimseydi. MUSAB’ın sadece kendine olanı sunma gayretini gördü ve MUSAB onu sadece dinlemeye çağırıyordu. Eğer kabul ederse ne ala değilse MUSAB onun bölgesini terk edecek, başka bir kimse, bölge ve kabileye zarar ziyan vermeksizin gidecekti.

Üseyd, tamam diyerek kılıcını yere koydu ve oturdu. Daha MUSAB Kur’an dan az bir ayet okuyup tefsir etmişti ki, Üseyd’de bir takım değişikliklerin olduğu görülmeye başladı. MUSAB daha sözünü bitirmedin Üseyd: “ Ne doğru ve ne güzel bir söz! Bu dine girmek isteyen ne yapmalıdır?” dedi. Bunun üzerine MUSAB ona yöneldi ve “ sadece elbise ve bedenini temizler, Allah’tan başka ilah olmadığına dair şehadet getirirsin.” dedi Üseyd, az bir süre onlardan ayrıldı ve tertemiz su damlaları saçlarından dökülür bir vaziyette yanlarına geldi: “ Allah’tan başka ilah olmadığına. Allah’ın Resulü Hz. Muhammed olduğuna şehadet ederim.” Diyerek inancını ilah etti.

Haber, ışık hızıyla Medine’ye yayıldı. Sa’d B. Muaz, Musab’a geldi, dinledi ve Müslüman oldu. Sonra onu Sa’d B. Ubade ‘ye okudu, o da İslam nimetine erdi. Medine ehli birbirlerine “ Üseyd B. Hudayr, Sa’d B. Muaz ve Sa’d B. Ubade Müslüman olmuşlar biz ne duruyoruz. Haydi MUSAB’a gidelim ve iman edelim…“ Diyorlardı.

ALLAH

Böylelikle Allah Resul’ünün ilk elçisi benzersiz bir şekilde başarılı olmuş, bu işe ne kadar ehil olduğunu da kanıtlamıştı. Günler ve yıllar birbirini kovalar, ulu Resul ve sahabe esi Medine’ye hicret eder. Kureyş’in kini, düşmanlığı ise, kat kat artar, hatta müslüman’ların Mekke’den ayrılışını batıl inançlarının zaferi sayarlar. Ve Bedir Savaşı olur. Müşriklere iyi bir ders verilir arkasından Uhud’a Müslümanlar bir iyi hazırlanırlar. Saf olmuş müslüman’ların arasında durur Resulullah, tek tek yüzlerini inceler, sancağı teslim edeceği şahsı araştırır. Ve Mus’abul Hayr’a seslenir. MUSAB öne çıkar, sancağı yüklenir. Savaş Kızışır, çarpışma şiddetlenir, Allah Resul’ünün emrine muhalefet eder okçular. Müşriklerin Bozguna uğramış halini görerek bulundukları dağın en yüksek yerini terk ederler. Böylece inananların lehine gelişen savaş, bir anda aleyhlerine döner. Ansızın dağın boş bırakılan geçidinden gelen müşrikler, Müslümanları arkadan kuşatır. Resulullah’ın bulunduğu yeri zorlamaya başlar ve sonunda ona ulaşırlar.

Bunu fark eden MUSAB, sancağı alabildiğince yukarı kaldırır, yüksek sesle tekbir getirir. Bütün müşrikler ona yönelirler. Böylelikle onları kendi tarafına çekip, Allah Resulü’nden uzaklaştırmış olur. MUSAB bir ordu gibi savaşır.

BİR ELİ MUKADDES SANCAĞI TUTUYOR.
BİR ELİ DÜŞMANA KARŞI KILIÇ SALLIYOR.

Fakat düşmanlar üzerine çullanır. Onu geçip Allah‘ın elçisine ulaşmak için var güçleriyle ona yüklenirler. Bırakalım MUSAB‘ın şu son anı bize kendisini anlatsın. İbn Sa’d şöyle der: İbrahim B. Muhammed B. Şurahbil el-Abderi babasından naklen bize şunu haber verir: Uhud günü, sancağı taşıdı. Müslümanlar dağıldıklarında, o dimdik durdu. Atın üzerinde olan İbn Kamie ona saldırdı. Sağ eline vurdu ve onu kesti. MUSAB o sırada “ MUHAMMED ancak Resüldür. Ondan önce de Resuller gelmiştir.” Diyordu. Sancağı sol eline alır ve yükseltir. Düşman onu da keser. Bunun üzerine MUSAB sancağı iki pazusuyuyla göğsüne sıkıştırır. Aynı zamanda da: “MUHAMMED ancak Resüldür. Ondan önce de Resuller gelmiştir” der. Düşmanın üçüncü hamlesinde mızrak göğsünün saplanır ve MUSAB yere düşer, sancak yere düşer. MUSAB DÜŞER, SANCAK DÜŞER.”

Şehadet şerbetini içer, şehitlerin yıldızlarına bir tane daha eklenir. İman ve Allah Resulü uğruna kendini feda ederek kahramanca mücadelesinin neticesinde şehit oldu. Zannetti ki, kendisini veya sancak düşerse, müşrikler korumasız, yalnız kalan peygamberi öldürmeye yol bulurlar. Evet, o böyle düşünerek, Allah Resul’üne olan sevgisinin ve ona bir zarar gelmesinin endişesiyle kendisine ortaya attı. Her bir kılıç darbesiyle “ Muhammet ancak Resüldür, ondan önce de Resuller gelmiştir. ( AL-İ imran, 144) ayetini okuyordu

Musab B. Ümeyr

Savaş bittikten sonra bu yüce şehidin cesedi bulundu. Yüzü kanıyla sakınmış toprağın içine gizlenmişti. Sanki Resulullah’a bir kötülük ulaşmasını görmekten korkuyordu. Yüzünü gizliyor ta ki korktuğuna şahit olmasın. Sanki Resulullah’ın kurtulduğunu tam olarak görmeden ve üzerine gereken koruma ve savunmayı yerine getirmeden şehit düştüğü için utanıyordu. Allah sana yeter ya MUSAB, ay hatırası hayatın kokusu olan…

Allah Resulü ve Ashâb-ı savaş alanını incelemek ve şehitleri tespit etmek için geldiler. MUSAB’ın cesedinin yanında gözleri dolu dolu oldu. Habbab B. Eret şöyle der: “ Allah Resulü ile birlikte Allah yolunda hicret ettik. Sadece Allah’ın rızasını umduk. Allah ecrimizi elbet verecektir. Bizden bir kısmı öte dünyaya göçtü. Ecrin‘den dünyada hiçbir şey yemedi. Musab B. Ümeyr onlardandır. Uhud günü şehit edildi. Onu kefenleyecek çizgili bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başını örttüğümüzde ayakları açıkta kalıyordu. Ayaklarını örttüğümüzde başı açılıyordu. Allah Resul’ü bize şöyle buyururdu: “ Başından itibaren örtün, ayaklarından açık kalan yeri de ızhır otuyla örtersiniz.” nasıl üzülmesin Resulullah? Hz. Hamza’nın ölümüyle karşılaşmış, yetmiyormuş gibi bir de müşrikler onun burnunu kulağını kesmişler, kalbini yerinden sökmüşlerdi. Resulullah’ın gözü yaşlı dolar, kalbi parçalanır.

Nasıl üzülmesin Resulullah? Savaş meydanında dostlarının arkadaşlarının cesetleri. Her biri müşriklerce tahrip edilmiş.

Nasıl üzülmesin Resulullah? İlk elçisinin cesedinin başına durmuş, onu ötelere uğurluyor.
Evet… Resulullah (S.a.v) MUSAB’ın başında durmuş: “ müminlerden öyle erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde dururlar” ayetini (Ahzab,23) okudular, sonra kefenlendiği gömleğine baktılar: “ işte sen… Gömleğin içinde saçları dağınık…” buyurdu. Savaş alanına uzun uzun bakıp Resulullah şöyle seslendi: “ Allahın Resulü size şahitlik ediyor ki, sizler kıyamet günü Allah’ın katında şehitlersiniz.”

Sonra etrafındaki sağ kalan Ashabına dönüp, “ Ey insanlar! Onları ziyaret edin, onların yanına gidin, selam verin, nefsim, kudret elinde olana yemin ederim ki, onlara bir Müslüman kıyamet gününe kadar selam vermez ki, o selamı iade edilmesin.”

Selam üzerine olsun Ey MUSAB… selam üzerinize olsun ey şehitler topluluğu… Selam üzerinize olsun…
Alla’hın rahmeti ve bereketi …

 

 

Abdülaziz Çekirge          

www.musabyasirozen.com.tr

Musab

MUSAB

MUSAB

İftar için tatlı bir telaş vardı. Abdurrahman B. Auf önündeki iftar sofrasına şöyle bir bakiverdi. Nedendir bilinmez aklına birden MUSAB gelmişti. “MUSAB şehit edildi. Halbuki o benden daha hayırlıydı.” Dedi sonra. Uhud Savaşı’nda şehit düşen Musab‘ın hali bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. Öylesine yokluk içindeydi ki bedenine kefen yapılacak doğru dürüst bir örtü bile bulunamamıştı. Zorlukla elde edilen bir bürdeyle kefenlendi. MUSAB lakin o onunla da başı örtüldüğünde ayakları örtüldüğünde başı açıkta kalıyordu. MUSAB yokluk içinde bu dünyadan göçüp gittiği halde, kendisi dünyada türlü türlü nimetlere nail olmuştu. O günü hatırladıkça gözyaşlarına hakim olamıyordu. Uzanamadı eli sofraya bir türlü, kalktı gitti.

ABDURRAHMAN B. AUF gibi adını işiten herkes hayırla yâd ediyordu MUSAB B. UMEYR’i. Müslüman olmak uğruna hiçbir Kureyş’linin yapamayacağı bir fedakarlıkta bulunmuş, sahip olduğu konforlu hayatı ve zenginliği hiç tereddüt etmeden elinin tersiyle iti vermişti. Halbuki Mekke’de onun gibisi yoktu. Genç ve yakışıklıydı. Saçının güzelliği, kıyafetlerinin gösterişi, kullandığı koku hatta giydiği ayakkabının kalitesi herkesin dilindeydi, anne babası onu çok seviyor, bir dediğini iki etmiyordu. Herkes nasıl da imreniyordu onun ihtişamlı yaşantısına. Musab B. Ümeyr

Meraklı bakışların kuşatması altında olan MUSAB o günlerde gizliden gizliye Erkam‘ın evine gidiyordu. Kimsenin haberi yoktu Allah’a ve Resul’üne iman ettiğinden. Bir gün kabilesinden Osman Ö. Talha onu namaz kılarken gördü ve hemen ailesine giderek durumu haber verdi. Oğullarının Müslüman olmasına çok öfkelenen anne ve babası, onu vazgeçirmeye kararlıydılar. Günlerce hapsettiler, baskı altında tuttular ama döndüremediler gittiği yoldan. Genç MUSAB Allah ve Resul’ünün uğruna sahip olduğu her şeyi terk etti. Hem de hiç tereddüt etmeden. Onların sevgisi bir yana, dünya ve dünyaya dair ne varsa hepsi bir yanaydı.

İslam davetinin açıktan yapılmasıyla birlikte müşriklerin baskılarını artırmaları nedeniyle Musab B. Umeyr beraberindeki bir grup Müslüman ile Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldıktan sonra tekrar Mekke’ye döndü. Birinci akabe biatında medine’li müslüman’ların isteği üzerine Allah Resulü onu Medine’ye öğretmen olarak gönderdi. Genç ve yetenekli MUSAB Resulullah’ın tebliğ metodunu iyi biliyordu. Bunun yanı sıra o zamana kadar inen Kur’an ayetlerini ezberlemesi ve etkili konuşma tarzıyla da dikkat çekiyordu. Kısa sürede bir çok insanın gönlünü kazanan Musab, başka Sa’d B. Muaz ve Üseyd çok sayıda medine‘linin önde gelenleri olmak üzere çok sayıda Medinelinin Müslüman olmasına vesile oldu. Onun çabası sayesinde artık her ensar evinde mutlaka bir Müslüman vardı. Bir yılın ardından beraberinde yetmiş beş müslüman’la ikinci Akabe Biatı için Mekke’ye gelen MUSAB, Allah Resul’ünün verdiği görevi hakkıyla yerine getirmiş ve onun haddini kazanmıştı.

Musab Bin Ümeyr

MUSAB B. UMEYR ilmi ve ahlakının yanı sıra cesareti ve azmi ile de örnek bir sahabiydi. Hz. peygamber Bedir ve Uhud savaşlarında Sancaktarlık görevini ona vermişti. Uhud’da savaşın en zor anında dahi bir an olsun Resulullah’ı yalnız bırakmadı MUSAB. Daha önce Allah ve Resulü uğruna sahip olduğu her şeyi feda eden, Ensar‘ın ilk öğretmeni artık elinde kalan tek şeyi, canını feda etmek üzere savaş meydanındaydı. Zira Allah’a verilen sözün gereğiydi bu ve Mus’abü’l Hayr’ın verdiği sözden geri dönmeye hiç niyeti yoktu. İbn Kamie’nin kılıç darbeleriyle önce sağ el ardından da sol eli koptu. Yine de sancağı düşürmedi kollarıyla tutarak göğsüne bastırmaya devam etti. En sonunda mızrakla yaralanarak şehit düştü. Savaşın ardından Allah Resulü’nü ölümüyle en çok hüzünlendirenlerden biri o oldu. Resulullah Musab’ın yüzüstü düşmüş bedeninin başında durduktan sonra o ve beraberindeki diğer şehitlere hitaben Allah katında şehitler olduklarına kıyamet günü bizzat şahitlik edeceğini söyledi. İslam’la şereflenmeden önce asaleti ve zenginliği dilden dile dolaşan MUSAB B. UMEYR’in şehit olduğunda bedenini tamamen örtecek bir kefeni bile yoktu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, başının örtülmesini, ayaklarının üzerine ise İzhir otu konulmasını istedi.

Hicretten sonra yüce Allah’ın mükafatıyla ashab çeşitli nimetlere nail olmuşken MUSAB B. UMEYR bunların hiçbirini göremeden yokluk içinde şehadet’e yürümüştü. Fakat onun nezdinde Allah ve Resul’ünün sevgisi yanında malın, mülkün, şöhretin hiçbir kıymeti yoktu. Onun gerçek serveti İMANIYDI…

 

Hıdır Akkaşoğlu         
www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!