İslami açıdan Toplumunun Sosyolojik Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Dini Yönden Türk Toplum Yapısı

İSLAMİ AÇIDAN TÜRK TOPLUMUNUN SOSYOLOJİK YAPISI

Türkiye toplumunun sosyal yapısı “üzerine türlü teoriler üretilmiştir, bunların bir bölümü resmi tarih ve resmi teorilerdir. Tarih, bu bilgi dalının karakteri gereği hemen her dönemde Siyasal iktidarların eğilimi yönünde toplumu tanımlar. Özellikle ülkedeki 70 yıllık Siyasal rejim adeta öznel tarihini yansıyarak kendini hayatiyet alanı açabilmiştir. Ancak yine de tarih, sıkışınca müracaat edilen bir mekan, merci ve hacet kapısı yerine kullanılmaktadır. Bazen düşmanların gözünü korkutmak için, bazen doğal bir ihtiyaçtan, bazen de sağduyunun çalması sonucu yeniler eskilere sığınır, onları anlar. Tarih en ziyade hatıra getirildiği zaman dilimi, onun kırılma dönemleri, eski deyimle def-İ mefsedet halleri olsa gerekir.

Resmi tarihte elbette her zaman yalan söylemez. Belki küçük rötuşlarla büyük yanılgılara neden olur; makyaj değiştirir, mask tazeler. Bir de kimi tarihsel kareleri dev aynasında gösterir; kiminin fotoğrafını bile çekmez. Tarih kötüdür yahut tarih iyidir türünden yargılar bu yargıya varanların kendi gelecekleri hakkındaki kehanetten başka nedir ki? Günümüzün resmi tarihsel perspektiften görüntüsü herkesçe malum; tarih kötüdür, şimdiyse iyidir. Tarih, bireyi, toplumu, sistemi ile başlangıcından beri halkın yahut halkların karanlıklarda yaşadığı dönemlerdi. Kitaplar yazmıştır ama kamu vicdanında yankısı bulunmadığı için belki de insanlar çabuk unuttular; aslında yeni tarihsel dönemin fikri kurucuları tarafından savunulmuştur, denilmiştir ki İslam, Türkiye toplumunun tarihsel ve geleneksel hızını kesmiştir. Bir resmi tarihsel söylem açısından İslam, orta Asya’dan kopup gelen bu cevval kavmin hem ileriye dönük yönünü değiştirmiştir, hem de onun nizamını alem davasında geri bırakmıştır!

Nerede, ne zaman, hangi delile dayandırıldığı belirtilmeksizin cumhuriyet, demokrasi ve hatta laiklik bu toplumun öznel bünyesinde öteden beri var olan olgular gibi gösterilmiştir. Ülke yönetiminde tek söz sahibi gibi görünen TBMM’ye kadar girmiş nice insanla konuşursanız işitirsiniz, yukarıdaki yargıyı ya da çok yakın bir iddiayı. Ancak delil sormayacaksınız, çünkü bu böyledir. Yani Türkler doğuştan (Orta Asya’dan) demokrat, cumhuriyetçi ve laiktirler. Eski Şamanist Türklerden birkaç eski püskü delil bile gösterebilirler size… Yine resmi teorilere göre düne kadar Türkiye’de Türk’ten başka kavim yoktu. Varsa da kimisi kuzeyde Türk’ün deniz görmüş kısmı, kimisi karda yürüyüp izini hiç kaybetmeyen ve kart kurt sesleri çıkaran dağlı kesimidir. Onlarda herkes gibi özbeöz Türk’türler. Öyleyse “Ne Mutlu Türküm Diyene”… Ayrıca kendini Türk hisseden herkes Türk’tür! Bu ülkede yaşayıp kendini Türk hissetmemek ise hem ayıp hem günahtır.

Ülkede sürdürülen resmi söylemin halkından, halkın düşünce ve yaşama tarzından tamamen kopuk ve tepeden inmeci bir zihniyet olduğu savunulur. Ama bunu bütünüyle paylaşmak bize doğru gözükmüyor. Birtakım dayatmacı yöntemlerle halkın kimi konularda zorla yönlendirildiği, çeşitli dönemler için doğrudur. Ancak halkın tüm bu olup bitenlere çanak tutucu rıza felsefesi, göz yumulduğu yani müstahaklığı da görmezden gelinemez. Zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Kurt ile kuzunun aynı mekanda yıllarca ve kardeşçe yaşaması… Eğer yaşıyorlarsa ya kurt kuzulaşmıştır ya kuzu kurtlaşmış, tabiatları bozulmuştur. Toplum mozaiği hakkında ileri sürülen teorilerin en iyi niyetli ve üslubu düzgün olanı; “uysal ve tepkisiz“ benzetmesidir. Öteki benzetmelerin çoğu bu vasıfları daha çok uç noktalara taşıyan örneklerdir. Örneğin toplumun çoğunluğu en çok bedevi, hala göçebe, köylü, taşralı, kolektif bilinçten yoksun ve en nihayet Aziz Nesin tarafından aptal olarak nitelendirilmiştir.

Üçü de kendi köşesinde birbirinden daha marjinal üç sınıftan söz edilebilir. “ Türkiye Toplumu “içinde: yöneten sınıf (büyük sanayici iş adamları onların ortağı sayılır), yönetilen kitleler ve aydınlar (geniş kitleden kültürü ve yaşam biçimi ile kopmuş ama yöneticilerin dümen suyuna girmemiş olanları sayıyoruz yalnızca, büyük, gittikçe büyüyen medya, gazete patron ve milyarderleri de hariç elbet). Üç sınıfta birçok bakımdan birbirine karşı, birbirinden hazzetmeyen, birbirini götürmek istedikleri yöne inat edip gitmemekte direnen, elinden gelse öteki sınıfları susturacak kadar onlardan uzak düşen duyarlılıklara sahiptirler. Yani aralarında ciddi bir sevgisizlik, kopukluk, soğukluk egemendir. Resmi söylemle her ne kadar kendini Türk hisseden herkes Türk sanılsa da en azından her Türk’ün bir diğerine muhabbet ve sadakatle bağlanacağı bir urvetul vuska yoktur. Son yıllarda toplumun sosyal yapısını belirlemeye yönelik resmi olmayan ama sağlıklı ve derinliklide olmayan çalışmalar, iddialar, değişik görüşler yoğunlaştı. Tarihsel kökleri bulunan bir toplumun bu gününü belirlemede ve kurmada geleneksel yapısına yönetmenin önemi, hiç olmazsa bu kadarı, hem de Müslüman olmayan aydınlarca vurgulanmaya başladı. Tek parti despotizminin neredeyse günümüze dek sürdüğü bir dönemde, tek sesliliğin yerini çok sesliliğe terk etmesi açısından bu bir gelişme olarak görülebilir. Ancak bilim ve gerçeklik uğruna, gerekirse acımasız olundukça hakikat, ne anlaşılır ne de elde edilebilir. Toplumda var diyorsak eğer çöküntüyü yalnızca sömürgecilerin aleyhteki çalışmalarıyla açıklamaya kalkışmak, toplumun kendi kusurlarını göz ardı etmek, yine çözümsüz sonuçlarda sorunları düğümlemekten öte bir işe yaramaz. Türk toplumunda kültür, öteki her şeye benzetilerek adeta bir fors, askeri üniforma gibi kullanılmaktadır. Fiyakasından geçmemektedir çoğu insanın.

Türk Toplumunun Sosyolojik Yapısı

Bizim taşra kentinde bir vakitler bitpazarında Avrupa eskisi giysiler satılırdı. Avrupalılar eski giysilerini güya yardım olsun diye Filistin’e gönderirmiş. Onlar bu yabancı giysileri en yakın ülke olan ve bu giysileri çoktan giymeye alışkın Türkiye’ye Suriye üzerinden kaçak olarak gönderir, yerine kaçak tütün vs. alırlarmış. İşte bu giysilerden bir takım elbiseyi esnaftan bir adam satın almış, giyinmişti. İşin ilginç yanı ceketin iç cebi üzerindeki Avrupai etiket görünmediğinden onu da söktürüp ceketin dışındaki mendil cebinin üzerine rozet gibi diktirmişti. Sanırım hala iftiharla rozet kullanan yegane ülke Türkiye’dir. Her vesile ile profesörlüğünü gündeme getiren hocalar yabancı dil bilgisini kullandığı kelimelerle sergilemeye koşan bilgiçler, din hakkında konuşanları ille de müftü görmek isteyen dindarlar, basit bir haberi veya hakikati hatırlayıp halkı aydınlatmayı amaçlayan yazı ve sözlerdeki ağdalı, gösterişli üslup, her şeyi ille de üniforma gibi kullanma arzusunun göstergesi değilmidir? Ya Batı’dan gelen her şeye karşı o sonradan görme tavrın mazereti de var kuşkusuz. Bir kere gelen nesne (Ve beraberinde gelen ahlak) gerçekten ilk karşılaşılan bir nesnedir. İkincisi, Batı niceden beri icat ve keşiflerin merkezidir. Üçüncüsü ise, üretilen şey bu ülke toplumunun gerçekten yabancısıdır. Zira batı kendine özgü şeyler üretmekle, kendi yaşama standartları ve dünya görüşü çerçevesinde biçim vermektedir. Bunlara şaşırmak da toplum belki haklıdır. Ama bunları topluma taşıyanlara ne demeli? Herhalde bilgi ve görgü artırım denemeleridir, bunlar. Ve bilinçsizce, hiç kritik etmeden, tüm reklam mallarına saldırmanın haklı ve anlamlı bir yanı yoktur. Sonra bütün bunlar feodal kalıntılar, göçebelik, taşralık, köylülük ile izah edilir ve hatta aptallıkla…

Düşünmesi az olan toplumun duygusallıkları yaşantısında daha ağır basar, bu sonuç doğaldır. Türkiye toplumu çoğunluk itibari ile duygusal bir toplumdur. Bu yüzden kolay dönüşen bir toplumdur. Geleneksel yapısında da bu vardır. Salt akıl yürütmek, düşünmek yerine, deyim yerindeyse, filozofiye (hikmet yumurtlama çabası anlamında) eğilim daha ziyadedir. Filozofiye de İslami hikmet kavramıyla örtüştürerek kendince ona meşrutiyet elbisesi giydirmiştir. Bir kere herkesin hayatı romandır.

Hemen herkes filozof yada şairdir. Biraz avam kalanlar halk filozoflarıyla idare eder. Bunların çoğu da veli sanılan delilerdir. Daha kültürlü çevrelerde yaşayanlar en son moda felsefe cereyanlarının erken muhibbidirler. Bakılırsa daha kaynaklarında kim olduklarını iyice anlamadan postmodernist Türkler aramızda dolaşmaktadır. Özgür düşünceden çok filozofiye ve kendince sözlere eğilimi, toplumun, alıştırıldığı ve özendirdiği hoşgörüsünden, tevilci mantalitesinden ve aşırı duygusallığından kaynaklansa gerekir.

Türkiyede Yaşanan İslam

Kur’an‘ın öğrettiği İslam ile halkın yaşadığı İslam arasındaki bariz farkları gözlemlemek de toplumun yapısı hakkında ipuçları, bilgiler veriyor. Örneğin Türkiye toplumunun Kur’an‘a bakışının tipik modeli Osman Gazi’ye yaşatılmış, efsaneleştirilmiş ve bir halk mitolojisi gibi yinelenip durmaktadır. Osman Gazi eğer doğruysa yatmak için girdiği odada duvara asılı Kur’an-ı Kerim i görünce, Kur’an‘ın bulunduğu odada edebinden uyuyamamış, sabaha kadar uykusuz beklemiştir. Evet, bu belki mütevekkil sanılan bir tavırdır ama düşüncesizcedir. Ve tevekkül noksanlığı değil lakin düşüncesizlik Kur’an‘ın nasıl yendiği bir tutumdur. Halkların yanlış tevekkül eğilimine, duygusal bakışına örnek çoktur. Örneğin Kur’an-ı Kerim, insanın kendi başına, bağımsız düşünmesine verdiği önemi, hiçbir tutum ve tavra vermemiştir. Ama bunu görmezden gelen insanlar Kur’an‘da ancak birer defa zikredilen “vesile“ ve “nazar “ kavramları üzerine nice korkunç ve İslam dışı felsefeler bina etmişlerdir. “Vesile“ öne sürülerek, Allah ile kul arasında aracın bile bulunması gerektiği bile savunulmuştur. “ Nazar“ ile de büyücülüğe, sihre, fala, şans oyunlarına neredeyse caizeler üretilmiştir. Her iki telakki Kur’an‘ın başka ayetleri ile tevhidin karşıtı gösterilerek verilse de, ne gam; halk kendi duyarlığına uygun felsefeyi yakalamıştır, üstelik kendince bunun kaynağı Kur’an’dır, gerisi onu pek ilgilendirmemektedir. Elbet kitlelerin bu tavrı, aynı tavrı onaylayan halk hocaları tarafından da sürdürülmüştür. Hatta halkı bu tavra biraz da onlar sevk etmişlerdir. Halk ağzı konuşan vaazlar kürsüde yüzyıllarca yanlışın çığırtkanlığını yapmışlardır. Halkın o kürsülerden işittikleri ile ALLAH’ın sahih dini arasında bazen büyük uçurumlar olmuştur.

Duygusal halkın yaşamı nükte ve fıkralar üzerine bina edilmiştir, adeta. Kuşkusuz bir açıdan bakıldığında bu folklorik ve kültürel bir zenginlik olarak gözükür. Ancak atlanan bir nokta vardır. Kendini İslam’a nispet eden bir halk, ezberlediği yahut ürettiği nükte ve fıkraların onda yahut yüzde biri kadar bile dinlerinin kaynağı olan ilahi vahiy ile temasa geçmemiş, ilişkiye girmemiştir. Yönetenleri memnun bırakan bu tutum, bilenlerin de, başka bilenler çıkmayacağı için işlerine gelmiştir. Halk ozonları, halk nüktedanları hatta halk vaizleri bile bazen günlük namazda okudukları Kur’an ayetlerinin ne demeye geldiğinden habersiz, ömürler tüketmişlerdir. Çünkü böyle gelmiş, böyle gitmektedir. Ve böyle gelip böyle gitmekte olması güya filozofça, şairce bir edadır. Bunca dinine bağlı bir halkın, Türkiye’de hemen büyük çoğunlukta ladini bir hayat sürdüren ve onu dayatan hükümlere nasıl tahammül ettiği zaman zaman hayretle sorunla gelmiştir. Bu sorgulamada iki yanlış var: biri halkın dindarlığı, ikincisi de yönetenlerin dinsizliği. Her iki kesimin de aslında dine bir bakış açıları, dini bir yorumlayış tarzları vardır. Ve o pencereden bakıldığında her iki kesimde aynı ton ve edada bir tür dindarlardır. Bu “ Türk Tipi Müslümanlık” tır. Birazı politikacıların İslamizasyon politikalarının ekmeğine yağ sürmektedir bu tür Müslümanlığın… Bir kısmı halkın düşünme melekesine galebe çalan kökleşmiş duyarlıklarını okşamaktadır… Eh, bir kısımda diğer dinlerden, Budizm, şamanizm, Hristiyanlıktan devşirilmedir.

Türkiye halkları yüzyıllardan biri Müslüman’dır. Güzel, hayırlı Müslümanlık modelleri ortaya koymuşlardır. Büyük bir Müslüman medeniyeti gelecek kuşaklara emanet etmişlerdir. Ne ki halkın dini, hakkın dini ile zaman zaman tashih edilmez, bir tecdide tabi tutulmazsa bulanıklaşır. Hele İslam ilahi, halkın dindarlığa beşeri olduğundan, tecdid yani yenileme, Müslümanlar bakımından dönem dönem büyük bir ihtiyaç olarak belirir. Dervişler, halk arifleri, ozanlar diliyle tümden müteşabih (çok anlamlı) bir üslup kazanan dinsel söylemin ilahi vahiy ile tashihine, tecdidine gerçekten zaruret doğmuştur. Aksi takdir de her an kendisiyle ve her şeyiyle çelişen eceli dinsel söylem, halkın ve yönetenlerin birbirinden razı olduğu bir ortamı var edebilir. Ama bu sonuç çokluk Hakk‘ın memnun olmadığı, daha doğru bir ifadeyle razı olmadığı bir ortamdır. Hakk’ın rıza göstermediği bir son ise kötü akıbettir. Resmi ve gayri resmi herkesin gönlünde yatan, etliye sütlüye bulaşmayan, siyasetten ALLAH’a sığınan, toplumları ve bireyleri yönetmeye kalkmayan belki yalnızca vicdanlara hafif bir korku salan şu “Türk Tipi Müslümanlık” sorgulanmalıdır.

Türk Halkların İslami Yaşantısı

Bir toplum ki düşünme melekesini pek fazla kullanmaz, ama sıra dine geldiği zaman tabir caizse kafasına göre takılır, ne hikmetse o noktada dini keyfine uydurur. Düşünmemek yerine nükteler, fıkralar, maniler, espriler, dervişan öyküler, mitolojiler, platonik ve her türlü aşk masalları, efsun, uğur, şans teraneleri, yani bir cümle çok anlamlılık bazen anlamsızlıklarla ömrünü harcar. O toplumun felahı elbet gecikir. Halkın bütün bu yatkınlığı var gücüyle destekleyen aydınlar bu tutumları bir de milliyetçilik muhafazakarlık sanmazlar mı? Varın hesaplayın erişilen yanlışlığın boyutunu. Bir garip dünyadır bu toplumun dünyası ki yaşarken din ve Allah’a karşı tepkisinin düzeyi hangi şiddette ise ölünce arkasından hem de namazını kılanlar tarafından aynı şiddette “ iyi biliriz” denilir. Sonra inanıp inanmadığı meçhul Allah’ı adına namazı kılınıp defnedilir. Ancak onların içlerinden samimi birisi çıkar, “ benim namazımı kılmayın, ben inanmıyorum” derse herkesin daha çok tepkisini çeker, ne demek namaz kılmamak, diye… Samimiyetsizliğe prim ve ödül dağıtılırken, samimiyetin ödülü horlanmak mı olmalıydı?

Toplumlarında huyları, karakterleri, alışkanlıklar vardır. Huy değiştirmek alışkanlıklardan vazgeçmek zordur. Türkiye toplumu şimdi bu en zor kapının eşiğindedir geleneksel deyişle, eşikte duranı yel çabuk çarpar. Kapıyı kapatıp acilen ya içeri girecek ya yine dışarıda kalacaktır. Bizim aralarında yaşadığımız, birçoğu akrabamız olan kendi toplumumuza önerimiz, Müslümanlık iddiasının sadra şifa verecek biçimde hakikatle örtüşmesi için “Müslümanın yeniden Müslüman olması” gerekmektedir. Yüzyılımızın başında büyük Müslüman düşünür Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” sanırız yeni yüzyıllar bu sözü iki şıkkıyla da doğrulayacak Müslümanları beklemektedir. Duygu sömürüsüne değil düşünceye çağrıldığının, kurtuluşun nükte ve fıkralarda değil Allah’ın ayetlerinde yazılı bulunduğunun bu topluma, bu insanlara birileri tarafından söylenmesi artık gerekliydi. Her geçen gün ihtiyaç biraz daha artmaktadır.

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

 

 

Mustafa Özen

Dr. NUSSBAUM İSTANBUL’A KOŞUYOR

Mustafa Özen

Türkiye’de vicdan hürriyeti davasının birinci derecede bir konu manzarasını alması. Batı aleminde ilgi uyandırdı; Milletlerarası din hürriyetini savunma cemiyetinin Avrupa Şubesi Genel Sekreteri İsviçreli Dr.Nussbaum Türkiye’ye geldi. Bundan sonra da devamlı ziyaretlerle bizimle temas halinde kaldı. Bir müddet gidip geldikten sonra Genel Sekreter şu inanca vardığını bana anlattı:

Hristiyanlık alemi, Müslümanlığın taassubun esiri ve din hürriyetiyle toleransın düşmanı olduğu hakkında bir cereyan uyandırdı. Bir çokları da buna körükörüne kapıldı. Halbuki ben bu işi derinden derine inceledim. Şu inanca vardım ki tarihi gerçek bunun tamamıyla aksinedir. Bunun en açık delili de, Başka dinlere mensup olanların asırlarca müddet Türkiye’de kendi dini inançları ile beka bulabilmeleridir. Halbuki mesela Endülüs idaresi altında evvelce tam bir Müslüman çevresi olan İspanya tekrar Hristiyan işgali altına düşünce bütün Müslüman’lar yok edilmiş ve kaçmaya mecbur edildi. Hristiyan işgaline uğrayan diğer eski Müslüman memleketlerinde de aynı yolda gelişmeler görüldü.

( Ahmet Emin Yalman )        (Yakın tarihte, Gördüklerim ve Geçirdiklerim Yenilik Basım evi İst.1970 C.4 sh.306 )

 

  Mustafa Özen 

                                                                                                                                                                                       www.musabyasirozen.com.tr

KUDÜS

BEDİR RUHUNDAN GAZZE’YE

Beşinci asırda dünya karanlık ve buhran içerisinde, zulüm zirvede, Avrupa’da engizisyon mahkemeleri kadınları cadı diye giyotine vurup, bilim adamlarını canlı canlı kazıklarda yakıyordu. Çocukların ve kadınların hiçbir insani hakkı yoktu, köle olarak alınıp, satılır keyfi olarak öldürülürdü. Kilise din adı altında istediklerinin mallarına el koyar, İstediğini de zenginleştirirdi. Avrupa kıtası bu zalimliklerin altında perişan bir durumdaydı. Bugün Orta Doğu diye bilinen Arap yarımadasında durum pek de farklı değildi, adeta cahilliğin ve zulmün doruklarını bir kültür olarak yaşıyor, yaşatılıyordu. Kadınlar pazarlanıyor, bir eşya misali kullanılıyor, doğan kız çocukları bir utanç eseri olarak algılanıp diri diri toprağa gömülüyor, riba, faiz ticarete bulaşmış, Kavimler arası korkunç kan davaları almış başını gitmiş, adalet mefhumu sadece güçlü olandan yana, kölelik ve cariyelik son derece normalleşmiş, vicdanlardan katranlaşmış, gözler körelmiş, akıl dumanlaşmış bir hal içindeydi. Tüm insanlık bir ceset misali ruhunu arıyor karanlıklara bulanmış vicdanlar ışığa muhtaçtı…

Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle çöle bir Nur teşrif etmişti. Yıl 571, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, Fahri kainat efendimiz Resulullah (s.a.v) yeryüzünü kutlu doğumuyla şereflendirmişti. 40 yıl daha dünya sahnesi boşluktaydı, zulüm sürmekte, insanlık çaresizlik içerisinde Kıvranmak taydı. Tekgöz bir evde 30 metrekarelik bir ortamda “İslam davası“ mevzusu başladı. Bir çocuk, iki erkek, bir kadın ve gök dolusu melek kalabalığı ordular ordular görünmeyen ordular, gizli davet çığırı… Sayıları 40’a doğru ve bütün bunlar arasında karanlığı çakı ucuyla kesen en zevkli helezonları çizen ışık Nakışları öğren minicik fakat kıvılcım kuvvetinden yana biricik ateş, peygamber yeğeni” Ebu Turab lakaplı Ali... Mevzunun daha fazla ilerleyebileceğini sanmadıkları bir tuhaflık gözüyle ve ahmakça baka kalan mankafalar. Sağ elime güneşi sol elime kameri verseler de bu davadan vazgeçmemi isteseler, ben öleceğimi bilsem yine dönmem sözüyle liderse lider, önderse önder Peygamberse peygamber… 

Ben Resulüm

Herkes dondu çıt yok

İçlerinde en küçük Ali

Hz Ali ayağa kalktı

Allah Resulü onu oturttular

Bir daha kalktı

Bir daha oturtuldu

GAZZE

Üçüncüsünde Allah’ın Resulü elini Ali’ye uzattı. Ali topluluğa haykırdı. Bu mecliste yaşça en küçük olan benim. Belki vücudum küçük, kollarım cılız, bacaklarım sıska, ama bu halimle ben yine size yardım etmeye hazırım. Haydi davranın, herkes taptığı putlardan farksız, hareketsiz mankafa, İslam’ın aksiyon bayrağı bunca olgun ve pişkin insan arasında toy ve zayıf bir çocuğun elinde…

Bedir Gazvesine doğru 313 sahabi yola çıkar zayıf ve güçsüzler, okuma yazmaları yok, yoksullar, toplumda bir ağırlıkları olmayan kimseler, gözler onları basit görüyor, elbiseleri yırtık, Çarıkları söktü, kılıçlarının Kapları eskiydi… Ne akılla, ne akılsız, hesapsız, çıkarsız ölüm ötesi bir inanç ve kararlılıkla, sayıca kendilerinden On kat fazla tam donanımlı ve tecrübeli bir orduya karşı, Ya Rabbi; Bu topluluğu da helak edersen, sana yeryüzünde ibadet edecek toplum kalmayacak davasına muhatap “şanlı bedir aslanları yürüdüler. Bu öyle bir kutlu yürüyüş ki Allah davasının ilk sorumluluğuyla yeryüzündeki ilk İslam Savaşı, ilk fiili mücadele ve ilk şehitlik mertebeleri, ilk dökülen kan Her şeyin ilki… Bu fedakarlığı ve inanca karşı kayıtsız kalmayan Allah orduları sağ cenahta 3000 melek sol cenahta 3000 melekle büyük İslam tarihimizdeki ilk zafer…

FİLİSTİN DAVASI

Kutlu ve kutsal tarihimize yaptığımız bu yolculukta inanmışlığın ve itaatin önderliğinde insanların nice azlarla Çok lara galip geldiğini küffarı bozguna uğrattığını bir kez daha hatırlamış olduk. Hakikat meydanında karıncaların filleri yere çaldığını bir kez daha anlaşılmış oldu. Bedir de gösterilen bu tavrın ve inancın Allah‘ın da yardımıyla nasıl bir zafere çevirdiği apaçık ortada iken, günümüz İslam toplumlarında ki Ruhi sönüklük, Çaresizlik, başıboşluk, uyuşmuşluk, hadbinlik neticesinde bugünlerde “Gazze” tonlarca bomba ya, binlerce füzeye muhatap bir halde perişan, garip, boynu bükük halde… Adeta çoluk çocuk, yaşlı, kadın evlerinde saklandıkları bir köşede tepelerine düşecek füzeyi beklercesine gelecek ölümü titreyerek bekliyorlar. Yaklaşık 2 milyar Müslüman ve bağlı oldukları devletler sessiz, Kör ve sağır. Yazımızın başında yaptığımız ufak tarihi yolculuğa değinecek olursak, insan düşünmeden duramıyorum acaba 20. asırda teknolojinin ve çağının zirvesini yaşayan insanlık beşinci asırdaki olanak ve imkanlardan daha mı geride de Bu büyük zulme ses çıkaramıyor. Tek yaptıkları halkların gazlarını alırcasına meydanlarda şiir okuyup, bayrak sallatmak olan devletlerin bugün uluslararası siyaset gereği düştükleri bu durum sizce kabul edilebilir bir durum mudur?

FİLİSTİN'E ÖZGÜRLÜK

Dış siyaset veya uluslararası politika gereği 20. yüzyılda dünya devletlerinin sadece çıkarları ve menfaatleri uğruna  uyguladıkları bir dünya Siyaseti var. Prensipler yok, yalnızca olaylar var. İyi ve kötü yok, yalnızca şartlar vardır. Devlet başkanları onlara rehberlik etmek için olayları ve şartları benimser. Gömlek değişir gibi tavırlar, ilişkiler değiştirilir. Ve netice itibari ile devletler kendi varlıklarını ekonomilerini, dış ilişkilerini, Haklarını korumuş olurlar. Ülke yönetimlerin bu davranışları da ülke aydınları tarafından övülür. Çeşitli kanallarda dış politikada çok iyiyiz, güzel gidiyoruz, idare ediyoruz… Gibi sözler söylenir. Oysaki dini ve insani açıdan baktığımızda son 25 gündür Gazze’de yaşananlar, katliam ve zulümler karşısında yapılması gereken neydi? Ne olmalıydı? Müslüman olup kültürüne, tarihine son derece bağlı bir ülke olarak bu suskunluğumuzun altında yatan nedenler nelerdir? Geçmişte Bedir de Sergilediğimiz o şanlı ruhla bugünkü duruşumuz arasında neler değişmiştir?

Asırlardır süren doğu-batı mücadelesinin 21. yüzyılda ki başlığı olan “Filistin davası“ bugün mazlum ve mağdur, milyonların ahları ve inlemeleri kimseyi yeterince ilgilendirmiyor. Müslüman toplumlar üzerinde çok ciddi bir uyuşukluk hakim, özlerini, tarihlerini ve değerlerini unutmuş kitleler söz konusu. Oysa ne diyor hadisi şerif de “Her kim kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe tam olarak iman etmiş olmaz“ bugün bu ruh ölmüş tür. Gazze’de kadın, yaşlı, çocukların üzerine düşen tonlarca bomba, füze bugün bizlerin evlerine, ocaklarına Düşseydi, acaba hangi duygular içerisinde olurduk. Ve böyle giderse Orta Doğu‘daki kan durdurulmazsa elbet sıra Türkiye’ye de gelecektir.

Türkiye (Adana, Adıyaman, Afyonkarahisar, Ağrı, Aksaray, Amasya, Ankara, Antalya, Ardahan, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bartın, Batman, Bayburt, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Düzce, Edirne, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Giresun, Gümüşhane, Hakkâri, Hatay, Iğdır, Isparta, İstanbul, İzmir, Kahramanmaraş, Karabük, Karaman, Kars, Kastamonu, Kayseri, Kilis, Kırıkkale, Kırklareli, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Manisa, Mardin, Mersin, Muğla, Muş, Nevşehir, Niğde, Ordu, Osmaniye, Rize, Sakarya, Samsun, Şanlıurfa, Siirt, Sinop, Sivas, Şırnak, Tekirdağ, Tokat, Trabzon, Tunceli, Uşak, Van, Yalova, Yozgat, Zonguldak)

Siyonizmin hedeflerinde olan bir ülkedir. İsrail’in vadedilmiş topraklar görüş ve zihniyeti Türkiye’yi de kapsamaktadır. Bu nedenle “Filistin davasıTürkiye’nin kırmızı çizgisidir. Mutlak suretle başkenti Kudüs olan Filistin devleti kurulmalı ve Yahudi mezalimine dur denilmelidir. Türkiye devleti ve milletleri ile her daim Filistin davasının destekçisi ve savunucusu dur. Filistin özgür olmalı ve sonsuza kadar özgür kalmalıdır.

Büyük Doğu Marşı

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Avlanır, kim sana atarsa kement,

Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!

Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!

Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Necip Fazıl Kısakürek (1938)

Musab Yasir Özen

www.musabyasirozen.com.tr

Düşünmek

Düşünmek

Düşünmek konuşulan neden merak sardık? Oradan başlamak gerek. Hatırlarsanız bizleri küçükken,” fazla düşünmek akla zarar” diye örgütlerlerdi. “Fazla düşünürsen aklını yitirirsin“ derlerdi. Bir de anımsarsanız, eli şakağında oflayıp oflayarak oturan, acı çektiğini gösteren, dert yüklü kimseleri “efkarlı“ diye adlandırırlardı. Efkarlı mana olarak yani çok fikirli, çok düşünen. Düşünmek çok zaman Hüzünle, yorgunlukla bazen de her türlü sıkıntıyla özdeştirildi. Uygunsuz durumlara kullanılan bu sözcük hiçbir zaman “kendisi” niteleyemezdi Günümüzde durum çok farklılaşmış sayılmaz. Sıradan insanların her gün yinelediği, Bir çok aydının, seçkin insanlar üzerinde düşünmeden sayıp döktükleri hep aynı terennümlerdir. Özellikle bizim doğu toplumlarında, düşünmeyi zarar saymak, hüzün saymak, acı saymak, ama kendisi saymamak modası geçmeyen bir olgudur. Bölge, söz konusu düşün alanı, Adeta bir tünelidir. Ne zaman hangi tarihte ne tür bir şekilde Müslüman çoğunluklar düşünmeyi böyle anlamaya ve ondan korkmaya başlamışlardır? Düşünmekten korkmayı, bütünüyle itaat etmedikçe iman etmiş sayılmayacakları İslam’ın vahyi nass’ları öğretmiş olabilir mi? Eğer ilahi vahye bakmayı biliyor onu iyi anlıyorsanız çok çabuk fark edeceğiniz ilk özellik, vahyin insana düşünmeyi ön plana çıkaran bir yaşama biçimini Önerdiğini görmek olmalıdır. Kendi toplumu arasında, tüm insanlığa model olsun diye, Kuran’ı ahlak edinerek yaşayan Resulullaha bakalım. Onun günün birinde insanların herhangi bir hususta düşünmesini yasakladığını yahut birtür düşünmeye engel olduğunu duyup bilen var mıdır?

Aradığımız konuda tek bir ima tek bir söz, tek bir fiil bulamıyoruz. Ama şunu biliyoruz. Örneğin ilmihal yazarı merhum Ömer Nasuhi bilmen gibi dikkatli bir müellif, büyük İslam ilmi hali adlı eserinin daha ilk sayfalarında, her ne hikmetse hiç kaynak göstermeyi bile ihtiyacı hissetmeden peygamber sözü diye şu ifadeye yer vermektedir; “La ibadete ke tefekkür” Türkçesi: tefekkür gibi ibadet yoktur. Bizim Kur’an‘dan edindiğimiz izlenime göre insan için mücerret düşünmek ve düşünerek yaşamak farzı ayındır. İlginçtir, düşünmek üzerine merakımız arttıkça Müslümanlar arasında küçük istatistikler yaptık. Gerçi istatistiklerle ne tür Yalanlar söylendi yine bolca tanık olduğumuz çağı da yaşıyoruz. Ama içimizi kemiren meraka engel olmak kolay değildi. Kime “Düşünmek farzdır” dediysek, ondan “aksini söyleyen mi var?” Türünden peşin, pişkin ve bizi hayli şaşırtan yanıtlar aldık. Peki şu çevremizdeki düşüncesizlikler neyin nesiydi?

Sathi Bir bakış açısından bakıldığında, sorunun yanıtını, emperyalizm de bulmak mümkün. Denebilir ki, belki bir tarihsel dönemden sonra başka dinlere mensup insanların İslam’a ihtida etmesiyle, Önceki din ve kültürlerinden taşıyıp getirdiklerini, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek İslam dünyasında yaygınlaştırmaları, eleştirdiğimiz sonucu doğurmuş olabilir. Yine kültürel gelişime, okuryazarlığının çoğalması, başka dillerden müslümanların kullandığı dillere yapılan çeviriler, öteki din ve felsefelerin eserleri söz konusu sonuçta basat etken olmuştur, denilebilir. Bu bir açıdan bakış tarzıdır belki, saygı duyulabilir, haklı payı onaylana bilir, ama olayın mevcut vahametini izah etmeye hiç yetmez. Zira emperyalist yayılmacılığın koskoca kitleyi böylesine derinden etkilemesi demek, o kitlenin topyekün yeni bir dini yeni bir kültüre mensubiyeti demektir ki, kabul edilebilir bir açıklama olamaz bu. Emperyalistlerin bu insanların topraklarını, mallarını hatta cesetlerini teslim almaları, esir etmeye deli belki mümkündür. Ancak insanların kafalarını ve kalplerini esir almak, toptan büyülemek O kadar kolay bir iş değildir. İnsan teki, eğer kendisi gönülden razı değilse, onun bilincini hiç kimseyi seyredemez, rehin tutamaz. Bu onun doğuştanlığına aykırıdır. Yalnız bir cereyan var ki, İslam dünyasında son peygamberden çok sonraları ortaya çıkmıştır. Yeni bir tarzdır. Yeni bir bakış açısıdır. Yeni bir düşünme biçimidir ki, son peygamber ile irtibatlandırmak yahut onun arkadaşlarından birisini dayandırmak mümkün olmayan korkunç bir Zandır.Burada akıl ile naklin çatışma ihtimali olduğunu sanmaktır, söylemektir.

Tefekkür

Ne garip tecellidir ki İslam dünyasında, ilk özgür düşünce ekolünü sanılan, aslında Müslüman filozoflardan başkası olmayan öncülerin açtığı bir çığır, yani aklın nakille çalışabileceğini sanma çağrısı, çağımızdaki yepyeni bir felsefeye Hipotezlik etmiştir. Özgürlüğü sahili kaynaktan uzaklaşmak olarak anlarsak belki haklı görülebilecek bu yorum, ekolün son sempatizanlarıdan birisi olan Cemil Meriç’in ifadelerinde şöyle özetlemektedir. Batı felsefesinin, doğu vahyin kaynağıdır. Batı aklın, doğu gönlün vatanıdır. Şu bir cümlecik anlatıdan anladığımız, mefhumun muhalifinden çıkacağımız sonuç, akıl ile vahyin karşı karşıya getirilişi, yine akıl ile gönlün kalp çatışmasıdır. Vahyi elbette epeyce uzak düşen bir görüştür sözü edilen. Belki Cemil Meriç bu sözünde mazurdu. Zira o da referansını önceki Müslüman filozoflardan aldı. Ancak ilahi vahyin espirisinden böylesine uzak bir yorumun, Kur’andan habersiz yahut onu göz ardı eden bir zihniyetin ürünü olabileceğini işaret etmek gerek. Nakib el Attas’ın, Cürcaniden Naklettiği bir alıntıyla yanıtlamaya çalışalım. “ Akıl, Kalp (gönül) ” İle eş anlamlıdır, idrakin ruh’i algılama ruh’i algılama organı olan kalp dediğimiz şey de aynı şekilde akıl ile özdeştir. Akılın gerçek doğası akleden nefsin onunla hakkı batıldan ayırdı bir Ruhi cevher olmasıdır.

Doğu batı ayrımını bir kenara bırakarak düşünmek zorundayız, bu prodoksa yanıtımız nedir? Yanılgısı nerededir? İlk çözümlenmesi gereken sorun herhalde vahyi ile fikir arasındaki fark ve ilişkiye bir çözüm bir çare üretmektir. Öncelikle vahyi, ilahidir, mutlaktır, tartışılmaz ve yanılmasızdır, bunu biliyoruz. Oysa fikir beşeridir, özneldir, tartışılabilir ve yanılır. Elbette Allah’ın vahyi karşısında ve ona rağmen Bir fikir vahyi ile boy ölçüşemez. Tabii bu noktada hatıra bir soru takılıyor. Doğuştanlığını bozmamış bir akıl ( Elbette kalp demek istiyoruz) Yani Selim kılıp vahye aykırı bir fikre iman edilebilir mi? Dikkat edilmesi gereken bir başka noktada fikri ihmal etmekle ona iman etmek arasındaki ince farktır. Evet insan aklederek her türlü fikri imal edebilir. Ancak her fikre iman etmesi, yani yakin kesbetmesi muhâldir. Şöyle düşünelim; İnsan vahyin Allah’tan geldiğini bilecek, ona inanacak, akletmenin Allahın fıtratımıza yerleştirdiği kerametli bir melek olduğunu da bilecek… Sonra bize bu Kerametli nimetle birlikte söz konusu bu yetimize hitap eden teklifler gönderdiğini öğrenecek… Yani akıl etmenin de teklifinde Allah’tan geldiğine inanan bir Müslüman olacak… Bütün bu varsayımlardan sonra kişi, akıl ile naklin, Allah’tan gelen bu iki nimetin birbiriyle çatıştığını savunacak… İşte bizce muhal olan böylesi bir sonuçtur.

Fazlurrahman’ın “Bin yıllık kutsal ahmaklık” dediği sanırım İslam dünyasındaki bu bulanık zihinlerde. Ki onlar çok zaman söz konusu dünyaya egemen diler. Yahut Siyasal güçlerin gölgesinde sürdürülen tahribatlarını Sözlerimize başlarken alıntıladığımız ayeti kerime ile bir başkasını zikredelim, mealen; “Dinleseydik veya akıletseydik ateşin yarını olmazdık”.(Mülk süresi 10) “Allah‘ın ayetlerini düşünerek reddetmek mümkün değildir. “Vahyi yani nakil dediğimiz, düşünen insana bir göndermedir, hitaptır, tekliftir. Düşünmesine rağmen insanoğluna bir dayatma değildir. İlkin Kalplerden bu yanlış niyetin kökten silinip atılması umulur. Akla yapılan teklif yani seçimlik bir teklif, akla nasıl aykırı olabilir? Nasıl düşünebilir ki, bir hitap, hem hangisini seçiyorsun diye uysallık ve doğallıkla insana yaklaşacak, hem de onun için anlamayacağı yahut doğuştanlığının asla kabul edemeyeceği bir dayatmayı burnunun dibinde dikte ettirecektir. Hem hak ile batılı birbirinden ayır, Allah’a ait olanla İblis’inkini Fark et denilecek, hem de bu fark edici yetenek fark etmesi gereken ve kavgalı olacak. Reyini lehimize kullanmasını istediğimiz bir organa, kendisine menfur gelen bir koku sürünerek yaklaşmamız bilmem doğru olur muydu? Burada yine köklü bir yanlış anlayışın, bir yanlış yönlendirilişin İzlerini görebiliriz. maalesef ileride ayrıntılarıyla tartışmaya çalışacağımız bir bakış açısından akıl, insanın içinde muzır bir şeytan gibi telakki edilmiştir. Eğer bu gözlükten soruna bakarsanız elbet o muzır şeytan Allah’ın temiz vahyi ile barışık yaşayamaz. Yanılgı nerede demiştik? Neydi insanların büyük bir kısmını yanıltan? Evet, Allahın vahyi temizdi. Ama Allahın nimeti olan akıl yani kalbin bu melekesi de tertemizdir. O halde kirli olan nedir? Yeryüzünde yaşarken kimi düşünenlerin ilahi vahyin karşısında, vahye itirazları olan öğretilen ürettiklerini görüp durmakdayız. Öyle ya insanlar Allah’ın vahyine, Allaha, başka neleri ile, neleri ile itiraz edebilirler ki? İlk hatıra gelen elbet akıl olacak. Zira itaatte de ilk hattına gelen, bunu her zaman itiraf etmeseler de yine akletme işidir. madem ki insan düşünerek Allah’a itirazda edebiliyor, isyanda, öyleyse suçlu olan düşünme melekesidir öyle mi?

Allah

Atlanmaması, bu noktada ısrarla vurgulanması gereken husus bu Meleke’nin, kullanırken, fıtratından, tabiyatından, kaydırıp kaydırılmadığına dikkat edilip edilmediği hususudur. Öyle ya eşyanın bir tabiyatı vardır. Eşyayı tabiatının zıddına kullanırsanız, en azından beklenen umulan verimi alamaz, amacı araca kurban etmiş olursunuz. Elbet insan yaratılırken özgür bırakılmıştır, ona özgürlüğü sağlayan da düşünme yetisinden başkası değildir. Çünkü seçim yeteneği, oyunu kullanma yeteneği özgürlüğünün gereğidir. Bir düşünme mekanizması, ilahi vahyin karşısında ona aykırı fikir üretiyorsa o artık sapmış, doğuştanlığından kaymış demektir. Çünkü ilahi vahyin Kaynağıyla, İleride göreceğimiz gibi, akl etmenin kaynana aynıdır. Ve birbiri için var edilmişlerdir. Çünkü din yani ilahi vahyi aynı zamanda fıtrattır, Allahın fıtratıdır.

Düşünen insandan istenen de bu fıtrat üzere yürümesinden başka bir şey değildir. Öyleyse insanın söz konusu paralelliği bozması akıllılık sayılamaz. Yeteneği doğrultusunda özgürlüğünü kötüye, fıtratının adına kullanan insan, artık addeden olmaktan çıkmıştır. Şeytanların iğvasına aldanmış, Kendini müstağni görmüş, raydan sapmıştır. Şimdi raydan çıkmış bir insanın da üretimleri vardır diye akletmenin ilahi vahiy le çalıştığına İnanmak sağlıklı bir anlayış mıdır? Her yoldan çıkmış insanın ilahi vahye itiraz nedenleri değişiktir. Ama çok yinelenen bir neden var ki onu kuranı kerim, indirilen ilk Suresinde, ilk ayeti kelimelerin de bize özellikle anımsatmaktadır. Düşündürmektedir yoldan çıkmayı, fıtratını bozmayı kendisine hak kabul edenlere yönelik uyarıcı mealen yeniden okuyalım, alak suresinin başında buyurulur. “İnsan, kendini kendine yeter, görerek azgınlaşır “şimdi hangi Müslüman insanın, ayette sözü edilen azgınlaşmasını, aklı kullanmak, akıllılık olarak görebilir? Biz, aklılık derken nasıl olurda böylesi bir sonucu anlayabiliriz? Bizce yanılgının ilk düğün noktası yukardaki sanırlardır.

Musab Yasir Özen

                                                                                              www.musabyasirozen.com.tr

error: İçerik korunuyor !!!