TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASINA DAİR BİLİNMESİ GEREKENLER

TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASINA DAİR BİLİNMESİ GEREKENLER

TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASINA DAİR BİLİNMESİ GEREKENLER

Musab Yasir ÖZEN

1897 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde, Dünya Siyonist Kongresi, bir yıl önce “Der Jugenstaat (Yahudiler Devleti) adlı bir kitap telif etmiş olan “Theodor Herzl” başkanlığında toplanır. Bu yıllarda Filistin, bir Osmanlı toprağı olan Suriye’nin VİLAYETİ KONUMUNDA olup burada 20 bin civarında Sefarad Yahudisi, yani İspanya’dan göç etmiş Yahudi cemaati yaşamaktadır. Avrupa ülkelerinde artan baskılar, siyonistlerin Yahudilere yeni bir yurt bulma çabalarına acil hale getirir. Öncelikle kimsenin kendilerine yurt vermeyeceğini düşündükleri için ünlü banker ailesi Rothschild’lerin de aralarında bulunduğu Yahudi zenginler bir araya gelerek bir ülkeden toprak satın almak ve Yahudileri yerleştirmek için harekete geçerler. Tabiatıyla öncelikli vatan adayı, “Arz-ı Mev’üd” yani “Vaad Edilmiş Topraklar” adını verdikleri Filistin’dir.

Hatta bir ara Theodor Herzl, belki de Yasef Nassi’den ilham alarak bugün bir bölümü bize ait olan Kıbrıs Adası’nı Yahudilere yurt yapmayı düşünür. Siyonist kongresinde, o sıralarda Fransa’nın sömürgesi olan Uganda‘nın da olaylar arasında adının geçtiğini yazar, kaynaklar. Uganda toprak satışı taleplerini kabul etmesine rağmen, siyonistler fikir değiştirip gözlerini yeniden Filistin’e dikerler. Filistin söz konusu olunca tabiatıyla konu Suriye ve devamında Türkiye’dir. Ruhu şad olsun Erbakan hoca hatırlayalım ne demişti. Bir gün Suriye hedef olur, parçalanmaya çalışılırsa bunun sonrası Türkiye topraklarıdır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın her konuşmasında tanımladığı, anlatmaya çalıştığı hususta tam olarak bu değil midir. Her şey apaçık ortada iken, çeşitli mecmua ve ulusal basınında ortaya çıkan çatlak sesleri anlamak idrak etmek mümkün değil. İkinci Abdülhamid döneminde yaşanan küresel senaryolar aynı tabiatıyla şu an yaşanmakta lakin devletimiz o döneme göre daha güçlü ve keskin akla sahip olmakla beraber. Türkiye üzerindeki siyonist projeleri yerle bir edecek kudret ve kabiliyetine fazlası ile sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriye politikasını bu nedenle çok iyi idrak etmek ve ettirmek her vatanseverin duyarlı olması gereken bir konudur.

Musab Yasir ÖZEN

“Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak
Halbuki, biz sussak, tarih susmayacak.
Tarih sussa, hakikat susmayacak”

ALLAH, YOL, DAVA, İDEAL…

 

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

İslami açıdan Toplumunun Sosyolojik Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Dini Yönden Türk Toplum Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Türkiye toplumunun sosyal yapısı “üzerine türlü teoriler üretilmiştir, bunların bir bölümü resmi tarih ve resmi teorilerdir. Tarih, bu bilgi dalının karakteri gereği hemen her dönemde Siyasal iktidarların eğilimi yönünde toplumu tanımlar. Özellikle ülkedeki 70 yıllık Siyasal rejim adeta öznel tarihini yansıyarak kendini hayatiyet alanı açabilmiştir. Ancak yine de tarih, sıkışınca müracaat edilen bir mekan, merci ve hacet kapısı yerine kullanılmaktadır. Bazen düşmanların gözünü korkutmak için, bazen doğal bir ihtiyaçtan, bazen de sağduyunun çalması sonucu yeniler eskilere sığınır, onları anlar. Tarih en ziyade hatıra getirildiği zaman dilimi, onun kırılma dönemleri, eski deyimle def-İ mefsedet halleri olsa gerekir.

Resmi tarihte elbette her zaman yalan söylemez. Belki küçük rötuşlarla büyük yanılgılara neden olur; makyaj değiştirir, mask tazeler. Bir de kimi tarihsel kareleri dev aynasında gösterir; kiminin fotoğrafını bile çekmez. Tarih kötüdür yahut tarih iyidir türünden yargılar bu yargıya varanların kendi gelecekleri hakkındaki kehanetten başka nedir ki? Günümüzün resmi tarihsel perspektiften görüntüsü herkesçe malum; tarih kötüdür, şimdiyse iyidir. Tarih, bireyi, toplumu, sistemi ile başlangıcından beri halkın yahut halkların karanlıklarda yaşadığı dönemlerdi. Kitaplar yazmıştır ama kamu vicdanında yankısı bulunmadığı için belki de insanlar çabuk unuttular; aslında yeni tarihsel dönemin fikri kurucuları tarafından savunulmuştur, denilmiştir ki İslam, Türkiye toplumunun tarihsel ve geleneksel hızını kesmiştir. Bir resmi tarihsel söylem açısından İslam, orta Asya’dan kopup gelen bu cevval kavmin hem ileriye dönük yönünü değiştirmiştir, hem de onun nizamını alem davasında geri bırakmıştır!

Nerede, ne zaman, hangi delile dayandırıldığı belirtilmeksizin cumhuriyet, demokrasi ve hatta laiklik bu toplumun öznel bünyesinde öteden beri var olan olgular gibi gösterilmiştir. Ülke yönetiminde tek söz sahibi gibi görünen TBMM’ye kadar girmiş nice insanla konuşursanız işitirsiniz, yukarıdaki yargıyı ya da çok yakın bir iddiayı. Ancak delil sormayacaksınız, çünkü bu böyledir. Yani Türkler doğuştan (Orta Asya’dan) demokrat, cumhuriyetçi ve laiktirler. Eski Şamanist Türklerden birkaç eski püskü delil bile gösterebilirler size… Yine resmi teorilere göre düne kadar Türkiye’de Türk’ten başka kavim yoktu. Varsa da kimisi kuzeyde Türk’ün deniz görmüş kısmı, kimisi karda yürüyüp izini hiç kaybetmeyen ve kart kurt sesleri çıkaran dağlı kesimidir. Onlarda herkes gibi özbeöz Türk’türler. Öyleyse “Ne Mutlu Türküm Diyene”… Ayrıca kendini Türk hisseden herkes Türk’tür! Bu ülkede yaşayıp kendini Türk hissetmemek ise hem ayıp hem günahtır.

Ülkede sürdürülen resmi söylemin halkından, halkın düşünce ve yaşama tarzından tamamen kopuk ve tepeden inmeci bir zihniyet olduğu savunulur. Ama bunu bütünüyle paylaşmak bize doğru gözükmüyor. Birtakım dayatmacı yöntemlerle halkın kimi konularda zorla yönlendirildiği, çeşitli dönemler için doğrudur. Ancak halkın tüm bu olup bitenlere çanak tutucu rıza felsefesi, göz yumulduğu yani müstahaklığı da görmezden gelinemez. Zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Kurt ile kuzunun aynı mekanda yıllarca ve kardeşçe yaşaması… Eğer yaşıyorlarsa ya kurt kuzulaşmıştır ya kuzu kurtlaşmış, tabiatları bozulmuştur. Toplum mozaiği hakkında ileri sürülen teorilerin en iyi niyetli ve üslubu düzgün olanı; “uysal ve tepkisiz“ benzetmesidir. Öteki benzetmelerin çoğu bu vasıfları daha çok uç noktalara taşıyan örneklerdir. Örneğin toplumun çoğunluğu en çok bedevi, hala göçebe, köylü, taşralı, kolektif bilinçten yoksun ve en nihayet Aziz Nesin tarafından aptal olarak nitelendirilmiştir.

Üçü de kendi köşesinde birbirinden daha marjinal üç sınıftan söz edilebilir. “ Türkiye Toplumu “içinde: yöneten sınıf (büyük sanayici iş adamları onların ortağı sayılır), yönetilen kitleler ve aydınlar (geniş kitleden kültürü ve yaşam biçimi ile kopmuş ama yöneticilerin dümen suyuna girmemiş olanları sayıyoruz yalnızca, büyük, gittikçe büyüyen medya, gazete patron ve milyarderleri de hariç elbet). Üç sınıfta birçok bakımdan birbirine karşı, birbirinden hazzetmeyen, birbirini götürmek istedikleri yöne inat edip gitmemekte direnen, elinden gelse öteki sınıfları susturacak kadar onlardan uzak düşen duyarlılıklara sahiptirler. Yani aralarında ciddi bir sevgisizlik, kopukluk, soğukluk egemendir. Resmi söylemle her ne kadar kendini Türk hisseden herkes Türk sanılsa da en azından her Türk’ün bir diğerine muhabbet ve sadakatle bağlanacağı bir urvetul vuska yoktur. Son yıllarda toplumun sosyal yapısını belirlemeye yönelik resmi olmayan ama sağlıklı ve derinliklide olmayan çalışmalar, iddialar, değişik görüşler yoğunlaştı. Tarihsel kökleri bulunan bir toplumun bu gününü belirlemede ve kurmada geleneksel yapısına yönetmenin önemi, hiç olmazsa bu kadarı, hem de Müslüman olmayan aydınlarca vurgulanmaya başladı. Tek parti despotizminin neredeyse günümüze dek sürdüğü bir dönemde, tek sesliliğin yerini çok sesliliğe terk etmesi açısından bu bir gelişme olarak görülebilir. Ancak bilim ve gerçeklik uğruna, gerekirse acımasız olundukça hakikat, ne anlaşılır ne de elde edilebilir. Toplumda var diyorsak eğer çöküntüyü yalnızca sömürgecilerin aleyhteki çalışmalarıyla açıklamaya kalkışmak, toplumun kendi kusurlarını göz ardı etmek, yine çözümsüz sonuçlarda sorunları düğümlemekten öte bir işe yaramaz. Türk toplumunda kültür, öteki her şeye benzetilerek adeta bir fors, askeri üniforma gibi kullanılmaktadır. Fiyakasından geçmemektedir çoğu insanın.

Türk Toplumunun Sosyolojik Yapısı

Bizim taşra kentinde bir vakitler bitpazarında Avrupa eskisi giysiler satılırdı. Avrupalılar eski giysilerini güya yardım olsun diye Filistin’e gönderirmiş. Onlar bu yabancı giysileri en yakın ülke olan ve bu giysileri çoktan giymeye alışkın Türkiye’ye Suriye üzerinden kaçak olarak gönderir, yerine kaçak tütün vs. alırlarmış. İşte bu giysilerden bir takım elbiseyi esnaftan bir adam satın almış, giyinmişti. İşin ilginç yanı ceketin iç cebi üzerindeki Avrupai etiket görünmediğinden onu da söktürüp ceketin dışındaki mendil cebinin üzerine rozet gibi diktirmişti. Sanırım hala iftiharla rozet kullanan yegane ülke Türkiye’dir. Her vesile ile profesörlüğünü gündeme getiren hocalar yabancı dil bilgisini kullandığı kelimelerle sergilemeye koşan bilgiçler, din hakkında konuşanları ille de müftü görmek isteyen dindarlar, basit bir haberi veya hakikati hatırlayıp halkı aydınlatmayı amaçlayan yazı ve sözlerdeki ağdalı, gösterişli üslup, her şeyi ille de üniforma gibi kullanma arzusunun göstergesi değilmidir? Ya Batı’dan gelen her şeye karşı o sonradan görme tavrın mazereti de var kuşkusuz. Bir kere gelen nesne (Ve beraberinde gelen ahlak) gerçekten ilk karşılaşılan bir nesnedir. İkincisi, Batı niceden beri icat ve keşiflerin merkezidir. Üçüncüsü ise, üretilen şey bu ülke toplumunun gerçekten yabancısıdır. Zira batı kendine özgü şeyler üretmekle, kendi yaşama standartları ve dünya görüşü çerçevesinde biçim vermektedir. Bunlara şaşırmak da toplum belki haklıdır. Ama bunları topluma taşıyanlara ne demeli? Herhalde bilgi ve görgü artırım denemeleridir, bunlar. Ve bilinçsizce, hiç kritik etmeden, tüm reklam mallarına saldırmanın haklı ve anlamlı bir yanı yoktur. Sonra bütün bunlar feodal kalıntılar, göçebelik, taşralık, köylülük ile izah edilir ve hatta aptallıkla…

Düşünmesi az olan toplumun duygusallıkları yaşantısında daha ağır basar, bu sonuç doğaldır. Türkiye toplumu çoğunluk itibari ile duygusal bir toplumdur. Bu yüzden kolay dönüşen bir toplumdur. Geleneksel yapısında da bu vardır. Salt akıl yürütmek, düşünmek yerine, deyim yerindeyse, filozofiye (hikmet yumurtlama çabası anlamında) eğilim daha ziyadedir. Filozofiye de İslami hikmet kavramıyla örtüştürerek kendince ona meşrutiyet elbisesi giydirmiştir. Bir kere herkesin hayatı romandır.

Hemen herkes filozof yada şairdir. Biraz avam kalanlar halk filozoflarıyla idare eder. Bunların çoğu da veli sanılan delilerdir. Daha kültürlü çevrelerde yaşayanlar en son moda felsefe cereyanlarının erken muhibbidirler. Bakılırsa daha kaynaklarında kim olduklarını iyice anlamadan postmodernist Türkler aramızda dolaşmaktadır. Özgür düşünceden çok filozofiye ve kendince sözlere eğilimi, toplumun, alıştırıldığı ve özendirdiği hoşgörüsünden, tevilci mantalitesinden ve aşırı duygusallığından kaynaklansa gerekir.

Türkiyede Yaşanan İslam

Kur’an‘ın öğrettiği İslam ile halkın yaşadığı İslam arasındaki bariz farkları gözlemlemek de toplumun yapısı hakkında ipuçları, bilgiler veriyor. Örneğin Türkiye toplumunun Kur’an‘a bakışının tipik modeli Osman Gazi’ye yaşatılmış, efsaneleştirilmiş ve bir halk mitolojisi gibi yinelenip durmaktadır. Osman Gazi eğer doğruysa yatmak için girdiği odada duvara asılı Kur’an-ı Kerim i görünce, Kur’an‘ın bulunduğu odada edebinden uyuyamamış, sabaha kadar uykusuz beklemiştir. Evet, bu belki mütevekkil sanılan bir tavırdır ama düşüncesizcedir. Ve tevekkül noksanlığı değil lakin düşüncesizlik Kur’an‘ın nasıl yendiği bir tutumdur. Halkların yanlış tevekkül eğilimine, duygusal bakışına örnek çoktur. Örneğin Kur’an-ı Kerim, insanın kendi başına, bağımsız düşünmesine verdiği önemi, hiçbir tutum ve tavra vermemiştir. Ama bunu görmezden gelen insanlar Kur’an‘da ancak birer defa zikredilen “vesile“ ve “nazar “ kavramları üzerine nice korkunç ve İslam dışı felsefeler bina etmişlerdir. “Vesile“ öne sürülerek, Allah ile kul arasında aracın bile bulunması gerektiği bile savunulmuştur. “ Nazar“ ile de büyücülüğe, sihre, fala, şans oyunlarına neredeyse caizeler üretilmiştir. Her iki telakki Kur’an‘ın başka ayetleri ile tevhidin karşıtı gösterilerek verilse de, ne gam; halk kendi duyarlığına uygun felsefeyi yakalamıştır, üstelik kendince bunun kaynağı Kur’an’dır, gerisi onu pek ilgilendirmemektedir. Elbet kitlelerin bu tavrı, aynı tavrı onaylayan halk hocaları tarafından da sürdürülmüştür. Hatta halkı bu tavra biraz da onlar sevk etmişlerdir. Halk ağzı konuşan vaazlar kürsüde yüzyıllarca yanlışın çığırtkanlığını yapmışlardır. Halkın o kürsülerden işittikleri ile ALLAH’ın sahih dini arasında bazen büyük uçurumlar olmuştur.

Duygusal halkın yaşamı nükte ve fıkralar üzerine bina edilmiştir, adeta. Kuşkusuz bir açıdan bakıldığında bu folklorik ve kültürel bir zenginlik olarak gözükür. Ancak atlanan bir nokta vardır. Kendini İslam’a nispet eden bir halk, ezberlediği yahut ürettiği nükte ve fıkraların onda yahut yüzde biri kadar bile dinlerinin kaynağı olan ilahi vahiy ile temasa geçmemiş, ilişkiye girmemiştir. Yönetenleri memnun bırakan bu tutum, bilenlerin de, başka bilenler çıkmayacağı için işlerine gelmiştir. Halk ozonları, halk nüktedanları hatta halk vaizleri bile bazen günlük namazda okudukları Kur’an ayetlerinin ne demeye geldiğinden habersiz, ömürler tüketmişlerdir. Çünkü böyle gelmiş, böyle gitmektedir. Ve böyle gelip böyle gitmekte olması güya filozofça, şairce bir edadır. Bunca dinine bağlı bir halkın, Türkiye’de hemen büyük çoğunlukta ladini bir hayat sürdüren ve onu dayatan hükümlere nasıl tahammül ettiği zaman zaman hayretle sorunla gelmiştir. Bu sorgulamada iki yanlış var: biri halkın dindarlığı, ikincisi de yönetenlerin dinsizliği. Her iki kesimin de aslında dine bir bakış açıları, dini bir yorumlayış tarzları vardır. Ve o pencereden bakıldığında her iki kesimde aynı ton ve edada bir tür dindarlardır. Bu “ Türk Tipi Müslümanlık” tır. Birazı politikacıların İslamizasyon politikalarının ekmeğine yağ sürmektedir bu tür Müslümanlığın… Bir kısmı halkın düşünme melekesine galebe çalan kökleşmiş duyarlıklarını okşamaktadır… Eh, bir kısımda diğer dinlerden, Budizm, şamanizm, Hristiyanlıktan devşirilmedir.

Türkiye halkları yüzyıllardan biri Müslüman’dır. Güzel, hayırlı Müslümanlık modelleri ortaya koymuşlardır. Büyük bir Müslüman medeniyeti gelecek kuşaklara emanet etmişlerdir. Ne ki halkın dini, hakkın dini ile zaman zaman tashih edilmez, bir tecdide tabi tutulmazsa bulanıklaşır. Hele İslam ilahi, halkın dindarlığa beşeri olduğundan, tecdid yani yenileme, Müslümanlar bakımından dönem dönem büyük bir ihtiyaç olarak belirir. Dervişler, halk arifleri, ozanlar diliyle tümden müteşabih (çok anlamlı) bir üslup kazanan dinsel söylemin ilahi vahiy ile tashihine, tecdidine gerçekten zaruret doğmuştur. Aksi takdir de her an kendisiyle ve her şeyiyle çelişen eceli dinsel söylem, halkın ve yönetenlerin birbirinden razı olduğu bir ortamı var edebilir. Ama bu sonuç çokluk Hakk‘ın memnun olmadığı, daha doğru bir ifadeyle razı olmadığı bir ortamdır. Hakk’ın rıza göstermediği bir son ise kötü akıbettir. Resmi ve gayri resmi herkesin gönlünde yatan, etliye sütlüye bulaşmayan, siyasetten ALLAH’a sığınan, toplumları ve bireyleri yönetmeye kalkmayan belki yalnızca vicdanlara hafif bir korku salan şu “Türk Tipi Müslümanlık” sorgulanmalıdır.

Türk Halkların İslami Yaşantısı

Bir toplum ki düşünme melekesini pek fazla kullanmaz, ama sıra dine geldiği zaman tabir caizse kafasına göre takılır, ne hikmetse o noktada dini keyfine uydurur. Düşünmemek yerine nükteler, fıkralar, maniler, espriler, dervişan öyküler, mitolojiler, platonik ve her türlü aşk masalları, efsun, uğur, şans teraneleri, yani bir cümle çok anlamlılık bazen anlamsızlıklarla ömrünü harcar. O toplumun felahı elbet gecikir. Halkın bütün bu yatkınlığı var gücüyle destekleyen aydınlar bu tutumları bir de milliyetçilik muhafazakarlık sanmazlar mı? Varın hesaplayın erişilen yanlışlığın boyutunu. Bir garip dünyadır bu toplumun dünyası ki yaşarken din ve Allah’a karşı tepkisinin düzeyi hangi şiddette ise ölünce arkasından hem de namazını kılanlar tarafından aynı şiddette “ iyi biliriz” denilir. Sonra inanıp inanmadığı meçhul Allah’ı adına namazı kılınıp defnedilir. Ancak onların içlerinden samimi birisi çıkar, “ benim namazımı kılmayın, ben inanmıyorum” derse herkesin daha çok tepkisini çeker, ne demek namaz kılmamak, diye… Samimiyetsizliğe prim ve ödül dağıtılırken, samimiyetin ödülü horlanmak mı olmalıydı?

Toplumlarında huyları, karakterleri, alışkanlıklar vardır. Huy değiştirmek alışkanlıklardan vazgeçmek zordur. Türkiye toplumu şimdi bu en zor kapının eşiğindedir geleneksel deyişle, eşikte duranı yel çabuk çarpar. Kapıyı kapatıp acilen ya içeri girecek ya yine dışarıda kalacaktır. Bizim aralarında yaşadığımız, birçoğu akrabamız olan kendi toplumumuza önerimiz, Müslümanlık iddiasının sadra şifa verecek biçimde hakikatle örtüşmesi için “Müslümanın yeniden Müslüman olması” gerekmektedir. Yüzyılımızın başında büyük Müslüman düşünür Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” sanırız yeni yüzyıllar bu sözü iki şıkkıyla da doğrulayacak Müslümanları beklemektedir. Duygu sömürüsüne değil düşünceye çağrıldığının, kurtuluşun nükte ve fıkralarda değil Allah’ın ayetlerinde yazılı bulunduğunun bu topluma, bu insanlara birileri tarafından söylenmesi artık gerekliydi. Her geçen gün ihtiyaç biraz daha artmaktadır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

 

MALCOLMX

MALCOLMX

(Büyük Doğu’nun Batı’daki Devrimci Sesi)

İtalyan maceraperest kaptan Kristof Kolomb’un önderliğindeki Nina, Pinta ve St.Maria isimli üç gemi sakince Amerika Kıtasına ulaştı. Aynı sırada bu gemilerden binlerce kilometre uzaklıkta, Afrika’da sakince bir yaşam süren milyonlarca insan kendileri aleyhine yüzyıllarca sürecek olan acı ve gözyaşı atmosferinin başladığından habersizdi

Üç geminin açtığı on meşhur yoldan yüzlerce gemi Amerika kıtasına doğru yola çıktı. Avrupalı halklar yeni kıtaya sökün etmeye başladıklarında, sonradan Amerika ismini verecekleri bu topraklarda Kızılderililer yaşamaktaydı. Fakat Avrupa’dan gelen beyazların bu Toprakları, yüzyıllardır burada yaşayan yerlilerle paylaşma niyetleri yoktu. Öyle de oldu. Avrupalıların hakkı kuvvette gören anlayışı sonrası dört asrı kapsayan zaman dilimi içerisinde yaklaşık 70 milyon Kızılderili katledildi. Avrupanın doymayan nefsi Kızılderilileri yok etmekle kalmadı. Yeni kurdukları çiftliklere ucuz işgücü sağlamak için Afrika’ya insan avcıları hücum etmeye başladı. Sakince yaşayan siyahi insanlar zorla topraklarından koparıldı zencilere vurularak gemilerle yeni kıtaya beyaz efendilerine hizmet etmek için köle olarak isimlendirilip Amerika kıtasına doğru yola çıkarıldı. Daha sonra “özgürlükler ülkesi” (sözde) olarak anılacak ABD’de garip bir biçimde buraya zorla getirilen Afrikalılar XIX. yüzyıla dek ilk üç yüzyıllarını Köle olarak geçirdiler. Garipti başlı başına çünkü. Söylemle eylem birbirini tutmuyordu, bu topraklarda. Misal 1776 senesinde yine bu topraklarda İngiliz kralı üçüncü George’a başkaldıran koloni önderleri bir bildirgeyle tüm insanların eşit olduğunu Dünya aleme duyurmuştu. Bu bildirgenin önde gelen yazarı ise Thomas Jefferson’s du. Kendisi kültürlü, demokrasiye inanan bir insandı. Ama gelin görün ki tipik Amerikalı olarak kendi kaleme aldığı bildirgedeki 250 siyahi köleye uygulamadı. Uygulamadığı gibi bunu ahlaki bir sıkıntı olarak görmeyecek kadar kördü.

MALCOLM LITTLE işte böyle bir sosyolojik ortamda 19 Mayıs 1925 yılında Nebraska da gözlerini dünyaya açtı. Hıristiyanlığın Baptist Mezhebine bağlı, Reverend Eorl Little adlı bir rahibin oğluydu. Babası, Amerika’da siyahlara karşı uygulanan ağır ırkçılığa tepkili bir din adamıydı. Bu topraklarda ki siyahların Afrika’ya geri dönmediği sürece asla özgürlüklerine kavuşamayacaklarına inanıyordu. Malcolm‘ un Omuzlarında ayrımcılığın ağır baskısı yanı sıra bir de siyahların hakları için mücadele eden bir ailede doğmanın zorluğunda yüklenmişti. Zorluklar kendini göstermekte gecikmedi. Malcolm henüz 4 yaşındayken Ku Klux Klan adlı siyah karşıtı, ırkçı bir terör örgütü evlerini ateşe verdi. Aile fertleri can kaybı yaşamadan yalan evden kendilerini dışarı atmayı başardı. Felaket, can kaybı yaşanmadan atlatıldı ama bu olay Malcolm’un belleğinden hiç çıkmayacaktı. Ama asıl darbe 1931 senesinde geldi. Babasının faili meçhul ama siyah nefreti sonucu olduğu malum bir cinayette kurban gitmesi, onun zor olan hayatını daha da zorlaştırdı. Malcolm, yedi kardeşiyle birlikte başka ailelerin yanına evlatlık verildi. Ruh sağlığını yitiren annesi de akıl hastanesine yatırıldı.

Zor şartlar Malcolm’un öğrenim hayatını da olumsuz etkiledi. Amerikan toplumda siyahlara karşı uygulanan ayrımcı düşüncenin ağır darbelerini alan Malcolm, başarılı bir eğitim süreci geçirse de beyazların dünyasında kariyer yapabilmenin imkansızlığına inanmaya başladı. Zira bu acımasız ortamda kendine bir siyah olarak tanınan en iyi hakkın; Garson, otobüs biletçisi veya ayakkabı Boyacısı olmaktan öteye geçemeyeceğini, çok şanslıysa belki en fazla postacı olabileceğini biliyordu. Aslında bu düşüncesini kesinleştirilmesini en sevdiği öğretmeni ile yaşadığı bir diyaloğun duygusal yıkımı yol açmıştı.Bir gün öğretmen kendisini, hangi mesleği ileride düşündüğünü sormuştu. Malcolm heyecanla Avukat olmak istediğini söylemişti. Bu cevap üzerine şaşıran öğretmeni, bir siyah olduğunu aklından çıkarmaması ve gerçekçi olması iyi kazını yaptıktan sonra marangoz olmasını tavsiye etmişti. Yaşadığı bu diyaloğu yıllar sonra şöyle dile getirmişti kendisi: “Ben onun en iyi öğrencilerinden biriydim. Hatta okulun en iyi öğrencilerinden biriydim ama onun “sizin yerinize “düşünebileceği gelecek bütün beyazları Siyahlar için düşündüğünden hiç de farklı değildi”. Bu düşünce doğrultusunda liseye devam etmeye karar verdi. Bu çaresiz ve öfkeli düşüncelerle Boston’da yaşayan üvey ablasının yanına giden Malcolm, Yaşama tutunmak için elinden gelen her işi yaptı. Böylece hayatı daha yakından tanıdı ve fikirlerin de daha da keskinleşti. Ama asıl kırılma New York’a gidip siyahların yoğun olarak yaşadığı Harlemi tanıyınca oldu. Harlem’de çalışmaya başladıktan sonra hızla kirli bir hayatın içine yuvarlandı. Böyle bir atmosferin doğal sonucu olarak karıştığı bir çok suçu nedeniyle 1946 da hapse mahkum oldu. Ama hapis günleri ona yaşamını değiştirecek yepyeni bir yol sunacaktı.

MALCOLM LITTLE

NATION OF ISLAM İLE TANIŞMASI 

Malcolm bir Kilise rahibinin oğluydu dolayısıyla Hristiyanlıktan başka bir din tanımıyordu. Fakat o dönem Amerika’da siyahların beyaz kiliselerine girmesinin yasak olduğu düşünüldüğünde, hıristiyanlığı da beyaz adamın dini olarak görmesi sebebiyle bu dinden nefret ediyordu. İşte tam bu ruh halindeyken, hapiste Elijah Muhammed adlı birinin liderlik ettiği Nation Of İslam yani “İslam milleti” adlı topluluğa mensup kişilerle tanıştı. Bu topluluğun lideri Elijah Muhammed, Siyah milliyetçiliğini savunuyordu. Hatta Tanrının zenci olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyordu. Beyazlara öfkesi hat safhada olan Malcolm için siyahlara özgü bu din çok cazip geldi. Bu nedenle 1949 yılında, Elijah Muhammed’in öğretisini kabul ederek müslüman oldu, 1952 yılında tahliye edilerek hapishanedeki günlerini yoğun bir okuma programı içinde geçirdi. Tam altı yıl süren hapishane hayatından sonra Malcolm için artık bambaşka bir hayat başlıyordu. Pek çok öfkesi siyah gibi Malcolm’da siyahları amaçsız yığınlar halindeki başıboş bir kitle olmaktan kurtarıp kendine güvenen inançlı bir kitle haline getiren bu topluluğa ilgi gösterdi. ABD’de salih bir İslam inancının pek tanımadığı o yıllarda, itikadı  anlamda Kuran ve sünnet çizgisinde olmayan bu yapının Siyahlar için sosyal bakımdan bir boşluğu doldurulduğu da gerçekti.

Malcolm, adeta kendini Nation Of İslam topluluğuna adadı. Enerjik ve teşkilatçı genç hatip, hemen hemen lider Elijah Muhammed’in dikkatini çekti ve Harlem’de görevlendirildi. Malcolm, siyah davasının isimsiz bir hizmetkarı olduğuna işarette bundan sonra Malcolm X adını kullanmaya başladı. Öyle ki artık kendisi topluluğun lideri Elijah Muhammed’in konuşan ağzı olarak biliniyordu. Malcolm X 1964’te Nation Of İslam hareketinden ayrıldı, hacca gitmek amacıyla Orta Doğu ve kuzey Afrika ülkelerinde bir seyahate çıktı. Ama gördüklerine inanamadı. Çünkü onun 1949’da hapishanede tanıdı topluluğun İslam’ı ile Mekke’de gördüğü İslam bambaşka şeylerdi. Burada dünyanın 4.01 yanından gelmiş, rengi ve ırkı farklı müslümanların Allah huzurunda tam bir eşitlik ve kardeşlik içinde bulunduklarına şahit olduğunda adeta çarpıldı. Bu durum irkilip uyanmasına sebep oldu ve böylece sahih islam anlayışına ulaştı. Malcolm X, ABD’de soludu zehirli ırkçılık ikliminden sonra ilk kez mukaddes topraklarda İslâmiyet inancına dayalı eşitlikçi sosyal ortamı teneffüs etti. Gördüklerinin ona yaşattığı duyguyu şöyle dile getirmişti;

İslam dünyasına geldim geleli on bir gün oluyor; O gün bugündür de gözlerim maviler mavisi ve saçları sarılar sarısı ve tenleri beyaz var beyazı olan Müslüman kardeşlerle aynı yaratıcıya inandığımız için aynı tabaklardan yemekteyiz, aynı bardaktan içmekdeyiz, aynı yataklarda ( yada aynı halılarda) uyumaktayız. Ve yine “beyaz” müslümanların sözlerinde, davranışlarında, tutumlarında; Nijerya’dan, Sudan’dan Gana’dan gelen Afrikalı siyah müslümanların gösterdikleri samimiyetin aynısını bulmak dayım. Hepimizde gerçekten “kardeş” gibiyiz, çünkü bu insanların aynı ilaha yönelen inançları; Kafalarındaki tüm “beyaz” imajları, davranışlarındaki tüm “beyaz” imajları, ruhlarındaki tüm “beyaz” imajları silip almıştır”

Evet Malcolm X Tüm yaşamı boyunca maruz kaldığı ırkçılık ve ayrımcılık zehrinin Pan zehrini bulmanın coşkusunu yaşıyordu. Yani İslamiyeti!

MALİK ŞAHBAZ

Malcolm X Hayatımın bu döneminde artık el-hac malik eş-Şahbaz adını kullanmaya başladı. ırkçılık zehrine karşı hz. Peygamber’in veda hutbesi nde yankılanan sesini yani; “Beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. “ABD toplumuna anlatmak için aynı coşkuyla ülkesine döndü. Hemen faaliyete başlayarak Siyah-beyaz kardeşliğini esas alan bir toplum meydana getirmeyi amaçladı ve bu amaçla Muslim Mosp ve (Müslüman camii) ve Organization of Afro- Amerıcan Unity (Afroamerikalılar Birliği Organizasyonu) adlı teşkilatları kurdu. Malcolm X yani Malik Şahbaz, büsbütün başka birisi olmuştu. Artık davası öfke ve nefret değil birlik ve selamet içeriyordu. ırkçı fikirlerden tamamen sayılmış bir Müslüman olarak beyazlarla işbirliğine açık birisi olmuştu. Her haktan mahrum edilen siyahların muhtaç olduğu eşitlik ve özgürlüğün, Amerika’nın iç meselesi ve bir ırk sorunu değil bütün dünyayı ilgilendirir biçimde bir “insan hakları“ meselesi olduğunu düşünüyordu. Kafasındaki bu yeni yaklaşımı hayata geçirmek için Orta doğuya, Afrika’ya ve Avrupa’ya seyahatlerinde kendisine ilgi çok yüksek oldu. Bilhassa Afrika’da ve Müslüman ülkelerde. Seyahatleri de ister istemez uzuyordu. Bu durumu şöyle dile getirmişti. “Gittiğim her yerde biraz daha kalmam için ısrar ettiler. Bu yüzden her ülkede planladığımdan fazla kalmak zorunda kaldım. Müslüman dünyada, Amerikalı bir Müslüman olduğumu öğrenince hemen seviyorlardı beni.

Her şey yolunda gidiyor gibiydi fakat Malik Şahbaz iki kesimin nefretini üzerine çekiyordu. Beyaz ırkçılar ve siyah ırkçılar. FBI tarafından yakın takip de tutulan ve toplum düşmanı sayılan Malik Şahbaz aynı zamanda yanından ayrıldığı Elijah Muhammed de topluluğu tarafından hain ilan edilmişti. Artık Malik Şahbaz’a ölüm tehditleri yağmaya başlamıştı. Canına kast edilen bazı başarısız girişimler olmuştu fakat birisi çok ciddiydi ailesinin de içinde olduğu evine ateş bombaları atıldı, ve soğuk 1 Şubat gecesi eşi ve çocukları ile birlikte yanmakta olan evden çıkmayı son anda başardı. Tıpkı dört yaşında yaşadığı olay gibi. Bu olaydan henüz bir hafta geçmişti ki 21 Şubat 1965 Pazar günü öğleden sonra, bir konuşma yapmak üzere çıktığı kürsüde “Esselamu aleyküm” diyerek başladığı sözlerine yüzlerce dinleyiciden “ve aleykümselam” karşılığını aldıktan hemen sonra tüm ömrünü haklarını savunmak için harcadığı üç siyah tenli suikastçı tarafından açılan ateş sonucu şehit edildi.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

İSLAMİ DÜŞÜNCE TARİHİ

İSLAMİ DÜŞÜNCE TARİHİ

İslami düşünce tarihi konusunda kaleme alınmış geleneksel çalışmalara baktığımızda bir. İlgimizi ve dikkatimizi çekti. Gerek Müslüman yazarlığın gerekse Müsteşriklerin çalışmalarında, İslam düşüncesi hakkında nedense başka alanlarda rastlamadığımız garip bir paralellik vardı. İslam düşünce tarihi adlı eserin hemen tümü hep aynı düşünür. Bilgin ve yazarları zikr ediyorlar. Örneğin bu çalışmalarda geleneksel olarak, Gazzali, Farabi, Kindi, İbni Sina ve İbni Arabi her zaman ve her fırsatta yer alırlar. Onlar adeta tartışmasız İslam düşünürleridirler.

İslami Düşünce Tarihi” ile ilgili eserlerde Ebu Hanife’yi İmam Safii’yi, Ahmed bin Hanbel’i kolay kolay göremezsiniz. O kadar ketumdur ki söz konusu eserler bu hususta, artık bu zaatların birer İslam düşünürü olmadıklarına karar verirsiniz. Belli ki epeyce eski zamanlardan beri zihinlerde tarafgir imajlar oluşmuştur. Kim tarafından hangi tarihte yapıldığı bilinmeyen, ancak belki biraz tahmin edilebilen bir dönemden beri, vahim sonuçlar Doğurması düşünülmeden, çok yanlış sınıflandırmalar ortaya konmuştur. Özellikle İslam söz konusu ise, falan zat fakihtir, filan zat tarihçi, bir diğeri de düşünürdür, biçiminde bir sınıflandırma esastan batıl bir sınıflandırmadır. Bu septik ve parçacı bölünme ci mantık İslami bir esas üzerine oturmuyor. Sözgelimi yapılan sınıflandırmalarda başkalarına göre meseleyi biraz daha fazla bilen Müslümanı fakih, tarihçi yahut düşünür yapan kriter neydi acaba? Ve böyle bir kriter varsa, onu kim, neye dayanarak koymuştur? Numan Bin Sabit yani Ebu Hanife bir çok Müslümanın ittifakıyla dini üzerinde cidden kafa ve kalbini yormuş, yetkin, bir bilim ve düşünce adamıdır. Ne var ki halkın nazarında bir kötü Şablon onu düşünür olmakta çıkarmış, mezhep imamlığına güya tarif ettirmiştir. Aslında onlar belki bilmeden Ebu Hanife’yi Bir kez de kendisinden sonra gelen insanlar nezdinde gizemli bir kutsiyetin belirsiz bir karanlığına mahkum etmişlerdir.

DÜŞÜNCE

Yine söz konusu ettiğimiz o bilinmeyen çevreler tarafından İslami düşünce tarihlerini adı kaydedilenler, ilginçtir, çok defa Müslümanlık anlayışları tartışma götüren bilim ve düşünce adamlarıdır. Birçoklarınca İslam’ın ona caddesinden sapmakla suçlanmış kim varsa İslam düşünürü diye ortaya atılmış ya da attırılmıştır. Kim varsa ki kendini bile beğenmeyip yapıp ettiklerinden pişmanlık duyan, kim varsa ki zaman zaman tekfir bile edilen, onu İslam düşüncesi kitaplarında görmeniz mümkündür. Hayatı zikzaksız, örnek bir İslam yaşantısı olan düzgün insanlar ise ya fakih ya Sanatçı ya da mahpus luğa hak kazanmıştır. Anlaşılan o ki İslam dünyasında düşüncelerin kaderi maalesef hep Zıtlık, aykırılık, sapma ve dışlanmalarla vasıflandırıla gelmiştir. Sonuçta iki türlü yanlış bizi çepeçevre kuşatmıştır. Birisinde düşünenlerin hepsi yapanlar olduğu Zehabı sinelere yerleşmiştir. İkincisi de sahici düşünenler düşünce tarihi kitaplarında bu gösterememiş ve Müslümanlar tarihlerini, kendilerinden önce yaşama deneyimleri olanları, çok yeri yanlış tanımışlardır. İnsanları benzer yanılgılara sürükleyen nedenler açıktır aslında. İslam vahye dayalı bir dindir ve kaynağı ilahidir. Onun karşısındaki dinler, ya Beşer’in kendi elleriyle bozduğu ilahi Din’in önceki mesajlarıdır-ki onları beşer eli değdirerek beşerileştirmişlerdir. Şimdiki isevilik, Musevilik gibi yahut köken itibari ile de beşeri olan türlü teoriler, felsefeler, insanları etkileyen ve itikat etmelerini sağlayan doktrinlerdir. Siyasal doktrinler olarak demokrasi, teokrosi, ekonomik yönü ağırlıklı doktrinler olarakta ulusçuluk, devletçilik ve benzerleri sayılabilir.

Birileri tarafından, anlaşılan o ki, İslam vahye dayalı bir din olduğundan onun bağlılarının, vahiy varken bir doktrin, bir düşünce üretemeyecekleri yahut üretmemeleri gerektiği gibi bir izlenim yayılmıştır. Eğer vahyin kendisi bir doktrin, bir fikir olsaydı belki böylesi bir izlenimin uyanması  haklı sayılabilirdi. Ancak unutulan nokta, ilahi vahyin, insanın doktrin üreten dimağına, daha çok doktrin üretmesine teşvik hatta emretmek için gönderildiğidir.  Batıda din, beşeri dünya görüşlerine dayalı olabilir. İslam’ın ise bu kavgada, bu çekişme de en ufak bir dahli yoktur. Müslüman din’i alternatif üretmek için düşünmez. Ya da düşünmek her seferinde din’e alternatif üretmek için yapılan bir iş midir? Öyle sanıyoruz ki bu yanlış zahap İslam düşünce tarihi kitapları çoğunlukla aykırı, Vahye zıt düşünceleri öne çıkan bilgin ve düşünürlerin alınmasında önemli ölçüde rol oynamıştır. Düşünürler aykırı fikirleri olanlar, diğerleri ise fakih, tarihçi… Vb…

Yanlış algıların, derinliksiz ve İslam dışı kaynaklardan etkilenen zihniyetin tez elden Müslüman fertlerin zihinlerinden silinmesi gerekir kanısındayız. Çünkü biz Müslümanlar biliriz ki aklımızı da vahyi de bize nimet olarak İhsan eden yüce Rabbimizdir. O aklımızla ( akleden kalple) Ortaya koyabileceğimiz bir doktrin vahiy yoluyla yeniden bize niçin göndersin ki? Vahyin bize ulaştığı, gaybi hakikat düşünerek üstesinden gelinemeyecek alanlara ait haber, bilgi ve tekliflerde. Vahyin bize taşıyıp getirdiği kimi tarihi belgeler, gaybi bilgiler ve kimi yargılar düşünen kalbimize dönük ibretlerle doludur. İnsan, düşünerek, bu belge ve bilgilerin hiçbirisini, kendi gücüyle, ilahi vahiy de mevcut olduğu doğruluk ve isabetlilikte asla saptayamazdı. Çünkü insan düşünme mekanizmasının bunları elde edecek verileri ve gücü yoktur. Düşünmenin faaliyeti, yetki ve güç alanının dışında vahiy yoluyla bize gelen ek nimet ve rahmet, aynı zamanda akıl etme işinin de işleyiş biçiminin rehberliğini yapacaktır. En azından Müslüman zihinler şu paradoksu çözmüş olmalıdır: Akıllarımızın tümü bir araya gelse aklımız gibi bir aklı var edemeyecektir. Bize ayrıca vahiy yoluyla ulaştırılan goybi bilgilerin en yakın tarihlisini ve en kolayını bile yaratamayacağı gibi, vahiy üslubun bir benzerini var edemezler. Öyleyse başkalarının yönlendirmelerine kanarak Müslümanlar aklı vahyin rakibi görmekten vazgeçmeliler. Kaldı ki vahyin karşısında doktrin üretenler, Vahye rakip öğretileri salt beşeri düşünceyle ortaya koyduklarını sananlar ne kadar akıllıdırlar ve vahiy düzleminin yada düzeyinin hangi noktasına kadar ulaşmışlardır.

Akıl ( isim olan değil fiil yani kalbin akletme işi) Özellikle kendisi gibi Allahın bir başka nimeti olan vahiy karşısında onu anlamak için gerekli ve zaruri bir kudrettir, cevherdir. Ve düşüncenin asıl fonksiyonu, faaliyeti, vahye ulaştıktan sonra başlar, böylece istikamet kazanır. Müslümanlar inanırlar ki düşünmek bizatihi vahyin yoluyla gelen bize hatırlattığı ( bir düşünme biçimi olarak zikir) ve emrettiği bir hadisedir. Değil mi ki vahyin taşıdığı haberler, bireysel ve toplumsal yaşamımızı düzenlememiz, Dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmada bize rehberlik etmektedir. O zaman akıl baliğ olur olmaz, yapmaya başlayacağımız ilk iş, İlahi Vahyin tilavet olunan ve olunmayan bütün şubeleri üzerinde düşünmektir. İlk ve acil sorumluluğumuz budur. Müslümanın düşünme faaliyeti ilkin vahiy üzerinde başlar. Müslüman düşünür olarak hatırla ilk gelmesi gerekenler, vahyi yanlış anlayan ve yanlış yorumlayanlar, ona aykırılık edenler değil, belki vahiy üzerinde kalbini ve zihnini yoran fakihler ve Müfessirler olmalıydı. Oysa bir çok İslam düşünce tarihi kitabı fakihleri ve müfessirleri kapsamlarına almamıştır.Müslüman olmayanlar düşünür diye genellikle filozoflarını zikrederler. Filozoflar sa geleneksel olarak birbirlerini geliştirmişlerdir. Ekoller böylece doğmuştur. Yani onların boşa özellikleri birbirlerine aykırılıklarıdır. Birbirlerine aykırı fikirler imal edenler ancak filozof olmaya hak kazanırlar. Bundan daha doğal bir sonuç olamazdı çünkü hiçbir beşerin salt düşüncesi ilelebet müstakim kalacak, herkese doğru gelecek, herkesin onaylayabilirceği bir sözü, bir bilgiyi, bir iddiayı ortaya koyamazdı. Felsefenin karakteridir aykırılık. Felsefe geleneğinin Müslüman düşünce tarihçilerini etkilediği, felsefenin karakterlerine baktığımızda açıkça ortadadır. Anlaşılan Müslümanlar da kendi işlerinden yetişen filozofları yahut filozof gibi düşünce üretenleri düşünür sayma eğilimindedirler.Gönül isterdi ki “İslam düşünce tarihi” yerine sözünü ettiğimiz çalışmalar, Müslüman filozoflar tarihi diye adlandırılırsaydı. Yeniden bir İslam düşünce tarihi yazılsa elbet yalnızca fakihlerle müfessirleri sıralasın istemiyoruz. Üstelik ille de böyle bir çalışma yapma amacı ve iddaamız da yok. Amacımız, düşüncenin İslam dünyasında neden hep aykırılıkları ad olduğu ve neden hep ikinci üçüncü dereceden değeri haiz kılındığının araştırılmasıdır. Ve akıl ile kalbi tevhit etmiş Müslüman düşünceler kuşağının bir neferi olmak, bu imajını güçlendirmektir. Yoksa İslam düşünce tarihinde fakihler ve Müfessirler kadar vahye müşterid Fikir imal eden her mümin kalemini ilahi vahyin uğurun da kullansın her yazar, sanatını vahye aykırı olmayan alanlarda sürdüren her sanatçı peşinen kendisine bir yer edinmiş demektir.  Hatta Müslüman da olsalar, filozoflar bunun aksine İslamdan, İslami alandan uzaklaştıkları nispette İslam düşünce tarihinin belkide aykırı malzemesi olarak anılmalıdır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Melankolik Avrupalı filozof Niçe’nin Örnek insan olarak insanlığa sunduğu üstün insan anlayışı hemen hemen bütün Batı medeniyeti dairesinde benimsenmiş, Batının dünyayı sömürgeleştirme macerasına sebep olmuştur. Buna göre, insan güç sahibiyse değerlidir. Üstün insan egosu, gelişmiş diğer insanlara yukarıdan bakan, üst seviye giyinen, görünüşü, yaşayışı ile diğer insanların üstünde, adeta yarı tanrı insan tipidir. Ona göre, güçsüz insanlar eski Romadaki gibi insanlığın başına beladır ve sürünürler, ancak güçlü insanlara hizmet ettikleri oranda değerlidirler. Bu bakış açısından ortaya çıkan bir çok ideoloji, son iki asırda dünyayı kasıp kavurmuştur. Niçe’nin zihniyeti Darvin ve Freud gibi İlmi adamlarının anlayışlarıyla birleşince materyalist felsefe pekişmiştir. Neticede mesela faşist anlayışa sahip Adolf Hitler Gibi liderlerin üstün ırk oluşturma çabaları sonucu milyonlarca insan katledilmiştir. Bu olay sadece Avrupa’da değil, ABD’de de yaşanmıştır ki; Bu evgenik harekete daha önceki Fikir Klübü  sayfamızdaki makalelerimizde değinmiştik. Komünizm ve kapitalizm gibi ideolojilerde uygulamada farklılıklar içerse de temellerinde Batı’nın bu materyalist bakış açısı ve üstün insan anlayışı yer almaktadır.

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Aynen Roma imparatorluğunda asilzade olmayanlara uygulanan köle muamelesinde olduğu gibi, son 3-4 Asırdan beri batılıların Afrika, Amerika ve Asya’da uyguladıkları sömürge çalışmalarından dolayı Avrupa zaten bozuk bir sicile sahiptir. Amerika’da yer edinmek için yaptıkları Kızılderili katliamları yanında enka ve Aztek medeniyetlerinin izlerinin bile silinmesi, Afrika’daki zulümler ve sömürü incelendiğinde batılı üstün insanların kendi dışında kalan insanlara hiçbir değer verme işi insanlara bakışdaki bu yanlışlığı gözler önüne sermektedir.

Bugün gelinen nokta itibari ile de kapitalizm, bütün insanlığı adeta çok az sayıdaki üstün insana hizmet ettirmek istemektedir. Bugün güç sahipleri, bilim ve teknolojiyi insanları kontrol altına alma ve manipüle etme vasıtası olarak kullanmaktadırlar. Bir kapitalistin çıkarı için yüz binlerce insan acımadan ezilip geçirebilmek de, ülkeler talan edilebilmektedir. ABD de yaşayan çok küçük bir azınlığın ( yaklaşık 400 aile) Maddi varlığının, o ülkedeki yaklaşık 250 milyon insanın maddi varlığından daha fazla olduğunu söylemiştik. Son zamanlarda ABD de başlayan Wall Street İsyanları bu duruma öfkenin “insani” bir tezahürü olarak görülmektedir. Bu sakat insan anlayışının insanlığı mutlu etmediği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Hatta üstün sayılarak adeta dünyayı sömürmeye çalışan kapitalist insanların bile mutlu olmadığı kamuoyuna yansımaktadır. Daha önce kısmen değindiğimiz ve son yıllarda yerleştirmeye çalışan, Popüler kişisel gelişim kültürü ise, batının vahyiden yoksun, dini anlayıştan uzak bu bakış açısının bir sonucudur ve yine üstün insan anlayışına hizmet etmektedir.

İDEALİST İNSAN MODELİ VE İNSANIN SAADETİ

Ön yargılar sebebi ile verdiği mesaj yeterince anlaşılmayan veya yanlış temsiller sebebiyle doğru algılanamayan İslam ise, 15 asırdır bütün insanların tek tek önemini vurgulayıp durmaktadır. İslam’a göre insanın maddeyle tatmin olması mümkün değildir. İnsan içinde yaşadığımız dünyadan istifade etmeli, nasıl biri olmalıdır. Fakat onun mutlu olması ancak manevi tatminle mümkün olacaktır. İslam’a göre, insanın gerçekten hür olması; kalbinde Allah’tan başka hiçbir şeyi ilah tutmamakla mümkün olacaktır. İnsanın kalbinde dünyevi arzu ve istekler ihtiyaç ötesi geçtikçe objektif veya subjektif Tabular bulundukça gerçek hürriyete ulaşması, dolayısıyla huzura ermesi mümkün değildir. Bu yüzden İslam’ın ilk şartı “Lâ ilahe illallah ( Allah’tan başka ilah yoktur) Diyebilmek ve bütün kalbiyle, ruhuyla buna inanabilmektir. Fıtratta bunu gerektirmektedir. Cenabı Allah insanın yaşatan gayesini anlatırken “ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” ( Zariyat : 51/56) demektedir. Bu yüzden kulluk, insan için yüce bir makamdır ve yaratıcı ya teslimiyettir. Bu kulluk bilinci ile hareket eden insan ancak, misyonun gereğini yapmanı huzuruna kavuşacaktır. En önemli vazifelerden biri İslami öğreti ye göre dünyayı güzelleştirmek, iman etmektir. İslam’ın estetik anlayışı bu anlayıştan ortaya çıkmıştır. “Kulluk, insan için yüce bir makamdır ve yaratıcı ya teslimiyettir. Kalbinden bu dünyaya bağlılığı tam olarak adamamış bir insan bu seviyeye ulaşması mümkün gözükmemektedir.”

İnsanın tabiyatı ve çevreye saygısıyla ilgili şu olaydan daha etkisini bulabilir miyiz? Allah’ın Resulü, Taif Seferine çıktığında Ordu’nun yolu üzerinde bir köpeğin yavrusunu gezdirdiğini görürler. Bunun üzerine o yüce insan, “emen ve emziren rahatsız edilmeyecek“ diye emir verir. Bunun üzerine binlerce kişilik ordu yolunu değiştirir, köpek ve yavruları rahatsız edilmez. ( İbni Hisam, siyer). Biz bu olayı bugün insanlara olduğu gibi, hayvanlara da yeşil çevreye de, mesela ozon tabakasına karşıda genelleyebiliriz.

İnsanlara gelince; Mümin bir insanın dünya hayatındaki en önemli beklentisi Allahın rızasını almaktır. Hakkın rızası ise halkın rızasındadır. Yani çevresindeki insanları da kendisine verilmiş birer emanet ( vediatullah) Kabul etmeli ve onlar içinde çalışmalıdır. Çevredeki bu insanlar bazen aile ve akrabaları bazen komşular bazen çalışanlar olabilir. Hepsine karşı insanın sorumlulu vardır. Makamlar yükseldikçe bu sorumluluk artmaktadır. Bu anlayış içinde olan Osmanlı padişahlarının tatların da “value külli mazlumin“ ( Bütün mazlumların koruyucusu, kollayıcısı) yazarmış. Bu insanların hangi dinden, hangi ırktan, hangi renkten olduğu da önemli değildir. Cemil Meriç’in dediği gibi insanlık olarak en büyük ihtiyacımız hoşgörü, en büyük düşmanımız ise ön yargıdır. Bugünkü çıkmazdan kurtulmak isteyen batı insanı, işte bu ön yargıları sebebiyle İslam’ı tanıyamamakta veya yanlış tanımaktadır. Bugün maalesef batıda İslam adeta bir terörist dini gibi görünmekte ve bu sebeple ondan korkulmaktadır. Bu yaklaşımda bazı art niyetliler tarafından körüklemekte, arayış içindeki insanları böylece korkutarak İslamdan uzaklaştırmaktadır. Oysa bütün insanlığın olduğu gibi Batının da kurtuluşu Allahın son dini olan İslam düşüncesi ndedir.

Musab Yasir Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

HASAN EL BENNA

HASAN EL BENNA

(Biyografi)

Şehid imam, Abdurrahman oğlu Ahmed oğlu Hasan El BENNA 1906 yılında İskenderiye’ye yakınlarındaki mahmudiyyede doğdu. Kahire Darül-Umum Medresesinden mezun oldu. Şehirler arasında dolaşarak öğretimle meşgul oldu. Ümmeti, Kuranı kerimle amel etmeye ve Peygamber ( s.a.v) in Sünnetine sarılmaya devam etti. Üniversite öğrencilerinden, işçilerden, çiftçilerden ve milletin çeşitli tabakalarından binlerce kişi onun elinde hidayete erdi. Sonra uzun bir zaman İsmailiyye Şehrinde oturdu. Orada bazı arkadaşlarıyla birlikte Müslüman Kardeşler’in ilk bürosunu açtı. Ardından konferanslar ve yayın Organları vasıtasıyla davasını yaymaya hızlandırdı. Sonra şehir ve köyleri teker teker ziyarete başladı. Gittiği her yerde Müslüman Kardeşler’in bürolarını açtı. Davetini yalnızca erkeklere tahsis etmedi. Kızlara İslami terbiye vermek için İsmailiyye’de Müslüman anneler enstitüsünü kurdu.

Bir süre sonra Kahire’ye tayin edildi. Onunla birlikte genel merkezde taşındı. Daveti Kahire’de güneşin doğuşu gibi doğdu. Kısa zamanda Müslüman kardeşler Teşkilatı büyüdü ve sayıları yarım milyona ulaştı. İngiliz uşağı siyaset adamları şehit imamın faaliyetlerinden korktular ve onu siyasetten uzaklaştırmaya gayret gösterdiler. Fakat bütün bunlar onun azmini kırmadı. İslam’ın hem inanç, hem ibadet, hem vatan, hem ırk, hem Müslümaha, hem kuvvet, hem ahlak, hem kültür, Hemde kanun, olduğunu öğretmeye devam etti. Sonra Kahire’de günlük Müslüman kardeşler gazetesini kurdu. Bu gazete onun hem yazı hem de hitabet kürsüsüydü. Filistin felaketi meydana geldiğinde kardeşlerin bölükleri Savaşan bölüklerin en hareketlileriydiler. Bu bölükler  Tel Aviv kapılarına kadar dayandılar. Zamanın idarecileri hainlik Edip derhal anlaşma imzalamasaydılar ve Kral Faruk savaşçıları alıkoymasaydı neredeyse Tel Aviv’i ele geçireceklerdi. Emperyalistler bununla da kalmayarak Hasan el benna ya SUİKAST düzenlemeleri için uşaklarını harekete geçirdiler. Kahiredeki, Müslüman gençler dernek merkezi önünde, hain kurşunlarını onun üzerine boşaltıp kaçtılar.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER

Hasan el Benna Yarasını saracak birisini bulamadı. Hastahaneye kaldırılarak sonra onu öylece bıraktılar. Hasan el benna’nın kanları akıyor, onlar ise gözleri yaşarmadan, kalpleri titremeden seyre diyorlardı. Kardeşlerin ona yardım etmesini de engellediler. Böylece Hasan el benna, 1949 yılında, hastaneye kaldırıldıktan 2 saat sonra vefat etti.

ŞARKIMIZ

Kırılırda bir gün bütün dişliler

Döner şanlı şanlı çarkımız bizim

Gökten bir el yaşlı gözleri siler

Şenlenir evimiz barkımız bizim

Yokuşlar kaybolur çıkarız düze

Kavuşuruz sonu gelmez gündüze

Sapan taşlarının yanında füze

Başka alemlerle farkımız bizim

Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman

Görürler nasılmış, neymiş kahraman

Yer ve gök su vermem dediği zaman

Her tarlayı sular arkımız bizim

 Gideriz nur yolu izde gideriz

Taş bağırda, sular dizde gideriz

Bir gün akşam olur bizde gideriz

Kalır dudaklarda şarkımız bizim

1964 (Necip Fazıl Kısakürek)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

DÜŞÜNME VEÇHELERİ

DÜŞÜNME VEÇHELERİ

Düşünmeme olumsuzluğu üzülerek belirtelim ki sanıldığı gibi her zaman avamın, okuma yazma bilmeyenlerin, ümmilerin düştüğü bir hastalık gibi gözükmüyor bize. Düşünmek de düşünmemek de bir durumdur, duruştur. Her insan, her Bilgin, her düşünür, herhangi bir zaman ve mekanda tüm birikimini rağmen hiç düşünmeyebileceği gibi çok az düşünüyor olabilir. Düşünür, bilgin, sanatçı ve aydınları sürekli düşünen, doğru düşünen insanlar sanmak yanılgıdır. Yine kuranı Kerim’de tefekkür kavramıyla zaman zaman eş anlamlı kullanılan tezekkür kavramı vardır demiştik. Bir ayet meali üzerinde düşünelim şimdi: “Rabbimiz bizi çıkar; Yaptıklarımızın yerine iyi işler yapalım diye feryat ederler. Size düşünecek ( yahut hatırlayacak) kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi; uyarıcılar gelmedi mi? ( Fatıt süresi, 37)

Bilen insanın, düşünürün, sanatçının, Aydın’ın, bilmeyen ve halk edildiği gibi yaşayan avam kadar, aynen düşünmeme, hatırlamama gafil olma tehlikesiyle her an karşı karşıya bulunduğu özellikle vurgulamak gerekir. Hatta biraz daha ileri gidersek diyebiliriz ki zihnini, düşünme merkezini lüzumsuz sorunlarla daha ziyade meşgul eden aydınların gaflete düşme tehlikesi daha ziyadedir. Bu bakımdan yeterince düşünmeyen bilginler, düşünmeyen düşünürler, düşünemeyen aydın ve sanatçılar bizi şaşırtmamalı. Bu bahis de son olarak düşünmemin üç vecihli bir eylem olduğundan söz edecek olursak; 

1- Vahye doğru düşünmek

2- Vahye göre düşünmek

3- Vahye rağmen düşündüğünü sanmak ki buna daha önce bazen hezeyan bazen felsefe, demiştik. 

Doğruluk insan için fıtraten, doğal olarak tercih edilecek bir yönelimdi. Yalnız konu bireyin iki cihanda saadeti, toplumun bu cihanda selameti ise, kendisini var edenin, yaşatan ve öldürecek olanın buyruğu yönünde doğru olması tek ve en çıkar yoldur. Ancak konu dinse yani hangi dinin hak, hangisinin batıl olduğuysa, o zaman aklı selim ( Aslı kalbi selimdir) Olarak ve tek başına düşünecek yani vahye doğru düşünecektir. Biz Hazreti İbrahim kıssasını vahye doğru düşünmek, vahyin rahmetini, desteğini aramak olarak niteliyoruz. Vahye ulaştıktan sonra yol alabildiğince aydınlanacaktır artık. Vahyin insana rahmet olarak peşin bilgiler, ipuçları, yol levhaları, röperler verecektir. Selim akıl (kalp) Sahipleri bu bilgilerden hareketle bireysel ve toplumsal hayatını tek doğru seçenek olan vahyin öğretisi yönünde gerçekleştirmeyi hedefleyecektir. Kısacası “Vahye göre düşünecektirVahiy bir rehberdir. Birey ve toplumların iki cihanda kurtuluşlarının rehberi analitik haritasıdır. Bu rehber ona iki seçenek sunacaktır. Bu Seçenekler üzerinde sık sık hatırlatmalar da bulunacaktır. Seçeneklerin akibetini ihtar edecek, bütün bunları yaparken, insana düşünmeden özgür olduğunu bildirecek, onu zorlamayacak, en önemlisi onu şaşırtıp aldatmayacaktır. Sadece onu şaşırmış bulduğunda bu şaşkınlıkdan kurtaracak deliller, burhanlar gösterecek, ikna etmeye çalışacaktır. Sonuçta iman da inkar da insanın elindedir. İnsanın yapıp ettiklerinden başka geriye bir şey kalmayacaktır. Bir bahanesi olmayacaktır. “İnsanın çalışmasından başkası kendisinin değil”(Necm, 39)

DÜŞÜNEN İNSAN

Vahye rağmen düşünmeye çabalamak ise bizce muhali zorlamaktır. Zira bu durumda insan Vahye rağmen Önce kendisinin sınırlılığını unutmuş yahut inkar etmiş demektir. Buda aklın devredışı bırakılmasıdır. Hiç olmazsa bir veçhile akıl devreden çıkmış demektir. Zira alet kendi alanının dışında kullanılırsa iş görmez. Bu tavır fıtratla inatlaşmadır, düşünme değildir, böbürlenmedır. Kibirdir. Hezeyan felsefesidir. Ulaşabileceği sonuç kuruntu, ziyan, vehim ve cinnettir. Çünkü düşünen insan kendini yaratmamıştır, kendini aşamaz. Esasen düşünme yetisi Allah’ın evrendeki sayısız sözsüz vahyinden birisidir. Kendisini yadsıyarak nereye varabilir. Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir akıl sahibi vahye ulaştıktan sonra artık vahye göre düşünmeye başlar. Vahye ulaşmak onun düşünme eylemini azaltmaz, hatta yönlendirip çoğaltır. Vahiy ona esasları ve ilkeleri belirtir. Bu esas ve ilkeler doğrultusunda hayatın teferruatına salih ameli doldurulmasını, onu düzenlemesini emreder. Bu tür düşünmenin adı da kuranda fıkhetmek olarak alınır. Düşünme işi artık sahici fonksiyonuna kavuşmuş tur. Fıkıh yani ince anlayış sahibi olmak, onun kulvarıdır. Orada lehinde ve aleyhinde olanı anlayıp uygulamaya geçecektir düşünen insan.

Muhayyelliklerde, müşkül durumlarda reyini kullanacak galip zannına göre davranacaktır.

Cehd kökünden Cihad ve içtihat kavramlarını bir konuda bütün gücünü kullanarak davranmak demektir. İnsan gücü ise, fiziksel ve ruhsal gücünün ikisinin de patronu olan akl etmesi ile ölçülür. İşte bir tür düşünmenin, bütün delilleri inceleyerek gücünün ulaşabildi her kapıyı çalarak elde ettiği son kararı içtihad denilmiştir. İçtihat ulaşılmış beşeri bir sonuçtur. Her zaman yanılgı ihtimalini içinde taşır. Ne var ki insanın bu onurlu faaliyeti sonunda ulaşılan kanaat yanlış dahi olsa, İslam fıkhında bir sevap kazanılacağı savunulmuştur. Ecir unutulmuştur. İnsan düşüncesinin böylesi bir faaliyetine bile mükafat veren İslam’ın kurduğu sistemi, beşeri telakkilerle karşılaştıranlar ziyan ederler. Bir kul olarak her zaman yanılabilme ihtimalini yedekte tutan anlayış sahibi, rasyonalistlerden o akılcı son olanlardan ne kadar uzaktır. İnsan düşüncesini patlaştıranlar, aklı her şeyin ölçüsünü koyan olarak görenlerle bize bir tutmak insafla bağdaşmaz.

Umulan önce düşünme mekanizmasının faaliyet içinde bulunmasıdır, ikincisi diğer beşeri yetilere egemenliğidir. Selim biçimde çalışırsa vahye ulaşacaktır. Vahye ulaştıktan sonra ise Fıkhetmeye çalışırken beklenen bütün gücünü harcayarak doğruyu aramasıdır. Bu esnada doğruya isabet etmesi ya da etmemesi çok önemli değildir artık. Zorunluluğu yoktur en azından. Asıl sorumluluk düşünmeyi bırakmak da, fark ederken bütün gücünü harcamamaktadır. Biz akılsız olmaz diyoruz. Akletme ise rehbersiz olmaz. Biz Allah’ı birleyenler her türlü putlaştırmadan ALLAH’a sığınırız.

Musab Yasir Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

KUDÜS

BEDİR RUHUNDAN GAZZE’YE

Beşinci asırda dünya karanlık ve buhran içerisinde, zulüm zirvede, Avrupa’da engizisyon mahkemeleri kadınları cadı diye giyotine vurup, bilim adamlarını canlı canlı kazıklarda yakıyordu. Çocukların ve kadınların hiçbir insani hakkı yoktu, köle olarak alınıp, satılır keyfi olarak öldürülürdü. Kilise din adı altında istediklerinin mallarına el koyar, İstediğini de zenginleştirirdi. Avrupa kıtası bu zalimliklerin altında perişan bir durumdaydı. Bugün Orta Doğu diye bilinen Arap yarımadasında durum pek de farklı değildi, adeta cahilliğin ve zulmün doruklarını bir kültür olarak yaşıyor, yaşatılıyordu. Kadınlar pazarlanıyor, bir eşya misali kullanılıyor, doğan kız çocukları bir utanç eseri olarak algılanıp diri diri toprağa gömülüyor, riba, faiz ticarete bulaşmış, Kavimler arası korkunç kan davaları almış başını gitmiş, adalet mefhumu sadece güçlü olandan yana, kölelik ve cariyelik son derece normalleşmiş, vicdanlardan katranlaşmış, gözler körelmiş, akıl dumanlaşmış bir hal içindeydi. Tüm insanlık bir ceset misali ruhunu arıyor karanlıklara bulanmış vicdanlar ışığa muhtaçtı…

Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle çöle bir Nur teşrif etmişti. Yıl 571, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, Fahri kainat efendimiz Resulullah (s.a.v) yeryüzünü kutlu doğumuyla şereflendirmişti. 40 yıl daha dünya sahnesi boşluktaydı, zulüm sürmekte, insanlık çaresizlik içerisinde Kıvranmak taydı. Tekgöz bir evde 30 metrekarelik bir ortamda “İslam davası“ mevzusu başladı. Bir çocuk, iki erkek, bir kadın ve gök dolusu melek kalabalığı ordular ordular görünmeyen ordular, gizli davet çığırı… Sayıları 40’a doğru ve bütün bunlar arasında karanlığı çakı ucuyla kesen en zevkli helezonları çizen ışık Nakışları öğren minicik fakat kıvılcım kuvvetinden yana biricik ateş, peygamber yeğeni” Ebu Turab lakaplı Ali... Mevzunun daha fazla ilerleyebileceğini sanmadıkları bir tuhaflık gözüyle ve ahmakça baka kalan mankafalar. Sağ elime güneşi sol elime kameri verseler de bu davadan vazgeçmemi isteseler, ben öleceğimi bilsem yine dönmem sözüyle liderse lider, önderse önder Peygamberse peygamber… 

Ben Resulüm

Herkes dondu çıt yok

İçlerinde en küçük Ali

Hz Ali ayağa kalktı

Allah Resulü onu oturttular

Bir daha kalktı

Bir daha oturtuldu

GAZZE

Üçüncüsünde Allah’ın Resulü elini Ali’ye uzattı. Ali topluluğa haykırdı. Bu mecliste yaşça en küçük olan benim. Belki vücudum küçük, kollarım cılız, bacaklarım sıska, ama bu halimle ben yine size yardım etmeye hazırım. Haydi davranın, herkes taptığı putlardan farksız, hareketsiz mankafa, İslam’ın aksiyon bayrağı bunca olgun ve pişkin insan arasında toy ve zayıf bir çocuğun elinde…

Bedir Gazvesine doğru 313 sahabi yola çıkar zayıf ve güçsüzler, okuma yazmaları yok, yoksullar, toplumda bir ağırlıkları olmayan kimseler, gözler onları basit görüyor, elbiseleri yırtık, Çarıkları söktü, kılıçlarının Kapları eskiydi… Ne akılla, ne akılsız, hesapsız, çıkarsız ölüm ötesi bir inanç ve kararlılıkla, sayıca kendilerinden On kat fazla tam donanımlı ve tecrübeli bir orduya karşı, Ya Rabbi; Bu topluluğu da helak edersen, sana yeryüzünde ibadet edecek toplum kalmayacak davasına muhatap “şanlı bedir aslanları yürüdüler. Bu öyle bir kutlu yürüyüş ki Allah davasının ilk sorumluluğuyla yeryüzündeki ilk İslam Savaşı, ilk fiili mücadele ve ilk şehitlik mertebeleri, ilk dökülen kan Her şeyin ilki… Bu fedakarlığı ve inanca karşı kayıtsız kalmayan Allah orduları sağ cenahta 3000 melek sol cenahta 3000 melekle büyük İslam tarihimizdeki ilk zafer…

FİLİSTİN DAVASI

Kutlu ve kutsal tarihimize yaptığımız bu yolculukta inanmışlığın ve itaatin önderliğinde insanların nice azlarla Çok lara galip geldiğini küffarı bozguna uğrattığını bir kez daha hatırlamış olduk. Hakikat meydanında karıncaların filleri yere çaldığını bir kez daha anlaşılmış oldu. Bedir de gösterilen bu tavrın ve inancın Allah‘ın da yardımıyla nasıl bir zafere çevirdiği apaçık ortada iken, günümüz İslam toplumlarında ki Ruhi sönüklük, Çaresizlik, başıboşluk, uyuşmuşluk, hadbinlik neticesinde bugünlerde “Gazze” tonlarca bomba ya, binlerce füzeye muhatap bir halde perişan, garip, boynu bükük halde… Adeta çoluk çocuk, yaşlı, kadın evlerinde saklandıkları bir köşede tepelerine düşecek füzeyi beklercesine gelecek ölümü titreyerek bekliyorlar. Yaklaşık 2 milyar Müslüman ve bağlı oldukları devletler sessiz, Kör ve sağır. Yazımızın başında yaptığımız ufak tarihi yolculuğa değinecek olursak, insan düşünmeden duramıyorum acaba 20. asırda teknolojinin ve çağının zirvesini yaşayan insanlık beşinci asırdaki olanak ve imkanlardan daha mı geride de Bu büyük zulme ses çıkaramıyor. Tek yaptıkları halkların gazlarını alırcasına meydanlarda şiir okuyup, bayrak sallatmak olan devletlerin bugün uluslararası siyaset gereği düştükleri bu durum sizce kabul edilebilir bir durum mudur?

FİLİSTİN'E ÖZGÜRLÜK

Dış siyaset veya uluslararası politika gereği 20. yüzyılda dünya devletlerinin sadece çıkarları ve menfaatleri uğruna  uyguladıkları bir dünya Siyaseti var. Prensipler yok, yalnızca olaylar var. İyi ve kötü yok, yalnızca şartlar vardır. Devlet başkanları onlara rehberlik etmek için olayları ve şartları benimser. Gömlek değişir gibi tavırlar, ilişkiler değiştirilir. Ve netice itibari ile devletler kendi varlıklarını ekonomilerini, dış ilişkilerini, Haklarını korumuş olurlar. Ülke yönetimlerin bu davranışları da ülke aydınları tarafından övülür. Çeşitli kanallarda dış politikada çok iyiyiz, güzel gidiyoruz, idare ediyoruz… Gibi sözler söylenir. Oysaki dini ve insani açıdan baktığımızda son 25 gündür Gazze’de yaşananlar, katliam ve zulümler karşısında yapılması gereken neydi? Ne olmalıydı? Müslüman olup kültürüne, tarihine son derece bağlı bir ülke olarak bu suskunluğumuzun altında yatan nedenler nelerdir? Geçmişte Bedir de Sergilediğimiz o şanlı ruhla bugünkü duruşumuz arasında neler değişmiştir?

Asırlardır süren doğu-batı mücadelesinin 21. yüzyılda ki başlığı olan “Filistin davası“ bugün mazlum ve mağdur, milyonların ahları ve inlemeleri kimseyi yeterince ilgilendirmiyor. Müslüman toplumlar üzerinde çok ciddi bir uyuşukluk hakim, özlerini, tarihlerini ve değerlerini unutmuş kitleler söz konusu. Oysa ne diyor hadisi şerif de “Her kim kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe tam olarak iman etmiş olmaz“ bugün bu ruh ölmüş tür. Gazze’de kadın, yaşlı, çocukların üzerine düşen tonlarca bomba, füze bugün bizlerin evlerine, ocaklarına Düşseydi, acaba hangi duygular içerisinde olurduk. Ve böyle giderse Orta Doğu‘daki kan durdurulmazsa elbet sıra Türkiye’ye de gelecektir.

Türkiye (Adana, Adıyaman, Afyonkarahisar, Ağrı, Aksaray, Amasya, Ankara, Antalya, Ardahan, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bartın, Batman, Bayburt, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Düzce, Edirne, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Giresun, Gümüşhane, Hakkâri, Hatay, Iğdır, Isparta, İstanbul, İzmir, Kahramanmaraş, Karabük, Karaman, Kars, Kastamonu, Kayseri, Kilis, Kırıkkale, Kırklareli, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Manisa, Mardin, Mersin, Muğla, Muş, Nevşehir, Niğde, Ordu, Osmaniye, Rize, Sakarya, Samsun, Şanlıurfa, Siirt, Sinop, Sivas, Şırnak, Tekirdağ, Tokat, Trabzon, Tunceli, Uşak, Van, Yalova, Yozgat, Zonguldak)

Siyonizmin hedeflerinde olan bir ülkedir. İsrail’in vadedilmiş topraklar görüş ve zihniyeti Türkiye’yi de kapsamaktadır. Bu nedenle “Filistin davasıTürkiye’nin kırmızı çizgisidir. Mutlak suretle başkenti Kudüs olan Filistin devleti kurulmalı ve Yahudi mezalimine dur denilmelidir. Türkiye devleti ve milletleri ile her daim Filistin davasının destekçisi ve savunucusu dur. Filistin özgür olmalı ve sonsuza kadar özgür kalmalıdır.

Büyük Doğu Marşı

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Avlanır, kim sana atarsa kement,

Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!

Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!

Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Necip Fazıl Kısakürek (1938)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

KARTAL VE DOMUZ

KARTAL VE DOMUZ

Kartal Bir ağacın üstüne bir yuva yapar ve yumurtadan birkaç yavru çıkarır. Bir yaban domuzu sop samandan oluşan yatağını ağacın altına getir. Kartal avının peşinden uçup onu yakalayarak yavrularına taşır. Domuz da burnuyla ağacın etrafını araştırıp ormanda avlanır ve gece olunca yavrularına yiyecek bir şeyler getirir. Kartal ve domuz komşu olarak yaşamaktadırlar. Yaşlı bir tilki kartal yavrularını meme emen minik domuzları mideye indirmey planları yapar. Kartal’a gidip şöyle der: “Kartal, çok fazla uzaga gitmesen iyi olur. Domuza dikkat et; Kötü planları var. Ağacın köklerini kazıyacak.” Durmadan burnuyla yerleri kokladığını görüyorsun. sonra domuza gidip, “ Domuz iyi bir komşum yok. Dün akşam Kartal’ın yavrularına, Benim küçük kartallarım, domuz gider gitmez size küçük güzel bir domuzcuk getireceğim! Dediğini duydum der. O andan itibaren kartal avının peşinden uçmayı bırakır, ve domuz artık ormana gitmez. Kartal’ın yavrularıyla domuzcuklar açlıktan ölürler ve yaşlı tilki bir güzel ziyaret çeker. (Masallar, Leo Tolstoy, 1828-1910)

Kartal ve domuzun hazin hikayesinden anlaşılacağı üzere başkalarını kafalarını karıştırmalarına izin verenler, başkalarının yörüngesinde çıkarları uğruna yok olmaya mahkûmdur.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

Kaz ve At

KAZ VE AT

Çimenlikte otlayan bir kaz yanında otlayan at yüzünden küçük düştüğünü düşündü, tıslayarak ata hitaben şunları söyledi: “ben kesinlikle senden daha soylu ve mükemmel bir hayvanım, çünkü senin bütün yeteneğin tek bir şeyle sınırlı. Ben karada senin gibi yürüyebilirim; Üstelik kanatlarım var, uçabilirim; Üstüne üstlük istediğim zaman göllerde yüzebilir ve serin sularda kendimi ferahlata bilirim. Kuş, balık ve dört ayaklı memelilerin farklı güçlerinin tadını çıkarıyorum.” At biraz küçümsercesine kişneyerek cevap verdi. “Üç özelliğe sahip olduğun doğru, ama hiçbirinde pek fazla kendini gösteremiyorsun. Gerçekten uça biliyorsun, fakat uçuşun o kadar ağır sakar ki, Kendini bir tarla kuşu veya kırlangıçla aynı kefeye koymana hakkın yok. Suyun yüzeyinde yüze biliyorsun, ama balıklar gibi suda yaşayamazsın; Orada yiyeceğini bulamazsın ve derin de yüzemezsin. Geniş ayakların ve uzun boynunla, yanından geçenlere tıslayarak yürüdüğün ya da daha çok paytak paytak sağa sola sallandığın zaman seni gören herkesin seninle alay etmesine neden oluyorsun. Yalnızca karada dolaşacak şekilde yaratıldığımı itiraf ediyorum; Ama ben ne kadar zarifim! Uzuvlarımın kıvrımları ne kadar güzel! Bütün bedenim ne kadar heybetli! Hızım ne kadar şaşırtıcı! Bir çok özelliğe sahip bir kaz olacağıma tek bir özellikle sınırlı olup bununla hayran olunmayı tercih ederim.

Her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

KISKANÇLIK

KISKANÇLIK

Yoksul bir kadın pazarda durup peynir satarken bir kedi gelir ve peyniri çalar. Köpek hırsızı görür ve peyniri ondan almaya çalışır kedi köpeğe karşı koyar. Birbirlerine girerler. Köpek havlar ısırır; Kedi tıslar ve tırmalar, ama kavgayı bir sona vardıramazlar. “Hadi Tilkiye gidelim, o hakem olsun,” der kedi sonunda. “Kabul,” der Köpek birlikte tilkiye giderler. Tilki aklı başında bir havayla onları dinler. “Aptal hayvanlar” diye azarlar onları. Neden böyle devam ediyorsunuz ki? Eğer isterseniz peyniri ikiye bölerim ve ikinizde tatmin olursunuz. “Kediyle köpek” kabul derler. Tilki peyniri alıp keser, ama boylamasına kesmek yerine enlemesine kesmiştir. “Benimki daha küçük!” Diye itiraz eder köpek. Tilki gözlüklerinin ardından dikkatle bakar. “Haklısın!” Diye karar verir. Bunun için kedinin peynirinden bir parça ısırır. “Böylece eşit oldular!” Der. Kedi tilkinin yaptığını görünce sızlanmaya başlar. “Şuraya bak! Şimdi de benim parçam küçük kaldı! “Tilki yine gözlüklerini takar ve kedinin payına bakar. “Haklısın,” der. “bir dakika, şimdi eşitleyeceğim.” Bu kez de köpeğinkinden bir parçasıdır. Bu iş o kadar uzun sürer ki, tilki bir kedinin içinden bir köpeğinkinden ısıra ısıra gözlerinin önünde bütün peynirini yer bitirir.

( Yahudi Folklorunun Hazineleri, Nathan Avsubel,ed, 1948) 

Aklı her önüne gelene kiraya vermek, her gördüğün sakallıyı dedesi sanmak ne denirse…

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

Mevlana - İnsan

İNSAN

Hz Mevlana’nın yedi kör ile bir fil hikayesini bilir misiniz: bu hikayede fil hakkında bir şey bilmeyen yedi kör insandan önlerindeki bir fili tarif etmeleri istenir. Körlerden biri filin bacağını tutar ve fili sütuna benzetir, diğeri dişlerini tutar ve fili mermere benzetir, kuyruğunu tutan bir başkası, fili kırbacı, kulağını tutan ise onu yumuşak deri bir kumaşa benzetir… Vs vs. Tabii ki bunlar filin farklı yönlerini kısmen açıklayabilir, fakat fili ancak bunların bütünüyle izah edebiliriz.

İnsan en az bilinen varlıktır. Aslında bildiğimizi sandığımız, çoğunlukla da tek taraflı ele aldığımız bir varlık. Gördüğümüz kadarıyla Mevlana’nın hikayesindeki gibi, herkes kendi bakış açısından anlatır insanı. Oysa biyolojik, fizyolojik, anatomik, psikolojik yönlerinin yanında, sosyolojik, felsefi, tasavvufi, dini, estetik vs yani maddi-manevi bütün cepheleri ile birlikte Bir insanın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmez mi? Onu bir bütün olarak ele aldığımızda ise görürüz ki doğru bilgi için bu bakış açılarının hiçbiri ihmal edilemez.

İnsan

Böyle söylemekle birlikte günümüzde bilim o kadar ihtisaslaşma yoluna girdi ki, artık bütünü kavrayabilmek oldukça zorlaşmaktadır. Bu durumda adeta bakan başka gören başka biri olmakta ve insanlar teferruat da bulmaktadırlar. Pozitivist tıbbın veya felsefeyi anlayışların insanın sırrını çözememesinin sebebi belki de budur. Tarih boyu insan kendini ve Konumunu sorgulamıştır. Kendinin farkında olan ve kendini sorgulayan tek maddi varlıktır, aslında insan. “Ben neyim, nereden geldim, niçin geldim, neden buradayım, vazifem ne ve nereye gitmekteyim?” Gibi yüzlerce soruyu cevap aramıştır, ve bu arayış halinde sürmektedir. Bu sorulara filozoflar aklın sınırlarını zorlayarak, farklı cevaplar getirmişlerdir. Fakat bütün insanlığı tatmin edecek bir cevap bulamamışlardır. Dinlerde bu bağlamda kendi inanç çerçevesi içinde çözümlerini ortaya koymaya çalışmıştır. Son birkaç asırdır insan ihmal edilerek kenara itilmiştir. Bu yüzden dünya uzun süredir insan bunalımına sahne almaktadır. Zaman ilerledikçe insan dünya telaşı ve koşuşturması içerisinde unutulmakta, bayağılıştırılarak bir tüketim ve istismar vasıtası haline getirilmektedir. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insan kendini meyhanelere, eğlence ve alışveriş merkezlerine, stadyumları atarak mutlu olmaya çalışmaktadır.

“Cihan ara cihan içindedir araya bilmezler,

 Ol mahiler ki Derya içredir deryayı bilmezler”

Cihanı süsleyen Allah Cihan’ın içinde gizlidir ama insanlar onu görmesini (aramasını) bilmezler. Bu hal tıpkı denizin içinde olupta denizi bilmeyen balıkların durumuna benzer. Burada şairin hitabı balıklara değil, tabii ki insanlardır. Cahil insan çevreye bakar ama görmez, hatta düşünmez. Kendisi ve kendisinin hizmetine verilmiş bütün evren hakkında düşünmediği için de balıklardan farklı kalmaz. Pakistanlı şair ve fikir adamı Muhammed İkbal Sözlerinde ne kadar da haklıdır; 

Yıldızlara yol keşfindesin

Lakin kendinden bir habersin

Aç gözünü kendini, bir an tohum gibi

Topraktan dirilsin bir ağaç gibi.

Sokrates - İnsan

Büyük filozof Sokrat ise insanın kendini tanıması konusunda şunları söyler;

İnsanın kendini tanıması, hayran hayran kendini seyretmesi demek değildir. İnsanın hem ne olduğunu hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır. Nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendisine sormasıdır”

Her alanda gerçeğe ulaşmak ve başarılı olmak insanı tanımaktan geçer. İnsanı tanımak onu anlamaktır. İnsanı bilmek ve anlamak maksadıyla asırlardır nice filozoflar, nice ilim adamları kafa yormuş, nice peygamberler toplumları aydınlatmak için dil dökmüşlerdir.Bütün bunlara rağmen insan halen kendini bilmeyen bir meçhuldür. Eski yunan da felsefe insanı tanımak için yapılırdı. İslam’da ise, “kendini bilen Rabbini bilir” denilerek insanı tanımadan Rabbimizin tanınamayacağı söylenmektedir. Bu bağlamda irfan sahibi olmanın ilk merhalesi de zaten kendini tanımaktan geçer. Muhammed İkbal de bu manada “sen insanı tanımadan, Allah’ı nasıl arıyorsun?” Demiştir.

İnsanı anlamak için onu bütün yönleriyle keşfetmek; somut ve soyut yönleriyle, duygu ve arzularıyla bir bütün olarak değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla alemin sırrı insandadır. Onu Çözdüğümüz zaman bütün alemi anlayabileceğiz diye düşünmekteyiz. Bu yüzden bu zorluğu ve bir o kadarda muhteşem sorgulamaya başlamaya ne dersiniz? Böyle yapmakla adeta bir damlaya  bir deryayı  sunmaya gayret ve cüret etmiş oluyoruz.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!