Evrim Teorisinin Çöküşü

Evrim Teorisinin Çöküşü

Evrim Teorisinin Çöküşü

Evrim, ateizmin varoluş inancıdır. Dolayısıyla tevhidi yani Allah’ın varlığını ve birliğini ana esası yapmış olan İslamiyet ile bağdaşmaz, bağdaştırılamaz. Bilim, pozitivizmin etkisi ve bir ön kabul ile materyalist kabul edildiğinden, bir cihetle alternatifsiz olan evrim, zorunlu olarak kabul edilen bir teori haline gelmiştir. Bilimle uzaktan yakından alakası olmayan bu dogmatik yaklaşım, ateizm temelinde örgütlenen güçlü bir ittifak ve bir çeşit algı yönetimi ve illüzyon (hayal ürünü hikayeler ve teressüm) vasıtasıyla bilimle özdeşleştirilmiş, hatta bilimin temeli olma noktasına kadar getirilmiştir. Halbuki bilim tarihinde evrim teorisi kadar yanlışlığı ispat edilen bir teori daha görülmemiştir. Bu konuda Pierre Paul Grassé’nin (Fransız Bilimler Akademisi Eski Başkanı, Evolution of LivingOrganisms (Canlı Organizmaların Evrimi) isimli kitabın yazarı) şu sözleri çok manidardır: “Bugün, bizim görevimiz, bizden daha önce baş gösteren ve basit, anlaşılır ve açıklanmış bir olgu olarak kabul edilen evrim mitolojisini yıkmaktır. Hile (aldatma) bazen bilinçsiz olur, ama her zaman değil, çünkü bazı insanlar, tarafgirlikleri nedeniyle, amaçlı olarak gerçeği görmezden gelirler ve inançlarının yetersizliğini ve yanlışlığını kabul etmeyi reddederler”. “Rastgele mutasyonların, tüm canlılık aleminin ihtiyaçlarını karşılamış olması imkansızdır. Hayal kurmaya karşı bir yasa yok, ama bilim buna dahil edilmemelidir.”

Madem bilim adamlarının itirafıyla dahi evrim bilimsel değildir, hakikat değildir, eğitim-öğretim müfredatlarımızda da yeri olmamalıdır. Bilimsel verilerle de apaçık görünen, evrensel bir hakikat olan “Yaratılış” ise eğitim-öğretim müfredatlarımızda çekincesiz, eksiksiz, tavizsiz şekilde ve her yönüyle yer almalıdır.

Bilim ilerledikçe akıllarda ve kalplerde güneş gibi parlayan yaratılış hakikatinin aksine ısrarla ve inatla gözlerini kapatıp yol yürüyenler için tutunacak bir dal olarak görülme noktasında alternatifsiz olan evrim teorisi, kendisini objektif olarak niteleyen, hakikatte ise tercih yapma zorunluluğu nedeniyle tarafsızlığı mümkün olmayan bilim adamlarının hayatlarının her safhasına, beklentilerine, dillerine dahi hükmeder olmuştur. Bilim adamı Anthony Standen’in ifadesiyle evrimin hegemonyası altında olan bilim, kendisinden istifade edilen ve tapınılan bir kutsal (!) ineğe dönüşmüştür.

Türden türe veya basitten daha kompleks türe geçişi iddia eden evrim, hakikat ile yani bilimin objektif verileri ile tamamen zıt, bu nedenle ana esasları ve ön kabulleri dahi ciddi manada hatalı, ispatlanamamış ve ispatlanması imkansız olan bir hipotezdir (Sözlük anlamıyla, yani varsayım, faraziye manasında hipotezdir. Yoksa bilimin normlarına göre hipotez dahi değildir.). Benzetmelerden yani anoloji’den yola çıkılarak kurgulanmış, bilimselliğe yakışmayacak şekilde maksatlı ve taraflı şekilde savunulup ısrarla sürdürülen bir ideoloji, yaratılış hakikatinin parlak güneşini üflemekle söndürmeye çalışan boş heves, örtmeye çalışan hayal ürünü bir balçık ve genç zihinleri bulandırıp dinsizleştirerek hatta evrimi adeta din edindirerek yutan bir bataklıktır. Bu bataklıktan çıkmak, gözünü açıp hakikati görmek ve göstermek isteyenler için birkaç delil:

  1. Bilim, gözlem ve deneye dayanır. Halbuki evrim gözlem ve deneyin dışındadır. Ne gözlemlenmiştir, ne de gözlemlenebilir. Ne görülmüştür, ne de gösterilebilir. Deney ortamlarında oluşturulabilmiş de değildir. Dolayısıyla türden türe geçişi iddia eden evrim bilimsel değildir.
  2. Evrim hakikate zıt bir faraziyedir. İspatlanmış birçok kanuna terstir ve o kanunlarla bağdaşmaz.
    1. Bu kanunlardan biri termodinamiğin ikinci yasasıdır. Bu yasa şunu söyler: “Kainatta her mevcud, kendi haline bırakılsa maksimum düzensizlik ve minimum enerjiye gider.”. Evrim ise bunun tam tersini, yani zaman içinde her mevcudun kendiliğinden, basitten komplekse ve daha düzenli daha üstün türlere dönüşe dönüşe var olduğunu iddia eder.
  3. Termodinamiğin ikinci yasası (entropi), doğruluğu deneysel olarak kanıtlanmış bir kanundur. Yüzyılımızın en büyük bilim adamlarından biri olan Albert Einstein, bu kanunu “Bütün bilimlerin birinci kanunu” olarak tanımlamıştır. Sir Arthur Eddington ondan, “bütün evrenin en üstün metafizik kanunu” olarak bahseder. Hatta evrimin temel dayanaklarından olan evcil hayvan teorisi ve tüm teoriler hakkında bu kanunla tezat oluşturması halinde “En derin bir aşağılama ile çökmeye mahkum ve son derece umutsuz” ifadelerini kullanmaktadır. Amerikalı bilim adamı Jeremy Rifkin “Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü” adlı kitabında konuyla ilgili, “Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir” demektedir. Bunun aksine evrimci bilim adamları, evrimi bilimin birinci kanunu gibi görmekte ve göstermektedir. Öyle görmeyenleri ise dışlamakta, itibarsızlaştırmaktadır.

 

  1. Bu kanunun evrimle çeliştiği ve evrimi çürüttüğü görüşüne karşı evrimcilerin şöyle bir itirazı olmaktadır: “Bu durum (entropi) kapalı sistemler için geçerlidir güneş sistemi gibi dışarıdan enerji alan açık sistemlerde ise geçersizdir”. Bu itirazı şu gerçek geçersiz kılmaktadır: “Açık sistem dediğimiz dışarıdan enerji alan sistemlerde de kapalı sistemlerde de basit yapıdan kompleks yapıya geçiş tesadüfen ve evrimle açıklanamaz, çünkü şuursuz ve kontrolsüz bir enerji yapıcı değildir, her zaman yıkıcıdır. Sanat icra edemez. Açık ve kapalı sayısız sistemlerle donatılmış olan kainat sayısız sanatlarla süslenmiştir. Madem öyledir, bütün bunları yapan, kör kuvvet, akılsız enerji değildir ve olamaz.
  2. Evrimi çürüten bir diğer kanun, tüm türlerin çoğalmalarının, sayılarının kontrol altında tutulması, istilalarına izin verilmemesi ve ölüme mahkumiyetleridir. Halbuki bu durum, yani ölmek ve sınırlandırılmak, canlılar için istenen bir durum değildir ve evrimle bağdaşmaz. Onları geliştiren güçlendiren bir durum değil, aksine zayıflatan bir durumdur. Tüm türlerde, hayatta kalma ve çoğalma temayülü son derece kuvvetlidir. Buna rağmen sayıları hep sınırlandırılır, denge hep korunur. Bu kanun eğer evrim sürecinde gelişmiş olsaydı, daha gelişene kadar, yani bu kanunun olmadığı dönemlerde, bu kanunun evrimleşmesine imkan tanımayacak şekilde denge ve düzen bozulacak, canlılık tükenecek veya bir tür veya birkaç tür kalacaktı. Halbuki bu kanun canlılıkla beraber var olmalıdır ki bu kadar türler ve denge olabilsin. Madem bu kadar canlı türü ve sayılarında bir dengelenme söz konusudur, öyleyse evrim söz konusu olamaz.
  3. Evrimi çürüten bir diğer kanun, değişim yani tebeddülat kanunudur. Neden evrimi çürütür? Çünkü tüm değişimler, türün kendi içerisinde gelişir, türden türe bir geçiş yoktur, olmamıştır. Bu kanun, türün kendi içerisinde gerçekleşen ve genellikle bozulma, yaşlanma, yıkım ve ölüme götüren bir kanundur. Bazen daha iyiye götürücüdür ki bunda dahi türden türe bir geçiş söz konusu değildir. Örneğin bir bakteri daha dirençli bir bakteri halini alır. Ancak dikkat edilirse dirençsizi de dirençlisi de bakteridir. Bakteri virüse, virüs bakteriye dönüşmemektedir. İnsan da bazı mikroorganizmalara direnç geliştirir, yani bağışıklık kazanır. Savunma sistemi iyi yönde değişim geçirir. Ancak bu olumlu değişim insanı farklı bir türe çevirmez. İnsan yine insandır. Üstelik akıllı şuurlu insan dahi, kendi savunma sistemindeki bu olumlu değişikliklerde bir pay sahibi değildir. Kendi asker hücrelerinin komutanı değildir. Kendinde olan bu değişime sadece mazhar olmaktadır, seyircidir, aklı varsa şükredicidir. Kaldı ki bakteri ve benzeri, şuursuz, akılsız canlılar, direnç geliştirmekte pay sahibi olsunlar!. Onlar da ancak mazhardırlar, yapılmakta, yaratılmakta, değiştirilmektedirler.
  4. Kamuflaj ile savunma sistemi gösteren hayvanlara dikkat edelim. Bunu o hayvanın yapabilmesi için, önce akıl, şuur, düşünce, sonra kendini yaşadığı ortama benzetebilmek için kendine bakacağı bir ayna, sonra da kendi vücudunu değiştirebilme, yani atomlarına hücrelerine hükmedebilme gücü ve ilmi lazımdır. Bir de bu savunma sistemini geliştirene yapana kadar, o savunmasız haliyle hayatta kalabilmesi ölmemesi lazımdır. Buna inanmak, akılla hakikatle bağdaşır mı?
  5. Bu değişim kanunu ile gerçekleşen örnekler, hayret verici şekilde evrime delil olarak gösterilmektedir. Halbuki bu değişimlerle bir tane bile türden türe geçiş olmamıştır. Buna ihtiyaç da yoktur. Bir türü yapan ilim, irade, kudret sahibi kim ise, bütün türleri de yapan O’dur ve bunu yapabileceğini ispatlamış, sanatını, yaratma gücünü ortaya koymuştur ki O, Allah’tır.
    1. Ateizmin temel taşı olan ve tesadüfi varoluşun dayanağı kabul edilen evrim, aksi ispat edilemeyen şu kanuna da terstir: Burhan-ı inni diye tabir edilen, eserin müessire, yani eseri yapana delil olma kanunudur. Örneğin duman, ateşe delildir. Ateşin bizzat görülmesi şart değildir. Dumanın görülmesi, ateşin varlığını ispat eder. Bir harf dahi katipsiz, bir iğne dahi ustasız olmaz, olamaz. Bir kitap yazarsız, bir bilgisayar ustasız olabilir mi? İnsan beyni, bilgisayarı yapan en üstün ve organik bir bilgisayardır. Teknolojisine yetişilemeyen çok üstün bir modeldir. İnsan beyni de bilgisayar gibi sonradan meydana gelmiştir ve üzerinde inanılması güç şekilde 100 milyar civarında sinir hücresi (nöron), bunun 10-50 katı kadar gliya hücresi ve sinir hücreleri arası yaklaşık 100 trilyon sinaps, yani hücreler arası bağlantı vardır. Bilgisayarın da, beynin de, kainatın da hammaddesi aynı atomlardır. En basit bir bilgisayar dahi evrim sürecinde atomların yıllarca savrulup çarpışmasıyla tesadüfen oluşamazsa, beyin nasıl oluşur? Beyni yapan; kör tesadüf, şuursuz evrim, akılsız-ilimsiz maddeler ve atomlar olabilir mi? Kanunlar dahi olamaz. Çünkü kanunlar dahi kanun koyucu ve kanunu işletici olmadan işlemez, ürün vermez, işe yaramaz. Anayasanın ve tüm kanunların, hükümet, polis, savcı, hakim olmadan işlemeyeceği, herhangi bir eseri, tesiri, ürünü görünmeyeceği gibi. Kainatta geçerli ve bilimsel olarak ispatlanmış tüm kanunlar dahi, kanunu işlettirecek kanun koyucuya, hükmediciye muhtaçtır, mahkumdur. Kanunlar, bazı canlıların hastalanmasına, ölmesine ve tahrip olmalarına neden olur. Halbuki bu durumu tahrip olan ölen bu canlılar fıtraten hayata meyilli olduklarından istemezler, bu kanuna isyan etmeye uymamaya meyillidirler. Bu da ispat eder ki, kanuna boyun eğdirici bir hakim olmak zorundadır ki kanun işleyebilsin. Bir köy dahi muhtarsız olmaz, nizamını kaybeder, köy kaos yerine döner. Nasıl olur da bu muhteşem kainat hakimsiz, idarecisiz olabilir. Burhan-ı inni’ye göre kainattaki tüm bu orijinal şaheserleri şuursuz evrime vermek, duvarda asılı şaheser bir tabloyu şuursuz fırçaya, boyaya, tuvale vermekten daha büyük bir yanılgıdır ve doğrudan sapmadır. Nihayetinde ressamlar, kainattaki asılları, orjinalleri takliden ve can veremeden sanat icra ederler. Yani bir ağacın iki boyutlu basit bir resmi bile şuursuzlara verilemezken, bir ressam şart iken, canlı olan ve çamurlu suları içip şeker şerbeti meyveleri veren müthiş fabrikalar olan ağaçlar nasıl şuursuz unsurlara, akılsız ve kör evrime verilebilir?
  6. Bilim adamları dünyanın ömrünün yaklaşık 4.5 milyar yıl olduğunu söylemektedir. Dünyada tespit edilmiş 8 milyon 700 bin canlı türü vardır. Her sene yeni 10 bin canlı türü tespit edilmektedir. Yaklaşık 100 milyon civarında canlı türü olduğu düşünülmektedir. İnsanda 100 trilyon hücre vardır. Her bir hücrede binlerce milyonlarca enzim, hormon gibi maddeler iş görürler. Her bir enzim saniyede 40 kez kimyasal reaksiyona girer. Bütün bunlar türün özelliklerini belirleyen sonuçlar ortaya çıkarır. Bütün türlerde, her türün tüm fertlerinde ve her ferdin tüm hücrelerinde bu reaksiyonlar, sistemler, mekanizmalar gelişmiştir ve işlevseldir. Özetle çarpıp böldüğümüz zaman, evrim süreci çok hızlı olmak zorundadır. Her güne, her saate hatta her dakikaya binlerce milyonlarca yeni sistem yeni mekanizma geliştirmek zorundadır ki bu kainat bu haliyle var olabilsin. Halbuki böyle bir durum görünmemektedir. Binlerce yıldır insan yine insan, maymun yine maymundur. Bu kadar faydalı ve gerekli sistemlerin, mekanizmaların, biyolojik makinelerin, reaksiyonların, bu kadar canlı çeşitliliğinin, evrimleşme sonucu meydana gelmesine dünyanın ömrü yetmez. Bir süreç içerisinde oluşumu da kaldıramaz, daha oluşamadan yok olur. Birçok sistem, organik makine ve mekanizmalar, bir anda, her şeyiyle, bütünüyle olmak zorundadır. Örneğin en basit sayılabilecek proteinlerden Sitokrom-C’nin tesadüfle ortaya çıkma olasılığı için gereken zaman, yaşı 15 milyar yıl olan evrenimizin yaşının bile çok üzerindedir. Yani tamamen tesadüflerle dahi evrenin yaşı bir proteinin ortaya çıkışına izin vermemektedir. Basit yapılı her bir hücrede, sayısı 3000’i bulan proteinlerin hücrenin binasında temel taşlar olduğu düşünülürse olasılık kelimesi dahi anlamını yitirmektedir. Evrim, gerçeklerin yanında son derece hantal ve muhal kalmaktadır. Özetle, bu evrenin evrimleşmeyle uğraşacak vakti yoktur.
  7. Dünyada çok açık şekilde varlığı bilinen ve hissedilen bir gerçek vardır ki o da duygulardır, maneviyattır. Evrim ise materyalist zemine oturmuş bir inançtır. Duyguları, maneviyatı, manevi olayları açıklayamaz. Sevgisiz varlıklar, nasıl seven varlıklara dönüşmüştür? Bu ve benzeri sorulara makul bir cevap veremez. Madde, sınırlı ve geçicidir. İnsanların yaşama ve mutluluk arzuları ise sınırsızdır. Evrim düşüncesiyle, siyahi insanlar henüz evrimini tamamlayamamış bir alt sınıf olarak görülmektedir. Dolayısıyla evrim, ırkçılığın, güçlü olanın güçsüzü ezdiği, yok ettiği bir sömürge düzeninin, yani zulmün ve adaletsizliğin temelini teşkil edecek potansiyelde bir dünya görüşüdür ki bu da insanın mahiyetindeki vicdan, adalet, merhamet hakikatleriyle yani fıtrat ile çelişir.
  8. Evrim gerçek olsa idi, milyarlarca, hatta canlılardan daha fazla sayıda ara formlar olması gerekirdi. Halbuki bir tane bile, ara form olduğu ispatlanmış bir varlık söz konusu değildir. Yarı bitki yarı hayvan, yarı hayvan yarı insan bir ara form yoktur ve olmamıştır. Ara form olduğu iddia edilen fosillerin hiçbiri türden türe geçişe delil değildir. Her biri kendine özgü bazı yönleri benzer bazı yönleri farklı yaratılmış birer türdür. Ara formun söz konusu olmadığının bir delili de, evrimcilerin kendilerini dahi aldatarak suni ara formlar oluşturma çabalarıdır. Bunun bir örneği “Nebraska adamı”dır. William Bryan adlı bilim adamının itirazlarına rağmen bu sahte ara form hayal ürünü çizimlerle süslenerek sunulmuştur. Ancak bir diğer bilim insanı Harold Cook, Nebraska adamının maskesini düşürmüştür.
  9. Bir göz (Darwin’in dahi itirafıyla), bir hücre, yapısı itibariyle, tüm parça ve organellerinin aynı anda beraber var olmasıyla birlikte beraber bir fonksiyon görebilir, göz göz olur, hücre de hücre. Yoksa yok olur kaybolur gider. Bu ise evrimin zaman içinde gelişme ve parça parça oluşma hipotezini çürüten bilimsel bir gerçektir. Milyonlarca yıl içinde tesadüflerin elinde, bir göz dokusu oluşana kadar, bir hücre oluşup gelişene kadar çoktan yok olup gitmeye mahkumdur. Bu konu Amerikan Fizikçi Lipson’a şu yorumu yaptırmıştır: “Türlerin Kökeni‘ni ilk okuduğumda Darwin’in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. Örneğin “Teorinin Zorlukları” başlıklı bölüm, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.”. Darwin zamanında hücre, bilinmeyen bir kara kutu idi. Darwinden beri ısrarla tüm teknolojik bilimsel gelişmelere rağmen, hücrenin kendine hayran bırakan özelliklere sahip, adeta bir fabrika, bir mikro şehir gibi işleyişine rağmen, evrim düşüncesi ısrarla inatla sürdürülmeye çalışılmış bunun için her yola başvurulmuş ve gerçekler görmezden gelinmiş, gerçekleri gören bilim adamları ise itibarsızlaştırılmıştır.
  10. Mendelin ispat ettiği ve gözlemlediği deney ve ilkelerine göre yaşam süreci içerisinde kazanılmış olan özellikler genlere ve nesillere aktarılamaz. Örneğin komando eğitimleri ile kasları gelişmiş güçlenmiş bir baba bu özelliklerini çocuğuna aktaramaz. O çocuk kaslı ve güçlü doğmaz. Bir kazada kolu kopan bir annenin çocuğu kolsuz doğmaz. Yaşam süresince kazanılan fiziki değişimler genlere ve nesillere aktarılmaz.
  11. Epigenetik başlığı altında yapılan izahlar, verilen örnekler ise evrimi izah ve ispat etmez. Epigenetik kısaca ve özetle; çevre koşullarının, genleri değil genlerin işleyişini değiştirerek fenotipin değişmesine neden olmalarına verilen isimdir. Fenotipe yansıyan değişimlere modifikasyon denir. Modifikasyonlar kalıtsal değildir. Çünkü meydana gelen değişiklikler sadece vücut hücrelerinden ibarettir. Bu nedenlerle modifikasyonlar evrime delil değildir. Fenotipik değişimler genetik yapıya yansımaz, nesillere aktarılmaz. Sadece üreme hücrelerinde meydana gelen mutasyonlar nesillere aktarılır ki onların da çoğu doğum olmadan düşükle sonuçlanır. Doğanlar ise üreyemeyecek kadar hastadır, üreme fonksiyonları bozuktur ve bu hallerini yine nesillere aktaramaz. Burada da bir hikmet bir denge bir dizayn görünmektedir. Hiçbir dizayn edici olmadan olamayacağına göre, bütün bu dizaynları dengeleri hikmetleri var eden bir ilim sahibi vardır ki O zat bizimle irtibata geçmiş, bize kendini tanıtmış, bütün isimlerini de Allah ismini de öğretmiştir. O yüzden diyoruz ki bütün bu mükemmel işleri yapan yaratan Yüce Allah’tır.
  12. Epigenetik, türden türe geçişe değil, yine türün kendi içinde değişimlere sebep olur. Örnek: Folik asit yedirilen gebe fareler ile yedirilmeyen farelerin farklı renkte fare doğurmaları bir evrim değildir. Tür değişmemiştir. Farklı mekanizmalarla renk değişmiştir. Fare yine faredir. Fare, bir tavşana dönüşmemiştir. Malesef bu hadise dahi evrime delil gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.Evrim Teorisinin Çöküşü
  13. Evrim bir kanun olsa idi tüm varlıklar bu kanundan kaçamaz ve bu kanuna tabi olur idi. Halbuki yeryüzünde halen maymunlar mevcuttur. Bu maymunların, haşa insana dönüşenlerden ne farkı vardır, bunların neyi eksiktir ki insana dönüşememişlerdir. Bunun gibi nice örnekler mevcuttur. Tüm bu canlılar binlerce yıldır halen türlerini korumakta, yeryüzünde yaşamaya ve çoğalmaya devam etmektedirler. Mendelin araştırmaları sonucu genetik programda bir sağlamlık ve kendini koruma özelliği söz konusudur. Eğer bu koruma mekanizması olmasa idi tür özellikleri korunamazdı kolayca yıkıma uğrardı. Her tür kendine has özelliklerini devam ettiren genetik şifrelerini korumaktadır. Elbette ki bu korumayı her şeyden habersiz olan türlerin fertleri yapmamaktadır. Bir yerde plan, program, yazılım varsa onu planlayan programlayan da vardır. DNA’nın, genetik kodların ve bu hayrete düşüren yazılımın planlayıcısı programlayıcısı da o programı adeta bir çeşit organik antivirüs programlarıyla sağlamlaştıran ve korumaya alan da Allah’tır. Eğer bu sağlamlaştırma kararlı kılma ve koruma olmasa idi, anne karnında pankreas hücresi olarak gelişen ve hormon üreten hücreler zaman içerisinde kolayca farklı ve işlevsiz hücrelere dönüşebilecekti. Allah’ın yarattığı sanat eserlerindeki fenotipik ve genotipik genel kararlılık ve istikrar, evrime zıt bir hakikattir. Hem bu kadar tür çeşitliliğiyle birlikte değerlendirildiğinde evrimin imkansızlığını açıkça ortaya koyar. Bu genetik kararlılık, türden türe geçişi, türlerin karışmasını, ebeveyn başka bir tür, yavru başka bir tür olmasını engelleyici bir mekanizmadır. Bu, genetik yapıda bir sağlamlık, türe has özellikleri koruma şeklinde kendini gösterir. Bu mekanizma sayesinde farklı türler birbiriyle çiftleşmezler. Evrime delil bulmak gayesiyle suni ve kasıtlı olarak çiftleştirilenler ise gebe kalamaz. Faraza böyle bir gebelik oluşsa dahi düşük ile sonuçlanır. Çünkü günümüzde de düşük ile sonuçlanan tüm gebeliklerin çoğunda genetik veya kromozom anomalileri tespit edilmiştir. Bu son derece hikmetli ve gereklidir. Yoksa anne yada baba bir hayvan, faraza başka bir tür hayvan olarak doğmuş yada dönüşmüş olan yavrusuna uygun beslenme ve korumayı nasıl sağlayacak, onu nasıl yetiştirecektir? Örneğin, arslan anne babanın başka türden bir yavrusu olsa ve o yavruya arslana has avlanma, korunma, beslenme özelliklerini öğretse, o yavru nasıl hayatta kalabilecektir? Arslanlıktan başka bir şey bilmeyen o anne baba da o yavruya başka bir şey öğretemez. Misaller uzar gider… Allah’tan ki böyle durumların olamayacağı şekilde tedbirler alan kainatın bir Müdebbiri vardır.
  14. İnsanın atası olarak sunulan maymunun insana benzer yönleri olduğu kadar, konuşma açısından bülbülün, sosyalleşme açısından karıncaların maymundan daha fazla insana benzer özellikleri tespit edilmiştir. Bu durumda insanın atası hangi hayvandır? Maymun mu, bülbül mü, yoksa karınca mı ? Benzerlikler, birbirine dönüşmenin birbirinin atası olmanın delili değildir ve olamaz. Üstelik halen yok olmamış olan maymunlar, bülbüller, karıncaların varlığı da bu düşünceyi, evrimin temel tezlerini çürütmektedir.
  15. Hem karada hem denizdeki canlı çeşitliliği de evrime ciddi bir darbe vurmaktadır. Bu kadar çeşitlilik evrimle açıklanamaz, izahı mümkün değildir. Dünyada tespit edilebilmiş 8 milyon 700 bin canlı türü vardır. Bilim insanları son araştırmalarda aslında doğal hayattaki canlı türlerinin 100 milyonu bulabileceğini tahmin etmektedir. 6000 çeşit elma olduğu tespit edilmiştir. Hangi gereklilik hangi zorunluluk üzerine ve hangi evrim mekanizmalarıyla bu kadar çeşitlilik meydana gelmiştir? Bu sorunun makul ve ispatlanabilir bir cevabı yoktur.
  16. Evrimcilerin bel bağlamış olduğu mutasyonlar, tahrip edici yada etkisizdir. Bir canlıyı daha üstün bir canlıya çeviren bir mutasyon gösterilememiştir. Ancak bozan, hasta eden veya etkisiz mutasyonlar gösterilebilmiştir. Gen mutasyonları, üreme hücrelerinde meydana gelirse ancak gelecek kuşaklara aktarılır. Orak hücreli anemi, fenilketonüri, albinizm gibi kalıtsal hastalıklar gen mutasyonu sonucu ortaya çıkar. Ancak dikkat edilirse bunlar insanı hasta eder. Süper insan haline getirmez. Farklı bir tür haline hiç getirmez.
  17. Mutasyon, canlının genetik yapısında meydana gelen değişikliklerdir. Bu değişiklik kromozomlarda olabilir, ya da genlerde olabilir. Kromozomlarda olan değişiklik de, ya kromozomun sayısında olur, ya da yapısında. Her canlının kromozom sayısı sabittir. Kromozom sayısının değişmesi, artma veya eksilme şeklinde olabilir. Sözgelimi, 40 kromozomu olan bir bitkide, üreme esnasında kromozomların uygun bölünememesi veya uygun yere taşınamaması sebebiyle, bazı fertlerde bu sayı değişebilir. Mesela 41 veya 42, ya da 30 veya 38 olabilir. Böyle sayı değişikliğine sahip olan fertler sıhhatli bir hayata sahip olamazlar. Çoğu zaman bunların nesilleri devam etmez ve genelde bu tip değişiklikler canlıların anormalliğine ve ölümüne sebep olur.
  18. Bir başka değişiklik de, kromozom sayısının tam katları veya yarı katları kadar artması şeklinde olabilir. 40 kromozomlu bir bitkinin üremesi esnasında çiçek tozu ve yumurta hücrelerinin teşkili esnasında kromozom sayısının yarıya inmesi gerekir. Çünkü erkek ferdi temsil eden polen ile yumurta hücresi birleşince kromozom sayısı 40 olarak sabit kalacaktır. Hücredeki kromozomların yarıya inmesi esnasında müdahale edilerek bu yarıya inmeye mani olunabilir. Bu yarıya inme, yumurta hücresinde yapılabileceği gibi sperm hücresinde de veya her ikisinde de yapılabilir. Bu durumda kromozom sayısı 40 yerine, 60 veya 80 olan fertler meydana gelir. Bu şekildeki kromozom artışı fertleri öldürmez. Bunların nesilleri de devam eder. İşte bu tip kromozom değişikliğine faydalı mutasyon adı verilir. Özellikle bitki ve hayvan ıslahında bu metottan faydalanılmaktadır. Mesela, kromozom sayısı iki katına veya dört katına çıkmış mısırlar, normal fertlere göre daha büyük koçanlı ve daha iri daneli olmaktadır. Aynı şekilde süt ve et verimini arttırmak için hayvanlar âleminde de benzer uygulamalar vardır. Bunun haricindeki mutasyonlar, ister genlerde olsun, isterse kromozom yapısında veya sayısında olsun zararlı ve genelde öldürücüdürler.
  19. Sonuç olarak, mutasyonların faydalı olanları, kromozom sayısının katları şeklinde artış gösterenlerdir. Bitki ve hayvan ıslahında iri yapılı meylerin elde edilmesinde, et ve süt veriminin arttırılmasında bu metot kullanılmaktadır. Ancak, bunlardan yeni ve farklı bir canlı meydana gelmesi mümkün değildir. Mısırın kromozom sayısını iki kat arttırınca iri daneli ve büyük koçanlı mısır elde edilmekte, mısır yine mısır olarak kalmakta, mısırdan fasulye meydana gelmemektedir.
  20. Bu konudaki şu itiraf çok manidardır: “Ayrıntıya girdiğimizde, tek bir türün bile değiştiğini kanıtlayamayız. Varsayılan değişikliklerin faydalı olduğunu da kanıtlayamayız ki teorinin temeli buna dayanmaktadır.”.
  21. Evrimciler ispattan ziyade bir kabulle hareket etmektedirler. Örneğin “ilk canlı tesadüfen oluştu” derler. Bunun ise bir ispatı yoktur ve olamaz. Cansızdan canlı oluşumunu izah edemeyince de neredeyse canlı ve canlılık kavramını inkara kadar meyletmiş durumdadırlar. Sofestai felsefecilerinin, Yaratıcıyı inkar etmek adına kendi varlıklarını inkar etmeleri gibi. Halbuki muteber bilim adamlarından Pasteur’un dediği gibi “Hayat ancak hayattan gelir”. Kendisinde hayat olmayan başkasına hayat, kendisinde şuur-bilinç-ilim olmayan başkasına şuur-bilinç ve akıl, kendisinde görme olmayan başkasına göz ve görme veremez…
  22. Milyonlarca yıl önce evrim sürecinde tesadüfen hayat oluştu ise, akıllı şuurlu teknolojik imkanları olan insanlar haydi buyursunlar, bir araya gelip akıllarını, bilgilerini birleştirip tüm gerekli elementleri maddeleri kullanarak laboratuar ortamında bir canlı varlık üretsinler. Tesadüfen olanın, şuurlu şekilde olması daha kolay ve makul değil midir? Neden üretemiyorlar? Bu kadar bilim adamının üretemediğinin milyarlar katını; şuursuz, kör, sağır tesadüfler nasıl üretir ve hangi akılla buna inanılır ve bir de şiddetle savunulur? Şayet zihinlere, hayallere “Zamanla belki üretilebilir” düşüncesi gelecek olursa deriz ki: “Milyonlarca yıl önce haşa tesadüfen oluşan bir neticenin milyarda birini, binlerce akıllı ve şuurlu insan yüzlerce yıl çalıştıktan sonra farz-ı muhal meydana getirebilmiş olsa, bundan şu sonuç çıkmaz mı?: “Bizim bu kadar zeka, bilgi ve imkanlarla, yüzyıllarca uğraşıp ancak yapabildiğimizin milyarlar katı muhteşem neticeler, sanatlı ve gayeli canlılar, milyonlarca yıl önce nasıl olur da kör, sağır, şuursuz, ilimsiz tesadüfün ve o tesadüfe bilim kisvesini zorla giydirerek taktığımız bir isim olan evrimin eseri olabilir?” denilmesi gerekmez mi?
  23. Evrimcilerin cevabını veremedikleri birkaç soru da; “İlk hücre nasıl ortaya çıktı? Ya da ilk proteinler ve bu proteinleri kodlayan DNA-RNA ikilisi nasıl ortaya çıktı?” sorularıdır. Proteinler olmadan DNA olamaz, ancak DNA olmadan da proteinler olamaz. İsviçreli ünlü matematik bilgini Charles Eugenie Guye, bir proteinin tesadüfen ortaya çıkma olasılığının 1×10160 ‘da bir olduğunu ortaya koymuştur. Yani böyle bir olasılık yok demektir. Çünkü 1050 ‘de 1 ve sonrası ihtimaller matematikte imkansız kabul edilir. Yani tesadüfi varoluş imkansızdır. Evrim ise tesadüflerin elinde bir süreç ve seçilim (doğal/yapay) üzerine kurulu bir varsayımdır. Evrim ilkleri açıklayamaz. Hele ki bu ilkler olmazsa olmaz ve son derece hikmetli faydalı ise hiç açıklayamaz. Bir proteinin birkaç saniyelik ömrü vardır. Bir hücrede yer alan 3000’den fazla farklı proteinin ve DNA’yı oluşturan binlerce proteinin aynı anda var olması ve sürekli yenilenmesi gereklidir ki bu yapılar oluşabilsin ve işlevlerini yapabilsin. Evrim bu gerçeklerin neresine sığışabilir. Evet her şey de her şeyin ilkleri de kudreti, ilmi, hikmeti sonsuz bir yaratıcı tarafından, Allah tarafından var edilmiştir, düzenlenmiştir ve yönetilmektedir. Buna bilimsel bir delil de bilim insanları Laurent, Schrimpf ve arkadaşlarının çalışmaları ve makalelerindeki ifadeleridir: “Doğanın (!), haberci moleküllerini geri dönüştürmede son derece etkili olduğunu gösterdik: Ortalama olarak, RNA başına yaklaşık 5.000 protein molekülü üretiliyor ve bakteri Escherichia coli’de bir miktar daha az üretiliyor. Bu verimlilik bizim için inanılmaz. Ancak hücre içi protein üretimi çok ince şekilde ayarlanmakta ve hassas ihtiyaçlara bağlı olarak konsantrasyonları düzenlenmektedir. Son zamanlarda, diğer araştırmacılar da, bu muazzam düzenleme potansiyelini başka çalışma ve gözlemlerle doğrulamışlardır. Doğa ise akılsız, şuursuz, kör, sağırdır ve birbirine hem mahkum hem hakim sayısız unsurlardan, aciz sel gibi akan maddelerden müteşekkil ve üzerinde yapılanlara sadece mazhar olan, sonradan olma bir sanat eseridir. Bu sanat eseri (Doğa), kendisi yapılandır yapamaz, yaratılandır yaratamaz Resim gibi, yazı gibi, inşa edilen bina gibi, kalem yada fırça gibdir. Asla bir ressam, bir yazar, bir mimar ve usta değildir, olamaz. Bilim, Allah’ın sanatlarını anlamak ve anladıkça hayran olmak, Onu tanımak içindir, O’nu inkar için, nankörlük için, küfür ve küfran için değildir. Onu inkar edeceğim diye bu kadar uğraşmak ve bir de O’na delil olan O’nun yarattığı muhteşem eserleri, haşa O’nun yokluğuna delil göstermeye çalışmak hem bilimi hem insanlığı utandıracak, hem boş hem çok zararlı bir çabadır.
  24. Balina nostrilinin (Burun/nefes deliği) kafadaki yerinin değiştiği ve bunun evrime açık delil olduğundan bahsedilir. Halbuki ilk resmedilen canlı, arada resmedilen canlılar ve son resmedilen canlı birbirinden farklı türlerdir. Mesela biri balina biri köpekbalığı biri yunus iskeletidir ve farklı böcek türleri gibi, farklı kuş türleri gibi farklı deniz memelisi türleridir. Bunların zaten özellikleri birbirinden farklıdır. Yaratan tarafından farklı özelliklerde ve şekillerde ve vazifelerle yaratılmışlardır. Bu resimlerin arka arkaya konulması ve bir takım zaman dilimlerinde yaşadıkları iddiaları, evrime delil olmaz. Birbirlerine dönüştüklerine delil olmaz. Halen köpekbalığı da balina da yunus da mevcuttur, başka bir forma geçiş yaparak nesli tükenmiş değildir. Burun deliği önde olan hayvan da yaşayabilmiş ve vakti gelince ölmüştür, diğerleri de. Eğer bunlar farklı hayvanlar değil aynı türler olsaydı, zaten türün kendi içindeki değişimleri vardır, olabilir, ancak bu da kastedilen mana itibariyle bir evrim değil, modifikasyondur. Kendi kendineliğe, tesadüfe, tutarsız mesnetsiz hakikatsiz evrim mekanizmalarına nasıl bağlanabilir? Bu değişimler balinayı balinalıktan, yunusu yunusluktan çıkaracak boyutta da değildir. Böyle bir değişim olduğu takdirde bu bir hastalıktır ve yıkımdır. Bunlar sağ kalamaz, nesillere aktarılamaz, ölür. Sendromlu doğan veya sonradan bazı hastalıklara yakalanan insanlar gibi.
  25. “İnsanın su içinde fazla kalması sonucu parmak uçlarının buruşması evrime delildir, evrimin sonucudur” gibi asılsız iddialar hakikatle bağdaşmaz. Çünkü parmakların suda buruşması ozmoz kanunu ile bağlantılıdır. Bu kanuna göre daha sulu bir madde, daha yoğun katı bir maddenin içine girdiğinde su geçirir. Derinin içine geçen su deriyi şişirir. Bunun sonucunda deri büzülür ve yüzeyini genişletir. Sudan çıktıktan bir süre sonra elimiz tekrar eski haline dönmektedir. Çünkü; derimizin altına giren su bir süre sonra buharlaşmaktadır. Bu buruşma sadece ellerimizin ve ayaklarımızın bir kısmında meydana gelmektedir. Diğer bölgelerimizde bu buruşmanın meydana gelmemesinin sebebi kıllarımızın dibinde bulunan yağ bezeleridir. Bununla birlikte bu buruşma olayı, türün kendi içerisinde olan bir değişim olayıdır. Buruşma ile farklı bir türe geçiş olmaz. Üstelik bu kadar hızlı bir evrim ve evrim mekanizması var olsaydı, şimdiye kadar çoktan insanoğlu tamamen farklı bir türe dönüşmüş olurdu. Birkaç dakikada elleri buruşarak farklılaşan bir canlı, binlerce yılda binlerce kez farklı türe dönüşmesi gerekirdi, halbuki binlerce yıldır insan aynı insandır.
  26. Türün kendi içindeki değişimleri, türden türe geçişe delil olmaz. Başka canlılarda benzer değişimlerin olması da türler arası geçişe delil olmaz. Bilakis her canlıda aynı mührün, aynı imzanın bulunduğuna, yani ustalarının yaratıcılarının aynı ve bir olduğuna delildir. Ellerin buruşmasını evrime delil göstermeye çalışan makalelerin tipik ortak özelliklerine ve ifadelerine dikkat edilirse tahminler, yorumlar, zorlamalar ve şahsi çıkarım ve benzetmeler açıkça görülmektedir. Halbuki “olabilir’li ifadeler, bir delili göstermez ve ispat değildir. Bilakis, yönlendirme ve yakıştırmayı ortaya koyar. İlaveten bu yazarların ve dergilerin, evrimci, evrimi mutlak gerçek kabul etmiş, taraflı yazarlar ve dergiler olduğu görülmektedir.

Bu makalede, 16 madde halinde özetlenen hakikatler ve evrimcilere verilecek cevaplar bu kadarından ibaret değildir, rahatlıkla artırılabilir. Her bir iddiaya, delil diye getirilen her bir hayal mahsulüne ve yakıştırmaya rahatlıkla cevap verilebilir. Ancak evrimcilerin iddialarına tek tek cevap vermek de, bunlara cevap bulmaya çalışmak da yersizdir. Genel ve temel sorun anlaşılırsa gerçek görünür. O temel sorun ise akılla, mantıkla, bilimle, ilimle, hakikatlerle bağdaşmayan ideolojik yaklaşımlar ve hayal ürünü yakıştırmalardır. Yaratılışa, tek yaratıcı olan Allah’ın varlığına ve evrim düşüncesinin yanlışlığına sayısız deliller vardır. Tek bir delil dahi bir meselenin ispatında kafidir. Yeter ki yeterince tarafsız şekilde yaklaşım sergilensin.

Son söz; bir bilim adamı olan John C. Lennox’un dediği gibi “Protein fabrikalarının karmaşıklığı ve hassaslığı ile en gelişmiş insan teknolojisi karşılaştırılsa, insan teknolojisi oldukça kaba kalır.”. Madem bu, hem bilimsel hem evrensel bir hakikattir. Tesadüfe verilmesi imkansız olan insan teknolojisinden hadsiz defa üstün olan kainattaki teknoloji ve işleyiş asla tesadüfe verilemez. Madem eser var, müessir (eseri yapan) var. Madem sanat var, Sani (sanatkar) var. Madem kainat var, bizler varız, öyleyse her şeyin yaratıcısı, bir olan Allah var.

Kelebek Etkisi Teorisi

Kelebek Etkisi Teorisi

Kelebek etkisi teorisi

Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Edward N. Lorenz’in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir. Daha sonralarda hava durumu ile ilgili verdiği şu örnek ile ünlenmiştir. Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, Dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir. Kelebek etkisini tam olarak anlayabilmek için kaos teorisini anlamak gerekir. Aralarındaki ilişkiyi bir analoji ile açıklayabiliriz; eğer kaos teorisini yan yana dizilmiş domino taşları olarak düşünürsek, kelebek etkisi birinci taşa dokunulmasıdır. Kaos teorisi, sürprizlerin, doğrusal olmayan ve öngörülemeyenlerin bilimidir. Doğal bilimlerin çoğu fiziksel ve kimyasal reaksiyonlar gibi tahmin edilebilecek olaylarla uğraşırken; kaos teorisi, türbülans, hava durumu, borsa gibi önceden tahmin edilemeyen ve kontrol etmenin imkansız olduğu doğrusal olmayan olaylarla ilgilenir. Kaos teorisi fraktal geometri ile açıklanabilir çünkü temellerinde yatan mantık aynıdır.

Fraktal geometri, doğanın geometrisidir. Doğayı daha iyi anlayabilmemizi sağlar. 20. yüzyıla kadar Öklid geometrisi kullanılmıştır. Doğrusal şekiller, üçgenler, dikdörtgenler ve karelerle doğayı açıklamamız mümkün olmayınca fraktal geometri doğmuştur. Doğadaki ağaçlar, nehirler, bulutlar vs. fraktal şekiller oluştururlar ve doğadaki olaylar kaotik davranışlar sergiler. Doğayı anlayabilmek için fraktal geometriyi ve kaos teorisini anlamak gerekir. Fraktal terimi ilk defa Polonya asıllı matematikçi Benoit Mandelbrot (1924-2010) tarafından 1975 yılında ortaya atılmıştır. Fraktallar, büyükten küçüğe birbirine benzeyen birçok geometrik şeklin oluşturduğu, sonsuzluğa doğru giden, kompleks ve göz kamaştırıcı şekillerdir. Mandelbrot’un geliştirdiği Mandelbrot kümesi, sanal karmaşık sayıların kullanılmasıyla elde edilen fonksiyonları bilgisayar ortamında muhteşem fraktallara dönüştürülebilen kümedir.

Sonuç olarak kelebek etkisi fikri tüm insanlığı etkisi altına alan bir kavram olmuştur. İnsanlar kelebek etkisi analojisini sadece hava durumu gibi bilimsel olaylarda değil, aynı zamanda ekonomi, psikoloji, felsefe ve politika gibi başka alanlarda da kullanmaya başlamıştır. En çok kullanılan örneklerden biri de şudur:

Örneğin atmosferdeki karbondioksit (CO2) miktarının çok az miktarda artması bile büyük etkiler yaratacaktır çünkü karbondioksit gazı bir sera gazı olduğu için Dünya’nın ortalama yüzey sıcaklığının artmasına yani küresel ısınmaya sebep olmaktadır.

Kelebek Etkisi Teorisi

Kriptografide kelebek etkisi

Kriptografik öz işlevleri, girdinin boyutundan bağımsız olarak sabit değerli özler üretecek biçimde hazırlanırlar ve veri bütünlüğünün güvence altına alınmasında kullanılırlar. Bundan ötürü, verideki en küçük değişiklik, sonuç değerinin yarısından fazlasının değişmesine neden olur. Bu etkiye kriptografide “çığ etkisi” adı verilir.

Örnek olarak MD5 algoritmasının verinin bir harfinin değişmesine olan tepkisi şöyle özetlenebilir:

MD5(“vikipedi”)

= 4b09635281e148f0163b041e3582ec74

Değişkenin baş harfini değiştirdiğimizde

MD5(“Vikipedi”)

= 490678766826cc5a898d231a928464aa

Big Bang Teorisi

Big Bang Teorisi

Big Bang Teorisi

Büyük patlama (İngilizce: Big Bang), evrenin en eski 13,8 milyar yıl önce tekillik noktası denilen bir noktadan itibaren genişlediğini varsayan evrenin evrimi kuramı ve geniş şekilde kabul gören kozmolojik modeldir. İlk kez 1920’li yıllarda Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılan bu teori, çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabul görmüştür.

Teorinin temel fikri, hâlen genişlemeye devam eden evrenin geçmişteki belirli bir zamanda sıcak ve yoğun bir noktadan yani tekillik noktasından itibaren genişlemiş olduğudur. Georges Lemaître ’in önceleri “ilk atom hipotezi” olarak adlandırdığı bu varsayım günümüzde “büyük patlama teorisi” adıyla yerleşmiş durumdadır. Modelin iskeleti Einstein’ın genel görelilik kuramına dayanmakta olup, ilk Big Bang modeli Alexander Friedmann tarafından hazırlanmıştır. Model daha sonra George Gamow ve çalışma arkadaşları tarafından savunulmuş ve ilk nükleosentez olayı eklenmek suretiyle geliştirilerek sunulmuştur.

1929’da Edwin Hubble’ın uzak galaksilerdeki (galaksilerin ışığındaki) nispi kırmızıya kaymayı keşfinden sonra, bu gözlemi, çok uzak galaksilerin ve galaksi kümelerinin konumumuza oranla bir “görünür hız”a sahip olduklarını ortaya koyan bir kanıt olarak ele alındı. Bunlardan en yüksek “görünür hız”la hareket edenler en uzak olanlarıdır. Galaksi kümeleri arasındaki uzaklık gitgide artmakta olduğuna göre, bunların hepsinin geçmişte bir arada olmaları gerekmektedir. Big Bang modeline göre, evren genişlemeden önceki bu ilk durumundayken aşırı derecede yoğun ve sıcak bir hâlde bulunuyordu. Bu ilk hâle benzer koşullarda üretilen “parçacık hızlandırıcı”larla yapılan deney sonuçları teoriyi doğrulamaktadır. Fakat bu hızlandırıcılar, şimdiye dek yalnızca laboratuvar ortamındaki yüksek enerji sistemlerinde denenebilmiştir. Evrenin genişlemesi olgusu bir yana bırakılırsa, Big Bang teorisinin, ilk genişleme anına ilişkin bir bulgu olmaksızın bu ilk hâle herhangi bir kesin açıklama getirmesi mümkün değildir. Kozmozdaki hafif elementlerin günümüzde gözlemlediğimiz bolluğu, Big Bang teorisince kabul edilen ilk nükleosentez sonuçlarına uygun olarak, evrenin ilk hızlı genişleme ve soğuma dakikalarındaki nükleer süreçlerde hafif elementlerin oluşmuş olduğu tahminleriyle örtüşmektedir (Hidrojen ve helyumun evrendeki oranı, yapılan teorik hesaplamalara göre Big Bang’den arda kalması gereken hidrojen ve helyum oranıyla uyuşmaktadır. Evrenin bir başlangıcı olmasaydı, evrendeki hidrojenin tümüyle yanarak helyuma dönüşmüş olması gerekirdi.). Bu ilk dakikalarda, soğuyan evren bazı çekirdeklerin oluşmasına imkân sağlamış olmalıydı (Belirli miktarlarda hidrojen, helyum ve lityum oluşmuştu.).

Big Bang terimi ilk kez İngiliz fizikçi Fred Hoyle tarafından 1949’da, “Eşyanın Tabiatı” adlı bir radyo (BBC) programındaki konuşması sırasında kullanılmıştır. Hoyle, hafif elementlerin bazı ağır elementleri nasıl meydana getirebilecekleri konusunda katkıları olmuş bir bilim insanıdır.

Bilim insanlarının çoğu, evrenin başlangıcında, bir Big Bang olayının cereyan etmiş olduğuna ancak 1964/1965’te, evrenin sıcak ve yoğun döneminin kanıtı olarak kabul edilen “kozmik mikrodalga arka plan ışıması”nın ya da Georges Lemaître’in kullandığı terimlerle «Big Bang’ın soluk ışıklı yankısı»nın keşfinden sonra ikna oldular.

Big Bang Teorisi

Big Bang ve karşısındaki durağan hâl teorisi

Evrenin genişlediğinin keşfi, evrenin statik olmadığını ortaya koymakla birlikte, “maddenin sakınımı yasası”nı göz önünde bulunduran ve bulundurmayan birçok farklı görüşün ortaya atılmasına imkân vermişti. Bu görüşlerden başlangıçta maddenin yaratılışının söz konusu olduğunu varsayan görüş, ilk zamanlar en popüler olanıydı. Bu başarıdaki sebeplerden biri, “durağan hâl (sabit durum) teorisi” denilen bu modelde evrenin sonsuz kabul edilmesiydi. Fred Hoyle tarafından ortaya atılan “durağan hâl teorisi”ne göre evrenin yaşı ile bir gök cisminin yaşı arasında bir çelişki olamazdı.

Buna karşılık Big Bang hipotezinde evrenin, genişleme oranından yola çıkılarak hesaplanabilecek belirli bir yaşı vardı. 1940’lı yıllarda evrenin genişleme oranı hakkındaki tahminler bir hayli abartılıydı, bu da evrenin yaşı hakkındaki tahminlerin gerçeğin bir hayli altında olarak yapılmasına neden olmuştu. Öyle ki, Dünya’nın yaşını belirleyen farklı tarihlendirme yöntemlerinin bildirdiği değerlere göre Dünya evrenden daha yaşlı kalıyordu. Bu, önceleri, Big Bang tipi modellerin çeşitli gözlemler karşısında içine düştüğü güçlüklerden yalnızca biriydi. Fakat bu tür güçlükler evrenin genişleme oranının kesin biçimde belirlenmesiyle tarihe karıştılar.

Gözlemsel kanıtlar

Sonradan iki kesin gözlemsel kanıt Big Bang modellerine tümüyle hak verdi: Evren tarihinin sıcak devrinin kalıntısı denilebilecek enerji ışıması (mikrodalga sahası) olan “kozmik mikrodalga arka plan ışıması”ın keşfi ve hafif elementlerin salınmasının ölçülmesi, yani ilk sıcak evre sırasında oluşmuş hidrojen, helyum, lityumun farklı izotoplarının bırakılmasının ölçülmesi.

Bu iki gözlem, 20. yy.’ın ikinci yarısının başlarında gerçekleşti ve Big Bang’i kozmolojide, kesin biçimde, gözlemlenebilir evreni tanımlayan model olarak yerleştirdi. Bu modelin kozmolojik gözlemlerle hemen hemen mükemmel biçimde örtüşmesinin yanı sıra, modeli doğrulayan başka kanıtlar da ortaya koyulmaya başlandı: Galaktik kümelerin gözlemi ve “kozmik arka plan soğuması”nın ölçülmesi (birkaç milyar yıl öncesiyle günümüzdeki ısı farkının ölçülebilmesi).

Big Bang Teorisi

Kozmik arka plan

Genişleme, doğal olarak bize evrenin geçmişte daha yoğun olduğunu bildirmektedir. Evrenin geçmişte daha sıcak olması olasılığından ilk kez 1934’te Georges Lemaître’in söz etmiş olduğu görülüyor; fakat bunun gerçek anlamda araştırılmasına ancak 1940’lı yıllardan itibaren başlanmıştır. Uzak astrofiziksel cisimlerin ışımasındaki kırmızıya kaymaya benzer bir tarzda, evrenin genişleme olayıyla enerji kaybeden bir ışımayla dolu olması gerektiği konusundaki ilk düşünceler George Gamow’dan gelmiştir.

Gamow aslında, ilksel evrendeki güçlü yoğunlukların, atomlar arasında bir termik dengenin kurulmasına ve ardından bu atomlarca bırakılan bir ışımanın varlığına imkân sağlamış olması gerektiğini anlamıştı. Gamow, 1940’lı yıllarda Lemaitre’in hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang’e bağlı olarak bir tez ortaya attı. Big Bang’den arta kalan, belirli oranda bir ışımanın var olması gerekiyordu. Ayrıca bu ışıma evrenin her yanında eşit olmalıydı. Bu ışımanın evrenin yoğunluğu oranında bir yoğunlukta olması ve dolayısıyla, bu ışımanın, yoğunluğu artık son derece azalmış olsa da hâlen mevcut olması gerekiyordu. Gamow, Ralph Alpher ve Robert C. Herman’la birlikte, evrenin yaşından, maddenin yoğunluğundan ve helyumun salınmasından yola çıkılarak bu ışımanın günümüzdeki ısısının hesaplanabileceğini anlayan ilk kişi oldu.

Bu ışımaya günümüzde « fosil ışıma » diyenler de bulunmakla birlikte, genellikle, “ kozmik mikrodalga arka plan (ya da kozmolojik mikrodalga artalan) ışıması” denir. Bu ışıma, Gamow’un öngörülerine uygun olarak, düşük ısıdaki bir “karanlık cisim” ışımasına (2,7 °K) denktir. Biraz rastlantı sonucu olan bu keşfi Arno Allan Penzias ve Robert Woodrow Wilson’a borçluyuz: 1960’larda New Jersey’deki Bell Laboratuvarı’ndan Arno Penzias ve Robert Woodrow Wilson, Samanyolu’nun dış kısımlarından gelen belirsiz radyo dalgalarını ölçmeye çalışıyorlardı. Fakat bunun yerine gökyüzünün her tarafından gelen bir radyasyon saptadılar. Bu ışıma ya da ışınımın bütün yönlerdeki parlaklığı aynı idi ve yaklaşık 3 °K sıcaklığında bir ortamdan geldiği anlaşılıyordu. 1978’de bu buluşları için Nobel Fizik Ödülü sahibi olan Penzias ve Wilson ilginçtir ki, ileride, Fred Hoyle gibi, Big Bang teorisine muhâlif olan bilim insanları safına katılacaklardı.

1965’te keşfedilen “kozmik arka plan” Big Bang’ın en açık kanıtlarından biridir. Bu keşiften sonra kozmik arka plan dalgalanmaları COBE (1992) ve WMAP (2003) uzay uydularınca incelenmektedir.

Bir “kara cisim” ışımasının varlığı Big Bang modeli çerçevesinde kolayca açıklanabilmektedir: Geçmişte evren sıcaktı ve yoğun bir ışımaya maruz kalıyordu. Geçmişin çok yüksek yoğunluktaki bu evreninde madde ve ışıma arasında çok çeşitli etkileşimler olmaktaydı. Bunun sonucunda ışıma termalize olmuştur, yani elektromanyetik tayfı bir “kara cisim”in elektromanyetik tayfıdır. Buna karşılık “durağan hâl teorisi”nde böyle bir ışımanın varlığı hemen hemen doğrulanamaz durumdadır (Az sayıdaki bazı savunucuları aksini belirtmekteyse de…)

Düşük ısıdaki ve az enerjetik bir ışımaya denk olmakla birlikte, kozmik arka plan, yani kozmik mikrodalga arka plan ışıması hiç de evrenin en büyük elektromanyetik enerji biçimi olarak görünmüyor: Enerjinin yaklaşık %96’sı söz konusu ışımadaki fotonlar biçiminde mevcutken, kalan %4’ü “görünür tayf”taki yıldızların ışınımından ve galaksilerdeki soğuk gazdan kaynaklanmaktadır (kızılötesi hâlde). Bu diğer iki kaynak kuşkusuz daha enerjetik, fakat daha az sayıda fotonlar yaymaktadır. “Durağan hâl teorisi”nde “kozmik arka plan”ın varlığı mikroskobik demir parçacıklarının bırakılmasıyla oluştuğu varsayılan yıldızsal ışımanın termalizasyonunun bir sonucu olduğu varsayılır. Fakat bu model, gözlemsel verilerle çelişki hâlindedir. (Ayrıca bu takdirde “kozmik arka plan” bir karanlık cisim olarak da açıklanamaz.)

Sonuç olarak denilebilir ki kozmik arka planın keşfi, tarihsel olarak Big Bang’in kesinleştirici kanıtı olmuştur.

Barbaros Hayreddin Paşa

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA

Barbaros Hayreddin Paşa veya gerçek adıyla Hızır Reis (y. 1478, Midilli – 4 Temmuz 1546, Istanbul), kaptan-ı derya unvanıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kaptan paşası ve 25. kaptan-ı deryasıdır. 16. yüzyılda gerçekleştirdiği seferlerle Akdeniz’de Osmanlı egemenliğini pekiştirdi. Öyle ki bazı tarihçiler tarafından Akdeniz, bir Türk denizi olarak anıldı. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin deniz politikasına ve Tersane-i Amire’ye (Haliç Tersaneleri) nizam verdi. Aynı zamanda Hızır Reis, Osmanlı’ya bağlı olarak Cezayir’in son sultanı olmuştur.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın asıl adı Hızır Reis’tir. Ona, “dinin hayırlısı” anlamına gelen Hayreddin adını, Osmanlı Devleti’ne yaptığı hizmetinden dolayı Padişah Yavuz Sultan Selim verdi. Barbaros ismi ise aslında ağabeyi Oruç Reis’e aittir; ancak onun ölümünden sonra kendisi tarafından da kullanılmıştır. Bazı tarihçiler bu ismin Oruç Reis’e kızıla çalan sakalı yüzünden verildiğini (barba: sakal, rossa: kızıl) söylerken, Halil İnalcık bu ismin “Baba Oruç” lakabının bozulmasından oluşmuş olabileceğini söylemektedir.

Barbaros Hayreddin Paşa

Hayatı

Barbaros Hayreddin Paşa, Selânik’in Vardar Ağalarından ve Midilli fatihlerinden Türk veya Arnavut kökenli bir sipahi olan Vardarlı Yakup Ağa ile ada halkından Rum bir kadın olan Katerina’nın dört oğlundan biri olarak 1470’li yıllarda Midilli Adası’nda doğdu. Kendisine verilen “Barbaros” lakabı, İtalyancadaki “kızıl sakal” anlamındaki “barba rossa”dan gelir.

Oruç Reis, genç yaşta kardeşi İlyas ile birlikte deniz ticareti yaparken, Ege Denizi’nde Rodos Şövalyeleri’ne tutsak düştü. Serbest kaldıktan sonra, yaşadığı olayın etkisiyle tüccar yerine korsan olmaya karar verdi. Bir süre sonra kardeşi Hızır Reis de ticareti bırakıp ona katıldı. Akdeniz kıyılarına deniz akınları düzenleyip ganimetler elde ettiler. Tunus’taki Cerbe Adası’nı üs olarak kullanan Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis’in ünü bütün Akdeniz’e yayıldı. İki kardeş, Tunus Sultanı Muhammed ile anlaşarak Tunus’taki Halkü’l-Vaâd (La Gaulette) liman kalesini kullanmaya başladı. Hızır ve Oruç, ele geçirdikleri ganimetin beşte birini Tunus sultanına veriyorlar, kalan malları da Tunus pazarında satıyorlardı.

Hızır ve Oruç, 1516’da ele geçirdikleri yüklü bir gemiyi armağan olarak Piri Reis himayesinde Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’e gönderdi. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim de onlara, verdikleri desteğin bir ifadesi olarak çeşitli armağanlar yolladı. Oruç Reis ve Hızır Reis, ağabeyleri İshak’ın da kendilerine katılmasından sonra korsanlıkla yetinmeyip Kuzey Afrika’da toprak edinmeye başladılar. 1516’da İspanyol karşıtı bir grup tarafından Cezayir’e yerleştiler ve şehrin idarecilerini kanlı bir darbe ile elimine ettiler. Ancak İspanyollar ile olan savaşlarında Oruç Reis’in ölmesi, Hızır’ı da zor durumda bırakmıştı.

Gönüllü kuvvetleriyle merkezî bir devletin desteği olmadan tutunamayacağını anlayan Hızır Reis, tekrar İstanbul’a elçiler yollayarak başkentin tâbiyetine girdi. Ancak, Cezayir halkının aleyhine dönmesi, Hayreddin’i şehri terk ettirip Jijel’e çekilmeye zorlayacaktı. Burada üslenerek korsanlığa devam edecek ve güçlendikten sonra 1525’te Cezayir’i yeniden ele geçirmeyi başaracaktı. Ertesi yıl Jijel’e baskın düzenleyen Cenevizli Amiral Andrea Doria’yı yenilgiye uğrattı.

1529 yılında gerçekleşen iki olay, Hızır ve arkadaşları için çok önemli sonuçlar doğuracaktı. Bunlardan biri Aydın Reis’in Habsburg Amirali Portuondo’yu mağlup etmesi, bir diğeri ise Cezayir’in karşısındaki Habsburg Hisarı’nın (Peñón de Argel) ele geçirilmesiydi ki; bu, hem şehri Habsburg toplarının hedefi olmaktan çıkarmış, hem de bir dalgakıran yapılarak kötü bir liman olan Cezayir’in geliştirilmesine olanak sağlamıştır.

Bu esnada Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın Alman Seferi (1532) sırasında Andrea Doria’nın Mora kıyılarına saldırması, Osmanlıları güç duruma düşürdü. Bunun üzerine Kanuni, Hızır Reis’i İstanbul’a çağırdı ve 1533’te kendisini Osmanlı donanmasının başına kaptan-ı derya (Osmanlıca: قپودان دریا, romanize: Kapudân-ı Deryâ) olarak atadı.

Barbaros Hayreddin Paşa

Yavuz Sultan Selim dönemi

Hızır ve Oruç, 1516’da ele geçirdikleri yüklü bir gemiyi armağan olarak Piri Reis himayesinde Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’e gönderdiler. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim de onlara, verdiği desteğin bir ifadesi olarak armağanlar yolladı. Oruç Reis ve Hızır Reis, ağabeyleri İshak’ın da kendilerine katılmasından sonra korsanlıkla yetinmeyip Kuzey Afrika’da toprak edinmeye başladılar. 1516-1517’de İspanyollara karşı savaştılar ve Tenes ve Tlemsen kentlerini ele geçirerek Cezayir’i denetimlerine aldılar. Oruç Reis, Cezayir hükümdarı ilan edildi. İspanyollar ertesi yıl Cezayir’i geri almak için Araplarla birleşerek saldırıya geçti. Bu savaşta Hızır Reis’in ağabeyleri olan İshak Reis ve Oruç Reis öldürüldü.

Hızır Reis, Yavuz Sultan Selim adına para bastırıp hutbe okutarak ona bağlılığını bildirdi. Yavuz Sultan Selim de bunun üzerine Hızır Reis’i Cezayir Beylerbeyliği’ne atayarak koruması altına aldı. Bunun üzerine önce Tunus ve Tlemsen Beyleri birleşerek Cezayir’e yürüdüler. Cezayir şehri dışındaki toprakları alıp Cezayir içindeki halkı ayaklandırdılar. Ayaklanmayı bastıran Hızır Reis, beyleri durdurdu.

1519’da Cezayir’e gelen İspanyol donanmasını mağlup etti. Ama Cezayir halkının durumu ve Tunus Beyi ile yapılan savaşın iyi netice vermemesi üzerine gemileri ve kendine bağlı reislerle Cezayir’i bırakıp Cezayir kentinin doğusunda bulunan, bir Akdeniz sahil kenti olan Cicel’e çekildi.

Barbaros’un Kaptan-ı Derya “Hayreddin” olması

Hızır Reis 1520-1525 arasında Avrupa’nın Akdeniz kıyılarını vurarak büyük ganimetler elde etti. 1525’te Cezayir’i yeniden ele geçirdi. Ertesi yıl Jijel’e baskın düzenleyen Cenevizli Amiral Andrea Doria’yı yenilgiye uğrattı. Kanuni Sultan Süleyman’ın Alman seferi sırasında Andrea Doria’nın Mora kıyılarına saldırması Osmanlıları güç duruma düşürdü. Bunun üzerine Kanuni, Hızır Reis’i İstanbul’a çağırdı ve 1533’te “Hayreddin” adını verdiği Hızır Reis’i Osmanlı donanmasının başına (kaptan-ı derya) atadı.

Hayreddin Paşa 1534’te Akdeniz’e açıldı ve İtalya kıyılarına seferler düzenleyip Tunus’u ele geçirdi. Ancak Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması karşısında ertesi yıl Tunus’u bırakmak zorunda kaldı ve İstanbul’a döndü. 1536’da daha güçlü bir donanmayla yeniden Akdeniz’e açılan Barbaros, İtalya kıyılarını vurdu ve Ege Denizi’ndeki Venedik adalarını Osmanlı topraklarına kattı.

Preveze Deniz Savaşı

Osmanlıların Akdeniz’deki denetiminin artması üzerine, Papalık, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz gemilerinden oluşan bir “Haçlı donanması” kuruldu ve başına Andrea Doria getirildi. Osmanlı donanması ile Haçlı donanması 1538’de Arta Körfezi önlerinde karşılaştı. Haçlıların 600’den fazla gemisi vardı. Bunun 308’i harp teknesi olup, 120’si en büyük oturak gemileriydi. Haçlılar donanmaya on binlerce forsadan başka 60 bin asker bindirmişlerdi. Hayreddin Paşa komutasında ise 122 kadırga ve forsalar dışında 20 bin asker vardı. Toplamı 80 bin kişiyi bulan bir deniz savaşı daha önce hiç görülmemişti. Savaş sonucunda haçlı donanması 128 gemisini kaybetmiş, 29’u da Osmanlı denizcileri tarafından ele geçirilmişti. Hayreddin Paşa hiçbir gemisini kaybetmezken 400 kadar leventi savaşta ölmüştü. Hayreddin Paşa, tarihe Preveze Deniz Savaşı olarak geçen savaşın mutlak galibiyetini Osmanlı Devleti’ne kazandıran Kaptan-ı Derya olarak adını tarihe yazdıracaktı. Bu zafer Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki egemenliğini pekiştirdi.

Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması 1543’te Fransa, Toulon limanında. Matrakçı Nasuh’un eseri.
Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken, Preveze’nin öcünü almak için 1541’de Cezayir’e saldırdıysa da başarılı olamadı. Bu arada Fransa Kralı I. François, Şarlken’e karşı Osmanlılardan yardım isteyince Kanuni, Barbaros’u Fransa’nın Akdeniz kıyılarına gönderdi. Barbaros, Toulon’da Fransız donanmasıyla birleşerek 1543’te Nice’i aldı (Nice Kuşatması). Ertesi yıl İstanbul’a dönen Barbaros Hayreddin Paşa, 4 Temmuz 1546’da burada öldü, Beşiktaş’taki türbesine defnedildi.

Etkileri

Osmanlı Devleti’nin kaptan paşaları, hil’atlerini Barbaros’un Beşiktaş’taki türbesinde giyerlerdi, bu törende dua edilir ve fakir fukaraya yemek verilirdi.

Sefere çıkan veya tatbikata giden Türk savaş gemileri -günümüzde dahi- bu türbenin önünden geçerken Barbaros’u top atışıyla selamlarlar.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın anısına 1941-1943’te İstanbul’un Beşiktaş semtinde dikilen Barbaros Anıtı, ünlü heykelciler Ali Hadi Bara ile Zühtü Müridoğlu tarafından yapılmıştır. Heykelin arkasında Yahya Kemal Beyatlı’nın şu dizeleri yazılıdır:

Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalar’dan mı? Tunus’dan mı, Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Beşiktaş’taki Kadıköy iskelesine Beşiktaş Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi adı verildi ve mimarlar Erkan İnce ile M. Hilmi Şenalp tarafından Osmanlı mimarisi tarzında yenilendi.

Türk donanmasındaki muhtelif gemilere adı verildi.

Barbaros Hayreddin Paşa

Muharebelerinin kronolojisi

  • Oruç Reis’in Ege Denizi’nde Rodos Şövalyelerine tutsak düşmesi, kardeşi İlyas Reis’in ölmesi.
  • 1510: Oruç Reis serbest kaldıktan sonra, yaşadığı olayın etkisiyle tüccar yerine korsan olmaya karar verdi.
  • Oruç Reis, Akdeniz kıyılarına akınlar düzenledi ve ganimetler elde etti.
  • Hızır Reis ticareti bırakarak Cerbe Adası’na gelip ağası (ağabeyi) Oruç Reis ile beraber korsanlığa başladı.
  • 1512: İki kardeş Tunus Sultanı Muhammed ile anlaşarak Tunus’taki Halkü’l-Vaâd (La Gaulette) limanını kullanmaya başladı.
  • 1516-1517: İspanyollara karşı savaştı ve Tenes, Tlemsen ve Oran kentlerini ele geçirerek Cezayir’i denetimlerine aldılar.
  • 1517: Oruç Reis Cezayir hükümdarı ilan edildi.
  • 1518: İspanyollar Cezayir’i geri almak için Araplarla birleşerek saldırıya geçtiler. Bu savaşta kardeşleri İshak Reis ve Oruç Reis öldüler.
  • 1518: Yavuz Sultan Selim, Hızır Reis’i Cezayir Beylerbeyliği’ne atayarak koruması altına aldı.
  • 1519: Hızır Reis, İspanya donanmasını yenilgiye uğrattı.
  • Cezayir’i bırakarak Şerşel Adaları’na çekildi.
  • 1520-1525: arasında Avrupa’nın Akdeniz kıyılarını vurarak büyük ganimetler elde etti.
  • 1530: Cezayir’i yeniden ele geçirdi.
  • 1531: Jijel’e baskın düzenleyen Cenevizli Amiral Andrea Doria’yı yenilgiye uğrattı.
  • 1534: Akdeniz’e açıldı ve İtalya kıyılarına seferler düzenledi.
  • 1534:Tunus’u ele geçirdi. Ancak Haçlı donanması karşısında Tunus’u bırakmak zorunda kaldı.
  • 1536: Daha güçlü bir donanmayla İtalya kıyılarını vurdu.
  • 1536: Ege Denizi’ndeki Venedik adalarını Osmanlı topraklarına kattı.
  • 1536: Otranto’yu fethederek İtalya’ya ayak bastı.
  • 1538: Preveze Deniz Savaşı’nda Haçlı donanmasını yendi.
  • 1543: Toulon’da Fransız donanmasıyla birleşerek Kutsal Roma Germen İttifakını yenerek Nice’i aldı.

İçinde bulunduğu savaşlar listesi

  • 1512: Bicâye Kuşatması
  • 1513: Cicelli’nin Ele Geçirilmesi
  • 1515: Bicâye’nin Ele Geçirilmesi
  • 1516: Cezayir’in ele geçirilmesi
  • 1516: Cezayir Saldırısı
  • 1518: Tilimsan’ın Fethi
  • 1519: Cezayir Saldırısı
  • 1520: Şersel’in Fethi
  • 1520: Collo Limanının Alınması
  • 1520: Annaba ve Konstantin’in Fethi
  • 1525: Cezayir’in Yeniden Fethi
  • 1529: Cezayir Adası’nın Fethi
  • 1534: İtalyan Kasabalarına Yapılan Saldırılar
  • 1534: Tunus’un Fethi
  • 1535: Maó’nun Yağmalanması
  • 1537: Korfu Kuşatması
  • 1537: Osmanlı-Venedik Savaşı
  • 1538: Ege Adalarının Fethi
  • 1538: Preveze Deniz Muharebesi
  • 1543: Nice Kuşatması
  • 1544: Lipari’nin Yağmalanması

Kitapları

Gazavat-ı Hayrettin Paşa – Türk Edebiyat tarihinin ilk otobiyografi denemesidir. Eserin baş tarafında da belirtildiği gibi Barbaros Hayreddin Paşa biyografisini Seyyid Muradi’ye yazdırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman bir gün Barbaros Hayreddin’i huzuruna çağırmış ve ferman etmiş: “Bre Hayrettin bir kulun ömrüne bu kadar az zamanda bu kadar çok fütuhat düşmez. Bana ister manzum ister mensur bir eser yaz ben de hazine-i amiremde saklayayım ki bizden sonra gelecek nesillere ibret ve ders olsun.” Bu ferman üzerine kendi söylemiş, Seyyid Muradi yazmıştır. Ayrıca Gaye-el Mûna diye bir kitap daha yazdı.

Hakkında yayımlanan kitaplar

  • Efsane (Bir ‘Barbaros’ Romanı) – İskender Pala
  • Kaptan-ı Derya – Ebubekir Subaşı
  • “Barbaros! Sevgilim…” – Halil Bezmen
  • Sultanın Amirali Barbaros Hayrettin – Ernle Bradford
  • Denizler Sultanı Barbaros Hayrettin Paşa – Ali Rıza Seyfi
  • Barbaros Hayrettin Geliyor – Feridun Fazıl Tülbentçi
  • Barbaros Hayrettin Paşa – Aziz Erdoğan
  • Barbaros Hayrettin Paşa’nın Hatıraları- Ertuğrul Düzdağ
  • Hızır Barbaroso Hayreddin – Dursun Saral

Popüler kültürdeki yeri

1951 yapımı Barbaros Hayreddin Paşa filminde Barbaros Hayreddin Paşa’yı Cüneyt Gökçer canlandırmıştır. 2003 yapımı Hürrem Sultan adlı dizide Halil Kumova, 2011 yapımı Muhteşem Yüzyıl adlı dizide ise Tolga Tekin tarafından canlandırıldı. Karayip Korsanları adlı Hollywood yapımı sinema filmi serisinde, Captain Barbossa karakteri de, Barbaros Hayreddin Paşa’dan esinlenilmiş ve Geoffrey Rush tarafından canlandırılmıştır. 2021 yapımı Barbaroslar: Akdeniz’in Kılıcı adlı dizide Ulaş Tuna Astepe tarafından canlandırılmıştır.

Gazzâlî

GAZZALİ

Gazzâlî (Farsça: الغزّالی) veya yaygın adıyla Îmam-ı Gazzâlî (1058, Tus – 18 Aralık 1111, Tus), İranlı İslam âlimi, mutasavvıfı, müderrisidir. Kendisi de bir filozof olmakla beraber, çeşitli yönlerden felsefeyi eleştirmesi ve dönemin bazı filozoflarına katl fetvası vermesiyle de bilinir. Hükema sıfatıyla da adlandırılmıştır. Fars asıllı olduğu sanılan Gazzâlî’nin lakapları Hüccetü’l-İslâm ve Zeynüddîn’dir. Genel olarak Gazzâlî ve İmam-ı Gazzâlî isimleriyle tanınmaktadır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde yaşamış olan en ünlü İslam bilginlerinden biridir.

Hayatı ve yaşadığı dönem

Gazzâlî, Hicri 450 (Miladi 1058) yılında İran’ın Horasan bölgesinin Tus şehrinde doğmuştur. İlk öğrenimini Tus’ta Ahmed bin Muhammed er-Razikânî’den almış, daha sonra Cürcân şehrine giderek Ebû Nasr el-İsmailî’den eğitim görmüş; daha sonra da 28 yaşına kadar Nişabur Nizamiye Medresesi’nde öğrenim görmüş, itikadi düşünce olarak Ebü’l Hasan Eş’arî’den ve ameli görüş olarak ise Îmam Şafii’den etkilenmiştir. Hocası, İmam-ı Harameyn lakaplı Abdülmelik el-Cüveynî, 1085 yılında ölünce Gazzâlî, Nişabur’dan Büyük Selçuklu Devleti’nin veziri Nizâmülmülk’ün yanına gider. Nizâmülmülk’ün huzurunda olan bir toplantıda verdiği cevaplarla diğer bilginlerden üstünlüğünü kanıtlayarak 1091 yılında Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’nin baş müderrisliğine tayin edilir. Burada bilgisi ve edindiği öğrenci topluluğuyla kısa sürede ün ve saygınlık kazandı. Tasavvufa yöneldi ve Ebû Alî Farmedî’nin de tesiriyle bu alanda yoğunlaştı. Bu ilgi ve hac arzusuyla medresedeki vazifesini bırakarak 1095 yılında Bağdat’tan ayrıldı ve Şam’a gitti. Şam’da iki yıl kadar kaldıktan sonra 1097 yılında hacca gitti.

Hac sonrası Şam’a döndü ve buradan Bağdat yoluyla tekrar Tus’a geçti. Şam ve Tus’ta bulunduğu sürede uzlet yaşamı sürdü ve tasavvuf alanında ilerledi. Bağdat’tan ayrılışından 11 yıl sonra, 1106 yılında Nizâmülmülk’ün oğlu Fahrülmülk’ün ricası üzerine Nişabur Nizamiye Medresesi’nde tekrar eğitim vermeye başladı. Buradan kısa süre sonra Tus’a dönerek yaptırdığı tekkede müritleriyle birlikte sufi yaşamı sürdü.

Gazzâlî, 1111 (Hicri 505) yılında doğum yeri olan İran’ın Tus şehrinde öldü.

Gazzâlî’nin yaşadığı dönemde İslam âleminde siyasî ve fikrî olarak büyük bir karmaşa hâkimdi. Bağdat’ta Abbasi halifelerinin gücü zayıflamasına karşın Büyük Selçuklu Devleti’nin sınırları giderek genişliyor ve nüfuzu da artıyordu. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın veziri Nizâmülmülk; savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, ilim meclisleri denilen tartışma ortamlarını ve medreseleri açıyordu. Bu dönemde Mısır tahtında, İslam hilâfetinin başında, Şiî mezhebine bağlı Fâtımî Hanedanı vardı. Avrupa’da ise Endülüs Emevî Devleti gerilemekteydi.

Birinci Haçlı Seferi de Gazzâlî döneminde yapılmış ve Gazzâlî 40 yaşında iken Antakya, Haçlılarca kuşatılmıştır. Bir yıl sonra da Haçlılar, Kudüs’ü ele geçirmişlerdir.

Haşhaşîler tarikatının kurucusu Hasan Sabbah ve İranlı gök bilimci Ömer Hayyam da Gazzâlî ile aynı çağda yaşayan tanınmış kişilerdir. İslam âlemindeki bu karışıklığı, fikrî bir çöküntü tamamlıyordu.

Gazzâlî
Fikir hayatı ve etkileri

Gazzâlî’nin öğrenme merakı onun çok sayıda dini ve fikrî akımları araştırmasına neden oldu. Yaşadığı dönemde hakikati bulmak isteyen insanların dört kısıma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını gördü. Bunlar; felsefeciler, kelâmcılar, sûfiler, bâtınîlerdi. Hepsinin görüşlerini inceleyerek; kelâm, felsefe ve Bâtınîlik yolunu kitaplarında ayrıntılarıyla tenkit etti ve sûfilerin yolu olan tasavvufa yönelerek hakikati bu yolda aradı. Gazzâlî bu geçirdiği süreci El-Münkız Mine’d Dalal adlı kitabında şöyle anlatır;

“ Gençliğimden itibaren 50 yaşımı aştığım bu ana gelinceye kadar, bu engin denizlerin derinliklerine dalmaktan hiç geri durmadım. Coşkulu denizlere çekingen korkaklar gibi değil, cesur kimselerin dalışı gibi daldım, gördüğüm her meselenin üzerine atladım. Her zorluğun içine apansız girdim. Her fırkanın inanış ve fikirlerini inceliyor, her grubun tuttuğu yolun inceliklerini ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Araştırdığım fırkaların hak veya batıl, sünnete uygun veya bidat sahibi olmaları konusunda ayrım yapmıyordum. Bâtınîlik yolunu tutmuş her fırkanın, bu düşünceyle ne hedeflediklerini öğrenmeye çalıştım. Zahirilik yolunu tutmuş olanların, bununla neler elde ettiklerini ortaya çıkarmaya gayret ettim. Felsefe yolunu tutmuş olanların, sahip oldukları felsefeyi bütün esaslarıyla öğrenmeye özen gösterdim. Hiçbir kelâm âlimini dışarıda bırakmadan kelamdaki yöntemini ve mücadelesini öğrenmeye çaba gösterdim. Bütün gücümle ne kadar sufi var ise onun sufiliğindeki sırları öğrenmeye, ne kadar abid var ise bu ibadetleriyle neler kazandığını araştırmaya çalıştım. Bütün zındıkların, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını kabul etmeyenlerin, bu inanış veya inkarlarının arkasında yatan sebepleri titizlikle araştırdım. Her şeyin hakikatini öğrenmeye karşı duyduğum susamışlık; baştan ve gençliğimden beri tuttuğum yol ve benim bir hasletim olmuştur. Bu hasletler, Allah tarafından benim yaratılışıma ve hamuruma katılmış özelliklerdir; benim seçimim ve tercihim değildir. Bunun sonucunda çocukluğumun coşkulu çağlarından itibaren taklit bağlarından sıyrıldım ve büyüklerimizden miras kalan sırf taklide dayalı inanç esaslarından koptum. Çünkü Hristiyan çocuklarının hepsi bu din üzere yetiştiklerini, Yahudi çocuklarının sürekli bu dinin esaslarına göre büyüdüklerini, Müslüman çocuklarında istisnasız İslam dini üzere yetişmekte olduklarını görmekteydim. Yaratılıştan gelen asli hakikati ve ana baba ile hocalar aracılığıyla kazanılan sonraki inanç esasları ve taklit unsurlarının hakikatini öğrenme konusunda içimde büyük bir istek oluştu. Taklit, başlangıçta birtakım telkinlere dayanmaktaydı. Bunların da hangilerinin hak ve batıl olduğu konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. Kendime şöyle dedim: Benim istediğim, her şeyin gerçek yüzünü öğrenmektir. Öyleyse önce bilginin gerçek yüzünün ne olduğunu öğrenmekle işe başlamam gerekir. „

Gazzâlî’nin kalem kutusu
Gazzâlî’ye göre O dönemde İslamiyet’in birliğine kötü anlamda doğrudan etki edecek fikirler hızla yayılıyor, bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar, diğer yandan Kur’an’ın apaçık ayetlerini karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Bâtınîler, İslam dinine ve Ehl-i sünnet itikadının bütünlüğüne büyük zarar veriyordu.

Bâtınîlik, Gazzâlî’nin döneminde ortaya çıkmış ve Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk bu görüşün üyeleri tarafından öldürülmüştür. Gazzâlî bu dönemde Ehl-i Sünnet dışı grupların görüşlerine karşı reddiyeler yazarak mücadele etmiş, Mutezile ve Bâtınîlik’e karşı altı tane eser yazmıştır.

Felsefeye karşı verdiği mücadele ile İslam dünyasında felsefi düşüncenin gelişmesini önlediği düşünülmektedir. Yunan felsefesine karşı yazdığı reddiyeler sonucunda İbn Rüşd, İbn-i Tufeyl ve İbn Bacce gibi düşünürler felsefeyi ona karşı savunmak ihtiyacı duydular. Gazzâlî felsefe öğrenerek ve felsefi yöntemler kullanarak felsefecilerle tartışmış, sert eleştirilerini reddiyeler şeklinde yazarak Aristoteles, İbn-i Sina ve Farabi’nin üzerine yöneltmiştir.

Gazzâlî’nin felsefeye yönelik olumsuz tutumuna karşın mantığın birçok yanını İslam din bilimlerine sokmada önemli katkısı olmuştur.

Gazzâlî İslam inanç felsefesi olan Kelâm’ın daha çok akaid kısmına önem vermiş ve akıl yerine sezgiyi ön planda tutmuştur. Mantık ve münazara ilkelerini kullanmıştır. Bununla beraber Kelam ile tatmin olmayan Gazzâlî tasavvufa yönelerek aklın yerine mükaşefeyi koymuştur. Sûfizm ve Şeriat alanında büyük rol oynamış, Sûfizm kavramını şeriat yasaları ile birleştirmiş, eserlerinde tasavvufu ilk olarak teorik anlamda açıklamıştır. Çalışmalarında Ehl-i Sünnet görüşünü benimsediği ve diğer görüşlere karşıt olduğu da söylenebilir. Katkılarıyla tasavvufun uzun süre yaşayabilmesini sağladı.

Gazzâlî Orta Çağ Müslüman ve Hristiyan filozoflarını büyük ölçüde etkilemiş, çalışmaları İslam dünyasında Avrupalı bilginlerin dikkatini çeken ilk şey olmuştur. Aziz Thomas Aquinas (1225-1274) bunlardan biridir. Gazzâlî’nin etkisi Aziz Thomas Aquinas’ın Hıristiyan teolojisi ile ilgili çalışmalarıyla karşılaştırılsa da ikisi arasında metot ve inanç bakımından bazı büyük farklılıklar vardır. Gazzâlî Müslüman inancına sahip olmayan (Aristoteles ve Sokrates gibi Antik Yunan filozofları) düşünürleri ve onların fikirlerini reddeder. Thomas Aquinas ise Yunan ve Latin etkilerini çalışmalarında göstermiş ve bütün herkesi kucaklamıştır.

Gazzâlî’nin kitapları birçok Batı diline çevrilmiştir. Eyyühe’l Veled adlı kitabı UNESCO tarafından 1951’de Fransızca’ya, İngilizce’ye ve İspanyolca’ya tercüme edilmiş ve bunun gibi birçok kitabı da çeşitli dillere çevrilerek basılmıştır.

Gazzâlî

Gazzâlî ve tasavvuf

Gazzâlî’nin doğduğu ve büyüdüğü yer olan Tus, o yüzyılda büyük bir tasavvuf merkezi olarak anılıyordu. Gazzâlî’nin öğrencilik hayatında tasavvuf geri planda kaldı. Geçirmiş olduğu ruhsal bunalım sonrasında tasavvufa yöneldi. Silsile-i saâdât’tan olan hocası Ebu Ali Farmedi’den dersler alarak, tasavvuf konusunda icazet aldı. Gazzâlî’ye göre tasavvuf, insanın manevi hastalıklarından kurtulmasında en önemli etkendir. Kimya-i Saadet adlı eserinde şöyle der;

“ Beden kalbin ülkesidir. Bu ülkede kalbin birçok askeri vardır. Kalb ahiret için yaratılmıştır. Allah’ı tanımak ise onun yarattıklarını bilmekten geçer. İnsanın bâtınında olan sıfatların genel hayvanlara, bazısı yırtıcı hayvanlara, bazısı şeytanlara ve meleklere ait olan sıfatlardır. İnsan bunların hangisinden olduğunun farkına varmalıdır. Çünkü insan bunları bilmezse doğru yolu bulamaz. Bu saydığımız sıfatların her birinin gıdası farklıdır. Hayvanın gıdası yemek, uyumak ve çiftleşmektir. Yırtıcı hayvanların gıdası mutluluğu da parçalamak, saldırmak ve öldürmektir. Şeytanların gıdası ise aldatmak, hile ve kötülük yapmaktır. Meleklerin gıdası ise Allah’ın cemalini müşahede etmektir. Hırs, hayvan ve yırtıcı hayvan sıfatları melekliğe çıkan yol değildir. Eğer sen aslında melek cevheri isen Allah’ı tanımaya uğraş ve kendini o cemali müşahede edecek hale getir. Kendini öfke ve şehvetin elinden kurtar ve bu hayvan sıfatlarının sende niçin yaratıldığını anlamaya çalış. „

Âlimlerin sınıflandırılması

Gazzâlî hakikati araştıran âlimleri dört sınıfa ayırır.

Bâtınîler: Hakikatin “imam”dan talim yolu ile öğrenileceğini kabül ederler.
Filozoflar: Hakikatin bürhan, delil ve mantıkla öğrenileceğini kabûl ederler.
Kelâmcılar: Rey ve istidlâl sahibi olduklarını kabül ederler.
Mutasavvıflar: Hakikatin keşf ve ilhamla öğrenileceğini kabül ederler.

Gazzâlî

Eserleri

Gazzâlî’nin, risâle ve reddiyeleri ile birlikte 500’e yakın kitap yazdığı hakkında bilgiler vardır. Mısırlı bilim insanı Abdurrahman Bedevî yapmış olduğu araştırmalara göre, Gazzâlî’nin 457 adet kitap yazdığını belirtir. Ancak günümüze kadar ulaşan eserlerinin sayısı 75 tanedir.

  • İhya-u Ulumi’d-din – Gazzâlî’nin en çok bilinen ve en büyük eseridir. Bu kitapta fıkıh ve tasavvuf konuları ele alınmıştır. Dört kısımdan oluşur. Kitap yazılışından bu yana İslâm dünyasında çok okunan kitaplar arasındadır. Kitaba dair çeşitli şerhlerde yazılmıştır.
  • El münkız mine’d Dalal – Bu kitabında, hakikate nasıl eriştiğini anlatmakta ve bazı fırkaları inceleyerek tenkit etmektedir.
  • Makaasidü’l Felasife – Felsefeyi tenkit etmeden önceki incelemesidir.
  • El Mustafa – Fıkıh usûlü’ne ait konular içerir, dört bölümden oluşmaktadır.
  • Tehafütü’l Felasife – Aristo felsefesine tenkit amacıyla yazılmıştır.
  • El İktisad fi’l İtikad – Kitap, itikad konuları içerir.
  • Kimya-i Saadet – iman ve ahlaka ait konuları içerir. İhya’u Ulûmi’d Dîn kitabının kısa bir Farsçaya çevrisi niteliğini taşır.
  • El Kıstasü’l Müstakim ve Fedâih-ul-Bâtınîyye – Bâtınîlere reddiye ve eleştiri olarak yazılmıştır.
  • Bidayetü’l Hidaye – Din ve ahlak bilgilerini öğreten bir kitaptır. Birinci kısmında zahirî ibadet ve ahlaktan ikinci kısmında kalbin itaat ve isyanı konusunu ele alır. Daha sonra göz, kulak, dil, cinsiyet uzuvları, eller ve ayakların güzel kullanılmasından söz eder. Son bölümünde kalbin iki yüzlülük ve kibir gibi kötülüklerden temizlenmesi konularını anlatır.
  • Miyarül İlim
  • Mihekkun Nazar
  • Mişkatü’l Envar – Nur Suresi 35. Ayet’in tefsîridir. İlahi nurların sırları hakkında yazılmış tasavvufi eserdir.
  • Tefsir’u Yâkûti’t Te’vîl
  • Cevâhir’ül Kur’ân
  • El Bâsıt
  • El Vâsit
  • Maksaadü’l–Esnâ fi Şerhi’l-Esmâü’l Hüsnâ
  • Makaasıd Maznun’ü Bih la Gayri Ehlih
  • El Vecîz
  • Fedâihu’l Bâtıniyye: Batınilere tenkit ve reddiye olarak yazılmıştır.
  • Mizanü’l Amel
  • Faysal ül-tefrika beyne’l –İslâm ve’z-zendeka
  • İlcam ül-avam an İlm-i Kelâm
  • El Mustazhiri
  • Er-Redd ül-cemil Ala Sarih
  • Kitab ül-erbain
  • Minhac ül-abidin
  • Eyyühe’l Veled
  • Mükâşefetü’l-Kulûb – 111 babtan oluşan tasavvufi eserdir.
  • Nasihatü’l Müluk
  • Ed-Dürc
  • Mafsalü’l Hilaf
  • Hüccetü’l Hak
  • el-İmlâ alâ Müşkilâti’l-İhyâ – İhya-u Ulumi’d-din’de anlaşılması zor olan noktaları aydınlatmak için yazdı.

Popüler kültürdeki yeri

2020-2021 yılları arasında TRT 1’de yayınlanan Uyanış: Büyük Selçuklu dizisinde Cemal Toktaş tarafından canlandırılmıştır.

error: İçerik korunuyor !!!