Necip Fazıl Kısakürek’in Hatırat Kitaplarında Sosyal ve Siyasi Muhteva

NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN HATIRAT KİTAPLARINDA SOSYAL VE SİYASİ MUHTEVA

Edebi türler içinde otobiyografik içeriğe dayanan eserlerin başında hatırat metinleri gelmektedir. Hatırat kitapları şair ve yazarların kaleminden çıktığında üç alanda kaynaklık özelliğine sahiptir. Bu eserler ilk olarak yazarının özel hayatına ışık tutar.

İkinci olarak edebiyat hayatına kaynaklık edebilir. Üçüncü alanda ise anlatılan yılların toplumsal, kültürel ve siyasi durumunu gösterir. Toplum davalarını mesele edinmiş şair ve yazarların hatıratında bilhassa üçüncü alan dikkat çeker. Necip Fazıl Kısakürek’in hatırat kitapları böyle eserlerdir. 1904-1983 yılları arasında yaşayan Kısakürek, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok kritik dönemini idrak etmiş bir mütefekkir ve edebiyatçıdır.

Eserleriyle başarılı bir sanatkâr olarak kendini edebiyat tarihine kabul ettirirken hayatı ve fikirleriyle nesillerin dünya görüşü üzerinde istikamet verici bir isim olmuştur. Necip Fazıl Kısakürek, şair ve yazar olarak çok sayıda eser kaleme almış velût bir isimdir. Eserlerinden bir kısmı hatırat türü metinlerdir. Yazar bu türdeki kitaplarında çocukluktan itibaren hayatını ve geçirdiği aşamaları anlatır. Bununla birlikte Türkiye’nin gidişatıyla ilgili birçok konuya değinmiştir.

Makalede yazarın bahsettiği sosyal ve siyasi konular incelenecek, bunlar hakkında Necip Fazıl’ın görüşleri verilecektir. Yazarın tek parti yıllarından itibaren gündemde kaldığı görülmektedir. Bazen edebi yönüyle ama genellikle fikirleri ve aksiyoner kimliğiyle Necip Fazıl Kısakürek toplumsal ve siyasal hayatın içinde yer almıştır. İktidarlarla ilişkisi, siyasetçiler, ülkenin fikir hayatı, basın dünyası ve dinî-fikrî aksiyonu anılarında görülen başlıca sosyal ve siyasi konulardı.

Batı Tefekkürü ve İ̇slam Tasavvufu’nda “çifte Kanat” Metaforu

BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLAM TASAVVUFUNDA ÇİFTE KANAT METAFORU

Giriş

Metafor, yalnız edebiyatta değil, felsefe ve diğer söylem biçimlerinde de, anlatımı ve anlamayı güçlendirmek, kolay ve etkili kılmak için oldukça yaygın bir şekilde kullanılan bir söz sanatıdır. Metaforda bir “anlam aktarımı” söz konusudur (Aristoteles 1995: 58). Anlatım ve anlaşılma güçlüğü olan bir konu, yalın ve anlaşılabilirliği olan bir örnek üzerinden sunulur. Edebiyatımızda “istiare”, “eğretileme” olarak karşılanan bu söz sanatı, anlatım ve anlama kolaylığı sağlaması, sözün güzel, güçlü ve etkileyici bir şekilde ortaya çıkması açısından önemlidir. Pek çok karmaşık felsefe sorunu, filozoflar tarafından metaforun anlatım gücüne emanet edilmiştir (bk. Keklik, 1983: 55). Platon, metafor kullanmak suretiyle anlamı belirsiz ve bulanık hâle getirdikleri gerekçesiyle şairleri eleştirir; ne var ki aynı diyalogda, idealar felsefesini açıklamak için, mağara metaforu gibi, düşünce ve sanat tarihinin en etkili metaforuna başvurmaktan geri kalmaz (1992: 201, 281). Denilebilir ki metafor, “edebiyattaki felsefe”nin ve “felsefedeki edebiyat”ın en önemli taşıyıcılarından biridir. Başlıkta yer alan “çifte kanat” metaforu da, şiirsel çağrışımına karşın, ele alınan eserde, düşünsel ve felsefi bir içerimle ortaya çıkar.

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Necip Fazıl’ın 1962 yılında, ramazan ayında verdiği konferanslar serisinin yirmi yıl sonra yine kendisi tarafından metinleştirilmiş hâlidir. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde felsefeden, ikinci bölümünde tasavvuftan söz edilir. Batı düşüncesi, Yunan mitolojisinden başlayarak bir sıra ve düzen içinde özetleyici bir tarzda verilir. İslam düşüncesi ve tasavvufu da, yine benzer şekilde, öne çıkan isim, kavram, tema, düşünce ve yaşantılarıyla ele alınır. Necip Fazıl bu çalışmasında sadece bir hatip edasıyla konuşmaz, bir eğitimci ve bir düşünür edasıyla da konuşur. Birtakım bilgiler verirken kendisini dinleyenleri Doğu ve Batı düşüncesi konusunda eğitmek ve düşündürmek ister. Konuşmasının başında, çok konuşma yaptığını, fakat bu sefer yapacağı konuşmanın daha öncekilere hiç benzemediğini ve onlardan daha önemli olduğunu söyler. Bu önemin de “kitaplık çapta bir fikir cehdini omuzlamaktan” ileri geldiğini belirtir. Shakespeare’den bir alıntıyla “kelimeler kelimeler, kelimeler” derken, hem yaptığı işin zorluk derecesine, hem de ele alınan konuyu ifade etmede kelimelerin yetersizliğine işaret eder. Ancak bu zorlukta, bu “azametli işte”, bu “büyük muhasebe” ve “dünyalar arası büyük murakabe”de bir mutluluk da bulur. Batı düşüncesinin ve İslam maneviyatının ince tahlilinden oluşan bu “deneme”nin en başa alınması gereken eserlerinden biri olduğunu söyler (1984: 7, 9).

Kendine özgü ifadelerle önemini vurguladığı konu, bir bakıma Necip Fazıl’ın diğer eserlerini de açabilecek iki anahtar sözcükten oluşur: “Felsefe” ve “tasavvuf ”. Gerçekten de, bu iki konuda fikir sahibi olmadan, onun eserlerindeki manevi ve düşünsel dokuya nüfuz etmek zordur. Zira o, referanslarını Batılı filozoflardan ve İslam düşünürlerinden alır; eserlerini, bu iki sınır arasındaki bölgede oluşturur. Bu çalışmasında da, Batı’yı felsefe, İslam dünyasını da tasavvufla anlamaya çalışır. Bu açıdan Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu bir zihniyet çözümlemesi olarak da okunabilir.

Gerçekten de Doğu ve Batı, tıpkı döneminin aydınlarında olduğu gibi, Necip Fazıl’ın edebiyat, sanat ve düşünce dünyasında da önemli bir yer tutar. O, Doğu kültürü içinde dünyaya gelmiş, yetişmiş ve zihinsel gelişim evrelerinden geçmiştir. Hayatının belirli bir döneminde de Fransa’ya gitmiş, orada eğitim görmüş, Batı kültürüne tanıklık etmiş, Batılı filozof, şair ve yazarları tanımış, onlardan etkilenmiştir. Doğu ile Batı kültürü arasındaki çelişkiyi zaman zaman kendi varoluşunda yaşamıştır. Farkında olarak ya da olmayarak bu iki yaşam biçimi arasında kaldığı da olmuştur. Edebiyatı, felsefesi, bilimi, mimarisi, müziği, tiyatrosu, şehirleri ile Batı kültüründeki görkemin farkındadır. Kendi uygarlığının ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamaya çalışır. Bu gerilim durumunda, “biz kimiz”, “kim olmalıyız”, “sahip potansiyel nedir” sorularını keskin bir şekilde kendi varoluşunda hissetmiştir. Onun hafakanları, inanma ve inanmama karşısında değil -zira o hayatının her döneminde inanmış birisi olmuştur-, daha çok Doğu ve Batı sorunsalı karşısında ortaya çıkar (bk. 1984: 126). İşte Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, bu sorunsalın cisimleştiği eserlerden birisidir.

Ele aldığı konu, hem süre hem yoğunluk açısından çok geniş bir alanı kapsar. Bir insanlık, medeniyet, inanç ve düşünce tarihi karşısında; bu tarihin genişliği ve enginliği karşısında, konuları çoğu kez derine inmeden geçer; yer yer atlamalarda, yer yer özetlemelerde bulunur. Ama bütün bunları bir bakış açısından yapar; önemli olan da budur. Bu bakış açısı, ona bir düşünür kimliği kazandırır.

Necip Fazıl, bu deneme ile ne yapmak ister? Neden Batı felsefesi ile İslam tasavvufunu aynı çalışma içinde ele alır? Bir karşılaştırma mı yapmak ister, tanıtıcı bilgiler mi vermek ister, bir çözümlemede mi bulunmak ister? Felsefe ile tasavvuf arasında bir kıyaslama yapılabilir mi? Bu doğru bir yaklaşım olur mu? Yoksa baştan sonunu kestirebileceğimiz bir “ululama” ve “yerme” faaliyeti içine mi girer? Felsefe ile tasavvuf arasında nasıl bir ilişki vardır? Felsefe tasavvuf, tasavvuf felsefe için bir imkân olabilir mi? Bu ikisi arasında bir “ortak küme” oluşturulabilir mi? Aynı zihniyet biçimi içinde, aynı kişilikte, aynı ruh hâli içinde bir araya getirilebilirler mi? Yoksa hep denile geldiği gibi, Batı hep Batı, Doğu da hep Doğu olarak mı kalır? Tabii ki, bu soruların hepsini burada ele almak mümkün değildir. Ama diğer sorulara da bir cevap oluşturabilecek şekilde birbiriyle bağlantılı iki soru, iki konu üzerinde durulabilir. Bunlardan ilki, “felsefe ile tasavvuf arasında nasıl bir ilgi vardır”, diğeri ise “bu ikisi aynı zihinsel yapı, duyarlılık içinde bir araya gelebilirler mi” sorularıdır. Bu iki soru, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’ndan alınacak verilerle cevaplanmaya çalışılacaktır.

1. İkilem Oluşturma Eğilimi

Felsefe kendisini sürekli bir arayış, eleştiri, sorma ve soruşturma edimi içinde üretir. Yol açıcı olarak aklı kullanır. Doğasında merak, hayret ve kuşku vardır; bilme sevgisi ve eleştirme duygusu vardır. İnanmak için aramaz, bilmek ve anlamak için arar. Sonuçlarını mutlaklaştırmaz, dondurmaz. Aklın gözleriyle görmek için arar. Kişilerin bakış açılarından kendini üreten teorik bir çabadır. Tasavvufun özünde ise iman ve inanç vardır. Onun öncelikli amacı, bilmek ve kavramak değil; inanmak, içsel bir yaşantı ve terbiye aracılığıyla olgunlaşmaktır. Bir yaşantı hâli olarak öznel tecrübeyi esas alır. Bu nedenle sözde ifade bulma amacı gütmez. Yol açıcı olarak gönlü, sezgiyi ve keşfi kullanır. Bir kesinlikten, bir inanma durumundan söz eder. Arayışı, sorguyu ve kuşkuyu bitirir. Merak duygusu giderek hayrete ve hayranlığa dönüşür. İnanmak ve bağlanmak ister. Bir eleştiri biçimi değil, bağlanma biçimidir. Bir ahlak anlayışı, bir insan felsefesi, bir yaşama fikridir. Söz (“kâl”) değil, “hâl”dir. Oysa edebiyat, felsefe ve düşünce, tümüyle söz demektir. Felsefe bir benlik algısı üzerinde ortaya çıkar. Filozof, felsefesini inşa ederken kendi öznel konumunu da inşa eder. “Ben böyle düşünüyorum”, “dünya bana böyle görünüyor” demek, felsefenin özünde vardır. Varlığı, bilgiyi, değeri, varoluşu, belirli bir bakış açısından ortaya koymaya çalışan bir çabadır. Tasavvuf ise özneyi, benliğe ve iradeye yüklediği anlamla aşkınlaştırmaya çalışın bir yaşama biçimi öngörür.

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’nda Batı, “akıl” ve “plastik”; İslam dünyası ise “ruh”, “gönül”, “iç âlem”, “tekâmül” gibi tanıtıcı özelliklerle öne çıkar. Basit gibi görünse de, “bu ikisi aynı zihinsel yapı, aynı algılayış ve yaşayış biçimi içinde bir araya gelebilir mi, bir ortak küme, bir kesişim alanı olabilirler mi” sorusu, önemli ve zihin açıcı bir sorudur. Buna bir cevap üretebilmek, öncelikli ödev olmalıdır. Zira onda zihinsel ve kültürel planda yaşanan sorunları çözecek bir sır ve kapasite vardır.

Kültür tarihimizdeki tutukluğun aksine, Batı’da kesintisiz süren bir bilme ve anlama geleneği söz konusudur. Necip Fazıl, bu geleneği över. Bazı filozoflardan, onların görüşlerinden hayranlıkla söz eder. Sözgelimi Sokrates’in Savunması’ndan, “[y]erle yıldızlar arası insan takatinin ve derin fikrin harikulade senfonisi” olarak söz eder (1984: 27). Fransa’da bir lise öğretmeninin bile kitabının bulunduğunu söylerken, Batı kültürü içindeki entelektüel canlılığa işaret eder. İslam dünyasında ise 750’li yıllardan başlayarak yaklaşık 500 yıl süren parlak bir dönem yaşanmıştır. Bu dönemde elde edilen felsefi ve bilimsel birikim, Avrupa kültürüne büyük katkılar sağlamış, Rönesans’ın başlamasına doğrudan etki etmiştir. Batı kültürü yeniden doğuşunu, kısmen de olsa İslam kültüründen aldığı bu katkıya borçludur. 1300’lü yıllardan sonra İslam dünyasında bir tutukluk meydana gelmiş, seferler, istilalar ve Gazali gibi kimi otoritelerin felsefecileri ağır eleştirisinin ardından bilim, felsefe ve aklın işlevi konusunda bir kararsızlık yaşanmaya başlamıştır (bk. Gazali 1984: 109). Dinin var olanlara akıl vasıtasıyla bakmayı vacip kıldığını söyleyen İbn Rüşt gibi rasyonalistlerin görüşleri, içsel yaşantı (gönül) ile akıl arasında bir ikilem oluşturma eğilimi güden girişimlerin yanında sönük ve kuşkulu kalmıştır (1992: 65). Böylece felsefe ile din, akıl ile gönül, iç ile dış, madde ile ruh, dünya ve ahret arasında oluşturulan çatlak giderek açılmaya başlamıştır.

Hıristiyan dünyasında Ortaçağı bitiren ve Rönesans’a giden yolu açan girişimlerden biri, felsefe ve din, akıl ve iman arasındaki ilişki sorununa getirilen yapıcı çözüm denemeleridir. İbn Rüşt’ün izleyicilerinden olan Brabantlı Siger ve Hıristiyan teolojisinin büyük ismi Aquinolu Thomas, çifte hakikat kuramıyla, dinin hakikatinin yanına aklın hakikatini de koymuş; böylece Batı kültüründeki tıkanıklığın önü açılmış, evreni ve insanı anlama çabası giderek hız kazanmıştır. Çifte hakikat, hakikatin bölünmüşlüğü değil, birliğidir. Akıldan gelen ve dinden gelen hakikatin çelişmezliğinden hareket eden bu anlayış, engizisyonun sürüp giden katı uygulamalarına karşın, yine de aklın faaliyetine meşru bir zemin hazırlamıştır. Bu yaklaşıma göre, aklın hakikatiyle vahyin hakikati birbirini dışlamaz. Çünkü ikisini yaratan, düzen ve yasalarını koyan, Tanrı’dır. İkisi arasında bir çelişme olduğunda ise dinin hakikati tercih edilecektir. Bu kuramla birlikte akıl da, kendi koşulları içinde kendi hakikatini üretip evreni ve insanı anlamaya başlamıştır. Yeniçağda da din ile akıl arasında bir çelişkinin olamayacağı, aklın da Tanrı’nın bir ışığı olduğu anlayışı yaygınlık kazanmıştır. Bu ışık, herkesin içinde vardır. İnsan onunla yürür, onunla görür, onunla anlar, onunla yaşar. Akıl, Tanrı’nın matematik dille yazdığı kâinat kitabını okuyup anlayacak, dünyada bir varoluş düzeni oluşturabilecek güçtedir. Dinin hakikatiyle aklın hakikati arasında bir çatışma durumunda ise, Ortaçağdakinden farklı olarak aklın hakikati tercih edilecektir.

İnanç söz konusu olduğunda Batı dünyasında aklın işlevini küçümseyici söylemlere de sıkça rastlanır. Sözgelimi Tertullian’dan Kierkegaard’a pek çok düşünür gelip geçmiştir (bk. Reneaux, 1994: 13). Aklın karşısına “saçma”yı çıkarmanın haklı bir gerekçesi olabilir: Teslis’in (“trinite”) akılla kavranamazlığı, bunun da bir paradoks oluşturduğu anlayışı. Akılla kavranmaya çalışıldığında, bir çıkmazla karşılaşılacaktır. Bu yüzden, “her şeyi akılla açıklamaya çalışırsak elimizde doğaüstü bir güç kalmaz” diyen Pascal ile aklın ancak üç boyut içinde düşünebileceğini söyleyen Dostoyevski haklıdır. Ama aynı konu İslamiyet için Hıristiyanlıkta olduğu kadar keskin değildir. Onun Tanrı tasavvuru Hıristiyanlıkta olduğu gibi “üç” ve “bir”, “insan”la “insanüstü” arasında bir yerde bulunmaz. Tanrı’nın İsa’da inkarne (tecessüm) olduğu inancı, rasyonalite açısından bir çıkmazla karşılaşır. Bu yüzden, kimi düşünce tutumlarında “saçma” ve “paradoks” gibi kavramlar bir değer ve kategori olarak ortaya çıkar.

Necip Fazıl felsefeyi bir noktada ret, bir başka noktada da kabul eder. Reddettiği alan, tanrıtanımazlığın felsefe ile buluştuğu noktadır. Şöyle der: “Biz felsefeyi dalaletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hâl olarak tarihi bir sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu diye görmekte mazuruz.” Bu noktada Gazali’nin Tehâfüt el-Felâsife ve El Münkızü Mine’d Dalal isimli eserlerinde ortaya koyduğu felsefe karşıtı tutumu benimser. Bir başka noktada ise şöyle der: “Ona [felsefeye] düşen nihai illiyet [nedensellik] ve gaiyet [amaçsallık] üzerinde görüş salahiyeti olmadığını tasdik yoluyla, kanunları vazedilmiş ve ilmileştirilmiş sahalarda söz sahibi olmaktır ki, o takdirde vazifesi fazilet ve ismi hikmet olur” (1984: 17). Bu önemli bir yaklaşımdır. Zira burada, felsefenin sınırları çizilmekte, tasavvufla arasındaki ortak alan tespit edilmektedir. Necip Fazıl burada, Kant’ın metafizik bilginin neden imkânsız olduğu sorusuna cevap verirken sergilediği tutuma benzer bir tutum sergiler. Buna göre felsefenin ilk nedenler ve nihai amaçlar üzerinde görüş yetkisi olamaz. Oysa felsefe, yüzyıllarca metafizik konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Kant, numenler alanını insan aklının bilme sınırları içinden çıkarır ve bu bilgiyi fenomenler alanı ile sınırlar (1983: 124). Necip Fazıl da felsefe için, “kanunları vazedilmiş ve ilmileştirilmiş sahalarda söz sahibi olmaktır ki, o takdirde vazifesi fazilet ve ismi hikmet olur” derken Kant’a yakın bir çizgide durur. Felsefe, bu şekilde metafizik alandan çekilerek, Kant’ın fenomenler alanı dediği, olgular dünyasına ait bir bilme, sorgulama etkinliği hâline gelir. Yani “Tanrı” ve “ruh” gibi, Kant’ın bilinemezler (“antinomi”) olarak adlandırdığı, İslam düşüncesinde “gâib” olarak geçen alandan çekilecektir; zira aklın kendi başına bu konularda bir yargıda bulunabilmesi söz konusu değildir (1853: 434-435, 1983: 124). Bu durumda da, “gâib”i, insan zihninin erişim alanının dışında gördüğü için, metafizik bilginin imkânsızlığı durumu ortaya çıkar ki, bu da Necip Fazıl’ın yaklaşımına uygun düşer. Zira o, metafizik bilginin mümkün olabileceğini, kişinin kendi aklıyla Tanrı’yı ve ruhun ölümsüzlüğünü bilebileceğini söylemez. Aksine bu “gâib” alanının bilinemeyeceğini, Tanrı’nın ve sonsuzun kavranamayacağını söyler. “Tanrı’yı bilmek”, bir bilgi sorunu değil, bir yaşama ve inanma sorunudur. Bu nedenle metafizik konular, bilimin ve felsefenin değil; inanmayı temele alan dinin, varoluşu temele alan sanatın ve edebiyatın konusu olabilir. O, “Çile” şiirinde, “Bildim seni ey Râb, bilinmez meşhûr!” derken, “Biricik meselem, Sonsuz’a varmak” derken, şairi “Gâibi kurcalayan çilingir” olarak nitelerken, bu tür bir metafizik duyarlık içinde bulunur.

Bu nokta, aklın gâib karşısında sustuğu, fakat aslında bu susku ile de çok şey söylediği bir noktadır. Kant, yukarıda da belirtildiği gibi, numenler karşısında, bir susku durumundan söz eder. Bu susku, “[ü]zerinde konuşulamayanlar konusunda susmak gerekir” diyen çağdaş felsefenin önemli simalarından Ludwig Wittgenstein’da daha da çoğalır (1981: 150). Acaba Necip Fazıl da, aklın gâib karşısında sükût etmesini, üzerinde konuşamayacağı bir konuda susmasını mı istemektedir? Bunu söylemek daha uygun görünüyor. Zira “gâibe büyük riayet lazımdır” (1984: 98) derken, Kant ve Wittgenstein’a benzer bir duyarlık geliştirir. Şu hâlde Necip Fazıl, gâib karşısında susan değil; konuşan ve giderek onu inkâr eden felsefi tutumlar karşısındadır öncelikle. Gâib alanını bir bilgi alanı değil, inanç alanı olarak görür; bu noktada insan zihninin, algılarının, gâib alanına ulaşamayacağını söyleyen Kant’la birleşir. Bununla birlikte İslam’ın özünden türeyen bir içsel yaşantı alanı olarak tanımladığı tasavvufu da, aklın sınırlarını aşan bir sezgi ve kavrama gücü olarak görür. Ona göre, aklın yolu bir noktada biter ve tasavvufun yolu başlar. Tasavvuf, felsefenin sustuğu noktada konuşmaya, onun koşusunun bittiği noktada yürümeye devam eder. Tasavvuf, felsefenin aracı olan aklı değil, kendi aracı olan gönlü kullanır. Bu şekilde felsefenin erişim alanı dışında kalan gâib alanına yönelir; orada kendine bir bilgi, his ve yaşantı alanı bulur. Sezgi, keşif ve ilhamla bazı duygulara erişir. Bu öznel yaşantı, söze dökülebilecek, kavramsallaştırılabilecek, sistematik hâle getirilebilecek bir nitelikte değildir. Tasavvufun bir “kâl” değil “hâl” ilmi olması, bunun ifadesidir.

Necip Fazıl, felsefe ile tasavvufun yakınlaşma noktalarından söz eder. Bu nokta, yukarıdaki alıntıda geçen şekliyle “hikmet” alanıdır. Bunun bir ifadesi olarak, “[t]asavvuf bazı hikmetleri bakımından felsefeye yakındır”, “felsefi tefekküre öz hududu içinde yer verir” der. O, felsefeyi serbest, başı sonu olmayan bir arayış olarak tanımlarken bu çabası esnasında onun birçok duraktan geçtiğine de işaret eder (1984: 15-17). Bu duraklardan bazılarında tasavvufa yaklaşır, bazılarında ise ondan uzaklaşır. Felsefe ve tasavvuf iki ayrı küme olarak düşünülecek olursa, ortak kümeleri de, birbirinin dışında kalan tarafları da vardır. Ortak küme, İslam kültürünün, felsefesinin ve düşüncesinin yeniden ihyası açısından önemlidir. Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’nda ortaya çıkan algıya göre, ortak küme, “hikmet alanı”dır. Hikmet alanında felsefe ve tasavvuf arasında, ortak bir küme oluşur; bunun imkânı ortaya çıkar.

Necip Fazıl tasavvufu, kaynak olarak felsefeye, Yeni Platonculuğa dayandırmak isteyen bakış açılarına karşı çıkar. Tasavvufun, İslam’ın kendi özünden, kendi duyarlığından, kendi saf yaşantısından türediğini düşünür; bu duyarlığın, İslam’ın içyapısını, ruhunu oluşturduğunu söyler. Tasavvuf da bir şekilde evrenin, insanın, varoluşun anlamının kavranışını esas alır (1984: 119). Onun da bir insan, ahlak, bilgi, varlık ve zaman anlayışı vardır. Bu anlayışlar, bazı özellikleriyle felsefi niteliklere sahiptirler; felsefi anlamda geliştirilmeye ve anlaşılmaya uygunluk gösterirler. Bu ortak noktadan bakarak tasavvuf ve felsefenin birbiri için imkân ve potansiyel oluşturduğu söylenebilir. Bu imkân hatırlanmalı, işlenmeli, tıpkı edebiyatta olduğu gibi etkin hâle getirilmelidir. Bu ikisinin birbirine tümüyle kapalı olduğu söylenemez. Böyle bir yaklaşım, İslam kültürünün kendini yenileme ve yeniden üretme araçlarını elinden alır. Bunun sonucunda, Renan’ın ünlü konferansının temel önermesi, İslam dininin, bilime, felsefeye, eğitime, ilerlemeye karşıt bir din olduğu görüşü ortaya çıkar. Buna, tıpkı Namık Kemal’in yaptığı gibi karşı çıkılabilir ama şu sorulara da cevap bulmak gerekir: Eğer her şey yolunda gidiyorsa, İslam toplumları bilimde, felsefede, eğitimde, teknolojide neden geri kalmıştır; eğer bir sorun varsa, bu sorun nereden kaynaklanmaktadır? Beş yüz yıl iyi işleyen, önemli başarılar ortaya koyan İslam zihni, ne olmuş da fesada uğramıştır? Aklın hakikatiyle gönlün hakikati birbiriyle çelişir mi, çelişmek zorunda mıdır? Hemen her konuda bir ikilem oluşturmak, “ya o, ya bu” mantığıyla bir çıkmaza doğru sürüklenmek doğru bir yaklaşım mıdır? Aklı küçümsemek ve gereksiz görmek için ikna edici bir neden var mıdır?

Necip Fazıl, bu önemli soruna getirdiği çözümü, “çifte kanat” metaforuyla formüle eder. Metaforun ima ettiği anlam, İslam zihninin iyileşmesini, sağlıklı bir yapıya kavuşmasını, İslam kültürünün yeniden ihyasını sağlayacak niteliktedir. Ama yalnız İslam kültürünün değil, Batı kültürünün yaşadığı uygarlık krizinin de çaresi olarak görünmektedir. “Çifte kanat” metaforu her şeyden önce sağlıklı işleyen bütüncül yapıya işaret eder.

Batı Tefekkürü ve İ̇slam Tasavvufu’nda “çifte Kanat” Metaforu

2. “Çifte Kanat” Metaforu

İnsan doğası nerede olursa olsun bir ikilem oluşturmaya, “ya o, ya bu” mantığı içinde hareket etmeye eğilimli görünür. Bu eğilim ruh ve madde, iç ve dış, dünya ve ahret, din ve felsefe, akıl ve gönül konuları söz konusu olduğunda daha da belirginleşir. Oysa ruh ve beden, iç ve dış, akıl ve gönül, dünya ve ahret, din ve bilim aynı insani bütünlük içinde yer alır. Onları birbirini dışlayan karşıtlıklar olarak değil, aynı yapısal bütünlüğün unsurları olarak görmek uygun olacaktır. “Çifte kanat” metaforu, bu sağduyunun ürünü gibi görünmektedir. O, yapısal bütünlüğü, bünyesel tamlığı ifade eden bir benzetmedir. Bugün, ikilem oluşturma eğilimi yüzünden, hem Doğu hem de Batı toplumu önemli sorunlar yaşamaktadır. Necip Fazıl, “çifte kanat” metaforuyla, Doğu ve Batı toplumlarına, ikilem oluşturma eğilimleri sonucu yaşadıkları buhran karşısında teorik ve pratik boyutları olan bir çözüm önerisi sunar. “Çifte kanat”, bünyenin tamlık ve sağlık durumunu, tek kanat ise sakatlığı, eksikliği, yoksunluğu simgeler. Toplumsal ve kültürel bunalımların, buhranların, çöküşlerin temelinde bünyedeki eksiklik durumu vardır. Bugün sadece Doğu kültürü değil, Batı kültürü de aynı eksikliği yaşamaktadır. Bu bunalıma işaret eden pek çok eser sayılabilir. Bunlardan hemen ilk anda akla geliverecek olan üçü Valéry’nin, Husserl’in ve Sorokin’in Batı kültürünün “tinsel kriz”ine işaret eden eserleridir. Yarım asır içinde art arda yaşanıveren iki dünya savaşı da bu krizin bir başka göstergesi olarak görülebilir.

Batı aklı, daha Antik Yunan’dan beri, felsefede, bilimde, teknolojide büyük başarılar ortaya koymuştur. Bu gelişme Ortaçağda sekteye uğradıysa da Rönesans’la birlikte yeniden hız kazanmış, evrenin yasalarının keşfinde, toplumsal ve hukuki anlamda dünyanın yeniden tanziminde büyük atılımlar gerçekleştirmiştir. İslam dünyası ise özellikle 1300’lü yıllardan sonra bir duraklama ve gerileyiş içine girmiş, yaşanan entelektüel krizin bir sonucu olarak olup bitenleri yorumlayabilecek ve zamana yön verebilecek zihinsel aktivite, Kısakürek’in deyişi ile “mütefekkir eksikliği” ortaya çıkmıştır. Bu süreçte, Batı’nın manevi olanı, Doğu’nun da aklı dışarıda tutması sonucu bir “muvazenesizlik” durumu söz konusu olmuştur. Batılı zihniyet maddeyi bölmek, parçalamak ve incelemek suretiyle ona egemen olmak ister. Manevi terbiye ile denetlenmeyen bu tutum onu bunalıma sürükler. İslam kültüründe ise ruh, nefs ve kalp (gönül) kavramları ile bir içsel terbiye oluşmuş, fakat o da aklı ve dış evreni ihmal ederek bir başka ölçüsüzlüğe doğru sürüklenmiştir. Necip Fazıl bu durumu şu şekilde dile getirir: “Batılı bütün maddenin topografyasını şahane bir şekilde çıkartmışsa, Doğulu, yani tasavvuf ehli de ruhun topografyasını öyle bitirmiştir” (1984: 175). Bu tek taraflı yönelimde “çifte kanat” metaforunun işaret ettiği sağduyu, itidal ve muvazene hâli ortaya çıkmamıştır. Necip Fazıl, İslam kültüründe yaşanan krizi eleştirirken bir kanadın yokluğuna, Batı kültüründe yaşanan tinsel krizi eleştirirken de diğer kanadın yokluğuna dikkat çeker (1984: 125, 128). Batı’da akıl maddeyi tanımak suretiyle ona egemen olmuş, kimi durumda onu yağmalarcasına kullanmış, bunun sonucunda da sömürgecilik ortaya çıkmış, büyük çevre sorunları yaşanmaya başlamıştır. İslam kültüründe ruh, nefs ve kalp kavramları ile içsel bir terbiye ve ahlak anlayışı oluşmuş, fakat o da aklı ve dış evreni ihmal etmekle bir çöküşe doğru sürüklenmiştir.

Çifte kanat metaforu aklı ve ruhu, maddeyi ve mânâyı, inancın hakikatini ve aklın hakikatini ifade eder. Necip Fazıl şöyle der: “Batılı zanneder ki yalnız akılla olur. Bir büyük manivela ile maddeyi fetheder, vinç gibi kaldırır, fakat vinç ruh desteğinden mahrum kalınca kopar ve altındakileri ezer. Biz de zannettik ki, akılla olmaz. Ruhun her şeyini yerine getirdiğimiz hâlde aklın miskin manivelasına kurban gittik.” Çözüm yoluna şu şekilde işaret eder: “Ne akılla olur, ne de akılsız. Çifte kanat hikâyesi… Zaten bu zevki yitirdiğimiz için kaybettik her şeyi.” Kaybedilenlerin yeniden kazanılması, muvazeneyi yeniden kurabilecektir. Denge hâlini formüle etmek için sık sık kullandığı yargıyı konferansının sonunda bir kez daha yineler: “İki dünya arasındaki nispet budur! Ne akılla olur ne akılsız. Bu ölçüyü tutturabilseydik, kurtulabilirdik” (1984: 223). Buna göre, Batılı aklın kendi kendini ıslah edebilmesi için semavi kültürlerin ruh ve gönül değerini almasına, aşkın sorumluluk, merhamet, şefkat, koruyuculuk değerlerine ihtiyaç duyar. Bu durum, aklın kökeninde olan “bağlama” ve “bağlanma” sözcükleriyle daha da açık hâle gelir. Aklın semavi değerlere bağlılığı, onun ıslahını kolaylaştıracaktır. İslam toplumları ise kendi değerleri arasına aklı da katabilmelidirler. “Çifte kanat” metaforu, her şeyden önce bu ideal bileşime işaret eder.

Aklı ve gönlü birbirine zıt unsurlar olarak ortaya koymak ve bu şekilde onlar arasında bir ikilem oluşturmak İslam’ın birlik mesajına da uygun düşmez. Bu tür bir ayrımdan elde edilebilecek bir sonuç yoktur. Akıl ve gönül arasında onları birbirine zıtlaştıracak şekilde ayrım yapmak, bir ikilem oluşturmak, insan zihnine verilebilecek en büyük kötülüklerden biri olmalı. Aklın ışığından yoksun kalan bir toplum nereye kadar gidebilir, nereye kadar yol bulabilir? Necip Fazıl, onları, birbirine zıt değil, bir kuşun iki kanadı gibi birbirini tamamlayan unsurlar olarak görür. “Çifte kanat” olduğu için Doğu ve Batı, akıl ve gönül, din ve felsefe, bilme ve inanma gibi unsurlar bir çelişki ve zıtlaşma içinde ortaya çıkmazlar; aynı bünyenin birbirini tamamlayan ve bütünleyen unsurları olarak ortaya çıkarlar. Bu husus, konferans içinde sık sık kendisine atıfta bulunulan İbn Arabi’nin bir sözünü hatırlatır. Şöyle der: “Hakikat ister filozof tarafından keşif ve ilham yoluyla ifade edilmiş olsun, isterse mukaddes kitaplar tarafından telkin edilsin, eşittir; yeter ki hâle ve makama uygun olsun” (1981: VII). Aklın İslam içindeki yeri şudur ki, aklı olmayan kişi dinin hükümlerinden sorumlu tutulmaz. Necip Fazıl konuyu şu şekilde dile getirir: “Teklif akladır. Mükellef akıldır… Aklın bütün hududu, bütün haklarıyla beraber İslam’da çizilmiştir. İslam, esas itibariyle akıl değildir, mâkulât değildir demek, aksini iddia etmek kadar saçma. İslam makulün üstündeki, onun da üstündeki makuldür.” Bu şekilde İslamı, aklı “ihmal eden değil, ikmal eden” bir din olarak görür (1984: 13, 221). Kitabın çeşitli yerlerinde geçen, “İlmi kitapla kaydediniz, bağlayınız”, “Hikmet mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa alır” gibi hadisler de esas olarak bu ikmal olmuş aklın ifadesi olarak sunulur (1984: 9, 214).

Gönlün değerlerini yüceltmek için aklın değerlerini aşağılamak gerekmez. Zira aklın değerini küçümsemek gönlün değerine ters düşen bir tutum olacaktır. “Çifte kanat” metaforu, aklın hakikatine ihtiyaç duyar; ama gönlün hakikatine de ihtiyaç duyar. Aklın ve gönlün değerleri arasında bir uyum oluşturabilmek, aklın değerlerini küçümsememek, gerçek bir uyanışın vesilesi olabilir. Necip Fazıl’ın bu konferansla yapmak istediği budur. Doğu ve Batı kültürleri hakkında birtakım bilgiler vermekten ziyade, insanın ikilem oluşturma eğitiminin bir sonucu olarak düştüğü hatadan dönebilmesine vesile olmaktır. Aklın ve gönlün hakikati, sonuçta iki ayrı hakikat değil, “çifte kanat” metaforunda ifadesini bulan insani bütünlüğün ve varlıktaki birliğin ifadesidir. Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, aklı, felsefeyi, eğitimi, bilimi nasıl birbirinden ayırıp da ikilem oluşturabileceğimizi araştırmaz; onları nasıl kendimize katabileceğimizi, onlarla kendimizi nasıl bütünleyebileceğimizi, bunun uygun yönteminin ne olduğunu araştırır. Bu tutum, muvazenenin, sağduyunun yoludur. “Çifte kanat”, her ne kadar akıl ve gönül, din ve felsefe, iç ve dış, madde ve mânâ, dünya ve ahret kavramlarını kullansa da, bunları bir ikilem hâline getirmediği gibi onları birbirleri için gerekli ve vazgeçilmez de görür. “Çifte kanat”, hakikatin birliğini oluşturan bir anlayıştır. Ortak küme ya da hikmet alanı, bu birliğin alanıdır.

Necip Fazıl, çifte kanat metaforuyla bir senteze doğru yönelir. Sorunun çözümünü, “terkipçi” tutumda görür ve şöyle der: “Bizim idealimiz, biri öbüründe tamamlanacak iki dünyanın terkibi…” Bunu sağlama görevini de mütefekkirlere verir. Bu nedenle konferansında, daha önceden İslam dünyasının en büyük eksikliği olarak gördüğü mütefekkir eksikliği konusuna şöyle değinir: “Anlattık, mütefekkir eksikliği… Şimdi bizim bugün için bu nükteyi tablolaştırıcı büyük mütefekkiri beklememiz lazım… kurtarıcı odur! Başka türlü kurtarıcı yoktur.” Buna göre mütefekkir tipi, “çifte kanat”ın simgesi olarak, Doğu’nun ve Batı’nın, aklın ve gönlün, için ve dışın, ruhun ve maddenin dengesini ve terkibini sağlayabilecek bir kişidir. Böylece “çifte kanat”ta bir denge ve itidal oluşur; akıl gönül için gönül de akıl için, madde mânâ için mânâ da madde için, iç dış için dış da iç için bir denge unsuru olur. O, hakikatin çifte oluşu değil, birliği anlamına gelir. Bu kanatlardan biri diğerinin anlaşılabilmesi için gereklidir. Biri olmazsa diğeri de anlaşılmaz, biri yaşamazsa diğeri de yaşamaz (1984: 221, 223, 224). Denge ve itidal oluşmadığı zaman, aklıselim de oluşmaz; ifratla tefrit arasında sallanıp duran, bir dengesizlik ve çözümsüzlük durumu ortaya çıkar.

Sonuç

Felsefe, bir adlandırma olarak, bütün felsefe tarihini, bu tarih boyunca ortaya çıkan görüşleri ifade eder. Bu nedenle felsefe değil, felsefelerden söz etmek daha uygun olacaktır. Zira felsefe çok sesli koro gibidir. Orada her türlü sese yer vardır. Felsefeye karşı girişilen bir eleştiri hareketi bile felsefe içinde kendine yer bulabilir. Bu nedenle “felsefe” diye homojen, kendi içinde bütünlüklü ve tutarlı bir yapı ortaya koymak mümkün değildir. O, kendini kendi içindeki birliğe, bütünlüğe, tutarlığa, homojenliğe değil, bizzat bu çok sesliliğe borçludur. Bu nedenle tasavvufun karşısına, bir karşılaştırma ve değerlendirme yapmak üzere bütünlüklü bir felsefe tasavvuru çıkarmak mümkün değildir. O, bakış açısına göre tasavvufa yakın olabileceği gibi onu tümüyle dışarıda bırakan bir yapıda da olabilir. Şunu söylemek mümkün: Filozof sayısınca farklı felsefe ve farklı felsefe anlayışı vardır. Felsefenin iki ucu arasındaki geniş mesafede felsefi düşünüş kendini dönüştürebilmektedir. Öyle ki, bir uçta felsefe olarak görülen bir yaklaşım öteki uçta felsefe olarak görülmeyebilir.

Necip Fazıl’ın felsefeyi ve tasavvufu aynı çalışma içinde ele alması, bu ikisinin de bir bilme, anlama ve nihayetinde insanı ve dünyayı yorumlama biçimi oluşundandır. O, “felsefe ya da tasavvuf ” demez, “felsefe ve tasavvuf ” der. “Tasavvuf, bazı hikmetleri bakımından felsefeye yakındır” derken, ortak alan oluşturmanın imkânına işaret eder (1984: 16-17). Bu imkânı, konuşmayı yapan kişi olarak bizzat kendi şahsında örnekler. Felsefenin, özgür, serbest bir eleştiri ve bilme yöntemi oluşu, onun din karşısında bir inkâr, ret ve başkaldırı hareketi olduğu anlamına gelmez. Gerçi felsefenin içinde materyalizm ve pozitivizm gibi ideolojik boyutlu hareketler de olmuş ve bu hareketler inanma tutumu karşısında yadsıyıcı söylemler geliştirmişlerdir. Ama onlar felsefenin yalnızca bir yüzü ve bir boyutudur. Necip Fazıl, din ve inanç konusunda bağnaz bir tutum sergileyen tanrıtanımaz söylemler karşısında eleştirel bir bakış ortaya koyar. Bu onun felsefeyi reddettiği anlamına gelmez, aksine bu eleştirel tutumuyla bizzat felsefenin içinde olduğu anlamına gelir.

“Çifte kanat”, ifrat ve tefritten kaçınıp itidal çizgisinde, bir dengede durmaktır. Bu muvazeneyi Doğu toplumları da Batı toplumları da kaybetmiştir. Batı dışa, Doğu içe yönelen tutumuyla tek kanatla kalmış, sonuçta gerekli ölçü ve dengeyi sağlayamamışlardır. Beklenen güzellik ne olmalıdır? Necip Fazıl bunu şu şekilde ifade eder: “Batı’nın bütün eserini sıfıra indirici eksiği, ruh, asıl olarak Doğu’da; ahretin tarlası olan, dünya fethine memur akıl da Batı’da. Bu iki kutbu birleştirip bir ark lambası parlayışına vücut vermeden yaşanmaya değer hayatın sırrı ele geçirilemeyecektir. Daha ne söyleyelim; hoşça kalınız” (1984: 224). Konuşmanın bu son cümleleriyle, kuşu uçuran iki kanattan birinin Doğu’da, diğerinin de Batı’da olduğuna işaret eder ve şunu önerir: Bu ikisini birleştirin; hem Doğu olun hem Batı, hem akıl olun hem gönül, hem iç olun hem dış, hem ruh olun hem beden, hem dünya olun hem ahret.

Görüleceği üzere Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’nun asıl önemi söylediklerinden ziyade niyetinde, kendisini dinleyenlere verdiği ödevde ortaya çıkar. Bu ödev, Doğu ve Batı kültürlerinin analizini içermekte, onların düştükleri hataları göz önüne sermekte ve yaşanan bunalımın çözümüne işaret etmektedir. Doğu kültürü nerede, Batı kültürü nerede hata yapmıştır? Bugün yaşanan buhranın ve çöküşün temelinde ne vardır? Her iki kültür biçiminin sağlıklı bir yapıya kavuşması nasıl mümkün olabilecektir? Bu soruların cevabı “çifte kanat” metaforunda açık hâle gelir. Buradan hareketle denilebilir ki, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, bir okuma, anlama ve yorumlama çabası olarak yalnız Doğu toplumlarının sorununa işaret etmez; Batı toplumlarının sorunlarına da eleştirel bir yaklaşım sunar. Onun değeri, verdiği bilgilerden çok ihtiva ettiği bu düşünsel yönüdür.

Büyük Doğu Yazar Kadrosu

BÜYÜK DOĞU’NUN YAZAR KADROSU

Büyük Doğu Mecmuası’nın yazar kadrosu 35 yıllık süreç içerisinde değişiklik gösterir. ‘İptidai’ ve birinci devrede yazarlar ideolojik açıdan çeşitlilik gösterse de, II. Dünya Savaşı sonrası Türk siyasal yaşamında meydana gelen ideolojik ayrışmalar Büyük Doğu’nun yazar kadrosuna da yansır. “Kırklı yılların önemli özelliklerinden birisi de o güne değin bir biçimde aynı paydada duran ve yan yana “yürüyerek” akademizmi ve kültürel anlamda sosyal misyonu/mühendisliği paylaşan entelektüellerin gerilimlerle ayrışmasıdır.”4 Bu sebeple İslamcı-muhafazakâr düşünceye uzak yazarlar mecmuadan ayrılırlar ve Kısakürek müstear isimlerle yazılar yayınlar.

Mecmua, 17 Eylül 1943-5 Mayıs 1944 tarihleri arasında Kısakürek’in kendi tabiriyle ‘iptidai’ devre adı altında ve 30 sayı olarak çıkartılmıştır. Bu devredeki yazarlar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İskender Fikret Akdora, Hüseyin Cahit Yalçın, Burhan Toprak, Salih Murat Uzdilek, Rıza Çandır, Fikret Adil, Sadi Ünal, Reşat Ekrem Koçu, Hilmi Ziya Ülken, Rebi Hikmet Barkın, Sait Faik Abasıyanık, Ziya Şakir, Selahattin Güngör, Vehbi Emre, Behçet Bağdatlıoğlu, Mahmut Yesari, Kazım Zafir, Hatemi Semih Sarp, Zahir Güvemli, Nurullah Berk, Rasih Nuri İleri, Ahmet Adnan Saygın, Selçuk Milar, İhsan Boran, Vecdi Bürün, Suphi Nuri İleri, Nejat Muhsinoğlu, Etem İzzet Benice, Setvan Gizli, M. Faruk Gürtunca, M. Sami Karayel, Eşref Edip, Faik Baysal, Kazım Nami Duru, Prof. Emin Onat, Salih Alaçam, Ömer Besim Koşalay, Şevket Hıfzı Rado, Ekrem Reşit Rey, Oktay Akbal, A. Bülent Kayıkçıoğlu, Sabahattin Kudret, Ali Rıza Pişkin, Orhan Fazıl Kısakürek, Zeki Faik İzer, Nurettin Sevin, Mehmet Turhan Tan, Mustafa Şekip Tunç, Cemal Tollu, Nizamettin Nazif, Hüsnü Hamit Avni Altıner ve Be.De., BAB, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu gibi müstear isimlerle yazıları çıkan
Necip Fazıl Kısakürek’tir.

2 Kasım 1945 ve 2 Mayıs 1948 tarihleri arasındaki birinci devrede5 mecmua 87 sayı çıkartılır. Bu devre Kısakürek’e göre, mecmuanın “asıl başlangıç devresi”dir. Birinci Devre’deki yazarlar arasında BÜYÜK DOĞU, Ahmet Abdülbaki, Hikmet Sahibinin – Abdinin – Kölesi, HA.A.KA., Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir, Neslihan Kısakürek, Ne-Fe-Ka müstear isimleriyle Kısakürek başta olmak üzere Peyami Safa, Kazım Nami Duru, Mustafa Şekip Tunç, Salih Murat Uzdilek, Burhan Belge, Ömer Rıza Doğrul, Salih Zeki Aktay, Sait Faik Abasıyanık, Mahmut Yesari, Celal Sılay, Cemal Reşit Rey, Reşat Ekrem Koçu, Nejat Muhsinoğlu, Şükrü Baban, Cemal Tollu, Şükrü Hazım Tiner, Oktay Akbal, Ahmet Adnan, Ziya Şakir, Mukbil Özyörük, Abdurrahim Zapsu, Nail Altuncuoğlu, Rıza Çavdarlı, Refi Cevat Ulunay, Fahri Celal Göktulga, İskender Fikret Akdora, Zahir Güvemli, Bülent Tarcan, Kazım İsmail Gürkan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mithat Özkök, Özdemir Asaf, Suphi Nuri İleri, Feyzullah Doğruer, Erol Başar, İ. Galip Arcan, Fikret Adil, Abdurrahman Şeref Laç, Vecdi Bürün, Fahri Erdinç, Emin Ülgener, Kenan Harun, Cafer Seno, Kemal Peker, Necla Maraş, Muhittin Dilege, Rıza Peker, H. M. Kafalıoğlu, Kemal Müderrisoğlu, Ziya Osman Saba, Muhittin Diler, Samiha Ayverdi, Ömer Rıza Doğrul, Tevfik Pars gibi isimler yer almaktadır. Üçüncü devre, 11 Mart 1949 ile 26 Ağustos 1949 tarihleri arasında, dört sayfa ve haftalık gazete şeklinde yayınlanır. Kısakürek, bu devre için “İkinci asli devre” ifadesini kullanır ve gazetenin “Hakka ve yeni bir dünya görüşüne bağlı Müslüman Türklerin gazetesi” olduğunu belirtir. Gazetenin az sayıda yazarı olmasından anlaşılacağı üzere Kısakürek bu devreyi hemen hemen tek başına çıkarır. Be.De., M. Sarıçizmeli, Büyük Doğu, Prof. Ş. Ü., Dedektif X Bir, Ha. A. Ka. müstear isimleriyle yazılar yazan Kısakürek’in yanında sadece M. Ali Türksever, Ramiz Simsaroğlu ve Ömer Karagül yazı yazar. Mecmuanın dördüncü devresi, 14 Ekim 1949 ile 29 Haziran 1951 tarihleri arasında 62 sayı olarak çıkartılır.

Büyük Doğu Yazar Kadrosu

Bu devrenin yazarları arasında, Büyük Doğu, Vaiz, M. K., Be. De., Dedektif X Bir, Neslihan Kısakürek, Ahmed Abdülbaki, Prof. Ş. Ü., 5 İkinci devre de bu devrenin içinde yer almaktadır. Fakat Kısakürek bu devreyi Birinci devre olarak isimlendirmiştir. Zabıt Katibi müstear isimleriyle Kısakürek, Esseyit Abdülhakim, M. Işıklı, Mustafa Müftüoğlu, Numan A. Binatlı, İsmail Hami Danişmend, Said-ül-Nursi, Nurettin Topçu, Ömer Karagül, Mekki Üçışık, Doğan Nail Altuncuoğlu, Abdürrahim Zapsu, Osman Yüksel, Abdurrahman Şeref Laç, Z. Fahri Fındıkoğlu, Halil Nüsret Ertüz, Cevat Rifat Atilhan, Celal Sılay, M. Raif Ogan, Münir Süleyman Çapanoğlu, Mustafa Şekip Tunç, M. Rasim Özgen, Ali Rıza Korap, Nahid Sırrı Örik, Kazım Zafir, Emin Onat, Basri Erk, Ramazan Tuncer, İzzet Mühürdaroğlu, Hüseyin Rahmi Yananlı, Firuzan Hüsrev Tökin, Nihal Atsız, Abdürrahim Zapsu, Said Sadi Danişmendoğlu, Burhan Toprak, Reşat Ekrem Koçu, Haluk Nur Baki, Rıza Nur ve Ali Osman Tatlısu yer almaktadır. Beşinci devre, 16 Kasım 1951 ile 30 Kasım 1951 tarihleri arasında günlük gazete şeklinde 27 sayı olarak çıkartılır. Altıncı devre ise, 19 Eylül 1952 ve 16 Kasım 1952 tarihleri arasında yine günlük gazete şeklinde 122 sayı olarak yayınlanır. Yedinci devre, 7 Mayıs 1954 ile 9 Temmuz 1954 tarihleri arasında 10 sayı olarak yayınlanır.

Bu devrenin yazarları arasında Ne. Fe. Ka., Ahmed Abdülbaki, Dedektif X Bir, Be. De., Adıdeğmez, Prof. Ş. Ü. ve Büyük Doğu müstear isimleriyle Kısakürek başta olmak üzere Peyami Safa, Şakir Üçışık, Hüseyin Rahmi Yananlı, Ali Fuad Başgil, Tevfik Nezihi, Asaf Halet Çelebi, Abdülhak Şinasi Hisar, Mustafa Şekip Tunç, Şükrü Baban, Salih Murat Uzdilek, Sezai Karakoç, Doğan Nail Altuncuoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, İbrahim Hakkı Konyalı, Fehmi Varlık, Haluk Nurbaki, M. Halid Bayrı, Sumru Tunç, Niyazi Ahmet Banoğlu, Nahid Sırrı Örik, Muharrem Giray, Nusret Kafdağlı, Hakkı Karakurt, Suat İsmail Gürkan, Eşref Edip, Ömer Öztürkmen ve Mustafa Hilmi Ramazanoğlu yer alır.

Sekizinci devre, 30 Mart 1956 ile 5 Temmuz 1956 tarihleri arasında toplam 35 sayı olmak üzere günlük sayı şeklinde yayınlanır. Dokuzuncu devre, bizim bu çalışmada incelediğimiz son devredir ve 6 Mart 1959 ile 16 Ekim 1959 tarihleri arasında haftalık 33 sayı olarak yayınlanır. Bu sayının yazarları ise, N.F.K., Adıdeğmez, Neslihan Kısakürek, Dedektif X Bir, Prof. Ş. Ü., Ne. Fe. Ka., Ahmed Abdülbaki, Be. De. müstear isimleriyle yazılar yayınlayan Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Abdurrahman Şeref Laç, Ali Nihat Tarlan, Münir Nurettin Selçuk, Peyami Safa, İsmail Hami Danişmend, Nihal Atsız, Şükrü Baban, Sedat Zeki Örs, İ. Hakkı Konyalı, Nahid Sırrı Örik, Hasan Basri Çantay, Hüseyin Yananlı, İlyas Ketenci, Nurettin Topçu, Fazıl Sarper, Bekir Berk, Şahab Sıtkı, Doğan Nail Altuncuoğlu, Nihat Tekbaş, Haluk Nurbaki, Sadık Yörük, Osman Yüksel Serdengeçti, Vecdi Bürün, Sezai Karakoç, Nizamettin Nazif, Faik Baysal, Vecdi Bürün, Nejat Akgün, Abbas Sayar, Asaf Halet Çelebi, İbrahim Arvas, Muharrem Giray, İbrahim Hakkı Konyalı ve Sedat İsmail’dir. Onuncu devre, 30 Eylül 1964 ile 25 Kasım 1964 tarihleri arasında 9 sayı olarak çıkartılır.

Kısakürek, Rıdvan Balkır, Sezai Karakoç, Selim Karabağ, Hacı Cemal Öğüt, Nedim Evliya, İ. Hakkı Konyalı, Selim Kafdağlı bu devrenin yazarları arasındadır. Bu devrede müstear isimle çok sayıda yazı yayınlanması bu devreyi de Kısakürek’in hemen hemen tek başına çıkardığını göstermektedir. On birinci devre, 22 Eylül 1965 ile 12 Ocak 1966 arasında 17 sayı olarak yayınlanır. Bu devrenin yazarları arasında Kısakürek, İsmail Kazdal, Nedim Evliya, Osman Yüksel Serdengeçti, Ali Haydar Öztürk, A. Fikri Yavuz, İbrahim Hakkı Konyalı, Fethi Tevetoğlu, Süleyman Yalçın, Ahmed Semiz, Osman Turan, Hayri Melih, H. Basri Erk, Ali Biraderoğlu, Sedat Umran, Eşref Edip, Kadir Mısırlıoğlu, H. M. Beyhan, N. Y. Alp, Tahir Büyükkörükçü, Mustafa Yazgan, Sezai Karakoç, Kamil Miras, Rafet Çıngıl, M. S. Bayramaşık, Şemsi Belli, E. E. Fergan, Hüsnü Dikeçligil, Yusuf Demirdağ, Salih Güler, Refik Halid Karay, Engin Uğurlu, Mehmet Fazıl Gökalp ve Vecdi Bürün yer almaktadır. On ikinci devre, 19 Temmuz 1967 ile 10 Ocak 1968 tarihleri arasında toplam 26 sayı yayınlanır. Kısakürek, Tahir Büyükkörükçü, Nebil Fazıl Alsan, Sabahattin Zaim, Refet Çıngıl, Osman Turan, Sezai Karakoç, Mustafa Yazgan, Rıdvan Balkır, M. Raif Ogan, Süleyman Sürmen, Süleyman Arif Emre, Eşref Edip, Hüseyin Arı, M. Said Çekmegil, Vecdi Bürün, Abdullah Saraçoğlu, Fehmi Cumalıoğlu, A. Nihat Tarlan, Hayri Melih, Saffet Solak, Sedat Umran, İ. Hakkı Konyalı, Emin Bilgiç, Burhan Toprak, A. Halim Uğurlu, Ali Biraderoğlu, Neslihan Kısakürek, İsa Yusuf Alptekin, Erdem Beyazıt, Mekki Üçışık, Sedat İsmail, Mustafa Şekip Tunç, Hasan Aksay bu devrenin yazarları arasındadır.

On üçüncü devre, 1 Mayıs 1969 ile 1 Aralık 1969 tarihleri arasında toplam 7 sayıdır. Bu devre aylık olarak yayınlanır ve sayfa sayısı 31’dir. Kısakürek, Arif Emre, Ayhan Songar, Mustafa Yazgan, Said Bilgiç, Emin Bilgiç, Sezai Karakoç, Rıdvan Balkır, Ahmed Semiz, İ. Hakkı Konyalı, Hasan Aksay, Bahri Zengin, Hüseyin Arı, Salih Güler, M. Raif Ogan, Hayri Melih, Mustafa Varlı, A. Halim Uğurlu, Hüsnü Dikeçligil, Refet Çıngıl, Eşref Edip, Esseyid Abdülhakim Arvasi, Ahmet Rasim, Muharrem Feyzi yazıları bu devrede yer alan yazarlar arasındadır. On dördüncü devre, 6 Ocak 1971 ve 28 Nisan 1971 tarihleri arasında toplam 17 sayı olarak yayınlanır. Bu devrenin yazarları arasında, Kısakürek, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Faruk Timurtaş, Hüseyin Arı, Rıdvan Balkır, Emin Bilgiç, Ali Genceli, Bekir Oğuzbaşaran, Hasan Aksay, İ. Mehmet Salihoğlu, Osman Turan, Erdem Beyazıt, Saffet Solak, Mustafa Yazgan, M. Raif Ogan, Ali Başoğlu, Ahmed Hüsnüoğlu, Said Bilgiç, Hayri Melih, Reşat Ekrem Koçu, Salih Zeki Aktay, Ergün Göze, Kadri Demirol bulunmaktadır.

Son devre olan on beşinci devre ise 8 Mayıs 1978 ile 5 Haziran 1978 tarihleri arasında toplam 5 sayı olarak çıkartılır. Kısakürek, Taha Üçışık, Şevket Eygi, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Ayhan Songar, Mustafa Yazgan, Durali Yılmaz, Mehmet Soyak, Ergün Göze, Osman Kısakürek, Abdurrahman Şeref Laç, Ahmed Arvas, Reşat Aksoy, M. Akif İnan, Erdem Beyazıt, Bahri Zengin, A. Ekmel Akkor, Cemil Meriç, Ali Nar, Rasim Özdenören, Taha Akyol, Şahap Ayhan, Ali Biraderoğlu, Fikret Karakaya, Sedat Umran, Vecdi Bürün bu devrede yazıları ile yer almaktadır.

Büyük Doğu Dergisi Nedir?

BÜYÜK DOĞU DERGİSİ NEDİR?

Necip Fazıl Kısakürek tarafından kurulan, 1943-1978 yılları arasında çeşitli dönemlerde faaliyet göstermiş siyasi bir dergidir. Büyük Doğu Dergisi yazarları kendilerini Büyük Doğucular olarak adlandırmışlardır. Büyük Doğu Dergisi adı ise Necip Fazıl Kısakürek’in 1938 yılında yazdığı Büyük Doğu Marşı adlı şiirden almıştır.

İslami bir bakış açısına sahip olan Büyük Doğu Dergisi, başlangıçta, Necip Fazıl Kısakürek ve dönemin aydın kesimini bünyesinde bulundurmaktaydı. 35 yıl süresince Büyük Doğu Dergisi toplam 16 devre 512 sayı halinde haftalık olarak yayımlanmıştır. Necip Fazıl Kısakürek bu dergi aracılığıyla özgül bir tarih muhasebesi, yeni bir devlet anlayışı, estetik bakış ve fikri duruş ortaya koymaya çalışmıştır.

Büyük Doğu Dergisi yazılarında genel olarak ekonomi, politika, sanat, felsefe ve din konuları üzerinde durulmuştur. Zamanın şartlarına bağlı olarak dergini konu ağırlıkları dini, edebi ve siyasi olmak üzere farklılık göstermiştir. Büyük Doğu Dergisi genel olarak iktidar karşıtı bir tutum sergilemiştir. Büyük Doğu Dergisi, İslamcı ekolü temsil etmekle birlikte birçok İslamcı yazar ve düşünürü etkisi altına almıştır. Necip Fazıl Kısakürek, 1951’in haziran ayında dergiye ara verdi. Son sayıda ise “Müslüman Türklerin günlük gazetesi çıkacak” haberi verildi. Günlük olarak çıkan Büyük Doğu Gazetesi 16 Kasım 1951’de yayına başladı.

Büyük Doğu Dergisi Yazarları

Büyük Doğu Dergisi’nin kuruculuğunu Necip Fazıl Kısakürek yapmıştır. Dolayısıyla dergi daha çok Necip Fazıl Kısakürek ismiyle anılsa da zaman içinde birçok ünlü ve değerli isimi bünyesinde barındırmıştır. Necip Fazıl Kısakürek’in yakın arkadaşı Peyami Safa başta olmak üzere Sait Faik Abasıyanık, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Oktay Akbal, Salih Murad Uzdilek, Nurettin Topçu, Hüseyin Nihal Atsız, Cemil Meriç, Sezai Karakoç gibi daha nice ünlü isim kendi adlarını veyahut takma adlar kullanarak dergiye katkıda bulunmuşlardır.

Büyük Doğu Nedir?

BÜYÜK DOĞU NEDİR?

Büyük Doğu, Necip Fazıl Kısakürek’in ortaya koyduğu İslamcı ideoloji.

Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu ana hatlarıyla İdeolocya Örgüsü eserinde açıklamıştır. Bu eserde Büyük Doğu’yu, İslam’ın yeni zaman ve mekan problemlerine uygulanışından doğan bir dünya görüşü olarak sunar. “İslam anlayışını yenilemek” temel tezi etrafında, İslam tarihinin siyasî, kültürel, ahlakî, estetik ve entelektüel yönlerden bir muhasebesini yapar ve “Başyücelik” ismi altında bir “ideal İslamî devlet” modeli ortaya atar.

Temel referanslarının merkezine İslam’ı alan Büyük Doğu ideolojisi, cumhuriyet döneminde yetişen İslamcı aydınların da başvurduğu alternatif bir modernleşme paradigması olmuştur. Büyük Doğu ideolojisi, Necip Fazıl’ın ardından özel olarak Salih Mirzabeyoğlu tarafından benimsenmiş ve sürdürülmek istenmiştir.

Kavramlar

Doğu ve Batı

Necip Fazıl’a göre İslamiyet hakikat olduğu için hiçbir mekânla kısıtlanamaz. Ancak ilk kez Eski Yunan tarihçisi Herodot’un yaptığı “Doğu-Batı” ayrımını kabul etmek, İslam tarihinde görünen bir mücadelenin taraflarını ifade etmek için mecburi ve realist bir tutumdan ibarettir. Ona göre zaman ve mekândan bağımsız bir hakikat olan İslam bütün dünyaya yayılmak isterken, kendi bünyesini ondan korumak için maddî ve manevî sınırlar çizen taraf Batı olmuş, böylece Doğu ve Batı diye birbirine zıt iki manevî iklim ortaya çıkmıştır. Antik Yunan ve Roma devirleri boyunca Çin, Hint ve Fars kavimlerinin ayrı ayrı temsil ettiği ve Batı’ya aykırı bir varlık ve birlik belirtmeyen Doğu, İslamiyet’le birlikte yer ve yön bakımından sınır tanımayan bir teze kavuşmuş, Arap ve Türk kavimlerinin önderliğinde kuşatıcı bir şuur ve kimliğe ermiştir. Önce Araplar ve en sonunda Türkler, Müslümanlığı temsil kabiliyetini kaybederek Doğulu kimliğinin öznesi olmaktan çıkmışlar ve Rönesans’tan sonra akıl ve madde başarılarıyla yükselen Batı karşısında mahkûm olmuşlardır. Paul Valery’nin görüşüne dayanarak, “Yunan aklı, Roma nizamı ve Hıristiyanlık ahlakı” olarak formüle ettiği Batı kültür ikliminin ulaştığı her yerin Batı olduğunu söyleyen Necip Fazıl, Batılılaşmayı benimseyen toplumlar Doğulu olduklarını inkar etseler de Batılıların bu ayrımı koruduğunu belirtir. Doğu ve Batı ayrımı bağlamında, Necip Fazıl’a göre Büyük Doğu, tasfiye edilmiş Doğu medeniyetinin en son temsilcisi olan Türklerin şahsında, kaybedilen İslami ruhu ihya etmenin sistemidir.

Büyük Doğu Nedir?

Temel prensipler

Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu dokuz esasa dayandırır.

1. Ruhçuluk: Büyük Doğu’nun, materyalizm ve rasyonalizme karşı, İslam tasavvufuna dayanan mistik ve idealist karakteridir.

2. Keyfiyetçilik: Büyük Doğu ruhçuluğunun tümevarımsal yönü olarak özcülüğe vurgu yapar.

3. Şahsiyetçilik: Hakikati toplumun değil, bireylerin temsil edebileceği görüşüdür.

4. Ahlakçılık: Büyük Doğu’nun İslam ahlakını idealize ettiğini ve ona bağlılığını ifade eder.

5. Milliyetçilik: Büyük Doğu ideolojisinin ırkçılık ve kozmopolitanizme karşı, milletlerde inanç, değer, düşünce ve duyarlığı öne çıkarma prensibidir.

6. Sermaye ve mülkiyette tedbircilik: Mülkiyet hakkını korumakla birlikte sermaye ve refahın devlet eliyle topluma yayılarak düzenlenmesini savunur.

7. Cemiyetçilik: Bireylerine dayanışma, aidiyet ve sorumluluk duygusunu veren bir toplum kurmayı önemser.

8. Nizamcılık: Sistemli düşüncenin ve eylem disiplininin önemini vurgular.

9. Müdahalecilik: İnsan iradesinin toplumdaki başıboşluğa karşı yapıcı, zorbalığa karşı yıkıcı hamlelerini destekleme prensibidir.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

SALİH MİRZABEYOĞLU VE BÜYÜK DOĞU-İBDA MEFKURESİ

Kudsî Hadis-i şerifte meâlen: “Âlemi insan, insanları ise bana ibadet etsinler diye yarattım!” buyurulur…

“İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun…” Meâli: “Biz Allah’a aidiz ve nihayet O’na döneceğiz.” (Bakara; 156)

Bilindiği gibi Büyük Doğu-İBDA Mektebi’nin mimarları, Necib Fazıl Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu’dur. Bu mektebin iki mütefekkiri yüz elli küsur şaheser vermiş, hayatları mücadele ile geçmiş, çok zulüm görmüşlerdir. Zindan duvarları bile gözyaşına boğulmuştur. Dolayısıyla bir değil, bin makale ile dahi bu dâva ve şahsiyetleri takdim etmek, yeterli olmayacaktır. Ancak, “Parça bütünün habercisidir!” hikmeti gereği, mücmel bir takdimin de zarurî olduğuna inanıyoruz.

Nereden başlayalım?

Meselâ, “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” diye sormak, “Ölüm nedir?” diye sormanın aynıdır. Bunu kendi lisanından mücmel olarak iktibas edelim:

– «“Ben kimim?” diye sormak, “ölüm nedir?” diye sormakla birdir… “Ben”… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hâdiseler dizisinden ibaret!»

Mâzi idrakiyle hâlin yaşanması ve ötelere (“sonsuzluk kervanı”) dair bir kimlik edinmenin zaruretine işaret eden Mirzabeyoğlu, baba tarafından Muş ilinde ikâmet eden Mutkî aşîretine mensuptur. Bu şecere kısaca şöyle:

– “Mutkî aşîreti reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey, onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu… Büyük Sahâbî “Seyf-ül İslâm-İslâmın Kılıcı” lâkaplı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir şecere…”

Anne tarafından “Hz. Ebu Bekir’in soyundan” olan Babaanne Hanife Süphandağı, “Abdulhâkim Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi”dir.

Yâni Mirzabeyoğlu, “Seyyid” soyundandır da…

Anne tarafından dedesi ise; “Abdulkadir Güleray… Baba adı Ali, ana adı Adile… Babası ve annesi, Bulgaristan’ın Çırpan yöresinden gelip Bursa’ya yerleşen göçmen…”

Babaannesi, babası ve halası, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün edilen Salih İzzet Erdiş, 10 Mayıs 1950 yılında Erzincan’da doğmuştur. “Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada… Ben, son anda mezardan dönen insanım!..” diyen Mirzabeyoğlu, soyadını, 1975 Gölge dergisinin çıkışı ile aldığını ifade eder…

“4 Şubat 1990 yılında Hayran Hanım’la Şer’î nikâhı kıyılan” Mirzabeyoğlu’nun, Şerife Neslihan (12 Kasım 1990) ve Ayşe Elif (6 Ocak 1993) adında iki kızı vardır…

İlkokul, Ortaokul ve Liseyi Eskişehir’de bitiren Mirzabeyoğlu, 1964 tarihinde kendisine annesi tarafından hediye edilen Eflatun’un “Devlet” adlı eserini, “Benim not alarak okuduğum ilk eser de, 1967’de bu eserdir” şeklinde ifade ederek, didaktik amaçlı okuma-araştırma ve “fikir sancıları”nın başladığı tarihi verir.

Şahsiyetinin ana çizgilerinin Eskişehir’de piştiğini ifade eden Mirzabeyoğlu, 15-16 yaşlarında Milliyetçiler Derneği ve Komünizmle Mücadele Derneği’nde Rahmetli Halil ağabey ve Milli Eğitim Kitabevi’nin şefliğini yapan Suat Fıratlı ağabeyle hemen her gün beraber olduğunu vurgular. Kitabevini ise, “uzun nutuklarına sahne olan bir mekân” olarak tasvir eder. Bu arada Milli Nizam Partisi Eskişehir Gençlik Kolları’nın başında Erbakan’la tanışma ve nihâyet Üstad’ı Necib Fazıl Kısakürek’e; fikir ve haysiyetine, “yanasıya aşkla” vurulması, aynı tarihlere denk gelir…

1975-76’da Gölge dergisiyle fikir arenasında görünen, 1979-80 yıllarında Akıncı Güç adlı dergiyle kükreyen Mirzabeyoğlu, Milli Selamet Partisi’nin Gençlik Kolu olarak faaliyet gösteren “Akıncılar Derneği”nin isim babasıdır da… Akıncı Güç dergisi vesilesiyle Necip Fazıl’la yakından tanışan Mirzabeyoğlu, âhirete irtihâline (25 Mayıs 1983) kadar Üstad’ın yanındadır.

Gölge Dergisi’nde mücerret fikrin tohumlarını eken ve Akıncı Güç dergisini çıkardıktan sonra bizzat Üstad’ın nezaretinde, “mücerret fikir” ufkunda kanat çırpan Mirzabeyoğlu, her biri mâzinin irfan hazinesine mıhlı, terkipci ve icadçı fikirlerle dolu; bize “Köklerimiz”i hatırlatan ve tesir gücü BÜYÜK DOĞU’dan mülhem 60 küsur şâheserin sahibidir…

Hâsılı, “Bende ne hikmet varsa büyüklerime aittir. Hatalar -varsa- nefsime aittir” diyen Mirzabeyoğlu’nu anlamak için Necib Fazıl ve Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini öyle veya böyle az da olsa anlamak gerekir.

İmam-ı Rabbânî’den Muhyiddin-î Arabî’ye, Elmalılı Hamdi Yazır’dan Kadı Beydavî’ye, Mevlâna’dan Şeyh Gâlib’e, Şerif Cürcani’den Kadı Iyaz ve İmam-ı Gazâliye, Ebu Hanife ve İmam-ı Şâfii’ye, “Şahsiyetler Topluluğu”na; dört halifeye ve nihâyet, “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber”e uzanan bir çizginin temsilcisi olan Mirzabeyoğlu ve dâvası, fikir ve ıstırabı, ciltler dolusu eserlere mevzu olsa gerektir.

Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra bu dâvanın (mücmel-kısa olarak) takdimine geçebiliriz.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

BÜYÜK DOĞU-İBDA MEFKÛRESİ

“Büyük Doğu-İBDA Fikir ve Aksiyon Mektebi”, hayatı, ölüm ve ötesini, “asıl” ve “asla bağlı bir teferruatçılık şuuruyla” tahlil eden terkipci “büyük kafalar”ın, İslâmı, “yeni bir anlayış” çerçevesinde, yâni; “anlayışı yenileyerek” takdim etmesi ve çağa hâkim kılınmak istenilen İslâmî bir nizamın usûl ve kaideler bütününü, cemiyetin idrak nazarına sunmasından ibarettir. Bu fikir mektebinin iki Mütefekkirinin üslûbları önce kâlbe-hisse, sonra akıl ve ruha hitap eder; anlaşılmaz değil, zor anlaşılırdır. Dolayısıyla külliyatı kavramak için sadece ilim ve akıl kâfi gelmez. Kırgızistan Taza Din Hareketi kadrosuna mensup Cumay Suyunaliyev’in; “Biz İbda’yı hissederek kabul ettik. Şimdi, hissettiklerimizi anlamaya çalışıyoruz” şeklindeki ifadesi, buna dair bir argüman olarak kifâyet eder.

Mevcut İslâmî anlayışların içerisinde, “ayrı bir meşrep ve mezhep” değil, “İslâmın emir subaylığı” olan Büyük Doğu, Üstad’ın ifadesiyle: “BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz, BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye tâlip…” bir mefkûre’dir. [1]

Üstad, “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinde “Devlet ve İdare Mefkûresi”ni kısaca şöyle izah eder:

– “Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır… Yüceler Kurultayı”nın âzası, eksiksiz ve fazlasız 101’dir…

“Başyücelik Hükûmeti” bir Başvekil ve on bir vekilden mürekkeptir…”

Hükûmetin 11 Dâvası’nı ise; “Ruh ve Ahlâk Dâvası, Umumî İrfan Dâvası, Köy ve Köy Dâvası, Şehir ve Umran Dâvası, Ordu Dâvası, İç İnzibat Dâvası, Dış Münâsebetler Dâvası, Bütün Neşir Vâsıtalarını Murâkebe ve Himaye Dâvası, İş Emniyeti ve İş Sahaları Arasında Ahenk Dâvası, Nüfusu Çoğaltma, Güzelleştirme ve Sağlamlaştırma Dâvası, Milli Servet ve İktisat Dâvası” şeklinde tasnif eder.

Başyücelik Hükûmeti’nin “Temel Prensipler”ini ise; “Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve mülkiyette tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık ve Müdahalecilik” şeklinde tasnif eden Üstad, eğitimden mûsîkiye, edebiyattan sinemaya, kılık-kıyafetten sokaktaki adama kadar her mesele, mevzuu ve muhatabın görev ve hâlline dair bir disiplin, bir tertip, bir çözüm ve nizam teklifi sunar.

“İslâmiyeti feyizlendirme bahsinde beş bâtıl güdüm”ün ise; “reformacılar, havaî ve nefsanî tefsirciler, satıhçı ve kışırcı şeriatçılar, sahte ve yalancı sofiler, ham ve kaba softalar” olduğunu belirtir.

Salih Mirzabeyoğlu, Akıncı Güç Kadrosu ve Necip Fazıl’la Yakından Tanışması
– “Biz ruh hamurumuzu Büyük Doğu teknesinde ve onu yoğuran ellerde idrak ettik ve başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul edemeyiz!” […]

– “Kendisinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz bu yol Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun ta kendisidir. Ve adı “gerçek İslâmiyet”tir…” [2] ifadeleriyle fikir arenasına atılan “Akıncı Güç” dergisi ve kadrosu Üstad Necib Fazıl tarafından şu şekilde medhedilir:

– “İşte tam 40 yıldır süze süze özleştirdiğimize şahit olduğumuz bu birkaç genç ve 3-5 ağabeyleri, satranç tahtasının ilk karesindeki ilk vâhid mevkiîndedir. Bu vâhidi elde edebilmek için 40 yıl çalıştık, ama sonunda “evraka-buldum!” diyebilmek saadetine ulaştık. Gerisi keyfiyetini bunlarla paylaşan basit bir kemmiyet meselesidir ve cevher, kan oturmuş tırnaklarımızla 40 yıl kazıdığımız kuyudan çıkarılmıştır.”

Üstad Necip Fazıl bu kadro hakkında sözlerine şöyle devam eder:

– Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı…

Daima böyledir. İlâhi tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, bir köşenizde otururken görünüverir.

Bu ışık, hiç birini görüp tanımadığım, görüp tanıyınca da aramızdaki ezelî yakınlığa şahid olduğum gençlerden… Şu anda “Akıncı güç” isimli derginin ilk sayısından…” [3]

Müjdelerin Müjdesi
“Birkaç gün önce… Büyük Doğu Yayınlarının idare yerine birer meşale kıvraklığında üç genç geldi. Oturdular ve tek kelime söylemeden bana bir dergi uzattılar: AKINCI GÜÇ… Bunlar bu dergiyi çıkaran ve güden gençler… […]

Gece yatağıma uzanıp dergilerini açtığım zaman ne görsem iyi? Bir baştan öbür başa kadar Büyük Doğu idealinin destanı… Hem de en derin fikir tabakalarına kadar nüfuz edici ve bugünkü aydın İslâm gençliğini Büyük Doğu mihrak ve istikâmetinde gösterici bir tahlil, terkip, tefekkür ve tahassüs ifadesiyle… Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha âdi pohpohlamalarla değil… Duyarak, düşünerek ve yaşayarak… […]

Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!” [4]

Ayrıca Üstad, Mirzabeyoğlu’nun; “Azat kabul etmez bir zaptolunmuşluk hissiyle ve bunu hayatının mânâsı bilen gençlik adına Üstadım’a…” şeklinde, kendisine ithaf ettiği “Kültür Dâvamız” adlı eserini şu sözlerle karşılar:

– “Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefis murakabesi eseridir. Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na sevgiyle… Bize ağuşunu açmış. Takdirkârıyım!” der.

Ve daha neler ve neler…

Salih Mirzabeyoğlu “İbda Diyalektiği” adlı eserini şu şekilde takdim eder:

– “Bu eser… İnsan ve toplum meselelerine “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” hâlidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm’a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarı.” [5]

Mirzabeyoğlu, “topluluk hakikatini” temin cehdi ile ömür tüketen; ümmetin derdiyle dertlenmeyi “câna minnet bilen”, hâsılı, ötelere sermâye biriktirme gayesi güden ve bu gayenin güdülmesi gerektiğini vatanın has evlâtlarına aşılayan bir fikir ve aksiyon adamıdır.

“İnsanın anladığı üzerinde telif hakkı vardır” diyen Mizrabeyoğlu; “İBDA bünyesinde belirttiğimiz veya belirtilmiş her kıymet, yapılan herşey Büyük Doğu’nundur ve iftiharla söyleyebiliriz ki, bu bünye her zerresiyle Büyük Doğu’nun tesiri altındadır” ifadesiyle, İBDA’nın adresini gösterir. [6]

Mirzabeyoğlu’nun bu tavrı ve vurgusu, bir fikir adamının, tesiri altında olduğu fikrin adresini göstermesinin veya “damıttığı fikrin” hangi ideolocyaya “nisbet vasfını” göstermesinin bir “fikir haysiyeti” olduğunu hatırlatsa gerektir…

Salih Mirzabeoğlu “İBDA”yı ise şöyle tarif ve takdim eder:

– “İBDA, ismini ve mânâsını, geçmişini, hâlini ve geleceğini, yaptığı ve yapacağı herşeyi, aklı geride bırakıcı ve kâlbe hitabedici bir tecrit derinliği ve haysiyeti içinde, topyekûn kâinatı tek cümleyle izah edercesine şöyle ifade edilebilir: BÜYÜK DOĞU’nun sırrı İBDA ve İBDA’nın sırrı ise BÜYÜK DOĞU’dur… Ve ne kadar tekrar edilse azdır ki, bu fikir ve mânânın nesep bağı içinde İBDA, kuşa niyet çektirircesine bulunmuş bir isim değil, İslâma muhatap anlayışı temsil makamındaki BÜYÜK DOĞU’ya nisbet vasfını gösteren bir sıfattır. Demek ki İBDA, hem sıfat, hem isim, hem iç mânâ, hem dış temsil, hem öz ve hem de nakıştır.” [7]

– “Eğer Büyük Doğu’yu, her mânânın suretini barındıran ve her suretin mânâsını saklayan “misâl âlemi” gibi alırsanız, İBDA ona tutulmuş aynadır, o ruhun yuvasıdır, onun tecelli mekânıdır ve bu yıldız birleşmesi içinde de, onun görünüşü ve zamanıdır.” [8]

Nereye intisap ettiğini de, şu cümlelerle özetler:

– “Kendisinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz BÜYÜK DOĞU yolunun derinliğine ve genişliğine doğru destanını yazan İBDA, bir dâvâsı, iddiası ve ispatı bulunmadan, karışıklıkta ve arada kaynayarak boy gösteren sürüngenlerin tersine, en açık bir biçimde ilân eder ki, Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun tâ kendisidir. Ve, tarihi boyunca da görüldüğü üzere “Fırka-ı Nâciye-Kurtuluş Yolu Fırkası” diye isimlendirilen bu yolun çapraz çizgileriyle hiçbir alâkası yoktur.” [9]

Daha sonra, “İslâm ve Kâinat, Tarih Şuuru, Terkibi Dâva Şeması, Kendinden Zuhur vb.” ilke ve prensipleri levhalar hâlinde takdim eder.

– “İslâm Tasavvufu” ve “Batı Tefekkürü” sahası arasında kanatlarını açan İBDA, birincisinde imânın hakikatini ve ikincisinin de bir “arınma kurnası” hâline getirdiği gizli imânını selâmlarken, “ana gövde” dilinde, yâni işin kemmiyet örgüsüne memur zarurî bir âlet mevkiindeki Büyük Doğu dilinde tecelli eden mânânın muhasebecisi, iç ve dış hikmetlerin bu gövdeye maledicisidir.” [10]

Özetlersek: BÜYÜK DOĞU-İBDA FİKİR VE AKSİYON MEKTEBİ bir, “ehl-i sünnet” mektebidir. Bu mektep, mücerret fikir istidadına haiz bir tarih anlayışı ve şuuru aşılar. Batıyı ve Doğuyu kavrama cehdini mutlak gerekli gören bu mektepte asıl olan, bildirilen hakikatleri olduğu gibi bulma-anlama ve bu çerçevede; “hakikatleri aslına ircâ etme” cehdidir. İrfanî düşünceyi (sezgi ve ilhâm) önemseyen bu mektep, zahiri ihmâl etmeden ve “keyfiyetleri Allah’a havale ederek”, bâtını doğru bir şekilde tev’il etmeyi de gerekli görür.

“Fikirde müphem, aksiyonda açık olma tavrı” ise, vazgeçilmez bir ilkedir…

“Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet” şeklinde tasnif edilen prensiplere riayet eden; “İ’lâ-yı Kelimetullah” ve “Nizam-ı Âlem” dâvası güden bu mekteple kıyas edilecek (zuhurundan bugüne değin) başka bir ekol yoktur, demek, bir hakikati ifade etmektir. Dolayısıyla, “taklitler”den ve “post-modern intihâlciler”den sakınmak gerekir…

Mirzabeyoğlu, mücmel olarak takdim ettiğimiz bu “ölçü” ve “ölçülendirmeler”i ihlâs ve samimiyetle hayata hâkim kılmak istediği için, kafa ve gönül nisbeti dış mihraklara müştak olan bir kısım Jakoben Cumhuriyetçilerin hedefi olmuştur.

Buna dair bilgi ve belgeler mucibinde mücmel bir tahlil ve mülâhaza.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

28 ŞUBAT SONRASI İDAM KARARI VE İŞKENCE

1991’de “İşkence” ve 2001 sonrası Bolu’da “Telegram” ve “ÖLÜM ODASI B-Yedi” adlı eser…

Bilindiği gibi bir kısım derin zevat tarafından 28 Şubat, Erbakan ve Çiller hükümetine karşı, “post-modern sivil darbe” olarak nitelendirilir…

İki yıl iktidarda kalan; şeyhlere, mollalara Başbakanlık Konutu’nda iftar dâveti veren, birçok özel okul, hastahane, vakıf, dernek, yardım kuruluşu vesair açan, açılmasına vesile olan Refah Partisi, bu icraatlarından dolayı “jakoben” tâbir edilen Cumhuriyetçilerin hışmına uğramış, üç-beş densiz tarafından Sincan gibi ilçelerde düzenlenen Humeyni Posterli “Kudüs Geceleri” ve çorabının suyunu müridlerine içiren “Kalkancı” misâli şeyh bozuntuları vesair bahane edilerek, “yahudi-mason medyası” tarafından, “irtica hortluyor!” yaygarası basılmış, buna mukabil Çevik Bir Paşa nezâretinde tanklar, Sincan’a yürütülmüştür.

Yâni, irticanın baş müsebbibi olarak lanse edilen Erbakan Hoca, “kata-külle”ye getirilip hükûmetten alaşağı edilmiştir. Bu hâdisenin adı icracılar tarafından, “demokrasiye yapılan balans ayarı”, muhalifler tarafından, “Post-modern sivil darbe” olarak tarihe kaydedilmiştir.

“Bin yıl sürse de, on beş milyon cana mâlolsa da bu savaşı sürdürecekleri”ni ifade eden 28 Şubat Darbeci’leri alelacele kolları sıvamış, bütün yurtta, hattâ sınır ötesi bir “mürteci (!) avı” başlatmış; on binler ile ifade edilen Müslüman suçlu-suçsuz gözaltına alınmıştır. Bu “jakoben baskı” karşısında hemen bütün İslâmi hareketler sindirilmiş; bu hâdise karşısında hemen bütün mensuplar bir “seyirci rolü” oynamıştır. Müslümanların yahut Müslümanlık iddia edenlerin bu sessiz tavrı (!) dolayısıyla “jakoben baskı” alabildiğine artmış; mahkemeler kurulmuş; hâkimlerin önüne, “cezası onanmış” dosyalar serilmiş; tutuklu veya şartlı yargılananlara en ağır cezalar verilmiştir. Salih Mirzabeyoğlu’na gelince:

Salih Mirzabeyoğlu, İBDA külliyatında İBDA ve İBDA/C’nin ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini defaatle izah etmesine rağmen, “İBDA/C terör örgütü lideri” olmakla itham edilmiş, askerî ve siyasî erkânın verdiği brifinglere katılan ve burada verilen tâlimatları yerine getirmeyi kendilerine husûsî görev (!) addetmiş olan bir kısım savcının “suç duyurusu”nda bulunması ve bir kısım hâkimin, “duyurulan bu suç” (!) hakkında derledikleri argümanlar neticesinde “idam cezası”na çarptırılmıştır.

Kısaca şöyle:

İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 12/01/1999 tarihinde Savcı Ali Yorulmaz tarafından hazırlanan iddianamesinde; “Türkiye’deki mevcut anayasal düzeni yıkarak yerine dini esaslara dayalı merkezi Türkiye’de olan Ortadoğu ülkelerini de içine alan Büyük Doğu İslâm Devleti kurmak amacıyla faaliyetlerini sürdüren ve 1985 yılında bu fikir doğrultusunda, İBDA/C adlı yasa dışı örgütü oluşturan Kumandan kod sanık Salih İzzet Erdiş’in kurmuş olduğu” iddia edildikten sonra, “İBDA/C adlı silahlı terör örgütünün asıl hedefinin de, mevcut Anayasal düzeni silah zoru ile değiştirip yerine İslâm Devleti kurmaktır” denilerek, Salih Mirzabeyoğlu, İBDA/C’nin icra ettiği tüm eylemlerden sorumlu tutulmuştur.

Hâlbuki “İBDA/C adlı örgütün lideri olan kod adıyla da kurulacak olan BÜYÜK DOĞU İSLÂM DEVLETİ’nin komutanı seçilecek olan KUMANDAN kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber, …” diyen de, bu hükme rağmen; “Lidersiz bir örgüt düşünülemeyeceği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA/C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerde örgüt lideri sorumludur…” diyerek, Mirzabeyoğlu’na “İDAM KARARI” veren de, aynı devletin aynı mahkemesidir.

Kısaca şöyle: Metin Çetinbaş’ın başkanlığını yaptığı 6 Nolu DGM’de duruşma savcısı olarak görev yapan Ali Cengiz Hacıosmanoğlu (02-04-2001) tarafından da çeşitli suçlarla itham edildikten sonra karar metninde;

(Kumandan Kod-Salih Mirzabeyoğlu) sanık Salih İzzet Erdiş’in silâhlı terör örgütü olan İBDA/C örgütünü kurarak örgütün gerçekleştirdiği birçok öldürme, yaralama ve diğer faaliyetlerinden dolayı doğan sorumluluğu, emir ve komutası göz önünde bulundurularak;

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını Tağyir ve Tebdil veya İlgaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan TBMM’nin vazifesini yapmaktan Men’e cebren teşebbüs etmekten eylemine uyan TCK’nin 146/1 MADDESİ GEREĞİNCE İDAM CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA” karar verilmiştir.

(02-04-2001 BAŞKAN-24570 ÜYE-26486- 24472 K-134 METİN ÇETİNBAŞ, R. ERGİN ŞERAN, A. TAMER TARGAN, Z. DENİZ)

Hâlbuki o tarihlerde (hattâ daha sonra dahi) hiçbir İBDA/C sanığı, “adam öldürme cürmü”nden hüküm giymediği gibi, o tarihten iki yıl önce Adana DGM’nin açtığı davada İstanbul DGM, bu suçlamaları reddederek kısaca; “İçişleri Bakanlığının dosya içerisindeki 3 Mart 1998 tarihli yazısında bu sanığın İstanbul’da yayınlanan yasal dergilerdeki faaliyetlerinde yasadışı örgütün üyesi ve yöneticisi olduğunun delili olamaz. Bu nedenle; Cumhuriyet Başsavcılığının YETKİSİZLİĞİNE, gereğinin takdir ve ifası için hazırlık evrakının ADANA DGM CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA gönderilmesine karar verildi.” (25. 5. 1998. MEHMET SÜSLÜ- 25543) denilerek, Salih Mirzabeyoğlu’nun, “terör örgütü” lideri olduğu iddiası reddedilmiştir.

Demek ki, idam kararı verilirken ortada hukuk yok, âdil yargılama yok, yok oğlu yok fakat, sadece brifinglerde alınan kararları tatbik etmeye azmetmiş olan “taraflı” savcı ve hâkimler zümresinin ithamı, dolayısıyla “yasa dışı” kararları vardır ki; hukuk, “tarafsız” olmalıdır…

Bu meyanda daha önce Mirzabeyoğlu’nun yargılandığı mahkemenin ilk hâkimi olan Sedat Karagül; “İBDA/C iki kez ölümle tehdid etti beni. Duruşmada beni tehdit ettiler” (kılına zarar verilmediğini belirtmekte fayda var. S.B.) demekle birlikte; “Mirzabeyoğlu, ilk gün duruşmada çok kötü durumdaydı. Savunma yapamadı. Devlet otoritesinin hiçe indiği bir davadır bu. Devletin otoritesi sıfır olmuştur. […] DGM’de siyasi baskı görmediğim davam olmadı” [11] şeklinde ifadeleriyle DGM’de baktığı her davada “siyasi baskı” gördüğünü beyan etmektedir.

Ergenekon sanıklarının avukatlığını yapan, Mirzabeyoğlu dâvasında o dönemin karar hâkimi olan Metin Çetinbaş ise; “Dosyanın detaylarını hatırlamıyorum. Biz o günkü şartlara göre karar verdik. Ben bir hata yapıldığını düşünmüyorum ama bu o dosyada hata yapılmadı demek değildir. Allah’ın adâleti değil ki mutlak ve kesin olsun. Hiçbir Hâkim verdiği kararların yüzde yüz doğru olduğunu söyleyemez. Ben hata yapılmadığını düşünüyorum ama o dosyada yüzde yüz hata yapılmadı demek değildir. Hâkimler de hata yapabilir” [12] demektedir.

Mızmız bir şekilde olsa da bu ve benzeri ifade ve itiraflar gösteriyor ki, Mirzabeyoğlu, bir itham ve hukuksuzluğun, bir “taraflı yargı” ve dayatmanın marifeti neticesinde “idam cezası” onanmış birisidir. Aslında Mirzabeyoğlu (kendi ifadesiyle), “TC içinde yaşayan 3000 aile”nin emrine ve çıkarlarına âmade olan bir “üst konsey” tarafından mahkûm edilmiştir. Bu “üst konsey”in uzantısının, mazlum insanlara ceberrut kesilen uluslararası müstekbirler olduğu âşikârdır. Sinsi İngiltere’nin organize ettiği, zâlim ABD’nin kullanıldığı ve terörist İsrail ve Musevi bankerlerin finans ve teşvikiyle hareket eden bu “uluslararası üst konsey”in çıkarlarına uymayan fikir ve hareket mensubu her şahıs ya zulme uğrar yahut derhâl ötekileştirilir. İnsanları iliklerine kadar sömüren, inançlarını başkalaştıran bu sisteme karşı “dik duruş” tavrı gösteren her şahıs en mâsum ifadeyle, “tehlikeli” addedilerek mahkûm edilir. Hâsılı Mirzabeyoğlu, bu müstekbirler tarafından maddî ve mânevî hakları gaspedilen mazlum insanlara, “Başyücelik Devleti” adı altında “Yeni Dünya Düzeni” teklif ettiği ve bu uğurda hayatını adadığı için mahkûm edilmiştir.

Bu çerçevede:

Mazlumların kanıyla harcı yoğrularak inkişaf eden bu barbar Batı sistemine karşı, “kendisi” olarak kalabilecek fikir ve aksiyon mihrakının Mimar ve güdücüsü Mirzabeyoğlu’dur; Ortadoğu ve Ortaasya Müslümanları, hattâ bütün ezilen milletler için biricik “kurtuluş reçetesi” Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon mektebinin teklif ettiği “Başyücelik Devleti”dir. Kabaca; frenklerin pergel ve cetvelle çizdiği sınırlara mahkûm olanların böyle bir devlet nizamından rahatsız olması mâzur (!) addebilebilir, fakat frenk barbarlığından canı yananların böyle bir devlet nizamının hâkim olmasından rahatsız olması, düşünülemez…

Hulâsa: Salih Mirzabeyoğlu, “İBDA/C ne?” şeklinde suallere cevaben; “İbda fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda!”… Kıvam Hukuk Bürosu, İBDA Kitabevleri, Kitab-Propaganda, AK Doğuş (dergi), yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; “Cebhe”den kasıt bunlar…” demesine rağmen, “örgüt lideri” olmak suçundan idam cezasına çarptırılması, “kara câhillik” değilse eğer tamamen düzmece ve tâlimatla dayatma neticesi bir karar olsa gerektir.

Hukukta, “suçun şahsiliği” ilkesi mâlûm. Yasa koyucu ve uygulayıcıların bu “yasa”ya aykırı hüküm vermeleri, başkaları hakkında hüküm vermeyi de gerekli kılar; “Falan adamın suçluyla diyaloğu var, onu da yargılayalım!” gibi.

Bunun abes olduğuna dair misâl, Mirzabeyoğlu’nun savunmasında kısaca şöyle tasvir edilir:

“Büyük Doğu ve İBDA, eserlerimde binbir defa geçtiği gibi, bir ayniyetin iki kanadı olarak bir terkib belirtir; yâni Büyük Doğu İBDA… Biri, eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl?” tavrıdır; diğeri de aklın “niçin?” tavrı… Buna rağmen, “o olmakla, ondan olmak” arasındaki fark gereği, İbda’ya isnad edilen suçtan dolayı, “Büyük Doğu” suçlanamaz… Aynı şekilde, legal ve illegal İBDA-C’lerden dolayı da, “o onu tanıyor, bu bunu tanıyor” diye İBDA sorumlu tutulamaz… Eğer sorumlu tutulursa ben de diyorum ki, “benim liderim Necip Fazıl’dır!”… Üstadım’la Turgut Özal’ın teması mâlum olduğuna göre, o da örgüt üyesidir…

Aynı şekilde: Necip Fazıl’ın 1976’da başlayan ve Süleyman Demirel’in 3-5 bin adedini üst fiyatından alıp partililere dağıttırarak katkıda bulunduğu “Rapor” isimli kitab-dergi’de, Nisan 1980’den 12 Eylül’deki sonuncu 13. sayısına kadar ben de yazdım.” Yâni, Turgut Özal’dan Süleyman Demirel’e kadar devlet erkanı olan şahsiyetlerden, Yahya Demirel ve Selim Edes’e kadar işadamı olan şahsiyetlerin, hattâ bankacı bürokrat Engin Civan’ın dahi örgüt adamı olmakla itham edilmesi lâzım gelir. Öyle değil mi?

Hâsılı: 28-12-1998 tarihinde, “çocuklarını almak için gittiği okulun önünde tutuklanan”, 02-04-2001 tarihinde idama mahkûm edilen ve 13 senesi tek kişilik hücrede olmak kaydıyla, 17 sene zindanda yatan ve bu arada telegram işkencesine mâruz kalan Mirzabeyoğlu’nun şahsında tatbik edilen bu zulüm ve hukuksuzluğu tarih, “Hukuk Devleti” olduğunu iddia eden bir devletin alnına, “kara bir leke” olarak kaydetmiştir.

Her vicdan taşıyıcı insanı çıldırtması gereken bu zulüm ve hukuksuzluk karşısında maalesef medya ve hususiyetle “Yahudi medyası” büyük bir sessizliğe bürünmekle kalmamış, aşağılık bir tavır sergilemiştir. Birkaç yıl boyunca, hususiyetle de bu hâdisenin yaşandığı tarihlerde Mahmud Çetin, Sibel Eraslan, Ebubekir Sıfil, Ahmet Kekeç, Murat Alan ve birkaç kişi dışında bu meseleye dikkat çekme cesareti gösterebilen meşhur yazar ve muhabir olmamıştır.

Ülke çapında büyük bir sessizlik yaşanırken, Salih Mirzabeyoğlu’nu sevenler ve İBDA fikir mektebi sevdalıları, yazar ve avukatları bu zulüm ve hukuksuzluk karşısında bir “vicdan patlaması” yaşamış, her fırsatta bunu yayın organlarında yazmışlar ve meydanlarda nümâyişlerle dile getirmişlerdir…

Devlet erkânının ve siyasilerin bu vurdumduymazlıktan silkinmesini talep eden ve ülke çapında bu sessizliği bozmak isteyen birkaç gönüldaş ise, 8 Kasım 2010 tarihinde Ak Parti Genel Merkezi’ne bir dilekçe vermek suretiyle harekete geçmiştir. İlerleyen haftalarda belli-başlı partiler ziyaret edilerek bu dilekçe iletilmiş, bir kısım basında bildiri yayımlatılarak basın harekete geçirilmiş ve bunun akabinde zincirleme eylemler halinde, Salih Mirzabeyoğlu’na zindan ziyaretleri düzenlemek, Ramazan aylarında Bolu Cezaevi kapısı karşısında, “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” çadırlarında bir ay boyunca nöbet beklemek, imza kampanyaları düzenlemek gibi faaliyetler neticesinde ülke insanı, devlet erkânı ve siyasilerin dikkati bu noktaya çekilmiştir.

Kısaca, “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” istediğini sesli bir şekilde haykırabilmenin bir vicdan, bir vebâl ve “sonsuz bir istikbâl” meselesi olduğunu şuuruyla hareket eden bütün İBDA mensupları, kararlı yürüyüşleriyle -geç de olsa- ülke çapındaki bu sessizliği bozmuştur.

Nihâyet hakkında, “yeniden yargılanma” yolu açılan Salih Mirzabeyoğlu, bazı devlet büyüklerinin de bu meseleye hassasiyet göstermesi ve vesile olmasıyla 22 Temmuz 2014 tarihinde Bolu F-Tipi Cezaevi’nden tahliye edilmiştir.

Bir gazetecinin kendisine; “İçeride yattığınız 17 yılı bir kayıp olarak görüyor musunuz?” sorusuna mealen; “Ben fikir damıtıyorum. İçeride geçirdiğim yıllar bu mânada boşa geçmiş değil. Dışarıda da aynı şeyi yapacağım!” diyerek “fikir damıtmaya” devam etmiştir.

7 Mayıs 2018 günü evinin bahçesinde, “fikir damıtırken” Telegram işkencecilerin suikastına maruz kalması hasebiyle hastaneye kaldırılan ve “Beyin Kanaması” geçirdiği teşhis edilen Mirzabeyoğlu, 16 Mayıs 2018 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

Şehadeti Makbûl, Mekânı Cennet-i Âlâ olsun İnşallah…

Hadis-i Şerif meâli: “Bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir!”

Büyük Doğu-İbda Fikir ve Aksiyon Mektebini Anlamak
“Anlaşılmaz”lığın mevzu olduğu bir ortamda Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl:

– “Yanlış anlaşılmaktansa, hiç anlaşılmamayı tercih ederim!” der.

Mücerret fikirle ilk defa muhatab olunduğunda insanların ekseriyeti anlamakta zorlanabilir veya anlamayabilir. Bu da kınanacak bir durum değildir. Yeter ki insan, anlamadığını anlasın. Zira hiç anlamayan adam en azından, “anlamadığını” anlamışsa, ilk etapta bu, daha sonra “doğru anlamak” için yeterli bir başlangıç olabilir, olur…

Büyük Doğu’yu “doğru anlayan” İrfan Sultanı-Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise meâlen:

– “Büyük Doğu anlaşılsaydı, genişlemesi sözkonusu olurdu” der…

Bu çerçevede; Aynen Necip Fazıl gibi, “anlaşılmaz” değil, “zor anlaşılır” olan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “bütün fikirlerini” herkes belki kendisi gibi anlayamaz fakat istidadı kadar anlar, anlayabilir. O’nun eserlerini okuyan herkesin ilk etapta anlayacağı bir şey muhakkak vardır. Bu istidattan, yâni ilk adımdan sonra sadâkat hâsıl olursa idrak-anlama kabiliyeti muhkemleştiği gibi, gelişir de, fakat “tam ve mükemmel” olmayabilir, olmaz.

Zira böyle bir şey olsa, bir Salih Mirzabeyoğlu daha olurdu. Hani kendisine; “Yürüyen Necip Fazıl” denilen Mirzabeyoğlu gibi bir anlayış sahibi olan ve hayatı boyunca “tecrit ufkunda kan terleyen” ve “fikir damıtan” birisine de; “Yürüyen Salih Mirzabeyoğlu” denilebilirdi.

Her âlimin fevkinde bir ilim ve/veya bir âlim vardır. Ki; “Eşyanın hakikatini olduğu gibi idrak etmek”, peygamberlere bahşedilen husûsî bir imtiyazdır…

Bu çerçevede, İnsan-ı kâmil’i; hâl ve hareketlerini, fikir ve kanaatlerini topyekûn anlamak söz konusu olmadığı gibi, hiç anlamamak diye bir şey yoktur…

İşine gelip gelmeme, fitne-haset ve kıskançlık vesaire de, meselenin cabası…

Ezcümle: Mirzabeyoğlu’nun irfan ufkunun altında kanat çırpmaya çalışan istidatlar elbette var ve inşallah var olacaklardır. Lâkin şimdilik, O’nun benzeri yok…

Şu hususu belirtmekte de fayda var ki; fikri, çeşitli mesele ve hâdiseleri “anlaşılmaz kılma!” gayreti, entelektüel züppelik ve ukalâlığın alâmetidir. Bu edâ ve tavır ise, Mirzabeyoğlu tarafından kesinlikle tasvip edilmez. Mirzabeoğlu, bu tür entelektüel züppe ve ukâlaları; “Anlaşılmamayı, aydın görünme süksesine katık olarak kullanan maymun adam!” şeklinde tarif ve tahkir eder.

Hususen; “Zor anlaşılmak”ın, “hiç anlaşılmamak” ve papağanvâri tekrarın da, “doğru anlamak” olmadığını ifade etmekte fayda var. Zira İbda diyalektiği; “ezbere bilgi, bilgi değildir!” der. Hâl böyleyken, “iktibas”ın, “doğru anlamak” olduğu iddia edilemez.

Bir başka ifadeyle tekrar edelim ki; ihlâs ve samimiyeti olan her idrak ehli ve şahsiyet sahibi her insan Büyük Doğu-İBDA fikir mektebini, biraz cehd sarf ettikten sonra kapasitesi ve mesleğine göre az veya çok anlar, hattâ anlamakla kalmaz, bir anlayış sahibi olabilir, olur…

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;

Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…”

Bu hikmetli şiiri hatırlattıktan sonra Necib Fazıl’ın ifadesiyle; “Yeni bir meşrep ve mezhep değil, İslâmın emir subaylığı” olan Büyük Doğu-İBDA Fikir Mektebi’ni anlamak için bazı hususlara dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz ki, elbette, itibara şâyan başka hususlar tesbit edilebilir, edilmiştir de.

Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyle, icmâlen:

a) Bu mekteple ilk tanışanlar, beş yüz kelimelik lügat bilgisiyle bu mektebi minnacık anlamanın dışında, bırakın derinliğine, yüzeysel anlamanın dahi mümkün olmadığından hareket ederek, Büyük Doğu-İBDA külliyatında yeni tanıştıkları veya anlamadıkları kelime ve kavramları lügat ile birlikte tâlim etmelidir… Biraz lügat kurdu ve irfan ehli ise, çile sahibi mütefekkirler karşısında, mütevâzi olmalıdır…

b) Bu mektebi anlamanın kolay olmadığı peşinen kabul edilmeli ve anlayış teminine gidilmelidir. Bu “temin” için ise defaatle okuma ve tefekkür etmenin yanı sıra, karşılaştırmalı okuma yapılmalı, kapasite zorlanmalıdır… Meselâ Cemil Meriç okumaları ihmâl edilmemelidir…

c) Önce, anlamadığımız meseleler hakkında değil de, biraz da olsa anladığımız meseleler hakkında kafa yormalı ve hiç anlamadığımız meseleler tâdil edilmelidir…

d) Az buçuk anladıktan, hattâ biraz anladıktan sonra dahi bu mektebi, yâni Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nu “aşmanın” hiç mümkün olmadığı kabul edilerek okumalara devam edilmelidir. Yâni, herkes haddini bilmelidir.

Zira: “Haddini bilmeyen, zıddına döner!”…

e) Yine, biraz anlayış sahibi olunduktan sonra, dışarıda ilgisiz ve habersiz, lâkin samimi olan insanlar, diyalog ve telkin esnasında asla kınanmamalı, muhatabın irfanî durumuna göre kelâm etmeye gayret gösterilmelidir. Zira başlangıçta hemen herkes anlayış bakımından hemen hemen aynı durumda olduğunu unutmamalıdır…

f) Hususiyetle tekrar edelim ki, hiç anlaşılmayan meseleleri ve akıl ve akıl üstü hikmetleri anlamak, zamana bırakılmalıdır…

Meselâ; “Bir Velî mevzuunu bulamaz ki ben desin!” hikmetini ezberlediğim hâlde ancak yıllar sonra biraz anlayabildiğimi söylememde fayda var…

g) Az buçuk anladıktan sonra, “topyekûn anladım, tamam!” havasına bürünülmemelidir.

Hâsılı, Büyük Doğu-İBDA külliyatı, ona-buna “caka satmak!” veya “menfaat devşirmek” için değil, bir fikrin inşası ve cihana hâkim kılınması için okunmalıdır…

Neticede, Büyük Doğu-İBDA fikriyatını anlamak için cehd sarfeden her insan, “anlayış” için kendine has ve hususî bir usûl ve metod geliştirebilir ki, en esaslı anlayış temin etme usûlünden birisi de, -başlangıçta başka usûl ve metodları gözardı etmeden- budur…

İhlas ve samimiyet ehli, idrak ve şahsiyet sahibi, dâva ahlâkı ve mütevâzi bir duruş sahibi olan ve; “aradığının ne olduğunu bilen” irfan ehline selâm olsun…

“Kim var?” diye seslenildiğinde, sağına, soluna, önüne, arkasına bakmadan “Ben varım!” diyebilen ve bunun şuurunu nefsine maletmeyen, fakat, değil şahsiyetini, nefsini dahi ego-manyak çapsızlara paspâye etmekten imtina eden bir gençlik!..

Mukaddes dâva seni bekliyor!..

Not 1: “Karaya Bulanmış Çağın” Kutub Yıldızı Salih Mirzabeyoğlu’nu nisbeten anlayabilmek için tarih, edebiyat, tefsir, fıkıh, tasavvuf gibi dinî, ahlâkî, siyasî ve kültürel eserlerin de okunması gerektiği unutulmamalı…

Not 2: Necip Fazıl’ın “Çile” adlı şiir kitabı ve Salih Mizrabeyoğlu’nun “Bütün Fikrin Gerekliliği” kitabı, gençliğimde benim için sığınacak bir limandı. Defaaten, sindire sindire okur ve ezber yapardım ki, bu okumalar beni tefekküre zorlardı.

Bundan, bir hayli anlayış temin ettiğimi söyleyebilirim…

Notlar:
1- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1986, s. 8.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 34-35.

3- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 33-34.

4- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 31-32.

5- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği-Kurtuluş Yolu, İbda Yayınları, 3. Basım İstanbul 1995, s. 5.

6- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 24.

7- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 10-11.

8- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 16.

9- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 13.

10- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 15.

11- Semra Pelek, Milliyet Gazetesi, 30 Eylül 2001.

12- Yeni Akit Gazetesi, 23 Eylül 2011.

Not: “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” ile alâkalı parantez içindeki anekdotlar, “Tilki Günlüğü” adlı 6 Ciltlik eserden derlenmiştir…

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

BİR KEŞF-İ KADIM OLARAK BÜYÜK DOĞU VE NECİP FAZIL

Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[ref]Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 7-10.[/ref] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir. Bidayeti Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder.

İlkeleri

Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder.

Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini müşahhas hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar.

Bedevi:

– Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.

– Bilakis ben onu senden satın aldım.

– Aldığına dair şahit getir.

Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar.

Huzeyme:

– Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [ref]Ebu Davud, Kada, 3604.[/ref]

– Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[ref]İbn Hacer, el-İsabe, II, 339.[/ref]

Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz.

Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen kayıtsız şartsız teslimiyet vardır.

İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir.

Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır.

Ashapta ki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister. Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler:

– Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım.

– Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız?

– Evet.

Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet iner:[ref]Bkz. Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, III, 15-16.[/ref] “İnsanlardan öyleside vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”[ref]Bakara(2): 207.[/ref]

Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede görülmektedir.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Tarihi Süreç

Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar.

Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için Onun millet bünyesine nisbetle konumunu kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”[ref]Kısakürek, Hitabeler, s. 250.[/ref]

Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne ibare de, ne de manada problem kalmıştır.

Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır.

İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hâkim olmuştur.

Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder.

Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürühu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarib insanlar medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların müfredatına sığınır. Büyük ruhlu âlimlerin açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vucutlar” gibi kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür.

Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır. Zira bu devirde Müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu. Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye götürüp İbn Kemal çapındaki âlimlerle meclise alamadık. Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi. Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek “ulu hocalardan” yoksunduk.

Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri bulamadı. “O bir arslandı fakat pençeleri yoktu.”

Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde, ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı.

Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in düşüncesinin tekelinde idi.

Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikâp etti ve “Türkü madde planında kurtardıktan sonra mana planında helak etti.”

Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Âdem olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken, muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun:

“Burada erdi Musa

Burada uçtu İsa

Bülbül burada varsa

Hürriyet için öter.

Ne örümcek ne yosun,

Ne mucize ne füsun

Kâbe Arab’ın olsun

Çankaya bize yeter.” diyordu.

Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye anlatıyordu.

Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı.

Tahribat öylesine etkindi ki bu dönemde ayakta kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan âlimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf inkılabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza attılar.

Kaşgari Dergâhında insanları irşad eden Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip İslam’ın emrine amade kıldı.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

NECİP FAZIL VE BÜYÜK DOĞU DİYALEKTİĞİ

Önce Necip Fazıl’ı tanıtacağız ve dolu dolu olan hayatından köşe taşlarına yer vereceğiz. Yaşadığı dönem ve kuşaklar arası köprü rolü üzerinde duracağız. Verdiğimiz dönem tasvirinde de görüleceği üzere İslâm’ın devlet plânından el çektirilmesi yanında bütün kültürel, estetik, gelenek vs. değerlerinin de yıkılması söz konusu olmuştur. İşte böyle bir ortamda zuhur eden Necip Fazıl, kuvvetli ve cezbedici fikriyatı yanında İslâmcı mücadeleyi de başlatıcı olmuştur. Onun hayatı ve mücadelesi eserleri ile birlikte bir bütün hâlinde tezahür etmiştir. Necip Fazıl’ın beslendiği noktalara inmek amacıyla derleyip toparlayabildiğimiz kadarıyla onun kaynaklarını da tesbit etmeye çalıştık. Aynı maksadla gelenekte bağlı olduğu kolu incelerken getirdiği yenilik mevzuuna da bu bahis içinde yer verdik. Zira Necip Fazıl hem geleneğe bağlı hem yenilikçi bir yapı arz etmektedir. Yine bu minvalde İslâm’da klasikleşen fıkıh, kelam ve tasavvuf geleneklerini kısaca izah edip Büyük Doğu’nun bunların içindeki yerini işaretledik.

Büyük Doğu İdeolocyası’nı teşkil eden eserleri de kısaca tanıttık. Necip Fazıl’ın mürşidi Esseyyid Abdülhakîm Arvâsi’nin kilit rolüne dikkat çekerek onun hayatından tablolarla meseleyi izah etmeye çalıştık. Büyük Doğu’nun üzerindeki tuğra ismin Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî olduğuna ve İslâm’a muhatap anlayışın ondan beslendiğine dikkat çektik. Necip Fazıl’ın hayat hikâyesinde de incelendiği üzere yetişmesinde ve mihrakını bulmasında etkili olmuştur. Değerlendirme ve sonuç bölümüyle çalışmamızı nihayetlendirdik.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

NECİP FAZIL’IN HAYAT HİKÂYESİ

1904 yılında İstanbul Çemberlitaş’ta bir konakta doğar. Çocukluğu emekli Ağır Ceza Reisi ve Mecelle’yi kaleme alan heyet içinde bulunan büyükbabası Mehmed Hilmi Efendi’nin ilgisi ve terbiyesi altında geçer. Dört-beş yaşında su gibi okuyup yazmaya başlar. Altı-yedi yaşlarında bile yakıcı bir hayalin her şeyin ötesine sürüklediği farklı bir yaratılış. Dokuz-on yaşındaki çocukta metafizik düşünceler. Değişik mekteplerde ilk eğitim macerası. Birinci Dünya Harbi ile yeryüzü allak bullak iken büyük babasının vefatı. Heybeliada Numune Mektebi’ni bitirdikten sonra Birinci Dünya Harbi’nin sonlarına doğru Bahriye Mektebi’ne girer. Çocukluğunun son basamaklarından delikanlılığın ilk basamaklarını geçirdiği Bahriye Mektebi’ndeki beş yılı (12-17 yaşları arası) hayatının en güzel beş senesi olup şahsiyetinin temel duyguları orada pişer. Dış yüzden olsa da tasavvufa ilgisi orada edebiyat hocası vesilesi ile olur. Orada okul maceraları da zengindir. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın daima ruhunda kanayan bir yara hâlinde hep BİR ve BİRİNİ arama etrafında helezonlar çizen bir hayat. Şiire orada 12 yaşında başlar, vesilesi, anneciğinin hastane odasında ona, “Senin şair olmanı ne kadar isterdim!” deyişi. Atlarken, zıplarken dahi onu bırakmayan amma gurur da olmayan, “başarmak için yaratıldım” duygusu. Çilesi, dönem dönem olan Necip Fazıl’ın ilk çilesi de orada başlar. Öyle ki tabiî zevklerinden, bütün insan ve eşya münasebetlerini idare eden emniyet duygusundan kuşku duymaya başlar. Bir sabah kalkar da “dil ve idrak zeminini yerinde bulamazsam” diye kuşkulara düşer. Beynini sokan akrep düşünceler onda başlamıştır.

İlk şiirleri Yakup Kadri’nin yönetimindeki Yeni Mecmua’da çıkar, henüz 17 yaşındadır. 1921 yılında Darülfünun’a imtihanı kazanarak felsefe bölümünde öğrenim görür. O daha üniversiteye girmeden bu yaşına kadar kendisiyle fazla ilgilenmeyen ve annesinden de ayrılan babası 33-34 yaşlarında vefat eder. Darülfünun’dan sonra Sorbon Üniversitesi’ne felsefe bölümüne gider. Ancak Paris’te öğrenimini tamamlamadan geri gelir. Büyük şehirlerin boğucu havası içinde “fildişi kule” denilen hodbinlik hisarına çekilir… “Genç şair” olarak şöhreti yakalamış, Örümcek Ağı ve Kaldırımlar şiir kitapları yayınlanmış (1928) ancak mutlak hakikate memur şiir anlayışına henüz varamamıştır… Banka memuriyeti yılları, Anadolu’ya gidip gelişler, İstanbul’da daralıp Anadolu’ya açılmak, sonra Anadolu’da patlayıp İstanbul’da ferahlamak şeklinde cereyan eder. Ancak hiçbiri çözüm değil, daralmak ve parlamak esas… Kendinden kaçmak ve içindeki sabit fikirleri uyutmak için düştüğü kumar iptilası ve daldığı bohem hayatı onu uzun müddet bırakmaz.

Nihayet bir akşam üzeri vapurda karşılaştığı bir yolcu ona şiirinin ve fikrinin üstünde ruhunu doyuracak olan ismi verdi ve Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerine varış ve ona kapılanış. Yıl 1934.

1934-1943 yılları Necip Fazıl’ın Abdülhakîm Efendi ile fizikî ve ruhî beraberlik yılları olup şeyhinin vefatından sonra da ruhî beraberlikleri sürer. Necip Fazıl onunla ilk karşılaşmasında ona çarpan duyguyu “müthiş bir vakar ve heybet…” olarak vasfeder. Şeyhinin her an en büyük bir huzurda oluşunun edep hâli de onu cezbeder. Ve daha sonraki sohbetlerinde kafasındaki çetin bilmecelerin çözümlerine erer! “Üstün haberci” diye vasfettiği Efendi Hazretlerinden aldığı ilk fikir ise şu olmuştur: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”

Beylerbeyi’nde annesiyle yaşayan Necip Fazıl, dokuz yıl boyunca fasılalarla Eyüp Gümüşsuyu’nda Kaşgârî dergahında irşad edicisi ile temaslarını sürdürür. Ancak birden olmak bitmek yok, tedrîcîlik prensibi gereği yavaş yavaş ve sıra sıra ile oluş prensibi geçerlidir. Bulmak yetmez, ermek gerek! Üstelik nefs belası devamda. “Üstün haberci”yi bulduktan sonraki bu gidiş-gelişler arasında Çile şiirini yazıyor; öyle ki oradaki “Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un, / Kustum, öz ağzımdan kafatasımı” mısralarını teşbihten öte aynen yaşıyor. Herkesin rahatlık içinde sahiplendiği hazırlop dünya yıkılıp gidiyor, nasıl bir dünya kurulacağının sancısı başlıyor idi. İmâm-ı Gazalî’ye medrese kürsüsünü bıraktıran şüphe ve arayışa benzettiği bir hal, kanlı fikir çileleri başlıyor. “Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor; / Mekânı bir satıh, zamanı vehim.” şeklinde “iğneli fıçı”dan mısralar buna işaret. Öyle ki “Benden bedahet hissi kaldırılmış idi.” der. İşte böyle fikir ıztırabı çeken için İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan okuduğu “Bir irşad ediciye varmadan olmaz!” satırları derdine hitap ediyordu. Ötelere açılan ve topyekûn kâinatın hesabını veren “Büyük Kapı”yı aramış ve bulmuş idi. Necip Fazıl’ın bir mürşide kapılanması, “Bir şeyhim olsun, bir cemaatim olsun, manevî huzur da bulayım.” kabilinden olmayıp, kâinatı elekten geçirmek isteyen bir cins kafanın hafakanları ve arayışları sonucu vardığı nokta idi.

1936’da sanat ağırlıklı ve 17 sayı çıkan Ağaç dergisini yayınlar. Değişik üniversitelerde hocalık yapar. 1941’de Neslihan Hanım’la evlenir. Altı çocuğu olur. Çocuklarının isimleri de enteresan. Erkek çocukları, Allah Resûlü ve büyük sahabîlerin isimlerini ifade ediyor: Mehmet, Ömer, Osman, Ali. Erkek çocukların sonuncusu olan Ali, küçük yaşta öldüğü için pek bilinmez. Kız çocukları ise Hz. Peygamberin hanımı ve kızının isimlerini ifade ediyor: Ayşe ve Zeynep.

Kurtarıcısını bulduktan sonra da süren metafizik buhranı üzerine ona söylenen şu: “Sık sık gelin, sohbet sizi açar, inşallah ferah bulursunuz!” Efendi Hazretleri, o döndükten sonra sık sık ağırlık geçirirmiş. Şu sözler Efendi Hazretlerine ait: “Cemiyetteki ruh hastalıkları imân eksikliğinden doğuyor…” “Kur’ân şifadır, fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbi… Pis borudan şifa gelmez.” “İlim cehli izale eder, ahmaklığı değil.”

Bu yolda tövbenin tedrîcî olduğu, yana yana pişmenin gerektiği ve içine gelen hatar-vesveselerle mücadele etmesi öğretilen Necip Fazıl’a derhal namaza başlaması ve evlenmesi gerektiği ihtar edilir.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

Sanat çevrelerinde “Bir mısraı bir millete şeref verecek şair.” diye eller üstünde tutulurken, Müslümanlığı bayraklaştırdıktan sonra aynı çevreler tarafından, “Sanatına kıyan geri adam.” diye yaftalanır.

“Kalemime fetih ve inkişâf onunla geldi.” diyen Necip Fazıl, o güne kadar bütün eserini kendi tabiriyle “bir buçuk kitapçıktan” ibaret görür iken, o büyükten aldığı feyzle yüz cilde varan eserler ortaya koymuştur.

1942 yılında Efendi Hazretleri’nden aldığı nurla yepyeni bir gençlik yoğurmaya karar verir ve 1943-1978 yılları arasında Büyük Doğu dergileri fasılalarla 40 yıl çıkar. Türlü zorluklara ve kapatmalara rağmen bir ara günlük gazete olarak da yayınlanır. 1944 yılında Büyük Doğu ilk defa Vekiller Heyeti kararıyla kapatılır. Kapatma sebebi de, matbuata Başvekil Şükrü Saraçoğlu tarafından yollanan, “Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!” şeklindeki tamim üzerine Büyük Doğu dergisinde yayınlanan, “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.” hadisidir.

Necip Fazıl’ın Efendi Hazretlerinin vefatının arkasından, ilkinden tam on yıl sonra yaşadığı ise ikinci manevî buhranı, 1944 yılındadır. “İmânıma musallat olacaksa canımı al!” duası bu devrededir. Manevi buhranları devre devre ve altı büyük buhran şeklinde tecelli etmiştir.

Biyografide araya girip şöyle bir not düşelim: Bir kişinin hayatını onun gayesi ve mânâsına göre değerlendirmek gerek; mesela, çiftçiyi çiftçi gibi, sanatçıyı sanatçı gibi yorumlamalıyız. Necip Fazıl alelâde bir insan olmadığı için onun malûm hayatının kıvrımlarına o gözle bakmamız icap eder. Dolayısıyla onun çileleri sıradan bir insanın nefsî dertleri gibi değerlendirilemez. Onun hapishanedeki sıkıntıları da adlî bir suçtan içeride yatan gibi de değerlendirilemez. Onun “ben” demesi de benlik olarak ifade edilemez.

1946’da Büyük Doğu’nun kulak resimli kapağının üstündeki “Başımıza kulak istiyoruz!” yazısı yüzünden dergi kapatılır ve Necip Fazıl’a dava açılır. 1947’de ise Borazan adlı haftalık mizah gazetesini yayınlar ve buradaki CHP eleştirileri yüzünden bir yıl mahkeme koridorlarında dolaşmak zorunda bırakılır. Kişileri davalarına göre değerlendirmek gerektiğinden Necip Fazıl’ın çıkardığı Borazan dergisini, isminden de kinaye, Sahib-i Zaman’ın kalk borusu olarak da yorumlayabiliriz. Hükümet baskı, tehdit, şantaj ve para teklifiyle Necip Fazıl’ın Demokrat Parti aleyhinde yazı yazmasını sağlamaya çalışır, ancak muvaffak olamaz.

1952’de Malatya suikasti vesilesiyle hapse konuluşu… Sayısız hapislerinden biri…

1960 İhtilâlinde Toptaşı Cezaevi’nde hapis nöbetindedir… Oluş çilesi ve imtihanlar devamda… İllet, kıllet, zillet eksik olmuyor mü’minin hayatında… Onun, “Baba katiliyle baban bir safta! / Bir de, geri adam, boynunda yafta…” mısralarında olduğu gibi… Necip Fazıl en zor anlarında, “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez!” âyetinin onun için kurtarıcı olduğunu ifade eder…

Necip Fazıl için durmak yok, hatta bunu davaya ihanet olarak görüyor. Anadolu’yu tutuşturan ve sayıları 300’ü bulan konferanslar atağına 1963’te başlar. 1972 başlarında Almanya’ya kadar sıçrar ve büyük bir gençlik kitlesi yoğurur. Gördüğü rüyaların konferanslarda bizzat tecelli edişi, Allah’ın Sevgilisi’nin müjdesine kavuşması…

1967-1977 yılları arasında MTTB’nin organize ettiği konferanslar ile mukaddesatçı gençliği oluşturur ve iman şuuru verir.

1968’de İdeolocya Örgüsü son şeklini alır. Vahidüddin kitabı yayınlanır. Abdülhamid Han eseri, Fikir Tiyatrosu tarafından sahnelenir. TBMM’de İsmet İnönü gündem dışı söz alarak Büyük Doğu aleyhinde kürsüden konuşur.

1972 ilkbaharı üçüncü çile devresidir; hapishane çileleriyle beraber altıncısı, metafizik oluş çileleri bunlar… Efendisinin vefatından sonra tasarrufu ve onu pişirmesi olarak gördüğü, ilahî ceza ve sonu lütuflar… Bu “kapıya köpek”, bu “gemiye paspas” olmaktan daha büyük rütbe tanımayışı ve “ölmeden önce ölme” sırrına ermek için çabalayışı. Necip Fazıl, “Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık” mısraındaki gibi, işlenmedik günahın vebalini yüklenen cemiyetçi bir mütefekkirdir.

 

1978-1983 yılları arasında kitap-dergi formatında 13 sayı Rapor’lar yayınlanır.

1980 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Necip Fazıl’a Sultanü’ş-şuara töreni düzenlenir, “Büyük Kültür Armağanı” verilir.

“Vahidüddin-Vatan Haini Değil! Büyük Vatan Dostu” adlı 1968 yılında yayınlanan eseri tekrar toplatılır ve mahkemeye verilir. 1982 yılında, iki sene hüküm giyer ve hastalığı nedeniyle infazı ertelenir. Bu infaz cezası üzerinde iken vefat etmiştir. Necip Fazıl, bu milletin tarihi, vicdanı ve dinî şuuru olmuştur. O, “Biz sussak mezarımız konuşacak!” demiş idi. Bugün yaşananlara baktığımızda devir hâlâ onun fikriyatını ihtar eden devirdir. Yani, o, eskimemiştir ve tazeliğini korumaktadır.

25 Mayıs 1983 tarihinde bu dünyadaki çilesi sona erer. Yetişmesinde büyük emeği olan mukaddesatçı gençlik, sıkıyönetim engellemelerine rağmen defaatle kurulan asker barikatlarını aşarak cenazeyi Fatih’ten Eyüp girişine kadar omuzlarda taşır. Üstad’ın cenazesi ancak Demirkapı’da cenaze aracına konulup emniyet kordonu altında Eyüp Sultan’da Kaşgârî dergâhı yolu üzerindeki kabrine defnolunur.

Not: Necip Fazıl’ın otobiyografik üç eseri vardır. “O ve Ben”de kurtarıcısını merkeze alır. “Babıâli”de ise sonunda her şey yine kurtarıcıya bağlansa da madde ölçüsüyle kendisi merkezdedir. “Kafa Kâğıdı” eseri ise ruhî roman tarzında ve yarım kalmış veya yarım bırakılmıştır. Aynadaki Yalan romanında ve Cinnet Mustatili isimli cezaevi hatıralarında ona ait bilgiler bulsak bile biyografi tarzı eserler değildir. Biz daha ziyade “O ve Ben” eserinden istifade ile bu hâl tercümesini hazırladık.

NECİP FAZIL’IN YAŞADIĞI DÖNEM VE KUŞAKLAR ARASI KÖPRÜ ROLÜ

Osmanlı’nın son döneminde doğan Necip Fazıl, Cumhuriyet’in ilânında 19 yaşında idi. Necip Fazıl, İslâm ilim ve kültürünün Cumhuriyet devrimleri ile yasaklandığı ölü bir dönemde mücadelesini verdi. Müslümanlar tarihte ilk defa devletsiz kalmış, üstelik onun mısralarındaki ifadesiyle, “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” durumuna düşmüştü. Tarihin pek kaydetmediği bu zulme karşı gencecik bir delikanlı olan Necip Fazıl’ın henüz pişme aşamasında olduğunu söyleyebiliriz.

1928 yılında Harf İnkılâbı ile geçmişle bağları tamamen koparılmış olan Müslümanlar, İslâm ilim-irfan hazinesine yabancı kılınmıştır. Körü körüne bir Batı taklidçiliği başlamış, alfabesinden giyim kuşamına, hukukundan his dünyasına kadar Batı’dan kopya edilmiştir. Destanlık çapta bir düşüş yaşayan necip milletin hâlini Necip Fazıl’ın Destan isimli şiirinde ölümsüzleştirdiği mısralardan verelim:

“Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;

Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!

Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;

Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.” (Kısakürek, 2015, s. 407)

Sığ ve ucuz devrimlere dayanan Cumhuriyet rejiminin tek parti diktatörlüğü ile Müslümanlar sindirilmiş, şapka giymeyenler darağaçlarında sallandırılmış, Allah’ın kelâmı Kur’an’a varıncaya kadar İslâmî eserler yasaklanmış, ezan-ı Muhammedî susturulmuş, dil ile oynanmış ve kurbağacaya döndürülmüş, tarih hakkında destanlık yalanlar uydurulmuş, kutsal değerlere ve ecdada (Osmanlı) hakaretler edilmiş, Batı kültür ve yaşayışı maymunvarî taklid edilmiş, iktisadî olarak da halk yoksulluğa itilmiş ve Ankara’da burjuva sınıfı doğmuştur. Böyle bir hengâmede Necip Fazıl, sanatçılara has fildişi kulesini terkederek cemiyet meydanına atılmış, bütün bu haksızlıklara karşı milletin ve tarihin sesi olmuştur. Tarihin benzerini kaydetmediği bütün bu zulümlere karşı Büyük Doğu ismini verdiği manifestosu ile bütün oluş ve olamayışların hakikatini göstermiş, “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diyerek, milletin vicdanına tercüman olmuştur. Necip Fazıl, bu milletin iç sesidir. Onun için çok tutulmuş ve sevilmiştir. Dıştan gelen bir ses gibi algılanmamış; kuru bir propaganda olarak görülmemiştir.

“Şairler olmasaydı tarih ve medeniyet bilinemezdi” denmiştir. Tarihe tanıklık eden şairimiz Necip Fazıl bu sefer Muhasebe isimli şiirinde, cemiyetin tam tersi bir değişimini “ahşap ev” metaforu içinde şöyle mısralara döker:

“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!

Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,

Orta kat: “Mavs” oynayan annem ve âşıkları,

Alt kat: Kız kardeşimin “Tamtam”da çığlıkları.” (Kısakürek, 2015, s. 403)

Sosyal, siyasî ahlâkî bütün alanlarda tepetaklak olmuş bir cemiyette kendini idrak eden Necip Fazıl, muztarip bir entelektüel olarak, “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! / Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!” diyerek ortaya atılır. “Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana” mısraları ile de irtica yaygaracılarına ilk muhatap olan kişi olduğunu anlıyoruz.

Necip Fazıl’ın 1977 yılında yurtdışında Arapça olarak bastırdığı ve bizde 2019 yılında Put Adam ismiyle Türkçeye çevrilen eserinde ise sathî ve köksüz devrimleri o dönemin lideri olan şahsın üzerinden bütün ayrıntılarıyla anlatır. Devrimlerin seviyesini ve hâlâ süren heykelciliği Muhasebe isimli şiirinde şöyle hicveder:

“Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak;

Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.

Mavalları bastırdı devrim isimli masal.

Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin;

Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin!” (Kısakürek, 2015, s. 404)

Beş asırlık tarih dilimiyle birlikte içinde yaşadığı 20. yüzyılı da muhasebe eden Necip Fazıl’ın tarih muhasebesi, işin ruhunu vermesi açısından çok pratik ve ufuk açıcıdır. İdeolocya Örgüsü eserinde “Tarih Hükmü-Nasıl Bozulduk” ana başlığı ve “İslâm Nasıl Bozuldu” alt başlığında beş dönemde inceler. Birinci dönemde Kanunî’den başlattığı bozulma alametlerini, ikinci dönemde vecd ve aşkını kaybetmek şeklinde 2-2,5 asırlık dönemi anlatır. Tanzimat’ın sahte ve köksüz çığırı üçüncü, Meşrutiyet’in şuurlu bozuluşu ve yıkılışı ise dördüncü dönem olur. Son dönem olarak ise bir oldu bitti ile kurulan Cumhuriyet rejimi anlatılır ve “Giden şey İslâm, gelen şeyse hiçti.” diyerek Kemalist devrimlere işaret edilir.

Necip Fazıl’ın kuşaklar arası köprü rolünden de kısaca bahsetmek istiyorum. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Osmanlı Devleti’nin son devrinde idrak eden ve temel eğitimini Osmanlıca alan Necip Fazıl, gençliğini, yetişkinliğini ve eserlerini de Cumhuriyet devrinde vermiştir. Necip Fazıl, İslâm’a karşıtlık ve Batıcı temelde kurulan Cumhuriyet rejiminde mücadelesini vermiş ve ömrü bu ıztırap içinde geçmiş, hâl ve istikbâli bütünleyerek çağına damgasını vurmayı bilmiştir. Tabiî ki bu hâl, çok sancılı olmuştur.

Necip Fazıl, İslâm nesilleri arasında doğan kopukluğu giderici bir rol üstlenirken, yeni İslâm gençliğinin ihtiyacı olan duyuş, düşünüş ve davranışına dâir de öncü olmuş, ilke ve prensipleri ortaya koymuştur. Zira yaşadığı dönem böyle bir zarureti dayatmaktadır. Üstad, fiilî olarak kritik bir nesil döneminde zuhur ederken fikrî olarak da kritik bir vazifeyi yerine getirmiştir. Hem gelenekle bağı ihya etmiş hem de yepyeni bir fikriyat ortaya koymuştur. Her yüzyılın yenilenmesi ve yeni nesillere İslâm’ın yeniden sunulması şartı, bilhassa alt-üst oluşların yaşandığı böyle bir dönemi düşünürsek, Necip Fazıl’ın rolü ve mânâsını da daha iyi kavramış oluruz.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu Diyalektiği

İSLÂMCI MÜCADELENİN BAŞLATICISI

Cumhuriyet döneminde eserlerini ve mücadelesini vermiş olan Necip Fazıl, fikir, sanat ve aksiyon adamı idi. Bozulmanın tarihî köklerine (Kanuni’ye) kadar gidip beş asırlık tarih muhasebesini yapar ve Batı’yı da kritik ederek Büyük Doğu İdeolocyası ismi ile yeni bir toplum projesi halinde dünya görüşünü kurar. Hem fikirde, hem fiilde İslâm’ın tekrar yükselişi için düşünce plânında sistemini kurarken yerine göre düşünceden önce gelen his dünyasını da inşa eden Necip Fazıl, “Gençliğe Hitabe”sinde ifadesini bulduğu üzere, Anadolu insanının iptal edilmiş hislerini iâde etmek üzere aksiyona da geçer. Necip Fazıl’ın ihyâ ve inşâ ediciliği güçlü bir his ve estetik temel üzerinde (imân öfkesi ve sanat çabası) bir dünya görüşü ile yükselmiştir. Onun gözükara ve devrimci mizacı ise İslâm’daki imân ve amel birlikteliğinin tezâhürü olmuştur. Aynı zamanda kurucu rolü gereği Cumhuriyet sonrası İslâmcı mücadelenin başlatıcısıdır. Hareketi fiilde ve fikirde hedeflendirmiş, istikametlendirmiş, dost ve düşman kutuplarını işaretlemiştir.

Üstad’ın, “Asıl ruh hayatımı, ruhumun kafa kâğıdını resimlendirmek isterdim.” tesbiti çerçevesinde yukarıdaki değerlendirmelere şunları ilâve edelim. Onun hayatını iki devreye ayırmak mümkündür: Esseyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleriyle tanışmadan önce (1904-1934) ve tanıştıktan sonra (1935-1983). Her ne kadar Efendi Hazretleriyle tanışmadan önce imân ve itikad sahibi olsa bile, onunla tanıştıktan sonra mihrakını bulmuş ve bu gaye uğrunda bir misyon yüklenmiştir. Ve Efendi Hazretlerinin vefatı ile birlikte 1943 senesinde Büyük Doğu dergi ve gazeteleriyle cemiyet meydanına atılmış, şeyhinden aldığı ilhâm ve istikâmetle yeni İslâm gençliğine vücut vermek üzere zuhûr etmiştir. Öyle ki Necip Fazıl’dan beslenmeyen İslâmcı bir münevver yoktur. Bu milletin ruh kökünü oluşturan ve Cumhuriyet devrimleriyle kurutulmak istenen dinî hayatını yeniden canlandırmıştır. Bu milletin mayasında Üstad vardır.

Çile ve hapis hayatına rağmen, Anadolu’yu bir ağ gibi örer, konferanslar serisiyle dâvâ taşını gediğine koyar ve yüz küsur eser verir. Büyük Doğu mektebine bağlı ve onu yürüten mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’ın misyonunu çok güzel hülâsa eden şu tesbitini burada verelim:

“Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzâhta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam… İSLÂM’A MUHATAP ANLAYIŞ’ın dünya görüşünü örgüleştiren adam. Dâvânın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, istikametlendiren; İslâm’ı eşyâ ve hâdiselere tatbik edebilmenin “nasıl”ını çerçeveleyen adam… Bunun sembol şahsı Büyük Doğu Mimarıdır!” (Mirzabeyoğlu, 2015, s. 64)

Necip Fazıl’ın şiirlerini de, fikirlerini de, polemiklerini de, ferdî oluş ve arayış mânâsında “ben” demesini de, bir dönem bohem hayatını da onun misyonu ile birlikte düşünmek gerekir. Onu sadece bir usta şair veya kahraman diye anmak yetersiz olur. O, Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî tarafından namluya sürülmüş bir kurşundur ve şaşmaz bir şekilde hedefini vurmuştur. Anadolu’ya ve İslâm âlemine kurtarıcı fikri teklif etmiş, İslâm büyükleri gibi derin izler bırakmıştır. Onun orijinalliği ise, sistem bütünlüğünde yepyeni bir ideoloji inşa etmesi ve buna göre Müslümanları şekil ve ruh olarak yoğurmasıdır.

Büyük Türkiye için Büyük Doğu Davası Nedir?

BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN BÜYÜK DOĞU DAVASI NEDİR?

Bir zamanlar gerçek vücut hikmetini, gerçek hayat gayesini, kılıcı üzerinde taşıdığı en sahici medeniyet ifadesi ile koskoca insanlığa teklif eden Türk’ün, mazisindeki üstünlüğe yol açmak davası… DAVA BUDUR!

Fert ve cemiyet halinde bütün insanlığı tekeffül edici biricik sistemin dünya çapında müşahade ve murakabesini yerine getirmek, çilesini çekmek ve onu bütün sebepler ve neticeler manzumesiyle bayrak astırmak davası… DAVA BUDUR!

Tarih boyunca, bu meseleler meselesini hangi derecesine kadar yükselip hangi derecesine kadar düştüğümüzü açıkça görmek ve göstermek; ve bu günün şartları içinde neresinden başlayıp neresine kadar ulaşabileceğimizi planlaştırmak davası… DAVA BUDUR!

Dünya tarihiyle beraber, yan yana ve iç içe tarih ölçümüzü abideleştirmek davası DAVA BUDUR!

Garp istikametindeki büyük medeniyet taarruzlarımızdan sonra açılan ve bir daha kapanmayan dört asırlık rical nihayet kahhari hezimet ve nihayet kahharı hezimetten de beter düşman ruhuna teslimiyet devrimizin sırlarına ermek davası… DAVA BUDUR!

Kanuni Sultan Süleyman’dan tanzimat günlerine kadar gelen vecd ve aşk iflası devrinin bizden ne alıp götürdüğünü ve düşmana ne getirip verdiğini muhasebe etmek davası… DAVA BUDUR!

Garp medeniyetinin doğuşunu, doğruluşunu, serpilişini, yayılışını, toplantısını, saf nizama girişini, bize doğru taarruza geçişini ve şarkı ,iflasa götürüşünü, bütün illetleri ve akibetleriyle mizana vurmak davası… DAVA BUDUR!

Garp ruhuna esaret ve teslimiyet devrimizin başı olan tanzimat maymunluğunu bütün foyasıyla ortaya koymak davası… DAVA BUDUR!

Tanzimatı takip eden ve herbiri Türk milletini biraz daha ağır bir mahkumiyet kararıyla garp celladına teslim eden ve her biri evvelkine rahmet okutan sahte inkılapların muazzam yalanlarını suratlarına çarpmak davası… DAVA BUDUR!

Öz cebimizde kaybettiğimiz ve söndürdüğümüz ruh güneşin, zıt alemlerde ve zulmet iklimlerinde aramaya kalkmanın tarihi faciasını destanlaştırmak davası… DAVA BUDUR!

Türk evinin üst katındaki yeni nesil örneğinin hayasız cehline gülünç gösteren tezadı bozmak davası… DAVA BUDUR!

Ruhumuzun altın madenini çürütüp, tenekeye çeviren tarihi suikastçıların şeytani maharetine karşılık, tenekeyi milyonlarca derece hararet altında pişire pişire yine altına döndürmek gibi Rahmani bir cehde vücut vermek davası… DAVA BUDUR!

Fatih’in vücudunu heykelleştirmeye hazırlanarak ruhuna ihanet eden telakkiye karşılık, onun ruh heykeli içinde Türk Milletini vücutlaştırmak ve fetihlerin, belki en üstüne memur kılmak davası… DAVA BUDUR!

Yememek, içmemek, eğlenmemek, uyumamak sadece düşünmek, ağlamak, bulmak ve yapmak davası. DAVA BUDUR!

Aşk davası, vecd davası, iman davası, ahlak davası, ecdad davası, hayat davası, nereden geliyorum? davası, Nereye gidiyorum? davası, fenadan kurtuluş davası, bekaya eriş davası, dünya imanı davası, içtima davası, mukaddes kelimeyle ALLAH davası… DAVA BUDUR!

Büyük Doğu ve Dil Şuuru

BÜYÜK DOĞU VE DİL ŞUURU

Yedi asırlık tarih dilimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam… Büyük Doğu Mimarıdır!!!

İnsanların anlaşabilmesi, “bildirilebilme” ile mümkün… Bu ise, hakikat hükmünün insanlardaki müşterekliğiyle, yani “ben” ile “başkası” arasındaki ortaklık imkanı demektir… Böyle bir hakikat temeli olmasa, lisan olmaz… Dil ve işaretler, insanlar arasında ortak bir “mana” dünyası meydana getiren sembollerdir. 

Ve şu dava:

  • “Dil, yerinde hal ifadesi, yerinde sembol, yerinde mevzu, yerinde tefekkür, yerinde düşünce sistemi, yerinde araç, yerinde mahiyet, yerinde hareket vs. manalarda kullanıldığı gibi “diyalektik” manasında da kullanılır…”

İşte bütün bunlar çerçevesinde kapsayıcı dil Büyük Doğu!..

1975’ten başlayarak toplumun genel fikir çerçevesinde “BÜYÜK DOĞU” yu oturtmak mücadelemizin sebebi anlaşılıyor; islam inkılabı burada…

Bunu böylece vasıflandırış nisbetide, Büyük Doğu’nun muradı ve “niçin” buudu halinde İBDA’da… BÜYÜK DOĞU – İBDA, bir ayniyetin iki kanadı halinde şudur;

Eşya v hadiseler karşısında, ruhun tavrına “nasıl” denir… “Nasıl” davası. Eşya ve hadiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrına karşı, akıl “niçin”lerle yaklaşır ve FİKİR meydana gelir. Silsile halinde: Fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlaktır, ki kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir… Büyük Doğu – İBDA çekirdeği hususiyetinin açılışındaki umumiyet ifadesinin teorik dil alanı manasıyla, bu umumiyet içinde hususiyeti billurlaşan şahsiyet ve mevzuların fikir – fiil- sanat edalarının temin ettiği “has ve hususi” teorik dil alanında görülen sembollerin raksını, bu çerçevede “ teorik dil alanı “ bahsinin genel ve özel manasının ortak sembollerinden ortak sembollere varış zeminini işaretleyişini anlıyor musunuz?

Dil olmadan “fert – şahsiyet”, “zamanilik – tarih” sürü yerine “toplum” gibi insanı hayvandan ayırıcı hiçbir oluştan bahsedilemez…

Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı… “İlk dil, ilk emirle vardı; ilk insan, ilk peygamberdi” tezimiz, işi başından itibaren, her oluşu kendine bağlayıcı bir şekilde gösterir. Bu ikazdan sonra, Amerikalı bir dil profesörü olan John Searle’ün karşısında bir konuşturucu olarak göreceğimiz kişinin, mevzunun ehemmiyetini çerçeveleyen ifadelerini verelim ki, deva koklayan fikir çehremizin isabeti de bu vesile ile görülmüş olsun:

  • Bertrand Russell bir keresinde, 1920 lere kadar, ki o sırada kırk yaşlarındaydı ve kendisini gerçekten ön plana çıkaran felsefi çalışmaların hemen hepsini ortaya koymuştu, dile şeffaf bir vakıa olarak baktığını, özel olarak dikkat etmeden kullanılabilecek bir aracı olarak gördüğünü söylemişti. Aynı tavrın, yalnız diğer filozoflar için değil, romancı, şair, oyun yazarı gibi şahıslar içinde geçerli olduğunu sanıyorum. Şimdi bir veri olarak aldığımız dilin kullanışı mevzuundaki şuurluk, aslıda bu yüzyılda gelişti ve çağımızın belirgin fikri özelliklerinden biri oldu. Bu gelişme, sadece kelimelerle sathi bir ilgilenme manasına gelmiyor, temel mevzulardaki inançlarıda kapsıyor. Mesela dilin sağladığı mücerret düşünce gücünün, doğrudan içinde bulunmadığımız gerçekliğin bütün yönlerini kavramlaştırmaya ve onunla başa çıkmada, çevremizle ilişki kurmamızda en önemli sebep olduğuna inanılmaya başlandı. Pek çok kişi, bizi hayvanlardan ayıran en önemli özelliğin bu olduğuna inanır. Bundan dolayı, birçoğuna göre dilin öğrenilmesi ile biz kendimiz oluruz. Bu inançların biri bile doğru ise, insanlık açısından da, fert açısından da, dil son zamanlara kadar düşünemeyeceğimiz nisbette temel bir unsur oluyor demektir.
Büyük doğu ilke ve kaideleri

BÜYÜK DOĞU İLKE VE KAİDELERİ

  • Türk’ün ruh kökünü kurtarmak ve onu yeni zaman ve mekana tatbik etmek idealinin eşliğinde her daim olabilmek, hali.
  • Kainattaki her noktanın kıymet hükmüne ve bütün bir dünya muhasebesine sahiplik siarı… Hayatı bütün dallarıyla kuşatıcı, renklendirici, süsleyici bir ( estetik, güzellik sanatı ) dağları taşları devirip sürükleyici ve gaye noktasına sürücü bir ( diyalektik – metodlu düşünme ifadelendirme sanatı ) boş başları mıknatısların demir tozları çektiği gibi toplayıp derleyecek bir ( retorik – örgüleştirme sanatı ) silahların tesir kudretini saha saha bölgeleştirecek bir ( teknik – terbiye ) sanatı
  • Aksiyonculuk seciyesi, inanılan ve bağlanılan davanın fert ve cemiyetinin yoğurma şekillendirme cehdi. Ani hamleci ve teşkilatçı enerji.
  • Ruhunu islamiyetten alan Türk ve bu Türk’ün Türkçülük davası.
  • Ya devlet başa, ya kuzgun leşe… düsturunun temsilcisi
  • Öyle bir nesil ki; Hilalimizi yıldızından ayırmak isteyen, ( komünistler, devrimbazlar, batıcılık taslayanlar, Türk’ün ruh kökünden kopanlar, sancağımızı gizli gizli makaslayanlara ) karşı direniş abidesi.
  • Öyle bir ideal ki; Sancağımızda hilal islam ve yıldız Türk’tür. Türk bir yıldız şeklinde bu hilalin kıskacı içine girdiği andır ki, yolunu bulmuş, insanlığa mutlak yolu göstermiş ve küçük bir oymak çerçevesinden cihan imparatorluğu sahasına geçiş, sarkış mücadelesi.
  • Bize herşeyden evvel, bürüneceğimiz bir ruh, bu ruh etrafında örgütleştireceğimiz bir nizam ve onlara bağlı sistem olarak üç kutuplu eriş ve davranış gerek…
  1. RUH
    1. Doğu kaynağından gelip batıya bütün tecrübeleriyle manada zapt ve fethedilmiş olmanın yepyeni terkip ideali… ve her sahada bu ideale şahsiyet ifadesi.
    2. İçinden ve dışından bütün yanlış anlayış ve tahriplere karşı müdafaalı, olanca asliyet ve saffetiye din bağlılığı, vatan şuuru… ve bu bağlılığın topyekün kainata nizam teşkil edici ölçüyü dinde bulmaya kadar giden genişlik ve derinliği…
    3. Köyde, şehirde, sokakta, meydanda, okulda, ailede, işte, dairede, itfaiye edası ile büyük ahlak seferberliği…
  2. NİZAM
    1. Bu ruha göre, bütün ‘iyi’ leri getirici ve ‘kötü’ leri süpürücü, bir algoritma bütünlüğü içinde, ( ideolojik ) kanunlar, emirler ve yasaklar tablosu… ve bu emir ve yasaklarda, şiddetle merhametin son haddi; ve insanda nüfuz arttıkça inkıyadı arttırıcı şuur…
    2. Milli irade temsilciliği ocağının duvarında ve cins kafaların alınlarında “ Hakimiyet ALLAH’ındır.” nakşı… ve içtimai nizamı batının ne ( demokratik ) nede ( anti-demokratik ) ne ( kapitalist ) ne ( anti-kapitalist ) rejimlerinde görmeksizin, her tarafın hakkını istiklalli bir dünya görüşünde toplayıcı çifte kanatlı cemiyet muvazenesi…
    3. Asker, memur, köylü, işçi, tüccar, sanatkar, hoca, fikir adamı, bütün sınıflar arasında, hilkat ve keyfiyet baremine göre hak tayini… ve bu hilkat ve keyfiyet ayrımının, insanlık noktasından herkesi aynı güneş altında, namaz safında ve hak kürsüsünde birleştiren mutlak eşitlik ve adalet düsturu…
  3. SİSTEM
    1. Zirai, teknolojik, enerji temelli milli ekonomi… Milli bünye içinden geliştirilmesi şartına bağlı sınai hamle… Ferdi mülkiyet esası etrafında, sermaye istismarına mani devlet tedbiri…
    2. Yüzde yüz tam bağımsız Türkiye ve totaliter devlet, belli başlı kıstaslar içinde hizmetçisi gibi hareket eden halk tipi. Ve imamla cemaat, mekteple aile, hakimle mahkum, şununla bu, bununla şu arasında birbirine kenetli dişliler şeklinde aynı ahenk…
    3. İçe doğru, tam 6 asırlık gecikmeyi giderici, gece uykusundan kaldırıcı ve mutlaka mana ve maddede erdirmenin yolunu açıcı, dışar doğruda bütün islam ve doğu alemini kapsayıcı, ona rehber olucu ve batının karşısında doğu eksiğini batıya ekleyerek çıkıcı büyük politika… ve bu politikanın mana ve maddede bir inşa ve tesisi…

Yol budur ve tektir. Ve ikisi o türlü bitişmiş ve birleştirmiştir ki, aynı çizginin şimal ve cenup kutuplarını gösteren ok işaretleri haline gelmiştir.

Bu ölçüler dışında herşey de, her gün biraz daha can nefes ve ümit kaybetmekten ibaret kalmıştır. 

Bizi ancak, yüce Yunus’un tabiriyle zehirli aş kurtarabilir.

Onu yemeye ve yedirmeye kim gelir?

error: İçerik korunuyor !!!