İslami açıdan Toplumunun Sosyolojik Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Dini Yönden Türk Toplum Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Türkiye toplumunun sosyal yapısı “üzerine türlü teoriler üretilmiştir, bunların bir bölümü resmi tarih ve resmi teorilerdir. Tarih, bu bilgi dalının karakteri gereği hemen her dönemde Siyasal iktidarların eğilimi yönünde toplumu tanımlar. Özellikle ülkedeki 70 yıllık Siyasal rejim adeta öznel tarihini yansıyarak kendini hayatiyet alanı açabilmiştir. Ancak yine de tarih, sıkışınca müracaat edilen bir mekan, merci ve hacet kapısı yerine kullanılmaktadır. Bazen düşmanların gözünü korkutmak için, bazen doğal bir ihtiyaçtan, bazen de sağduyunun çalması sonucu yeniler eskilere sığınır, onları anlar. Tarih en ziyade hatıra getirildiği zaman dilimi, onun kırılma dönemleri, eski deyimle def-İ mefsedet halleri olsa gerekir.

Resmi tarihte elbette her zaman yalan söylemez. Belki küçük rötuşlarla büyük yanılgılara neden olur; makyaj değiştirir, mask tazeler. Bir de kimi tarihsel kareleri dev aynasında gösterir; kiminin fotoğrafını bile çekmez. Tarih kötüdür yahut tarih iyidir türünden yargılar bu yargıya varanların kendi gelecekleri hakkındaki kehanetten başka nedir ki? Günümüzün resmi tarihsel perspektiften görüntüsü herkesçe malum; tarih kötüdür, şimdiyse iyidir. Tarih, bireyi, toplumu, sistemi ile başlangıcından beri halkın yahut halkların karanlıklarda yaşadığı dönemlerdi. Kitaplar yazmıştır ama kamu vicdanında yankısı bulunmadığı için belki de insanlar çabuk unuttular; aslında yeni tarihsel dönemin fikri kurucuları tarafından savunulmuştur, denilmiştir ki İslam, Türkiye toplumunun tarihsel ve geleneksel hızını kesmiştir. Bir resmi tarihsel söylem açısından İslam, orta Asya’dan kopup gelen bu cevval kavmin hem ileriye dönük yönünü değiştirmiştir, hem de onun nizamını alem davasında geri bırakmıştır!

Nerede, ne zaman, hangi delile dayandırıldığı belirtilmeksizin cumhuriyet, demokrasi ve hatta laiklik bu toplumun öznel bünyesinde öteden beri var olan olgular gibi gösterilmiştir. Ülke yönetiminde tek söz sahibi gibi görünen TBMM’ye kadar girmiş nice insanla konuşursanız işitirsiniz, yukarıdaki yargıyı ya da çok yakın bir iddiayı. Ancak delil sormayacaksınız, çünkü bu böyledir. Yani Türkler doğuştan (Orta Asya’dan) demokrat, cumhuriyetçi ve laiktirler. Eski Şamanist Türklerden birkaç eski püskü delil bile gösterebilirler size… Yine resmi teorilere göre düne kadar Türkiye’de Türk’ten başka kavim yoktu. Varsa da kimisi kuzeyde Türk’ün deniz görmüş kısmı, kimisi karda yürüyüp izini hiç kaybetmeyen ve kart kurt sesleri çıkaran dağlı kesimidir. Onlarda herkes gibi özbeöz Türk’türler. Öyleyse “Ne Mutlu Türküm Diyene”… Ayrıca kendini Türk hisseden herkes Türk’tür! Bu ülkede yaşayıp kendini Türk hissetmemek ise hem ayıp hem günahtır.

Ülkede sürdürülen resmi söylemin halkından, halkın düşünce ve yaşama tarzından tamamen kopuk ve tepeden inmeci bir zihniyet olduğu savunulur. Ama bunu bütünüyle paylaşmak bize doğru gözükmüyor. Birtakım dayatmacı yöntemlerle halkın kimi konularda zorla yönlendirildiği, çeşitli dönemler için doğrudur. Ancak halkın tüm bu olup bitenlere çanak tutucu rıza felsefesi, göz yumulduğu yani müstahaklığı da görmezden gelinemez. Zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Kurt ile kuzunun aynı mekanda yıllarca ve kardeşçe yaşaması… Eğer yaşıyorlarsa ya kurt kuzulaşmıştır ya kuzu kurtlaşmış, tabiatları bozulmuştur. Toplum mozaiği hakkında ileri sürülen teorilerin en iyi niyetli ve üslubu düzgün olanı; “uysal ve tepkisiz“ benzetmesidir. Öteki benzetmelerin çoğu bu vasıfları daha çok uç noktalara taşıyan örneklerdir. Örneğin toplumun çoğunluğu en çok bedevi, hala göçebe, köylü, taşralı, kolektif bilinçten yoksun ve en nihayet Aziz Nesin tarafından aptal olarak nitelendirilmiştir.

Üçü de kendi köşesinde birbirinden daha marjinal üç sınıftan söz edilebilir. “ Türkiye Toplumu “içinde: yöneten sınıf (büyük sanayici iş adamları onların ortağı sayılır), yönetilen kitleler ve aydınlar (geniş kitleden kültürü ve yaşam biçimi ile kopmuş ama yöneticilerin dümen suyuna girmemiş olanları sayıyoruz yalnızca, büyük, gittikçe büyüyen medya, gazete patron ve milyarderleri de hariç elbet). Üç sınıfta birçok bakımdan birbirine karşı, birbirinden hazzetmeyen, birbirini götürmek istedikleri yöne inat edip gitmemekte direnen, elinden gelse öteki sınıfları susturacak kadar onlardan uzak düşen duyarlılıklara sahiptirler. Yani aralarında ciddi bir sevgisizlik, kopukluk, soğukluk egemendir. Resmi söylemle her ne kadar kendini Türk hisseden herkes Türk sanılsa da en azından her Türk’ün bir diğerine muhabbet ve sadakatle bağlanacağı bir urvetul vuska yoktur. Son yıllarda toplumun sosyal yapısını belirlemeye yönelik resmi olmayan ama sağlıklı ve derinliklide olmayan çalışmalar, iddialar, değişik görüşler yoğunlaştı. Tarihsel kökleri bulunan bir toplumun bu gününü belirlemede ve kurmada geleneksel yapısına yönetmenin önemi, hiç olmazsa bu kadarı, hem de Müslüman olmayan aydınlarca vurgulanmaya başladı. Tek parti despotizminin neredeyse günümüze dek sürdüğü bir dönemde, tek sesliliğin yerini çok sesliliğe terk etmesi açısından bu bir gelişme olarak görülebilir. Ancak bilim ve gerçeklik uğruna, gerekirse acımasız olundukça hakikat, ne anlaşılır ne de elde edilebilir. Toplumda var diyorsak eğer çöküntüyü yalnızca sömürgecilerin aleyhteki çalışmalarıyla açıklamaya kalkışmak, toplumun kendi kusurlarını göz ardı etmek, yine çözümsüz sonuçlarda sorunları düğümlemekten öte bir işe yaramaz. Türk toplumunda kültür, öteki her şeye benzetilerek adeta bir fors, askeri üniforma gibi kullanılmaktadır. Fiyakasından geçmemektedir çoğu insanın.

Türk Toplumunun Sosyolojik Yapısı

Bizim taşra kentinde bir vakitler bitpazarında Avrupa eskisi giysiler satılırdı. Avrupalılar eski giysilerini güya yardım olsun diye Filistin’e gönderirmiş. Onlar bu yabancı giysileri en yakın ülke olan ve bu giysileri çoktan giymeye alışkın Türkiye’ye Suriye üzerinden kaçak olarak gönderir, yerine kaçak tütün vs. alırlarmış. İşte bu giysilerden bir takım elbiseyi esnaftan bir adam satın almış, giyinmişti. İşin ilginç yanı ceketin iç cebi üzerindeki Avrupai etiket görünmediğinden onu da söktürüp ceketin dışındaki mendil cebinin üzerine rozet gibi diktirmişti. Sanırım hala iftiharla rozet kullanan yegane ülke Türkiye’dir. Her vesile ile profesörlüğünü gündeme getiren hocalar yabancı dil bilgisini kullandığı kelimelerle sergilemeye koşan bilgiçler, din hakkında konuşanları ille de müftü görmek isteyen dindarlar, basit bir haberi veya hakikati hatırlayıp halkı aydınlatmayı amaçlayan yazı ve sözlerdeki ağdalı, gösterişli üslup, her şeyi ille de üniforma gibi kullanma arzusunun göstergesi değilmidir? Ya Batı’dan gelen her şeye karşı o sonradan görme tavrın mazereti de var kuşkusuz. Bir kere gelen nesne (Ve beraberinde gelen ahlak) gerçekten ilk karşılaşılan bir nesnedir. İkincisi, Batı niceden beri icat ve keşiflerin merkezidir. Üçüncüsü ise, üretilen şey bu ülke toplumunun gerçekten yabancısıdır. Zira batı kendine özgü şeyler üretmekle, kendi yaşama standartları ve dünya görüşü çerçevesinde biçim vermektedir. Bunlara şaşırmak da toplum belki haklıdır. Ama bunları topluma taşıyanlara ne demeli? Herhalde bilgi ve görgü artırım denemeleridir, bunlar. Ve bilinçsizce, hiç kritik etmeden, tüm reklam mallarına saldırmanın haklı ve anlamlı bir yanı yoktur. Sonra bütün bunlar feodal kalıntılar, göçebelik, taşralık, köylülük ile izah edilir ve hatta aptallıkla…

Düşünmesi az olan toplumun duygusallıkları yaşantısında daha ağır basar, bu sonuç doğaldır. Türkiye toplumu çoğunluk itibari ile duygusal bir toplumdur. Bu yüzden kolay dönüşen bir toplumdur. Geleneksel yapısında da bu vardır. Salt akıl yürütmek, düşünmek yerine, deyim yerindeyse, filozofiye (hikmet yumurtlama çabası anlamında) eğilim daha ziyadedir. Filozofiye de İslami hikmet kavramıyla örtüştürerek kendince ona meşrutiyet elbisesi giydirmiştir. Bir kere herkesin hayatı romandır.

Hemen herkes filozof yada şairdir. Biraz avam kalanlar halk filozoflarıyla idare eder. Bunların çoğu da veli sanılan delilerdir. Daha kültürlü çevrelerde yaşayanlar en son moda felsefe cereyanlarının erken muhibbidirler. Bakılırsa daha kaynaklarında kim olduklarını iyice anlamadan postmodernist Türkler aramızda dolaşmaktadır. Özgür düşünceden çok filozofiye ve kendince sözlere eğilimi, toplumun, alıştırıldığı ve özendirdiği hoşgörüsünden, tevilci mantalitesinden ve aşırı duygusallığından kaynaklansa gerekir.

Türkiyede Yaşanan İslam

Kur’an‘ın öğrettiği İslam ile halkın yaşadığı İslam arasındaki bariz farkları gözlemlemek de toplumun yapısı hakkında ipuçları, bilgiler veriyor. Örneğin Türkiye toplumunun Kur’an‘a bakışının tipik modeli Osman Gazi’ye yaşatılmış, efsaneleştirilmiş ve bir halk mitolojisi gibi yinelenip durmaktadır. Osman Gazi eğer doğruysa yatmak için girdiği odada duvara asılı Kur’an-ı Kerim i görünce, Kur’an‘ın bulunduğu odada edebinden uyuyamamış, sabaha kadar uykusuz beklemiştir. Evet, bu belki mütevekkil sanılan bir tavırdır ama düşüncesizcedir. Ve tevekkül noksanlığı değil lakin düşüncesizlik Kur’an‘ın nasıl yendiği bir tutumdur. Halkların yanlış tevekkül eğilimine, duygusal bakışına örnek çoktur. Örneğin Kur’an-ı Kerim, insanın kendi başına, bağımsız düşünmesine verdiği önemi, hiçbir tutum ve tavra vermemiştir. Ama bunu görmezden gelen insanlar Kur’an‘da ancak birer defa zikredilen “vesile“ ve “nazar “ kavramları üzerine nice korkunç ve İslam dışı felsefeler bina etmişlerdir. “Vesile“ öne sürülerek, Allah ile kul arasında aracın bile bulunması gerektiği bile savunulmuştur. “ Nazar“ ile de büyücülüğe, sihre, fala, şans oyunlarına neredeyse caizeler üretilmiştir. Her iki telakki Kur’an‘ın başka ayetleri ile tevhidin karşıtı gösterilerek verilse de, ne gam; halk kendi duyarlığına uygun felsefeyi yakalamıştır, üstelik kendince bunun kaynağı Kur’an’dır, gerisi onu pek ilgilendirmemektedir. Elbet kitlelerin bu tavrı, aynı tavrı onaylayan halk hocaları tarafından da sürdürülmüştür. Hatta halkı bu tavra biraz da onlar sevk etmişlerdir. Halk ağzı konuşan vaazlar kürsüde yüzyıllarca yanlışın çığırtkanlığını yapmışlardır. Halkın o kürsülerden işittikleri ile ALLAH’ın sahih dini arasında bazen büyük uçurumlar olmuştur.

Duygusal halkın yaşamı nükte ve fıkralar üzerine bina edilmiştir, adeta. Kuşkusuz bir açıdan bakıldığında bu folklorik ve kültürel bir zenginlik olarak gözükür. Ancak atlanan bir nokta vardır. Kendini İslam’a nispet eden bir halk, ezberlediği yahut ürettiği nükte ve fıkraların onda yahut yüzde biri kadar bile dinlerinin kaynağı olan ilahi vahiy ile temasa geçmemiş, ilişkiye girmemiştir. Yönetenleri memnun bırakan bu tutum, bilenlerin de, başka bilenler çıkmayacağı için işlerine gelmiştir. Halk ozonları, halk nüktedanları hatta halk vaizleri bile bazen günlük namazda okudukları Kur’an ayetlerinin ne demeye geldiğinden habersiz, ömürler tüketmişlerdir. Çünkü böyle gelmiş, böyle gitmektedir. Ve böyle gelip böyle gitmekte olması güya filozofça, şairce bir edadır. Bunca dinine bağlı bir halkın, Türkiye’de hemen büyük çoğunlukta ladini bir hayat sürdüren ve onu dayatan hükümlere nasıl tahammül ettiği zaman zaman hayretle sorunla gelmiştir. Bu sorgulamada iki yanlış var: biri halkın dindarlığı, ikincisi de yönetenlerin dinsizliği. Her iki kesimin de aslında dine bir bakış açıları, dini bir yorumlayış tarzları vardır. Ve o pencereden bakıldığında her iki kesimde aynı ton ve edada bir tür dindarlardır. Bu “ Türk Tipi Müslümanlık” tır. Birazı politikacıların İslamizasyon politikalarının ekmeğine yağ sürmektedir bu tür Müslümanlığın… Bir kısmı halkın düşünme melekesine galebe çalan kökleşmiş duyarlıklarını okşamaktadır… Eh, bir kısımda diğer dinlerden, Budizm, şamanizm, Hristiyanlıktan devşirilmedir.

Türkiye halkları yüzyıllardan biri Müslüman’dır. Güzel, hayırlı Müslümanlık modelleri ortaya koymuşlardır. Büyük bir Müslüman medeniyeti gelecek kuşaklara emanet etmişlerdir. Ne ki halkın dini, hakkın dini ile zaman zaman tashih edilmez, bir tecdide tabi tutulmazsa bulanıklaşır. Hele İslam ilahi, halkın dindarlığa beşeri olduğundan, tecdid yani yenileme, Müslümanlar bakımından dönem dönem büyük bir ihtiyaç olarak belirir. Dervişler, halk arifleri, ozanlar diliyle tümden müteşabih (çok anlamlı) bir üslup kazanan dinsel söylemin ilahi vahiy ile tashihine, tecdidine gerçekten zaruret doğmuştur. Aksi takdir de her an kendisiyle ve her şeyiyle çelişen eceli dinsel söylem, halkın ve yönetenlerin birbirinden razı olduğu bir ortamı var edebilir. Ama bu sonuç çokluk Hakk‘ın memnun olmadığı, daha doğru bir ifadeyle razı olmadığı bir ortamdır. Hakk’ın rıza göstermediği bir son ise kötü akıbettir. Resmi ve gayri resmi herkesin gönlünde yatan, etliye sütlüye bulaşmayan, siyasetten ALLAH’a sığınan, toplumları ve bireyleri yönetmeye kalkmayan belki yalnızca vicdanlara hafif bir korku salan şu “Türk Tipi Müslümanlık” sorgulanmalıdır.

Türk Halkların İslami Yaşantısı

Bir toplum ki düşünme melekesini pek fazla kullanmaz, ama sıra dine geldiği zaman tabir caizse kafasına göre takılır, ne hikmetse o noktada dini keyfine uydurur. Düşünmemek yerine nükteler, fıkralar, maniler, espriler, dervişan öyküler, mitolojiler, platonik ve her türlü aşk masalları, efsun, uğur, şans teraneleri, yani bir cümle çok anlamlılık bazen anlamsızlıklarla ömrünü harcar. O toplumun felahı elbet gecikir. Halkın bütün bu yatkınlığı var gücüyle destekleyen aydınlar bu tutumları bir de milliyetçilik muhafazakarlık sanmazlar mı? Varın hesaplayın erişilen yanlışlığın boyutunu. Bir garip dünyadır bu toplumun dünyası ki yaşarken din ve Allah’a karşı tepkisinin düzeyi hangi şiddette ise ölünce arkasından hem de namazını kılanlar tarafından aynı şiddette “ iyi biliriz” denilir. Sonra inanıp inanmadığı meçhul Allah’ı adına namazı kılınıp defnedilir. Ancak onların içlerinden samimi birisi çıkar, “ benim namazımı kılmayın, ben inanmıyorum” derse herkesin daha çok tepkisini çeker, ne demek namaz kılmamak, diye… Samimiyetsizliğe prim ve ödül dağıtılırken, samimiyetin ödülü horlanmak mı olmalıydı?

Toplumlarında huyları, karakterleri, alışkanlıklar vardır. Huy değiştirmek alışkanlıklardan vazgeçmek zordur. Türkiye toplumu şimdi bu en zor kapının eşiğindedir geleneksel deyişle, eşikte duranı yel çabuk çarpar. Kapıyı kapatıp acilen ya içeri girecek ya yine dışarıda kalacaktır. Bizim aralarında yaşadığımız, birçoğu akrabamız olan kendi toplumumuza önerimiz, Müslümanlık iddiasının sadra şifa verecek biçimde hakikatle örtüşmesi için “Müslümanın yeniden Müslüman olması” gerekmektedir. Yüzyılımızın başında büyük Müslüman düşünür Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” sanırız yeni yüzyıllar bu sözü iki şıkkıyla da doğrulayacak Müslümanları beklemektedir. Duygu sömürüsüne değil düşünceye çağrıldığının, kurtuluşun nükte ve fıkralarda değil Allah’ın ayetlerinde yazılı bulunduğunun bu topluma, bu insanlara birileri tarafından söylenmesi artık gerekliydi. Her geçen gün ihtiyaç biraz daha artmaktadır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

 

Yasir

AMMAR B. YASİR

AMMAR B. YASİR

Eğer cennette doğup orada yetişip, sonra da bir nur ve ziynet olarak yeryüzüne gönderilen insanlar olsaydı, bunlar Ammar B. Yasir annesi Sümeyye, babası Yasir olurlardı herhalde…

Fakat niçin “olsaydı” diyoruz ki… Böyle bir varsayım da niçin bulunuyoruz ki, Yasir ailesi gerçekten cennet halkındandır.

Hz. Peygamber onlara:

“Sabredin, ey Yasir ailesi! Varacağınız yer cennettir “! Derken teselli olsun diye konuşmuyor, bilakis bildiği ve gördüğü bir gerçeği dile getiriyordu.

Ammar B. Yasir’in babası Yasir Bin Amir, memleketi olan Yemen’den ayrılmış, bir dost ve kardeş bulma ümidiyle yollara koyulmuştu…

Mekke‘yi beğenmiş ve oraya yerleşmişti. Ebu Hüzeyfe Bin Muire’nin himayesinde orayı vatan edinmişti.

Ebu Hüzeyfe onu cariyelerinden Sümeyye Bin ti Hayyat ile evlendirmişti. Daha sonra bu kutlu evlilikten Ammar B. Yasir dünyaya gelmişti…

Yasir ailesi erken dönemde Müslüman olmuş ve Allah‘ın hidayete erdirdiği o kutlular kervanına katılan ilklerden olma şerefine ermişti. Ve ilk müslümanların başına gelen, Kureyş’in o acıklı azabından paylarına düşeni fazlasıyla almıştı… O sıralar Kureyş, Müslümanları sindirmek için her türlü çareye başvuruyordu.

Eğer Müslüman olan kişi zengin ise, onu tehditle sindirmeye çalışıyorlardı. Ebu cehil zengin bir Müslümana rasladığında: “senden daha hayırlı olan babalarının dinini terk ettin… Seni akılsızlıkla suçlayacağız. Şerefini beş paralık edeceğiz… Ticaretine engel olacağız, iflas edeceksin .” şeklinde sözler söyleyerek psikolojik savaş yapıyordu…

Öte yandan eğer Müslüman olan kişiler, Mekke’nin fakir, zayıf ve köle insanlarıysa, bunlara karşı daha şiddetli sindirime hareketleri uygulanıyordu…

Ammar b. yasir

YASİR ailesi bunlara işkence etme görevi, Mahzumoğulları’na verilmişti…

Bu insanlar, Yasir ailesini her gün Mekke’nin yakıcı sıcağına çıkarırlar ve akla, hayale gelmeyecek işkenceler yaparlardı.

Bu azap işkenceden Sümeyye‘nin payına düşen, gerçekten korkunç ve akıllara durgunluk verecek şiddetteydi. Sümeyye‘nin o vakit gösterdiği azim ve kararlılıktan, ileride Müslüman kadınların durumunu anlatırken bahsedeceğiz. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, İslam şehidi Sümeyye‘nin o gün gösterdiği cesaret, abartısız beşer tarihinde bir eşi ve benzeri daha görülmemiş değerdeydi.

Bu azim ve kararlılığı sayesindedir ki, Sümeyye her asır ve zamanda müminlerin gönlünde şerefli bir anne olarak taht kurmuştur.

Resulullah (S.a.v) Yasir ailesinin işkence edildiği yere gelir, bakar; fakat o gün için elinde onları kurtaracak bir güç olmadığından çaresiz kalırdı.

Bu tamamen Allah‘ın bir kaderi ve takdiri idi… Bayrağını Hz. Muhammed’in dalgalandırdığı bu yeni din, -Hanif olan İBRAHİM’in dini- arızi ve geçici bir ıslah hareketi değildi.

Bilakis inananlar için bir düsturu ve yaşam biçimiydi…

O halde müminlerin, bu dini, kahramanlıkları ve fedakarlıklarıyla birlikte gelecek nesillere aktarmaları gerekmektedir. Zira din ve akide’nin ayakta durabilmesi, bu şerefli ve yüce fedakarlıklara bağlıdır.

Bu mücadele ve fedakarlıkların her biri, müminlerin kalplerine sürur, gıpta ve sadakat tohumları eken ve onları dinin hakikat’ına erdiren birer nümune-i imtisaldir.

Evet, İslam için kendisini feda edenler vardı ve olmak zorundaydı… Nitekim Kur’an-ı Kerim bir çok ayetinde bu manaya işaret etmiştir:

“İnsanlar, inandık demekle bırakı verileceklerini, imtihana tabi tutulmayacaklarını sandılar?”

“Yoksa siz, Allah içimizden Savaşanlarla savaşmayanları belli etmeden, sebat edenlerle etmeyenleri belirlemeden cennete geri vereceğinizi mi sandınız. “

İlk karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah‘ın emriyle idi. Bu, Allah‘ın müminleri ayırt etmesi, münafık olanları da açığa vurması içindi.”

Allah, müminleri sizin üzerinde bulunduğunuz şu halde bırakacak değildir. Nihayet mirası temizlen ayıracaktır.“

“Yoksa siz kendi halinize bırakı verileceğinizi, içinizden cihat edenleri Allah‘ın bilmediğini mi sandınız?”

“And olsun biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir. Allah elbette sadık olanları da bilir, yalancı olanları da bilir.”

İşte Kur’an müminlere, fedakarlığın, imanın cevheri ve Özü olduğunu bu şekilde anlatıyor… Ve zalimlerin zulmüne, sabır, sebat ve inatla karşı konulması neticesinde imanın faziletlerinin birer birer ortaya çıkıp şekilleneceğini haber veriyor. Bu şekilde Allah‘ın dini, temellerini sağlamlaştırarak kökleşiyor ve kendisini bu yolda feda ederek nefsini tezkiye eden Allah erlerinin hayatlarından çarpıcı tablolar sunar ve gelecek nesillere yol gösteriyor, ışık tutuyor… İşte Sümeyye, Yasir ve  Ammar B. Yasir‘de kendilerini Allah yoluna adamış, bu mübarek, yüce ve örnek şahsiyetlerindendirler…

Yasir kimdir

Hz. Peygamber’in her gün YASİR ailesinin işkence edildiği yere gidip, onların sebat ve cesaretlerine tanık olduğunu söylemiştik… Onların bu içler acısı durumu karşısında Resulullah’ın yüce kalbi şefkat ve merhamet dolardı. Ama o gün için elinden bir şey gelmezdi

Yine böyle bir günde, Resulullah dönüp gideceği sırada Ammar B. Yasir; “Ya Resulullah! Artık dayanamıyoruz; takatimiz kalmadı!” Diye seslendi. Resulullah da, “sabır! Ey Yasir ailesi! Muhakkak ki varacağınız yer cennettir.” Buyurdu.

Ammar B. Yasir ‘e uygulanan azabı arkadaşları şöyle anlatıyorlar:

Amr B. El-Hakem: “Ammar B. Yasir’e ne dediğini bilmeyinceye kadar işkence edilirdi.” Amr B. Meymun: “ müşrikler Ammar B. Yasir’i ateşle yaktılar. O sırada Resulullah oradan geçmekteydi. Yapılanları görünce elini başına koydu ve “ey ateş! Ammar B. Yasir için serin ve emin ol! Tıpkı İbrahim’e olduğun gibi. “Buyurdu.

Bütün bu işkenceler karşısında Ammar B. Yasir bedenen bir acı ve Istırap duymaktaydı: fakat ruhen rahat ve huzur içindeydi.

Evet… Ammar ruhen rahat ve huzur içindeydi… Ta ki müşriklerin eziyet ve işkencelerin son haddine vardığı o güne kadar. O gün müşrikler, Ammar’a akla hayale gelmedik işkenceler yapmışlar ve Ammar şuurunu kaybetme noktasına gelmiştir. Bu sırada müşrikler ondan kendi ilahlarını hayırla yâd etmesini istediler. Ammar da kendinden geçmiş, şuurunu kaybetmiş bir halde onların dediklerini tekrarladı… Aklı başına gelip durumu fark edince “ben ne yaptım?!“ Diyerek, daha büyük bir acı ve ızdırapla kıvranmaya başladı… İşte o gün bu durumun verdiği azap, müşriklerin tüm işkencelerinden daha ağır gelmişti Ammar B. Yasir’e.

Ammar B. Yasir, “ben böyle bir şeyi nasıl söylerim, bunu nasıl affettirebilirim?!” Düşüncesiyle adeta kahrolmaktaydı. Zira daha önceki eziyet ve işkenceler bedenine dokunurken, bu defa ruhu acı ve israf içindeydi… Zor olan da buydu..

Fakat Allah‘ın lütuf ve merhameti genişti… Nitekim zorlama anında söylenen bu tür sözlerin af olunacağı hakkındaki ayeti kelimeyi inzal ederek Ammar B. Yasir’ ve onun durumunda olanların kalplerine adeta su Serpmişti…

Allah Resulü Ammar B. Yasir’le karşılaştı, Ammar B. Yasir ağlıyordu… Resülullah onun gözyaşlarını sildi ve ona: “müşrikler seni yakaladılar, suya batırdılar, neredeyse nefesin kesilecekti, sen de şöyle şöyle dedin.“ Diyerek onları görmüşcesine anlattı.

Ammar B. Yasir’de cevaben: “Evet, ya Resülullah… “Dedi Allah Resulü de ona: “eğer seni aynı şeye tekrar zorlarlarsa yine onlara aynı şeyi söyleyebilirsin.“ Buyurdu ve şu ayeti kerimeyi okudu.

… ancak kalbi imanla dolu olduğu halde ( kelime-i küfrü söylemeye) zorlanan kişi hariç…

Bu ayetle Ammar B. Yasir rahatladı. Kalbi sükuna erişti. Ruhunu ve imanını yeniden kazandı. Bunun ötesi onun için önemli değildi.

AMMAR B. YASİR’in sebatı karşısında müşrikler çaresiz kaldılar. İstediklerini elde edemeyip, zelil bir halde geri çekildiler…

Hicretten sonra müminler Medine’ye yerleştiler ve İslam toplumunun ilk temelleri burada atılıp, yerleşmeye başladı bu toplum içerisinde Ammar B. Yasir’in müstesna bir yeri vardı..

Allah Resulü onu çok sever, Ashabına onun imanı ve ahlakı ile ilgili övücü sözler söylerdi…

Resülullah onunla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Ammar B. Yasir , ağzına kadar, imanla dolu bir insandır.” 

Halid B. Velid ile Ammar B. Yasir arasında cereyan eden üzücü bir olay sebebiyle de Allah Resulü: “Ammar B. Yasir’e düşmanlık eden, Allah’a düşmanlık etmiştir, Ammar B. Yasir’e buğz eden, Allah’a buğz etmiştir. “ buyurmuştu.

Bunun üzerine İslam kahramanı Halit B. Velid, derhal Ammar B. Yasir ‘in yanına gitmiş, özür dileyerek affını istemişti…

Medine’ye hicretlerinin akabinde Müslümanlar hemen bir mescid inşa etmeye koyulmuşlardı. Ashab bir yandan çalışıyor, bir yandan da Ali’nin söylediği şu şiiri tekrar ediyordu

Ayakta ve oturarak

Yahut toz toprak içinde kalarak

Allah’ın mescitlerini onaranlar

Hiç bu şekilde olmayanlarla bir olurlar mı?

Ammar B. Yasir’de mescidin bir tarafında çalışıyor, bir yandan da yüksek sesle bu şiiri okuyordu… Arkadaşlarından birisi, Amar B. Yasir‘in bu sözlerle kendisini ayıpladığını zannetti ve onun hakkında ileri geri konuşarak, ona buğz etti. Bu durum karşısında Allah Resulü: “ Ammar B. Yasir’le ne alıp veremediğiniz var?. O sizi cennete davet ediyor, size de onu cehenneme çağırıyorsunuz. Muhakkak ki Amar B. Yasir bendedir. ( benden bir parçadır).” Buyurdu.

Ammar bin yasir

Resülullah’ın bu derece sevdiği bir insanın, iman, sadakati ve dostluğu da şüphe yok ki kemal noktasında olmalıydı… Nitekim Ammar B. YASİR bu meziyetlere sahip bir kişiydi.

Allah, hidayet ve nimeti ona bolca ihsan etmişti, öyle ki hidayet ve yakındaki derecesi sebebiyle Allah Resulü ona imanını tezkiye etmiş. Ashabına onu örnek göstermiş ve: “benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e tabi olun… Ammar B. Yasir’in ahlakıyla ahlaklanın. “Buyurmuştu…

Raviler onu şu şekilde vasfetmektedirler:

“Uzun boylu, maviye çalan siyah gözlü, omuzları arası geniş, çoğunlukla susan, az konuşan bir insandı.”

Bu vasıflara sahip bir insanın hayatı acaba nasıl geçti?… Muallimi ve önderi Resülullah ile tüm savaşlara katılmıştı. Bedir, Uhud, Hendek, Tebuk ve diğerleri.

Allah Resül’ünün vefatından sonra da Gazvelere iştirak etmişti… İran‘lılarla, Rumlarla ve daha önceki ridde savaşlarında AMMAR B. YASİR hep en ön saftaydı… Allah yolunda cesur, gayretli ve kararlı bir asker… Takva ve vefa sahibi kutlu bir Müslüman…

Müminlerin emri Ömer B. Hattab, Müslümanlar üzerine tayin edeceği valilerini büyük bir dikkat ve titizlikle seçerken, gözleri öncelikle Amar B. Yasir’i arıyordu…

Onu Küfe’ye vali tayin etmiş ve beytülmal’in gözetimini de İbn Mes’ud’la beraber ona bırakmıştı

Sonra da Küfe ehline şu müjdeli mektubu yazmıştı:

“Size Ammar B. Yasir’i vali olarak, Abdullah B. Mes’üd’unda öğretmen ve vezir olarak gönderiyorum. Bu ikisi Muhammed ümmetinin şereflilerinden ve bedir ehlindendirler…”

Ammar B. Yasir, Valiliği sırasında dünya ehline zor gelen bir yönetim takip etti, hatta bazıları kendisine karşı bile geldiler…

Valilik, Amar B. Yasir’in tevazu, zühd ve takvasını artırdı ve o, bu ölçülerden kesinlikle ayrılmadı…

Küfe’de kendisinin çağdaş’ı olan  Ebü’l Huzeyl onunla ilgili olarak şöyle diyor:

Ammar B. Yasir’i valiliği sırasında Küfe çarşısından salatalık satın alıp, sırtına yükleyerek, evine götürürken gördüm… “

Yine Valiliği sırasında halktan biri kendisine: “Ey kulağı kesik! “ diye seslenmişti. ( Ammar B. YASİR Yemame Savaşında bir kulağını kaybetmişti.) elinde güç ve kuvvet olmasına rağmen adama bir şey yapmamış, sadece “beni en hayırlı kulağımla ayıpladın. Zira ben onu Allah yolunda kaybettim…” demekle yetinmişti…

Evet… Yemame Amar B. Yasir’in büyük ve şerefli günlerinden biriydi… O gün Müseylime’nin askerleri ile kıyasıya mücadele etmiş, aslanlar gibi çarpışmış ve bu arada bir kulağını’da kaybetmişti…

Ammar B. Yasir, bir ara müslüman’ların zaafa düştüklerini görmüş ve onların toparlanmaları için elinden geleni yapmıştı. Bu durumu, Abdullah B. Ömer (r.a) şöyle anlatıyor:

“Ammar B. Yasir Yemame günü bir kayanın üzerine çıkmış şöyle bağırıyordu: “Ey müminler, cennetten mi kaçıyorsunuz? İşte ben Ammar B. Yasir‘im, benimle gelin…!” Bu arada Ammar B. Yasir’e baktım, bir kulağının kesilmiş olduğunu gördüm. O ise hâlâ tüm şiddetiyle vurmaya devam ediyordu. “

Evet, Resül-i Azam Muallim-i Kamil Hz. Muhammed (S.a.v)’in büyüklüğünden şüphe eden varsa, onun bu güzide ashabına baksın ve kendi kendine şu soruyu sorsun: “bu derece yüce şahsiyetleri, o büyük muallim ve Resülden başka kim yetiştirebilir?“

Savaşa daldıklarında zaten kazanmaktan öte ölüme gülerek gidiyorlardı…!

Halife ve yönetici oldukları vakit de yetimlerin koyunlarını sağıp, hamurlarını yoğuracak kadar mütevazi ve alçakgönüllü idiler… Ebu Bekir ve Ömer gibi…!

Vali olduklarında da kendi yiyeceklerini kendi sırtlarında taşımışlardı… Ammar B. Yasir gibi… Veya rütbelerini bir yana bırakıp, hurma yapraklarından yaptıkları sepet ve zembil gibi şeylerle geçimlerini temine çalışıyorlardı selman gibi…

O halde gelin, onlara bu şerefi bahşeden dini ve onları terbiye eden Resül‘ü selamlayalım… Öncelikle de onları seçen, hidayete erdiren ve yeryüzünde insanlar için çıkarılmış en hayırlı Ümmet olan bizler için onları Öncü ve rehber kılan yüce Allah’a hamdi ü senalarda bulunalım.

Ashâbın önde gelenlerinden, kalplerin esrarına vukufiyet ile meşhur Huzeyfe B. Yeman ölüm döşeğinde iken, etrafındakiler ona;

“İnsanlar ihtilaf ettikleri vakit kime müracaat etmemizi tavsiye edersin?“ Dedikleri vakit Huzeyfe son nefesi ile beraber şu kelimeleri mırıldandı: “Sümeyye oğlu‘na tutununuz. Muhakkak ki o, ölene kadar haktan ayrılmayacak bir insandır.”

Evet, hak neredeyse, Ammar B. Yasir de oradaydı…

Gelin şimdi hep birlikte onun hayatını biraz daha yakından inceleyelim…

Müslümanların Medine’ye hicretin ilk günleriydi… Müminler vakit kaybetmeden bir mescidin inşasına başlamışlardı. Kalpleri iman ve sevinçle doluydu. Büyük bir aşk ve şevkle çalışıyorlardı. Rablerine karşı hamd ve şükran duyguları içerisindeydiler.

Bir kısmı taş getiriyor, bir kısmı çamur katıyor, bir kısmı da binayı inşa ediyordu. Guruplar halinde arılar gibi çalışıyorlardı. Bir yandan da yüksek sesle şiir okuyorlardı.

“Oturmak yakışmaz bize

Nebi (S.a.v) çalıştığı halde “

Sonra başka bir şiire geçiyorlardı:

“Gerçek hayat ahiret hayatıdır, Allah’ım! Muhacir ve ensar‘a merhamet et!”

Bir başka şiirde de şöyle diyorlardı:

“Ayakta veya oturacak yahut toz toprak içinde kalarak,

Allah’ın mescitlerini onaranlar hiç bu şekilde olmayanlarla bir olurlar mı?”

İnşa edilen Allah‘ın beytiydi… onlar ise sancağı taşıyan ve beyti inşa eden Allah‘ın askerleriydiler.

Allah Resulü de onlarla birlikte taş taşıyor, var gücüyle çalışıyordu… Neşe içinde söyledikleri şiirler, bu işin ne kadar arzu ve istekle yaptıklarını gösteriyordu… Ve gökyüzü adeta bu kutlu insanları taşıyan yeryüzünü kıskanıyordu… Hayat, en güzel bayramlarından birine şahit oluyordu.

Ammar bin yasir kimdir

Ammar B. Yasir‘de ağır taşlar taşıyarak, bu coşkulu topluluk içerisinde üzerine düşen vazifeyi hakkıyla ifa etmekteydi..

Rahmet ve hidayet kaynağı Muhammed (S.a.v), Amar B. Yasir’in bu gayretini yakından izliyor, şefkatle ona yaklaşıyor ve mübarek eliyle, Ammar B. Yasir‘in toz dumana bulanmış başını sıvazlayarak tozlarını silmeye çalışıyordu. Bir yandan da onun nur yüzüne bakarak, etrafındakilerine alçak bir sesle şöyle diyordu:

“Vah Sümeyye’nin oğluna! onu azgın bir topluluk öldürecektir “ önsezi ve ileri görüşlülük bir kez daha kendini gösteriyordu. Bu sırada altında çalışmakta olduğu duvar Amar B. Yasir’in üzerine yıkıldı. Bazı arkadaşları onun öldüğünü zannettiler. Ve acaba biz mi sebep olduk diye endişe içerisinde durumu Hz. Peygamber‘e bildirdiler. Fakat Hz. Peygamber emin bir şekilde onlara şu cevabı verdi:

“Amar B. Yasir ölmedi. Onu azgın bir topluluk öldürecektir. “

Kim bu azgın topluluk? Ne dersiniz? Nerede ve ne zaman öldürecekti Ammar B. Yasir’i?

Amar B. Yasir bu haberi can kulağıyla dinliyordu. Fakat korkmuyordu. Zira o Müslüman olduğu günden beri her an, her vakit, gece gündüz şehadete hazırlıklıydı..

Günler geçti. Devirir döndü. Topluluklar gelip geçti. Hz. Peygamber Refik’i A’la’ya yükseldi ( vefat etti.) yerine Hz. Ebu Bekir geçti. Sonra Ömer halife oldu. Ömer’in akabinde de “zinnureyn” Osman B. Affan hilafete geçti. Bu sıralar İslam karşıtı isyan hareketleri artmış, fitne ve fesat ortalığı kaplamıştı. Bu isyan hareketlerinin ilk kurbanı, Hz. Ömer olmuş ve bu vakitten itibaren de İslam’ın içerisinde yerleşip kök saldı Peygamber şehri Medine’den yükselen fitne ve fesat rüzgârları bütün İslam dünyasını kaplamıştı.

Belki de Hz. Osman’ın yönetim işlerine gereken önemi verememesi ve olayları iyi takip edip değerlendirmemesi sonucu olsa gerek, olayların önü alınamadı ve bu arada Hz. Osman da şehit oldu. Ve Müslümanlar aleyhine fitne kapıları açıldı. Muaviye, Hz. Ali ile hilafet tartışmalarına girdi.

Bu olaylar karşısında ashab farklı guruplara ayrıldı. Bir kısmı bu ihtilaflardan elini eteğini çekerek, evine çekildi ve İbn Ömer’in şu tavsiyesine uydu:

“Haydi namaza diyene uyarım. Haydi feraha diyene de uyarım. Fakat her kim “haydi Müslüman kardeşini öldürmeye ve malını almaya derse, hayır ben yokum!” 

Bir kısmı muaviye tarafını tuttu. Bir kısmı ise, kendisine biat edilen müminlerin emiri Ali’nin tarafına geçti.

O gün Ammar B. Yasir kimin safına katıldı dersiniz?

Resülullah’ın hakkında “Ammar B. Yasir’in ahlakı ile ahlaklanınız.” buyurduğu bu adam, kimin tarafından tutmuştu?

Nebi (S.a.v)’in hakkında, “Ammar B. Yasir’e düşmanlık eden, Allah’a düşmanlık etmiş olur.” Buyurduğu bir insan hangi guruba katılmıştı?

Evinin kenarında sesini işittiği Allah Resul’ünün onun için “merhaba ey temiz, güzel insan! Ona izin verin girsin.” buyurduğu bu kutlu sahâbi o gün kimin safına katılmıştı?

Ali B. Ebu Talib’in…

Evet, o gün Amar B. Yasir, Ali’nin yanında yer almıştı… Taassubundan veya önyargısından değil. Sadece hakka ve ahde olan bağlılığından dolayı.

Ali müminlerin halifesiydi. Kendisine biat edilmişti. Bu işe ehil ve layık olduğu için hilafet makamına getirilmişti.

Ali halifeliğinden önce de sonra da yüksek meziyetlere sahipti. Öyle ki Hz. Peygamber katında onun yeri, Musa’nın katında Harun’un yeri mesafesindeydi .

Haktan bir an bile ayrılmayan Ammar B. Yasir, o gün basiret ve ileri görüşlülüğü ile, hak ve hakikati Ali’nin yanında görmüş ve onun tarafını tutmuştu

Bu durum karşısında Hz. Ali de ferahladı. Zira hak ve hakikat aşığı Ammar B. Yasir kendi tarafındaydı. Demek ki haklı olan kendisiydi.

Ve o korkunç sıffin günü gelip çattı. Hz. Ali bir isyan hareketi olarak telakki ettiği muaviye’ye karşı harekete geçti.

Ammar B. Yasir de yanındaydı.

O gün Ammar B. Yasir doksan üç yaşındaydı. Savaşa gidiyordu. Onun için yaşın önemi yoktu. Savaşı bir sorumluluk ve görebildiği sürece kaç yaşında olursa olsun çıkar, delikanlılar gibi sonuna kadar çarpışırdı. Ammar B. Yasir genelde suskun bir insandı. Fazla konuşmaz, konuştuğu vakit de ancak birkaç kelime söylerdi. Bu da genelde “fitneden Allah’a sığınırım” sözleri olurdu.

Allah Resul’ünün vefatının hemen akabinde de Amar B. Yasir’in bu tazarru ve yakarışları devam etti.

Günler geçtikçe Ammar B. Yasir‘in yakarışları da artıyordu. Sanki ömrünün sonunda, kalb-i pakiyle, gelmekte olan tehlikeyi adeta seziyordu.

Nihayet tehlike çattığında, fitne zuhur ettiğinde Sümeyye‘nin oğlu, o gün nerede duracağını, hangi safta yer alacağını gayet iyi biliyordu. Evet, sıffin Amar B. Yasir doksan üç yaşında olmasına rağmen, inandığı, gönül verdiği hakkın ikamesi uğruna kılıcını çekmiş, yola çıkmıştı

Bu savaşla ilgili fikrini de şu sözleriyle açıklamıştı.

“Ey insanlar. ! Osman’ın intikamını almak için ortaya çıktıklarını iddia eden şu insanlara karşı bizimle birlikte olun. Vallahi onların maksadı, Osman’ın hakkını aramak değildir. Onların tek gayeleri, alıştıkları dünya lezzetlerinden kopmamak ve şehvetleri peşinde koşmaktır. Bunların İslam’da bir öncelikleri yoktur ki, Müslümanlar onlara ne diye itaat etsinler?. Müslümanlar üzerinde velayetleri de yoktur. Bunların kalpleri Allah korkusu nedir bilmez. Allah’a itaat da etmezler.“  Osman’ın intikamını almak istiyoruz.” Diyerek insanları aldatıyorlar. Bunlar ancak zorba ve melik olmak istiyorlar.

Sonra Ammar B. Yasir sancağa eline aldı. İnsanların başları üzerinde dalgalandırdı ve şöyle dedi:

“Nefsim, kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki. Bu sancak altında Resülullah’ın yanında savaştım. İşte bugün yine aynı sancakla savaşa çıkıyorum. Allah’a yemin olsun ki onlar bizi mağlup etseler de kesinlikle biliyorum ki, biz hak, onlar da batıl üzereler. “

Oradakiler Amar B. Yasir’e tabi oldular. Ona inandılar

Ebu Abdurrahman  es-sülemi şöyle diyor:

“Hz. Ali (r.a.) ile birlikte sıffin’e katıldım. O gün Ammar B. Yasir’in tüm savaş alanını dolaşarak çarpıştığını gördüm. Diğer Müslümanlar da ona tabi olmuşlardı. O adeta onlar için bir sancak gibiydi.” 

Amar B. Yasir, bu savaşta öylesine gayret gösteriyordu ki, sanki bu savaşın şehitlerinden birisinin de kendisi olacağını biliyordu.

Hz. Peygamber’in sözleri gözlerinin önünde büyük harflerle dolaşıyordu:

“Ammar B. Yasir’i azgın bir topluluk öldürecektir.” 

Bu nedenle, sesi ufku çınlatıyor, var gücüyle bağırıyordu.

“Bugün Muhammed ve Ashabına sevgi günüdür.”

Bir ara Muaviye’nin bulunduğu alana yaklaştı ve şöyle dedi:

“Sizinle daha önce kuran için çarpışmıştık. Bugünse onun te’vili için çarpışıyoruz. Ve hak yerini buluncaya kadar da çarpışmaya devam edeceğiz.”

Sümeyye

Ammar B. YASİR bu sözleriyle, daha önce Allah Resulü ve asabının, Ebü Süfyan komutasındaki müşriklere karşı yaptıkları savaşı kastediyordu.

O gün onlarla savaşmışlardı. Çünkü Kur-an açıkça müşriklere karşı savaşmayı emrediyordu.

Bugün ise, her ne kadar onlar Müslüman olsalar da, Kur-an‘ı açıkça onlarla savaşmayı emretse de, Ammar B. Yasir‘in içtihadına göre, onlarla savaşmak ve fitne ateşini ebediyen söndürmek gerekiyordu.

Yani dün onlarla dini ve Kur’an ı yalanladıkları için savaşıyorlardı .

Doksan üç yaşındaydı ve ömrünün son savaşına katılıyordu. Muaviye’nin askerleri, “azgın topluluk “ tan olmak istemedikleri için Ammar B. Yasir’den çekiniyorlar, ondan uzak duruyorlardı. Fakat Ammar B. Yasir tek başına adeta bir ordu gibiydi. Bu durum karşısında Muaviye’nin ordusundan bazı askerler onu öldürmek için fırsat kollamaya başladılar. Ve neticede onu öldürdüler.

Ammar B. Yasir’in ölüm haberi kısa sürede etrafa yayıldı. Müslümanlar Medine mescidinin inşası sırasında Hz. Peygamber’in söylediği şu sözleri hatırladılar:

“Vah Sümeyye’nin oğluna!. Onu azgın bir topluluk öldürecek”

Bu azgın topluluğun kim olduğu şimdi anlaşılmıştı: muaviye ordusu.

Bu durum karşısında Ali ve ashabının imanları bir kat daha ziyadeleşti.

Muaviye’nin ordusu ise, Ali’ye katılma eğilimi içerisine girdi. Bu durum karşısında muaviye derhal öne çıktı ve şunları söyledi:

“Evet, Hz. Peygamber’in sözü, Ammar B. Yasir’i azgın bir topluluk öldürecektir. Fakat şunu iyi düşününüz: Ammar B. Yasir’i kim öldürdü? Biz mi? Hayır! Bilakis onu kendi arkadaşları yani birlikte savaştıkları kişiler öldürdü! “

Bu yalan ve yanlış tevil, kalplerinde heva ve heves dolu olan bir kısım insanları etkiledi. Ve savaş bilinen seyri üzere devam etti.

 

Ammar B. Yasir kanlı elbiseleriyle birlikte oraya defnedildi.

Müslümanlar Ammar B. Yasir’in kabri başında şaşkın ve üzgün bir şekilde sıralanmış Amar B. Yasir’in adeta vatanına hasret duyan bir bülbülün sedası gibi söylediği şu sözleri hatırlıyorlardı:

Allah Resulü‘ne ve Ashaba sevgi günüdür.”

Ashabtan biri diğerine, “Medine’de oturduğumuz bir sırada Allah Resul’ünün: cennet Amar B. Yasir’e müştaktı, onu özlemektir.” dediğini duydun mu? Diye sordu. Arkadaşı da “evet, duydum dedi aynı olayı Ali, selman ve Bilal de anlattı. “

Öyleyse cennet Amar B. Yasir‘e  müştaktı. Onu bekliyordu. Ammar B. Yasir ise ahdini ve emanetini en güzel şekilde yerine getirmiş, Allah yolunda üzerine düşen görevi hakkıyla ifa etmiş olarak, gıpta edilecek bir ölümle cennete, o ebedi istirahatgaha doğru yola çıkmıştı.

 

 

 

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!