Büyük Doğu

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ) Musab Yasir Özen

BÜYÜK DOĞU (DAVAMIZ)

Musab Yasir Özen

Anlaşılırlık
Biz insanlara, amacımız apaçık sunmayı, sistemimizi gözlerinin önüne sermeyi ve onları güneşten daha parlak, sabahın beyazlığından daha açık, gündüzlerin aydınlığından daha aydınlık olan davamıza açıkça ve mertçe davet etmeyi severiz.

Masumluk
Yine aynı şekilde milletimizin bütün müslümanlar’ın Büyük Doğu” davasının masum ve saf bir dava olduğunu bilmelerini isteriz. Davamızın saffiyeti öylesine berraklaşmıştır ki, davetçilerimiz şahsi arzularını aşmış, maddi menfaatleri değersiz görerek bırakmış, arzu ve heveslerini arkasına atmış. Hak Tebareke ve Teala’nın davetçileri için belirlediği yolda ilerlemeye başlamışlardır.

De ki, bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar apaçık bir şekilde insanları ALLAH’a davet ederiz. O ALLAH ne yücedir. Ben asla O’na şirk koşanlardan olamam. (Yusuf, 108)

Biz insanlardan bir şey istemiyoruz. Bize mal vermelerini şart koşmuyoruz, mükafat da beklemiyoruz. Onların bizi övmelerini beklemiyoruz. Ne bir karşılık ne de bir teşekkür umuyoruz.

Karşılıksız Sevgi
Yine milletimizin bilmesini isteriz ki onlar bizlere kendi nefsimizden daha sevimlidirler. Bilinmelidir ki bu insanlar feda edilecek bir şeyleri varsa onu bu ümmetin izzeti için feda etmeye can atanlar, eğer bir mal varlıkları varsa onu bu milletin varlığı, saygınlığı, dini ve amaçları için sarf etmeyi arzularlar. Bizi bu konuma getiren şey kalplerimizi saran, hislerimize hakim olan sevgimiz, uykularımızı kaçıran ve gözlerimizden kan yaşları akıtan endişemizdir. Milletimizi bu halde gördükten sonra yine tembelliğe devam etmemiz, gevşekliğe ve ümitsizliğe boyun eğmemiz bizim için asla mümkün değildir. Biz kendi nefsimiz için çalıştığımızdan çok ALLAH yolunda insanlar için çalışıyoruz. Bizlerin varlığı türküm ve Müslümanım diyenler içindir.

“Üstünlük Ve Başarı Yalnızca ALLAH’ındır.”

Biz, hiçbir şeyi kendi başarımız olarak görmüyor, kendimizde bir üstünlük hissetmiyoruz. Biz sadece ALLAH‘ın şu sözüne iman ediyoruz.

“Aksine, sizi hidayete erdirmek suretiyle en büyük işi ALLAH yapmıştır. Eğer doğrulardansanız.” (Hucurat, 17)

Eğer dilediğimiz fayda verirse, dileriz ki ALLAH ümmetimizin kalplerini açsın da görsün ve işitsinler, baksınlar ki acaba “Büyük Doğu İdeolocyası na samimi olarak gönül vermişlerdi, milletin ıslahı için gayret göstermekten başka hiçbir his var mı? Biz de içine düştükleri bu hale üzülmemizden başka bir şey bulabilecekler mi? Fakat bize ALLAH yeter. O bunların hepsini biliyor. Bizi hak yoldan ayırmamak için onun kefaleti yeterlidir. Kalplerimizin bağları ve anahtarları onun elindedir.

ALLAH kimi hidayete erdirirse o artık sapmaz. Kimi de saptırırsa o artık doğru yolu bulamaz” (Zumer, 36-37)

“ O, bize kafidir, o ne güzel yardımcıdır.”

“ALLAH , kuluna yeterli değil midir? “ (Zumer, 36)

Büyük Doğu’nun İstediği Dört Sınıf

İnsanlardan istediğimiz yegane şey karşımızda şu dört sınıftan biri olmalıdır.

Salih Mirzabeyoğlu

1. İnananlar

Büyük Doğu” davasına inanan, sözümüzü doğrulayan ve prensiplerimizi beğenen, onda bir hayır gören, kalben tatmin olan ve faydasına inanan kişi. Biz bu kişiyi derhal bize bağlanmaya ve bizimle beraber çalışmaya çağırıyoruz. Ki böylece mücahitlerin sayıları artsin ve davetlilerin sesleri yükseltsin. Çalışmaya katılmadıkça inanmanın hiçbir anlamı yoktur. Sahibini onu gerçekleştirmeye ve uğurun da fedakarlık yapmaya sevk etmeyen bir inancın da hiçbir faydası yoktur. Kalplerine ALLAH‘ın hidayetini yerleştirmesi ile hayırda öne geçen Sahabeler de böyle davranmış, peygamberlerine tabi olmuş, onun getirdiklerine iman etmiş, ve onun yolunda hakkıyla cihad etmişlerdi. Bu kişiler için ALLAH en güzel mükafatı verecektir. Onların sevabı tıpkı tabi oldukları kişinin sevabı gibi olacak ve asla ondan eksik kalmayacaktır. 

2. Tereddütler

Bu kişi, henüz, hakkı tespit edememiş, sözlerimizdeki samimiyeti ve faydayı anlamamış olan kişidir. O, henüz kararsız bir şekilde bocalamak ta’dır. Bu kişiyi tereddütle baş başa bırakır ve ona şöylece tavsiyede bulunuruz:

– Bizimle bol bol ilişki kur, uzaktan ve yakından faaliyetlerimizi takip et, kitaplarımızı oku, cemiyetlerimizi ziyaret et, kardeşlerimizle tanış, inşallah bundan sonra bizim hakkımızda senin kalbine güven gelecektir. Daha önce de peygamberlere uyanlar arasında evvela böyle tereddütlü şekilde davrananlar olmuştur.

3. Menfaatperestler

Kendisine bir menfaat kazandıracağından emin olmadıkça destek vermeyi istemeyen ve ancak bir ganimet karşılığı gayret gösteren kişilerdir. Onlara deriz ki:
– Kusura bakma. Bizim yanımızda, ancak samimi davrandığın takdirde ALLAH‘ın sana vereceği sevap ve hayırla davranışlara devam ettiğinde kazanabileceğin bir cennetten başka bir şey yoktur. Biz, şeref yönünden üstün mal yönünden ise fakir kimseleriz. Bizim işimiz, beraberimizdeki insanlar için fedakarlık etmek, elimizdeki bütün malımızı dağıtmaktır. Tek dileğimiz de en güzel dost ve yardımcı olan ALLAH‘ın rızasıdır. Eğer Allah’ü Teala onun kalbini hırsın baskısından kurtarırsa, ALLAH indinde olanın hayırlı ve ebedi olduğunu bilecek, bu dünyaya ait bütün varlığını, ALLAH‘ın ahirette vereceği sevaba nail olmak için feda etmek üzere ALLAH ordusuna katılacaktır.

“Sizin yanınızdaki şeyler tükenir, ALLAH’ın yanındakiler ise bakidir.” (Neml, 96)

Eğer bu kişi, uzak durur, nefsine, malına, dünyasında, ahiretin de, ölümünde ve yaşamında evvela ALLAH‘ın hakkı olduğunu kabullenmez ise hiç şüphesiz ALLAH ondan ve hakkı görmeyen her kişiden münezzehtir. Resulullah (S.a.v)’a biat ederken de onun vefatından sonra da kendilerine amirlik verilmesini isteyenler de aynen bunlar gibiydiler. Fakat Resulullah, onlara sadece şunu bildirmekle yetindi.

“Arz Allah’a aittir. Onu kullarından dilediğine verir. Akıbet müttakilerindir.” (Araf, 123)

4. Karşı Çıkanlar

Bunlar, bizim hakkımızda kötü düşünen, şüphe ve tereddütten kurtulamayan kimselerdir. Bunlar bize koyu siyah bir gözlükle bakanlar. Bizden şüpheyle ve dışlayarak söz ederler. Gurur da inat etmekten sakınmaz, şüpheleri gidermeye çalışmaz ve evhamlarıyla birlikte yaşarlar. Bu durumda ALLAH’ın ona ve bize hakkı hak gösterip ona tabi olmamızı, batılı batıl gösterip ondan sakınmamızı sağlamasını niyaz ederiz. Çünkü her şey onun elindedir, hidayete erdirmek de ona aittir. Eğer çağrıya kulak verenlerden ise onu davet eder, söz dinleyenlerden ise ona nasihat ederiz. Yegane ümit kaynağımız olan ALLAH’a onun hayrı için dua ederiz. ALLAH’u Teala bu insanların bir kısmı hakkında peygamberlerine şu ayeti kelimeyi indirmiştir.

“Sen sevdiklerini hidayete erdirmezsin, fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. “ (Kasas, 80)

Bu nedenle onları seveceğiz ve onların bize meyletmelerini, davamıza güven duymalarını temenni edeceğiz. Onlar hakkında efendimiz Muhammed Mustafa’nın bize bildirdiği şu sözü söylemekle yetineceğiz.

“Allah’ım kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar. “

Artık insanların bize karşı bu dört sınıftan biri olmayı tercih etmelerini diliyoruz. Artık müslümanların amaçlarını anlamalarının, yönlerini tayin etmelerinin ve bu yolda amaçlarına erinceye kadar çalışmalarının vakti çoktan geçmiştir. Bu şaşırtıcı gaflete, eğlenceli oyalanmalarla, aldatılmış kalplere, kör yönelişlere ve her konuşanın peşine takılmaya, stadyumları doldurup, Semt hoklabazları’na, akıllarını kiraya vermeye, uyuşturucu bataklıklarında çırpınmaya ve bu tip şeylere yer yoktur.

“Delikanlı hala ne diye oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın.“

Kendi Varlığından Vazgeçmek

Milletimizin bilmesini isteriz ki ancak her yönüyle uyum sağlamayı kabullenenler, canından, malından, vaktinden ve sıhhatinden sorumlu olduğu oranda fedakarlık yapabilirler bu davaya layık olabilirler.

“De ki; eğer, babalarınız, evlatlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretleriniz, kazandığınız mallarınız, kesat gitmesinden korktuğunuz alışverişiniz, ve hoşlanmadığınız evleriniz size Allah’tan, Resulü’nden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyiniz. Allah fasıklar kavmini hidayete erdirmez” (Tevbe, 24)

Büyük Doğu’nun daveti asla şirki kabullenmeyen bir davettir. Tevhid, onun karakteridir. Kim bu esası kabullenirse Büyük Doğu davasını yaşar ve yaşatır. Bu temel esası ihmal ederler ise mücahitlerin sevabından mahrum kalır, geride kalanlara denk olur ve oturanlarla beraber otururlar. O zaman ALLAH çağrısını başka bir kavme yöneltir.

“O, müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı şiddetlidir. Müminler, ALLAH yolunda cihad eder ve kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, ALLAH’ın dilediğine verdiği bir mükafattır. (Maide, 52)

Büyük Doğu Davasının Açıklığı

Biz insanları bir takım prensiplere davet ediyoruz. Bu prensipler, açık, belirli ve insanların bir çoğunu teslim olduğu İslam’ın prensipleridir. Bütün müslüman ülkeleri (Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Brunei Darüsselam, BurkinaFaso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suriye*, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkiye, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün, Yemen.) bu prensipleri tanır, gereğine iman eder ve bu prensiplerin mutluluk ve rahatlığı için yegane reçete olduğuna samimiyetle inanırlar. Bu prensipler, ebedi iyilik ve varlık âlemini ıslah edebileceğini bizzat tarihi tecrübelerince ispatladığı prensiplerdir.

Bu prensiplere iman etmek noktasında birleştikten sonra kavmimizle bizim aramızda kalan yegane fark onların imanı ; kalplerde uyuklayan, miskin ve tembel bir duygu olarak algılamalar, hükmünü uygulamayı ve gereğini yerine getirmeyi istemeleri, Büyük Doğu’cuların ise imanı, nefislerinde alevli ve canlı, kuvvetli ve uyarıcı bir şekilde kabullenmeleridir. Biz doğulularda söyle acayip bir psikolojik hal vardır; inandığımız şeyden bahsedilince öyle heyecanlanırız ki bizi gözetleyen insanlar bu inanç uğurun da başarıncaya dek dağları devireceğimizi, canimizi, malımızı feda edeceğimizi, her türlü zorluklara katlanacağımızı ve kahramanlıklar göstereceğimizi zannederler. Fakat sözün tesiri geçip topluluk dağılınca, imanımızı tamamen unutur ve fikrimizden uzaklaşırız. Bu yolda en basit bir mücadeleye gelişmeyi bile aklımıza getirmeyiz. Bu unutkanlık ve gaflet o derece büyür ki bazen fikrimizin tam zıddını kasten veya gayri ihtiyari isteriz. Fikir, amel veya düşünce adamlarından birisinin aynı günün iki yakın saatinden birinde inkarcılarla ikarcı, ötekisinde ise ibadet edenlerle beraber abid olduğunu görseniz şaşırarak gülmez misiniz? İşte bu gevşeklik, unutkanlık, gaflet ve uyuşukluk bizi, davamızı anlatmaya sevk etmiştir. Bu dava, sevgili milletimizin ana esaslarına zaten iman etmiş olduğu Büyük Doğu İslam Davasıdır.

Davalar, Davetçiler Ve Araçlar

Sözümüzün başına dönerek diyoruz ki, Büyük Doğu Davası, esaslı prensipleri olan bir davadır. Bugün doğuda ve batıda insanların akıllarını işgal eden ve kalplerini karıştıran ideolojiler, prensipler, fikirler, mezhepler, münakaşalar vardır. Bunlardan her birini öven taraftarları, yaymaya çalışan evlatları, aşıkları ve mürşitleri vardır. Onlar davalarının meziyet ve güzelliklerini anlatır, davalarını insanlara güzel, şaşaalı ve parlak bir şekilde sunmaya çalışırlar.

Günümüzdeki davetliler eskiye oranla özellikle batı’da daha iyi eğitilmiş, hazırlanmış ve donatılmış kişilerdir. Her fikir kendi karanlık yönlerini açıklayan, güzelliklerini ortaya seren, insanların kalplerine en kolay yoldan sızması ve onları tatmin etmesi için bütün reklam ve propaganda yollarını kullanan bir davetçi ordusuna sahiptir.

Davetçilerin kullandığı araçlara gelince bunlarda eskiye oranla son derece farklıdır. Eski davetliler ancak topluma söyleyebildikleri veya eserleri geçirebildikleri birkaç sözle davalarını anlatabilirlerdi. Şimdiyse yayın organları, dergiler, gazeteler, kitaplar, tiyatro ve filmler, radyo ve televizyon propaganda aracı olarak kullanılmakta, bu fikirlerinin kadın-erkek bütün insanların kalplerine, evlerine, ticarethanelerine, fabrikalarına ve tarlalarına ulaştırılması için bütün vesilelere başvurulmaktadır. Bu nedenle davetlilerin arzuladıkları amaca ulaşıncaya kadar bu araçların tamamını en güzel şekilde kullanmaları gerekmektedir. Bu açıklamaları neden yapıyoruz? Burada, ikinci kez geriye dönerek diyeceğim ki; dünya şu anda siyasi, milliyetçi, ırkçı, ekonomik, askeri ve barışcı ideolojilerin arasında sıkışıp kalmıştır. Büyük Doğu mensuplarının güttüğü bu kutsal davanın bu karmakarışık ortamda konumu nedir?

Büyük Doğu

Büyük Doğu Işığında İslam Anlayışımız

Büyük Doğu Davasını tüm yönleriyle ifade eden tek kelime İslam’dır. Bu kelimede insanların anladigi dar manalardan başka çok geniş manalar gizlidir. Biz inanıyoruz ki; İslam, hayatın bütün safhalarını düzenleyen, bütün problemlere çözüm yolu gösteren, her konuda en hassas hükümleri veren, hayati problemler karşısında eli kolu bağlı kalmayan ve insanların ıslah etmesi mümkün olan yegane nizam olarak çok geniş manalar içermektedir. Bazı insanların İslam’ı sadece, bazı ibadet biçimleri ve ruhi haller olarak dar bir alana sıkıştırmaları büyük bir hatadır. Onlar, islam hakkındaki bu dar anlayışları nedeniyle yaşamlarını ve iradelerini çok dar bir çerçeveye sıkıştırmışlardır. Fakat biz İslam‘dan bundan başka, dünya ve ahiret işlerini düzenleyen geniş ve derin bir anlam çıkarıyoruz. Biz bunu kendimiz iddia etmiyor veya uydurmuyoruz. Aksine bu bizim ALLAH‘ın kitabı olan ve ilk müslümanlar’ın yaşayış tarzlarından çıkardığımız bir sonuçtur. Bizle alakadar olanlar “Büyük Doğu Davası” olan İslam kelimesinin ifade ettiği en geniş manayı anlamak istiyorsa, nefsini, heva ve ön yargılarından arındırdıktan sonra Mushaf-ı Şerif-i eline alsın ve Kur’an ‘ ın ne demek olduğunu anlatsın. Bu takdirde Büyük Doğu Davası’nı kolaylıkla anlayacaktır. Evet davamız İslam davasıdır. Bu kelimenin ifade ettiği bütün özelliklere sahiptir. ALLAH’ın kitabı islamın esasları ve temelidir. Resulullah’ın sünneti kitaba dayanır. ve onu açıklar. Selefi Salih’in yaşam tarzları ise ALLAH‘ın emirlerine uymaları ve doğrudan doğruya Resul’ünün öğretisinden haberdar olmaları nedeniyle İslam’ın pratikteki öğretisidir.

ÇEŞİTLİ DAVALARA KARŞI BÜYÜK DOĞU TAVRI

Bu asırda insanların kalplerini ayıran fikirlerini karmakarışık eden davaları, davamızın terazisinde tartarız. Uygun düşenleri hoşlukla kabul eder, aykırı olanlardan ise uzak dururuz. Biz inanıyoruz ki davamız genel ve kapsamlı bir davadır. Hangi davada olursa olsun, hayırlı olan şeyleri asla dışlama, alır ve kabulleniriz.

1. Vatanseverlik

İnsanların bazen vatanseverlik, bazen de milliyetçilik davalarına sarıldıkları görülmektedir. Doğuda, özellikle doğulu milletlerin batılıların kendilerine yaptıkları kötülükleri, şereflerine, üstünlüklerine ve istiklallerine el uzattıklarını, mallarını aldıklarını ve kanlarını akıttıklarını görmelerinden sonra bu milletler batının içlerinde yaktığı bu ateşle tutuşmuşlar, vatanseverliği ihmali mümkün olmayan bir görev saymışlar, bütün güçlerini, gayretlerini ve imkanlarını harcayarak batının boyunduruğundan kurtulmaya koşmuşlardır. Liderlerin dilleri, gazetelerin sahifeleri, hatiplerin konferansları ve insanların sloganları vatanseverlik ve milliyetçiliğin önemini haykırmaya koyulmuştu. Bütün bunlar güzeldi. Fakat güzel olmayan şey doğulu müslümanlar’ın, bu fikirlerin Avrupalıların söylediklerinden ve yazdıklarından daha güzel, daha etraflı, daha hassas ve daha arınmış bir şekilde İslam’da ifadesini bulmasına rağmen İslam‘dan kaçınmaları, Avrupalıları kör bir şekilde taklide dalmaları ve İslam’la bu fikirlerin karşıt iki tarafı temsil ettiğini zannetmeleridir. Hatta, bazıları İslami düşüncenin milletin birliğini parçalayacağını ve gençler arasındaki bağları zayıflatacağını sanmışlardır. Bu hatalı kuruntu doğulu milletler için her yönden zararlı olmuştur. İşte bu yanlış kuruntu nedeniyle şimdi sizlere Büyük Doğu’nun vatanseverliğe yönelik bakışının ne olduğunu belirtmekte fayda var. Bu tavır Büyük Doğu’cuların kendilerinin kabul ettikleri ve insanlara yaymak için gayret gösterdikleri tavırdır.

a) Duygusal Vatanseverlik

Eğer vatanseverler davalarından bu toprakları sevmeyi, bağlanmayı, ona karşı arzulu olmayı ve vatana derin duygularla bağlanmayı kastediyorlarsa bu hem insan fıtratında bulunan hem de İslam tarafından emredilen bir husustur. İşte, her şeyini dini ve inancı uğruna feda eden Bilal (r.a) hicret yurdu Medine’de vatanı olan Mekke’ye ince ve hassas duygularıyla şöyle hitap ediyor:

“Mekke vadilerinde bir gece kalabilecek miyim?
Çevremdeki güzel otlar ve çiçekler arasında …
Bir gün meccane suyuna varabilecek miyim?
Same ve Tufeyl dağlarını görebilecek miyim?”

Yine Resulullah (S.a.v) şair Useyl’in Mekke’yi anlatışını dinlerken hasretle gözlerinden yaşlar akarak:

“-Dur ey Useyl dur ki kalplerimiz durulsun.” Demiştir.

b) Hürriyet ve Şeref Açısından Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikten vatanın işgalcilerin elinden kurtulmasını, istiklâlini kavuşturulmasını ve vatan evlatlarının kalbine hürriyet ve şeref duygularının yerleştirilmesi için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesini kastediyorlarsa bu husus da, biz onlarla müttefikiz. Bu konuda İslam son derece sert ve tavizsiz bir tavır takılmıştır;

“Şeref ALLAH içindir, Resulü içindir ve müminler içindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. “ (Münafikun, 8)

“Allah, kâfirlerin eline, müslümanların aleyhine bir fırsat vermeyecektir. (Nisa, 141)

c) Sosyal Açıdan Vatanseverlik

Eğer onlar, vatanseverlikle aynı ülkenin insanları, arasındaki bağların kuvvetlendirilmesini, fertlerin faydaları gereği olan bu bağı kuvvetlendirmek için aydınlatılmalarını kastediyorlarsa bu hususta da aynı şekilde onları destekleriz. Bunu bizzat gerekli bir vecibe olarak görmüş ve İslam peygamberleri şöyle buyurmuştur :

“Ey ALLAH’ın kulları, kardeşler olunur.” Kur’an ise şöyle demektedir:
“ Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyiniz. Onlar sizi helak etmek isterler, sizin sıkıntıya düşmenizi dilerler. Kinleri ağızlarına, dökülmüştür. Kalplerinde gizledikleri ise daha fazladır. Bu ayetleri size açıkladık, umulur ki akıl erdirirsiniz.” (Ali İmran, 13)

d) Fetihçi Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten, ülkelerin feth edilmesini ve dünyada üstünlük kurulmasını kastediyorlarsa zaten İslam’ın farz kıldığı ve fetihlerin en mübarek ve en faziletlisine teşvik ettiği yol budur. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurmuştur :

“Yeryüzünde hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın “ (Bakara, 193)

e) Bölücü Vatanseverlik
Eğer vatanseverlikten maksat, milletimizi çeşitli gruplara ayırıp aralarına çekişme, kin, iftira düşürmek, birbirlerine sövüp itham ederek tuzaklar kurmalarını sağlamak, şahsi menfaatleri için kurulan partilere sımsıkı bağlanan taraflar haline getirmekse bu anlayış, toplumdaki ateşi alevlendirmekten ve onları Haktan ayırıp batıla bağlamaktan başka bir iş göremez. Bu anlayış, insanların birbirleri arasındaki bağları koparır, birbirleriyle yardımlaşmalarını Önler. Onların çekişme ve iftiralar ile uğraşmasını sağlar. Bu tip bir vatanseverliğin ne insanlara ne de davetlilere bir faydası vardır. İşte gördüğünüz gibi biz de vatanseveriz. Fakat biz ancak vatanımız ve milletimiz için hayırlı olan yönleri kabulleniyoruz. Yine gördüğünüz gibi uzun uzun anlattığımız bu vatanseverlik davası da esasında İslam’ın öğretilerinin bir bölümünden başka bir şey değildir.

Necip Fazıl Kısakürek

Vatanseverliğin Amacı Ve Birlik

Vatanseverler bugün Avrupalıların yaptığı gibi önce vatanlarını kurtarmayı, ardından da maddi açıdan yükselmeyi hedef edinmişlerdir. Biz, ise müslümanların boynunda canlarını, kanlarını ve mallarını feda ederek yapmaları gereken bir görevlerinin olduğuna inanıyoruz. Bu görev, insanlığın İslam nuruyla aydınlatılması ve İslam bayrağının yeryüzünün her tarafına yükseltilmesidir. Bu görev yerine getirmek için ne mala ne şöhrete ne saltanata ne de bir millet üzerine sömürge kurmaya ihtiyaç vardır. Bunun için yalnızca Allah‘ın rızasını gaye edinmek yeryüzünü onun diniyle saadete erdirmek ve onun ismini yüceltmek yeterlidir. İşte bu metod, Mukaddes fetihleriyle dünyayı dehşete düşüren, sürat, adalet ve fazilet yönünden tarihin şahit olduğu bütün harikalara aşan Selefi Salih’inin (Allah onlardan razı olsun) metodudur.

İslam dini birlik ve eşitlik dinidir. Karşılıklı hayırda yardımlaşmaya devam ettikleri müddetce diğer dinlerin bağlılarıyla Müslümanlar arasındaki bağları korumayı garanti altına almıştır.

“Allahü Teala sizin, din hususunda sizinle savaşmayanlara ve sizi vatanınızdan sürüp çıkarmayanlara yardımda bulunmanızı ve iyilik etmenizi yasaklama. Allah iyilik yapanları sever.” (Mümtehine,8)

O halde ayrımcılık nereden kaynaklanmaktadır?
Görmüyor musunuz, bir vatan için ülkemizin hayrı için, kurtuluşu ve yükselmesi için, Cihad yolunda insanların ifratta en şiddetli gidenleri ile bile ittifak ediyoruz bu uğurda samimiyetle çalışan herkesi destekliyor ve onlara yardım ediyoruz. Onların gayretleri vatanın kurtulması ve maddi açıdan ilerlemelerini sağlanmasıyla sınırlı kalıyor. Fakat bütün bunlar Büyük Doğu nazarında yolun bir kısmı veya mücadelenin sadece bir aşaması olarak kabul ediliyor. Bunun ardından yeryüzünün diğer bölgelerindeki İslam ülkelerinin ilerlemesini sağlamak ve Allah hitabının, bayrağının oralara da yükselmesini gerçekleştirmek görevi gelir.

2. Milliyetçilik
Büyük Doğu İdeolocyası’nın milliyet karşısındaki tavrına değinecek olursak;

a) Ecdad Milliyetçiliği
Eğer bu tip milliyetçilik fikrini kabullenenler bununla yeni nesillerin ilerlemek, hızlı bir şekilde yükselmek ve başarı kazanmak için atalarının metod’larını takip etmelerini en güzel örnek olarak onları almalarını, evlatların da aynen babalarının yücelttikleri ve zafer kazandıkları yollarla yücelteceklerini kastediyorlarsa bu çok güzel bir metod’dur. Biz bu metodu alır ve destekleriz. Şuanki milletimizi uyarma da, atalarımızdan aldığımız derslerden faydalanmakta değil miyiz? Resulullah (S.a.v)’de şu sözünde büyük bir ihtimalle buna işaret etmektedir:
“İnsanlar madenler gibidirler. Cahiliyye devrinde hayırlı olanları derin anlayışlı davrandıkları takdirde İslam döneminde de hayırlılardan olurlar.”
Görüldüğü üzere milliyetçilik bu faziletli ve değerli şekli ile İslam’da yasaklanmamaktadır.

b) Ümmet Milliyetçiliği
Eğer milliyetçiler, milliyetçilikten kişinin iyilik etmesine ve yardımına en layık olanların, içinde büyüyüp geliştiği kendi kavmi ve milleti olduğunu kastediyorsa bunda hiçbir mahzur yoktur.

c) Teşkilatçı Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten hep birlikte çalışıp cihad etmemizi, her milletin kendine düşen görevi yapması ve Allah’a kavuşuncaya kadar zafer yolunda yürümesi kast ediliyorsa bu çok güzel bir amaçtır. Hürriyet ve istiklal amacıyla doğulu milletlerden hep birisi kendi alanında teşkilatlanarak mücadeleye atılırsa biz onları desteklemekten başka bir şey yapmayız. Bu ve benzeri manalarda milliyetçilik, yegane ölçümüz olan İslam’ın yasaklanmamadığı, üstelik kalplerimize yerleştirdiği ve teşvik ettiği güzel ve hayranlık duyulacak bir fikirdir.

 

Büyük Doğu (Davamız)

d) Cahili Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten eskimiş cahili adetlerin diriltilmesini, geçmiş masalların canlandırılması, yerleşmiş faydalı medeniyetin silinmesini, İslam inancıyla milliyetçilik davası arasındaki ilişkinin koparılması, bazı devletlerin isimlere, yazının harflerine ve konuşmanın kelimelerine varıncaya kadar her yerde İslam’ın ve Türklüğün izlerini silmeye kalkıştıkları gibi saçmalıklara ve yıkılıp gitmiş cahiliyye adetlerini dönmeyi kastediyorlarsa bu tip bir milliyetçilik çirkin, aptalcasına ve akıbeti kötü bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, doğulu milletleri şiddetli bir husumete götürür. Bununla birlikte maddi varlıklarının yok olmasına, değerlerinin azalmasına en mühim özelliklerinin şeref ve asaletlerinin en mukaddes görüntülerini kaybetmesine yol açar. Onların böyle davranması Allah‘ın dinine bir zarar vermez.

“Eğer siz yüz çevirirseniz sizin yerinize başka bir milleti getiririz ve onlar sizin gibi dönek de olmazlar.” (Kıtal, 38)

e) Kinci Milliyetçilik
Eğer milliyetçilikten diğer milletleri küçümseyerek onlara düşmanlık yapıp onların aleyhine kendi milletlerinin yücelmesi için daha önce Almanya’nın ve İtalya’nın yaptığı gibi mücadelede bulunmayı kastediyorlarsa ki her millet bu manada kendi üstünlüğünü iddia eder. Bu çirkin bir iddiadır, insanlıkla alakası yoktur. Bunun manası hakikatle alakası olmayan ve hiçbir hayır getirmesi mümkün olmayan insanların birbirleriyle çekişmeleri demek demektir.

Büyük Doğu İdeolocyası’na mensup bireyler bu anlamda ve benzeri noktalarda milliyetçiliğe inanmazlar. Firavunculuk, araççılık, Kürtçülük, Türkçülük, fenikecilik iddiasında bulunmazlar. İnsanların birbirleriyle çekişmek için kullandıkları isim ve lakapları kullanmazlar. Onlar insanların en mükemmeli ve insanlara hayrı öğreten muallim Resulullah (S.a.v)’in şu sözüne kulak verirler:
“Allahu Teala cahiliyyetle Övünmeyi ve atalarla kibirlenme size yasakladı. İnsanlar Adem’dendir. Adem ise topraktandır. Arabın aceme, üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. “ (Veda Hutbesinden)
Ne doğru, ne güzel ve ne gerçek bir söz… insanlar Adem’den yaratılmışlardır. Bu noktada bütün insanlar eşittir. İnsanlar amellerle fazilet kazanabilirler. Bu nedenle onlara gereken şey hayırda yarışmaktır. İşte iki sağlam prensip. Eğer insanlık bu iki prensip üzerine dayanırlarsa en yüksek derecelere ulaşırlar. İnsanlar Adem’dendir ve birbirlerinin kardeşleridir. Bu nedenle birbirleri ile yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri, birbirlerine merhamet etmeleri, hayır yolunda birbirlerine yol göstermeleri amellerde yarışmaları ve insanlık iyice ilerleyinceye kadar her alanda gayret göstermeleri gerekir. İnsanlık için bundan daha kapsamlı bir anlayış, daha faziletli bir terbiye var mıdır?

Yaşasın Büyük Doğu Bizlerden Doğarak.

BAŞIBOŞ

Vatanımda sular akar başıboş;
Herkes birbirini kakar, başıboş.

Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.

Yanmaz da yürekler, ateşe atsan!
Bir kibrit bir orman yakar, başıboş.

Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.

Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.

Allah’ım, sen acı bu saf millete!
Aksam yatar, sabah kalkar, başıboş.

                                                                                                                                                                                          Necip Fazıl Kısakürek (1964)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

Necip Fazıl Kısakürek

NECİP FAZIL KISAKÜREK / Abdülaziz Çekirge

NECİP FAZIL KISAKÜREK

Sancısı tutmuştu yine zihnimin… Ve sancısı tutunca zihnimin, rahatlatıcı alıyordum bir doz… Belki birkaç doz… Gerçekten de fayda ediyordu ama mülahazalarım yoluna giriyor, düşlerin ferahlıyordu. Sancısı tuttuğunda zihnimin, derdimle dertlenmiş ama aynı zamanda fikri heyecanın zirvesine ermiş, beyni zonk zonk sızlayan bir değerin fikirlerine, fikirlerinin kelimelere dökülüşüne, mana ikliminde süzülüşüne ve gönlüme müthiş haz verişine bırakıyordum kendimi. Günlük koşturma ve düşünce telaşı ve endişelerden sıyrılıp bir anlamda Kendimi tecrit Edip hakikatin manayla bütünleşen sözlerdeki ahengi ile kendime geliyordum. Bana kendimi, bana Özü, bana O’nu hatırlatıyordu.

Necip Fazıl Kısakürek

 

Necip Fazıl okumak işte böyle bir hissiyatı benim için,
Necip Fazıl okumak ve anlamak…

Yol onun varlık onun kelimeleri işlemişti içime önce. Anneciğimi her okuyuşumda içim sızlıyordu. Kaldırımlardan geçerken düşüncelerim yoğunlaşıyordu zaman, mekan, insan ilişkisinin nasıl anlam kandırıldığını görmüştüm. Necip Fazıl da… ve zirve haliyle fikri bir bütün olarak ve bir amaç doğrultusunda kalarak yaşamayı …

Üstadın eserleri, ortaya koyduğu düşünce iklimi ve savunduğu görüşleri yan yana koyduğumuzda elbette’ki hepsi birer kıymet olan üretimlerinden, şiirleri daha bir etkiliyordu beni. Üstat da zaten ; şiir bir cemiyetin top yükün his ve fikir hayatını tefahhus ve nura Kabe eden başlıca Rasat merkezidir diyordu. Ve şiirlerinde düşünmekten uzak geçirdiğimiz yıllarımızda, düşünce adamı olarak lanse edilenlerin, hayatlarında hiç tanımadığı Çile kavramını ve garbın eğreti taklidi ile ahkam kesenlerin acziyetini ortaya koyuyordu.

Şarkımızın dudaklarda hep kalacağını söylüyordu. ÜSTAD gençliğin olması gereken duruş noktasını belirliyor ve belirlenen bu yolda nasıl yürüyeceğini de yol haritasını çıkarıyordu; bugün komik üniversitesi, Hokkabaz profesörü yabancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kağıdı şehri, müzahferat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin Zindanı mabedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek kendi öz talim ve terbiyesini memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan Savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakta vazifeli bir gençlik… Diye de çerçeveyi tutuyordu.

Necip Fazıl’ın 1934 yılına kadar ürettigi eserleri, büyük bir hayranlık uyandırmış ve beğeni toplamıştı ama 34’ten sonrakilerde başka bir mana boyutunda etkiliyordu insanı. Necip Fazıl da zaten kendi içindeki hesapla sonucunda daha önce yazdığı şiirlerinden bir kısmını artık benimsemedi gerekçesiyle yok sayıyordu.

Tek parti döneminde, hakikatleri ;

“Ey akıl, nasıl delinmez Küfen? Ebedi oluşun Urbası kefen! Kursa da boşluğa asma köprü, fen, Allah derim, başka hiçbir şey demem! düsturu ile yazılar yazması ve dönem dönem çıkardığı dergilerin bu nedenle kapatılması düşündürüyordu beni. Geçmişi sorgulatıyor anı anlamlandırıyor, geleceği ışık oluyordu. Özellikle 1943 yılında çıkarmaya başladığı Büyük Doğu’nun 1947’de toplatılması, fikri mücadelesine meşru yolla cevap veremeyenlerin çaresizliğini ispatlıyordu. Siyasi baskılara rağmen söz ve mana dehası Necip Fazıl Büyük Doğu’lara devam etmişti. Bahtiyarım ki, yaş olarak yetişemezsem de rahmetli amcamın büyük bir özenle her sayı sayısını biriktirip koruduğu orijinal Büyük Doğu’lar şimdi benim kütüphanemde duruyordu. Ve zaman zaman bana önderlik ediyordu.

Büyük Doğu gençliğinin bir parçası bile olmasam da Üstad, fikri örnekleme karşımda öylece duruyor ve her zaman kulağıma bir şeyler fısıldıyordu.

Sancısı ne zaman tutsa zihnimin, rahatlatıcı birkaç doz alıyordum. Bunun için okuyor, okudukça ferahlıyordum. Üstadın fikri dairesinde yoğrularak ve gösterdiği yolda yürümeye çalışarak hayratı örüyordum.

 

Abdülaziz Çekirge          

www.musabyasirozen.com.tr

 

 

Mustafa Özen

Disiplin / MUSTAFA ÖZEN

Disiplin

Günah Allaha giden dosdoğru yolun engelleri ve saptırıcı kollarıdır. Onun için ki, günahı Allah’a ermenin manileri bilmek ve onlarla mücadele nefsine ne kadar ağır gelirse gelsin, mukavemetten en derin disiplin zevkini almak lazımdır. Günah bu gözle görülecek olursa mukavemeti Nefise acı gelen bir şey olmaktan çıkar ve onları tek tek bilmek, düşman ordusunu unsur unsur tanımak gibi zevkli bir anlayışa döner.

Günahların niçin, neden, nasıl, olmasa olmaz mıydı? Gibi nefs acısı belirten istifhamlara tahammülü yoktur. İlahi disiplin; işte o kadar…

Büyük Doğu,

  Mustafa Özen 

www.musabyasirozen.com.tr

Mustafa Özen

EMANET

Emanet

Büyük HuzurKainatın Efendisi ve muazzez sahabi’leri… Birden meclise bir arabi gelip oturuyor ve Allah Resulünün sözlerini kesercesine soruyor:

Kıyamet ne zaman, Ey Allah’ın Resulü!

Allahın Resulü göğü yere indiren konuşmalarını kesmiyorlar. Gözler nur kaynağı yüzlerinde ve kulaklar nur örgüsü sözlerinde… Kimsenin arabiye dikkat ettiği yok… Hatta bazıları bu tepeden inme suali beğenmemiş, bazıları da her halde Allahın Resulü işitmediler! Diye düşünmüştür.

Varlığın Tacı, sözlerini bitirince buyuruyorlar:

Bana kıyameti soran nerede?

Buradayım, Ey Allahın Resulü!

Emanet kayboldu mu kıyameti bekle!

Emaneti kaybetmek nasıl olur, ey Allahın Resulü?

İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!

 

ADI DEĞMEZ  ( BÜYÜK DOĞU )

Derleyen                     

  Mustafa Özen  

www.musabyasirozen.com.tr   

Mustafa Özen

YİNE DÜN VE BUGÜN

Mustafa Özen

Bu iki sadeleştirilmiş ferman sureti dört asır önceki devlet sağlamlığı hükümet gücü ve cemiyet dayanışmamızı belirtmeye yeter:

İstanbul kadısına hüküm ki: sapasağlam kisbemukte’dir olan kimseler sokak ve mahallelerde dolaşıp dilenciliği meslek ediniyorlar. Bazıları da kör cariyeler ve köleler satın alıp onları dillendirip ticaret ediyorlar. Bir adamın boynuna zincir takıp borçludur, mahpustur diye halkı acındırıp dolandırıyorlar. Halk bütün bu dilencilerden çok inciniyor. Şehir Su başısı vasıtası ile bunun önüne geçilecektir. Hakikaten dilenmekten başka çaresi olmayan pir-i fani ve malûlleri de tespit Edip isimleri Divan’ı hümayun’a gönderilecek, bulaşıcı hastalıkları olan dilenciler de dışarı sürülecektir. 1568

İstanbul kadısına hüküm ki: İstanbul’da sık sık görülen yangın afetine karşı İstanbul ahalisinin de elbirliğiyle tedbir alması lazımdır: herkes evinin çatısına kadar ulaşacak bir merdiven ile bir büyük fıçı dolusu su bulunduracaktır. Bir yerde yangın çıktı mı, ev halkı can kaygısıyla kaçmayacaktır. Mahalleli de kendi malı kaygısına düşmeyecektir. Asker yetişinceye kadar, mahalleli ve civar mahalleler halkı yangını büyümeden söndürmeye çalışacaktır. Her iki üç ayda bir, yangın ihtimali fazla olan yerlerde evlerin yangın merdivenleri ve su fıçıları teftiş olunacaktır. 1572

                                                                                                                                                                                                 Prof. R.B.

                                                                                                                                                                                 Büyük Doğu 22.mayıs.1978

                                                                                                                                                                                    34. yıl 16. Devre 3. sh. 13 

                                                                                                                                                                                                     Mustafa Özen

                                                                                                                                                                                    www.musabyasirozen.com.tr

 

MALCOLMX

MALCOLMX

(Büyük Doğu’nun Batı’daki Devrimci Sesi)

İtalyan maceraperest kaptan Kristof Kolomb’un önderliğindeki Nina, Pinta ve St.Maria isimli üç gemi sakince Amerika Kıtasına ulaştı. Aynı sırada bu gemilerden binlerce kilometre uzaklıkta, Afrika’da sakince bir yaşam süren milyonlarca insan kendileri aleyhine yüzyıllarca sürecek olan acı ve gözyaşı atmosferinin başladığından habersizdi

Üç geminin açtığı on meşhur yoldan yüzlerce gemi Amerika kıtasına doğru yola çıktı. Avrupalı halklar yeni kıtaya sökün etmeye başladıklarında, sonradan Amerika ismini verecekleri bu topraklarda Kızılderililer yaşamaktaydı. Fakat Avrupa’dan gelen beyazların bu Toprakları, yüzyıllardır burada yaşayan yerlilerle paylaşma niyetleri yoktu. Öyle de oldu. Avrupalıların hakkı kuvvette gören anlayışı sonrası dört asrı kapsayan zaman dilimi içerisinde yaklaşık 70 milyon Kızılderili katledildi. Avrupanın doymayan nefsi Kızılderilileri yok etmekle kalmadı. Yeni kurdukları çiftliklere ucuz işgücü sağlamak için Afrika’ya insan avcıları hücum etmeye başladı. Sakince yaşayan siyahi insanlar zorla topraklarından koparıldı zencilere vurularak gemilerle yeni kıtaya beyaz efendilerine hizmet etmek için köle olarak isimlendirilip Amerika kıtasına doğru yola çıkarıldı. Daha sonra “özgürlükler ülkesi” (sözde) olarak anılacak ABD’de garip bir biçimde buraya zorla getirilen Afrikalılar XIX. yüzyıla dek ilk üç yüzyıllarını Köle olarak geçirdiler. Garipti başlı başına çünkü. Söylemle eylem birbirini tutmuyordu, bu topraklarda. Misal 1776 senesinde yine bu topraklarda İngiliz kralı üçüncü George’a başkaldıran koloni önderleri bir bildirgeyle tüm insanların eşit olduğunu Dünya aleme duyurmuştu. Bu bildirgenin önde gelen yazarı ise Thomas Jefferson’s du. Kendisi kültürlü, demokrasiye inanan bir insandı. Ama gelin görün ki tipik Amerikalı olarak kendi kaleme aldığı bildirgedeki 250 siyahi köleye uygulamadı. Uygulamadığı gibi bunu ahlaki bir sıkıntı olarak görmeyecek kadar kördü.

MALCOLM LITTLE işte böyle bir sosyolojik ortamda 19 Mayıs 1925 yılında Nebraska da gözlerini dünyaya açtı. Hıristiyanlığın Baptist Mezhebine bağlı, Reverend Eorl Little adlı bir rahibin oğluydu. Babası, Amerika’da siyahlara karşı uygulanan ağır ırkçılığa tepkili bir din adamıydı. Bu topraklarda ki siyahların Afrika’ya geri dönmediği sürece asla özgürlüklerine kavuşamayacaklarına inanıyordu. Malcolm‘ un Omuzlarında ayrımcılığın ağır baskısı yanı sıra bir de siyahların hakları için mücadele eden bir ailede doğmanın zorluğunda yüklenmişti. Zorluklar kendini göstermekte gecikmedi. Malcolm henüz 4 yaşındayken Ku Klux Klan adlı siyah karşıtı, ırkçı bir terör örgütü evlerini ateşe verdi. Aile fertleri can kaybı yaşamadan yalan evden kendilerini dışarı atmayı başardı. Felaket, can kaybı yaşanmadan atlatıldı ama bu olay Malcolm’un belleğinden hiç çıkmayacaktı. Ama asıl darbe 1931 senesinde geldi. Babasının faili meçhul ama siyah nefreti sonucu olduğu malum bir cinayette kurban gitmesi, onun zor olan hayatını daha da zorlaştırdı. Malcolm, yedi kardeşiyle birlikte başka ailelerin yanına evlatlık verildi. Ruh sağlığını yitiren annesi de akıl hastanesine yatırıldı.

Zor şartlar Malcolm’un öğrenim hayatını da olumsuz etkiledi. Amerikan toplumda siyahlara karşı uygulanan ayrımcı düşüncenin ağır darbelerini alan Malcolm, başarılı bir eğitim süreci geçirse de beyazların dünyasında kariyer yapabilmenin imkansızlığına inanmaya başladı. Zira bu acımasız ortamda kendine bir siyah olarak tanınan en iyi hakkın; Garson, otobüs biletçisi veya ayakkabı Boyacısı olmaktan öteye geçemeyeceğini, çok şanslıysa belki en fazla postacı olabileceğini biliyordu. Aslında bu düşüncesini kesinleştirilmesini en sevdiği öğretmeni ile yaşadığı bir diyaloğun duygusal yıkımı yol açmıştı.Bir gün öğretmen kendisini, hangi mesleği ileride düşündüğünü sormuştu. Malcolm heyecanla Avukat olmak istediğini söylemişti. Bu cevap üzerine şaşıran öğretmeni, bir siyah olduğunu aklından çıkarmaması ve gerçekçi olması iyi kazını yaptıktan sonra marangoz olmasını tavsiye etmişti. Yaşadığı bu diyaloğu yıllar sonra şöyle dile getirmişti kendisi: “Ben onun en iyi öğrencilerinden biriydim. Hatta okulun en iyi öğrencilerinden biriydim ama onun “sizin yerinize “düşünebileceği gelecek bütün beyazları Siyahlar için düşündüğünden hiç de farklı değildi”. Bu düşünce doğrultusunda liseye devam etmeye karar verdi. Bu çaresiz ve öfkeli düşüncelerle Boston’da yaşayan üvey ablasının yanına giden Malcolm, Yaşama tutunmak için elinden gelen her işi yaptı. Böylece hayatı daha yakından tanıdı ve fikirlerin de daha da keskinleşti. Ama asıl kırılma New York’a gidip siyahların yoğun olarak yaşadığı Harlemi tanıyınca oldu. Harlem’de çalışmaya başladıktan sonra hızla kirli bir hayatın içine yuvarlandı. Böyle bir atmosferin doğal sonucu olarak karıştığı bir çok suçu nedeniyle 1946 da hapse mahkum oldu. Ama hapis günleri ona yaşamını değiştirecek yepyeni bir yol sunacaktı.

MALCOLM LITTLE

NATION OF ISLAM İLE TANIŞMASI 

Malcolm bir Kilise rahibinin oğluydu dolayısıyla Hristiyanlıktan başka bir din tanımıyordu. Fakat o dönem Amerika’da siyahların beyaz kiliselerine girmesinin yasak olduğu düşünüldüğünde, hıristiyanlığı da beyaz adamın dini olarak görmesi sebebiyle bu dinden nefret ediyordu. İşte tam bu ruh halindeyken, hapiste Elijah Muhammed adlı birinin liderlik ettiği Nation Of İslam yani “İslam milleti” adlı topluluğa mensup kişilerle tanıştı. Bu topluluğun lideri Elijah Muhammed, Siyah milliyetçiliğini savunuyordu. Hatta Tanrının zenci olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyordu. Beyazlara öfkesi hat safhada olan Malcolm için siyahlara özgü bu din çok cazip geldi. Bu nedenle 1949 yılında, Elijah Muhammed’in öğretisini kabul ederek müslüman oldu, 1952 yılında tahliye edilerek hapishanedeki günlerini yoğun bir okuma programı içinde geçirdi. Tam altı yıl süren hapishane hayatından sonra Malcolm için artık bambaşka bir hayat başlıyordu. Pek çok öfkesi siyah gibi Malcolm’da siyahları amaçsız yığınlar halindeki başıboş bir kitle olmaktan kurtarıp kendine güvenen inançlı bir kitle haline getiren bu topluluğa ilgi gösterdi. ABD’de salih bir İslam inancının pek tanımadığı o yıllarda, itikadı  anlamda Kuran ve sünnet çizgisinde olmayan bu yapının Siyahlar için sosyal bakımdan bir boşluğu doldurulduğu da gerçekti.

Malcolm, adeta kendini Nation Of İslam topluluğuna adadı. Enerjik ve teşkilatçı genç hatip, hemen hemen lider Elijah Muhammed’in dikkatini çekti ve Harlem’de görevlendirildi. Malcolm, siyah davasının isimsiz bir hizmetkarı olduğuna işarette bundan sonra Malcolm X adını kullanmaya başladı. Öyle ki artık kendisi topluluğun lideri Elijah Muhammed’in konuşan ağzı olarak biliniyordu. Malcolm X 1964’te Nation Of İslam hareketinden ayrıldı, hacca gitmek amacıyla Orta Doğu ve kuzey Afrika ülkelerinde bir seyahate çıktı. Ama gördüklerine inanamadı. Çünkü onun 1949’da hapishanede tanıdı topluluğun İslam’ı ile Mekke’de gördüğü İslam bambaşka şeylerdi. Burada dünyanın 4.01 yanından gelmiş, rengi ve ırkı farklı müslümanların Allah huzurunda tam bir eşitlik ve kardeşlik içinde bulunduklarına şahit olduğunda adeta çarpıldı. Bu durum irkilip uyanmasına sebep oldu ve böylece sahih islam anlayışına ulaştı. Malcolm X, ABD’de soludu zehirli ırkçılık ikliminden sonra ilk kez mukaddes topraklarda İslâmiyet inancına dayalı eşitlikçi sosyal ortamı teneffüs etti. Gördüklerinin ona yaşattığı duyguyu şöyle dile getirmişti;

İslam dünyasına geldim geleli on bir gün oluyor; O gün bugündür de gözlerim maviler mavisi ve saçları sarılar sarısı ve tenleri beyaz var beyazı olan Müslüman kardeşlerle aynı yaratıcıya inandığımız için aynı tabaklardan yemekteyiz, aynı bardaktan içmekdeyiz, aynı yataklarda ( yada aynı halılarda) uyumaktayız. Ve yine “beyaz” müslümanların sözlerinde, davranışlarında, tutumlarında; Nijerya’dan, Sudan’dan Gana’dan gelen Afrikalı siyah müslümanların gösterdikleri samimiyetin aynısını bulmak dayım. Hepimizde gerçekten “kardeş” gibiyiz, çünkü bu insanların aynı ilaha yönelen inançları; Kafalarındaki tüm “beyaz” imajları, davranışlarındaki tüm “beyaz” imajları, ruhlarındaki tüm “beyaz” imajları silip almıştır”

Evet Malcolm X Tüm yaşamı boyunca maruz kaldığı ırkçılık ve ayrımcılık zehrinin Pan zehrini bulmanın coşkusunu yaşıyordu. Yani İslamiyeti!

MALİK ŞAHBAZ

Malcolm X Hayatımın bu döneminde artık el-hac malik eş-Şahbaz adını kullanmaya başladı. ırkçılık zehrine karşı hz. Peygamber’in veda hutbesi nde yankılanan sesini yani; “Beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. “ABD toplumuna anlatmak için aynı coşkuyla ülkesine döndü. Hemen faaliyete başlayarak Siyah-beyaz kardeşliğini esas alan bir toplum meydana getirmeyi amaçladı ve bu amaçla Muslim Mosp ve (Müslüman camii) ve Organization of Afro- Amerıcan Unity (Afroamerikalılar Birliği Organizasyonu) adlı teşkilatları kurdu. Malcolm X yani Malik Şahbaz, büsbütün başka birisi olmuştu. Artık davası öfke ve nefret değil birlik ve selamet içeriyordu. ırkçı fikirlerden tamamen sayılmış bir Müslüman olarak beyazlarla işbirliğine açık birisi olmuştu. Her haktan mahrum edilen siyahların muhtaç olduğu eşitlik ve özgürlüğün, Amerika’nın iç meselesi ve bir ırk sorunu değil bütün dünyayı ilgilendirir biçimde bir “insan hakları“ meselesi olduğunu düşünüyordu. Kafasındaki bu yeni yaklaşımı hayata geçirmek için Orta doğuya, Afrika’ya ve Avrupa’ya seyahatlerinde kendisine ilgi çok yüksek oldu. Bilhassa Afrika’da ve Müslüman ülkelerde. Seyahatleri de ister istemez uzuyordu. Bu durumu şöyle dile getirmişti. “Gittiğim her yerde biraz daha kalmam için ısrar ettiler. Bu yüzden her ülkede planladığımdan fazla kalmak zorunda kaldım. Müslüman dünyada, Amerikalı bir Müslüman olduğumu öğrenince hemen seviyorlardı beni.

Her şey yolunda gidiyor gibiydi fakat Malik Şahbaz iki kesimin nefretini üzerine çekiyordu. Beyaz ırkçılar ve siyah ırkçılar. FBI tarafından yakın takip de tutulan ve toplum düşmanı sayılan Malik Şahbaz aynı zamanda yanından ayrıldığı Elijah Muhammed de topluluğu tarafından hain ilan edilmişti. Artık Malik Şahbaz’a ölüm tehditleri yağmaya başlamıştı. Canına kast edilen bazı başarısız girişimler olmuştu fakat birisi çok ciddiydi ailesinin de içinde olduğu evine ateş bombaları atıldı, ve soğuk 1 Şubat gecesi eşi ve çocukları ile birlikte yanmakta olan evden çıkmayı son anda başardı. Tıpkı dört yaşında yaşadığı olay gibi. Bu olaydan henüz bir hafta geçmişti ki 21 Şubat 1965 Pazar günü öğleden sonra, bir konuşma yapmak üzere çıktığı kürsüde “Esselamu aleyküm” diyerek başladığı sözlerine yüzlerce dinleyiciden “ve aleykümselam” karşılığını aldıktan hemen sonra tüm ömrünü haklarını savunmak için harcadığı üç siyah tenli suikastçı tarafından açılan ateş sonucu şehit edildi.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

MUSAB YASİR ÖZEN - SALİH MİRZABEYOĞLU

Salih Mirzabeyoğlu’nun Yayınlanmış Eserleri

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in tabiri ile “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk çilesi sesi” cennet mekan Salih Mirzabeyoğlu’nun hem vasiyeti hem de manevi mirası bakımından “büyük doğucu “her gencin okuması ve okunmasına vesile olması gereken çok kıymetli eserler.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

Salih Mirzabeyoğlu’nun Kitapları

  1. Bütün Fikrin Gerekliliği/Fikir
  2. Aydınlık Savaşçıları/Destan
  3. İdeolocya ve İhtilal/Fikir
  4. Yaşamayı Deneme/Roman
  5. Münseat/Münseat
  6. Tarihten Bir Yaprak/Fikir
  7. Kültür Davamız/Fikir
  8. Damlaya Damlaya/Fikir
  9. Anafor/Şiir
  10. Necip Fazıl’la Başbaşa/Fikir
  11. Müjdelerin Müjdesi/ Hikayeler
  12. İslama Muhatap Anlayış
  13. Kayan Yıldız Sırrı/Şiir
  14. İstikbal İslamındır/Fikir
  15. Gölgeler/Roman
  16. İbda Diyalektiği/Fikir
  17. Dil ve Anlayış/Fikir
  18. Kökler/Menakıb
  19. Marifetname/Fikir
  20. Kavgam/Fikir
  21. Kavgam 2 /Fikir
  22. İktisat ve Ahlak/Fikir
  23. Hakemiyat/Fikir
  24. Şiir ve Sanat Hakemiyatı/Fikir
  25. Hukuk Edebiyatı/Fikir
  26. İşkence/Gözlem
  27. Tilki Günlüğü 1 / Ruhi Roman
  28. Tilki Günlüğü 2 / Ruhi Roman
  29. Tilki Günlüğü 3 / Ruhi Roman
  30. Tilki Günlüğü 4 / Ruhi Roman
  31. Tilki Günlüğü 5 / Ruhi Roman
  32. Tilki Günlüğü 6 / Ruhi Roman
  33. Hakikat-ı Ferdiyye/Fikir
  34. Sahabilerin Rolü ve Manası/Fikir
  35. Başyücelik Devleti/Fikir
  36. Yağmurcu/Fikir
  37. Üç Işık/ Fikir
  38. Adımlar/ Fikir
  39. Paratuka/ Fikir
  40. Hırka-i Tecrid/ Fikir
  41. Büyük Muztaribler2/ Fikir
  42. Sefine/ Fikir
  43. Telegram/ Fikir
  44. Büyük Muztaribler 3/ Fikir
  45. Elif/ Fikir
  46. Büyük Muztaribler 3/ Fikir
  47. Furkan/Lügat
  48. Berzah/ Fikir
  49. Büyük Muzdaribler 4/ Fikir
  50. Erkam/ Fikir
  51. Madde Nedir?/V

“Salih Mirzabeyoğlu’na ait eserlerin temini için İbda Yayınları internet sitesini ziyaret edebilir, (0212)528 33 07 telefon numarasından irtibat kurabilirsiniz”

Çatalçeşme sok üretmen han no:29 kat:3/316 Cağaloğlu/İSTANBUL

Büyük Doğu Yazar Kadrosu

BÜYÜK DOĞU’NUN YAZAR KADROSU

Büyük Doğu Mecmuası’nın yazar kadrosu 35 yıllık süreç içerisinde değişiklik gösterir. ‘İptidai’ ve birinci devrede yazarlar ideolojik açıdan çeşitlilik gösterse de, II. Dünya Savaşı sonrası Türk siyasal yaşamında meydana gelen ideolojik ayrışmalar Büyük Doğu’nun yazar kadrosuna da yansır. “Kırklı yılların önemli özelliklerinden birisi de o güne değin bir biçimde aynı paydada duran ve yan yana “yürüyerek” akademizmi ve kültürel anlamda sosyal misyonu/mühendisliği paylaşan entelektüellerin gerilimlerle ayrışmasıdır.”4 Bu sebeple İslamcı-muhafazakâr düşünceye uzak yazarlar mecmuadan ayrılırlar ve Kısakürek müstear isimlerle yazılar yayınlar.

Mecmua, 17 Eylül 1943-5 Mayıs 1944 tarihleri arasında Kısakürek’in kendi tabiriyle ‘iptidai’ devre adı altında ve 30 sayı olarak çıkartılmıştır. Bu devredeki yazarlar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İskender Fikret Akdora, Hüseyin Cahit Yalçın, Burhan Toprak, Salih Murat Uzdilek, Rıza Çandır, Fikret Adil, Sadi Ünal, Reşat Ekrem Koçu, Hilmi Ziya Ülken, Rebi Hikmet Barkın, Sait Faik Abasıyanık, Ziya Şakir, Selahattin Güngör, Vehbi Emre, Behçet Bağdatlıoğlu, Mahmut Yesari, Kazım Zafir, Hatemi Semih Sarp, Zahir Güvemli, Nurullah Berk, Rasih Nuri İleri, Ahmet Adnan Saygın, Selçuk Milar, İhsan Boran, Vecdi Bürün, Suphi Nuri İleri, Nejat Muhsinoğlu, Etem İzzet Benice, Setvan Gizli, M. Faruk Gürtunca, M. Sami Karayel, Eşref Edip, Faik Baysal, Kazım Nami Duru, Prof. Emin Onat, Salih Alaçam, Ömer Besim Koşalay, Şevket Hıfzı Rado, Ekrem Reşit Rey, Oktay Akbal, A. Bülent Kayıkçıoğlu, Sabahattin Kudret, Ali Rıza Pişkin, Orhan Fazıl Kısakürek, Zeki Faik İzer, Nurettin Sevin, Mehmet Turhan Tan, Mustafa Şekip Tunç, Cemal Tollu, Nizamettin Nazif, Hüsnü Hamit Avni Altıner ve Be.De., BAB, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu gibi müstear isimlerle yazıları çıkan
Necip Fazıl Kısakürek’tir.

2 Kasım 1945 ve 2 Mayıs 1948 tarihleri arasındaki birinci devrede5 mecmua 87 sayı çıkartılır. Bu devre Kısakürek’e göre, mecmuanın “asıl başlangıç devresi”dir. Birinci Devre’deki yazarlar arasında BÜYÜK DOĞU, Ahmet Abdülbaki, Hikmet Sahibinin – Abdinin – Kölesi, HA.A.KA., Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir, Neslihan Kısakürek, Ne-Fe-Ka müstear isimleriyle Kısakürek başta olmak üzere Peyami Safa, Kazım Nami Duru, Mustafa Şekip Tunç, Salih Murat Uzdilek, Burhan Belge, Ömer Rıza Doğrul, Salih Zeki Aktay, Sait Faik Abasıyanık, Mahmut Yesari, Celal Sılay, Cemal Reşit Rey, Reşat Ekrem Koçu, Nejat Muhsinoğlu, Şükrü Baban, Cemal Tollu, Şükrü Hazım Tiner, Oktay Akbal, Ahmet Adnan, Ziya Şakir, Mukbil Özyörük, Abdurrahim Zapsu, Nail Altuncuoğlu, Rıza Çavdarlı, Refi Cevat Ulunay, Fahri Celal Göktulga, İskender Fikret Akdora, Zahir Güvemli, Bülent Tarcan, Kazım İsmail Gürkan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mithat Özkök, Özdemir Asaf, Suphi Nuri İleri, Feyzullah Doğruer, Erol Başar, İ. Galip Arcan, Fikret Adil, Abdurrahman Şeref Laç, Vecdi Bürün, Fahri Erdinç, Emin Ülgener, Kenan Harun, Cafer Seno, Kemal Peker, Necla Maraş, Muhittin Dilege, Rıza Peker, H. M. Kafalıoğlu, Kemal Müderrisoğlu, Ziya Osman Saba, Muhittin Diler, Samiha Ayverdi, Ömer Rıza Doğrul, Tevfik Pars gibi isimler yer almaktadır. Üçüncü devre, 11 Mart 1949 ile 26 Ağustos 1949 tarihleri arasında, dört sayfa ve haftalık gazete şeklinde yayınlanır. Kısakürek, bu devre için “İkinci asli devre” ifadesini kullanır ve gazetenin “Hakka ve yeni bir dünya görüşüne bağlı Müslüman Türklerin gazetesi” olduğunu belirtir. Gazetenin az sayıda yazarı olmasından anlaşılacağı üzere Kısakürek bu devreyi hemen hemen tek başına çıkarır. Be.De., M. Sarıçizmeli, Büyük Doğu, Prof. Ş. Ü., Dedektif X Bir, Ha. A. Ka. müstear isimleriyle yazılar yazan Kısakürek’in yanında sadece M. Ali Türksever, Ramiz Simsaroğlu ve Ömer Karagül yazı yazar. Mecmuanın dördüncü devresi, 14 Ekim 1949 ile 29 Haziran 1951 tarihleri arasında 62 sayı olarak çıkartılır.

Büyük Doğu Yazar Kadrosu

Bu devrenin yazarları arasında, Büyük Doğu, Vaiz, M. K., Be. De., Dedektif X Bir, Neslihan Kısakürek, Ahmed Abdülbaki, Prof. Ş. Ü., 5 İkinci devre de bu devrenin içinde yer almaktadır. Fakat Kısakürek bu devreyi Birinci devre olarak isimlendirmiştir. Zabıt Katibi müstear isimleriyle Kısakürek, Esseyit Abdülhakim, M. Işıklı, Mustafa Müftüoğlu, Numan A. Binatlı, İsmail Hami Danişmend, Said-ül-Nursi, Nurettin Topçu, Ömer Karagül, Mekki Üçışık, Doğan Nail Altuncuoğlu, Abdürrahim Zapsu, Osman Yüksel, Abdurrahman Şeref Laç, Z. Fahri Fındıkoğlu, Halil Nüsret Ertüz, Cevat Rifat Atilhan, Celal Sılay, M. Raif Ogan, Münir Süleyman Çapanoğlu, Mustafa Şekip Tunç, M. Rasim Özgen, Ali Rıza Korap, Nahid Sırrı Örik, Kazım Zafir, Emin Onat, Basri Erk, Ramazan Tuncer, İzzet Mühürdaroğlu, Hüseyin Rahmi Yananlı, Firuzan Hüsrev Tökin, Nihal Atsız, Abdürrahim Zapsu, Said Sadi Danişmendoğlu, Burhan Toprak, Reşat Ekrem Koçu, Haluk Nur Baki, Rıza Nur ve Ali Osman Tatlısu yer almaktadır. Beşinci devre, 16 Kasım 1951 ile 30 Kasım 1951 tarihleri arasında günlük gazete şeklinde 27 sayı olarak çıkartılır. Altıncı devre ise, 19 Eylül 1952 ve 16 Kasım 1952 tarihleri arasında yine günlük gazete şeklinde 122 sayı olarak yayınlanır. Yedinci devre, 7 Mayıs 1954 ile 9 Temmuz 1954 tarihleri arasında 10 sayı olarak yayınlanır.

Bu devrenin yazarları arasında Ne. Fe. Ka., Ahmed Abdülbaki, Dedektif X Bir, Be. De., Adıdeğmez, Prof. Ş. Ü. ve Büyük Doğu müstear isimleriyle Kısakürek başta olmak üzere Peyami Safa, Şakir Üçışık, Hüseyin Rahmi Yananlı, Ali Fuad Başgil, Tevfik Nezihi, Asaf Halet Çelebi, Abdülhak Şinasi Hisar, Mustafa Şekip Tunç, Şükrü Baban, Salih Murat Uzdilek, Sezai Karakoç, Doğan Nail Altuncuoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, İbrahim Hakkı Konyalı, Fehmi Varlık, Haluk Nurbaki, M. Halid Bayrı, Sumru Tunç, Niyazi Ahmet Banoğlu, Nahid Sırrı Örik, Muharrem Giray, Nusret Kafdağlı, Hakkı Karakurt, Suat İsmail Gürkan, Eşref Edip, Ömer Öztürkmen ve Mustafa Hilmi Ramazanoğlu yer alır.

Sekizinci devre, 30 Mart 1956 ile 5 Temmuz 1956 tarihleri arasında toplam 35 sayı olmak üzere günlük sayı şeklinde yayınlanır. Dokuzuncu devre, bizim bu çalışmada incelediğimiz son devredir ve 6 Mart 1959 ile 16 Ekim 1959 tarihleri arasında haftalık 33 sayı olarak yayınlanır. Bu sayının yazarları ise, N.F.K., Adıdeğmez, Neslihan Kısakürek, Dedektif X Bir, Prof. Ş. Ü., Ne. Fe. Ka., Ahmed Abdülbaki, Be. De. müstear isimleriyle yazılar yayınlayan Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Abdurrahman Şeref Laç, Ali Nihat Tarlan, Münir Nurettin Selçuk, Peyami Safa, İsmail Hami Danişmend, Nihal Atsız, Şükrü Baban, Sedat Zeki Örs, İ. Hakkı Konyalı, Nahid Sırrı Örik, Hasan Basri Çantay, Hüseyin Yananlı, İlyas Ketenci, Nurettin Topçu, Fazıl Sarper, Bekir Berk, Şahab Sıtkı, Doğan Nail Altuncuoğlu, Nihat Tekbaş, Haluk Nurbaki, Sadık Yörük, Osman Yüksel Serdengeçti, Vecdi Bürün, Sezai Karakoç, Nizamettin Nazif, Faik Baysal, Vecdi Bürün, Nejat Akgün, Abbas Sayar, Asaf Halet Çelebi, İbrahim Arvas, Muharrem Giray, İbrahim Hakkı Konyalı ve Sedat İsmail’dir. Onuncu devre, 30 Eylül 1964 ile 25 Kasım 1964 tarihleri arasında 9 sayı olarak çıkartılır.

Kısakürek, Rıdvan Balkır, Sezai Karakoç, Selim Karabağ, Hacı Cemal Öğüt, Nedim Evliya, İ. Hakkı Konyalı, Selim Kafdağlı bu devrenin yazarları arasındadır. Bu devrede müstear isimle çok sayıda yazı yayınlanması bu devreyi de Kısakürek’in hemen hemen tek başına çıkardığını göstermektedir. On birinci devre, 22 Eylül 1965 ile 12 Ocak 1966 arasında 17 sayı olarak yayınlanır. Bu devrenin yazarları arasında Kısakürek, İsmail Kazdal, Nedim Evliya, Osman Yüksel Serdengeçti, Ali Haydar Öztürk, A. Fikri Yavuz, İbrahim Hakkı Konyalı, Fethi Tevetoğlu, Süleyman Yalçın, Ahmed Semiz, Osman Turan, Hayri Melih, H. Basri Erk, Ali Biraderoğlu, Sedat Umran, Eşref Edip, Kadir Mısırlıoğlu, H. M. Beyhan, N. Y. Alp, Tahir Büyükkörükçü, Mustafa Yazgan, Sezai Karakoç, Kamil Miras, Rafet Çıngıl, M. S. Bayramaşık, Şemsi Belli, E. E. Fergan, Hüsnü Dikeçligil, Yusuf Demirdağ, Salih Güler, Refik Halid Karay, Engin Uğurlu, Mehmet Fazıl Gökalp ve Vecdi Bürün yer almaktadır. On ikinci devre, 19 Temmuz 1967 ile 10 Ocak 1968 tarihleri arasında toplam 26 sayı yayınlanır. Kısakürek, Tahir Büyükkörükçü, Nebil Fazıl Alsan, Sabahattin Zaim, Refet Çıngıl, Osman Turan, Sezai Karakoç, Mustafa Yazgan, Rıdvan Balkır, M. Raif Ogan, Süleyman Sürmen, Süleyman Arif Emre, Eşref Edip, Hüseyin Arı, M. Said Çekmegil, Vecdi Bürün, Abdullah Saraçoğlu, Fehmi Cumalıoğlu, A. Nihat Tarlan, Hayri Melih, Saffet Solak, Sedat Umran, İ. Hakkı Konyalı, Emin Bilgiç, Burhan Toprak, A. Halim Uğurlu, Ali Biraderoğlu, Neslihan Kısakürek, İsa Yusuf Alptekin, Erdem Beyazıt, Mekki Üçışık, Sedat İsmail, Mustafa Şekip Tunç, Hasan Aksay bu devrenin yazarları arasındadır.

On üçüncü devre, 1 Mayıs 1969 ile 1 Aralık 1969 tarihleri arasında toplam 7 sayıdır. Bu devre aylık olarak yayınlanır ve sayfa sayısı 31’dir. Kısakürek, Arif Emre, Ayhan Songar, Mustafa Yazgan, Said Bilgiç, Emin Bilgiç, Sezai Karakoç, Rıdvan Balkır, Ahmed Semiz, İ. Hakkı Konyalı, Hasan Aksay, Bahri Zengin, Hüseyin Arı, Salih Güler, M. Raif Ogan, Hayri Melih, Mustafa Varlı, A. Halim Uğurlu, Hüsnü Dikeçligil, Refet Çıngıl, Eşref Edip, Esseyid Abdülhakim Arvasi, Ahmet Rasim, Muharrem Feyzi yazıları bu devrede yer alan yazarlar arasındadır. On dördüncü devre, 6 Ocak 1971 ve 28 Nisan 1971 tarihleri arasında toplam 17 sayı olarak yayınlanır. Bu devrenin yazarları arasında, Kısakürek, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Faruk Timurtaş, Hüseyin Arı, Rıdvan Balkır, Emin Bilgiç, Ali Genceli, Bekir Oğuzbaşaran, Hasan Aksay, İ. Mehmet Salihoğlu, Osman Turan, Erdem Beyazıt, Saffet Solak, Mustafa Yazgan, M. Raif Ogan, Ali Başoğlu, Ahmed Hüsnüoğlu, Said Bilgiç, Hayri Melih, Reşat Ekrem Koçu, Salih Zeki Aktay, Ergün Göze, Kadri Demirol bulunmaktadır.

Son devre olan on beşinci devre ise 8 Mayıs 1978 ile 5 Haziran 1978 tarihleri arasında toplam 5 sayı olarak çıkartılır. Kısakürek, Taha Üçışık, Şevket Eygi, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Ayhan Songar, Mustafa Yazgan, Durali Yılmaz, Mehmet Soyak, Ergün Göze, Osman Kısakürek, Abdurrahman Şeref Laç, Ahmed Arvas, Reşat Aksoy, M. Akif İnan, Erdem Beyazıt, Bahri Zengin, A. Ekmel Akkor, Cemil Meriç, Ali Nar, Rasim Özdenören, Taha Akyol, Şahap Ayhan, Ali Biraderoğlu, Fikret Karakaya, Sedat Umran, Vecdi Bürün bu devrede yazıları ile yer almaktadır.

Büyük Doğu Dergisi Nedir?

BÜYÜK DOĞU DERGİSİ NEDİR?

Necip Fazıl Kısakürek tarafından kurulan, 1943-1978 yılları arasında çeşitli dönemlerde faaliyet göstermiş siyasi bir dergidir. Büyük Doğu Dergisi yazarları kendilerini Büyük Doğucular olarak adlandırmışlardır. Büyük Doğu Dergisi adı ise Necip Fazıl Kısakürek’in 1938 yılında yazdığı Büyük Doğu Marşı adlı şiirden almıştır.

İslami bir bakış açısına sahip olan Büyük Doğu Dergisi, başlangıçta, Necip Fazıl Kısakürek ve dönemin aydın kesimini bünyesinde bulundurmaktaydı. 35 yıl süresince Büyük Doğu Dergisi toplam 16 devre 512 sayı halinde haftalık olarak yayımlanmıştır. Necip Fazıl Kısakürek bu dergi aracılığıyla özgül bir tarih muhasebesi, yeni bir devlet anlayışı, estetik bakış ve fikri duruş ortaya koymaya çalışmıştır.

Büyük Doğu Dergisi yazılarında genel olarak ekonomi, politika, sanat, felsefe ve din konuları üzerinde durulmuştur. Zamanın şartlarına bağlı olarak dergini konu ağırlıkları dini, edebi ve siyasi olmak üzere farklılık göstermiştir. Büyük Doğu Dergisi genel olarak iktidar karşıtı bir tutum sergilemiştir. Büyük Doğu Dergisi, İslamcı ekolü temsil etmekle birlikte birçok İslamcı yazar ve düşünürü etkisi altına almıştır. Necip Fazıl Kısakürek, 1951’in haziran ayında dergiye ara verdi. Son sayıda ise “Müslüman Türklerin günlük gazetesi çıkacak” haberi verildi. Günlük olarak çıkan Büyük Doğu Gazetesi 16 Kasım 1951’de yayına başladı.

Büyük Doğu Dergisi Yazarları

Büyük Doğu Dergisi’nin kuruculuğunu Necip Fazıl Kısakürek yapmıştır. Dolayısıyla dergi daha çok Necip Fazıl Kısakürek ismiyle anılsa da zaman içinde birçok ünlü ve değerli isimi bünyesinde barındırmıştır. Necip Fazıl Kısakürek’in yakın arkadaşı Peyami Safa başta olmak üzere Sait Faik Abasıyanık, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Oktay Akbal, Salih Murad Uzdilek, Nurettin Topçu, Hüseyin Nihal Atsız, Cemil Meriç, Sezai Karakoç gibi daha nice ünlü isim kendi adlarını veyahut takma adlar kullanarak dergiye katkıda bulunmuşlardır.

Büyük Doğu Nedir?

BÜYÜK DOĞU NEDİR?

Büyük Doğu, Necip Fazıl Kısakürek’in ortaya koyduğu İslamcı ideoloji.

Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu ana hatlarıyla İdeolocya Örgüsü eserinde açıklamıştır. Bu eserde Büyük Doğu’yu, İslam’ın yeni zaman ve mekan problemlerine uygulanışından doğan bir dünya görüşü olarak sunar. “İslam anlayışını yenilemek” temel tezi etrafında, İslam tarihinin siyasî, kültürel, ahlakî, estetik ve entelektüel yönlerden bir muhasebesini yapar ve “Başyücelik” ismi altında bir “ideal İslamî devlet” modeli ortaya atar.

Temel referanslarının merkezine İslam’ı alan Büyük Doğu ideolojisi, cumhuriyet döneminde yetişen İslamcı aydınların da başvurduğu alternatif bir modernleşme paradigması olmuştur. Büyük Doğu ideolojisi, Necip Fazıl’ın ardından özel olarak Salih Mirzabeyoğlu tarafından benimsenmiş ve sürdürülmek istenmiştir.

Kavramlar

Doğu ve Batı

Necip Fazıl’a göre İslamiyet hakikat olduğu için hiçbir mekânla kısıtlanamaz. Ancak ilk kez Eski Yunan tarihçisi Herodot’un yaptığı “Doğu-Batı” ayrımını kabul etmek, İslam tarihinde görünen bir mücadelenin taraflarını ifade etmek için mecburi ve realist bir tutumdan ibarettir. Ona göre zaman ve mekândan bağımsız bir hakikat olan İslam bütün dünyaya yayılmak isterken, kendi bünyesini ondan korumak için maddî ve manevî sınırlar çizen taraf Batı olmuş, böylece Doğu ve Batı diye birbirine zıt iki manevî iklim ortaya çıkmıştır. Antik Yunan ve Roma devirleri boyunca Çin, Hint ve Fars kavimlerinin ayrı ayrı temsil ettiği ve Batı’ya aykırı bir varlık ve birlik belirtmeyen Doğu, İslamiyet’le birlikte yer ve yön bakımından sınır tanımayan bir teze kavuşmuş, Arap ve Türk kavimlerinin önderliğinde kuşatıcı bir şuur ve kimliğe ermiştir. Önce Araplar ve en sonunda Türkler, Müslümanlığı temsil kabiliyetini kaybederek Doğulu kimliğinin öznesi olmaktan çıkmışlar ve Rönesans’tan sonra akıl ve madde başarılarıyla yükselen Batı karşısında mahkûm olmuşlardır. Paul Valery’nin görüşüne dayanarak, “Yunan aklı, Roma nizamı ve Hıristiyanlık ahlakı” olarak formüle ettiği Batı kültür ikliminin ulaştığı her yerin Batı olduğunu söyleyen Necip Fazıl, Batılılaşmayı benimseyen toplumlar Doğulu olduklarını inkar etseler de Batılıların bu ayrımı koruduğunu belirtir. Doğu ve Batı ayrımı bağlamında, Necip Fazıl’a göre Büyük Doğu, tasfiye edilmiş Doğu medeniyetinin en son temsilcisi olan Türklerin şahsında, kaybedilen İslami ruhu ihya etmenin sistemidir.

Büyük Doğu Nedir?

Temel prensipler

Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu dokuz esasa dayandırır.

1. Ruhçuluk: Büyük Doğu’nun, materyalizm ve rasyonalizme karşı, İslam tasavvufuna dayanan mistik ve idealist karakteridir.

2. Keyfiyetçilik: Büyük Doğu ruhçuluğunun tümevarımsal yönü olarak özcülüğe vurgu yapar.

3. Şahsiyetçilik: Hakikati toplumun değil, bireylerin temsil edebileceği görüşüdür.

4. Ahlakçılık: Büyük Doğu’nun İslam ahlakını idealize ettiğini ve ona bağlılığını ifade eder.

5. Milliyetçilik: Büyük Doğu ideolojisinin ırkçılık ve kozmopolitanizme karşı, milletlerde inanç, değer, düşünce ve duyarlığı öne çıkarma prensibidir.

6. Sermaye ve mülkiyette tedbircilik: Mülkiyet hakkını korumakla birlikte sermaye ve refahın devlet eliyle topluma yayılarak düzenlenmesini savunur.

7. Cemiyetçilik: Bireylerine dayanışma, aidiyet ve sorumluluk duygusunu veren bir toplum kurmayı önemser.

8. Nizamcılık: Sistemli düşüncenin ve eylem disiplininin önemini vurgular.

9. Müdahalecilik: İnsan iradesinin toplumdaki başıboşluğa karşı yapıcı, zorbalığa karşı yıkıcı hamlelerini destekleme prensibidir.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

SALİH MİRZABEYOĞLU VE BÜYÜK DOĞU-İBDA MEFKURESİ

Kudsî Hadis-i şerifte meâlen: “Âlemi insan, insanları ise bana ibadet etsinler diye yarattım!” buyurulur…

“İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun…” Meâli: “Biz Allah’a aidiz ve nihayet O’na döneceğiz.” (Bakara; 156)

Bilindiği gibi Büyük Doğu-İBDA Mektebi’nin mimarları, Necib Fazıl Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu’dur. Bu mektebin iki mütefekkiri yüz elli küsur şaheser vermiş, hayatları mücadele ile geçmiş, çok zulüm görmüşlerdir. Zindan duvarları bile gözyaşına boğulmuştur. Dolayısıyla bir değil, bin makale ile dahi bu dâva ve şahsiyetleri takdim etmek, yeterli olmayacaktır. Ancak, “Parça bütünün habercisidir!” hikmeti gereği, mücmel bir takdimin de zarurî olduğuna inanıyoruz.

Nereden başlayalım?

Meselâ, “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” diye sormak, “Ölüm nedir?” diye sormanın aynıdır. Bunu kendi lisanından mücmel olarak iktibas edelim:

– «“Ben kimim?” diye sormak, “ölüm nedir?” diye sormakla birdir… “Ben”… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hâdiseler dizisinden ibaret!»

Mâzi idrakiyle hâlin yaşanması ve ötelere (“sonsuzluk kervanı”) dair bir kimlik edinmenin zaruretine işaret eden Mirzabeyoğlu, baba tarafından Muş ilinde ikâmet eden Mutkî aşîretine mensuptur. Bu şecere kısaca şöyle:

– “Mutkî aşîreti reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey, onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu… Büyük Sahâbî “Seyf-ül İslâm-İslâmın Kılıcı” lâkaplı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir şecere…”

Anne tarafından “Hz. Ebu Bekir’in soyundan” olan Babaanne Hanife Süphandağı, “Abdulhâkim Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi”dir.

Yâni Mirzabeyoğlu, “Seyyid” soyundandır da…

Anne tarafından dedesi ise; “Abdulkadir Güleray… Baba adı Ali, ana adı Adile… Babası ve annesi, Bulgaristan’ın Çırpan yöresinden gelip Bursa’ya yerleşen göçmen…”

Babaannesi, babası ve halası, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün edilen Salih İzzet Erdiş, 10 Mayıs 1950 yılında Erzincan’da doğmuştur. “Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada… Ben, son anda mezardan dönen insanım!..” diyen Mirzabeyoğlu, soyadını, 1975 Gölge dergisinin çıkışı ile aldığını ifade eder…

“4 Şubat 1990 yılında Hayran Hanım’la Şer’î nikâhı kıyılan” Mirzabeyoğlu’nun, Şerife Neslihan (12 Kasım 1990) ve Ayşe Elif (6 Ocak 1993) adında iki kızı vardır…

İlkokul, Ortaokul ve Liseyi Eskişehir’de bitiren Mirzabeyoğlu, 1964 tarihinde kendisine annesi tarafından hediye edilen Eflatun’un “Devlet” adlı eserini, “Benim not alarak okuduğum ilk eser de, 1967’de bu eserdir” şeklinde ifade ederek, didaktik amaçlı okuma-araştırma ve “fikir sancıları”nın başladığı tarihi verir.

Şahsiyetinin ana çizgilerinin Eskişehir’de piştiğini ifade eden Mirzabeyoğlu, 15-16 yaşlarında Milliyetçiler Derneği ve Komünizmle Mücadele Derneği’nde Rahmetli Halil ağabey ve Milli Eğitim Kitabevi’nin şefliğini yapan Suat Fıratlı ağabeyle hemen her gün beraber olduğunu vurgular. Kitabevini ise, “uzun nutuklarına sahne olan bir mekân” olarak tasvir eder. Bu arada Milli Nizam Partisi Eskişehir Gençlik Kolları’nın başında Erbakan’la tanışma ve nihâyet Üstad’ı Necib Fazıl Kısakürek’e; fikir ve haysiyetine, “yanasıya aşkla” vurulması, aynı tarihlere denk gelir…

1975-76’da Gölge dergisiyle fikir arenasında görünen, 1979-80 yıllarında Akıncı Güç adlı dergiyle kükreyen Mirzabeyoğlu, Milli Selamet Partisi’nin Gençlik Kolu olarak faaliyet gösteren “Akıncılar Derneği”nin isim babasıdır da… Akıncı Güç dergisi vesilesiyle Necip Fazıl’la yakından tanışan Mirzabeyoğlu, âhirete irtihâline (25 Mayıs 1983) kadar Üstad’ın yanındadır.

Gölge Dergisi’nde mücerret fikrin tohumlarını eken ve Akıncı Güç dergisini çıkardıktan sonra bizzat Üstad’ın nezaretinde, “mücerret fikir” ufkunda kanat çırpan Mirzabeyoğlu, her biri mâzinin irfan hazinesine mıhlı, terkipci ve icadçı fikirlerle dolu; bize “Köklerimiz”i hatırlatan ve tesir gücü BÜYÜK DOĞU’dan mülhem 60 küsur şâheserin sahibidir…

Hâsılı, “Bende ne hikmet varsa büyüklerime aittir. Hatalar -varsa- nefsime aittir” diyen Mirzabeyoğlu’nu anlamak için Necib Fazıl ve Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini öyle veya böyle az da olsa anlamak gerekir.

İmam-ı Rabbânî’den Muhyiddin-î Arabî’ye, Elmalılı Hamdi Yazır’dan Kadı Beydavî’ye, Mevlâna’dan Şeyh Gâlib’e, Şerif Cürcani’den Kadı Iyaz ve İmam-ı Gazâliye, Ebu Hanife ve İmam-ı Şâfii’ye, “Şahsiyetler Topluluğu”na; dört halifeye ve nihâyet, “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber”e uzanan bir çizginin temsilcisi olan Mirzabeyoğlu ve dâvası, fikir ve ıstırabı, ciltler dolusu eserlere mevzu olsa gerektir.

Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra bu dâvanın (mücmel-kısa olarak) takdimine geçebiliriz.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

BÜYÜK DOĞU-İBDA MEFKÛRESİ

“Büyük Doğu-İBDA Fikir ve Aksiyon Mektebi”, hayatı, ölüm ve ötesini, “asıl” ve “asla bağlı bir teferruatçılık şuuruyla” tahlil eden terkipci “büyük kafalar”ın, İslâmı, “yeni bir anlayış” çerçevesinde, yâni; “anlayışı yenileyerek” takdim etmesi ve çağa hâkim kılınmak istenilen İslâmî bir nizamın usûl ve kaideler bütününü, cemiyetin idrak nazarına sunmasından ibarettir. Bu fikir mektebinin iki Mütefekkirinin üslûbları önce kâlbe-hisse, sonra akıl ve ruha hitap eder; anlaşılmaz değil, zor anlaşılırdır. Dolayısıyla külliyatı kavramak için sadece ilim ve akıl kâfi gelmez. Kırgızistan Taza Din Hareketi kadrosuna mensup Cumay Suyunaliyev’in; “Biz İbda’yı hissederek kabul ettik. Şimdi, hissettiklerimizi anlamaya çalışıyoruz” şeklindeki ifadesi, buna dair bir argüman olarak kifâyet eder.

Mevcut İslâmî anlayışların içerisinde, “ayrı bir meşrep ve mezhep” değil, “İslâmın emir subaylığı” olan Büyük Doğu, Üstad’ın ifadesiyle: “BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz, BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye tâlip…” bir mefkûre’dir. [1]

Üstad, “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinde “Devlet ve İdare Mefkûresi”ni kısaca şöyle izah eder:

– “Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır… Yüceler Kurultayı”nın âzası, eksiksiz ve fazlasız 101’dir…

“Başyücelik Hükûmeti” bir Başvekil ve on bir vekilden mürekkeptir…”

Hükûmetin 11 Dâvası’nı ise; “Ruh ve Ahlâk Dâvası, Umumî İrfan Dâvası, Köy ve Köy Dâvası, Şehir ve Umran Dâvası, Ordu Dâvası, İç İnzibat Dâvası, Dış Münâsebetler Dâvası, Bütün Neşir Vâsıtalarını Murâkebe ve Himaye Dâvası, İş Emniyeti ve İş Sahaları Arasında Ahenk Dâvası, Nüfusu Çoğaltma, Güzelleştirme ve Sağlamlaştırma Dâvası, Milli Servet ve İktisat Dâvası” şeklinde tasnif eder.

Başyücelik Hükûmeti’nin “Temel Prensipler”ini ise; “Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve mülkiyette tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık ve Müdahalecilik” şeklinde tasnif eden Üstad, eğitimden mûsîkiye, edebiyattan sinemaya, kılık-kıyafetten sokaktaki adama kadar her mesele, mevzuu ve muhatabın görev ve hâlline dair bir disiplin, bir tertip, bir çözüm ve nizam teklifi sunar.

“İslâmiyeti feyizlendirme bahsinde beş bâtıl güdüm”ün ise; “reformacılar, havaî ve nefsanî tefsirciler, satıhçı ve kışırcı şeriatçılar, sahte ve yalancı sofiler, ham ve kaba softalar” olduğunu belirtir.

Salih Mirzabeyoğlu, Akıncı Güç Kadrosu ve Necip Fazıl’la Yakından Tanışması
– “Biz ruh hamurumuzu Büyük Doğu teknesinde ve onu yoğuran ellerde idrak ettik ve başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul edemeyiz!” […]

– “Kendisinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz bu yol Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun ta kendisidir. Ve adı “gerçek İslâmiyet”tir…” [2] ifadeleriyle fikir arenasına atılan “Akıncı Güç” dergisi ve kadrosu Üstad Necib Fazıl tarafından şu şekilde medhedilir:

– “İşte tam 40 yıldır süze süze özleştirdiğimize şahit olduğumuz bu birkaç genç ve 3-5 ağabeyleri, satranç tahtasının ilk karesindeki ilk vâhid mevkiîndedir. Bu vâhidi elde edebilmek için 40 yıl çalıştık, ama sonunda “evraka-buldum!” diyebilmek saadetine ulaştık. Gerisi keyfiyetini bunlarla paylaşan basit bir kemmiyet meselesidir ve cevher, kan oturmuş tırnaklarımızla 40 yıl kazıdığımız kuyudan çıkarılmıştır.”

Üstad Necip Fazıl bu kadro hakkında sözlerine şöyle devam eder:

– Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı…

Daima böyledir. İlâhi tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, bir köşenizde otururken görünüverir.

Bu ışık, hiç birini görüp tanımadığım, görüp tanıyınca da aramızdaki ezelî yakınlığa şahid olduğum gençlerden… Şu anda “Akıncı güç” isimli derginin ilk sayısından…” [3]

Müjdelerin Müjdesi
“Birkaç gün önce… Büyük Doğu Yayınlarının idare yerine birer meşale kıvraklığında üç genç geldi. Oturdular ve tek kelime söylemeden bana bir dergi uzattılar: AKINCI GÜÇ… Bunlar bu dergiyi çıkaran ve güden gençler… […]

Gece yatağıma uzanıp dergilerini açtığım zaman ne görsem iyi? Bir baştan öbür başa kadar Büyük Doğu idealinin destanı… Hem de en derin fikir tabakalarına kadar nüfuz edici ve bugünkü aydın İslâm gençliğini Büyük Doğu mihrak ve istikâmetinde gösterici bir tahlil, terkip, tefekkür ve tahassüs ifadesiyle… Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha âdi pohpohlamalarla değil… Duyarak, düşünerek ve yaşayarak… […]

Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!” [4]

Ayrıca Üstad, Mirzabeyoğlu’nun; “Azat kabul etmez bir zaptolunmuşluk hissiyle ve bunu hayatının mânâsı bilen gençlik adına Üstadım’a…” şeklinde, kendisine ithaf ettiği “Kültür Dâvamız” adlı eserini şu sözlerle karşılar:

– “Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefis murakabesi eseridir. Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na sevgiyle… Bize ağuşunu açmış. Takdirkârıyım!” der.

Ve daha neler ve neler…

Salih Mirzabeyoğlu “İbda Diyalektiği” adlı eserini şu şekilde takdim eder:

– “Bu eser… İnsan ve toplum meselelerine “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” hâlidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm’a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarı.” [5]

Mirzabeyoğlu, “topluluk hakikatini” temin cehdi ile ömür tüketen; ümmetin derdiyle dertlenmeyi “câna minnet bilen”, hâsılı, ötelere sermâye biriktirme gayesi güden ve bu gayenin güdülmesi gerektiğini vatanın has evlâtlarına aşılayan bir fikir ve aksiyon adamıdır.

“İnsanın anladığı üzerinde telif hakkı vardır” diyen Mizrabeyoğlu; “İBDA bünyesinde belirttiğimiz veya belirtilmiş her kıymet, yapılan herşey Büyük Doğu’nundur ve iftiharla söyleyebiliriz ki, bu bünye her zerresiyle Büyük Doğu’nun tesiri altındadır” ifadesiyle, İBDA’nın adresini gösterir. [6]

Mirzabeyoğlu’nun bu tavrı ve vurgusu, bir fikir adamının, tesiri altında olduğu fikrin adresini göstermesinin veya “damıttığı fikrin” hangi ideolocyaya “nisbet vasfını” göstermesinin bir “fikir haysiyeti” olduğunu hatırlatsa gerektir…

Salih Mirzabeoğlu “İBDA”yı ise şöyle tarif ve takdim eder:

– “İBDA, ismini ve mânâsını, geçmişini, hâlini ve geleceğini, yaptığı ve yapacağı herşeyi, aklı geride bırakıcı ve kâlbe hitabedici bir tecrit derinliği ve haysiyeti içinde, topyekûn kâinatı tek cümleyle izah edercesine şöyle ifade edilebilir: BÜYÜK DOĞU’nun sırrı İBDA ve İBDA’nın sırrı ise BÜYÜK DOĞU’dur… Ve ne kadar tekrar edilse azdır ki, bu fikir ve mânânın nesep bağı içinde İBDA, kuşa niyet çektirircesine bulunmuş bir isim değil, İslâma muhatap anlayışı temsil makamındaki BÜYÜK DOĞU’ya nisbet vasfını gösteren bir sıfattır. Demek ki İBDA, hem sıfat, hem isim, hem iç mânâ, hem dış temsil, hem öz ve hem de nakıştır.” [7]

– “Eğer Büyük Doğu’yu, her mânânın suretini barındıran ve her suretin mânâsını saklayan “misâl âlemi” gibi alırsanız, İBDA ona tutulmuş aynadır, o ruhun yuvasıdır, onun tecelli mekânıdır ve bu yıldız birleşmesi içinde de, onun görünüşü ve zamanıdır.” [8]

Nereye intisap ettiğini de, şu cümlelerle özetler:

– “Kendisinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz BÜYÜK DOĞU yolunun derinliğine ve genişliğine doğru destanını yazan İBDA, bir dâvâsı, iddiası ve ispatı bulunmadan, karışıklıkta ve arada kaynayarak boy gösteren sürüngenlerin tersine, en açık bir biçimde ilân eder ki, Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun tâ kendisidir. Ve, tarihi boyunca da görüldüğü üzere “Fırka-ı Nâciye-Kurtuluş Yolu Fırkası” diye isimlendirilen bu yolun çapraz çizgileriyle hiçbir alâkası yoktur.” [9]

Daha sonra, “İslâm ve Kâinat, Tarih Şuuru, Terkibi Dâva Şeması, Kendinden Zuhur vb.” ilke ve prensipleri levhalar hâlinde takdim eder.

– “İslâm Tasavvufu” ve “Batı Tefekkürü” sahası arasında kanatlarını açan İBDA, birincisinde imânın hakikatini ve ikincisinin de bir “arınma kurnası” hâline getirdiği gizli imânını selâmlarken, “ana gövde” dilinde, yâni işin kemmiyet örgüsüne memur zarurî bir âlet mevkiindeki Büyük Doğu dilinde tecelli eden mânânın muhasebecisi, iç ve dış hikmetlerin bu gövdeye maledicisidir.” [10]

Özetlersek: BÜYÜK DOĞU-İBDA FİKİR VE AKSİYON MEKTEBİ bir, “ehl-i sünnet” mektebidir. Bu mektep, mücerret fikir istidadına haiz bir tarih anlayışı ve şuuru aşılar. Batıyı ve Doğuyu kavrama cehdini mutlak gerekli gören bu mektepte asıl olan, bildirilen hakikatleri olduğu gibi bulma-anlama ve bu çerçevede; “hakikatleri aslına ircâ etme” cehdidir. İrfanî düşünceyi (sezgi ve ilhâm) önemseyen bu mektep, zahiri ihmâl etmeden ve “keyfiyetleri Allah’a havale ederek”, bâtını doğru bir şekilde tev’il etmeyi de gerekli görür.

“Fikirde müphem, aksiyonda açık olma tavrı” ise, vazgeçilmez bir ilkedir…

“Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet” şeklinde tasnif edilen prensiplere riayet eden; “İ’lâ-yı Kelimetullah” ve “Nizam-ı Âlem” dâvası güden bu mekteple kıyas edilecek (zuhurundan bugüne değin) başka bir ekol yoktur, demek, bir hakikati ifade etmektir. Dolayısıyla, “taklitler”den ve “post-modern intihâlciler”den sakınmak gerekir…

Mirzabeyoğlu, mücmel olarak takdim ettiğimiz bu “ölçü” ve “ölçülendirmeler”i ihlâs ve samimiyetle hayata hâkim kılmak istediği için, kafa ve gönül nisbeti dış mihraklara müştak olan bir kısım Jakoben Cumhuriyetçilerin hedefi olmuştur.

Buna dair bilgi ve belgeler mucibinde mücmel bir tahlil ve mülâhaza.

Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda Mefkûresi

28 ŞUBAT SONRASI İDAM KARARI VE İŞKENCE

1991’de “İşkence” ve 2001 sonrası Bolu’da “Telegram” ve “ÖLÜM ODASI B-Yedi” adlı eser…

Bilindiği gibi bir kısım derin zevat tarafından 28 Şubat, Erbakan ve Çiller hükümetine karşı, “post-modern sivil darbe” olarak nitelendirilir…

İki yıl iktidarda kalan; şeyhlere, mollalara Başbakanlık Konutu’nda iftar dâveti veren, birçok özel okul, hastahane, vakıf, dernek, yardım kuruluşu vesair açan, açılmasına vesile olan Refah Partisi, bu icraatlarından dolayı “jakoben” tâbir edilen Cumhuriyetçilerin hışmına uğramış, üç-beş densiz tarafından Sincan gibi ilçelerde düzenlenen Humeyni Posterli “Kudüs Geceleri” ve çorabının suyunu müridlerine içiren “Kalkancı” misâli şeyh bozuntuları vesair bahane edilerek, “yahudi-mason medyası” tarafından, “irtica hortluyor!” yaygarası basılmış, buna mukabil Çevik Bir Paşa nezâretinde tanklar, Sincan’a yürütülmüştür.

Yâni, irticanın baş müsebbibi olarak lanse edilen Erbakan Hoca, “kata-külle”ye getirilip hükûmetten alaşağı edilmiştir. Bu hâdisenin adı icracılar tarafından, “demokrasiye yapılan balans ayarı”, muhalifler tarafından, “Post-modern sivil darbe” olarak tarihe kaydedilmiştir.

“Bin yıl sürse de, on beş milyon cana mâlolsa da bu savaşı sürdürecekleri”ni ifade eden 28 Şubat Darbeci’leri alelacele kolları sıvamış, bütün yurtta, hattâ sınır ötesi bir “mürteci (!) avı” başlatmış; on binler ile ifade edilen Müslüman suçlu-suçsuz gözaltına alınmıştır. Bu “jakoben baskı” karşısında hemen bütün İslâmi hareketler sindirilmiş; bu hâdise karşısında hemen bütün mensuplar bir “seyirci rolü” oynamıştır. Müslümanların yahut Müslümanlık iddia edenlerin bu sessiz tavrı (!) dolayısıyla “jakoben baskı” alabildiğine artmış; mahkemeler kurulmuş; hâkimlerin önüne, “cezası onanmış” dosyalar serilmiş; tutuklu veya şartlı yargılananlara en ağır cezalar verilmiştir. Salih Mirzabeyoğlu’na gelince:

Salih Mirzabeyoğlu, İBDA külliyatında İBDA ve İBDA/C’nin ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini defaatle izah etmesine rağmen, “İBDA/C terör örgütü lideri” olmakla itham edilmiş, askerî ve siyasî erkânın verdiği brifinglere katılan ve burada verilen tâlimatları yerine getirmeyi kendilerine husûsî görev (!) addetmiş olan bir kısım savcının “suç duyurusu”nda bulunması ve bir kısım hâkimin, “duyurulan bu suç” (!) hakkında derledikleri argümanlar neticesinde “idam cezası”na çarptırılmıştır.

Kısaca şöyle:

İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 12/01/1999 tarihinde Savcı Ali Yorulmaz tarafından hazırlanan iddianamesinde; “Türkiye’deki mevcut anayasal düzeni yıkarak yerine dini esaslara dayalı merkezi Türkiye’de olan Ortadoğu ülkelerini de içine alan Büyük Doğu İslâm Devleti kurmak amacıyla faaliyetlerini sürdüren ve 1985 yılında bu fikir doğrultusunda, İBDA/C adlı yasa dışı örgütü oluşturan Kumandan kod sanık Salih İzzet Erdiş’in kurmuş olduğu” iddia edildikten sonra, “İBDA/C adlı silahlı terör örgütünün asıl hedefinin de, mevcut Anayasal düzeni silah zoru ile değiştirip yerine İslâm Devleti kurmaktır” denilerek, Salih Mirzabeyoğlu, İBDA/C’nin icra ettiği tüm eylemlerden sorumlu tutulmuştur.

Hâlbuki “İBDA/C adlı örgütün lideri olan kod adıyla da kurulacak olan BÜYÜK DOĞU İSLÂM DEVLETİ’nin komutanı seçilecek olan KUMANDAN kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber, …” diyen de, bu hükme rağmen; “Lidersiz bir örgüt düşünülemeyeceği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA/C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerde örgüt lideri sorumludur…” diyerek, Mirzabeyoğlu’na “İDAM KARARI” veren de, aynı devletin aynı mahkemesidir.

Kısaca şöyle: Metin Çetinbaş’ın başkanlığını yaptığı 6 Nolu DGM’de duruşma savcısı olarak görev yapan Ali Cengiz Hacıosmanoğlu (02-04-2001) tarafından da çeşitli suçlarla itham edildikten sonra karar metninde;

(Kumandan Kod-Salih Mirzabeyoğlu) sanık Salih İzzet Erdiş’in silâhlı terör örgütü olan İBDA/C örgütünü kurarak örgütün gerçekleştirdiği birçok öldürme, yaralama ve diğer faaliyetlerinden dolayı doğan sorumluluğu, emir ve komutası göz önünde bulundurularak;

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını Tağyir ve Tebdil veya İlgaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan TBMM’nin vazifesini yapmaktan Men’e cebren teşebbüs etmekten eylemine uyan TCK’nin 146/1 MADDESİ GEREĞİNCE İDAM CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA” karar verilmiştir.

(02-04-2001 BAŞKAN-24570 ÜYE-26486- 24472 K-134 METİN ÇETİNBAŞ, R. ERGİN ŞERAN, A. TAMER TARGAN, Z. DENİZ)

Hâlbuki o tarihlerde (hattâ daha sonra dahi) hiçbir İBDA/C sanığı, “adam öldürme cürmü”nden hüküm giymediği gibi, o tarihten iki yıl önce Adana DGM’nin açtığı davada İstanbul DGM, bu suçlamaları reddederek kısaca; “İçişleri Bakanlığının dosya içerisindeki 3 Mart 1998 tarihli yazısında bu sanığın İstanbul’da yayınlanan yasal dergilerdeki faaliyetlerinde yasadışı örgütün üyesi ve yöneticisi olduğunun delili olamaz. Bu nedenle; Cumhuriyet Başsavcılığının YETKİSİZLİĞİNE, gereğinin takdir ve ifası için hazırlık evrakının ADANA DGM CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA gönderilmesine karar verildi.” (25. 5. 1998. MEHMET SÜSLÜ- 25543) denilerek, Salih Mirzabeyoğlu’nun, “terör örgütü” lideri olduğu iddiası reddedilmiştir.

Demek ki, idam kararı verilirken ortada hukuk yok, âdil yargılama yok, yok oğlu yok fakat, sadece brifinglerde alınan kararları tatbik etmeye azmetmiş olan “taraflı” savcı ve hâkimler zümresinin ithamı, dolayısıyla “yasa dışı” kararları vardır ki; hukuk, “tarafsız” olmalıdır…

Bu meyanda daha önce Mirzabeyoğlu’nun yargılandığı mahkemenin ilk hâkimi olan Sedat Karagül; “İBDA/C iki kez ölümle tehdid etti beni. Duruşmada beni tehdit ettiler” (kılına zarar verilmediğini belirtmekte fayda var. S.B.) demekle birlikte; “Mirzabeyoğlu, ilk gün duruşmada çok kötü durumdaydı. Savunma yapamadı. Devlet otoritesinin hiçe indiği bir davadır bu. Devletin otoritesi sıfır olmuştur. […] DGM’de siyasi baskı görmediğim davam olmadı” [11] şeklinde ifadeleriyle DGM’de baktığı her davada “siyasi baskı” gördüğünü beyan etmektedir.

Ergenekon sanıklarının avukatlığını yapan, Mirzabeyoğlu dâvasında o dönemin karar hâkimi olan Metin Çetinbaş ise; “Dosyanın detaylarını hatırlamıyorum. Biz o günkü şartlara göre karar verdik. Ben bir hata yapıldığını düşünmüyorum ama bu o dosyada hata yapılmadı demek değildir. Allah’ın adâleti değil ki mutlak ve kesin olsun. Hiçbir Hâkim verdiği kararların yüzde yüz doğru olduğunu söyleyemez. Ben hata yapılmadığını düşünüyorum ama o dosyada yüzde yüz hata yapılmadı demek değildir. Hâkimler de hata yapabilir” [12] demektedir.

Mızmız bir şekilde olsa da bu ve benzeri ifade ve itiraflar gösteriyor ki, Mirzabeyoğlu, bir itham ve hukuksuzluğun, bir “taraflı yargı” ve dayatmanın marifeti neticesinde “idam cezası” onanmış birisidir. Aslında Mirzabeyoğlu (kendi ifadesiyle), “TC içinde yaşayan 3000 aile”nin emrine ve çıkarlarına âmade olan bir “üst konsey” tarafından mahkûm edilmiştir. Bu “üst konsey”in uzantısının, mazlum insanlara ceberrut kesilen uluslararası müstekbirler olduğu âşikârdır. Sinsi İngiltere’nin organize ettiği, zâlim ABD’nin kullanıldığı ve terörist İsrail ve Musevi bankerlerin finans ve teşvikiyle hareket eden bu “uluslararası üst konsey”in çıkarlarına uymayan fikir ve hareket mensubu her şahıs ya zulme uğrar yahut derhâl ötekileştirilir. İnsanları iliklerine kadar sömüren, inançlarını başkalaştıran bu sisteme karşı “dik duruş” tavrı gösteren her şahıs en mâsum ifadeyle, “tehlikeli” addedilerek mahkûm edilir. Hâsılı Mirzabeyoğlu, bu müstekbirler tarafından maddî ve mânevî hakları gaspedilen mazlum insanlara, “Başyücelik Devleti” adı altında “Yeni Dünya Düzeni” teklif ettiği ve bu uğurda hayatını adadığı için mahkûm edilmiştir.

Bu çerçevede:

Mazlumların kanıyla harcı yoğrularak inkişaf eden bu barbar Batı sistemine karşı, “kendisi” olarak kalabilecek fikir ve aksiyon mihrakının Mimar ve güdücüsü Mirzabeyoğlu’dur; Ortadoğu ve Ortaasya Müslümanları, hattâ bütün ezilen milletler için biricik “kurtuluş reçetesi” Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon mektebinin teklif ettiği “Başyücelik Devleti”dir. Kabaca; frenklerin pergel ve cetvelle çizdiği sınırlara mahkûm olanların böyle bir devlet nizamından rahatsız olması mâzur (!) addebilebilir, fakat frenk barbarlığından canı yananların böyle bir devlet nizamının hâkim olmasından rahatsız olması, düşünülemez…

Hulâsa: Salih Mirzabeyoğlu, “İBDA/C ne?” şeklinde suallere cevaben; “İbda fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda!”… Kıvam Hukuk Bürosu, İBDA Kitabevleri, Kitab-Propaganda, AK Doğuş (dergi), yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; “Cebhe”den kasıt bunlar…” demesine rağmen, “örgüt lideri” olmak suçundan idam cezasına çarptırılması, “kara câhillik” değilse eğer tamamen düzmece ve tâlimatla dayatma neticesi bir karar olsa gerektir.

Hukukta, “suçun şahsiliği” ilkesi mâlûm. Yasa koyucu ve uygulayıcıların bu “yasa”ya aykırı hüküm vermeleri, başkaları hakkında hüküm vermeyi de gerekli kılar; “Falan adamın suçluyla diyaloğu var, onu da yargılayalım!” gibi.

Bunun abes olduğuna dair misâl, Mirzabeyoğlu’nun savunmasında kısaca şöyle tasvir edilir:

“Büyük Doğu ve İBDA, eserlerimde binbir defa geçtiği gibi, bir ayniyetin iki kanadı olarak bir terkib belirtir; yâni Büyük Doğu İBDA… Biri, eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl?” tavrıdır; diğeri de aklın “niçin?” tavrı… Buna rağmen, “o olmakla, ondan olmak” arasındaki fark gereği, İbda’ya isnad edilen suçtan dolayı, “Büyük Doğu” suçlanamaz… Aynı şekilde, legal ve illegal İBDA-C’lerden dolayı da, “o onu tanıyor, bu bunu tanıyor” diye İBDA sorumlu tutulamaz… Eğer sorumlu tutulursa ben de diyorum ki, “benim liderim Necip Fazıl’dır!”… Üstadım’la Turgut Özal’ın teması mâlum olduğuna göre, o da örgüt üyesidir…

Aynı şekilde: Necip Fazıl’ın 1976’da başlayan ve Süleyman Demirel’in 3-5 bin adedini üst fiyatından alıp partililere dağıttırarak katkıda bulunduğu “Rapor” isimli kitab-dergi’de, Nisan 1980’den 12 Eylül’deki sonuncu 13. sayısına kadar ben de yazdım.” Yâni, Turgut Özal’dan Süleyman Demirel’e kadar devlet erkanı olan şahsiyetlerden, Yahya Demirel ve Selim Edes’e kadar işadamı olan şahsiyetlerin, hattâ bankacı bürokrat Engin Civan’ın dahi örgüt adamı olmakla itham edilmesi lâzım gelir. Öyle değil mi?

Hâsılı: 28-12-1998 tarihinde, “çocuklarını almak için gittiği okulun önünde tutuklanan”, 02-04-2001 tarihinde idama mahkûm edilen ve 13 senesi tek kişilik hücrede olmak kaydıyla, 17 sene zindanda yatan ve bu arada telegram işkencesine mâruz kalan Mirzabeyoğlu’nun şahsında tatbik edilen bu zulüm ve hukuksuzluğu tarih, “Hukuk Devleti” olduğunu iddia eden bir devletin alnına, “kara bir leke” olarak kaydetmiştir.

Her vicdan taşıyıcı insanı çıldırtması gereken bu zulüm ve hukuksuzluk karşısında maalesef medya ve hususiyetle “Yahudi medyası” büyük bir sessizliğe bürünmekle kalmamış, aşağılık bir tavır sergilemiştir. Birkaç yıl boyunca, hususiyetle de bu hâdisenin yaşandığı tarihlerde Mahmud Çetin, Sibel Eraslan, Ebubekir Sıfil, Ahmet Kekeç, Murat Alan ve birkaç kişi dışında bu meseleye dikkat çekme cesareti gösterebilen meşhur yazar ve muhabir olmamıştır.

Ülke çapında büyük bir sessizlik yaşanırken, Salih Mirzabeyoğlu’nu sevenler ve İBDA fikir mektebi sevdalıları, yazar ve avukatları bu zulüm ve hukuksuzluk karşısında bir “vicdan patlaması” yaşamış, her fırsatta bunu yayın organlarında yazmışlar ve meydanlarda nümâyişlerle dile getirmişlerdir…

Devlet erkânının ve siyasilerin bu vurdumduymazlıktan silkinmesini talep eden ve ülke çapında bu sessizliği bozmak isteyen birkaç gönüldaş ise, 8 Kasım 2010 tarihinde Ak Parti Genel Merkezi’ne bir dilekçe vermek suretiyle harekete geçmiştir. İlerleyen haftalarda belli-başlı partiler ziyaret edilerek bu dilekçe iletilmiş, bir kısım basında bildiri yayımlatılarak basın harekete geçirilmiş ve bunun akabinde zincirleme eylemler halinde, Salih Mirzabeyoğlu’na zindan ziyaretleri düzenlemek, Ramazan aylarında Bolu Cezaevi kapısı karşısında, “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” çadırlarında bir ay boyunca nöbet beklemek, imza kampanyaları düzenlemek gibi faaliyetler neticesinde ülke insanı, devlet erkânı ve siyasilerin dikkati bu noktaya çekilmiştir.

Kısaca, “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” istediğini sesli bir şekilde haykırabilmenin bir vicdan, bir vebâl ve “sonsuz bir istikbâl” meselesi olduğunu şuuruyla hareket eden bütün İBDA mensupları, kararlı yürüyüşleriyle -geç de olsa- ülke çapındaki bu sessizliği bozmuştur.

Nihâyet hakkında, “yeniden yargılanma” yolu açılan Salih Mirzabeyoğlu, bazı devlet büyüklerinin de bu meseleye hassasiyet göstermesi ve vesile olmasıyla 22 Temmuz 2014 tarihinde Bolu F-Tipi Cezaevi’nden tahliye edilmiştir.

Bir gazetecinin kendisine; “İçeride yattığınız 17 yılı bir kayıp olarak görüyor musunuz?” sorusuna mealen; “Ben fikir damıtıyorum. İçeride geçirdiğim yıllar bu mânada boşa geçmiş değil. Dışarıda da aynı şeyi yapacağım!” diyerek “fikir damıtmaya” devam etmiştir.

7 Mayıs 2018 günü evinin bahçesinde, “fikir damıtırken” Telegram işkencecilerin suikastına maruz kalması hasebiyle hastaneye kaldırılan ve “Beyin Kanaması” geçirdiği teşhis edilen Mirzabeyoğlu, 16 Mayıs 2018 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

Şehadeti Makbûl, Mekânı Cennet-i Âlâ olsun İnşallah…

Hadis-i Şerif meâli: “Bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir!”

Büyük Doğu-İbda Fikir ve Aksiyon Mektebini Anlamak
“Anlaşılmaz”lığın mevzu olduğu bir ortamda Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl:

– “Yanlış anlaşılmaktansa, hiç anlaşılmamayı tercih ederim!” der.

Mücerret fikirle ilk defa muhatab olunduğunda insanların ekseriyeti anlamakta zorlanabilir veya anlamayabilir. Bu da kınanacak bir durum değildir. Yeter ki insan, anlamadığını anlasın. Zira hiç anlamayan adam en azından, “anlamadığını” anlamışsa, ilk etapta bu, daha sonra “doğru anlamak” için yeterli bir başlangıç olabilir, olur…

Büyük Doğu’yu “doğru anlayan” İrfan Sultanı-Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise meâlen:

– “Büyük Doğu anlaşılsaydı, genişlemesi sözkonusu olurdu” der…

Bu çerçevede; Aynen Necip Fazıl gibi, “anlaşılmaz” değil, “zor anlaşılır” olan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “bütün fikirlerini” herkes belki kendisi gibi anlayamaz fakat istidadı kadar anlar, anlayabilir. O’nun eserlerini okuyan herkesin ilk etapta anlayacağı bir şey muhakkak vardır. Bu istidattan, yâni ilk adımdan sonra sadâkat hâsıl olursa idrak-anlama kabiliyeti muhkemleştiği gibi, gelişir de, fakat “tam ve mükemmel” olmayabilir, olmaz.

Zira böyle bir şey olsa, bir Salih Mirzabeyoğlu daha olurdu. Hani kendisine; “Yürüyen Necip Fazıl” denilen Mirzabeyoğlu gibi bir anlayış sahibi olan ve hayatı boyunca “tecrit ufkunda kan terleyen” ve “fikir damıtan” birisine de; “Yürüyen Salih Mirzabeyoğlu” denilebilirdi.

Her âlimin fevkinde bir ilim ve/veya bir âlim vardır. Ki; “Eşyanın hakikatini olduğu gibi idrak etmek”, peygamberlere bahşedilen husûsî bir imtiyazdır…

Bu çerçevede, İnsan-ı kâmil’i; hâl ve hareketlerini, fikir ve kanaatlerini topyekûn anlamak söz konusu olmadığı gibi, hiç anlamamak diye bir şey yoktur…

İşine gelip gelmeme, fitne-haset ve kıskançlık vesaire de, meselenin cabası…

Ezcümle: Mirzabeyoğlu’nun irfan ufkunun altında kanat çırpmaya çalışan istidatlar elbette var ve inşallah var olacaklardır. Lâkin şimdilik, O’nun benzeri yok…

Şu hususu belirtmekte de fayda var ki; fikri, çeşitli mesele ve hâdiseleri “anlaşılmaz kılma!” gayreti, entelektüel züppelik ve ukalâlığın alâmetidir. Bu edâ ve tavır ise, Mirzabeyoğlu tarafından kesinlikle tasvip edilmez. Mirzabeoğlu, bu tür entelektüel züppe ve ukâlaları; “Anlaşılmamayı, aydın görünme süksesine katık olarak kullanan maymun adam!” şeklinde tarif ve tahkir eder.

Hususen; “Zor anlaşılmak”ın, “hiç anlaşılmamak” ve papağanvâri tekrarın da, “doğru anlamak” olmadığını ifade etmekte fayda var. Zira İbda diyalektiği; “ezbere bilgi, bilgi değildir!” der. Hâl böyleyken, “iktibas”ın, “doğru anlamak” olduğu iddia edilemez.

Bir başka ifadeyle tekrar edelim ki; ihlâs ve samimiyeti olan her idrak ehli ve şahsiyet sahibi her insan Büyük Doğu-İBDA fikir mektebini, biraz cehd sarf ettikten sonra kapasitesi ve mesleğine göre az veya çok anlar, hattâ anlamakla kalmaz, bir anlayış sahibi olabilir, olur…

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;

Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…”

Bu hikmetli şiiri hatırlattıktan sonra Necib Fazıl’ın ifadesiyle; “Yeni bir meşrep ve mezhep değil, İslâmın emir subaylığı” olan Büyük Doğu-İBDA Fikir Mektebi’ni anlamak için bazı hususlara dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz ki, elbette, itibara şâyan başka hususlar tesbit edilebilir, edilmiştir de.

Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyle, icmâlen:

a) Bu mekteple ilk tanışanlar, beş yüz kelimelik lügat bilgisiyle bu mektebi minnacık anlamanın dışında, bırakın derinliğine, yüzeysel anlamanın dahi mümkün olmadığından hareket ederek, Büyük Doğu-İBDA külliyatında yeni tanıştıkları veya anlamadıkları kelime ve kavramları lügat ile birlikte tâlim etmelidir… Biraz lügat kurdu ve irfan ehli ise, çile sahibi mütefekkirler karşısında, mütevâzi olmalıdır…

b) Bu mektebi anlamanın kolay olmadığı peşinen kabul edilmeli ve anlayış teminine gidilmelidir. Bu “temin” için ise defaatle okuma ve tefekkür etmenin yanı sıra, karşılaştırmalı okuma yapılmalı, kapasite zorlanmalıdır… Meselâ Cemil Meriç okumaları ihmâl edilmemelidir…

c) Önce, anlamadığımız meseleler hakkında değil de, biraz da olsa anladığımız meseleler hakkında kafa yormalı ve hiç anlamadığımız meseleler tâdil edilmelidir…

d) Az buçuk anladıktan, hattâ biraz anladıktan sonra dahi bu mektebi, yâni Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nu “aşmanın” hiç mümkün olmadığı kabul edilerek okumalara devam edilmelidir. Yâni, herkes haddini bilmelidir.

Zira: “Haddini bilmeyen, zıddına döner!”…

e) Yine, biraz anlayış sahibi olunduktan sonra, dışarıda ilgisiz ve habersiz, lâkin samimi olan insanlar, diyalog ve telkin esnasında asla kınanmamalı, muhatabın irfanî durumuna göre kelâm etmeye gayret gösterilmelidir. Zira başlangıçta hemen herkes anlayış bakımından hemen hemen aynı durumda olduğunu unutmamalıdır…

f) Hususiyetle tekrar edelim ki, hiç anlaşılmayan meseleleri ve akıl ve akıl üstü hikmetleri anlamak, zamana bırakılmalıdır…

Meselâ; “Bir Velî mevzuunu bulamaz ki ben desin!” hikmetini ezberlediğim hâlde ancak yıllar sonra biraz anlayabildiğimi söylememde fayda var…

g) Az buçuk anladıktan sonra, “topyekûn anladım, tamam!” havasına bürünülmemelidir.

Hâsılı, Büyük Doğu-İBDA külliyatı, ona-buna “caka satmak!” veya “menfaat devşirmek” için değil, bir fikrin inşası ve cihana hâkim kılınması için okunmalıdır…

Neticede, Büyük Doğu-İBDA fikriyatını anlamak için cehd sarfeden her insan, “anlayış” için kendine has ve hususî bir usûl ve metod geliştirebilir ki, en esaslı anlayış temin etme usûlünden birisi de, -başlangıçta başka usûl ve metodları gözardı etmeden- budur…

İhlas ve samimiyet ehli, idrak ve şahsiyet sahibi, dâva ahlâkı ve mütevâzi bir duruş sahibi olan ve; “aradığının ne olduğunu bilen” irfan ehline selâm olsun…

“Kim var?” diye seslenildiğinde, sağına, soluna, önüne, arkasına bakmadan “Ben varım!” diyebilen ve bunun şuurunu nefsine maletmeyen, fakat, değil şahsiyetini, nefsini dahi ego-manyak çapsızlara paspâye etmekten imtina eden bir gençlik!..

Mukaddes dâva seni bekliyor!..

Not 1: “Karaya Bulanmış Çağın” Kutub Yıldızı Salih Mirzabeyoğlu’nu nisbeten anlayabilmek için tarih, edebiyat, tefsir, fıkıh, tasavvuf gibi dinî, ahlâkî, siyasî ve kültürel eserlerin de okunması gerektiği unutulmamalı…

Not 2: Necip Fazıl’ın “Çile” adlı şiir kitabı ve Salih Mizrabeyoğlu’nun “Bütün Fikrin Gerekliliği” kitabı, gençliğimde benim için sığınacak bir limandı. Defaaten, sindire sindire okur ve ezber yapardım ki, bu okumalar beni tefekküre zorlardı.

Bundan, bir hayli anlayış temin ettiğimi söyleyebilirim…

Notlar:
1- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1986, s. 8.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 34-35.

3- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 33-34.

4- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam, İbda Yayınları, 2. Basım, Cilt 1, s. 31-32.

5- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği-Kurtuluş Yolu, İbda Yayınları, 3. Basım İstanbul 1995, s. 5.

6- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 24.

7- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 10-11.

8- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 16.

9- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 13.

10- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 15.

11- Semra Pelek, Milliyet Gazetesi, 30 Eylül 2001.

12- Yeni Akit Gazetesi, 23 Eylül 2011.

Not: “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” ile alâkalı parantez içindeki anekdotlar, “Tilki Günlüğü” adlı 6 Ciltlik eserden derlenmiştir…

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

BİR KEŞF-İ KADIM OLARAK BÜYÜK DOĞU VE NECİP FAZIL

Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[ref]Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 7-10.[/ref] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir. Bidayeti Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder.

İlkeleri

Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder.

Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini müşahhas hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar.

Bedevi:

– Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.

– Bilakis ben onu senden satın aldım.

– Aldığına dair şahit getir.

Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar.

Huzeyme:

– Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [ref]Ebu Davud, Kada, 3604.[/ref]

– Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[ref]İbn Hacer, el-İsabe, II, 339.[/ref]

Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz.

Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen kayıtsız şartsız teslimiyet vardır.

İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir.

Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır.

Ashapta ki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister. Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler:

– Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım.

– Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız?

– Evet.

Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet iner:[ref]Bkz. Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, III, 15-16.[/ref] “İnsanlardan öyleside vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”[ref]Bakara(2): 207.[/ref]

Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede görülmektedir.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Tarihi Süreç

Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar.

Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için Onun millet bünyesine nisbetle konumunu kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”[ref]Kısakürek, Hitabeler, s. 250.[/ref]

Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne ibare de, ne de manada problem kalmıştır.

Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır.

İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hâkim olmuştur.

Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder.

Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürühu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarib insanlar medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların müfredatına sığınır. Büyük ruhlu âlimlerin açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vucutlar” gibi kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür.

Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır. Zira bu devirde Müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu. Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı.

Bir Keşf-i Kadım Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl

Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye götürüp İbn Kemal çapındaki âlimlerle meclise alamadık. Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi. Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek “ulu hocalardan” yoksunduk.

Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri bulamadı. “O bir arslandı fakat pençeleri yoktu.”

Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde, ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı.

Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in düşüncesinin tekelinde idi.

Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikâp etti ve “Türkü madde planında kurtardıktan sonra mana planında helak etti.”

Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Âdem olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken, muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun:

“Burada erdi Musa

Burada uçtu İsa

Bülbül burada varsa

Hürriyet için öter.

Ne örümcek ne yosun,

Ne mucize ne füsun

Kâbe Arab’ın olsun

Çankaya bize yeter.” diyordu.

Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye anlatıyordu.

Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı.

Tahribat öylesine etkindi ki bu dönemde ayakta kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan âlimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf inkılabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza attılar.

Kaşgari Dergâhında insanları irşad eden Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip İslam’ın emrine amade kıldı.

error: İçerik korunuyor !!!