Archives 7 Kasım 2022

Büyük Doğu Yazar Kadrosu

BÜYÜK DOĞU’NUN YAZAR KADROSU

Büyük Doğu Mecmuası’nın yazar kadrosu 35 yıllık süreç içerisinde değişiklik gösterir. ‘İptidai’ ve birinci devrede yazarlar ideolojik açıdan çeşitlilik gösterse de, II. Dünya Savaşı sonrası Türk siyasal yaşamında meydana gelen ideolojik ayrışmalar Büyük Doğu’nun yazar kadrosuna da yansır. “Kırklı yılların önemli özelliklerinden birisi de o güne değin bir biçimde aynı paydada duran ve yan yana “yürüyerek” akademizmi ve kültürel anlamda sosyal misyonu/mühendisliği paylaşan entelektüellerin gerilimlerle ayrışmasıdır.”4 Bu sebeple İslamcı-muhafazakâr düşünceye uzak yazarlar mecmuadan ayrılırlar ve Kısakürek müstear isimlerle yazılar yayınlar.

Mecmua, 17 Eylül 1943-5 Mayıs 1944 tarihleri arasında Kısakürek’in kendi tabiriyle ‘iptidai’ devre adı altında ve 30 sayı olarak çıkartılmıştır. Bu devredeki yazarlar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İskender Fikret Akdora, Hüseyin Cahit Yalçın, Burhan Toprak, Salih Murat Uzdilek, Rıza Çandır, Fikret Adil, Sadi Ünal, Reşat Ekrem Koçu, Hilmi Ziya Ülken, Rebi Hikmet Barkın, Sait Faik Abasıyanık, Ziya Şakir, Selahattin Güngör, Vehbi Emre, Behçet Bağdatlıoğlu, Mahmut Yesari, Kazım Zafir, Hatemi Semih Sarp, Zahir Güvemli, Nurullah Berk, Rasih Nuri İleri, Ahmet Adnan Saygın, Selçuk Milar, İhsan Boran, Vecdi Bürün, Suphi Nuri İleri, Nejat Muhsinoğlu, Etem İzzet Benice, Setvan Gizli, M. Faruk Gürtunca, M. Sami Karayel, Eşref Edip, Faik Baysal, Kazım Nami Duru, Prof. Emin Onat, Salih Alaçam, Ömer Besim Koşalay, Şevket Hıfzı Rado, Ekrem Reşit Rey, Oktay Akbal, A. Bülent Kayıkçıoğlu, Sabahattin Kudret, Ali Rıza Pişkin, Orhan Fazıl Kısakürek, Zeki Faik İzer, Nurettin Sevin, Mehmet Turhan Tan, Mustafa Şekip Tunç, Cemal Tollu, Nizamettin Nazif, Hüsnü Hamit Avni Altıner ve Be.De., BAB, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu gibi müstear isimlerle yazıları çıkan
Necip Fazıl Kısakürek’tir.

2 Kasım 1945 ve 2 Mayıs 1948 tarihleri arasındaki birinci devrede5 mecmua 87 sayı çıkartılır. Bu devre Kısakürek’e göre, mecmuanın “asıl başlangıç devresi”dir. Birinci Devre’deki yazarlar arasında BÜYÜK DOĞU, Ahmet Abdülbaki, Hikmet Sahibinin – Abdinin – Kölesi, HA.A.KA., Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir, Neslihan Kısakürek, Ne-Fe-Ka müstear isimleriyle Kısakürek başta olmak üzere Peyami Safa, Kazım Nami Duru, Mustafa Şekip Tunç, Salih Murat Uzdilek, Burhan Belge, Ömer Rıza Doğrul, Salih Zeki Aktay, Sait Faik Abasıyanık, Mahmut Yesari, Celal Sılay, Cemal Reşit Rey, Reşat Ekrem Koçu, Nejat Muhsinoğlu, Şükrü Baban, Cemal Tollu, Şükrü Hazım Tiner, Oktay Akbal, Ahmet Adnan, Ziya Şakir, Mukbil Özyörük, Abdurrahim Zapsu, Nail Altuncuoğlu, Rıza Çavdarlı, Refi Cevat Ulunay, Fahri Celal Göktulga, İskender Fikret Akdora, Zahir Güvemli, Bülent Tarcan, Kazım İsmail Gürkan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mithat Özkök, Özdemir Asaf, Suphi Nuri İleri, Feyzullah Doğruer, Erol Başar, İ. Galip Arcan, Fikret Adil, Abdurrahman Şeref Laç, Vecdi Bürün, Fahri Erdinç, Emin Ülgener, Kenan Harun, Cafer Seno, Kemal Peker, Necla Maraş, Muhittin Dilege, Rıza Peker, H. M. Kafalıoğlu, Kemal Müderrisoğlu, Ziya Osman Saba, Muhittin Diler, Samiha Ayverdi, Ömer Rıza Doğrul, Tevfik Pars gibi isimler yer almaktadır. Üçüncü devre, 11 Mart 1949 ile 26 Ağustos 1949 tarihleri arasında, dört sayfa ve haftalık gazete şeklinde yayınlanır. Kısakürek, bu devre için “İkinci asli devre” ifadesini kullanır ve gazetenin “Hakka ve yeni bir dünya görüşüne bağlı Müslüman Türklerin gazetesi” olduğunu belirtir. Gazetenin az sayıda yazarı olmasından anlaşılacağı üzere Kısakürek bu devreyi hemen hemen tek başına çıkarır. Be.De., M. Sarıçizmeli, Büyük Doğu, Prof. Ş. Ü., Dedektif X Bir, Ha. A. Ka. müstear isimleriyle yazılar yazan Kısakürek’in yanında sadece M. Ali Türksever, Ramiz Simsaroğlu ve Ömer Karagül yazı yazar. Mecmuanın dördüncü devresi, 14 Ekim 1949 ile 29 Haziran 1951 tarihleri arasında 62 sayı olarak çıkartılır.

Büyük Doğu Yazar Kadrosu

Bu devrenin yazarları arasında, Büyük Doğu, Vaiz, M. K., Be. De., Dedektif X Bir, Neslihan Kısakürek, Ahmed Abdülbaki, Prof. Ş. Ü., 5 İkinci devre de bu devrenin içinde yer almaktadır. Fakat Kısakürek bu devreyi Birinci devre olarak isimlendirmiştir. Zabıt Katibi müstear isimleriyle Kısakürek, Esseyit Abdülhakim, M. Işıklı, Mustafa Müftüoğlu, Numan A. Binatlı, İsmail Hami Danişmend, Said-ül-Nursi, Nurettin Topçu, Ömer Karagül, Mekki Üçışık, Doğan Nail Altuncuoğlu, Abdürrahim Zapsu, Osman Yüksel, Abdurrahman Şeref Laç, Z. Fahri Fındıkoğlu, Halil Nüsret Ertüz, Cevat Rifat Atilhan, Celal Sılay, M. Raif Ogan, Münir Süleyman Çapanoğlu, Mustafa Şekip Tunç, M. Rasim Özgen, Ali Rıza Korap, Nahid Sırrı Örik, Kazım Zafir, Emin Onat, Basri Erk, Ramazan Tuncer, İzzet Mühürdaroğlu, Hüseyin Rahmi Yananlı, Firuzan Hüsrev Tökin, Nihal Atsız, Abdürrahim Zapsu, Said Sadi Danişmendoğlu, Burhan Toprak, Reşat Ekrem Koçu, Haluk Nur Baki, Rıza Nur ve Ali Osman Tatlısu yer almaktadır. Beşinci devre, 16 Kasım 1951 ile 30 Kasım 1951 tarihleri arasında günlük gazete şeklinde 27 sayı olarak çıkartılır. Altıncı devre ise, 19 Eylül 1952 ve 16 Kasım 1952 tarihleri arasında yine günlük gazete şeklinde 122 sayı olarak yayınlanır. Yedinci devre, 7 Mayıs 1954 ile 9 Temmuz 1954 tarihleri arasında 10 sayı olarak yayınlanır.

Bu devrenin yazarları arasında Ne. Fe. Ka., Ahmed Abdülbaki, Dedektif X Bir, Be. De., Adıdeğmez, Prof. Ş. Ü. ve Büyük Doğu müstear isimleriyle Kısakürek başta olmak üzere Peyami Safa, Şakir Üçışık, Hüseyin Rahmi Yananlı, Ali Fuad Başgil, Tevfik Nezihi, Asaf Halet Çelebi, Abdülhak Şinasi Hisar, Mustafa Şekip Tunç, Şükrü Baban, Salih Murat Uzdilek, Sezai Karakoç, Doğan Nail Altuncuoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, İbrahim Hakkı Konyalı, Fehmi Varlık, Haluk Nurbaki, M. Halid Bayrı, Sumru Tunç, Niyazi Ahmet Banoğlu, Nahid Sırrı Örik, Muharrem Giray, Nusret Kafdağlı, Hakkı Karakurt, Suat İsmail Gürkan, Eşref Edip, Ömer Öztürkmen ve Mustafa Hilmi Ramazanoğlu yer alır.

Sekizinci devre, 30 Mart 1956 ile 5 Temmuz 1956 tarihleri arasında toplam 35 sayı olmak üzere günlük sayı şeklinde yayınlanır. Dokuzuncu devre, bizim bu çalışmada incelediğimiz son devredir ve 6 Mart 1959 ile 16 Ekim 1959 tarihleri arasında haftalık 33 sayı olarak yayınlanır. Bu sayının yazarları ise, N.F.K., Adıdeğmez, Neslihan Kısakürek, Dedektif X Bir, Prof. Ş. Ü., Ne. Fe. Ka., Ahmed Abdülbaki, Be. De. müstear isimleriyle yazılar yayınlayan Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Abdurrahman Şeref Laç, Ali Nihat Tarlan, Münir Nurettin Selçuk, Peyami Safa, İsmail Hami Danişmend, Nihal Atsız, Şükrü Baban, Sedat Zeki Örs, İ. Hakkı Konyalı, Nahid Sırrı Örik, Hasan Basri Çantay, Hüseyin Yananlı, İlyas Ketenci, Nurettin Topçu, Fazıl Sarper, Bekir Berk, Şahab Sıtkı, Doğan Nail Altuncuoğlu, Nihat Tekbaş, Haluk Nurbaki, Sadık Yörük, Osman Yüksel Serdengeçti, Vecdi Bürün, Sezai Karakoç, Nizamettin Nazif, Faik Baysal, Vecdi Bürün, Nejat Akgün, Abbas Sayar, Asaf Halet Çelebi, İbrahim Arvas, Muharrem Giray, İbrahim Hakkı Konyalı ve Sedat İsmail’dir. Onuncu devre, 30 Eylül 1964 ile 25 Kasım 1964 tarihleri arasında 9 sayı olarak çıkartılır.

Kısakürek, Rıdvan Balkır, Sezai Karakoç, Selim Karabağ, Hacı Cemal Öğüt, Nedim Evliya, İ. Hakkı Konyalı, Selim Kafdağlı bu devrenin yazarları arasındadır. Bu devrede müstear isimle çok sayıda yazı yayınlanması bu devreyi de Kısakürek’in hemen hemen tek başına çıkardığını göstermektedir. On birinci devre, 22 Eylül 1965 ile 12 Ocak 1966 arasında 17 sayı olarak yayınlanır. Bu devrenin yazarları arasında Kısakürek, İsmail Kazdal, Nedim Evliya, Osman Yüksel Serdengeçti, Ali Haydar Öztürk, A. Fikri Yavuz, İbrahim Hakkı Konyalı, Fethi Tevetoğlu, Süleyman Yalçın, Ahmed Semiz, Osman Turan, Hayri Melih, H. Basri Erk, Ali Biraderoğlu, Sedat Umran, Eşref Edip, Kadir Mısırlıoğlu, H. M. Beyhan, N. Y. Alp, Tahir Büyükkörükçü, Mustafa Yazgan, Sezai Karakoç, Kamil Miras, Rafet Çıngıl, M. S. Bayramaşık, Şemsi Belli, E. E. Fergan, Hüsnü Dikeçligil, Yusuf Demirdağ, Salih Güler, Refik Halid Karay, Engin Uğurlu, Mehmet Fazıl Gökalp ve Vecdi Bürün yer almaktadır. On ikinci devre, 19 Temmuz 1967 ile 10 Ocak 1968 tarihleri arasında toplam 26 sayı yayınlanır. Kısakürek, Tahir Büyükkörükçü, Nebil Fazıl Alsan, Sabahattin Zaim, Refet Çıngıl, Osman Turan, Sezai Karakoç, Mustafa Yazgan, Rıdvan Balkır, M. Raif Ogan, Süleyman Sürmen, Süleyman Arif Emre, Eşref Edip, Hüseyin Arı, M. Said Çekmegil, Vecdi Bürün, Abdullah Saraçoğlu, Fehmi Cumalıoğlu, A. Nihat Tarlan, Hayri Melih, Saffet Solak, Sedat Umran, İ. Hakkı Konyalı, Emin Bilgiç, Burhan Toprak, A. Halim Uğurlu, Ali Biraderoğlu, Neslihan Kısakürek, İsa Yusuf Alptekin, Erdem Beyazıt, Mekki Üçışık, Sedat İsmail, Mustafa Şekip Tunç, Hasan Aksay bu devrenin yazarları arasındadır.

On üçüncü devre, 1 Mayıs 1969 ile 1 Aralık 1969 tarihleri arasında toplam 7 sayıdır. Bu devre aylık olarak yayınlanır ve sayfa sayısı 31’dir. Kısakürek, Arif Emre, Ayhan Songar, Mustafa Yazgan, Said Bilgiç, Emin Bilgiç, Sezai Karakoç, Rıdvan Balkır, Ahmed Semiz, İ. Hakkı Konyalı, Hasan Aksay, Bahri Zengin, Hüseyin Arı, Salih Güler, M. Raif Ogan, Hayri Melih, Mustafa Varlı, A. Halim Uğurlu, Hüsnü Dikeçligil, Refet Çıngıl, Eşref Edip, Esseyid Abdülhakim Arvasi, Ahmet Rasim, Muharrem Feyzi yazıları bu devrede yer alan yazarlar arasındadır. On dördüncü devre, 6 Ocak 1971 ve 28 Nisan 1971 tarihleri arasında toplam 17 sayı olarak yayınlanır. Bu devrenin yazarları arasında, Kısakürek, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Faruk Timurtaş, Hüseyin Arı, Rıdvan Balkır, Emin Bilgiç, Ali Genceli, Bekir Oğuzbaşaran, Hasan Aksay, İ. Mehmet Salihoğlu, Osman Turan, Erdem Beyazıt, Saffet Solak, Mustafa Yazgan, M. Raif Ogan, Ali Başoğlu, Ahmed Hüsnüoğlu, Said Bilgiç, Hayri Melih, Reşat Ekrem Koçu, Salih Zeki Aktay, Ergün Göze, Kadri Demirol bulunmaktadır.

Son devre olan on beşinci devre ise 8 Mayıs 1978 ile 5 Haziran 1978 tarihleri arasında toplam 5 sayı olarak çıkartılır. Kısakürek, Taha Üçışık, Şevket Eygi, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Ayhan Songar, Mustafa Yazgan, Durali Yılmaz, Mehmet Soyak, Ergün Göze, Osman Kısakürek, Abdurrahman Şeref Laç, Ahmed Arvas, Reşat Aksoy, M. Akif İnan, Erdem Beyazıt, Bahri Zengin, A. Ekmel Akkor, Cemil Meriç, Ali Nar, Rasim Özdenören, Taha Akyol, Şahap Ayhan, Ali Biraderoğlu, Fikret Karakaya, Sedat Umran, Vecdi Bürün bu devrede yazıları ile yer almaktadır.

Büyük Doğu Dergisi Nedir?

BÜYÜK DOĞU DERGİSİ NEDİR?

Necip Fazıl Kısakürek tarafından kurulan, 1943-1978 yılları arasında çeşitli dönemlerde faaliyet göstermiş siyasi bir dergidir. Büyük Doğu Dergisi yazarları kendilerini Büyük Doğucular olarak adlandırmışlardır. Büyük Doğu Dergisi adı ise Necip Fazıl Kısakürek’in 1938 yılında yazdığı Büyük Doğu Marşı adlı şiirden almıştır.

İslami bir bakış açısına sahip olan Büyük Doğu Dergisi, başlangıçta, Necip Fazıl Kısakürek ve dönemin aydın kesimini bünyesinde bulundurmaktaydı. 35 yıl süresince Büyük Doğu Dergisi toplam 16 devre 512 sayı halinde haftalık olarak yayımlanmıştır. Necip Fazıl Kısakürek bu dergi aracılığıyla özgül bir tarih muhasebesi, yeni bir devlet anlayışı, estetik bakış ve fikri duruş ortaya koymaya çalışmıştır.

Büyük Doğu Dergisi yazılarında genel olarak ekonomi, politika, sanat, felsefe ve din konuları üzerinde durulmuştur. Zamanın şartlarına bağlı olarak dergini konu ağırlıkları dini, edebi ve siyasi olmak üzere farklılık göstermiştir. Büyük Doğu Dergisi genel olarak iktidar karşıtı bir tutum sergilemiştir. Büyük Doğu Dergisi, İslamcı ekolü temsil etmekle birlikte birçok İslamcı yazar ve düşünürü etkisi altına almıştır. Necip Fazıl Kısakürek, 1951’in haziran ayında dergiye ara verdi. Son sayıda ise “Müslüman Türklerin günlük gazetesi çıkacak” haberi verildi. Günlük olarak çıkan Büyük Doğu Gazetesi 16 Kasım 1951’de yayına başladı.

Büyük Doğu Dergisi Yazarları

Büyük Doğu Dergisi’nin kuruculuğunu Necip Fazıl Kısakürek yapmıştır. Dolayısıyla dergi daha çok Necip Fazıl Kısakürek ismiyle anılsa da zaman içinde birçok ünlü ve değerli isimi bünyesinde barındırmıştır. Necip Fazıl Kısakürek’in yakın arkadaşı Peyami Safa başta olmak üzere Sait Faik Abasıyanık, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Oktay Akbal, Salih Murad Uzdilek, Nurettin Topçu, Hüseyin Nihal Atsız, Cemil Meriç, Sezai Karakoç gibi daha nice ünlü isim kendi adlarını veyahut takma adlar kullanarak dergiye katkıda bulunmuşlardır.

Büyük Doğu Nedir?

BÜYÜK DOĞU NEDİR?

Büyük Doğu, Necip Fazıl Kısakürek’in ortaya koyduğu İslamcı ideoloji.

Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu ana hatlarıyla İdeolocya Örgüsü eserinde açıklamıştır. Bu eserde Büyük Doğu’yu, İslam’ın yeni zaman ve mekan problemlerine uygulanışından doğan bir dünya görüşü olarak sunar. “İslam anlayışını yenilemek” temel tezi etrafında, İslam tarihinin siyasî, kültürel, ahlakî, estetik ve entelektüel yönlerden bir muhasebesini yapar ve “Başyücelik” ismi altında bir “ideal İslamî devlet” modeli ortaya atar.

Temel referanslarının merkezine İslam’ı alan Büyük Doğu ideolojisi, cumhuriyet döneminde yetişen İslamcı aydınların da başvurduğu alternatif bir modernleşme paradigması olmuştur. Büyük Doğu ideolojisi, Necip Fazıl’ın ardından özel olarak Salih Mirzabeyoğlu tarafından benimsenmiş ve sürdürülmek istenmiştir.

Kavramlar

Doğu ve Batı

Necip Fazıl’a göre İslamiyet hakikat olduğu için hiçbir mekânla kısıtlanamaz. Ancak ilk kez Eski Yunan tarihçisi Herodot’un yaptığı “Doğu-Batı” ayrımını kabul etmek, İslam tarihinde görünen bir mücadelenin taraflarını ifade etmek için mecburi ve realist bir tutumdan ibarettir. Ona göre zaman ve mekândan bağımsız bir hakikat olan İslam bütün dünyaya yayılmak isterken, kendi bünyesini ondan korumak için maddî ve manevî sınırlar çizen taraf Batı olmuş, böylece Doğu ve Batı diye birbirine zıt iki manevî iklim ortaya çıkmıştır. Antik Yunan ve Roma devirleri boyunca Çin, Hint ve Fars kavimlerinin ayrı ayrı temsil ettiği ve Batı’ya aykırı bir varlık ve birlik belirtmeyen Doğu, İslamiyet’le birlikte yer ve yön bakımından sınır tanımayan bir teze kavuşmuş, Arap ve Türk kavimlerinin önderliğinde kuşatıcı bir şuur ve kimliğe ermiştir. Önce Araplar ve en sonunda Türkler, Müslümanlığı temsil kabiliyetini kaybederek Doğulu kimliğinin öznesi olmaktan çıkmışlar ve Rönesans’tan sonra akıl ve madde başarılarıyla yükselen Batı karşısında mahkûm olmuşlardır. Paul Valery’nin görüşüne dayanarak, “Yunan aklı, Roma nizamı ve Hıristiyanlık ahlakı” olarak formüle ettiği Batı kültür ikliminin ulaştığı her yerin Batı olduğunu söyleyen Necip Fazıl, Batılılaşmayı benimseyen toplumlar Doğulu olduklarını inkar etseler de Batılıların bu ayrımı koruduğunu belirtir. Doğu ve Batı ayrımı bağlamında, Necip Fazıl’a göre Büyük Doğu, tasfiye edilmiş Doğu medeniyetinin en son temsilcisi olan Türklerin şahsında, kaybedilen İslami ruhu ihya etmenin sistemidir.

Büyük Doğu Nedir?

Temel prensipler

Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu dokuz esasa dayandırır.

1. Ruhçuluk: Büyük Doğu’nun, materyalizm ve rasyonalizme karşı, İslam tasavvufuna dayanan mistik ve idealist karakteridir.

2. Keyfiyetçilik: Büyük Doğu ruhçuluğunun tümevarımsal yönü olarak özcülüğe vurgu yapar.

3. Şahsiyetçilik: Hakikati toplumun değil, bireylerin temsil edebileceği görüşüdür.

4. Ahlakçılık: Büyük Doğu’nun İslam ahlakını idealize ettiğini ve ona bağlılığını ifade eder.

5. Milliyetçilik: Büyük Doğu ideolojisinin ırkçılık ve kozmopolitanizme karşı, milletlerde inanç, değer, düşünce ve duyarlığı öne çıkarma prensibidir.

6. Sermaye ve mülkiyette tedbircilik: Mülkiyet hakkını korumakla birlikte sermaye ve refahın devlet eliyle topluma yayılarak düzenlenmesini savunur.

7. Cemiyetçilik: Bireylerine dayanışma, aidiyet ve sorumluluk duygusunu veren bir toplum kurmayı önemser.

8. Nizamcılık: Sistemli düşüncenin ve eylem disiplininin önemini vurgular.

9. Müdahalecilik: İnsan iradesinin toplumdaki başıboşluğa karşı yapıcı, zorbalığa karşı yıkıcı hamlelerini destekleme prensibidir.

II. Abdülhamid

II. ABDÜLHAMİD

II. Abdülhamid (Osmanlıca: عبد الحميد ثانی, romanize: Abdü’l-Ḥamīd-i sânî; 21 Eylül 1842 – 10 Şubat 1918), Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı, 113. İslam halifesi ve çöküş sürecindeki devlette mutlak hakimiyet sağlayan son padişahtır. Tahtta kaldığı yıllarda imparatorluk dağılma dönemini yaşadı; başta Balkanlar olmak üzere çeşitli bölgelerde çıkan isyanlara ve Rusya İmparatorluğu’na karşı kaybedilen 93 Harbi’ne tanıklık etti. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1.592.806 km² toprak ile en çok toprak kaybeden padişahı olmuştur. 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı ve 31 Mart Vakası’ndan kısa bir süre sonra, 27 Nisan 1909’da, tahttan indirilene kadar ülkeyi yönetti. Meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar ile yaptığı anlaşma ve diğer yandan Tersane Konferansı’nda toplanacak büyük güçlerden gelecek baskıları engelleme amaçlı Tersane Konferansı’nın başlamasıyla aynı gün 23 Aralık 1876’da ilk Osmanlı anayasasını ilan etti ve böylece ülkenin demokratikleşme sürecini destekleyeceğini belirtmiş oldu. 93 Harbi’nde yenilen Osmanlının sultanı II. Abdülhamid, meclisin yanlış kararlar aldığını iddia ederek 14 Şubat 1878’de bu harbin sonuna doğru meclisi feshetti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşmesine yönelik çabalar II. Abdülhamid tarafından devam ettirildi. Bürokraside yapılan reformların yanı sıra Rumeli Demiryolu ve Anadolu Demiryolu’nun uzatılması ile Bağdat Demiryolu ve Hicaz Demiryolu’nun inşası gibi projeler bu dönemde yapıldı. Bu demiryolları ve telgraf sistemleri Alman firmalar tarafından geliştirildi. 1898’de modern anlamda ilk yerel hukuk fakültesi açıldı, ayrıca nüfusun kayıt altına alınması ve basın üzerindeki baskının artması sağlandı. Bu dönemin reformlarında eğitime geniş yer ayrıldı: hukuk, sanat, ticaret, inşaat mühendisliği, veteriner, gümrük, tarım ve dil okulları dahil olmak üzere birçok mesleki okul kuruldu. Kendisi 1881’de İstanbul Üniversitesini kapatsa da 1900’de yeniden açılmasına karar verdi, imparatorluk genelinde ilk, orta ve askerî okullardan oluşan eğitim ağını genişletti. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu dönemlerdeki batık ekonomisi Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında Düyûn-ı Umûmiye’nin ve Reji İdaresinin kurulmasına yol açtı. Öte yandan iktidarında Düvel-i Muazzama denen büyük güçlerin Karadağ, Sırbistan’dan Tersane Konferansına, Girit Meselesine, İlinden isyanına, kadar siyasi pek çok olayda müdahilliği söz konusu olmuştur. Devlet yine sürekli iç karışıklık isyanlarla, iç çalkantılarla, ekonomik sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır.

Şehzadeliği

II. Abdülhamid, Sultan Abdülmecid’in Tirimüjgan Kadın Efendi’den (20 Ağustos 1819- 2 Kasım 1853) olan oğludur. Annesi Çerkestir. 21 Eylül 1842 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da, Topkapı Sarayı’nda veya Çırağan Sarayı’nda dünyaya geldi. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce bakımını Abdülmecid’in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid’i de yarım kan kardeşi sayılan henüz 2 yaşında annesi Düzdidil Kadınefendi’nin 1845’de ölümüyle annesiz kalan Cemile Sultan ile birlikte kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine tahta geçen amcası Abdülaziz ise diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid’in eğitimiyle de yakından ilgilendi.

Abdülhamid, Gerdankıran Ömer Efendi’den Türkçe, Ali Mahvî Efendi’den Farsça, Ferid ve Şerif efendilerden Arapça ve diğer ilimleri, Vak‘anüvis Lutfi Efendi’den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalar ile Mösyö Gardet’dan Fransızca, Miralay Lombardi ile Callisto Guatelli’den de musikî dersleri almıştır. Gençlik günlerinde veliaht olarak büyük kardeşi Şehzade V. Murad görüldüğü için saray çevrelerinde fazla ilgi görmeyen Abdülhamid, bu nedenle aşırılıktan uzak, sade bir hayat yaşamıştır.

Opera ile ilgilenen, birden çok opera klasik eserlerini Türkçeye bizzat tercüme eden ve tercüme ettiren II. Abdülhamid, II. Mahmud’un zamanında kurduğu Mızıka-yı Hümâyun’dan müzik opera eserleri dinlemeyi seviyordu. Piyano eğitimi almıştı. Marangozluk zanaatinde de çok maharetli olan Şehzade Abdülhamid, bugün Yıldız Sarayı ve içerisindeki Şale Köşkü ile Beylerbeyi Sarayı’nda görülebilecek birçok yüksek kalite mobilyanın da zanaatkârıdır.

II. Abdülhamid kendisinden önceki diğer padişahların aksine şehzadeliği sırasında yurt dışı ziyaretlerine çıkmış, tahta çıkmasından 9 yıl önce amcası Sultan Abdülaziz’in 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisinde amcasına refakat etmiştir. Bu gezide 30 Haziran – 10 Temmuz 1867 tarihlerinde Paris, 12 – 23 Temmuz 1867 tarihlerinde Londra, 28 – 30 Temmuz 1867 tarihlerinde Viyana ziyaretlerinde bulunmuş, 21 Haziran 1867’de henüz 24 yaşında iken İstanbul’dan başlayan yolculukları, bu şehirlerin dışında diğer Avrupa başkentleri ve önemli şehirleri de ziyaret edildikten sonra 7 Ağustos 1867 tarihinde yeniden İstanbul’da sona ermiştir.

Siyasî olaylar

Tahta çıkışı ve I. Meşrutiyet

Amcası Abdülaziz’in 1876’da tahttan indirilmesi ve şüpheli şartlarda ölümü, ağabeyi V. Murad’ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhi çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı’na hapsedilmesi olaylarına şahit oldu. 31 Ağustos 1876’da İkinci Abdülhamid ismi ile padişah ilân edildi ve 7 Eylül günü Eyüp’te kılıç kuşandı.

Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhrandaydı. 1871’de Âli Paşa’nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875’te devlet, borçlarını ödeyemez hâle düşerek Ramazan Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya’nın başını çektiği Panslavizm akımının etkisiyle, Osmanlı’ya bağlı özerk gözüken ama fiilen bağımsız şekilde hareket eden Sırbistan ve Karadağ’ın da kışkırtma ve yardımlarıyla Balkanlar’da millî isyanlar baş göstermişti. Yurt içinde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra her iki saltanat değişiminin mimarı olan Midhat Paşa’yı sadrazam yaptı.

Abdülhamid, tahta geçtikten sonra Midhat Paşa’ya verdiği taahhüt uyarınca; Büyük Devletlerin Osmanlı Balkan topraklarındaki durumu görüşmek üzere İstanbul’da bir araya geldikleri Tersane Konferansı ile aynı gün 23 Aralık 1876’da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî’yi ilan etti. Meclis-i Mebûsan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis Meclis-i Umumi, 19 Mart 1877’de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasal monarşi sistemine geçilmesi ile birlikte, yargı bağımsızlığı ve temel hakların anayasada teminat altına alınmasına rağmen, esas hâkimiyet padişahın kalmıştı. Abdülhamid, Kanun-ı Esasî’nin 113. maddesiyle kendisine tanınan “idari sürgün yetkisi”ni kullanarak daha meclis toplanmadan 93 Harbi başlamadan Midhat Paşa’yı sadrazamlıktan alıp sürgüne yolladı.

II. Abdülhamid

 

Balkanlarda huzursuzluk ve Tersane Konferansı

Abdülaziz döneminde (1861-1876) 1875 yılında başlamış olan Hersek İsyanı ve Bulgar İsyanları sürerken V. Murad döneminde Sırbistan ve Karadağ savaşları ile Balkan toprakları savaş alanına çevrilmişti. Bu isyanları kışkırtan ve destekleyen Rusya, Şark meselesini halletmek üzere fırsat kollamakta idi. Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında Rusya, aralarında Osmanlı Devleti’nin de bulunduğu Batı ittifakına yenilmiş ve yalıtılmıştı. Rusya, dikkatini 1860’lardan itibaren Kafkasya’daki son direnişi kırmaya (1863-1864) ve Orta Asya’daki Türk hanlıklarının topraklarının ele geçirmeye (1866-1876) vermiş, aynı dönemde ise Birleşik Krallık ve Fransa’nın dikkati 1871’de Almanya’nın birleşmesi ve İtalya’nın birleşmesiyle Avrupa kıtasında oluşan yeni dengelere yönelmişti. Birleşik Krallık’ta Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni destekleyen Palmerston (1855-1865) ve İngiltere’nin çıkarlarını düşünse de Osmanlı’ya karşı nispeten ılımlı bir politika izleyen Disraeli (1874-1880) dönemlerinin aksine Gladstone (1868-1874, 1880-1885 ve 1892-1894) Osmanlı muhalifi bir siyasi tutum içine girmiş, muhalefetteyken de özellikle Bulgar İsyanları’nın bastırılması sırasında Osmanlı Devleti’nin katliamlar yaptığı iddialarını gündeme taşımış; bu da Macar devrimcilerinin Osmanlı Devleti’ne sığınmaları (1848) ve Kırım Savaşı (1853-1856) sırasındaki müttefiklik sayesinde Türklere yönelik olumlu bakış açısını tersine çevirmeye başlamıştı. .

II. Abdülhamid’de iktidarının başında Osmanlı’da büyük problemlere neden olan büyük güçlerin Osmanlı Topraklarına müdahalesi ve 93 Harbi’nin nedenini oluşturan Büyük Doğu Buhranı denen bir dönemi onun büyük sorunlarını önünde buldu. Balkanlarda çıkan isyanlar,başlayan kargaşa da İngiltere öncülüğünde büyük güçler, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve tahta yeni çıkan II. Abdülhamid’i Tersane Konferansı denen bir konferansı toplamaya zorladılar. Midhat Paşa ve Osmanlı yetkilileri bu toplanacak konferanstan hiçte hayırlı bir sonucun çıkmayacağını fark ettiklerinden II. Abdülhamid ile konuştular ve daha öncesinde anlaştıkları gibi konferanstaki reform taleplerini geçersiz bırakmak için konferansın toplanacağı gün 1.Meşrutiyet ve Kanuni Esasi’nin daha hızlı şekilde yürürlüğe konmasına ikna ettiler. Bu sırada İngiltere’de başbakan Disraeli ezeli rakibi ve Türk düşmanı olarak bilinen ana muhalefet lideri Gladstone tarafından Osmanlı’nın bulgar katliamlarına seyirci kaldığı gibi suçlamalarla sıkıştırılmaktaydı ve ingiliz kamuoyunda Osmanlılar katliamcı olarak gösterilmekteydi. Disraeli, Palmerstone kadar olmasa da Osmanlı’ya karşı ılımlı bir politika izlemeye çalışmaktaydı. Ancak bu baskılar karşısında bu konferansta hiçte ılımlı bir yaklaşımda bulunmadı. Tam tersine İngilizleri temsilen Sir Henry Elliot yerine atanan İngiliz Osmanlı Büyükelçisi Lord Salisbury İngiltere’nin Osmanlı’yı olası bir Rus savaşında desteklemeyeceğini ve hiçbir şekilde Osmanlı’nın arkasında durmayacağını, bu Balkan isyanları ile ilgili kendilerinden destek beklenmemesini sadrazama ve Osmanlı idarecilerine bildirip bu konuda uyarıda bulundu. 23 Aralık 1876’da toplanan bu konferansa Prusya, İngiltere, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devleti katıldı aynı günde 1.Meşrutiyet, Meclisi Mebusan’ın kurulması ve Kanuni Esasi havai fişek gösterileri altında ilan edildi. Kısacası 1. Meşrutiyet Tersane Konferansının toplandığı aynı gün ilan edildi ve ilan edilmesindeki temel amaçlardan biri çeşitli tarihçilere konferanstaki kararları gereksiz kılma ve Balkanlardaki sorunu da kısmen çözme, büyük devletlerin baskısını, bu toplumların sorunlarını mecliste ifade edebileceklerinden bahisle engelleme, bu yapılamıyorsa da Osmanlı Devletine sorunları çözme için zaman kazandırmaydı.

Ancak sonuç hiçte Osmanlı Devletinin istediği, Mithad Paşa ve II. Abdülhamid’in Osmanlı devlet adamlarının hedeflediği şekilde olmadı. I. Meşrutiyet’in ilanına rağmen, görüşmelerin devamı ve konferansın yapılıp sürmesine karar verildi, Osmanlı’nın reform talepleri, alternatif önerileri reddedildi. Konferanstan,

Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık kararı,
Bosna-Hersek’e özerklik verilmesi,
aynı şekilde Bosna-Hersek gibi özerk ama Doğu ve Batı Bulgaristan olarak iki parça olarak iki Bulgar devleti (eyaleti) kurulması kararı çıktı.
18 Ocak 1877’de Sadrazam Mithat Paşa hiçbir şekilde bu yönde alınmış bir kararı Osmanlı’nın kabul etmeyeceğini bildirdi. 20 Ocak 1877’de varılmış olan ama Osmanlıca ve Mithat Paşaca kabul edilmeyen kararlarla konferans dağıldı. Mithat Paşa 5 Şubat 1877’de II. Abdülhamid tarafından sadrazamlık görevinden alınmış, sürgüne yollanmış ve yerine Gençosmanlılar’dan olmayan, 2.Abdülhamit’in güvendiği deneyimli kişilerden biri olan İbrahim Edhem Paşa getirilmiştir. İngiliz Büyükelçisi bu taleplerin red edilmesi konusunda kırgınlığı ve sonuçları konusunda Osmanlıları tekrar uyarmıştır.

93 Harbi

İngiliz,Fransız,Alman, Rus vs.büyükelçilerinden oluşan bir heyet Meclisi Mebusan’nın açılması sonrası Mart 1877 sonunda Londra Protokolü denen Tersane konferansı kararlarının biraz değiştirilmiş hali olan kararları sert bir mıhtıra ile Osmanlı İmparatorluğu’na göndermiştir. Edhem Paşa hükümeti ve Meclisi Mebusan bu protokolü de reddetmiştir. Rusya’nın da Balkanlar’da ıslahat için büyük güçlerin verdiği kararların kabul edilmesi yönündeki mıhtırada 12 Nisan 1877’de İbrahim Edhem Paşa hükûmeti tarafından da reddedildi. Bunun üzerine 24 Nisan 1877’de Rusya’nın Osmanlıya savaş ilanıyla, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Abdülhamid’in Rus tekliflerinin kabulü ve savaşa karşı olmasına rağmen öncesinde Mithat Paşa, sonrasında Damat Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen savaşta esasında Osmanlı ordusu Rus ordusuna nazaran Sultan Abdülaziz’in sağladığı ekipman sayesinde çok daha eğitimli ve donanımlıydı. Ama Osmanlı komuta kademesi için aynı şeyi söylemek çok zordu. Daha başında Rusların Balkanlarda ordularını gönderip, saldırıya geçebileceği tek bir yer bulunmaktaydı, o da Osmanlı himayesi altındaki Romanya topraklarıydı ve Ruslar bu topraklar üstünde Siret (Sava) nehri üzerinde Barboşi köprüsünün olduğu yerden ordularını geçirmek zorundaydı. Bu köprü kritik bir öneme sahip olmakla beraber, köprünün havaya uçurulması Osmanlılara en az 2 veya 3 ay vakit kazandıracaktı. Nitekim Osmanlı kuvvetlerine askeri danışmanlık veren İngiliz danışmanlarda bu durumun farkındaydı. Köprünün hemen yakınındaki Osmanlı Tuna donanmasının komutanına İngiliz askeri danışmanı Hobart Paşa, Barbosi’nin tahrip edilmesi emrini vermiş fakat Tuna’daki 4 gemilik Osmanlı filo komutanı bunun bir aldatmaca veya casusluk oyunu olduğuna dair şüpheleri yüzünden emri uygulamakta 4-5 gün kadar gecikmiş ve tam emri uygulayacak iken de bu defa iş işten çoktan geçmiştir, zira Ruslar orduları ile Sava Nehri kıyısına gelip filoyu donanmaları ve karadaki topları ile ateşe alıp batırmış ve yok etmiştir. Sonuçta Osmanlılar için büyük bir fırsat daha muharebenin başında kaybedilmiştir.

Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa haricinde komuta kademesi son derece eksik ve birbiri ile sürekli mücadele halindeydi. Bu iki paşanın can hıraş çabaları ve Plevne Savunması, Kızıltepe, Halyaz, Zivin gibi muharebelerdeki başarıları ne yazık ki savaşın gidişatını değiştirmedi.Rus orduları Osmanlı ordu komuta kademesinin kuvvetleri sevk ve idaresindeki hatalarından, Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa’nın uyarılarının önerilerinin zamanında Padişah ve genelkurmayca dikkate alınmamasından, hele ki Şıpka Geçidi gibi kritik bir geçidin yanlış eksik müdahaleler ile tutulamamasından yararlanarak Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir sıra mağlubiyete uğratarak doğuda Erzurum’u, batıda ise Bulgaristan’ın tamamı ile Trakya’nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal ettiler. Meclis-i Mebusan’da hükûmetin savaş politikalarına yöneltilen ağır tenkitler üzerine Abdülhamid, “Ben artık Sultan Mahmud’un izinden gitmeye mecbur olacağım.” diyerek Yeniçeri Ocağı’nı kapatan dedesi II. Mahmud’a atıfta bulunup, meclisi 18 Şubat 1878’de tatil etti. Takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kânûn-ı Esâsî kaldırılmayıp askıda kaldı ancak 2.Abdülhamit kâğıt üzerinde de olsa Anayasayı muhafaza ederek aldığı kararları yine bu anayasaya göre yürürlüğe koydu.

93 Harbi, 3 Mart 1878’de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos (Yeşilköy)’ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı, sınırları Tuna’dan Ege’ye, Trakya’dan Arnavutluk’a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek’e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek,Ardahan, Kars, Ardahan, Batum, Artvin, Eleşkirt ve Doğubayazıt Rusya’ya verilecek; Teselya, Yunanistan’a bırakılacak, Girit ve Ermenistan’da ıslahat yapılacak, Osmanlı İmparatorluğu Rusya’ya 30.000 ruble savaş tazminatı ödeyecekti.

Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya Rusya’nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan İngiltere ve diğer Avrupa devletleri karşı çıktılar. İngiltere, Osmanlı Devleti’ne Kıbrıs’ı kendisine kiralaması karşılığında daha iyi şartlarla anlaşmaya Rusları ikna edeceğini bildirdi.Öte yandan da Osmanlı’yı Kıbrıs konusunda zorladı. 13 Temmuz 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nın yerine geçen Berlin Antlaşması İngiltere’nin Osmanlı’dan aldığı Kıbrıs adası tavizi ve baskısı neticesi imzalandı. Yeni antlaşmayla Rusya’nın toprak kazanımları kısmen geri alındı, Makedonya,Doğu Bayazıd,Eleşkirt Ovası Osmanlı’da kalırken, Romanya ve Sırbistan, Karadağ’a tam bağımsızlık verildi. Bulgaristan’da Almanya ve Avusturya-Macaristan himayesinde bununla birlikte Büyük Bulgaristan Prensliği yerine daha dar topraklarda başkenti Tırnova (1879’da Sofya oldu) olan Prensini Osmanlı padişahının seçemeyeceği,kendi savunma kuvvetleri ve milli marşı da olacak özerk Bulgaristan Prensliği oluşturuldu; bunun yanında yine Osmanlı’ya bağlı Bulgar valilerini Osmanlı Padişahının seçip atayacağı, Osmanlı Ordusunun denetiminde başkenti Filibe olan özerk Doğu Rumeli vilayeti kuruldu.

II. Abdülhamid

Çırağan Sarayı Baskını (1878)

II. Abdülhamid, 13 Şubat 1878’de Meclisi tatil etti idareyi tümden ele aldı ancak 93 Harbi’de Osmanlı’nın ağır yenilgisi ile sonuçlanmıştı. İmzalanan Ayastefanos Antlaşması kaybedilen topraklar, sürgüne yollanan Mithat Paşa, Genç Osmanlılar ve kapatılan meclis; kitlelerde Genç Osmanlılar da ağır hoşnutsuzluk ve tepki yarattı. Genç Osmanlılardan Ali Suavi’de bu tepki içindeydi. Ali Suavi topladığı ve galeyana getirdiği kitle ile 20 Mayıs 1878’te V. Murad’ı Padişah, Mithat Paşa’yı sadrazam yapmak, II.Abdülhamit’i devirmek için Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaptı. Darbenin başarıya ulaşması Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa ve yanındakilerce son anda engellendi. 23 ihtilalcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’in hafiye denilen gizli teşkilatını kurarak çok daha sıkı baskıcı şekilde idareyi ele almasıyla ve Yıldız Sarayı’na idare merkezini nakletmesiyle sonuçlandı. Bu darbe girişimi tarihçi Erhan Afyoncu’ya göre II.Abdülhamit’in ayrıca ruhunda ve psikolojisinde derin etkiler bırakmıştır, onu içe daha kapanık ve kuruntulu bir yapıya itmiştir.

Hafiye teşkilatı (1880)

II. Abdülhamid Meclis’i kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra özellikle kendisine karşı yapılan başarısız Çırağan baskını sonrası Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı kurdu. Çok sayıda hafiyeden meydana gelen bu teşkilatın gayesi ilgili devletlerin durumu hakkında haber alma espiyonaj faaliyetleri yanında II. Abdülhamid’in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid’e karşı hazırlanan darbe veya isyan teşebbüslerini önlemekti. Bu sebeple teşkilatın Jöntürklerin bulunduğu toplandığı Paris, Roma, Londra, Berlin gibi yurtdışı yerlerde de örgütlenmiş ve operasyonlar düzenleyebilmekteydi.

Yine aslen Osmanlı zaptiye (jandarma) teşkilatına bağlı gözükse de doğrudan II. Abdülhamid’e bağlı Umur-u Hafiye denen bir teşkilat daha vardı. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler, Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyor, böylece her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu.

Bu teşkilatlardan Yıldız İstihbarat Teşkilatı 2.Meşrutiyetin ilanı akabinde Bakanlar Kurulunun (Vukela) 29 Temmuz 1908 tarihli kararnamesi ile dağıtılsa da,Abdülhamit’in tahtan indirilmesi sonrasında 1.Balkan Savaşı sırasında Osmanlı’nın bozgunun bir diğer nedeni Balkan devletlerinin durumu hakkındaki istihbarat zafiyeti olmuştur. Bir istihbarat teşkilatının varlığını gerektirdiğinden bu teşkilattan yola çıkarak Enver Paşa tarafından 1913’te Teşkilatı Mahsusa adlı istihbarat örgütü kurulacaktır.

Yıldız Mahkemesi (1881)

Darbe ile indirilen Sultan Abdülaziz, Feriye Sarayı’nda 4 Haziran 1876 günü sakalını düzeltmek için bir makas istemiş, sonra bilekleri kesik vaziyette bir minder üzerinde bulunmuş ve kısa zaman sonra hayatını kaybetmişti. Sâbık sultanın naaşı önce Feriye Karakolu’na götürülmüştü, doktorların incelemesiyle ölüm nedeninin bileklerini keserek intihar olduğu kararına varılmıştı. V.Murat’ta akıl sağlığını bozulduğu gerekçesi ile tahtan indirilmiş yerine 2.Abdülhamit çıkarılmıştı. Ancak hâlâ hayatta olan V. Murat’ın iyileşme ihtimali ve taraftarları onu tekrar tahta çıkarmak istemekteydi. II. Abdülhamit’in tahta çıktığı sene sabık Sultan Murat ve oğlu Salahattin Efendi’yi bir vapur ile Avrupa’ya kaçırmak maksadıyla yerli ve yabancı kişilerden oluşan bir heyetin faaliyetleri, hafiyeler tarafından Saraya bildirildi. Nitekim bu istihbarattan birkaç gün sonra çarşaf giymek suretiyle kadın kılığına girmiş ikisi maliye ve rüsumat kâtiplerinden diğer ikisi de Hristiyanlardan oluşan dört kişilik bir heyet, validesinin isteği üzerine Sultan Murat’a kurşun dökmek için geldiklerini söyleyerek saraya girmek ve eski sultanı kaçırmak istemişlerdi. Ancak bu teşebbüs alınan sıkı önlemler sayesinde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bunun akabinde Ali Suavi ve taraftarlarının Çırağan Baskını ve darbe girişimi Sultan’ı büsbütün şüpheci hale getirmişti. İktidarı tümden ele alan 2.Abdülhamit artık tekrar bir darbe teşebbüsü olmaması önceki sultanların akıbetine uğramamak için siyasi otoritesini güçlendirmek istiyordu, kendisine muhalif olabilecek kitleyi ortadan kaldırmaya karar verdi. Bu amaçla da Haziran 1881 öncesi gözaltı, ifade alma, yakalama ve tutuklamalar başladı. Mithat Paşa yakalananlar arasındaydı. Yakalanan kişilere yine mahkeme önüne çıkmadan önce ifadeleri öncesi ve sonrasında işkence yapıldığı da iddialar arasındadır. Sonrası Abdülhamit Selefi amcası Sultan Abdülaziz’in öldürüldüğünden bahisle 27 Haziran- 29 Haziran 1881 tarihleri arasında Yıldız Sarayı’nın bahçesinde bir çadır kurdurdu. Suikast ve cinayetle suçladığı birçok kişiyi yargılattırdı. Bu yargılamalar ile hem saltanatı için tehlike olarak gördüğü kişileri yok etmek hem de V. Murat’ı halkın gözünden düşürerek yeniden tahta çıkarılma ihtimalini ortadan kaldırma peşindeydi. Tarihçi Uzunçarşılı’ya göre Mithat Paşa, Yıldız Mahkemesi’nde yargılanan kişilerin en önemlisi Abdülhamit’in en çekindiği, halkın gözünden düşürmek istediği kişiydi. Diğer önemli isimler ise Sultan Abdülaziz döneminin saray yönetiminde aktif rol oynayan Rüştü Paşa, Damat Mahmut Celalettin Paşa, Hayrullah Efendi gibi kişilerdi. Bunların yanı sıra Sultan Abdülaziz’in cinayetiyle ve onun mallarının bir kısmını gasp etme suçlamasıyla yargılanan dönemin mabeyncisi Damat Nuri Paşa da yargılandı. Buna karşın sabık Sultan V. Murat ve annesi Şevkefza Sultan ise zaten hapiste tutulduklarından yargılanmadı. Mahkeme kurulunun başkanı Ali Sururî Efendi ve ikinci başkanı ise Rum asıllı Hristo Forides Efendi idi. Feriye Sarayı’nın görevlilerinden Pehlivan Mustafa, Cezayirli Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed ile Mâbeynci Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Midhat Paşa, Damat Mahmud Celaleddin Paşa ve Damat Nuri Paşa idama; Seyyid Bey ve Albay İzzet Bey de 10 yıl hapse mahkûm edildi. 9 Temmuz 1881 günü toplanan 25 kişilik bir temyiz kurulu tarafından tekrar gözden geçirildi. Bu kurulun üyeleri arasında Gazi Osman Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa da vardı. 25 kişi arasından 15 kişi mahkemenin kararının aynen uygulanması, 10 kişi ise cezaların hafifletilmesi yönünde oy kullandı. Böylece onaylanmış olan idam cezalarını II. Abdülhamit Taif’te çekilmek üzere müebbet hapse çevirdi. Taif’te zor koşullar altında hapis hayatı yaşayan Mithat Paşa ve Damat Mahmud Celaleddin Paşa 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızları tarafından boğularak öldürüldüler. Eski şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi de 1898’de gene Taif’te öldü.Nuri Paşa suçsuzluğunu iddia etse de müebbet hapis cezası almaktan kurtulamamıştır. Bu mahkeme ve özellikle Mithat Paşa’nın ceza alması Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından da eleştirilmiştir. Böyle 2.Abdülhamid haklı veya haksız kendisine karşı olan muhalif kitleyi geçici süreliğine bertaraf etmiş oldu.

Toprak kayıpları

Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın elden çıkması, Teselya’nın Yunanistan tarafından işgali (1878)

Sırbistan 1815 yılında özerklik kazanmış, bu özerklik, Ruslarla imzalanan Akkerman Antlaşması (1826) ve Edirne Antlaşması ile teyit edilmiş, 1835 yılında Sırbistan’ın ilk anayasası kabul edilmiş, 1867 yılında ise Batılı ülkelerin baskısıyla Türk birliklerinin Sırbistan’daki bütün kalelerden çekilmesi üzerine Sırbistan, görünüşte özerk, ancak fiilen bağımsız bir yapıya kavuşmuştu. Karadağ ise İşkodra’ya bağlı bir sancak olmakla birlikte Osmanlı hâkimiyeti için askerî harekât yapılmasına lüzum görülmeyen çorak bölgede vladika adlı yöneticiler kısmî bir özerklik yaşamakta olup 1852 yılında Rusların da desteğiyle Karadağ Prensliği adıyla bu özerkliğini resmiyete kavuşturmayı başarmışlardı. 1858 ve 1862 yıllarındaki Osmanlı-Karadağ savaşlarının sonucunda imzalanan belgelerde Karadağ’ın sınırları da belirlenmişti. Sırbistan ile savaş, başlangıçta Osmanlı ordularının başarısıyla sonuçlandı. Sırpların Niş, Pirot ve Sofya hedeflerine yönelik başlattıkları taarruzları durduran Türk birlikleri karşı taarruza geçti ve 1 Eylül 1876 tarihinde Aleksinaç Muharebesi’nde Sırpları kesin bir yenilgiye uğrattı. Ekim ayında Sırpların savunmasının tamamen çökmesi ve Osmanlı ordusuna Belgrad yolunun açılması üzerine Rusya, 48 saat içinde silahlı çatışmaların durdurulması hususunda Osmanlı Devleti’ne ültimatom verdi. Rus baskısına boyun eğmek zorunda kalan Osmanlı Devleti ateşkes yaptı. 15 Ocak 1877 tarihi itibarıyla Sırbistan ile savaşın ilk merhalesi kesin olarak sona erdi. Karadağ ile 18 Haziran 1876 tarihinde başlamış olan savaşta ise Osmanlı ordusu başarısız oldu. 18 Temmuz’da Niksiç Muharebesi’nde yenilgiye uğrayan Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kaldı.

Balkanlarda ortaya çıkan buhranı çözüme kavuşturmak gayesiyle ve Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki eyaletlerinin idari şartlarını düzenlemek üzere Avrupa ülkelerinin baskısı ile İstanbul’daki Haliç tersanelerinde toplanan Tersane Konferansındaki başarısızlık, sonrasında Ruslarla harbin çıkması üzerine hem Sırbistan, hem de Karadağ ile muharebeler de yeniden başladı. Osmanlıların neredeyse bütün birliklerini Ruslarla savaşa teksif ettikleri bir dönemde Sırbistan ve Karadağ’daki az sayıdaki birlikle savunmada kaldılar ve mağlup oldular. Sırplar 1878 yılında Niş, Pirot ve Vranje’yi ele geçirirken Karadağlılar da Nikşiç, Podgorica, Bar ve Ülgün’ü işgal ederek Adriyatik Denizi’ne çıktılar.

Bu arada 93 Harbi öncesi ve başında Osmanlı himayesindeki Romanya Prensliği, Osmanlının, Rumen Kralı 1.Carol’un baştaki Osmanlı yanlısı tutumunu değerlendirememesi ve Kırım Harbinin aksine Romanya’da savunma yapmak yerine Tuna boyunda savunma yapma stratejisi ardı ardına stratejik hataları karşısında Rus işgaline uğramamak ve bağımsız olmak için Osmanlı aleyhine dönmüştü. Ruslarla 1877’de Bükreş’te anlaşıp ülke bütünlüklerine saygı gösterme, işgale uğramama şartlı olarak Rus kuvvetlerinin geçmesine izin verdi, fiilen Osmanlı’ya karşı bağımsızlığını ilan etti ve sonrasında Ruslar yanında savaşa girip Rusların ilerlemesine kendi askerleri ile katıldı. Öyle ki Plevne Muharebelerine Rumen Kralı’da Rus İmparatoru ile birlikte ordusuyla iştirak etmiştir. Neticede savaş sonrası Ayastefanos ve Berlin Antlaşması ile hukuken de bağımsızlığı tanınarak Osmanlı’dan ayrılıp Romanya Krallığı olarak bağımsız bir devlet haline gelmiştir.

Bunlar sürerken Yunan ordusu, beklenmedik şekilde savaş ilan etmeden Osmanlı’nın elindeki Teselya’yı işgal etti. Bölgedeki Osmanlı birlikleri Rus-Sırp-Romanya-Karadağ kuvvetleri ile savaşta olduğundan sayıca yetersizlikten bu işgale karşı koyamadı. Osmanlı Devleti 1878 yılında imzalanan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması ile Karadağ ve Sırbistan’ın bağımsızlıklarını tanıdığı gibi kaybettiği toprakların bu iki ülkeye ait olduğunu da kabul etti. Teselya’da Yunanistan’a verilmek zorunda kalındı.

Savaş neticesinde imzalanan Berlin Antlaşması’na göre Karadağ bağımsız olmuştur. 1879’dan itibaren Karadağ’la diplomatik ilişkilerin de başladığı bu dönemde ilişkilerde mühim bir mesafe kat edilmiştir. Balkan Savaşları’na kadar küçük sınır çatışmaları haricinde Osmanlı-Karadağ ilişkilerinde savaşsız bir dönem geçirilmiştir.

Arnavut Milliyetçi Hareketi ve Prizren Birliği (1878-1881)

93 Harbi sonrasında yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu Sırbistan’a ve Karadağ’a toprak bırakmak zorunda kalmıştır. Ayastefanos Antlaşması ile Makedonya’yı da içine alan bir Bulgaristan Krallığı kurulması kararlaştırılmıştı. Diğer taraftan Sırbistan’da ele geçirdiği bölgelerdeki Arnavutları sürmeye başladı. Özellikle %70’i müslüman ve Osmanlı’nın pek çok savaşında yer almış son derece sadık vatandaşlarının haklarını koruyamaması, daha başka çeşitli bölgelerinde Sırbistan, Karadağ’a terk edileceği söylentileri Arnavut ve müslüman ahalide büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Bölgedeki halkın çeşitli kesiminden kişiler Osmanlı’ya hizmet vermiş veya müslüman halkça saygı gören 47 Arnavut beyinin başkanlığında Berlin Antlaşmasının hemen öncesinde 10 Haziran 1878’de toplandı. Prizren Ligi veya Prizren Birliği (İttifakı) adı verilen bir örgüt kurulması kararı aldılar. Örgüt Prizren Ulusal Savunma Komitesi Kararnamesi adlı bir beyanname yayımlayarak 18 Haziran 1878’de bölgenin Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılmaması, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunması bu amaçla Osmanlı’ya destek verilmesi yolunda Prizren Ulusal Savunma Komitesi Kararnamesini yayınladı. İlaveten Arnavutların yaşadığı vilayetlerin birleştirilmesinin istenmesi de kararlaştırıldı. Bunun ardından bölgedeki Arnavutlar silahlanmaya milis güç örgütlenmesine başladı. Her ne kadar ilgili örgüt bağımsız bir Arnavutluk kurulması amacıyla kurulmamışsa da çıkarılan metinde bu yönde Osmanlı’dan bölgenin alınması durumunda bir talep olacağı ima edilse de; Fraşirili Abdül Bey gibi bağımsızlık düşüncesinde olanlarda vardı ve bu hareketi destekleyen ve katılanlar arasındaydı. Temmuz’da Berlin Kongresi’nde kendisi ve 60 kadar kişi birlik adına bir mektup yolladılar ve Arnavut olarak kendilerinin tanınmasını istediler.

Talepleri özellikle Bismark’ın Arnavut diye bir ulus yoktur burada olsa olsa coğrafi bir birlik olur sözleri ile dikkate dahi alınmadı. Bunun yanında Berlin Antlaşması ile Arnavut ve Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu Bar, Podgorica ama en önemlisi Gusinye ve Plav çevresinin Karadağ’a bırakılmasına karar verildi. Bunun üzerine birlik bu anlaşma şartlarını kabul etmeyip silahlı mücadeleye girişmeye karar verdi. Öte yandan bu bölgenin devri Osmanlı’nın da istediği bir durum değildi. Fakat Rus birliklerinin, bu bölgelerin Karadağ’a katılması kesinleşmedikçe Doğu Rumeli’yi tahliye etmeyeceklerini öngören Rus ültimatomu karşısında Osmanlı’nın da başkaca bir çaresi kalmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu Berlin Antlaşması şartlarını kabul ettirmek için Müşir Mehmet Ali Paşa ve birliğin bildirisine imza atan ancak sonrasında birlikten ayrılan Abdullah Paşa Dreni’yi ikna için bölgeye gönderdi.

93 harbindeki başarısızlıkları ve 1871’de bir Arnavut isyanını gidermedeki sert tutum ve davranışlarıyla zaten bölgede sevilmeyen Mehmet Ali Paşa tepki ile karşılandı.Yakova saldırısı diye bilinen olayda Abdullah Paşa Dreni ile birlikte bölge halkının Arnavut milislerin askerlere saldırısı ve çıkan çatışma sonucu öldürüldü. Bu birliğin ilk saldırısı oldu. Osmanlı’nın Karadağ’a olan feragatini tamamlayamaması, 1878 kongresinden sonra bile ülkenin yüksek istikrarsızlığını uluslararası düzeyde vurgulamıştır. Selanik’ten Üsküp ve Ferizovik’e büyük askeri birlikler, birliğin üzerine gönderilsede Osmanlılar Prizren birliğinin üzerine genel isyan riski ve bölgedeki hoşnutsuzluğu arttıracağını düşünerek yürümedi, bu saldırıyı mantıksız başkaca işlere bağlayıp gizlemeyi tercih ettiler. Ancak bu saldırı ve başarısı Fraşirili Abdül Bey gibi bağımsızlık yanlılarında istemlerinin güçlenmesine neden oldu.27 Eylül’de, Arnavutların yaşadığı tüm bölgelerin azami özerkliğe sahip tek bir vilayette birleştirilmesini, Arnavutça’nın bölgede resmi dil olarak kullanımı da içeren meclis kararları,talepleri İstanbul’da kardeşi Şemseddin Sâmi’nin sahibi olduğu Tercüman-ı Şark gazetesinde yayınlandı. Birlik sonrasında Gusinye ve Plav üzerine yönelen Karadağ birliklerine saldırdı. 9 Ekim-22 Kasım 1879’da birliğin Veloka Saldırısı başarısız oldu. Bununla birlikte bölgedeki Osmanlı yöneticilerinden gizli yardım alan birliğe üye ama bağımsızlık yanlısı olmaktan çok Osmanlı taraftarı muhafazakar kanattan olan Gusinyeli Ali Paşa komutasındaki Arnavut ve Osmanlı Milisleri 4 Aralık 1879’da Novšiće Muharebesi’nde Karadağ ordusunu yenilgiye uğrattı. II. Abdülhamid ve Osmanlı kurmayları Ahmet Muhtar Paşa’yı Manastır üstü birliğin üzerine gönderse de Ahmet Muhtar Paşa barışçıl yollarla bu yerlerin devredilmesi gerektiğini belirten bir beyanname yayınlamakla yetindi. Bu arada birlik Karadağ birlikleri ile 8 Ocak 1880’de Murino Muharebesi’ne girişti. Her iki tarafta zafer ilan etse de muharebe sonuçsuz kaldı. Bu kanlı mücadeleler ve direniş karşısında 1880’de Osmanlı İmparatorluğu ve büyük güçler Berlin Antlaşmasında revizyon için pazarlığa oturdu. İtalyan temsicilsi Plav ve Gusinye’nin Osmanlı’da kalması karşılığında sahildeki Katolik Arnavut kabilelerine ait Hot ile Kelmendi’nin bir kısmının Karadağ’a verilmesini talep etti. Ancak bunun haberini alan bölgedeki Katolik Arnavutlar, İşkodra’daki Fransız konsolosluğuna Osmanlı Sultanına bağlı olup asla bu durumu kabul etmeyecekleri ve silahlı direnişle karşı koyacaklarını belirtir bir mektup yazdılar. Bunun üzerine Haziran 1880’de Berlin’de tekrar toplanan büyükelçiler, bu defa Ertem’e göre Osmanlıların teklifi ile müslüman Arnavutların yaşadığı Ülgün kasabasının Karadağ’a verilmesini kararlaştırdılar ki bu sırada İngiltere’deki seçimleri Gladstone kazanmıştı. Birlik bunu da kabul etmedi,Ülgün’de direniş örgütledi. Osmanlılar da, Ülgün’ü Arnavutlardan teslim almayıp işi geciktirme sakınma peşindeydi. Ancak Gladstone Osmanlı Devleti’ne derhal Ülgün’ü Karadağ’a teslim etmesi aksi takdirde İngiltere önderliğindeki uluslararası donanmanın İzmir’i işgal edeceğini bildirmiştir. Birde gemilerini Ülgün ve Osmanlı İmparatorluğu üzerine göndermiştir. Osmanlı İmparatorluğu bunun üzerine Ülgün ve birliğin üzerine asker göndermek mecburiyetinde kalmıştır. Müşir Derviş İbrahim Paşa komutasında Osmanlı birliklerince girişilen 1881’e kadar devam eden çatışmalar ve 22 Kasım 1880 Ülgün Muharebesi, 16-20 Nisan 1881’deki Slivova Muharebesi neticesinde birlik dağıtılmış liderleri tutuklanmıştır. Neticede Ülgün Karadağ’a verildi, Plav ve Gusinye ise Osmanlı’da kaldı. 1913 yılında 1.Balkan Savaşı’nda Karadağ tarafından işgal edilip elden çıkana kadarda kalmaya devam etti. Öte yandan Karadağ’daki gazeteler ittifakın hızla Osmanlıca Gladstone’un tehdit baskısı ile girişilen operasyonlar neticesi dağıtılması ve bu olaylar akabinde Osmanlıları ve Arnavutları (Prizren İttifakını) Berlin Antlaşması ile kendilerine verilen toprakları vermemek ve büyük güçleri kandırmak için danışıklı oyun tertip etmekle itham etti. Bununla birlikte ittifakın muhafazakar kanadını temsil eden Arnavut Gusinyeli Ali Paşa sonrasında II. Abdülhamid tarafından affedilip serbest bırakılıp bulunduğu yerde Gusinye muhafızı, İpek Mutasarrıfı yapılmıştır. İttifakın bağımsızlık yanlısı kanadını temsil eden Arnavut bağımsızlığını savunan Fraşirili Abdül Bey ise mahkemede yargılanıp ölüm cezası alsa da II. Abdülhamid cezayı hapse çevirdi, 1886’da sağlık nedenleri ile de affetti. Sonrasında kendisi İstanbul Şehremaneti üyeliğine getirilmiştir. II. Abdülhamid pek çok Arnavut’u üst düzey görevlere getirmiş ve askeriyeye almıştır. İlk Arnavut ulusal hareketi bu şekilde sona erdirilmiştir ancak bu olaylar bir kısım Arnavutların zaman içinde zayıflayan Osmanlıya karşı cephe alması ve bağımsızlık taleplerinin de önünü açmıştır. II. Abdülhamid’in tahtan ayrılması ardından 1909’da bölgede tekrar Arnavut isyanları patlak verecektir.

Kıbrıs’ın İngiltere’ye kiralanması (1878)

Mayıs 1878’de Osmanlı Devleti’ne resmen başvurmuş olan Birleşik Krallık, Kıbrıs’ın kendilerine verilmesi için bir anlaşma yapılmasını istedi. Ayastefanos Antlaşması yerine Rusya’yı daha Osmanlı lehine anlaşmaya ikna edebileceklerini de belirttiler. Osmanlı Dışişleri Bakanı Saffet Paşa, Birleşik Krallık’ın isteklerini yumuşatmak istediyse de İngiliz elçi gerekirse Kıbrıs’ı zorla işgâl edebileceklerini söyleyerek Osmanlı’yı tehdit etti. Bu tehdidin ardından anlaşmanın en geç 3 Haziran 1878 akşamına kadar yapılması için Osmanlı’ya yönelik baskı arttırıldı. Baskılar neticesinde Osmanlı, anlaşmayı kabul etti. Osmanlı Devleti ile Birleşik Krallık arasında Kıbrıs’ın yönetiminde değişiklik yapılmasını öngören anlaşma 4 Haziran 1878’de imzalandı. 7 Temmuz 1878’de de İngilizlerin Kıbrıs’a asker çıkarmalarına izin veren emir çıkarıldı. Böylece 12 Temmuz 1878’de Kıbrıs’a asker çıkaran İngilizler, Kıbrıs’taki Osmanlı bayrağını indirip yerine kendi bayraklarını çektiler. Böylelikle her ne kadar “geçici” olacağı söylense de Kıbrıs tamamen İngilizlere bırakılmış oldu.

Bununla birlikte Ingiltere Osmanlı İmparatorluğu’na karşı sözünü tutarak daha Osmanlı lehine olan ve Balkanlarda Makedonya’yı büyük ölçüde Osmanlı’ya bırakan bağımsız ve büyük bir Bulgaristan Krallıği yerine şeklen Osmanlıya bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurduran Bulgaristan’ı ikiye bölen Erzurum, Doğubayazıd’ın Osmanlıya geri iadesini sağlayan Berlin Antlaşması’nı Ruslara kabul ettirtmiştir. Kıbrıs’ın İngilizlere teslim edilişinden iki yıl sonra, 1880 tarihinde, Altın Post Şövalyeleri Tarikatı tarafından, II. Abdülhamid’e şövalyelik nişanı verilmiştir.

II. Abdülhamid’in iktidarının ardından Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin İngilizlere karşı savaşa girmesi neticesi 1914’te Kıbrıs, Büyük Britanya Krallığı tarafından ilhak edilecektir.

Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i işgali (1878)

93 Harbi’nden (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonra Temmuz ve Haziran 1878’de Büyük Güçler tarafından düzenlenen Berlin Kongresi sonucunda ortaya çıkan antlaşmada, Sırbistan ve Rusya’nın bölgede genişlemesini Bosna Hersek’i kendisine kadar bölgesindeki slavları kışkırtacağını düşünen bunu kendine tehdit olarak gören Avusturya Bosna-Hersek’te kendi askerlerinin olması için Osmanlı’ya ve İngiltere’ye talepte bulundu. Neticede Bosna-Hersek hukuki olarak Osmanlı’nın bir parçası olarak kalmaya devam etti ancak fiilen elden çıkmış oldu ayrıca Yeni Pazar Sancağı’nı tutma hakkını elde eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na devredildi. 1908’de 2.Meşrutiyet sonrası Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi akabinde Bosna Krizi sonrasında Avusturya Macaristan Imparatorluğu zaten askerini bulundurduğu Bosna Hersek’i rakibi gördüğü Sırbistan’ın işgal etme tehlikesinin ortada olduğundan bahisle artık fiilen değil, resmi olarak da topraklarına katıp ilhak etmiştir. Böylece Osmanlı İmparatorluğu Bosna-Hersek’i tümden kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı akabinde ise buraları Sırbistan’ın eline geçecektir.

İran’a Kotur ve çevresinin terki (1878-1879)

Berlin Antlaşmasında İngilizlerin araya girmesi ile Eleşkirt Ovası ve Doğubayazıt’ı geri vermeyi Ruslar kabul etmişti. Ancak Berlin Antlaşması’na İran’dan bir temsilci katılmıştı. Ruslar için stratejik öneme sahip kendi toprakları içinde sorun teşkil edebilecek Kotur şehrinde Osmanlı varlığını kabul etmek istemiyordu. Burası İran ile Osmanlı arasında da sınır anlaşmazlığında sorunlardan biriydi. Ruslar, Berlin anlaşmasına gözlemci gönderen İran’dan yana tavır alarak ellerindeki Doğubayazıt’ı ancak İran’a bu şehir ve çevresindeki köylerin Osmanlıca verilmesi karşılığında teslim edeceğini bildirdiler. Osmanlı Rus şartını bunun gereği olarak Kotur ve 18 köyü İran’a bırakmayı kabul edip, 1879’da burayı boşalttı. İran, Kotur ve çevresindeki 18 köyü böylece almış oldu; Ruslar’da işgal ettikleri Doğubayazıt’ı Berlin Antlaşması gereği Osmanlı’ya geri verdiler. Böylece kötü durumdaki Osmanlı İmparatorluğu, İran’a karşı da toprak kaybetmiş oldu.

Fransa’nın Tunus’u işgali (1881)

Fransa, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu buhrandan faydalanıp bazı sınır olaylarını da gerekçe göstererek Tunus konusunda harekete geçti. Fransız birlikleri 1881 yılının başlarında Tunus’a girdi. 12 Mayıs 1881 tarihinde Tunus Beyi ile Bardo Antlaşması’nı imzalayan Fransa, Tunus’u kendi himayesine aldığını duyurdu. II. Abdülhamid’in tutuklatmak istediği Midhat Paşa ise Bardo Antlaşması’nın imzalanmasından beş gün sonra İzmir’deki Fransız Konsolosluğu’na sığındı. II. Abdülhamid de Midhat Paşa’nın teslim edilmesini istedi. II. Abdülhamid’in bu isteğine karşı gelmek Fransa’nın Tunus’a el koyma politikasını sekteye uğratabileceği ve geciktirebileceği için Fransa, Midhat Paşa’yı teslim etmeye karar verdi. Böylece Midhat Paşa Osmanlı Hükûmeti’ne teslim oldu. Fransa’nın Midhat Paşa’yı çabuk teslim etmesi, Tunus sorununda II. Abdülhamid’in yumuşamasını sağladı. II. Abdülhamid’in politikasındaki bu değişiklik, Tunus sorununun Fransa’nın çıkarına göre gelişmesini hızlandırmış ve Tunus’un Osmanlı’nın elinden çıkmasını kolaylaştırmıştı. 8 Haziran 1883’te Mersâ Antlaşması imzalanınca Tunus, Fransa’nın resmen idaresine girdi. Böylelikle Osmanlı Devleti de Tunus gibi çoğunlukla Müslümanların yaşadığı bir toprak parçasını daha kaybetmiş oldu.

İngiltere’nin Mısır’ı işgali (1882)

Mısır’da bazı çevreler, yabancı müdahalesine karşı oldukça tepkiliydi. Özellikle Süveyş kanalının yapiminda alınan borçlar ve Hidivlik boŕçları bahanesi ile yabancılar iyice iç işlerine müdahil haldeydi. Gelişen bazı olaylar üzerine İsmail Paşa Mısırlılardan oluşan bir hükûmet kurdu, ancak İngiltere ve Fransa’nın baskısı üzerine II. Abdülhamid tarafından görevden alındı. Bu arada Mısır Hidivliği’ne karşı egemen olduğu Sudan’da Mehdi Savaşı denen isyan patlak vermiş ve Hidivlik Sudan’da kontrolü kaybetmişti. Mısırlılar, Urâbî Paşa etrafında toplanarak Osmanlı ve İsmail Paşa yanlısı şekilde yabancı müdahaleye isyan edince İngiltere de İskenderiye’yi topa tuttu. 13 Eylül 1882’de Urâbî Paşa yandaşları ile İngiliz ordusu Tellülkebîr’de karşı karşıya geldi. Çarpışma neticesinde İngiltere Mısır’ı ve ardından Mehdi Savaşına (Ayaklanmasına) dahil olup kazanıp otoriteyi tekrar kendi lehine tesis edeceği Sudan’ı fiilen işgal etmiş oldu. Osmanlı Devleti böylece önemli bir toprak parçasını daha kaybetti.

Sudan ve Habeş vilayetlerinin kaybı (1880-1885)

Osmanlı Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde Habeş vilayetlerine kadar nüfusu genişletmiştir. Sudan bir ara elden çıksa da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve sonrasındaki yarı bağımsız Mısır Hidivleri Sudan’da otorite kurmayı başarmışlar ve Doğu Afrika topraklarını genişletmişlerdi.Buna karşın 1870’lerde Assab Koyu ve çevresindeki arazilerdeki beyler Osmanlı’dan İngiliz ve yabancılara kaymaya başlamıştı. Bu arada Fransızlarda ve diğer yabancılarda kah para ile toprak alarak kah imtiyaz alarak bölgeye yerleşmeye başlamıştı. Fransızlar para ile satın aldıkları topraklarda Cibuti şehrini kurdular. Osmanlı Sultanı Abdülaziz Han Afrika’da Osmanlı otoritesini güçlendirmek için 1870’lerde Mısır’ın Doğu Afrika’daki ilerlemesini destekler şekilde davrandı ve Osmanlı’nın elinde olan Musavva ve Sevakin limanlarını korumasını Mısır Hidivi’ne bıraktı. Bunun yanında Fermanla Osmanlı yönetimi altındaki Zeyla’da bırakılmıştı. Mısır ordusu Osmanlı’nında desteğiyle Somali’ye Zanzibar Krallığı’na kadar ilerledi. Zanzibar Kralı’nın İngiltere’de yardım istemesi üzerine Mısır ile İngiltere arasında gerginlikler olsa da Mısır Hidivi geçici olarak aldığı bazı yerlerden çekilse de, o sırada Fransa ile rekabet içindeki İngiltere Hindistan yolunun güvencesi için zayıf durumdaki Osmanlı Devleti ve Mısır Hidivi’nin orada durmasının daha karlı olacağını düşündü.1875’te İngiltere Osmanlı’nın ve ona bağlı Mısır Hidiv’inin Cape Guardafui’ye kadar olan Afrika’nın doğu sahillerine Mısır’ın yerleşmesine itiraz edilmeyeceğini bildirdi. Mısır Hidivi’de buraya yerleşti. Osmanlı Devleti, Galla taraflarından Zeyla ve Berbera’ya saldırılar olmaya başlayınca Mısır Hidivi İsmail Paşa’dan yardım istedi. Komutan Mehmed Rauf Paşa komutasındaki Mısır ordusu önce Zeyla ve Berbera’yı ele geçirdi. Ardından Somali kıyılarını takip ederek Ras Hafun’a kadar geldi ve buraya Osmanlı bayrağını dikti.

Kısacası II. Abdülhamid’in saltanatına kadar bölgede Fransızlara karşı Hindistan yolunun güvence altına alınması hedefli İngilizlerin kendi kontrolünde bir Mısır-Osmanlı yayılması Fransızlara karşı tampon olarak da kullanılması söz konusuydu. Bununla birlikte İngiliz Başbakan William Ewart Gladstone, iktidara gelince bu politikadan vazgeçip İngiltere’nin Osmanlı ve Mısır aleyhine politika izlemesine sebep oldu. İngiltere kendisi yayılarak Osmanlı ve ona bağlı Mısır Hidivliği topraklarının ilhakı ve Fransa ile arasında ise İtalyan bölgesinin olacağı bir politika peşine düştü. Yine Sudan ve Kuzey Somali’de Mısır-Osmanlı ordusunun yüksek vergi alması ve keyfi tutumları yerel halkta huzursuzluklara neden olmuştu. Gerilla savaşı tarzı baskın ve çarpışmalar baş gösterdi. İtalyanlar da İngilizlerin desteği ile 7 Temmuz 1880’de Zeyla’nın kuzeyindeki Assab’ı Osmanlı’dan ele geçirdiler. 1881’de Sudan’da Mehdi Savaşı denen kendini Mehdi ilan eden Muhammed Ahmed Mısır ve Osmanlı’ya karşı isyan etti. Mısır kuvvetlerini birbiri ardına mağlup etti ve 1881-1882 arasında Mısır, Sudan üzerindeki kontrolünü kaybetti. Neticede karadan ikmalin zayıfladığı Eritre, Somali kıyı bölgesinde zaten 18.yy sonundan itibaren zayıflayan Osmanlı varlığı iyice tehlikeye düştü.1882’de Mısır, İngilizlerce işgal edilip Hidivliğin himayesi İngilizlerin eline geçince bölgedeki Mısır birlikleri de tümden çekildi.24 Eylül 1884’te Mısır birlikleri Berbera’yı tamamen boşalttı ve onların yerini İngiliz birlikleri aldı. Osmanlı Devleti İngilizlerin yerleşmesini engellemek için bir süre çabaladı. Babıâli, Lord Granville’in 3 Ekim 1884 tarihli takriri üzerine Berbera Limanı’nın Osmanlı Devleti’ne ait olduğunu bildiren bir yazıyı Hariciye Nezareti aracılığı ile İngiltere’ye bildirmek durumunda kaldı. Ancak yaşanan zorluklardan ve kendi üzerinde Osmanlı hakimiyetine son veren İngilizlerin baskısı ile Mısır, Harar, Berbera ve Zeyla’yı 13 Mayıs 1885 tarihinde tamamen boşalttı. Bu arada Fransızlarda Cibuti’ye asker sokup Cibuti yanında Obuk İskelesini ele geçirdi. Diğer Osmanlı bölgeleri Fransızlar ile aralarında tampon bölge kurmak isteyen İngilizlerce İtalyanlara verildi. Yine 25 Aralık 1884 tarihinde İtalyanlar İngiltere’ye bölgede başka yerler ele geçirmek konusunda görüşlerini ilettiler. Osmanlı burada İtalyanların adım adım ilerlemesine sessiz kaldı. 1885’de Massava elden çıktı. İtalyan ilerlemesi bölgedeki bağımsız Ortodoks Hristiyan Etiyopya Krallığı’nın direnişi ve zaferleri ile ancak durdurulabildi. Ancak Eritre üzerindeki Osmanlı Mısır ortak hakimiyeti de sona ermiş burası İtalyanların eline geçmiş, Doğu Afrika’da Kızıldeniz’e komşu tüm Osmanlı toprakları elden çıkmış oldu. Kaybedilen bu yerlerin bir kısmının Süveyş Kanalı’nın açılması sonrası önem kazanan gemilerin uğrak yeri, İngiltere’nin Dünya’nın Hindistan ve ticaret yolu üzerindeki limanlar olduğu düşünülürse Osmanlı maliyesinin imparatorlukta yaşanan mali krizi iyice derinleştirecek şekilde en önemli gelir kaynaklarından birinden mahrum kaldığı açıktır.

Doğu Rumeli’nin Bulgaristan Prensliği ile birleşmesi (1885-1886)

Bu arada Bulgaristan Berlin anlaşmasi ile özerk Bulgaristan Prensliği ve Osmanlı’ya bağlı başkenti Filibe olan Şarķ-ı Rumeli (Doğu Rumeli) vilayeti olarak 2 ye bölünmüştü. Şarkı Rumeli,otonom olması kaydıyla Berlin Antlaşması ile doğrudan Osmanlı’ya geri verilmişti.Yinede Osmanlı kendisine bağlı ama Bulgar kökenli kişileri buraya vali olarak atamaktaydı. Fakat bölgedeki Bulgar halk 18 Eylül 1885 tarihinde özerk Bulgaristan Prensliği ile birleşmek için bir isyan başlattı. Osmanlı’nın isyanı bastırmadaki müdahalesi yetersiz kaldı. Bu konuda büyük devletlerin baskısı ile Almanya’dan Radowitz, Avusturya’dan Calice, Fransa’dan Noailles, İngiltere’den White, İtalya’dan Corti, Rusya’den Nelidof, Osmanlı Devleti de Hariciye Nazırı Sait ve Adliye Nazırı Server Paşalar ile 8 Kasım 1885’de Tophane Elçiler Konferansı denen konferans toplandı. İngilizler ve ilgili devletler II. Abdülhamid ve Babıali’ye Doğu Rumeli’nin özerk Bulgaristan Prensliği’ne (Krallığına) bağlanması yönünde baskı yapmıştır. Rusların ve İngilizlerin müdahale edeceği korkusuyla padişah Doğu Rumeli Vilayeti’ne 5 Nisan 1886’da Tophane Konferansı ile özerk Bulgaristan Kralı’nı Osmanlı valisi olarak atamıştır. Kısaca bu oldu bittiyi kabul etmiştir. Sadece Kırcaali ve çevresi Doğu Rumeli Vilayetinden çıkarılıp Gümülcine Sancağına bağlı bir Osmanlı şehri olarak kalmaya devam etmiş güneyde stratejik Balkan dağ geçitleri Osmanlı elinde kalmıştır. Bu arada Doğu Rumeli vilayeti ile ilgili durumu kabul edemeyen buranın kendilerine ait olduğunu iddia eden Sırplar ise Bulgarlara savaş açmıştır. Osmanlı kendine bağlı gözüksede, özerk Bulgaristan Krallığı yanında savaşa dahil olmamıştır. Doğu Rumeli’yi geri almak için bir hareket de yapmamıştır. Ancak buna rağmen özerk Bulgaristan Krallığı, Sırbistan Krallığı ile olan savaşı kazanmıştır. Şarkı Rumeli’de böylece tümden özerk Bulgaristan Krallığı elinde kalmış ve 1908’de Bulgaristan Krallığı’nın bağımsızlığını ilanı ile burası da elden çıkmıştır. Kırcaali ve çevresi ise II.Abdülhamit sonrası Sultan Reşat döneminde 1.Balkan Harbi sırasında elden çıkmıştır.

Düyun-u Umumiye (1881) ve Reji İdaresinin kurulması (1883)

Dış borçların içinden çıkılmaz bir hâle gelmesi, 1881 yılında Düyun-u Umumiye’nin kurulmasına yol açtı. Düyun-u Umumiye, Osmanlı’nın en büyük iki alacaklısı olan Fransa ve İngiltere tarafından kontrol ediliyordu. Osmanlı Devleti’nin neredeyse bütün maliyesini yönetecek duruma gelen Düyun-u Umumiye’nin idaresinde İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan temsilcileri yer alıyordu. Bazı vergilerin toplanma yetkisi Düyun-u Umumiye’ye bırakıldı. Böylelikle Osmanlı Devleti iktisadî bağımsızlığını kaybetti. Düyun-u Umumiye idaresinin kurulmasıyla beraber başlangıçta Osmanlı Devleti’nin borçlarının önemli bir bölümü silindiyse de 1881’den 1908 yılına kadar 12 borç sözleşmesi imzalandığı için dış borçlanma sürdü.

Öte yandan 1883 yılında Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi (kısaca Reji İdaresi) adı altında yabancı sermayeli bir şirket kuruldu. Osmanlı Devleti, 30 yıl süreyle en önemli gelir kaynakları olan tütün, tuz ve kahveden toplanan vergileri, alacaklı ülkelerin kurduğu Reji İdaresine bıraktı. Şirketin sermaye sahiplerinin çoğu Rotschild ailesinin sahibi olduğu bankalardı. Reji İdaresinin kurulması, Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasıyla büyük ölçüde elden çıkmış olan mali bağımsızlığın yitirilişinin tescili oldu.

Ammiyya İsyanı (1889-1890)

Suriye’de Havran’da ve Lübnan’da Dürziler ve Al Atraş Aşireti bulunmaktaydı. Bölgede büyük toprak sahipleri hakim konumdaydı ve özellikle 1860larda çıkarılan Arazi Kanunu neticesinde köylünün arazisine el koyma, köylüleri sürme arazilerinden istediği gibi pay alma şeklinde çeşitli hakları vardı. Ortak arazilerini büyük arazi sahipleri ile paylaşmak istemeyen fakir konumdaki çiftçiler ve kiralık arazi işletenleri Dürzi El Atraş Aşiretinin liderliğinde bölgede ayaklanma çıkardılar. Osmanlı İmparatorluğu isyancıların taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre Kiracı çiftçiler ve tarım işçileri, yerel şeyhlerin suistimallerini engellemiş ve onları ortak arazinin sadece 8’de birinden pay isteyebilecekleri yönünde sınırlanması, ayrıca, ortak arazinin geri kalanını şeyhin kontrolü dışındaki bireysel parsellere bölünmesi (toprak reformu) ve çiftçileri büyük arazi sahiplerinin küçük fakir çiftçileri sürgün etmesinin engellenmesi talepleri Osmanlıca kabul edildi. Bunun yanında bölgedeki fakir halkın özellikle Buğday ve tahıl pazarlamasını ürün satışını kolaylaştırma ve bölgenin kalkınmasını sağlama bunun yanında bölgenin kontrolünü denetimini kolaylaştırma bağlamında II. Abdülhamid ve Osmanlı idarecileri Hayfa, Beyrut, Şam arasına demiryolu inşa etmeye karar verdi. Bu amaçla Belçika ve Fransız şirketleri ile anlaşılıp demiryolu inşaası için Şam–Hama ve Temdidi Osmanlı Demiryolu Şirketi kuruldu ve bu şirkete imtiyaz tanındı. Ancak aynı bölge II. Abdülhamid’in hemen sonrasında bu defa kurulan demiryolu hatlarından vergilendirme ve zorunlu askerlik kaynaklı bağımsızlık talepli Havran Dürzi İsyanı’na (1909) konu olacaktır.

II. Abdülhamid

Yemen isyanları 1886, 1895-1897, 1904-1906

Yemen Kanuni döneminde fethedilmiş olsa da Yemen’de Şii Caferi mezhebine bağlı Zeydilik görüşünü benimseyen Yemen Zeydilerine ait Sanaa’nın kuzeyindeki dağlık bölge ve çevresi fethedilememiş sadece aşağı sünni nüfusun olduğu sahil kesimleri alınabilmişti. Bununla birlikte bu bölgenin kontrolünü hedefleyen 1630 Osmanlı harekatı da başarıya ulaşmadı. Sonrasında Osmanlı’nın vassalı konumundaki Aden’i elinde tutan Lahic (Lahej) Sultanlığı 1740’da Osmanlı’dan ayrıldı. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu Zeydi bölgeleri ele geçirme ve egemenliğini genişletme arzusuna devam etti. 1830’da küçük parçalara bölünen Zeydi Sultanlıklarını Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ile işbirliği yaparak elde etmeye çalışsa da Mehmet Ali Paşa’nın girişimlerine İngiltere ve Fransa’nın karşı çıkması neticesi Paşa kuvvetlerini geri çekti. Bu arada İngilizler 1839’da Lahic Sultanlığı’na bağlı Aden’e saldırıp şehri ele geçirdiler. Burayı Hindistan yolundaki Arap yarım adasındaki bir üs olarak kullanmaya başladılar. 1849’da Osmanlılar bir İmam’ın dağlı Yemen’in Osmanlı vasalı olma arzusunu bildirmesi üzerine tekrar Sanaa yönüne ilerlemeye başlasalarda Zeydi direnişi neticesi tekrar geri çekildiler. 1872’de ise nihayet yerel soyluların beceriksiz yeteneksiz Zeydi İmamlar karşısında daveti üzerine Osmanlılar, Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki ordu ile tekrar Yemen’in dağlık kısmı üzerine giderek Sanaa ve çevresini ele geçirip Aden ve Yemen’in en güneydeki sahil kesimi dışındaki yerlerde Yemen Vilayeti’ni kurdular. Bununla birlikte Aden’deki İngilizlerin pek boş olduğu söylenemez. İngilizlerin bu bölgeye ilgisi Osmanlılarca engellenmeye ve bu yönde İngilizlerle müzakerelere girişilmeye çalışılmışsada İngilizlerle anlaşma sağlanamamıştır. Yemen artık 1872 sonrası Merkezden atanan idarecilerle yönetilmeye başlandı ve bayındırlık hizmetleri de yapıldı.

Ancak merkezde atanan kişilerin karıştığı yolsuzluk olayları ve Osmanlı’nın zeydi imamları yani Zeydilerin liderlerini tanımamaları Sanaa ve çevresinde yerel halkın hoşnutsuzluğuna sebep oldu. 1886’da adalet söylemiyle Zeydiler isyan ettiler. İsyan bastırıldı.

Diğer bir isyan da 1895 yılında vuku buldu. İsyana önderlik eden kişi İmam Hamidüddin’dir.(Mansur olarak da bilinir, İmam Yahya’nın babasıdır). Bu isyanı bastırmak üzere Yemen’e gönderilen Hüseyin Hilmi Paşa ve askeri tabur iki yıl boyunca isyancılarla uğraşmak durumunda kalmış ve nihayetinde hareket başarıyla sonuçlanmıştır. Ancak pek tabidir ki bu savaş Osmanlı ekonomisine ciddi zararlar vermiştir.

Sonrasında Osmanlar Zeydi imamlarını tanımamakta devam etmişlerdir. Sonradan bölgeye gönderilen Ahmet İzzet Paşa’nında belirttiği gibi Zeydi İmamlarının tanınması ve işbilir, dürüst yöneticilerin atanması ile bu sorun çözülebilecekken, Osmanlı’nın hataları İngilizlerin vs. kışkırtması ile bu iş iyice büyüyüp 1904 yılına kadar gelmiştir. 1903 sonu 1904 başında 1895 isyanının mimarı İmam Hamidüddin’in oğlu Yahya Muhammed Hamideddin Zeydilerin imamı olarak kendilerince seçilir ve halkı örgütleyip tekrar çok büyük bir isyan başlatır.

İsyancıların Sana ve Taiz’e doğru hareketi üzerine bölgedeki Osmanlı valisi Tevfik Biren merkezden yardım ister ancak yardım geç gönderildiğinden İmam Yahya ve adamları Sanaa, Taiz yolunu kesip Sanaa’yı kuşatma altına alır. Yardım için gelen Osmanlı birlikleri gerilla taktikleri ve baskınlarla geri çekilmeye mecbur bırakılır. İmam Yahya Osmanlı ile müzakere istese de Osmanlı talepleri kabul etmez. Israrlı şekilde Sanaa’yı savunur ama 1905 başında abluka ve erzak yetersizliği sonucu Sanaa’yı boşaltma kararı verilir. İmam Yahya Sanaa’daki Osmanlı birliklerinin çıkmasına izin vereceğini ama Osmanlı’nın ateşkesi kabul etmesini ister.Talep kabul edilir ve Sanaa İmam Yahya’nın eline geçer. Ancak Osmanlı Devleti ve II.Abdülhamit bu isyanı bastırmakta,Sanaa’yı geri almakta son derece kararlıdır. 40. Hamidiye Süvari Alayı Yemen’e sevk edildi ve Ahmed Feyzi Paşa bölgeye vali olarak atanır ve ilerlemeye başlarlar. İmam Yahya’da ateşekesi bozdukları gerekçesi ile Osmanlılarla çarpışmaları tekrar başlatır. Osmanlı birlikleri Sanaa’ya isyancılarla çarpışa çarpışa tekrar girerler. Paşa vekil olarak yanından Sanaa’da yanında bulunan subaylardan Ahmet İzzet Paşa’yı bırakıp İmam Yahya ve adamlarını yakalamak isyancıları yok etmek için Şehhare’ye ilerleyip orayı kuşatır. Ancak İmam Yahya’da boş durmamaktadır. Gerilla savaşları, vurkaç taktikleri yanında İkincil bir isyancı kuvveti ile şehri kuşatan Osmanlı birlikleri ve paşayı kuşatır. Ahmet İzzet Paşa’nın durumdan haberdar olup Şehhare’ye ek kuvvetleri yetiştirmesi ile Osmanlı birlikleri çemberden son anda kurtulur.

İsyan büyük ölçüde bastırılmasına karşın, Osmanlının asker kayıpları yüksekti. İmam Yahya ve adamları yakalanamamış ve vurkaç saldırıları sürüyordu. Yahya yeni ittifaklar peşinde koşuyor, isyan bildirileri tüm Yemen’de dağıtılıyordu. Öte yandan Yemen’e İtalyan ve İngilizlerin ilgi göstermeye başlaması, İmam Yahya’nın bunların yanına geçme durumu II. Abdülhamid ve kurmaylarını endişelendiriyordu. Osmanlı ve Yahya neticede aracılar vasıtasıyla bir araya geldi. Osmanlı İmamın kendi emri altında olması, adına hutbe okutması ve Osmanlı sancağının imamlık merkezi olarak kontrolü altında Saada’de olması gibi şartlar ileri sürdü. Yahya bu şartları kabul etmedi. II. Abdülhamid müzakere heyetine Yahya’nın adamlarından 40 kişi seçip Yemen’den İstanbul’a gelmesi müzakerelerin burada yapılması için yetki vermişti. Yahya’nında onayıyla 40 kişilik bir heyet İstanbul’a gitti. Ancak müzakereler sonuçsuz kaldı. Bununla birlikte ufak olaylara karşın hem Osmanlı hem de isyancıların lideri İmam Yahya uzun bir süre hareketsiz kaldılar. Müzakereler ise bu sürede el altından devam etsede sonuç alınamadı. 1909’da Yahya’nın yine gönderdiği heyet ise 31 Mart olayına denk düşünce yine bir anlaşma sağlanamadı.

Osmanlı’nın Yemen isyanlarını bastırırken ki asker, malzeme ve mali kayıpları çok yüksektir. II. Abdülhamid tahtan indirildikten sonra bu defa 1909’da Yemen’de Şeyh İdrisi isyanı Asri’de patlak verdi ve İdrisi’nin İtalya’dan dış güç desteği vardı. Osmanlı bununla uğraşırken 1911’e İmam Yahya tekrar isyan etti,İmam Yahya’nın isyanı 1904-1906 İsyanı’nı bastırma görevi diplomatik müzakerelerde önemli rol oynayan genelkurmay başkanlığı seviyesine kadar yükselen Ahmet İzzet Paşaya’ verildi. İzzet Paşa 1911’de Yemen’e gelerek isyanı bastırdı ve İmam Yahya ile tekrar müzakere masasına oturdu. İmam Yahya’yı Osmanlı adına Yemen dağlık bölgesi hükümdarı olarak tanıyan ayrıca Yemen dağlık bölgesine otonomi veren Da’an Antlaşması’nı imzaladılar. Osmanlı İmam Yahya’nın hak iddia ettiği dağlık bölge toprakları kendisine bırakılacak, Yahya hükümranlık bölgesinde içişlerinde serbest olacak öte yandan Şeyh İdrisi’nin yakalanması ve mücadeleye Osmanlı ile birlikte katılacak,topraklarında Osmanlı’ya karşı bir faaliyete izin vermeyecek ve isyan etmeyecekti, sembolik olarak Osmanlı birlikleri bölgede bulunacaktı, yine Yahya buna karşın müminlerin emiri ünvanından vazgeçecek kendisine her yıl 20.000 Osmanlı altını ita olunacak ve Zeydilik Osmanlıca Yemen’nin dağlık bölgesinde tanınacaktı. Yahya sözünü tuttu. Lawrence ve Arap isyanına karşın 1.Dünya Savaşı’nda Yemen toprakları nispeten sakindi. Hatta Osmanlı yanında Hicaz-Yemen Cephesi’nde İngilizlere karşı saf tuttu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu 1918 yılında Mondros Ateşkes Mütarekesi’ni imzalayarak Arabistan’dan çekilmesiyle İmam Yahya San’a’ya girerek bağımsızlığını ilan etmiştir. Öte yandan hem İmam Yahya hem İdrisi isyanlarıyla uğraşan Ahmet İzzet Paşa’nın eksikliği komutanın Nazım Paşa tarafından üstlenilmesi 1.Balkan Savaşı’nın Osmanlı aleyhine sonuçlanmasındaki faktörlerden biri olmuştur.

Ertuğrul Faciası (1890)

19.yy sonunda Japonya hızla gelişerek topraklarını genişletme ve ekonomisini güçlendirme peşine düşmüştür. Japonya, 1894-1895 Çin-Japon Savaşı’nı zaferle noktaladıktan sonra dikkatini Asya kıtası üzerinde yoğunlaştırdığı yıllarda artan gücüne karşı, Rusya, Almanya ve Fransa birlikte hareket ederek Doğu Asya üzerindeki ilerlemesini durdurma kararı almıştır. Rus tehlikesine karşı İngiltere ve diğer Asya ülkeleri, özellikle de Osmanlı imparatorluğu ile sıkı işbirliği kurmaya çalışmıştır. 1887’de Japonya Prensi Komatsu bir savaş gemisiyle İstanbul’u ziyaret etti. Sultan Abdülhamit’te bir karşı ziyaret tertip edilmesini istemiştir. Ancak 2.Abdülhamit donanmayı kızağa çektiği için düzgün bir gemi bulunmamaktadır. Bu iş için donanmadan Ertuğrul gemisi seçilir, gemi için çürük bakımı yapılmadı itirazlarına karşın donanma komutanı 2.Abdülhamit’e gerekli kontrollerin yapıldığı ve geminin sağlam olduğu bilgisi verilir. 2. Abdülhamid’den Japon İmparatoru Meiji’ye mücevherli imtiyaz nişanı ve diğer hediyeleri götürmek amacıyla yola çıktı. Temmuz 1889’da İstanbul’dan ayrılan Ertuğrul Fırkateyni, güzergahı boyunca birçok limana uğradı. Süveys kanalında gemi bir arıza geçirsede onarımla yola devam etti. Fırkateyn, 11 ay sonra 7 Haziran 1890’da Japonya’nın Yokohama Limanı’na ulaştı. Osmanlı heyeti Japonya’da kaldığı 3 ay boyunca birçok temasta bulundu. Japon Deniz Kuvvetlerinin tayfun uyarısına rağmen, Ertuğrul Fırkateyni 15 Eylül 1890’da Yokohama Limanı’ndan ayrıldı. Kuşimoto açıklarında tayfuna yakalanan fırkateyn, 16 Eylül 1890’da kayalara çarparak battı. Kazadan sadece 69 denizci kurtuldu, 550’nin üzerinde Osmanlı leventi ise hayatını kaybetti.

Sağ kurtulan 69 denizci Japon donanmasında zırhlı kruvazör Japon Hiei ile İstanbul’a getirildi. Fırkateynin trajik sonu, Türk-Japon dostluğunun başlangıcı olurken, kazanın yaşandığı Kuşimoto’da 1891’de şehitler için anıt dikildi. 1937’de Türkiye tarafından restore edilen anıt önünde her yıl düzenli anma törenleri yapılmaktadır birde Kuşimoto’da müze bulunmaktadır.

Ermeni Sorunu

Ermeni toplumu özellikle Selçuklulardan beri Türklerle bir arada yaşayan bir toplumdur. Selçuklu ve Anadolu Beyleri hakimiyeti sonrası bu topluluk Osmanlı toplumu içerisinde de olduğu gibi yaşamaya devam etmiştir. Osmanlı’da sadakatleri ve uyumlu şekilde hareketleri nedeniyle Millet-i Sadıka olarak bile adlandırılmıştır. 16.yy’da ilişkiler o kadar iyidir ki; Sultan Fatih Sultan Mehmet, Ermeni Psikopos Hovagim ve yanındaki Ermenileri Bursa’dan daha önce Ermenilerin yaşamadığı İstanbul’a getirip, burada ilk defa Ermenilere bir patriklik kurdurmuş ve Patrik olarak başına da Hovagim’i getirmiştir.Vergi konusundan çıkan Zeytun İsyanı (1780) haricinde kayda değer 18.yy içinde Osmanlı topraklarında bir Ermeni isyanı olmamakla birlikte gerek İran Ermenilerinin durumundaki gelişmeler ve gerekse 17.yy ve 18.yy’da Osmanlı topraklarındaki gelişmeler, misyonerlik faaliyetleri bu sorunun 19.yyda ortaya çıkmasının temeli olmuştur. Zira, Osmanlı İmparatorluğu’nun aksine komşusu sürekli mücadele ettiği İran’da Safevi devleti (Ermenilere bir kısım haklar veren I. Abbas hariç) şahları ise Ermenilere karşı hiçte iyi muamele yapmamaktadır. Bu durum karşısında İran’daki özellikle Pers hakimiyeti altında Karabağ ve çevresindeki yoğunluklu Ermeni nüfusun ruhani liderleri defa kere Avrupa’ya müslüman hakimiyeti ve Perslerden kendilerini kurtarmaları için başvurmuş ancak bir sonuç elde edememiştir. İran Ermenilerinin bağımsızlık uğraşları 17.yy’da da devam etti. Ancak Avrupa’dan yüz bulamayan Ermeniler bu defa o dönemin Rus çarı I. Petro’ya başvurdu. Sıcak denize planları için bu durumu bulunmaz bir fırsat olarak gören Rus çarı onlara destek olmayı himaye etmeyi kabul etti, kendisinden o dönem yardım talep eden Ermeni Ori’yi hizmetine aldı, Rus İmparatorluğu lehine Ermeni Alayı kurma teklifini kabul etmekle kalmayıp İran’a elçi atadı. İsveç ile savaşı kazanması akabinde 1.Petro Transkafkasya’ya yöneldi ve İran ile savaşında Hazar kıyılarını Ruslar aldılar ki Ermenilerden kurdukları alayları da bu amaçla kullandı ancak I. Petro sonrası halefleri bu yerleri tutacak güce sahip değildi. Osmanlı, çöken Safevi devleti sonrası Rusya’nın Kafkasya’ya yerleşme tehlikesi yanında kendisi de buradan pay alabilmek için Rusya -İran arasındaki mücadeleye kuvvet sevk ederek kendisi de dahil olmuştu.Osmanlılar, Fransa’nın arabuluculuğuyla Rusya ile 1721/23’te “İran’ın taksimi” için bir anlaşma imzaladı. Antlaşmaya göre Ruslar İran’dan Mazenderan ve Gilan vilayetlerini alırken, Erivan ve çevresi Ormanlı hâkimiyetine bırakıldı. Ruslar ise 1.Petro ölümü akabinde Terek nehrini sınır alacak şekilde bölgeden çekildiler. Sonrasında zayıflayan Osmanlı karşısında II.Katerina dönemi savaşları ile Ruslar Osmanlı’nın Karadeniz ve bölgedeki gücünü kırdılar. 1813’te İranla tekrar savaşa giren Ruslar İran Kaçar Hanedanı ordusunu bozgun üstüne bozguna uğrattı. Karabağ, Gence, Şirvan Şeki, Kuna, Bakü ve Talış hanlıkları İran ile imzalanan Gülistan Antlaşması’yla Rusya’ya katıldı.Rusya bu başarısında bölgedeki Ermenileri de kullanmıştı. Rusların sonrasında içine düştüğü karışıklıklardan istifade eden İranlılar 1826-1828 arasında 2.Rus-İran Savaşı’nı kazanıp savaşın başında Ruslara karşı büyük başarılar kazansada ele geçirdikleri yerleri sonrasında aldıkları yenilgilerle kaybettiler. Ruslar, Abbasabadi, Ordubad, Sardarabad, Nahçivan ve Erivan’ı tekrar ele geçirdiler. Bu savaşta Ruslar Ermeni alaylarından büyük yardım aldılar. 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile bölgede çoğunlukta olan Müslüman nüfusu İran ve sonrasında Osmanlı’ya sürmüşler yine karşılığında İran’daki tüm Ermenileri de Güney Azerbaycan’dan Karabağ’a yerleştirdiler. Ermeniler yinede istedikleri bağımsız devlet arzusunu gerçekleştiremese de Ruslardan Ermeni Eyaleti ve özerklik alabildiler. Ruslar neticede bölgede Hristiyan bir nüfus ve kendine bağlı tampon bir Ermeni bölgesi oluşturdu. 1813 ve sonrası bölgedeki Ermeni nüfus ve alaylarını Ruslar Osmanlı’ya karşı da kullandılar. Osmanlı’nın sınır bölgesindeki Ermenileri de Osmanlı’ya karşı kışkırttılar. C.Oskanyan’ın dediği gibi 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar Erzurum dahil sınır bölgesindeki Ermenileri Türklere karşı kışkırtmış ve başarılı olmuşlardır ancak sonrası bölgeden çekildiklerinde bu Ermeniler’de buradan ayrılmak zorunda kalmıştır.

Öte yandan Vaftiz ismi Manuk olan Sivaslı Mekhitar (1676-1749) adlı bir rahip Osmanlı ve Venedik topraklarında yaptığı geziler sonrasında Ortodoksluktan Katoliklik mezhebine geçmekle kalmamış , aynı zamanda kendi öğretisinde bir kilise kurmuştur. Ona göre Ermeni Patrikliği Katolik Kilisesi ile birleşmeli ve Ermenilerin kendilerine ait bir devleti olmalıdır. Mekhitarist öğreti denen bu öğretiye göre kurulan kiliselerinde çeşitli kitaplar Ermenice’ye çevrilmiş ve Ermeni dili ile kültürü konusunda bir bilinç oluşturma peşine düşülmüştür. Fransız İhtilali sonrasında gerek Tiflis ve gerekse Moskova-Lazarevski Enstitüsü Lazarian Koleji gibi kurumlara giden Osmanlı topraklarında yurt dışına çıkan Ermenilerin bir kısmı burada yaşadıkları atmosferin etkisi ile Osmanlı topraklarına bağımsızlık yanlısı faaliyetlerde bulunmak üzere döndüler. Protestan misyonerlerin ilköğretim, kolejler ve diğer öğrenim kurumları açmaları diğer yanda Islahat Fermanı ile Hristiyan azınlıklara getirilen haklar bu haklardan geri kaldığını düşünen Ermeni Patrikhanesinde hoşnutsuzluğa neden oldu. Rusya’nın Ortodoks Hristiyanların koruyucusu sıfatıyla ortalığı karıştırabilme tehlikesini, öte yandan batılıların etkisi bunun yanında Ermeni Patriği ile yurtdışından gelen Ermeniler arasında mücadele neticesinde Patriğin yetkilerini sınırlandıran bir milli nizanname kendilerini devrimci olarak tanımlayan Ermenilerce hazırlandı. Patrik’in yetkileri sınırlandı. Sultan Abdülaziz ve Osmanlılar Nizamnâme-i Millet-i Ermeniyân adı verilen bu nizamnameyi ve Ermeni Ulusal Meclisi’nin kurulmasını onayladılar. Ermeni Patriği yetkilerini Ermeni Millet Meclisi ile paylaşmaya başlamış ve nizamname ile sınırlandırılmıştır. Patrik değişiklikleri kendi toplumunun erozyonu olarak algıladı. Buda ermenilerde dönüm noktası oldu. Ermeniler çeşitli cemiyetler kurdular. bütün bu cemiyetler, Doğu Anadolu’da okullar açarak öncelikle gençleri eğitmeyi amaç edinmişlerdi. Osmanlı Hükümeti de bu cemiyetlerin eğitim faaliyetlerini, onların doğal hakkı olarak görmüş ve bu cemiyetlerin daha sonra devletin aleyhinde zararlı faaliyetler içerisine girebileceklerini düşünmemiştir. Dolayısıyla Osmanlı Hükümeti Ermeni cemiyetlerinin okullar açmasına izin vermiştir.Ancak bu cemiyetlerin bazıları ne yazık ki Osmanlı topraklarındaki Ermenileri etkileme ve silahlandırma için kurulmuştur.

93 harbi sırasında Ruslar, Doğu Anadolu’daki Ermenileri de kışkırttılar, bölgede Ahmet Muhtar Paşa’ya karşı savaşan Ruslar’ın önemli bir kısım askeri Ermenilerden oluştuğu gibi Rus ordusu komutanı Mikayel Loris-Melikof, 2.derece komutanlar Şelkovnikov, İvan Davidoviç Lazarev (Ohannes Lazaryan), Arshak Tergukasov ve Avinov Tiflis’li Ermenilerdendi. Rusya ayrıca bu alaylar vasıtasıyla 1828-1829 savaşından çok öte şekilde bölgedeki Ermenileri de kışkırtmış ve çeşitli Ermeni çetelerle işbirliği yapmıştır. Bununla birlikte bağımsız bir Ermenistan düşüncesinde olan Ermeniler bu amaçla Ayastefanos antlaşmasında özerklik talep etsede Ruslar kendi bölgeleri için emsal teşkil eder korkusuyla bunu kabul etmemiş ancak Ermenilerle ilgili Islah yapılması ve Kürtlere, Çerkeslere karşı Osmanlı’nın onların güvenliklerini sağlama yükümüne ilişkin bir maddeyi anlaşmaya eklettirmişlerdir. Berlin Antlaşması’nda da hak özerklik veya bağımsız devlet olmak için talepte bulunmuşlardır. Ancak Balkanlardaki durum ile meşgul olan Berlin Kongresi’nde istediklerini alamamışlardır.

Bununla birlikte Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir sıra reform yapmasını talep etti. Berlin Kongresi’nden sonra, antlaşmaya imza koyan devletler diğer maddeler gibi, Ermeni Meselesi ya da Bâbıâli’nin diplomatik hassasiyet nedeniyle tercih ettiği isimle Anadolu Islahatı’yla ilgili maddenin de takipçisi oldular. Öte yandan milletlerarası diplomatik boyutu daha da belirginleşen ve kronikleşen bu sorunun çözümünü hızlandırmak emelinde olan Ermeniler, patrikhanenin dini ve seküler çevrelerin siyasi lobi faaliyetleri yanında, uluslararası arenada gündemden düşmemek amacıyla bir dizi isyan ve sansasyonel eylem gerçekleştirdiler. İsviçre’nin Cenevre kentinde 1887’de Hınçak ve Gürcistanda 1890’da Taşnak partileri kuruldu. Bu partilerin ikiside Osmanlı topraklarında Özerk veya bağımsız Ermeni Devleti kurulması yolunda faaliyetler, isyan ve terör eylemlerinde bulunmuşlardır. Sultan Abdülhamid, başta Rusya olmak üzere Avrupalı devletlerin Balkanlarda olduğu gibi Doğu Anadolu’da da etnik ihtilafları kullanmak düşüncesinde olduklarının farkındaydı ve buna fırsat vermemek için çeşitli tedbirler aldı, Ermenilerin ayrılıkçı yabancı yayınlarının ülkeye girişini engellemeye çalıştı. Avrupa’nın istediği reformları yapmak konusunda isteksiz davranan Sultan, bu konudaki baskılara uzun yıllar dayandı. Bu şartlar altında eylemlerini arttırmaya ve Avrupa kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan Ermeniler, Anadolu’da başlatacakları olaylarla bunu gerçekleştirebileceklerini düşündüler.

Ermeniler 1878’de Maraş’a bağlı Zeytun’da ilk ayrılıkçı,özerklik talepli ayaklanmayı çıkarmışlardır. Bu ayaklanma Osmanlılarca 1878’de bastırıldı ve isyancılar yakalanıp yargılandı ancak İngiltere’nin zorlaması ise Ocak 1879’da Osmanlı Ermeni elebaşlarını serbest bıraktı. Ancak esas isyan 24 Ekim 1895’de başlayan ve 28 Ocak 1896’da fiilen Şubat 1896’da ise isyancıların teslimiyle biten ayaklanmadır. Bu isyanda Ermeniler önce Osmanlı askerleri ile çatıştılar sonrası olayı soruşturmaya gelen 2 Osmanlı Jandarmasını yaktılar ardından hükümet merkezi ve kışlayı ele geçirip müslüman evlerini yaktılar.Osmanlı askerlerini esir alıp çevre müslüman köylerde katliam yaptılar. Buna karşın Osmanlı Ordusu Zeytun çevresine operasyon düzenleyip saldıran Ermenilerden bir kısmını öldürdü,Zeytun şehrinde Ermeniler kuşatıldı,Ermenilerde esir aldıkları 400 Osmanlı askerini katlettiler. Ancak sonrasında Ermeniler üzerine yapılacak bir harekatta hem askerlerden hem de kadın ve çocuklardan çok sayıda insanın zarar görmesi muhtemel olduğu için Aralık ayının sonuna kadar Zeytun kasabasına girilememesi nedeniyle İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, İtalya ve Avusturya devletlerinin sefaretleri tarafından kendilerine başvurular akabinde Zeytunlu isyancılarla Osmanlı Devleti arasında aracılık teklif edilmiştir. Osmanlı Devleti aracılık teklifini kabul etmiş ve söz konusu devletlerin konsolosları ile Zeytun Ermenileri arasındaki görüşmeler neticesinde 1896 Şubat’ında Zeytunlu Ermeniler teslim olmuşlardır. Arabuluculuk neticesi asi Ermenilerin hiçbir ceza almadan kurtulmuş ve isyan bu şekilde son bulmuştur. Bölgeye varılan anlaşma doğrultusunda bir süre müslüman bir yönetici atansada sonrasında Hristiyan bir yönetici atanmıştır.

Bütün bunlar yaşanırken birde Ermenilerle çatışan Bitlisli Huytu Aşireti Reisi Hacı Musa Bey’in Khars köyünden Ermeni Ağacan’ın kızı Gülizar’ı, evine baskın düzenletip zorla kaçırtarak önce kendisinin sonra ise kardeşi Cevahir’in haremine katması ve İslamiyet’e geçirilmesi Ermeni tebaası ve akabinde de dış basında oldukça büyük yankı uyandırmıştır. Kız 4 ay sonra ancak ailesinin şikayeti ile bulunup ailesine teslim edilebilmiştir. Kızın fiziksel ve ruhsal işkencelere uğramış bir gözününde kör kaldığı ortaya çıkmıştır. Hemen ardından 1890’da kurulan Taşnak komitesinin Erzurum’a gizliden silah sevk edip bölge genelinde isyan çıkarma hazırlığı duyumu üzerine Osmanlı birlikleri bölgeye intikal etmiş ve Erzurum Ermeni mahallerinde arama yapmaya başlamıştır.19 Haziran 1890 tarihinde yapılan arama sonucunda kilise ve Sanasaryan Mektebi’nde silah imalatında kullanılan birkaç parça araç-gerecin haricinde herhangi bir mühimmat bulunamamıştır. Bu aramayı bahane eden Hınçak komitesi mensubu Ermenilerden bir kısmı ise halkı galeyana getirip isyan çıkarmıştır. Osmanlı birlikleri müslüman ahaliyi müdahale etmemeleri yönünde uyarmış kalabalığın dağılmasını yönünde ihtara karşın ateşle karşılık verilmesi üzerine bölgede çatışma çıkmıştır. 2 saat süren çatışmada 24 Temmuz tarihli bir rapora göre, olaylar sırasında Müslüman halktan 4 kişi, Ermenilerden ise 10 kişi hayatını kaybetmiştir. Yaralı sayısı ise Müslümanlardan 45 iken, Ermenilerden ağır ve hafif olmak üzere toplam 74 kişiye ulaşmıştır. Osmanlı askerlerinden 4 kişi hayatını kaybederken 15 asker yaralanmıştır. Öte yandan müslüman halkın herşeye rağmen sağduyu göstererek Ermeni çocuk ve kadınlarını muhafaza ve himaye etmek maksadıyla evlerinde sakladıkları da belirtilmiştir. Ancak bu durum ve olaylar iyice çarpıtılarak çevre topraklardaki Ermenilere ve batı basınına aksettirilmiştir.Bölgede 1895’te Erzurum,Tercan,Hınıs ve Bayburt’ta tekrar Ermeni isyanları çıkacak bunlarda bastırılacaktır.

1890’yılında “Kürt Musa Bey Olayı” ve arkasından Erzurum’da yaşanan karışıklıklar sonrası kimi Ermenilerin tutuklanması, Ermeniler tarafından ülke geneline yayılan tepkilere neden olmuştu. Birçok bölgede komiteler tarafından organize edilen protestolar yaşanmış ve bunlara bağlı kargaşalar çıkmıştı. Benzer şekilde başkent İstanbul’da da çeşitli protestolar yapılacak ve Doğu Anadolu’dan İstanbul’a gelen birçok Ermeni, şikâyetlerinin Sultan II. Abdülhamit’e iletilmesi için başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere başkentte bulunan Ermeni önderlerine baskılarda bulunacaklardı. Bu sırada İstanbul Ermeni Patrikliği görevinde Horen Aşıkyan Efendi bulunuyordu. Aşıkyan Efendi Osmanlı idaresi ile – özellikle de Sultan II. Abdülhamit’le – ilişkisi iyi olan bir ruhani önder idi ve Ermeni komitelerinin faaliyetlerine de açıktan karşı çıkıyordu. Hem Patrik Aşıkyan’ı uyarmak hem de İstanbul’da yapacağı bir eylemle Ermeni sorununun ciddiyetini Osmanlı Devleti yetkililerine göstermek hemde bir güç gösterisi yapmak isteyen Hınçak komitesi, 27 Temmuz 1890 günü Kumkapı Ermeni Patrikhanesi Kilisesi’nde bir eylem gerçekleştirdi. Kumkapı gösterileri olarak bilinen bu eylem İstanbul’da gerçekleştirilen ilk ayrılıkçı Ermeni isyanı ve olayıdır. Harutün Cangülyan, Mihran Damadyan ve Hamparsum Murat Boyacıyan Efendi gösteri sırasında bir manifesto okuyarak Patrik’i, Ermeni Ulusal Meclisini olaylara kayıtsız kalmakla suçladılar.Patrik’in odasını basıp onu zorla kendileriyle Yıldız Sarayı’na yürümeye zorlamaya çalıştılar ancak Osmanlı zabitleri bunu engellemek için göstericileri kuşattı,Patrik’i kurtardı. Çıkan arbede ve çatışmalarda 4 Osmanlı zabiti ve 3 gösterici yaşamını yitirdi.

Sonrasında Patrik diğer Ermenilere Hınçak ve Taşnaklara itimat etmemeleri yönünde bildiri yayınlasada ardı ardına Hınçak ve Taşnaklarca kendilerine destek vermeyen Ermenilere suikastler baskılar neticesi, II.Abdülhamit’in görevde kalması yönünde ısrarlarına karşın 1894’te istifa etmek zorunda kalacak ve 1899’da vefat edecektir. Yerine seçilen 1895’e göreve başlayan İzmirliyan ise bulabildiği her fırsatta batılı güçleri olayların içine sokmaya çalışmış ve isyan hareketlerinin aleyhinde net bir tavır sergilememiştir. Hatta 1894’de müslüman ahaliye yönelik gece baskınları ve saldırıları bile kendisinin yönlendirdiği iddia edilmektedir. İstanbul’da Kumkapı gösterileri ile başlayan Ermeni olaylarının akabinde 1895 Babaali Olayları patlak verdi.Taşnak ve Hınçak Ermenileri 28 Eylül’de 6 Büyükelçiliğe mektup gönderip İstanbul’da barışçıl protestolar yapacaklarını belirtmişlerdir.Bu amaçla Bitlis,Van,Muş’ta dahil Doğu Anadolu’ndan pek çok Ermeniyi de İstanbul’a getirmişlerdir. 30 Eylül 1895’te toplanan Garo Sahakyan liderliğinde 2000 kişilik kitle Babaali’ye dilekçe vereceklerinden bahisle oraya doğru yürüyüşe geçmiş ancak güvenlik güçleri ile çatışmalara girmiştir. Sonuçta Osmanlı zabitleri ve Ermenilerden ölen ve yaralılar olmuştur. Müslüman halkında galeyana gelmesi ile yer yer çatışmalar olsa da durum olaylara karışan Türk Ermeni her kişinin cezalandırılacağı bildirilerek bastırılmıştır. Ancak çıkan olaylar karşılıklı katliamlara neden olmuştur. Ayrıca, olaya zamanında gerektiği gibi müdahale edemeyen Küçük Sait Paşa’nın Sadrazamlıktan alınmasına ve Kâmil Paşa’nın Sadaret’e tayin edilmesine neden olmuştur.Bu arada Tıbbiyeli öğrencilerin hükümeti basiretsizlikle suçlayan bildiriler dağıtmaları akabinde pek çoğu tutuklanmış ve kargaşalar İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin güçlenmesi ve eylemlerinde yeni bir safhaya geçmesine bile neden olmuştur. Bu 1895 Babaali olayı öncesi başrolde İngiltere elçisi Philip Currie’nin bulunduğu inceleme komisyonunun çalışmaları sonucunda, İngiltere, Fransa ve Rusya Bâbıâli’ye verdikleri 11 Mayıs 1895 tarihli ortak memorandumla Berlin Antlaşması’nda öngörülen ıslahatın acilen icrasını istemişler Abdülhamit buna bunca zaman direnmekteyken bu olaylar sonrası 17 Ekim 1895’te Sultan Ermeni Islahat programını uygulamaya koymak zorunda kaldı.20 Ekimde “Vilâyât-ı Sitte’nin Islâhına Dâir Islahât Lâyihâsı” başlıklı reform programının, ilgili mülki ve askeri görevlilere gönderilmesini onayladı (20 Ekim 1895) Ancak Hınçak ve Taşnak eylemcileri 26 Ağustos 1896 Osmanlı Bankası Baskını terör eyleminde bulundular. 1897’de ise bu defa 1897 Ermeni Babaali Olayı denen olayda Ermeni teröristler Osmanlı Bankası baskınının yıldönümünden bir hafta önce, 18 Ağustos 1897 tarihinde Osmanlı payitahtında üç binaya eşzamanlı bombalı saldırı düzenlediler. Bunlardan birisi kısmen başarıya ulaşırken, ikisi girişim aşamasında kaldı. Bâbıâli’ye bomba atılması sonucu bir odacı ölürken, altı kişi yaralandı. Osmanlı Bankası’na giren terörist dinamit fitilini ateşlemek üzere iken muhafızlar tarafından etkisiz hale getirildi. Galatasaray Karakolu’nu bombalamak isteyen terörist ise panikleyip bunu başaramayınca, uzun bir takip sonucunda yakalandı. Eylemin sevindirici tarafı, iki yıl önceki gibi sokak çatışmalarına fırsat verilmemesi ve asayişe halel gelmemesiydi. Saldırılar, devletle işbirliği halinde olan yeni patrik Ormanyan ve Ermeni cemaati tarafından lanetlenirken, Avrupa devletleri tarafından da kınandı.

1891’de ise Siirt’e yakın Sason’da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen Mihran Damadyan’ın başı çektiği direniş hareketleri başlatıldı. 1894’de ise Birinci Sason İsyanı Ermenilerce çıkarıldı. Bu iki isyanın bastırılması ardından Rus destekli Andranik Ozanyan 1904’te İkinci Sason İsyanını çıkardı bu isyanda bastırıldı. Yine 1895 sonu 1896 başında Van isyanı patlak verse de buda bastırıldı.

Öte yandan Ermenilerin 1878’deki Zeytun İsyanı ve 1890 Erzurum’daki karışıklıklar ve Kumkapı Ermeni Olayları sonrasında II. Abdülhamit IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa’yı, Ermeni isyanlarını bastırmakla görevlendirildi. Bununla da kalmadı,Abdülhamit’çe bölgede Ermeni çetelerin saldırılara başlaması neticesinde Mehmed Zeki Paşa’nın teklifi ve Rusya’da Saint Peterburg Büyükelçisi olup Rus kazak alayları konusunda bilgi sahibi olan Ahmet Şakir Paşa’nın desteği ile doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birlikleri kurulup örgütlendi ve kendilerine saldıran Ermenilere karşı Çerkezlerle,Türkler vs. birlikte silahlandırıldı. Bu alaylarla zaman içinde sayısı arttırılıp genişletilerek Ermenilerin ülkenin çeşitli yerlerindeki isyanları sert bir şekilde bastırılmıştır. Ancak ne yazık ki bu olayların dış Dünya’ya nedenlerini duyurmada Osmanlı tarafı çok pasif kalmıştır. Netice olarak 1895 yazında ve sonrasında bütün Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Osmanlı aleyhine Ermenilere ve Süryanilere karşı sözde Hamidiye katliamları olarak batıya Ermenilerce lanse edildi ve bu Avrupa basınında Abdülhamid karşıtlığına sebep oldu. 1905’teki suikast girişimi sonrası 2.Abdülhamit’in tahtan indirilmesi akabinde Adana Olayları patlak verecektir. Öte yandan Hınçaklar işbirliğine yanaşmasa da Taşnaklar İttihat ve Terakki ile 1902 kongresine katılım sonrasında işbirlikleri 1907’de işbirliği yapmayı ikinci bir kongre toplanmasını teklif edebilecekleri kadar artmış 1909 Adana olayları sonrası Osmanlı aleyhine faaliyet göstermemeye ,Osmanlı Devletinin bütünlüğünü korumaya buna karşın kendilerinin haklarının korunmasına ilişkin İttihat Terakki ile işbirliği anlaşması imzalayacaklardır. Ancak I.Dünya Savaşı bütün bunları tersine çevirecek ve çatışmalar tekrar başlayacaktır.

Çarşafın yasaklanması (1892)

2 Nisan 1892 tarihinde belden bağlanmış siyah çarşaf giyen Müslüman kadınların örtünmemiş denecek hâlde açık-saçık bulundukları ve matem tutan Hristiyanlara benzedikleri ve güvenlik bakımından da problem yaratacağı gerekçeleriyle II. Abdülhamid tarafından kadınların çarşaf giymesi yasaklandı. Bu yasak sadece saraya girmek isteyen kadınlara uygulanmıştır.

Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) ve Girit’in fiilen elden çıkması (1898)
Ana maddeler: Osmanlı-Yunan Savaşı (1897); Halepa Fermanı; Girit İsyanı (1866-1869); Girit İsyanı (1878); Girit İsyanı (1897-1898) ve Uluslararası Donanma (Girit müdahalesi, 1897-1898)

Yunanistan, Girit Adası’nı ele geçirmek için kurulduğu 1830’dan itibaren büyük bir çaba içine girdi, bunun için yıllar boyunca Ada’da yaşayan Rumları kışkırtma yolunu seçti. Girit, 1866’da ilk defa geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne oldu. Osmanlı bu isyanı bastırmak istese de Rusya ve Fransa duruma müdahil oldular İngiltere ve Avusturya Osmanlı yanında yer alsa da Osmanlı bu işe büyük devletlerin müdahalesini engellemek için Sultan Abdülaziz, 1868’de Sadrazam Ali Paşa’yı Girit’e göndererek, Hristiyan halkına birçok imtiyazlar tanıyan bir yönetmelik yayınlattı. 1878’de Yunanistan 93 harbinin sonunda tekrar Girit’te ayaklanma çıkarsa da başarısız oldu. Berlin Antlaşması ile Girit Osmanlı’da kalmaya devam etti ama imtiyazlar genişletildi. Girit Hristiyanlarına daha geniş imtiyazlar bahşeden bu anlaşma, Hanya civarında Halepa’da Avrupa devletleri konsolosları tarafından onaylanıp uygulanması güvence altına alındığı için “Halepa Fermanı” diye anılmıştı. Buna göre Girit valisinin Hristiyan olması ve 5 yıl için büyük devletlerin onayıyla tayin edilmesinde anlaşılmıştır. Girit meclisinin üye sayısı 49 Hristiyan, 31 Müslüman’dan oluşacaktı. Adada toplanan verginin ada için harcanması kararlaştırıldı. Anlaşma sonrası ilk atanan Rum kökenli valide Girit mahkemelerine bağımsızlık kazandıracak bir tasarı hazırlamış II. Abdülhamid bunu da kabul etmiştir. Ancak adadaki Rumlar Doğu Rumeli’deki Osmanlı tavizleri sonrasında daha fazla imtiyaz veya Yunanistan ile birleşmek hayalleri ile tekrar ayaklandılar. Asilere tekrar Gümrük gelirleri ve memurları üzerine tavizler verilsede 6 ay sonra tekrar ayaklanma çıktı. Hristiyan Rum ada valisi Türk Gazetelerini kapatırken Yunanistan’a bağlanma taraftarı Rum gazeteleri kapatmıyordu. Vali azledildi ancak yerine getirilen valiler de ardı ardına görevden alındı.Zira adadaki Rumlar Türk ahaliye saldırmaya ve göçe zorlamaya başlamıştı. Yunan Veliahd’ı aynı zamanda Alman kökeni olan Konstantin, Osmanlı dostu gözüken Alman kralının kızı ile evlenmek istediği Rumlar Almanya’nın Osmanlı’yı Girit’i Yunanistan’a çeyiz olarak vermeye zorlayacağı dedikodularından bahisle tekrar ayaklandı. Almanlar bunu yalanlasa da Rum Silahlı çeteler Türklerin Müslüman ahalini evlerini dükkânlarını yakıp yıktı mezarlarını yağmaladı, katliamlar yaptı. Osmanlı büyük bir yığınakla 1889’da isyanı bastırıp adada sıkıyönetim ilan etti. İsyanın ele başları Yunanistan’a kaçtı. Ancak II. Abdülhamid Yunanistan’ın sözlerine güvenerek 1 yıl sonra sıkıyönetimi kaldırıp adada af ilan edip Halepa sözleşmesine dönmeyi kabul etti. Yunanistan’a kaçan isyan liderleri geri dönüp 1894’te tekrar huzursuzluk çıkardılar. II. Abdülhamid eski soylu kökenli Rum bir vali atasa da bu defada müslüman ahali Rum valiye başkaldırdı. Ardı ardına valiler değişti. İstanbul’daki altı büyük devletin sefirleri aynı zamanda Abdülhamid’i Girit için bir ‘Islahat Programı’na razı ettiler. Padişah, 25 Ağustos 1896’da imzaladığı bu ıslahat programıyla, büyük devletlerin yani İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya ve İtalya’nın onayını aldıktan sonra beş yıl süre ile adaya bir Hristiyan vali tayin etmeyi, memurların üçte ikisinin Hristiyanlar arasından seçilmesini, memurları valinin tayin etmesini, Ada halkının seçeceği Meclis’in bütçe ve kanunlar çıkarmasını, altı devletin ada üzerinde müdahale hakkı olduğunu ve konsolosları aracılığıyla bu şartların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmesini kabul ediyordu. Ancak Yunanistan bu antlaşmayı kabul etmeyip 1897’de büyük bir ayaklanma daha çıkardı ve Girit dahil her yerde seferberlik ilan edip asker topladı Osmanlıların Girit haricinde Yunanistan ile komşu pek çok noktasında sınır karakollarına saldırdı. Osmanlı askerleri katledildi, bu arada Girit’ te Avusturya-Macaristan, Rusya, İngiltere’de dahil büyük güçler de ortak donanma kurup, donanmaları ile bu olaya dahil oldular, hem Rum isyancılara ve hem de Girit çevresine bombardımanlar yaptılar, karşılıklı çatışmalar başladı, İngilizler dahil bir kısım Büyük Güçler, Hanya başta olmak üzere Girit’in belli yerlerine çıkarmada dahi bulundular. Oluşan bu kargaşa ve kaos ortamında Osmanlı, Yunanistan’a harp ilan etti. Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) başladı.

Osmanlı Ordusu, Yunan Ordusunu Melouna,Velestin ve Dömeke’de ardı ardına bozguna uğrattı. Teselya’da Yunan savunması çökünce Atina yolu Osmanlı’ya açıldı. Ancak Osmanlı kuvvetleri Büyük güçlerin araya girmesi ile Atina yakınlarında şehre girmeden engellendi. Varılan anlaşmada Berlin Antlaşması ile kaybettiği Teselya’nın kendisine geri verilmesini isteyen savaşta büyük bir zafer kazanan Osmanlı sadece Teselya sınırından 55 km² toprak kazancı ve 4 milyon lira savaş tazminatına razı olmak zorunda kaldı.

Dahası bu zafere rağmen kısa süre sonra 3 ay bile geçmeden II. Abdülhamid Büyük güçlerce Girit’te büyük tavizler vermeye zorlandı. Bunun içinde müslümanların Girit’e sözde isyanı bastırmak için gelen büyük güç filosuna karşı isyan çıkarmaları gibi bahaneler ileri sürüldü. Oysaki Girit’te sözde çıkan isyanı Osmanlı takviye kuvvet göndermeden iş çok boyutlu bir savaşa evrilmeden bastıracağını söyleyen Uluslararası Filo pek çok sefer Yunan isyancılarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Osmanlının savaş alanında kazandığı zafer, bu şekilde adeta diplomatik bir bozguna dönüştürüldü. Gizlice yapılan ve halktan bir süre padişahça gizlenen anlaşma ile Osmanlı kuvvetleri adadan tümden çekilecek, ada büyük güçlerden oluşan bir komisyona bırakılacak, adanın gelirleri tümden adaya kalacak, hristiyan bir vali adaya atanacaktı. Anlaşma gizli tutulsa da imzalandıktan hemen sonra Rumlar tekrar ayaklanıp bölgedeki müslüman ahaliyi tekrar katledip göçe zorladı, müslüman ahali de karşı koydu. Rus imparatoru anlaşmanın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra Yunan Kralı’nın ikinci oğlu Georges’un vali olarak atanmasını istedi. Osmanlı bu karara direndi. Neticede Osmanlı adayı boşaltmak istemesede adaya dayanan Rus, İngiliz,Fransız gemileri adayı kuşatmıştı. Yabancı devletler Osmanlı Devleti’ne 48 saat süre tanımışlar, çaresiz kalan Abdülhamid baskıya boyun eğmiş ve Girit’in boşaltılması emrini vermişti. Adada Kandiya Kalesi’nde sembolik olarak sallanan Osmanlı Bayrağı’ndan başka Osmanlı varlığı kalmadı.Alınan bu kararlarda Osmanlı ordusu İngiliz, Rus, Fransız ve İtalyan hükümetlerinin desteğiyle adadan çıkmaya zorlanmıştır. Almanya ve Avusturya-Macaristan bu konuda daha ziyade çekimser kalmıştır. Girit sembolik olarak Osmanlı elinde ama esasında İngiliz Rusların başı çektiği Osmanlı’nın hiçbir söz hakkının olmadığı bir komisyonun yönetimine geçmiş oldu. Ütopik sözde Osmanlı’ya bağlı ama fiilen tamamen Uluslararası bir donanma ve askerlin kontrolünde bağımsız bir Girit Devleti kurulmuştu. Son karışıklıklardan müslümanları sorumlu tutan komisyon kurduğu mahkeme ile müslümanları cezalandırma ve göçe zorlama yolunu tercih etmişti. Dahası komisyonca 1898’te Yunan Kralı’nın ikinci oğlu Georges Rus İmparatoru’nun arzusuna uygun şekilde adaya vali olarak atanmasına karar verilip,istek Babali’ye bildirildi.Osmanlı bu kararı tanımak zorunda kaldı. 1905’te Rumlar tekrar ayaklandı Yunanistan’a bağlanmak istediklerini söylediler. Girit Milli Meclisini toplayıp adayı Yunan Bayrakları ile donatıp bu yönde karar çıkardılar. Ancak talepleri Büyük Güçlerce reddedildi. Bununla birlikte Büyük güçler isyanı bastırmalarına karşın bastırana kadar bölgede kalan müslüman ahaliye katliamlara seyirci kaldılar. İsyan liderleri Venizelos ve savunucuları Yunanistan’a gönderildi. 1908’te 2.Meşrutiyet sırasında tekrar Milli meclis karar alsa da II. Abdülhamid’den kısa süre sonrası büyük güçlerin kuvvetlerinin Yunanistan lehine Girit’ten çekilmesiyle, 27 Temmuz 1909 tarihinde fiili olarak; I.Balkan Savaşı’nın kaybedilmesi akabinde 1913’te Girit resmi olarak da Yunanistan’a verildi.

II. Abdülhamid

 

 

Kuveyt’in özerklik kazanması (1899)

Berlin Antlaşmasından sonra Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçen İngiltere, Basra bölgesindeki faaliyetlerini farklı bir boyutta daha da artırmıştır. 1881 tarihli belgeden anlaşıldığına göre İngiltere’nin Basra’dan Necid’in sonuna kadar olan Osmanlı sahilinde nüfuzunu artırdı. 1885’e gelindiğinde İngiltere ve İran arasında Basra’nın İran’a bırakılması hususunda gizli bir anlaşmanın yapıldı. Zaten İngiltere’nin 1880’lerden itibaren Basra’daki faaliyetlerinin boyutunu 1880’de Bahreyn Şeyhi ile yaptığı anlaşma göstermektedir. Buna göre Osmanlı Devleti’nin burada hâkimiyetinin bulunmadığı iddia edilmekte ve Bahreyn’in bağımsızlığı istenmektedir. Daha sonra bu siyasetini bölgedeki diğer şeyhliklere de uygulamış ve şeyhlikler de İngiltere’den başka her hangi bir hükümetle ilişki kurmayacaklarını taahhüd etmişlerdir. Ayrıca buradaki aşiretlere ve kabilelere cephane ve silah satarak onları isyana hazırlamıştır.

İngilizlerin özel olarak desteklediği yerlerden biride Kuveyt Emirliğidir. Kuveyt emirliği Osmanlı’ya bağlı olmakla beraber idarede bağımsız sayılabilecek bir durumdaydı. Vergi vermeyen Kuveyt’te Osmanlı Devleti tarafından tayin edilen bir kadı bulunurdu. Kuveyt Emiri Mübarek el-Sabah, 23 Ocak 1899 tarihinde İngilizlerle gizli bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Kuveyt, İngiliz hükûmetinin izni olmaksızın hiçbir ülkenin siyasi temsilcisini kabul etmeyecek, topraklarından herhangi bir parçayı İngiltere’den başka bir devlete terk etmeyecek veya kiralamayacaktı. Bunun karşılığında çeşitli yardımlar ve silah alacaktı. Bu anlaşmayı kabullenemeyen Osmanlı ise İngilizlerle anlaşan Kuveyt Emiri’ne karşı rakibini destekledi. Almanların etkisiyle II. Abdülhamid, İbnürreşid’in Kuveyt’e saldırmasını emretti. II. Abdülhamid’i bu işe yönlendiren Alman İmparatoru, bu defa II. Abdülhamid’e başvurarak askerî birliklerini geri çekmesini istedi. Bu olaydan sonra Kuveyt’teki İngiliz nüfuzu dokunulmazlık kazanmış kadar oldu.

Amerika Birleşik Devletleri ve Filipinler (1899)

İspanya-Amerika Savaşı sonrası ABD Filipinleri İspanya’dan almıştı. Ancak Filipinliler İspanya gibi ABD’ye karşıda bağımsızlık savaşı başlattılar. 1899’da ABD Dışişleri Bakanı John Hay, ABD’nin Osmanlı Büyükelçisi Oscar Straus’tan, Sultan II. Abdülhamid’e, Filipinler’deki Sulu Sultanlığı’nda yaşayan Müslüman Tausug halkının İspanyollara karşı Amerikan egemenliği ve askeri yönetimine itaat etmesi için halife olarak buyruk vermesi talebinde bulunmasını istedi. Abdülhamid Straus’un talebini kabul etti ve Mekke üzerinden Sulu’ya gönderilen mektubu yazdı. Sonuç olarak, “Sulu Müslümanları … isyancılara katılmayı reddettiler ve kendilerini ordunun kontrolü altına aldılar, böylece Amerikan egemenliğini tanıdılar.” ABD Başkanı McKinley, 56. ABD Kongre’sinin Aralık 1899’daki ilk oturumunda yaptığı konuşmada, Sulu Sultanı ile yapılan anlaşma 18 Aralık’a kadar Senato’ya sunulmadığından, Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Abdülhamid’in Sulu Moros’daki barışın sağlanmasındaki rolünden bahsetmedi. Sultan Abdülhamid’in “pan-İslamcı” ideolojisine rağmen, Straus’un Sulu Müslümanlarının, Batı ile Müslümanlar arasında düşmanlık yaratmaya gerek duymadığı için Amerika’ya direnmemelerini söyleyen yardım talebini hemen kabul etmişti. Amerikan ordusu ile Sulu saltanatı arasındaki işbirliği, Sulu Sultanı’nın Osmanlı Padişahı tarafından ikna edilmesinden kaynaklanıyordu.

John P. Finley şunları yazdı:

“ Bu gerçekleri gereği gibi değerlendirdikten sonra, Sultan, halife olarak Filipin Adaları’ndaki Müslümanlara, dinlerine herhangi bir müdahale olmaksızın, Amerikalılara karşı herhangi bir düşmanlığa girmelerini yasaklayan bir mesaj gönderilmesine neden oldu. Amerikan yönetimi altında izin verilecekti. Morolar bundan daha fazlasını asla istemediklerinden, Filipin ayaklanması sırasında Aguinaldo (Filipin’in önce İspanya sonra ABD karşısında bağımsızlığı için mücadele eden kahramanı) ajanları tarafından yapılan tüm teklifleri reddetmeleri şaşırtıcı değil.Başkan McKinley, yaptığı mükemmel iş için Bay Straus’a kişisel bir teşekkür mektubu gönderdi ve başarısının ABD’nin sahada en az yirmi bin askerini kurtardığını söyledi. „
Halife konumundayken, Amerikalılar Filipinler’deki savaşları sırasında Müslümanlarla anlaşmalarına yardımcı olmaları için Abdülhamid’e yanaştı ve bölgenin Müslüman halkı, Abdülhamid’in Amerikalılara yardım etmek için gönderdiği emre uydu. Amerikalıların Moro Sulu Sultanlığı ile imzaladığı ve Saltanatın içişleri ve idaresinde özerkliğini garanti eden Bates Antlaşması, aradan 5 yıl bile geçmeden,ABD’nin Emilio Aguinaldo’nun başlattığı bağımsızlık savaşında Filipinlileri bozguna uğratıp savaşa sonra vermesi akabinde bizzat ABD tarafından Moroland’ın işgali ile ihlal edildi. ve Moro İsyanı (1899-1913)’nın patlak vermesine neden oldu. Şiddetli savaş 1904’de Moro Krateri Katliamı gibi Moro’daki Müslüman kadın ve çocuklara karşı işlenen vahşet eylemleri ile ABDlilerce bastırıldı.

Kısacası II. Abdülhamid bu yardımıyla hem Filipinler’in Moro Müslümanları ile birleşip ABD’ye karşı bağımsızlık savaşının başarıya ulaşmasını engellemiş hem de bölgede Moro ve Maguindanao Sultanlığı gibi müslüman devletlerin sona ermesini ABD’nin eline geçmesini sağlamıştır.

Alman desteği ve Çin Boxer Ayaklanması’nda Osmanlı faaliyetleri (1899-1901)

Üçlü İtilaf – Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya – Osmanlı İmparatorluğu ile gergin ilişkiler sürdürdü. Abdülhamid ve yakın danışmanları, İmparatorluğun bu büyük güçler tarafından eşit bir oyuncu olarak görülmesi gerektiğine inanıyordu. Sultan’ın görüşüne göre, Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa imparatorluğuydu ve Hıristiyanlardan çok Müslümanlara sahip olmasıyla belirgindi. Zamanla Fransa (1881’de Tunus’un işgali) ve İngiltere’den (1882’de Mısır’da fiili kontrolün kurulması) gösterilen düşmanca diplomatik tutumlar, Abdülhamid’in Almanya’ya yönelmesine neden oldu. Alman Kayzeri 2. Wilhelm, İstanbul’da iki kez Abdülhamid tarafından ağırlandı; ilk olarak 21 Ekim 1889’da ve dokuz yıl sonra 5 Ekim 1898’de. (II. Wilhelm daha sonra 15 Ekim 1917’de V. Mehmed’in konuğu olarak İstanbul’u üçüncü kez ziyaret etti). Alman subayları (Baron von der Goltz ve Bodo-Borries von Ditfurth gibi) Osmanlı ordusunun örgütlenmesini denetlemek için görevlendirildi. Alman hükümet yetkilileri, Osmanlı hükümetinin maliyesini yeniden düzenlemek için getirildi. Ek olarak, Alman İmparatoru’nun üçüncü oğlunu halefi olarak atama konusundaki tartışmalı kararında II. Abdülhamid’e danışmanlık yaptığı söylentisi vardı. Ancak Almanya’nın dostluğu karşılıksız değildi ve çıkar üzerine kurulu yanı vardı; Almanya’ya yardımı karşılığında demiryolu ve kredi imtiyazları sağlanıyordu. 1899’da, önemli bir Alman arzusu olan Alman mallarının Ortadoğu ve Afrika bölgelerine rahatça satım ve dağıtımını da hedefleyen bu yönde gerek Alman ve gerek Osmanlı arzularının örtüştüğü Berlin-Bağdat demiryolunun inşası sultanca kabul edildi.

Öte yandan bu ittifakı sınayan olaylarda ortaya çıktı. Bunlardan birinde Alman İmparatoru 2. Wilhelm Çinde sömürgelerinde Çinli Müslüman birlikleriyle sorun yaşadığından Sultan’dan yardım istedi. Boxer Ayaklanması sırasında, Çin Gansu Ordusuna bağlı Çinli Huili Müslümanlardan oluşan Kansu Braves (Gansu Cesurları) birlikleri, ülkelerini ekonomik açıdan sömüren, sömürgecilik yapan diğer Sekiz Devlet İttifakı güçlerinin içindeki Alman Ordusuna karşı da savaştı ve onları da bozguna uğrattı. Müslüman Kansu Braves ve Boxerleri, 1900 yılında Seymour Seferi’nde Langfang Muharebesi’nde Alman yüzbaşı Guido von Usedom liderliğindeki İttifak kuvvetlerini yendi ve Uluslararası Elçilik Kuşatması sırasında kapana kısılmış İttifak kuvvetlerini kuşattı. İttifak güçleri, Pekin Muharebesi’nde Çinli Müslüman birliklerle savaşmayı ancak Gazale Seferi’ndeki ikinci girişimde başardı. Kayzer Wilhelm, Çin Müslüman birliklerinin Boxerlerle birlikte bu başarıları karşısında o kadar telaşlandı ki, Abdülhamid’den Müslüman birliklerin savaşmasını durdurmanın bir yolunu bulmasını istedi. Abdülhamid, Kayzer’in taleplerini kabul etti ve 1901’de mirliva Hasan Enver Paşa’yı (Enver Paşa ile karıştırılmamalıdır. Bu kişi Prusya’nın Polonya’yı işgali üzerine başlayan ayaklanmaya katıldıktan sonra Osmanlı’ya sığınan ve Mustafa Celaleddin adını alarak Osmanlı ordusunda görev yapan Kostantin Borzecki’nin oğludur) Çin’e gönderdi, ancak o zamana kadar isyan bitmişti. Neticede heyet kısa zaman sonra geri döndü. II. Abdülhamid, Avrupa uluslarına karşı bir çatışma istememekteydi ve Osmanlı İmparatorluğu, Alman yardımını almak için kendini Almanlara sevdirdiği için, Çinli Müslümanlara Çin’den yabancı güçlerin atılması için mücadele veren boksörlere yardım etmekten kaçınmaları yolunda Osmanlı Halifesi sıfatıyla II. Abdülhamid tarafından bir beyanat yayınlandı ve bu beyanat İngiliz yönetimindeki Mısır ve Müslüman Hint gazetelerinde basıldı.

Theodor Herzl ile görüşmesi (1901)

Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesini amaçlayan siyonist lider Theodor Herzl, 17 Mayıs 1901 tarihinde II. Abdülhamid ile görüştü. Bu görüşmede Herzl’e bir Mecidiye Nişanı verildi. II. Abdülhamid ile görüşmesinden sonra konu hakkında Daily Mail gazetesine mülakat veren Herzl, görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulayıp Yahudilerin II. Abdülhamid’den daha iyi bir dostu ve seveni olmadığını ifade etti. II. Abdülhamid, belirli bir yerde toplu hâlde olmamak şartıyla Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelmelerini kabul etti ancak Filistin’e yerleşim konusunda bir adım atmadı. Herzl’in asıl isteği ise Yahudilerin doğrudan Filistin’e yerleşmesini sağlamak idi. Bunun karşılığında da Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödeyecekti. II. Abdülhamid, Yahudilerin dağınık bir şekilde Mezopotamya’ya yerleşmelerini teklif etti ancak bu teklif Herzl tarafından kabul edilmedi. Çünkü Herzl, ilave yerleşim yeri olarak Filistin, Hayfa ve çevresini istemekteydi. Konu hakkında Osmanlı Arşivleri’nde bulunan belgelerde, II. Abdülhamid’in Herzl’i huzurundan kovmadığını ve Padişahın Yahudilerin yerleşimi için Mezopotamya’yı teklif ettiğini göstermektedir.

Rus Konsolosu Rostkovski’nin öldürülüşü (1903)

8 Ağustos 1903 tarihinde Manastır’da üzerinde resmî kıyafeti olmadan gezen Rus Konsolosu Rostkovski, karakol önündeki Osmanlı askerinin kendisini selamlamadığını fark edince elindeki kamçı ile hiddetli bir şekilde, nöbet tutan askere yaklaşıp kendisini neden selamlamadığını sordu. Türk kaynakların belirttiği üzere Rus Konsolos elindeki kamçı ile Osmanlı askerine vurdu. Konsolosun dilini anlamayan ve azarlanan nöbetçi Osmanlı askeri tüfeğiyle ateş ederek Rus Konsolos Rostkovski’yi orada öldürdü. Yaşanan bu olay II. Abdülhamid’i endişelendirince sert tedbirlere başvuruldu ve Osmanlı askeri Halim yargılandı. II. Abdülhamid mahkemeyi takip eden Hüseyin Hilmi Paşa’ya Rus Konsolosun öldürülmesi nedeniyle iki Osmanlı askerinin idamının derhal uygulanmasını emretti. Rus Konsolosu öldüren Osmanlı askeri Halim’in yanı sıra yanında bulunan diğer nöbetçi asker olan Abbas da cinayeti önleyemediği için 4 günde tamamlanan yargılamanın ardından Rus Konsolosu öldüren asker ile birlikte idam edildi. Rus Konsolosun Osmanlı askeri Halim’e küfrettikten sonra öldürüldüğünü söyleyen bir asker ise 15 yıl ve Tevfik adlı bir temizlik görevlisi de 5 yıl hapis cezası aldı. Ayrıca nöbetçi asker Halim’in bölük komutanı ile öldürülen Rus Konsolos hakkında kötü konuşan iki Osmanlı teğmeni de meslekten uzaklaştırıldı. Bölgede nahiye müdürü olarak görev yapan Hasan Tahsin Bey, Rus Konsolosun nöbetçi askeri tokatlaması sonucu cinayetin işlendiğini belirtir. Bir subayın ifadesine göre ise Rus Konsolos, nöbetçi askeri elindeki kamçı ile dövmüş ve asker de bunun üzerine ateş etmişti. Manastır Rus Konsolosu Aleksandır Rostkovski’nin öldürülmesinin ardından Rusya, İğneada açıklarına donanma göndererek Osmanlı Devleti’ne ültimatom verdi.

Bulgar Çetelerinin saldırıları, İlinden-Başkalaşım İsyanı (1903) ve Mürzteg Antlaşması

Her ne kadar 1890’larda ortada sözde özerk, özde bağımsız bir Bulgaristan Prensliği olsa da, Bulgarlar Doğu Rumeli Vilayetini öyle veya böyle elde etmiş olsalarda Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Bulgarların ve Balkan Devletlerinin talepleri bitmemişti. Makedonya ve Trakya’da pek çok örgüt kuruldu. Bunlardan biri Yüksek Makedon-Edirne Komitesi idi. Bu komite İlinden ayaklanması öncesinde Pirin Dağı ve Gorna Djumaya “Yukarı Cuma”(Blagoevgrad)’da 28 Eylül-1 Kasım 1902 arasında gerçekleşen bir ayaklanmaya imza attı. Bulgar Prensliği büyük güçlerden (Düvel-i muazzama’dan) gelen baskı nedeni ile ayaklananlara açık bir yardım yapmadı. Ayaklanma Hüseyin Hilmi Paşa yönetimindeki Osmanlı birliklerince bastırıldı. 2000’e yakın Bulgar çete mensubu Bulgar Prensliğine kaçtı.

Öte yandan Selanikli Gemiciler adı ile kurulan bir Bulgar terör örgütü (1898-1903) Edirne Vilayeti, Makedonya ve Selanik’te otonomi veya Bulgaristan Prensliği’ne bağlanma bu amaçla Düvel-i Muazzama’nın dikkatini çekmek için bombalı saldırılarda, terör eylemlerinde bulundular. Örgütün kurucularının çoğu Selanik Bulgar Erkek Lisesi mezunuydu.1899’da Ermenilerle birlikte Abdülhamit’e suikast, 1900’de ise Osmanlı Bankasının Selanik ve İstanbul Şubelerini havaya uçurmayı planladılarsa da planları ortaya çıktı. 18 Eylül 1900’de Osmanlı polisi, patlayıcıları taşıyan bir grubun üyesini yakaladı ve daha sonra Merdjanov, Sokolov ve Pavel Shatev’in de aralarında bulunduğu tüm grup tutuklandı. 1903’te ise Selanik bombalamaları denen planı yaptılar.28 Nisan 1903’te grubun bir üyesi olan Pavel Shatev, Selanik limanından çıkmakta olan Fransız gemisi “Guadalquivir”i dinamit kullanarak patlattı. Bombacı diğer yolcularla birlikte gemiyi terk etti, ancak daha sonra Üsküp tren istasyonunda Türk polisi tarafından yakalandı. Aynı gece, diğer grup Dimitar Mechev, Iliya Trachkov ve Milan Arsov, Selanik-İstanbul arasındaki demiryolunu tren geçisine yakın bombalasa da, şans eseri lokomotife ve geçen bir trenin vagonlarından bazılarına zarar veren bombalamada hiçbir yolcu yaralanmadı. Ertesi gün, Selanik’teki büyük baskının başlaması için işaret, kentin elektrik ve su tedarik sistemlerini kapatmak için patlayıcılar kullanan Kostadin Kirkov tarafından verildi. Jordan Popjordanov (Orceto) adlı bir başka örgüt uyesi ise, bir “gemici”nin daha önce bir tünel kazdığı bir Osmanlı Bankası ofisinin binasını havaya uçurdu. Milan Arsov, “Alhambra” Café’ye bomba attı. Aynı gece örgüt üyeleri Kostadin Kirkov, İliya Bogdanov ve Vladimir Pingov şehrin farklı yerlerinde bombalar patlattı. Dimitar Mechev ve Iliya Truchkov, gaz üreten bir tesisin rezervuarını patlatmayı başaramadı. Daha sonra, Mechev ve Trachkov’un 60’tan fazla bomba kullandığı ordu ve jandarma kuvvetleriyle yapılan bir çatışmada kendi karargahlarında öldürüldüler. Jordan Popjordanov 30 Nisan’da öldürüldü. Mayıs ayında Kostadin Kirkov bir postaneyi havaya uçurmaya çalışırken öldürüldü. Görevi yerel valiyi öldürmek olan Zvetko Traikov, yakalanmadan hemen önce bombayı patlatıp üzerine oturarak intihar etti. Yine bu eylemlere destek niteliğinde Bulgar anarşist ve çetecilerinin başkaca eylemleride oldu Budapeşte’den İstanbul’a giden günlük ekspres, 28 Ağustos’ta Kuleliburgaz yakınlarında havaya uçuruldu.7 kişi öldü 15 kişi yaralandı.Avusturya-Macaristan nehir ve deniz buharlı gemisi Vaskapu’nun gemisinde ikinci terör eylemi 2 Eylül’de meydana geldi. Geminin patlaması, Tuna nehri ile Karadeniz limanları arasındaki İstanbul’a kadar meşguliyetin olduğu gemilerle yolcu trafiğinin başladığı zamana kadar uzanıyordu. Örgüt üyesi Zahari Stoyanov’un yakın akrabaları olan saldırganlar Kaptanı, iki subayı, altı mürettebatı ve 15 yolcuyu öldürdü ve gemiyi ateşe verdi. Ivan Stoyanov ve Stefan Dimitrov da patlamada öldü.Esasında 9 Eylül’de İstanbul limanına dört geminin patlatılarak saldırılması planlanmıştı: “Vaskapu”nun yanı sıra, bunlar Avusturya-Macaristan “Apollo”, Alman “Tenedos” ve Fransız “Felix Fressinet” idi. Ancak Vaskapu’nun erken patlatılması nedeniyle plan başarısız oldu. Örgüt 1903’te Selanik bombalamalarının ardından sıkı yönetim ilan edilip liderlerinin yakalanması, bir kısmının idam edilip bir kısmının tutuklanıp Fizan’a sürülmesi ile ortadan kaldırılmıştır.

Bütün bunlar yaşanırken Edirne ve Makedonya’da özerk bir devlet kurmak amacıyla Osmanlı topraklarında İç Makedon Devrimci Örgütü (İMDÖ) adlı bir örgüt 1893’te kuruldu. Örgüt Osmanlı İmparatorluğu’na ve bölgedeki askerlerine karşı vur-kaç saldırıları vs. ile silahlı ve terörist bir mücadele içinde olup Bulgar Prensliği’nden yardım alır duruma gelmişti. Başlangıçta tüm Makedonya halkları için özerk bölge peşinde olan örgüt özellikle 1896 sonrası sadece Bulgarların çıkarlarını gözetir ve yaptığı gerilla müdadeleleri zorlama vs. ile devlet içinde devlet olup halktan vergi alır hale bile geldi. 1903 yılının Ağustos ayında Makedonya, Trakya’da Istranca dağlarında, Yunanistan’ın Makedonya kısmına gelen Osmanlı topraklarında ayaklanma çıkardılar. Yaklaşık 25.000’den fazla örgüt militanı, üyesinin dahil olduğu silahlı ayaklanma Kasım ayında ancak bastırılabildi.30.000’den fazla kişi Bulgar Prensliği’ne kaçtı. Ayaklanan çetecilerden bazıları Istranca Cumhuriyeti, Kruşevo Cumhuriyeti diye bir geçici devletçikler bile kurmaya çalışsa da buraya sevk edilen Osmanlı birlikleri bunu engelledi. Ancak pek çok köy çatışmalarda harabeye döndü.

Bu çatışmalara ve yapılanlara karşın Bulgar tarafı ve İMDÖ üyeleri Osmanlı Devletini köy yakma ve katliam yapma zorla tehcir,tecavüz gibi suçlamalarla da suçlamıştır. İsyanların bastırılması sırasında Osmanlılarda da 5328 asker şehit olmuştur.

Bununla birlikte İMDÖ isyan başladıktan sonra özellikle Bulgaristan’dan askeri yardım talebinde bulunup müdahale etmesini istediyse de Bulgaristan bu konuda yardım edemeyeceğini belirtti, Sırbistan, Karadağ’dan beklenen yardımları alamadı, bastırılması akabinde kendi milis dediği güçlerini fesh etmek zorunda kaldı.

Öte yandan Rus Çarı, 1903 Ekiminde Avusturya-Macaristan İmparatoru’nu ziyareti esnasında Mürzsteg Av Köşkü’nde bir araya geldi ve görüşmeler sonrası Osmanlı Imparatorluğu’na Makedonya’daki sorunları çözmesi ile ilgili bir ortak muhtıra gönderip reform yapmasını istediler. Netice olarak Büyük güçlerin, baskısı ile II.Abdülhamit Kasım 1903’te Mürzsteg Muhtırası’nı dikkate alacağını bildirip, Rumeli’de Hristiyan halk üzerinde reformlar yapmaya karar verdi.Osmanlı Imparatorluğu’nun Balkan topraklari ve Makedonya’daki egemenliğini tehdit etmektesine karşın 2. Abdülhamit’in muhtırayı kabul edeceğini bildirmesi ile Mürzteg muhtırası Mürzsteg Antlaşması halini aldı.

Bu Mürzsteg Antlaşmasında Rus Çarı ve Avusturya Macaristan İmparatoru, Osmanlı Makedon vilayetlerinde yönetim, yargı ve yerel jandarma reformunu denetlemek üzere bir Rus ve bir Avusturya-Macaristan sivil temsilcisinin atanmasını talep etmekteydi. Bütün bu reform yapacak kurumlarda Hıristiyanlar yer alacaktı. Kasım ayında Abdülhamid’in teklifi kabul etmesinden sonra, Rusya N. Demerik’i ve Avusturya bir G. Müller’i temsilci seçti. Temsilciler 1904’ün başlarında Makedonya Başmüfettişi Hüseyin Hilmi Paşa’nın emrinde çalışmaya başladılar. Mürzsteg programı uyarınca, her Büyük Güç, her ilde jandarma reformundan sorumlu Osmanlı yetkilisine bir danışman memur atadı. Avusturya-Macaristan, Selanik Sancağına Rusya, Üsküp Sancağına, Fransa Serez Sancağına ve İngiltere, Drama Sancağına bir danışman atadı.

Ancak Rus-Japon Savaşı’ndaki (1904-05) yenilgiden sonra Rusya, Balkanlar’daki etkisinin çoğunu kaybetti. Bu arada Avusturya Macaristan iyice Osmanlı tarafına çekildi. Avusturya-Macaristan, 1907’de antlasmadaki yargı reformlarını desteklemekten vazgeçip reddetti ve Osmanlı yetkilileri de mali reformlarda direniş gösterdi.1908’de II. Abdülhamid, Mitroviça’dan Selanik’e, Avusturya-Macaristan’ın lehine ve Mürzsteg Anlaşması’nı ihlal etse de bir demiryolu inşasını onayladı. Avusturya Macaristan’ın bunun gibi diplomatik ekonomik manevralarla iyice Osmanlı yanına çekilmesi ile sonrasında Osmanlı hükümetinin Mayıs 1909’da Makedonya’daki Uluslararası Mali Kontrol Komisyonu’nu kapatmasıyla anlaşma resmen iptal edildi.

II. Abdülhamid

 

Suikast girişimi (1905)

Ermeni Devrimci Federasyonu’nca (Taşnaklar), 1905’te ince bir planla bu suikast yapılmaya çalışılmıştır. Bir görüşe göre Taşnakların suikastı yapmaktaki amacı, kendilerine bağımsız devlet olma önünde engel olarak gördükleri II.Abdülhamit’ten kurtulma; bir diğer görüşe göre Ermenilere Hamidiye alayları ile katliam yapmakla itham ettikleri II.Abdülhamit ve Osmanlı’dan bir intikam alma; diğer bir araştırmacı tarih Profesörü Vahdettin Engin ve Erhan Afyoncu’nun iddialarına göre ise Osmanlı İmparatorluğunu kaosa sürükleme planının küçük ama önemli bir parçasıdır. Afyoncu ve Engin’e göre bu plana doğrultusunda önce padişaha suikast düzenlenecek, sonra da hükümet merkezi, Galata Köprüsü, Tünel, Osmanlı Bankası, yabancı büyükelçilikler ile diğer bazı özel ve resmi müesseseler havaya uçurulacaktı. Böylece müthiş bir kargaşa ve ihtilal çıkarılarak İstanbul kaos içinde bırakılacak, ardından Avrupa devletlerinin müdahalesi sağlanacaktı. Bununla birlikte bu suikastın yapılmasına planlanan amaç hala belirsizliğini korumaktadır. Ancak bilinen olgu Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar)’ın bu bombalı suikastı yapması için Belçikalı anarşist görüşe sahip olduğu bilinen Edward Joris adlı kişi ile birlikte hareket ettikleridir.

21 Temmuz 1905 günü Osmanlı padişahı II. Abdülhamit’e karşı tarafından Yıldız Hamidiye Camii önünde Cuma selamlığından çıkışta patlaması için 120 kg bomba içeren bir düzenek kuruldu. Ancak Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin Sultan Abdülhamit’e bir soru sorarak geciktirmesi üzerine bomba Sultan Abdülhamit’in etki alanı dışındayken patladı ve padişah hiçbir zarar görmeden kurtuldu. Patlama sonucu civardaki halk arasında 26 kişi öldü ve 58 kişi yaralandı. Olaydan sonra yapılan araştırma sonucu olaya karışan 40 kişinin kimlikleri belirlendi. Bunlardan 15 kişi yakalanarak tutuklandı. Belçika vatandaşı Edward Joris’in suikast girişiminin lideri olduğu sonucuna varıldı. Belçika ile Osmanlı İmparatorluğu arasında diplomatik kriz patlak verdi. Ancak İdama mahkum edilen Edward Joris Belçika’ya iade edilmedi.2 yıl hapis yattıktan sonra affedilip serbest bırakıldı. Hatta bu kadarla da kalmadı. II. Abdülhamid onu kendi hizmetine aldı. Gerçekten de Jorris, Abdülhamid’le bilvasıta görüşmüş ve çok geçmeden de onun gizli ajanı olarak 500 altın harcırahla Avrupa’ya dönmüştür. Anlaşılan hayli de hizmet yapmıştır. Dünya tarihinde belki de ilk defa bir suikastçı, suikast düzenlediği kişi tarafından affedilmiş, üstüne üstlük işe alınarak ödüllendirilmiştir.

Tevfik Fikret gibi sözde vatan şairi olarak adlandırılan bazı düşünürlerin ne yazık ki bu suikastten II. Abdülhamid’in sağ kurtulması pek hoşuna gitmemiş hatta bu konuda “Bir Lâhza-i Ta’ahhur” (Bir Anlık Gecikme) adlı şiir bile yazmıştır. Bu durum ayrıca büyük haklı bir eleştiri konusudur.

Vergi İsyanları (1906-1907)

2.Abdülhamit’in hızlıca güç kaybetmesi ve 2.Meşrutiyet isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)’nin başarıya ulaşmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri 1906-1907 yıllarında Kastamonu, Samsun Erzurum gibi pek çok bölgede çıkan Vergi İsyanları (Ayaklanmaları) olmuştur. Halk desteğinin kaynaklarından biri de burası olmuştur. Zira Düyunu Umumiye ve Reji idarelerinin Osmanlı gelirlerine el koyması neticesi, bütçe ve mali disiplin sağlanmaya çalışılsa da giderek artan giderler karşısında Osmanlı maliyesi ve 2.Abdülhamit’te çarelerden birini de vergileri arttırmak olarak öngörmüştü. Osmanlı’da 2.Abdülhmait döneminde de halkın büyük kesimi kırsalda yaşamaktadır. Şehirlerdeki nüfus azdır sanayi üretiminden çok tarımsal üretim esastır. Osmanlı’da her ne kadar uygulanan politikalarla uygulanan politikalar sonucunda hububat üretimi 1888-1911 yılları arasında % 51 oranında artarken, tütün üretimi % 191, incir üretimi % 122, fındık üretimi % 217, ipek kozası üretimi % 122 ve Adana bölgesindeki pamuk üretimi % 472 oranında artmıştır. Tarım ürünlerinin ihracat içindeki payı 1889’da % 18, 1907’de % 22’ye ve 1913’de % 27’ye yükselmiştir. Öşür vergilerinde de artış vardır ancak çiftçi ve küçük esnaf hiçte iyi durumda değildir, kendi gelirlerinde bir artış yoktur.

Uygulamada çiftçiden %12,5 oranında ürününden aşar vergisi alınırken 1903’te 2.Abdülhamit Döneminde 2 verginin daha köylüden alınmasına karar verilir. Bunlardan biri Vergiyi Şahsidir. Kişilerin servet durumuna bakılmaksızın, köylü ve şehirli ayrımı yapılmaksızın gelir seviyelerine göre alınmasına karar verilmiştir. Buna göre, yirmi yaşından yetmiş beş yaşına kadar olan herkes üç kategori dahlinde sırasıyla vergi ödemesi öngörülmüştür.1904’te vergi yükü, kırsal kesimde köylüler, kasabalarda zanaatkarlar ve esnaf, şehirlerde ise tüccarlar için dayanılmaz bir hal almış bulunuyordu, bir kısım çiftçi topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Bunun yanında birde köylünün sahip olduğu evcil hayvanlar üzerinden Hayvanat-ı ehliye rüsumu (bir nevi Ağnam resmi) alınmasına karar verildi. Buna bir de vergi toplamakla yükümlü mültezimlerin keyfî açgözlülükleri eklenince durum vergi mükellefleri açısından iyiden iyiye zorlaşıyordu. Özellikle Anadolu’da mültezim sistemi halen uygulamadaydı, kolluk kuvvetlerinin yardımı ile mültezimler borcunu ödemeyen halkın mal varlığına el koymakta ve şiddet uygulamaktadır. Öte yandan tahsilatlarda da kendilerine verilen oranların çok üstüne çıkmaktadır. Mültezimler toplanan paradan alması gerekenden fazlasını alıp bunu vali ve diğer idarecilere aktarmakta, Erzurum valisi gibi valilerin bir kısmı da toplanan paranın tamamını kamu hizmetlerinde kullanmak yerine bunun yüzde 25’ini İstanbul’a gönderip kalanı kendi zimmetlerine getirmeye çalışmaktadır. Kısaca 2.Abdülhamit dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nda idarecilerin yolsuzlukları halkın diline düşmüş durumdadır.

İlk hoşnutsuzluklar İzmir’de 1904’de Temettü Vergisi toplanması sırasında başlar, verginin alımı bir süreliğine durdurulur. Ardından her ne kadar Osmanlı’nın Rum vatandaşlarından gelse de Şubat 1905’de Hayvan rüsumunun kaldırılması yolunda Midilli adasında protestolar yapıldı, telgrafhanelerden Babaali’ye bunun kaldırılması yönünde mesajlar çekmiştir. Ardından olaylar 25 Mart 1905’de Arnavutluk -İşkodra, 13 Nisan 1905’de Basra ve 28 Haziran 1905’de Trablusgarb’a sıçrar. Yine telgrafhanelerden protesto telgrafları çeker. 1905-1906 kışı ise Anadolu’da normalden daha soğuk geçmiştir. Soğuk geçen kış köylünün,esnafın çok daha büyük zorluklar yaşaması yanında 1906’da isyanların iyice büyümesine ve radikal bir hal almasına sebep olacaktır.

Kastamonu’da halkın telgraf çektiği vilayetlerden biridir ancak 1905-1906 kışında Babaali tarafından somut adım atılmaması neticesinde, ilk ciddi Vergi İsyanı burada çıkar. Halk önce Belediye Seçimlerini boykot eder ardından seçimleri boykot gerekçesi için orduya temsil yollayan halk askeriyeden belediyenin hesapları denetlemesini ister. Halk hem Vergiyi Şahsi’nin derhal kaldırılmasını istemekteydi hem de Kastamonu valisinin sahip olduğu servete karşın tek kuruş vergi vermemesine tepkiliydi,21 Ocak 1906’da 32 esnaf bu konuda saraya telgraf çekse de bir cevap alamadı. Olaylar iyice büyüdü esnaf kepenk kapatmış halk meydanlara inmişti. 10 günden fazla süre devam eden eylemde halk vali Enes Paşa’nın istifasını istedi. Valinin anlaşmak için gönderdiği heyet esir alındı, askerler ise kitleyi dağıtmayı reddetmekteydi. Nihayet 1 Şubat günü vali görevden alındı. Saray isyanı çıkaranlar hakkında soruşturma açılmasını istesede atanan vali Ali Rıza Paşa soruşturma açmayı reddedip istifa etti. Bu arada olaylar Sinop’a sıçradı Sinop halkı mutasarrıf (kaymakam)’ın yolsuzluk yaptığı ve vergilerin kaldırılması istemiyle gösteri yaptı kaymakam İstanbul’a giden bir gemiye kaçıp halkın elinden zor kurtuldu. Trabzon’da çıkan ayaklanma askeri birliklerce zorlukla bastırıldı, vali kentten ayrılmak zorunda kaldı. Protestolar 1906 yılı boyunca bir kaç kere daha Trabzon Vergi karşıtı gösterilere sahne olacaktır. Bitlis, Samsun, Ankara, Sivas, Giresun, Kayseri, Aydın, Muğla, Van, Muş ve Diyarbakır’a çıkan ayaklanmalar ise ordu tarafından zorlukla bastırıldı ve şehirlerin bir kısmında yolsuzluk yaptığı belirtilen vali ve mutasarrıf idareciler görevden alındı, Makedonya ve Musul’a da isyanlar sıçradı.

Öte yandan en etkili ayaklanma ise Erzurum’da yaşandı.Şubat 1906’da halk ayaklandı ve 1902’den beri Vergilere el koyup kentte hiç bir faaliyet yapmayıp saraya gönlünü hoş tutmak için para aktaran Nazım Paşa’nın istifasını, Vergi’yi şahsi ve Hayvanı Ehliye’nin kaldırılmasını ve İstanbul’a vergi gönderilmemesini istediler. Nazım Paşa durumu Babaali’ye bildirdi ve gelen emirde ne pahasını olursa olsun vergilerin toplanması istendi. İTC bu arada Erzurum’da durumdan istifade edip örgütlendi.Nazım Paşa’nın halkı asker ile dağıtma girişimi ise başarısız oldu, olayarın iyice kontrolden çıkmasına neden oldu. Vali müftüden yardım istesede müftü valiye halkın haklı olduğu yapılan uygulamaların şeriata da aykırı olduğu görüşünü bildirdi. Vali ve emniyet güçleri, güç kullanımına rağmen dağılmakta direnen halk karşısında şehrin kontrolünü kaybetti. Çaresiz kalan Babaali, Diyarbakır valisini Erzurum’a; Erzurum valisini Diyarbakır’a gönderdi. Vergilerin alınmasının geçici olarak durdurulduğunu belirtti. Ekim 1906’da ise bu defa Mart 1906 ayaklanmasının liderlerinin yakalanıp sürgüne gönderilmesinin istenmesi üzerine ayaklanma çıktı. Askeri birlikler bu sefer iyice gösterileri bastırmak için harekete geçti, ateşe açtı, halkta askere karşılık verdi. Halktan ve askerlerden pek çok yaralanan ve ölen oldu. Vali hapsedildi. Günlerce süren olaylar 25 Mart 1907’de II.Abdülhamit’in bu iki vergiyi kaldırmayı kabul etmesi ile sona erdi. Ancak Erzurum II.Abdülhamit’e karşı direnişin merkezi haline gelmişti.

1908’de saray, Erzurum’daki isyanı örgütleyenlerin bir kısmını yakaladı. 28 Ocak 1908’de başlayan mahkemede 1906 ayaklanmasının elebaşları yargılandı. Mahkemeye çıkarılan 90 kişiden 8 kişiye idam, 18 kişiye müebbet hapis verildi. Diğer sanıklar daha küçük cezalara çarptırıldılar. Netice olarak bu isyanlar II. Abdülhamit’in halk desteğini kaybetme ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Meşrutiyeti geri getirme girişiminin başarıya ulaşma sebeplerinden biri oldu.

İkinci Meşrutiyet (1908)

Birinci meşrutiyet sonrasında Jöntürkler ve pek kişi yakalanmamak için yurtdışına kaçmıştı. Toprak kayıpları, Abdülhamid’in örfî ve keyfi bulunan idaresine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889’da gerek eski Jöntürkler ve gerekse 2.Abdülhamit Muhaliflerince İttihat ve Terakkî Cemiyeti (İTC) kuruldu. İTC askeri birliklere kadar toplumun her kesiminden üye toplamaya başlamıştı.

1895’e kadar çeşitli kendine ait yayın organlarında hükümeti suçlayıcı yazılarla bildiriler dağıtan hükümeti basiretsizlikle suçlayan cemiyet ; 1896’da 2.Abdülhamit’i devirmek için girişimde bulunsada bu girişim teşebbüs aşamasında fark edilip engellendi. Yinede muhaliflere ağır cezalar yerine kitlesel olarak sürgün cezası uygulanmıştır.2.Abdülhamit dönemindeki en büyük ve kitlesel sürgün bu darbe teşebbüsü sırasında yapılmıştır.

1902-1903 yılında planlanan darbe girişimi ise gerçekleştirilemedi. İTC belli şartlar altında Abdülhamit’e muhalif bazı kimseler ve platformlarla da ortaklık yapmaktan çekinmemiştir. Bunlardan biri de ayrık görüşleri ile tanınan Prens Sabahattindir. Özellikle 1902-1903 gerçekleştirilemeyen darbe girişiminde Prens Sabahattin’inde İTC ile görüşüp planlama yaptığı belirtilmektedir. Ancak Prens Sabahattin’in dış desteklerinin özellikle İngiliz desteğinin olduğu düşünüldüğünde, bu gerçekleştirilemeyen vazgeçilen darbe girişiminde Yunanlılar, İngilizlerin yardım vadedip etmediği de ayrıca tartışma konusudur. 1908’de örgüt özellikle Rumeli’de gizli şekilde pek çok yerde örgütlenmiş haldeydi.Ordudan da pek çok genç subayı yanına çekmişti.09 Haziran 1908’de Reval Görüşmeleri Rus Çarı ve İngiltere Kralı arasında gerçekleşti. Görüşmelerde Osmanlı topraklarında imparatorluğu reforma zorlama kararı çıksa da, anti alman cephesi kurulumu üzerine görüşmeler yapılıp bazı konularda anlaşma sağlanamamasa da, her hangi bir açıklama yapılmaması bu görüşmelerden Rus Çarı ile İngiltere Osmanlı topraklarının bölünmesi parçalanması üzerine gizlice anlaştı izlenimini bazı İTC ve subayları nezdinde doğmasına yol açtı. Bu görüşmeler bazı İTC üyelerince de kendi lehlerine kullanıldı. Zira İTC içindeki bir küçük grup Batılı fikir ve kavramların etkisi altında…, Osmanlı İmparatorluğu’nun, üzerine çöken yozlaşma ciddî tedbirlerle dizginlenmediği takdirde, batacağına inanmıştı” Bu durumu 2.Abdülhamit’in pasif politikasına bağlayan bazı yöneticilerde ona karşı ayaklanma faaliyetlerini hızlandırmaya karar verdi. Bu da isyanı tetikleyen olaylardan biri oldu. Neticede 03 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakkî yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. 2.Abdülhamit en güvendiği generallerden Şemsi Paşa’yı görevlendirip ivedilikle hareket edip isyanı bastırmasını istedi. Bu isyan eden askerler ve İttihad Terakki üzerinde panik yaratsada Şemsi Paşa’nın korumalarından en yakın tanıdıklarına kadar pek çok kişiyi İttihad Terakki saflarına katmıştı. Manastır’a isyanı bastırma için ulaşan Şemsi Paşa 7 Temmuz 1908’de yine İTC üyesi mülazım Atıf Kamçıl tarafından öldürüldü. Manastır Jandarma Komutanı Refet Bele’ye bu görev verildi ancak oda İTC üyesiydi ve oyalama görevi kendisine verilmişti. Sonrasında 10 Temmuzda bu iş için Müşir Tatar Osman Paşa 2.Abdülhamit’çe görevlendirildi. Ancak orduda durum artık iyice İTC lehine dönmüş ve askerde disiplin namına bir şey kalmamıştı. 22-23 Temmuz 1908 gecesi Ohrili Niyazi Bey’in önderliğinde iki bin kişilik bir kuvvet, Müşir Tatar Osman Paşa’nın kaldığı konutu sarıp basar ve onu dağa kaldırır. Ortada İTC’yi Rumeli’de durduracak bir doğru düzgün 2.Abdülhamit yanında subay kalmadığı gibi kimin 2.Abdülhamit yanından kimin İTC yanında olduğuna dair bir açıklıkta kalmaz hale gelmiştir. Yaşanan bu baskılar ve olaylar üzerine 2.Abdülhamid, 24 Temmuz 1908’de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis, 17 Aralık 1908’de açıldı.Ancak artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî muhaliflerinin baskıları sonucunda 13 Nisan 1909’da İstanbul’da isyan çıktı. Rumî takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu isyan, 31 Mart Vak’ası olarak bilinir. Selanik’te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul’a girerek isyanı bastırdı.

İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldu. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918’de parlamentoyu kapattı.

Tahttan indirilişi (1909)

12 Nisan’ı 13 Nisan’a bağlayan gece, Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburu’na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan’ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti isyancılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükûmet üyeleri tek tek istifa etti. Normal olarak 2.Abdülhamit’e bağlı başında Mahmut Muhtar Paşa’nın olduğu 30.000 kişilik Hassa alayı vardı. Ancak ne 2.Abdülhamit ne Mahmut Muhtar Paşa bu alayları harekete geçirmediği gibi bu kuvvetlerin de bir kısmının asilere katılmaları önlenememiştir.

Hatta asilerin baskısı ile Mahmut Muhtar Paşa istifa etmiş, konağı asiler tarafından abluka altına alınmıştır. Mahmut Muhtar Paşa bu kritik durumdan komşusu olan bir İngiliz’in evine kaçmış, oradan da İngiliz Sefaretine sığınmıştır. Hâlbuki bu isyanı bastırma görevi Hassa Ordusu komutanı bulunan Mahmut Muhtar Paşaya düşüyordu. Mahmut Muhtar Paşa’nın görünen dirayetsizliğinden cesaret alarak büsbütün şımaran asiler zapt edilemez bir çılgınlık içerisinde birçok gazete ve matbaayı tahrip etmişler, ellerindeki listeye göre insan avına çıkmışlardır. Meclis üyeleri İTC mensubu mebuslar İstanbul’dan uzaklaşırken bazıları da şehir içinde saklandı. Bu arada isyancılar, İttihatçı subayları ve mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı.

İttihat ve Terakkî, asıl güç merkezi olan Selanik’teki 3. Ordu’yu harekete geçirdi. Böylece isyanı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu.22 Nisan 1909 günü Yeşilköy’deki Yat Kulübü’nde toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Âyan da bir gece önce Yeşilköy’de toplanarak Hareket Ordusu’nun girişiminin meşruluğunu tasdik etti, 2.Abdülhamit’in tahtan indirilmesine de karar verildi. İsyancılar 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’a girmeye başlayan Hareket Ordusu’na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular.

Bununla birlikte 31 Mart İsyanı sırasında Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’nun (Selanik Ordusu)bir kısım erlerinin disiplinsizlik gösterdiği Yıldız Yağması denen olayda Yıldız Sarayı’na girerek 2.Abdülhamit’in kütüphanesine kitaplarına, eserlerine ve Yıldız sarayındaki değerli eşyalara zarar verip, çalıp yağmacılık ettiler. Bu suçla ilgili yargılama aradan ancak 10 yıl geçtikten sonra I. Dünya Savaşı İttihat ve Terakki Partisi lideri Enver, Talat ve Cemal Paşa’nın kaçması sonrası işgal altındaki İstanbul’da yapılmıştır. Ancak bu dönemde yağma edenleri cezalandırma amaçlı değil ittihatçılardan intikam alma amaçlı Damat Ferit Paşa hükümetinin baskısıyla yargılama gerçekleşmiş, sonuçta suç delilleri aradan geçen zamanda ortadan kalktığından toplanamamıştır. Başta Nemrut Mustafa Paşa riyasetindeki I. Divân-ı Harb-i Örfî tarafından gerçekleştirilen muhakeme neticesinde Ayan azası Ferik Hüseyin Hüsnü, Galip ve Rıza Paşaların da dâhil olduğu pek çok şahıs “yağmagerlik” yaptıkları gerekçesiyle askerlik mesleğinden ihraç edilerek çeşitli cezalara çarptırılsa da bu kararın temyizi akabinde Divân-ı Harb-i Örfî’de tekrar gerçekleştirilen muhakeme neticesinde de 6 Ocak 1921 tarihi itibariyle bütün zanlılar beraat etmişlerdir.

23-24 Nisan 1909 günü isyanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve isyancıların önderleri divan-ı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumî Millî adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan’ın 27 Nisan’da resmi olarak II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed’in geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamid’in İstanbul’da kalması da mahzurlu bulunarak Selanik’e götürüldü. Divan-ı Harp, II. Abdülhamid’i yargılamak istediyse de yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti bunu kabul etmedi. Üç sene Selanik’teki Alatini Köşkü’nde ev hapsinde tutuldu. Bu sırada, köşke gittiğinde yatacak yatak bulunmaması gibi sıkıntılarla karşılaştı. Burada 2.Abdülhamit’in günleri genellikle roman okutturarak ve ağaç oymacılığı ile marangozluk yaparak geçmiştir. Abdülhamid ise hatıralarında kendilerine gazete verilmediğinden ve dünyadan habersiz yaşamış olduklarından şikayetçi olmuştur. İlaveten Abdülhamit’in yanında bulunan Şadiye Osmanoğlu subayların gerek babasına saygısız tavırlarından gerekse kimi zaman kendilerine yapılan hakaretlerden,kötü muamelelerden şikayetçi olmuştur.

I. Balkan Savaşı’nda Yunan Orduları Selanik kapılarına dayanınca, II. Abdülhamid 1912’de köşkünden alınıp bir Alman gemisine bindirilip İstanbul’daki Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. 1.Dünya Savaşı başında güvenlik ve İstanbul’un işgal tehlikesinden Bursa’ya nakledilmesi istenmişse de bunu reddetmiştir neticede ölene kadar İstanbul’da kalmaya devam etmiştir.

Ölümü

II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918’de 75 yaşındayken kalp yetmezliği nedeniyle öldü. Mezarı, büyük babası için Divanyolu’nda yaptırılmış Sultan II. Mahmud Türbesi’nde bulunmaktadır.

Kişiliği

Fizikî görünüşü ve şahsiyeti

Abdülhamid uzunca boylu, esmerce tenli, uzunca burunlu, elâ gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zekâ ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenen Abdülhamid, oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan, babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:

“ Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii’nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus’i bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu. Babamın bir sözü vardı: “Din ve fen” derdi. “Bu ikisine de itikat etmek caiz” olduğunu söylerdi. „
Fransızca bildiği kadar 1893-1897 arasında Osmanlı topraklarında ABD büyükelçiliği yapan Terell’e göre İtalyanca’ya son derece hakim olduğu söylenmektedir.

Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir. Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraşırdı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Bununla ilgili olarak kendi ağzından doğu müziği yerine batı müziği sevgisini kendisi şu şekilde ifade etmiştir:

“ Musikiyi hem severim, hem de anlarım, evvela şunu söyleyeyim ki güzel nota bilirim. Sonra oldukça iyi piyano ve biraz keman çalarım alaturka (doğu) musikiden pek o kadar hoşlanmam, insana uyku getirir. Alafranga (batı) musikiyi tercih ederim. Bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider…” „
II.Abdülhamit Yıldız Sarayı’nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususî olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi, kendisi babası Abdülmecit’i müzikte örnek almaya çalışmıştır. Ancak hiçbir zaman onun seviyesine erişememiştir. Zira musikiyi bir sanat olarak değil, bir eğlence unsuru olarak görmüş, sarayda musikinin gelişmesi için ileriye dönük hiçbir yeterli çalışma yapmamıştır. En sevdiği çalgılar piyano,keman ve viyolonsel idi bu çalgıları çalan sanatçıları el üstünde tutardı. Mesela Kemancı Vondra Bey’i kendisi Paris’e gönderip yıllarca eğitim almasını sağlamıştır.Buna karşın ana enstrümanı Flüt olan Saffet Atabinen gibi müzikal kabiliyeti yüksek,1908’de mızıkayı hümayun’un başına geçecek birini sadece 1 yıl için Paris’e göndermiştir. Başkada yurtdışına gönderdiği kişi yoktur.Viyolonsel çalan Hacı Arif Bey’in oğlu Tamburî Cemil Bey’e de çok değer verdiği, gözde sanatçısı olduğu bilinmektedir. Cemil Bey’den özellikle viyolonsel ile sık sık sevdiği küçük romantik parçaları çalmasını isterdi. 1887 yılında kemancı Vondra bey Paris’ten döndüğünde, Abdülhamid, sarayda sanatçı onuruna bir davet vermiş ve bu törende hazır bulunmuştur. Toplantıda şehzadelerinden Burhaneddin Efendi (piyano), Abdürrahim Efendi (viyolonsel) ve Tevfik Efendi (keman) küçük bir konser vermişlerdir. Kendi şehzadelerinin de müzik eğitimi, birer müzik aleti çalması için çaba sarf etmiştir.

Her ne kadar batı müziği kadar pek bir hevesi olmasada Türk Sanat Müziğini elden geldiğince koruyup himaye eden son Osmanlı Padişahıdır. Hacı Arif Bey’in şarkılarını ve okumasını sevdiği bu yönde oğlu Tamburi Cemil Bey’in Mızkayı Hümayun’da Viyolonsel Bölümüne yazdırıp yetiştirilmesine ön ayak olduğu bilinmektedir. Zira Arif Bey,onu şehzadeliğinde kucağında taşıyacak kadar hanedana yakın bir müzisyendi. Yılmaz Öztuna bu yakınlığı şöyle anlatmaktadır:

“ Sık sık Perestu Valide Sultan’la görüşürdü. Fakat padişahın bütün ilgisine rağmen ona her zaman şımarık ve pervasız davranmıştır. Bir keresinde Arif Bey, kendisinden şarkı söylemesini isteyen Abdülhamid’e “Sanatta îrade-i Hümayun geçmez” demiş, buna çok canı sıkılan Abdülhamid, onun sarayın bir odasına hapsedilmesini buyurmuştur. 50 gün sonra Mehmet Şadi Bey’in;
Ahteri düşkün garibü aşık-ı avareyim

Padişahım sen dururken ben kime yalvarayım

mısralarıyla bestelediği, Nihavend makamındaki, Ağır Aksak şarkısını, Rif’at Bey vasıtasıyla padişaha dinleten Arif Bey’i Abdülhamid affetmiş ve ona Türk Müziğindeki öneminden dolayı, her zaman gereken saygıyı göstermiştir. İran Şahının, Arif Bey’i İran’a davet etmesi üzerine, Abdülhamid “onun yeri boş kalır” diyerek daveti reddetmiştir. (onu göndermemiştir)


Ancak yine de Arif bey’in ömrünün son döneminde Abdülhamit’e ufak bir küskünlüğünün olduğu bilinmektedir.

Diğer önemli himaye ettiği besteciler Dede Efendi’nin torunu muhayyerkürdi makamını ilk defa kullanan Rifat Bey (1820- 1888), İsmail Hakkı Bey (1866-1927) dir. Abdülhamid II döneminin diğer ünlü Türk Müziği bestekarları; Zekai Dede Efendi (1825-1897), Giriftzen Asım Bey (1852-1929), Hacı Faik Bey (1831-1891), Rahmi Bey (1865-1924), Rauf Yekta bey (1871- 1935), Lemi Atlı (1869-1945), Dr. Suphi Ezgi (1869-1962) II. Abdülhamid tarafından önemli resmi görevlere getirilmiştir.

Bununla birlikte keş alkolik derecesinde olmasada arada sırada rom içkisini çok sevdiği için içtiği kendi torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu ve bazı kaynaklarda iddia edilmektedir:

“ …Dedem (II. Abdülhamid) rom içerdi, babama (Şehzade Mehmed Burhaneddin) söylerdi, “bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil, Kuran’a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor” derdi… „

II. Abdülhamid
Panislamizm düşüncesi

Her ne kadar bu yönde tartışmalar sürse de genel savunulan görüşlerden biri II.Abdülhamid’in, Tanzimat’ın fikirlerinin imparatorluğun farklı halklarını Osmanlıcılık gibi ortak bir kimliğe getiremeyeceğine inancı ile hareket ettiği yönündedir. Bu görüşe göre yeni bir ideolojik bir görüş olarak Ümmetçilik (İttihad-ı İslam) yani Panislamizm görüşünü II. Abdülhamid benimsemiştir.

1517’den itibaren Osmanlı padişahları da ismen halife olduğu için bu gerçeği yaymak istemiş ve Osmanlı Halifeliğini vurgulamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki büyük etnik çeşitliliği gördü ve Müslüman halkını birleştirmenin tek yolunun İslam olduğuna inanıyordu. Avrupa güçleri altında yaşayan Müslümanlara tek bir yönetim biçimi altında birleşmelerini söyleyerek Pan-İslamizmi teşvik etti. Bunu Arnavut, Boşnak Müslümanlar aracılığıyla Avusturya’ya, Tatarlar ve Kürtler aracılığıyla Rusya’ya, Faslı Müslümanlar aracılığıyla Fransa’ya ve Hint Müslümanlar aracılığıyla İngiltere’ye olmak üzere birçok Avrupa ülkesine karşı bunu silah olarak kullanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancıların etkin bir yönetime engel olan ayrıcalıkları kısıtlandı. Saltanatının en sonunda, stratejik olarak önemli İstanbul-Bağdat Demiryolu ve İstanbul-Medine Demiryolu’nun inşasına başlamak için nihayet fon sağladı ve Hac için Mekke’ye seyahati daha verimli hale getirdi. Görevden alındıktan sonra Jön Türkler tarafından her iki demiryolunun da yapımı hızlandırılmış ve tamamlanmıştır. Misyonerler, İslam’ı ve Halife’nin üstünlüğünü vaaz eden uzak ülkelere gönderildi. Pan-İslamizm politikası o dönemi değerlendiren batılı bazı tarihçilere göre önemli bir başarıydı. Zira Yunan-Osmanlı savaşında sadece Türkler değil birçok Müslüman halk zaferi kutladı ve Osmanlı zaferini Müslümanların zaferi olarak gördü. Savaştan sonra Müslüman bölgelerde çıkan ayaklanmalar, lokavtlar ve Avrupa’nın sömürgeleştirilmesine karşı çıkan itirazlar gazetelerde yer aldı. Öte yandan II. Abdülhamid “Batıda Müslüman Arnavutları, güneyde Müslüman Arapları ve doğuda Müslüman Kürtleri devletin sınırları içinde tutmaya çalışmıştır. Bunu ancak aşiretler aracılığıyla yapabileceğini bildiğinden Arnavutlar için “Saray Muhafız Alaylarını”, Arap aşiretler için “Aşiret Mektebini” ve Kürt aşiretler için “Hamidiye Alaylarını” kurmuştur. Doğu Anadolu’da bir kısım ümmetçi görünüm altında eğitim vs. yatırımları,aşiretlerden bir kısım kimseleri kendi nüfuzuna alması Kürtler arasında kürtlerin babası (Bave Kürdani) diye anılmasını bile sağladı.

Ancak Abdülhamid’in Müslüman duygularına yaptığı çağrılar, İmparatorluk içindeki yaygın hoşnutsuzluk nedeniyle her zaman çok etkili olmadı. Mesela Ortadoğu’da Kuveyt, Bahreyn gibi Arap emirliklerindeki sorunlar giderilemedi, aksine isyanlar başgösterdi; Yemen’de de benzer bir durum söz konusu oldu 1870’de isyan çıkan Yemen’de bunun sonrasında II. Abdülhamid döneminde 1911’deki isyan öncesinde 1886, 1895-1897, 1904-1906’de olmak üzere büyük isyanlar görüldü ve bu isyanlar özellikle 1904-1906 Yemen isyanı güçlükle bastırıldı. Yine başkente daha yakın, orduda ve Müslüman nüfus arasında bir sadakatin varlığı ayrıca bir baskı ve hafiyelik sistemi ile sağlanabilmişti. Bunun yanında II. Abdülhamid’in Said Nursi gibi bazı din adamları ile ters düştüğü, Mısır’da Müslüman Kardeşlerin düşüncelerinin ideologlarından ikisi olan Cemaleddin Efganî’yi İstanbul’a getirip ona bazı islam ile ilgili raporlar düzenlettirse de Pan İslamizm konusunda benzer düşüncelerine karşın göz hapsinde tutturduğu ölümüne kadar İstanbul’dan ayrılmasına izin vermediği ve haberleşmesine sınırlamalar getirdiği , Muhammed Abduh ile de aralarında sorunlar olduğu bilinmektedir. Öyle ki bazı kaynaklarda bu iki din adamını Abdülhamit’in mason ve ingiliz ajanı diye değerlendirdiği iddialar arasındadır.

Yine döneminde Ümmetçi düşüncesine karşın, Osmanlı Türkçesinde yaşanan sorunlar akabinde Arap harfleri yerine latin harflerinin kullanımı konusunda da ciddi tartışmalar yaşandığı, II.Abdülhamit’in bu konuda şahsen bir çalışma başlatıp ancak gelebilecek tepkilerden çekinilmesi neticesinde bu çalışmalardan vazgeçtiği, Osmanlı Türkçesinde yazı dilince Arapça ve Farsça halkın anlamasını zorlaştıran kelimeler yerine Türkçe kelimelerin kullanılması yönünde talimatlar gönderdiğine dair iddialarda bulunmaktadır. Bunun yanında medreseler yerine modern eğitim kurumlarında eğitimi kendisi desteklemiş ve bu yönde okullar açmış, müfredatlarının modernleşmesine gayret göstermiştir.

Projeleri ve icraatları

Ordu ve donanma

1878’de Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonuçlanan 93 Harbi’nden sonra,Kıbrıs ve Mısır’ın İngilizlerce ve Tunus’un Fransızlarca işgali, Habeş vilayetlerinin elden çıkması akabinde Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı Ordusu’nun modernleşmesi ve ekonomik askeri işbirliği için İngiltere – Fransa yerine Almanya ile işbirliğine karar verdi. Aralarında Albay Kähler sonradan Müşir rütbesi verilecek olan Baron Von der Goltz’un başkanlığını yapacağı Alman askerî subay kurulu İstanbul’a geldi. Von der Goltz, askerî okullarda köklü düzeltmeler gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için ön koşulları saptadı.Goltz’un çalışması Türkiye’de önemli engellerle karşılaştı. Yabancı bir uzmana ne kadar yüksek rütbe ve unvanlar verilse de, güven tam değildi. Bununla beraber Goltz özellikle genç subayların eğitiminde etkin rol oynadı. 12 yıllık ilk çalışma döneminde, Harbiye Mektebinde ders kitabı olarak okunmak üzere, 4000 sahifeden fazla Türkçe broşür ve ders kitabı yayınladı.Kontratı 1897’ye kadar 3 defa uzatıldı. Özellikle eğitim gören genç subaylar ve subay adaylarını etkilemeyi bildiğinden, bu gruplarda Alman hayranlığı yarattı. Kısaca Von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha çağdaş yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askerî teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını meydana getirdi. Her ne kadar Almanya’ya gününü gününe Osmanlı ve Sultanın durumunu bir casus gibi haber verme ve diğer Alman subayları ile aynı şekilde Alman sanayi ve silah acentelerinin temsilcisi olmakla suçlansa da, II.Abdülhamit ile sorunlar yaşasa da, ilk Alman askeri heyetinin başındaki Albay Kähler’in ölümü üzerine 1885 yılında İstanbul’a gelen -esasında Alman Genel Kurmayında sevilmeyip buraya gelmeyi tercih eden- Von Goltz Türklerce Kahler’den ve gelen diğer Alman subaylardan daha fazla sevilip sayılmıştır. Öyle ki Türkiye’den ayrılana kadar tam 3 kere kontratı Osmanlı’nın istemi üzerine yenilenmiştir. Türkiye’den ayrılsa da 1908’de geri çağrılmıştır.

Bununla birlikte bu subaylar Osmanlı ordusunu geliştirmekten çok Alman silah sanayi ve acentelerinin temsilcisi olmakla da çeşitli Türk tarihçilerince suçlanmışlardır. Mesela İlber Ortaylı’ya göre :

“ …Osmanlı ordusuna giren bu subaylar kendilerini burada sadece akıl öğretip, emir vermekle yükümlü sayıyorlardı. Üniformasını taşıdıkları ordunun gelenek ve kurallarına uymamaları nedeniyle danışmanlıkta pek yararlı olamamışlar ve Türk komutanlarla anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Özellikle Alman subaylarının tutumundan, eğitim yöntemlerinden ve davranışlarından pek hazzetmediği anlaşılan Gazi Osman Paşa’dan Kaehler şikayet etmekte, onu kıskançlık, tembellik ve çıkarcılıkla suçlamaktan çekinmemektedir. Esasen bu adamlar Osmanlı subayı unvanını ne kendileri kullanıyor, ne de öyle nitelendirilmeğe tahammül edebiliyorlardı… „
Yine devamında İlber Ortaylı Almanların, Türk Silah Sanayisinin gelişmesini engellemesini bu hatasını padişahın fark edememesini de şöyle eleştirmekteydi:

“ …Dönem içinde Tophanede Martini taklidi tüfekler yapılabiliyor, gene Baruthanede barut imal edilebiliyordu. Bu sanayinin İslah edilip geliştirilmesi gerekirken, Alman silahlarının istilasıyla yerinde saydığı ve Sultan Abdülhamit’in de, sadece bu sanayii geliştirme temennisi ile yetindiği görülüyor… Padişah Almanya’dan silah mubayaasına dur demeksizin bu işi adeta Alman ittifakının bir bedeli olarak sürdürmüş, Alman danışmanları adeta silah fabrikaları komisyonculuğuna teşvik etmiştir. „
Kısacası 2.Abdülhamit’in Osmanlı kara ordusunu modernleştirmeye çalışmakla birlikte hatalar yaptığı Türk silah sanayisinin gelişmesi için yeterli adımları atmadığı silah sanayini Alman sanayi mallarına terk ettiği tarihçilerce belirtilmektedir.

Öte yandan II. Abdülhamid’in ordu üzerinde yeterli reformları yaptırmadığı ve önerileri dinlemeyip rafa kaldırdığı hatalar yaptığı aynı Von der Goltz tarafından şu sözlerle ifade edip ağır şekilde eleştirilmiştir:

“ “Bizim gönderilmemiz sırasında Almanya’da, Abdülhamit’in modern fikirlere göre ordusunu yenileştirmek istediğine inanılıyordu. Ama gerçek bu değil! Konu daha çok şöyleydi: Efendimiz bir rüya görmüştü ve Türkiye’de her şey Almanya’daki gibi olmalıydı. Bu nedenle tıpkı Abdüllaziz’in kaplanları, aslanları, timsahları etrafına toplayıp eğlendirdiği gibi o da Almanları getirtmişti. Efendimizin canı sıkılınca sayısız reform önerilerinden biri ele alınıyor ve komisyonda Alman reformcularıyla görüşülüyordu. Bir süre için eğlendirici oluyordu. Sonra yine bir tarafa bırakılıyordu. İşin esasında biz majestelerinin askeri soytarılarından başka bir şey değildik…” „

Bununla birlikte, Von Goltz’un Prusya anayasasının bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama ilkesini aşılamakta başarılı olamadığı, Bâb-ı Âli Baskını ile ortaya çıktı.

Bununla birlikte ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, İngiliz silahları yerine, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini 1885-1886 yıllarında verdiler. Von der Goltz, Almanya’nın ve Osmanlı Devleti’nin doğudaki erkini sağlama almak için Bağdat tren yolunun yapılmasını da destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamid, Bağdat tren hattı inşası lisansını Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.

Osmanlı Ordusu’nun çağdaş silâhlar kullanmaya başlaması,Alman düzeni 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda da test edilmiştir. Savaş Osmanlı lehine sonuçlanmış, Osmanlı Ordularının Atina’yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay’ın Sultan II. Abdülhamid’e haber göndererek eğer derhal ateşkes sağlanmazsa Rus Ordularının Erzurum’a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.

Ancak II. Abdülhamid döneminde kara ordusundaki yenilikçi yaklaşımlar ne yazık ki donanma için geçerli olmamıştır. Borçların artmaması, genel durum, bir kısım tarihçilere göre II. Abdülhamid’in amcası Abdülaziz’in tahtan alınması esnasında Osmanlı Deniz Kuvvetlerinin personelinin de önemli rol oynamasından kaynaklanan kuruntular, kötüleşen mali durum ile (zira gemiler hep borçlarla alınıyordu) Osmanlı donanmasının gücü azaldı. Dahası donanma Haliç’te adeta çürütüldü. Yeni gemide doğru düzgün alınmayınca Osmanlı Donanması sayı bakımından Dünya’nın 3.büyük donanması konumundan iyice gerilere düştü. Yinede donanmaya bazı eklemeler yapılmamış değildir. Fakat bu donanmaya yapılan eklemelerde yapılan hatalarla bakımsızlıkla bir işe yaramamıştır. Mesela İsveçli silah fabrikatörü Thorsten Wilhelm Nordenfelt buhar gücüyle çalışan Nordenfelt serisi denizaltıları 1884-85’te Stockholm’da üretildi. Nordenfelt 1 denizaltısının Yunanistan donanması tarafından satın alınmasının ardından, II. Abdülhamid karşı bir atağa geçti. Nordenfelt 2 (Abdülhamid) ve Nordenfelt 3 (Abdülmecid) de Osmanlı donanmasına II. Abdülhamid tarafından satın alınarak Osmanlı donanmasına dahil edildi. Bu dönemde Dünya’da ilk defa Osmanlı tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı denizaltıları denemelerde başarılı olmuştur. Ancak ne yazık ki bakımsızlık ve teknolojik yenilemelerinin düzenli yapılamamasından bu denizaltılar 1905 sonrası kullanılamamamış, resmen çürümeye terk edilmiştir. Sonrasında da Osmanlı Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı’nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir.

Netice olarak bozuk ve kötü durumdaki donanma 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda bir varlık gösteremediği gibi II. Abdülhamid sonrasında ise Trablusgarp Savaşı’ında İtalya donanması ile başa çıkılamaması ve I. Balkan Savaşı’nda pek çok Ege adasının kaybedilmesine zemin hazırlamıştır.

Bununla birlikte ilk deniz müzesi de bu dönemde açıldı (1897). En uzun süre bahriye nâzırlığı yapan ama ağır şekilde eleştirilen Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa döneme damgasını vurmuştur.

Kitap koleksiyonu, kütüphanecilik ve müzecilik alanındaki faaliyetleri

Abdülhamid, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Osmanlı’ya getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı’nı bastırıp bazı nüshalarını Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı’na, Almanya’ya ve Amerika’ya gönderten Abdülhamid, dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid’in iki ile beş bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı ve bunların birçoğu Yıldız Yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes’un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmişti. Sherkock Holmes’un yazarı Sir Arthur Conan Doyle’u ise 1907’de 2.Dereceden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirdi.

Abdülhamid, Yıldız Sarayı’nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu.Bu kütüphane dört bölümden meydana geliyordu. Bunlar arasında yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler vardı. Bu eserlerin içerisinde el yazması pek çok kitap olup özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmişti. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı ve tek nüsha idiler. Gazeteler konusunda kütüphane, Avrupa’da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu. Roman ve hikâyeler bakımından 6.000 kadar kitap özel olarak saray için tercüme edilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva’nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri ihtiva eden kısmı vardı. Fakat bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi. Coğrafya ve seyahatnameler konusunda Yıldız Sarayı’na kapanmış bir hayat süren Abdülhamid’in Dünya’yı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.

Sadece Yıldız Sarayı değil, İstanbul’da ve Şam’da bir umumi kütüphane kurma fikri de onun zamanında ortaya konulmuştur. Yine bu dönemde Balıkesir, Eskişehir, Manastır ve Bursa başta olmak üzere İmparatorluğun dört bir yanında II. Abdülhamid tarafından çeşitli kütüphaneler tesis edilmiştir. Müze-i Hümayun ( Eski Eserler Müzesi) , Askeri Müze, Bayezid Kütüphane-i Umumisi de kendisi döneminde kurmuştur.

Yine arkeolojik alanda Eski Eserler Müzesine (Müzei Hümayun) müdür olarak ilk defa bir türk Osman Hamdi Bey onun zamanında seçilmiş ve kendisi kollanmış, Osman Hamdi Bey 2.Abdülhamit’e danışmanlıkta etmiş ve Nemrut Dağı, Lagina, Myrina ve Kyme gibi Anadolunun çeşitli yerlerinde arkeolojik sit alanlarında çeşitli kazılarda yapmıştır. Ancak ne yazık ki diğer yandan Osmanlı Topraklarından Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz dönemindeki gibi onun döneminde de yurtdışına kaçırılan tarihi eser olayları hız kesmeden devam etmiştir.

Bununla da kalmamış 2.Abdülhamit arkeoloji konusunda ne yazık ki çeşitli gafletlere düşmüştür. Ne yazık ki içlerinde Milet Pazar Yeri Kapısı, Milet Trajan Tapınağı,Millet Mermer Anıtı, Magnesia Zeus Tapınağı elemanları,Asarhaddon Anıtı,İştar Kapısı, Myrina Heykelcikleri, Zincirlihöyük kazılarındaki Hitit kabartmaları gibi paha biçilmez Hitit, Yunan-Roma dönemi eserleri 2.Abdülhamit’in bizzat fermanıyla veya izniyle sözde arkeoloji çalışması için antik kentlerde kazı yapan Almanlara, Fransızlara verilmiştir. Aynı şekilde Beyhekim Camiisi Çini Mihrabı, Hacı İbrahim Veli Türbesi Sandukası gibi paha biçilmez Türk -İslam eserleri onarım vs. bahanelerle bizzat 2.Abdülhamit’in izni ile Almanya’ya götürülmüş, geri alınamamış, şu an Pergamon Müzesi’nde sergilenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Abdülmecid ve Abdülaziz devrinde olduğu gibi 2.Abdülhamit döneminde elden çıkan bu eserleri alabilmek için bir asırdan uzun zamandır hukuk mücadelesi vermektedir.

Eğitim

İlk kız okulları Abdülmecid zamanında açılmıştır. Bununla birlikte, ilk kız sanat okulu olan günümüzde ise kız erkek karma eğitimin yapıldığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını alan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi II. Abdülhamid zamanında açılmıştır. bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa’nın ilk defa bir kız sanat okulu açma girişiminde kararsız kalması ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, “Sen mektebi aç, ben arkandayım” diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini her zaman kızların okuması için ilk adımları atmaya özendirmiştir.

Osmanlı tarihinin en canlı eğitim atılımı Abdülhamid dönemine rastlar. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüştiye sayısı, 1909’da 900’e, altı olan idadi sayısı 109’a çıkmıştır. 1877’de İstanbul’da sadece 200 modern ilkokul varken 1905’te 9.000’e çıkmıştı.

Ulaşım

Büyük ölçüde gerçekleşen projelerden birisi Hicaz Demiryolu’dur. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu’nun aksine finansmanıyla, inşaatıyla, tasarımıyla, İslâm âleminden toplanan bağışlarla tamamen yerli bir girişimin eseridir. Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamid’in yaptırdığı önemli binalardır. Haydarpaşa Garı’nın yapımına 30 Mayıs 1906’da başlanmıştır.

1881’de 1780 km olan demir yolu uzunluğu 1907-1908 dönemine kadar 5883 km’yi bularak Abdülhamid’in hükümdarlığı boyunca üç misli bir artış göstermiştir.

II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu’yu baştan başa dolaşacak bir kara yolu ağının (şose şebekesinin) projelendirilip uygulamaya geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede dört gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12.000 kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun’a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi, Abdülhamid döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı haline gelmiştir.

Haberleşme

Osmanlı’da Modern posta hizmetleri tam anlamıyla II. Abdülhamid döneminde oluşturuldu ve nezaret, 5 Kasım 1876’da çıkarılan Posta ve Telgraf İdare-i Umumiyyesinin Teşkilât-ı Cedidesine Dair Nizamnâme ile yeniden düzenlendi.Posta hizmetleri, özellikle II. Abdülhamid döneminde önemli ölçüde genişledi. Nitekim 1888’de bütün imparatorlukta taşınan mektup sayısı 11,5 milyon adet iken, 1904 yılında bu sayı 24,38 milyona yükseldi. 30 Ağustos 1901’de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demir yolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır. 2.Abdülhamit devleti içinde etkili bir kontrol istemekteydi ve bu amaçla haberleşme önemli bir yer tutmaktaydı, Jurnalciliğe yol açan bazı olumsuzluklara karşın, telgraf bu yönde bir araç olarak II. Abdülhamid’çe görüldü. Döneminde imparatorluğun en ücra köşelerine kadar telgraf hatları döşendi ve başkent İstanbul, Ege’deki adalara, Trablusgarp’a ve hatta ulaşımı çok güç olan Fizan’a bağlandı. Telgrafın geliştiği bu dönemde Yıldız Sarayı’nda da bir telgrafhane (Yıldız Telgrafhanesi) açılarak bütün ülkenin, taşra yöneticilerinin ve halkın sarayla doğrudan bağlantısı kuruldu.1882’de 23.380 km olan toplam kara hatları uzunluğu, 1904 yılında 49.716 km’ye ulaşırken, denizaltı hatları da 610’dan 621 km’ye çıktı. Aynı dönemde gönderilen telgraf sayısı 1.000.000’dan 3.000.000’a; elde edilen gelir miktarı da yaklaşık 39.000.000’dan 89.000.000 kuruşa yükseldi. Osmanlı hizmetindeki bir Fransız telgraf mühendisine göre, “Türkiye, yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke” idi. Bununla birlikte bu telgrafhanelere adamlarını yerleştiren veya yandaş edinen İttihat ve Terakki Cemiyeti’de şifreli telgraflaşmalarla ülke çapında haberleşebilmiştir. 2.Meşrutiyet’in ilanında da bu yönden telgraf hatları önemli yer tutmuştur. Öte yandan bu telgraf hattı Kurtuluş Savaşında insan ve cephane aktarımında Milli Mücadele Hükümetine önemli hizmetlerde bulunmuştur.

Telgraf hatları döşenmesine hız verilmesi yanında bu hatların her birinde hava bilgisel gözlemler yapılması için talimat verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dahiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş ‘hava durumu’ raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır.

Telefon ise Avrupa’da kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece beş sene sonra, yani 1881’de İstanbul’a getirilmiş ve sınırlı da olsa kullanıma sunulmuştur.1881 yılında Soğukçeşme’deki telgrafhane binasıyla Yenicami’deki eski ahşap postahane binası arasında çekilen ve dört telefonun bağlı olduğu hat, Osmanlı’daki ilk telefon hattı olarak bilinmektedir. Yine aynı tarihte, Galata Postahanesi ile Yenicami Postahanesi; Osmanlı Bankası’nın Galata’daki merkeziyle Yenicami şubesi ve Galata Liman İdaresi’yle Kilyos Tahlisiye (Kurtarma) Servisi arasında tek telli telefon hatları çekildi. Ancak, Galata-Kilyos hariç, diğer telefon hatları 1886’da kaldırıldığı gibi, genel telefon kullanımı da yasaklandı. Tahttan indirilme, darbe korkusu yaşayan II. Abdülhamid, “gizli kapaklı işler görülmesine müsait bir icat” olduğu gerekçesiyle telefonu yasakladı ve 1892’den itibaren yasağı iyice sıkılaştırdı. Hatta telefon işletilmesi ve kullanılması için imtiyaz talep eden yabancı şirketlere izin vermediği gibi, telefon malzemesi ithalini de yasak kapsamına aldı. Telefon yasağı II. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar sürdü. Bu sebeple de telefon 2.Abdülhamit Döneminde Mustafa Armağan’ın iddialarının aksine yaygınlaşamamıştır.1908 sonrası ise yaygınlaşması son derece yavaş olmuştur.

II. Abdülhamid

Sağlık

II. Abdülhamit her ne kadar donanma dair çeşitli alanlarda başarısız olsa da en büyük başarılarından birini sağlık alanında büyük çalışmaları ve uğraşları ile yapmıştır.

1899 yılında, bugün de etkin durumda olan Şişli Etfal Hastanesi’ni kurdu.

Çiçek Aşısı Nizamnamesi ve İkinci Çiçek Aşısı Nizamnamesi ile yeni doğanlara altı ay içinde aşılanma mecburiyeti ve aşı olmayanların okullara kayıt yapılmama düzenlemesi getirildi. İlaç yapımında kullanılan kimyasal maddelerin ticaretini kontrol altında tutmak amacıyla Ecza Tüccarı Hakkında Nizamname yürürlüğe sokuldu. Attarlar ve Kökçüler Nizamnamesi ile zararlı ve zehirli maddeler listelendi ve aktarların ve kökçülerin bunları satması yasaklandı. Kimyasal ilaç etken maddeleriyle uğraşan memurların çalışmaları Ecza-yı Tıbbiye Teftiş Memurlarının Vezaifini Mübeyyin Talimatı ile düzenlendi. Konuyla ilgili gümrüklerde kimya laboratuvarları kuruldu ve Gümrüklerce İcra Edilecek Muayene-i Sıhhiyeye Dair Nizamname yayımlandı.

Mezun olan askeri hekimlerin iki yıl klinik eğitim görmeleri için kurulan Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi ve Seririyatı (Gülhane Askeri Tıp Akademisi 1898), görme ve duyma konuşma engelliler için Dilsiz ve Amalar Mektebi (1889), askeri sağlık elemanı yetiştirmek üzere Baytar ve Eczacı Rüşdiye-i Askeriyesi, Bahriye teşkilatının eczacı ve cerrah ihtiyacını karşılamak amacıyla Eczacı ve Tımarcı Sıbyan Mektebi, aşıcı yetiştirmek üzere faaliyete geçen Aşı Dershanesi kuruldu.İlaveten Şam,Balkanlar dair ülkenin her yanında askeri hastaneler kuruldu.

Bunun yanında Osmanlı tebaasındaki halklar içinde hastane kurulmasına II. Abdülhamid ön ayak olmuştur. İstanbul’daki Bulgar Hastanesi 1894 yılında, Ragıp Paşa tarafından yaptırılmış ve 1900 yılında Sultan II. Abdülhamit tarafından Bulgar tebaya verilmiştir.

Bunun yanında kuduz aşısı çalışmaları için II. Abdülhamid, meşhur Fransız bilim insanı Louis Pasteur ile arasında şahsi bir dostluk tesis edilmişti. Kuduz aşısını bulup 1886’da kuracağı Pasteur Enstitüsü için yardım talep eden bu amaçla Osmanlı’dan da para isteyen bilim insanına II. Abdülhamid ilk mikrobiyologlarımızdan Miralay Dr. Hüseyin Remzi Bey, Zoeros Paşa ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey’den oluşan heyet Paris’e gönderttirmiş burada staj yapmalarını sağlamaları yanında bu heyet aracılığıyla adı geçen Pasteur Enstitüsü’ne kurulması için 10 bin altın (veya frank) vermiş. Louis Pasteur’e ise birinci dereceden Mecidiye Nişanı ve bir madalya hediye etmiştir. Bu sayede kuduz aşısı 1889’da Osmanlı’da üretilir hale gelmiştir. Dahası 1892’de Louis Pasteur’den İstanbul’daki bir salgının çözümü, kolera olup olmadığının tespiti için yardım istemiştir. Pasteur’de Enstitüdeki bilim adamlarından birini Dr. Şantimas’i sorunu çözmesi için İstanbul’a göndermiştir. Şantimas bu salgının kolera olduğunu tespit etmiş ve salgının çözümünü sağlamıştır. Sonrasında ise yine onun ricası ile Pasteur, Dr. Nicolle’u Osmanlı topraklarına göndermiş II. Abdülhamid sağlık alanında çalışması ve Osmanlı topraklarında yerleşik olarak kalması için gerekli her türlü desteği vermiştir.

Sosyal yardımlaşma

25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı’ndaki Darülaceze’yi kurdurmuştur.

Gerçekleştiremediği projeleri

II. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul’da Haliç’e, dahası Boğaziçi’ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Ferdinand Arnodin (1845-1924) adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası’nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır.

Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, yapılabilirliği çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu’dur. Raporu 1898’de o zamanlar Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam olan) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Yemen’deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir.

Sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler

II. Abdülhamid’in padişahlığı döneminde sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerden bazıları şunlardı;

  • Mülkiye (Siyasal Bilgiler), Fakülte düzeyine getirilerek açıldı.
  • Memurlara sicil tutulmaya başlandı.
  • Eski Eserler Müzesi açıldı.
  • Hukuk Fakültesi açıldı.
  • Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) kuruldu.
  • Güzel Sanatlar Fakültesi açıldı.
  • Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi günümüzdeki adıyla İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi açıldı.
  • Yüksek Mühendislik Fakültesi açıldı.
  • Dârülmuallimât (Kız Öğretmen Okulu) açıldı.
  • Terkos Suyu hizmete girdi.
  • Bütün yurtta İdadiler (Lise) açılmaya başlandı.
  • Ziraat Bankası kuruldu.
  • Bursa’da İpekhane açıldı.
  • Halkalı Ziraat ve Veterinerlik Fakülteleri (Halkalı Ziraat ve Baytar Mekteb-i Âlisi) açıldı.
  • Bursa Demiryolu hizmete girdi.
  • Aşiret Okulu açıldı.
  • Bütün yurtta Rüşdiyeler (Ortaokul) açılmaya başlandı.
  • Kudüs Demiryolu hizmete girdi.
  • Ankara Demiryolu hizmete girdi.
  • Hamidiye Kâğıt Fabrikası kuruldu.
  • Kadıköy Gazhanesi kuruldu.
  • Beyrut’ta liman ve rıhtım inşa edildi.
  • Osmanlı Sigorta Şirketi (Osmanlı Umum Sigorta Şirketi) kuruldu.
  • Kadıköy Su Tesisatı hizmete girdi.
  • Selanik-Manastır Demiryolu hizmete girdi.
  • Şam Demiryolu hizmete girdi.
  • Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi.
  • Galata Rıhtımı inşa edildi.
  • Beyrut Demiryolu hizmete girdi.
  • Darülaceze (Kimsesizler yurdu) hizmete girdi.
  • Mum Fabrikası kuruldu.
  • Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi.
  • Sakız Adası’nda Liman ve Rıhtım inşa edildi.
  • İstanbul-Selanik Demiryolu hizmete girdi.
  • Tuna Nehri’nde Demirkapı Kanalı açıldı.
  • Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi.
  • Şişli Etfal Hastanesi hizmete girdi.
  • Hicaz Telgraf hattı kuruldu.
  • Hama Demiryolu hizmete girdi.
  • Basra-Hindistan Telgraf hattı Beyoğlu’na bağlandı.
  • Hamidiye Suyu hizmete girdi.
  • Selanik’te Liman ve Rıhtım inşa edildi.
  • Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşa edildi.
  • Maden Fakültesi açıldı.
  • Şam Tıp Fakültesi açıldı.
  • Haydarpaşa Askeri Tıp Fakültesi açıldı.
  • Trablus-Bingazi Telgraf hattı kuruldu.
  • Konya Ereğlisi’nde demiryolu hizmete girdi.
  • Trablus Telsiz İstasyonu kuruldu.
  • Bütün yurtta Telsiz İstasyonları kuruldu.
  • Medine Telgraf Hattı kuruldu.
  • Şam’da Elektrikli tramvay hizmete girdi.
  • Hicaz Demiryolu hizmete girdi. 27 Ağustos’ta İstanbul’dan kalkan tren, 3 gün sonra Medine’ye ulaştı.
  • İlk rakı fabrikası Tekirdağ yolu üzerinde Umurca çiftliğinde açıldı.
  • İlk bira fabrikası Bomonti açıldı.
Lev Tolstoy

LEV TOLSTOY

Lev Nikolayeviç Tolstoy (Rusça: Лев Никола́евич Толсто́й ; d. 9 Eylül 1828 – ö. 20 Kasım 1910), Rus yazardır.

Hayatı

Tolstoy, zengin bir ailenin çocuğu olarak Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı bir konakta doğdu. Çok küçük yaşlarında önce annesini, sonra babasını kaybetti; yakınlarının elinde büyüdü. Çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı büyük bir ilgisi vardı. Fransızcasını ilerletmiş, Voltaire’i ve Jean-Jacques Rousseau’yu okumuş, bu iki yazarın kuvvetli etkisinde kalmıştı. Daha sonraları Yasnaya Polyana’ya dönen Tolstoy, yoksul köylülerin arasına katıldı. İlk eseri olan “Çocukluk”u bu sıralarda yazdı.

Bir süre sonra orduya girdi, Kafkasya’ya gitti. Kafkas halkının yoksulluk dolu yaşayışlarını ele aldığı izlenimlerle ilk gerçekçi hikâyelerini yazdı. 1854’te Kırım Savaşı’na subay olarak katıldı. Sonra da askerlikten ayrılıp Petersburg’a gitti. Bir kısım eserlerini, oldukça sakin geçirdiği o yıllarda yazdı. Yine de içinde, aradığını bulamayan bir ruh çalkalanıyordu. Batı Avrupa ülkelerinde uzun bir gezintiye çıktı. Almanya, Fransa ve İsviçre’de dolaştı. Yurduna dönüşünde yine konağı Yasnaya Polyana’ya yerleşti. Asalet unvanlarından, lüksten sıkılıyordu. Tolstoy, köyünde bir okul kurdu. Bu okul, öğrenim ve eğitim bakımından yepyeni bir kurumdu. Huzura kavuştuğuna kanaat getirdikten sonra, 1862 yılında evlendi.

Tolstoy evlendiğinde karısı Sophie Behrs 18 yaşındaydı ve aralarında 16 yaş fark vardı. Bu evlilik, onun düzenli bir hayat özlemini giderecekti. Bu evlilikten 13 çocukları oldu. Bu çocuklardan 3’ü bebek iken, biri 5, diğeri de henüz 7 yaşlarında iken öldü. Eserlerinden en kuvvetli iki romanı olan “Savaş ve Barış” ile “Anna Karenina”yı bu dönemde yazdı. Tolstoy’un karısı, eserlerini yazmasında en büyük yardımcısıydı. Hatta Savaş ve Barış’ın düzeltmelerini 12 kez yapıp yazmıştır.

Aradan bir süre geçince yeniden, bu sefer eskilerden daha şiddetli bir moral çöküntüsüne uğradı. Geniş halk yığınlarının, özellikle Rus köylüsünün yoksul, perişan durumu onu çok üzüyordu. Bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Kaba saba giyiniyor, giydiği her elbiseyi kendisi dikiyordu. Değişmeyen tek tarafı, bıkıp usanmadan yazmasıydı. “Kroyçer Sonat”, “Efendi ile Uşak”, “Karanlıkların Gücü”, “İman nedir”, “İnciler”, “Kilise ve Devlet”, “İtiraflarım” hep bu yılların ürünleridir.

Eserlerinde insanlığın çeşitli meselelerine değinen Tolstoy’un dünya ölçüsünde bir sanat ve fikir değeri vardır. Kendi ülkesinin toplumsal siyasal çalkantılarını, halkının yaratılışını, yaşayışını büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden olduğu kadar, bir filozof ve bir eğitimci olarak da ün kazanmıştır. Yukarıda sayılanların dışında “Diriliş”, “Gençliğim”, “Çocukluk”, “Hacı Murat”, “Ayaklanış”, “Sergi Baba”, “Tanrı Bizim İçimizdedir”, “Kazaklar”, “Tesadüf”, “İki Süvari” gibi eserleri de vardır.

Tolstoy 82 yaşındayken, 1910 yılında öldü. Kış ortasında evini terk edip de hasta düştükten sonra,  Astapovo’da bir tren istasyonunda zatürreden öldü. Polis, cenazesine katılmak isteyenlere ulaşımı sınırlandırmak için çalıştı, ama binlerce köylü cenazesinde sokakları doldurdular.

82 yaşında vefat eden Tolstoy birçok kez büyük sıkıntılar yaşamıştır. Marksizm’den etkilenerek oluşturduğu mülkiyet konusundaki radikal fikirleri nedeniyle bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Bu sebeple ailesiyle arası açıldı. Hristiyan anarşizmini geliştirmeye çalıştığı “Tanrının Egemenliği İçinizdedir” kitabıyla yeni bir Hristiyanlık akımı tanımlaması, Ortodoks Kilisesi tarafından aforoz edilmesine sebep oldu. Tolstoy, ömrünün son yıllarını büsbütün derbeder bir şekilde geçirdikten sonra, bir küskünlük sonucunda evini bırakıp yollara düştü. Astapovo’daki tren istasyonunda ölü olarak bulundu. Ölümüne zatürrenin sebep olduğu bilinmektedir. Hayatı boyunca yaşamın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan Tolstoy, eserlerinde bunu eksiksiz olarak yansıtmayı hedef edinmiş en büyük Rus yazarlarından birisi olarak edebiyat ve dünya tarihindeki yerini aldı.

Lev Tolstoy

Romanları

  • Hazin Bir Evliliğin Romanı
  • Çocukluğum (Детство [ Detstvo ], 1852)
  • İlk Gençlik (Отрочество [ Otrochestvo ] 1854)
  • Gençlik (Юность [ Yunost’ ], 1856)
  • Sivastopol Serisi
  • Kazaklar
  • Savaş ve Barış (Война и мир [ Voyna i mir ], 1869)
  • Ivan Ilyiç’in Ölümü (Смерть Ивана Ильича [ Smert’ Ivana Il’icha ], 1886)
  • Anna Karenina (Анна Каренина [ Anna Karenina ], 1877)
  • Kroyçer Sonat
  • Diriliş (Воскресение [ Voskresenie ], 1899)
  • Hacı Murat (Хаджи-Мурат, 1912, 1917)
  • Sergi Baba
  • Efendi İle Uşağı
  • Kadının Ruhu
  • Şeytan (Дьявол 1911, 1889’da yazılmıştır)

Öyküleri

  • Toprak Ağasının Sabahı
  • Baskın
  • Ormanın Kesimi
  • Notes of a Billiard Marker
  • İki Süvari Subayı
  • Bir Karşılaşma
  • Tipi
  • Lucerne
  • Albert
  • Üç Ölüm
  • Aile Saadeti
  • Polikuska
  • The Decembrists
  • Caucasus Mahkumu
  • Holstomer
  • İnsanlar Arasında Boş Bir Konuşma
  • Usta ve Çırak
  • Köyde Şarkı Söylemek
  • Köyde Dört Gün
  • Yanlış Kupon
  • Oyun’dan Sonra
  • Erik Çekirdeği
  • Hayatın Anlamı
  • İnsan Ne İle Yaşar?

Masalları

  • Fil ile Tilkiler
  • Masallar

Günlük ve Mektupları

  • İlk hatıralar
  • İtiraflarım
  • Sevginin Talebi

Eğitim eserleri

  • Popüler Eğitim
  • Eğitim ve Öğretim Programları ve Danışmanlığın Tanımı
  • Bir Okuma Kitabı
  • Popüler Öğretim
  • Yeni Bir Okuma Kitabı

Din ve Ahlak eserleri

  • Doğmatik Teolojinin Eleştirisi
  • İncil’in Kısa Bir İzahı
  • The Four Gospels Unified and Translated
  • Church and State
  • Neye Güveniyorum?
  • Hayat
  • Sevgi Tanrısı ve Komşunun Biri
  • Timothy Bondareff
  • İnsanlar Niçin Sarhoş Olurlar?
  • On Non-Resistance
  • Birinci Adım (Vejetaryenlik üzerine)
  • Tanrı’nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir
  • Non-Activity
  • The Meaning of the Refusal of Military Service
  • Sebep ve Din
  • Din ve Erdem
  • Hristiyanlık ve Vatanseverlik
  • Non-Resistance ( Ernest H. Crosby’e bir mektup)
  • Kutsal Kitab’ı nasıl Okumalıyız?
  • Kilise’nin Aldatmacası
  • Hristiyan Öğretisi
  • İntihar
  • Öldürmeyeceksin
  • Aziz Sinot’a Yanıt
  • Sadece Savaş
  • Dinde Hoşgörü
  • Din Nedir?
  • Ortodoks Rahiplerine
  • Bilgeleri Düşünceleri (derleme)
  • Tek İhtiyacımız
  • Büyük Günah
  • A Cycle of Reading (derleme)
  • Adam Öldürme!
  • Birbirinizi Sevin
  • Gençliğin Savunması
  • Şiddetin Yasası ve Sevginin Yasası
  • Tek Emir
  • Her Gün İçin (derleme)
  • Din Nedir
  • Muhammed

Sanat ve Edebiyat eserleri

  • Sanat Nedir?
  • Sanat ve Sanatsal Olmayan
  • Shakespeare ve Drama
  • Dr.Alice Stockham’ın Edward Carpenter Tarafından Yazılan “Modern Bilim Cevirisi”nin Önsözü
  • Orloff’un Albümü
  • Amiel
  • Guy de Maupassant Hikayelerinin Serbest Çevirileri
  • Bernardin de St. Pierre

Halk İçin Kısa Öğretici Hikayeleri

  • İnsan Neyle Yaşar
  • Sevgi Neredeyse Tanrı Oradadır
  • İki Yaşlı Adam
  • Kıvılcımı Söndürmeyen Ateși Zapt Edemez
  • Nicolas Stick (Çar 1.Nicolas )
  • Bir İnsana Fazla Mülkiyet Gerekir mi?
  • Ifias
  • Tanrı’nın Oğlu
  • Üç Münzevî Adam
  • Mum
  • Pişman Günahkâr
  • İlk Damıtıcı
  • Aptal İvan
  • Boş Davul
  • Işıkla Birlikte Işıkta Yürümek
  • Üç Mesel
  • Esarheddon
  • Üç Soru
  • Cehenneme Dönüş
  • Çalışmak, Ölmek ve Hastalanmak
  • Bir Dua
  • Meyveler
  • Korney Vasilyeff
  • Niçin?
  • İlahiyatçı ve İnsan
  • Bir Köylüye Bilimsel Bir Mektup

Sosyal ve Siyasi Denemeleri

  • Moskova’nın Nüfus Sayımı (1882’de)
  • M. A. Engelhardt’a Mektup
  • O Halde Ne Yapmalıyız?
  • Kadınlar
  • El Emeği
  • Zihinsel Hareketlilik ve El Emeği
  • Kültür Şöleni (Moskova Üniversitesinin Yıldönümü’ne)
  • Bir Devrimci’ye Mektup
  • Açlık (rapor ve mektuplar)
  • Utandır! (bedensel cezaya karşı)
  • Vatanseverlik ve Barış
  • Liberallere
  • Bakanlara
  • Sonun Başlangıcı
  • Terfi Ettirilmemiş Bir Görevliye Mektup
  • Hague Barış Konferansı
  • İki Savaş
  • Suçlu Kim?
  • Carthago Delenda Est
  • Zamanımızın Köleliği
  • Çıkış Nerede?
  • Vatanseverlik ve Hükümet
  • Gerçekten Zorunlu mu?
  • Çar’a ve Yardakçılarına
  • Çağın Yaklaşan Sonu
  • Askerlik Hatıraları
  • Memurluk Hatıraları
  • İşçi Sınıfı Problemi
  • Çar’a Mektup
  • İşçi Sınıfına
  • Politikacılara
  • Sosyal Reformlara
  • Pietro Mazzini’ye Mektup
  • Kendinizi Hatırlayın
  • Rus Devrimi
  • İşçi Sınıfı Nasıl Özgür Kılınabilir?
  • Büyük Bir Adaletsizlik
  • Rusya’da Sosyal Hareket
  • Çağın Sonu
  • Halkın Savunması
  • Askerlik Hizmeti
  • Rus Devrimi’nin Anlamı
  • Ne Yapılmalı?
  • Hükümetin, Devrimcilerin ve Halkın Bir Savunması
  • Mülkiyet Sorununun Tek Çözümü
  • Susamam
  • Molochnikoff’un Tutuklanmasıyla İlgili
  • Bosna ve Herzegovina’nın İlhakı
  • Kaçınılmaz Devrim
  • Stockholm Barış Konferansı’na Bir Adres
  • Faydalı Bir çare

Oyunları

  • Karanlığın Gücü
  • Aydınlanmanın Meyveleri (komedi)
  • Ceset (tamamlanmamış dram)
Victor Hugo

VİCTOR HUGO

Victor Marie Hugo (Fransızca telaffuz: [viktɔʁ maʁi yɡo]; 26 Şubat 1802, Besançon – 22 Mayıs 1885, Paris) Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarı. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir. Hugo’nun Fransa’daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro oyunlarından gelir. Pek çok şiirinin içinde özellikle Les Contemplations ve La Légende des siècles büyük saygı görür. Fransa dışında en çok Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu romanlarıyla tanınır.

Gençliğinde şiddetli bir kral yanlısı olsa da, görüşü yıllar içinde değişti ve tutkulu bir cumhuriyet destekçisi oldu. Eserleri zamanının politik ve sosyal sorunlarına ve sanatsal akımlarına değinir. Hugo’nun cenazesi 1885’te Panthéon’da gömüldü. Hugo hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi listesinde yer almaktadır.

Kişisel hayatı

Victor Hugo, Joseph Léopold Sigisbert Hugo (1773-1828) ve Sophie Trébuchet (1772-1821) çiftinin üçüncü oğluydu; Abel Joseph Hugo (1798-1855) ve Eugène Hugo (1800-1837) isminde iki ağabeyi vardı. 1802’de Besançon’da doğdu. Napolyon’un bir kahraman olduğunu düşünen serbest fikirli bir cumhuriyetçiydi. Annesi 1812’de Napolyon’a karşı komplo kurduğu için idam edilen General Victor Lahorie ile sevgili olduğu düşünülen Katolik bir Kralcıydı.

Hugo’nun çocukluğu ülkede siyasi karmaşıklığın olduğu bir dönemde geçti. Doğumundan iki yıl sonra Napolyon İmparator ilan edilmiş, 18 yaşındayken de Bourbon Monarşisi yeniden tahta geçirilmişti. Hugo’nun ailesinin ters dini ve politik görüşleri Fransa’da egemenlik mücadelesi veren kuvvetleri yansıtıyordu. Hugo’nun babası İspanya’da yenilene kadar orduda yüksek rütbeli bir subaydı.

Babası subay olduğu sürece aile sık sık taşındı ve bu yolculuklar sırasında Hugo pek çok şey öğrendi. Çocukluğunda Napoli’ye giderken geniş Alpler’deki geçitleri ve karlı zirveleri, muhteşem Akdeniz mavisini ve şenlikler yapılan Roma’yı gördü. 5 yaşında olmasına rağmen bu 6 aylık geziyi her zaman aklında tuttu. Aile Napoli’de birkaç ay kalıp doğruca Paris’e döndü.

Hugo’nun annesi Sophie evliliğinin başında kocasına İtalya (Leopold Napoli’ye yakın bir vilayette valiydi) ve İspanya’ya (üç vilayette görev almıştı) kadar eşlik etti. Askerî hayatın getirdiği yorucu yolculuklar ve kocasının inancının zayıflığı nedeniyle ters düşmelerinden dolayı Sophie 1803’te Leopold’dan bir süreliğine ayrılıp üç çocuğuyla Paris’e yerleşti. Bundan sonra Hugo’nun eğitimi ve yetişmesi üzerine eğildi. Bu yüzden Hugo’nun kariyerinin ilk dönemindeki şiir ve kurgu çalışmaları annesinin inancının ve krala bağlılığının yansımasıydı. Ama başını Fransa’daki 1848 Devrimi’nin çektiği olaylar sırasında Katolik Kralcı yanlısı eğitime başkaldırıp Cumhuriyetçiliği ve Özgür düşünceyi desteklemeye başladı.

Gençliğinde âşık oldu ve annesinin isteklerine karşı gelip çocukluk arkadaşı Adèle Foucher (1803-1868) ile gizlice nişanlandı. Annesi ile yakın ilişkisinden dolayı Adèle ile evlenmek için annesinin ölümüne (1821) kadar bekledi ve 1822’de evlendi.

Adèle ve Victor Hugo’nun ilk çocuğu Leopold 1823’te doğdu ama doğduktan kısa süre sonra öldü. Sonraki sene kızları 28 Ağustos 1824’te Léopoldine doğdu. Onu 4 Kasım 1826’da doğan Charles, 28 Ekim 1828’de doğan François-Victor, ve 24 Ağustos 1830’da doğan Adèle takip etti.

Hugo’nun en büyük ve en sevdiği kızı Léopoldine, Charles Vacquerie ile evliliğinden kısa süre sonra 19 yaşındayken 1843’te öldü. 4 Eylül 1843’te Seine nehrinde boğuldu. Gemi alabora olduğundan ağır eteği tarafından dibe doğru çekildi ve kocası Charles Vacquerie de onu kurtarmaya çalışırken öldü. O zaman metresi ile Fransa’nın güneyinde seyahat etmekte olan Hugo kızının ölümünü oturduğu cafede okuduğu bir gazeteden öğrendi. Kızının ölümü Hugo’yu oldukça harap etti.

Yaşadığı sarsıntı ve kederi yazdığı À Villequier şiirinde betimledi;

Hélas ! vers le passé tournant un oeil d’envie,
Sans que rien ici-bas puisse m’en consoler,
Je regarde toujours ce moment de ma vie
Où je l’ai vue ouvrir son aile et s’envoler!
Je verrai cet instant jusqu’à ce que je meure,
L’instant, pleurs superflus !
Où je criai : L’enfant que j’avais tout à l’heure,
Quoi donc ! je ne l’ai plus !
Sonraları da kızının yaşamı ve ölümüyle ilgili birçok şiir yazdı. Bir biyografi yazarına göre de bundan asla vazgeçmedi. En ünlü şiiri Demain, dès l’aube kızının mezarına yaptığı bir ziyareti anlatır.

III. Napolyon’un 1851 yılının sonundaki askerî darbesi sebebiyle sürgüne çıktı. Fransa’dan ayrıldıktan sonra, Channel Adaları’na gitmeden önce kısa bir süre Brüksel’de yaşadı. 1852’den 1855’e kadar Jersey’de yaşadı. 1855’te 15 yıl yaşayacağı Guernsey’e taşındı. III. Napolyon 1859’da genel af ilan ettiğinde ülkesine dönme fırsatı elde ettiyse de sürgünde kalmayı tercih etti. Kaybedilen Fransa-Prusya Savaşı’nın sonucu olarak III. Napolyon iktidardan çekilmek zorunda kalınca ülkesine döndü. Paris Kuşatması’ndan sonra hayatının geri kalanını Fransa’da geçirmek için geri dönmeden önce tekrar Guernsey’e taşınıp 1872 ve 1873 arası orada kaldı.

Victor Hugo

Yazarlık

Hugo ilk romanını (Han d’Islande, 1823) evliliğinden bir yıl sonra yayımladı. Üç yıl sonra da ikinci romanı (Bug-Jargal, 1826) basıldı. 1829 ve 1840 arasında zamanının en iyi şairlerinden biri olarak ününü pekiştiren beş şiir kitabı (Les Orientales, 1829; Les Feuilles d’automne, 1831; Les Chants du crépuscule, 1835; Les Voix intérieures, 1837; ve Les Rayons et les ombres, 1840) yayınladı.

Zamanının çoğu genç yazarı gibi Hugo da, 19. yüzyılda Romantik Akımın ünlü temsilcisi ve Fransa’da edebi alanın önde gelen şahsiyetlerinden olan François-René de Chateaubriand’dan etkilendi. Hatta Hugo gençliğinde Chateaubriand gibi olamayacaksa bir hiç olmaya karar verdi. Hugo’nun hayatı da örnek aldığı kişiyle benzerlikler gösterir. Chateaubriand gibi Hugo da Romantizmin eksikliklerini gidermeye çalıştı, politikaya dahil oldu (genelde bir Cumhuriyet yanlısı olarak) ve siyasi görüşleri nedeniyle sürgün edildi.

Tutkusunu ve belagat yeteneğini ilk dönem eserlerine de yansıtan Hugo bu sayede genç yaşında şöhrete kavuştu. İlk şiir derlemesi Odes et poésies diverses 1822’de Hugo yalnızca 20 yaşındayken yayınlandı ve ona XVIII. Louis tarafından kraliyet maaşı bağlanmasını sağladı. Şiirlerin spontane coşkusu ve akıcılığı büyük övgü alsa da asıl dört yıl sonra yayınlanan şiir kitabı (Odes et Ballades) Hugo’nun muhteşem bir şair ve kelime kullanma üstadı olduğunu açıkça ortaya koydu.

Victor Hugo’nun kelimenin tam olarak olgun denilebilecek ilk kurgu eseri 1829’da basıldı. Bu eserde Hugo’nun daha sonraki işlerinde de değineceği toplumsal vicdanı keskin bir biçimde inceleniyordu. Le Dernier jour d’un condamné (Bir İdam Mahkumunun Günlüğü) isimli bu roman Albert Camus, Charles Dickens ve Fyodor Dostoyevski gibi yazarlarda derin bir etki bırakmıştır. Fransa’da idam edilen gerçek bir katilin anlatıldığı kısa öykü Claude Gueux 1834’te basıldı. Bu hikâye bizzat Hugo tarafından sosyal adaletsizlik üzerine başyapıtı Sefiller romanının öncüsü kabul edilir.

Hugo’nun ilk romanı Notre-Dame de Paris (Notre Dame’ın Kamburu) 1831’de basıldığından büyük başarı kazandı ve çabucak Avrupa’daki diğer dillere çevrildi. Eserin etkilerinden biri de Paris şehrini utandırarak romanı okuyan binlerce turistin görmeye geldiği uzun süredir ihmal edilen Notre Dame Katedrali’nin restore edilmesi oldu. Roman ayrıca Rönesans öncesi yapıların da bakıma girmesi konusunda etki etti.

Hugo 1830’ların başında toplumsal sefalet ve adaletsizlik hakkında büyük bir eser üzerine çalışmaya başladı. Ama Sefiller’i tamamlamak tam 17 yıl sürdü ve roman nihayet 1862’de yayınlandı. Hugo romanının kalitesinin kesinlikle farkındaydı ve yayın hakkını da en yüksek teklife verdi. Belçikalı yayınevi Lacroix and Verboeckhoven o zaman için nadir görülen bir pazarlama kampanyasına girişti. Eser hakkındaki basın bültenleri yayından tam altı ay önce sunuldu. Başlangıç olarak romanın ilk bölümü (“Fantine”) büyük şehirlerde piyasaya sürüldü. Teslim edilen kitaplar bir saat içinde tükendi ve Fransız halkında büyük etki yarattı.

Romana yapılan eleştiriler oldukça düşmancaydı. Hippolyte Taine samimiyetsiz bulmuştu, Barbey d’Aurevilly bayağı olduğundan şikayet ediyordu, Gustav Flaubert’e göre de kitapta ne gerçek vardı ne de cesamet, Goncourtlar yapaylıktan dem vuruyordu, Charles Baudelaire gazetede olumlu eleştiriler yazmasına rağmen şahsi olarak “tatsız ve beceriksizce” bulduğunu söylüyordu. Yine de Sefiller vurguladığı sorunların Fransa Ulusal Meclisi’nin gündemine girmesini sağlayacak kadar popüler oldu. Dünya çapında tanınan bir roman oldu ve zaman içinde birçok kere sinemaya, tiyatroya ve sahne gösterilerine uyarlandı.

Tarihin en kısa mektuplaşmasının Hugo ve yayıncısı Hurst and Blackett arasında geçtiği söylenir. Sefiller yayınlandığında Hugo tatildeydi. Kitabın aldığı reaksiyonu merak ederek yayıncısına sadece “?” yazarak bir telegraf gönderdi. Yayıncısı da ona sadece “!” yazarak romanın ne kadar başarılı olduğunu belirtti.

Hugo 1866’da yayınlanan bir sonraki romanı Deniz İşçileri ‘nde toplumsal/siyasi sorunlardan bahsetmeye ara verdi. Buna rağmen kitap (belki de önceki romanı Sefiller’in başarısı nedeniyle) ilgiyle karşılandı. Sürgünde 15 yılını geçirdiği Guernsey adasına adadığı bu eserde, insanın denizle mücadelesini ve denizin derinliklerinde saklanan Kalamar hayvanının Paris’te alışılmadık bir şekilde moda olunuşunu anlatıyordu. Kalamar yemekleri ve sergilerinden kalamar şapkaları ve partilerine değin Parisliler o zamanlarda pek çok yönden efsanevi olduğu düşünülen bu nadir deniz yaratığının etkisi altına girmişti. Kitabın etkisiyle Guernsey Fransızca’da kalamar anlamında kullanılır oldu.

1869’da basılan bir sonraki romanı Gülen Adam’da (L’Homme Qui Rit) tekrar siyasi ve toplumsal sorunlara döndü. Aristokrasinin eleştirel bir portresinin çizildiği roman önceki eserleri kadar başarılı olamadı ve Hugo kendisini gerçekçi ve natüralist romanlarının ünü kendininkileri aşan Gustave Flaubert ve Emile Zola ile arasındaki farkın açılmaya başlaması konusunda eleştirmeye başladı.

Son romanı Doksan Üç (Quatre-vingt-treize) 1874’te yayınlandı ve Hugo’nun daha önce uzak durduğu bir konu olan Fransız Devrimi’nde meydana gelen Terör Dönemi’ni ele alıyordu. Kitap yayınlandığı zaman Hugo’nun itibarının zedelese de şimdilerde daha fazla bilinen eserleri kadar değerli olduğu düşünülür.

Victor Hugo

Siyasi Hayatı ve Sürgün

Üç başarısız girişimden sonra nihayet 1841’de Fransız Akademisi’ne seçilebildi. Bir grup Fransız akademisyen, özellikle de Etienne de Jouy, “Romantik Devrime” karşı mücadele ediyordu. Hugo’nun akademiye seçilmesini de geciktirmişlerdi. Hugo daha sonra giderek Fransız siyasetinin içine daha fazla girmeye başladı.

1841’de Kral Louis-Philippe tarafından asilzadeliğe yükseltildi. Ölüm cezası ve toplumsal adaletsizliğe karşı çıkıp Polonya’nın bağımsızlığını ve basın özgürlüğünü savunacağı Soylular Meclisi’ne girdi. Cumhuriyetçi hükûmetin destekçisi olup, 1848 Devrimleri ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Anayasa Meclisi ve Yasama Meclisi’ne seçildi.

Louis-Napolyon (III. Napolyon) 1851’de askerî darbe yapıp gücü ele geçirince anti-parlamenter bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bunun üzerine Hugo da onu vatana ihanetle suçladı. Önce Brüksel’e ardından Kraliçe Victoria’yı eleştiren bir gazeteyi savunduğu için sınırdışı edildiği Jersey’e, son olarak da 1855 Ekim’inden 1870’e kadar kalacağı Guernsey’in başkenti Saint Peter Port’a ailesi ile birlikte taşındı.

Sürgündeyken III. Napolyon’a karşı Napoléon le Petit ve Histoire d’un crime adlı ünlü hicivlerini yayınladı. Hicivler Fransa’da yasaklandı ama buna rağmen etkileri büyük oldu. Guernsey’de sürgünde olduğu sırada aralarında Sefiller’in de olduğu en iyi romanlarını ve oldukça beğenilen üç şiir kitabını (Les Châtiments, 1853; Les Contemplations, 1856; ve La Légende des siècles, 1859) yayınladı.

İngiliz hükûmetini terörist faaliyetlerden hüküm giymiş altı İrlandalıyı bağışlama konusunda ikna etti. Bu hareketiyle ölüm cezasının Cenova, Portekiz ve Kolombiya anayasalarından çıkarılmasına katkıda bulundu. Ayrıca Benito Juárez’e I. Maximiliam’ı bağışlaması için ikna etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Ayrıca arşivinden çıkan bir mektupta ABD’ye gelecekteki itibarının zedelenmemesi için John Brown’ın hayatının bağışlanması gerektiğini yazdıysa da, mektup Brown infaz edikten sonra yerine ulaşabildi.

III. Napolyon 1859’da bütün siyasi sürgünler için genel af ilan etse de, Hugo bunun hükûmete karşı eleştirilerinde daha yumuşak olmasına sebebiyet vereceğini düşünerek dönmeyi reddetti. III. Napolyon düşüp Üçüncü Cumhuriyet ilan edildiğinde nihayet 1870’te vatanına döndü ve çabucak Ulusal Meclise seçildi.

1870’te şehrin Prusya tarafından kuşatıldığı sırada Paris’teydi. Halka yemeleri için Paris hayvanat bahçesindeki hayvanlar veriliyordu. Kuşatma uzadıkça yemekler de azalıyordu. Hugo günlüğünde bilmediği şeyleri yemek zorunda kaldığını yazıyordu.

Sanatçıların hakları ve telif hakkı hakkında duyduğu endişe sebebiyle Uluslararası Edebiyat ve Sanat Derneği’ni kurdu. Bu dernek Edebi ve sanatsal eserlerin korunmasına dair Bern Konvansiyonu’nun da önünü açtı. Yine de Pauvert tarafından yayınlanan arşivlerinde “Her sanatta iki yaratıcı vardır; karışık duyguların sahibi insanlar ve bu duyguları tercüme eden sanatçılar, ve böylece insanlar sanatçıların kendi duygularına bakış açılarını takdir ederler. Yaratıcılardan biri öldüğünde verilen imtiyazlar diğerine geri dönmeli, yani halka” şeklinde görüşünü açıklıyordu.

Victor Hugo

Ölümü

1870’te Paris’e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popülaritesine rağmen 1872’de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı (hayat hikâyesi (The Story of Adele H. filmine ilham kaynağı oldu) ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868’de ölmüştü.

Kendi ölümünden iki yıl önce 1883’te sadık metresi Juliette Drouet öldü. Kişisel kayıplarına rağmen yine de siyasetin içinde yer aldı. Yeni oluşturulan senatoya 30 Ocak 1876’da seçildi. Siyasi kariyerinin son demleri başarısızlıklarına sahne oldu. Partisiyle pek uyumsuzdu ve kısa sürede senatodan ayrıldı.

27 Haziran 1878’de hafif bir felç geçirdi. Şubat 1881’de 79. doğumgününü kutladı. Sekseninci yaşı için kutlamalar yapıldı. Kutlamalar Şubatın 25’inde Hugo’ya bir Sèvres vazosu hediye edilmesiyle başladı. Ayın 27’sinde ise Fransa tarihinin en büyük geçit törenlerinden biri yapıldı.

Gösteriler yaşadığı yer Avenue d’Eylau’dan başlayıp Paris’in merkezine kadar yayıldı. Geçit törenindeki yürüyüşçüler evinin penceresinde oturan Hugo’nun onuruna altı saat yürüdü. Törendeki her santim ve detay Hugo içindi; resmî rehberler bile Sefiller’deki Fantine’nin şarkısına bir gönderme olarak peygamberçiçeği takmışlardı. Ayın 27’sine gelindiğinde Avenue d’Eylau’nun adı Avenue Victor-Hugo olarak değiştirildi. Yazara gönderilen mektuplarda bile artık « Bay Victor Hugo’ya, Onun Paris’teki caddesine » şeklinde adres belirtiliyordu.

Victor Hugo 22 Mayıs 1885’te 83 yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hakim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebi figür değil aynı zamanda Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’e ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Zafer Takı’ndan gömüleceği Panthéon’e kadar götürüldüğü Paris’teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı. Hugo, Panthéon’da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa’da pek çok büyük yere onun adı verildi.

Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı;

« Je donne cinquante mille francs aux pauvres. Je veux être enterré dans leur corbillard.
Je refuse l’oraison de toutes les Eglises. Je demande une prière à toutes les âmes.
Je crois en Dieu. »
(“Fakirlere 50.000 frank bırakıyorum. Mezarlığa onlara mahsus cenaze aracı ile nakledilmek istiyorum.
Hiçbir kilisenin benim için ayin yapmasını istemiyorum. Bütün ruhlardan benim için dua etmelerini rica ediyorum.
Tanrı’ya inanıyorum.”)

Eserleri

Şiirler

  • Odes et poésies diverses (1822; Odlar ve Çeşitli Şiirler)
  • Nouvelles Odes (1824; Yeni Odlar)
  • Odes et Ballades (1826; Odlar ve Baladlar)
  • Les Orientales (1829; Doğulular)
  • Les Feuilles d’automne (1831; Sonbahar Yaprakları)
  • Les Chants du crépuscule (1835; Şafak Türküleri)
  • Les Voix intérieures (1837; Gönülden Sesler)
  • Les Rayons et les Ombres (1840, Işınlar ve Gölgeler)
  • Les Châtiments (1853; Azaplar)
  • Les Contemplations (1856; Düşünceler)
  • La Légende des siècles (1859, 1877, 1883; Yüzyılların Efsanesi)
  • Les Chansons des rues et des bois (1865; Sokak ve Orman Şarkıları)
  • L’Année terrible (1872; Korkunç Yıl)
  • L’Art d’être grand-père (1877; Büyükbaba Olma Sanatı)
  • Le Pape (1878)
  • La Pitié suprême (1879)
  • L’Âne (1880)
  • Religions et religion (1880)
  • Les Quatre Vents de l’esprit (1881; Usun Dört Rüzgarı)
  • La Fin de Satan (1886; Şeytanın Sonu)
  • Toute la Lyre (ös 1888, 2 dizi; 1893, 1 dizi; Bütün Lir)
  • Dieu (1891; Tanrı)
  • Les Années funestes, 1852-1870 (ös 1898; Uğurusuz Yıllar: 1852-1870)

Romanlar

  • Han d’Islande (1823; İzlanda Hanı)
  • Bug-Jargal (1818)
  • Le Dernier Jour d’un condamné (1829; Bir İdam Mahkûmunun Son Günü)
  • Notre-Dame de Paris (1831; Notre Dame’ın Kamburu)
  • Claude Gueux (1838)
  • Les Misérables (1862; Sefiller)
  • Les Travailleurs de la mer (1866; Deniz İşçileri)
  • L’Homme qui rit (1869; Gülen Adam)
  • Quatrevingt-treize (1874; Doksan Üç İhtilali)

Oyunlar

  • Cromwell (1827)
  • Amy Robsart (1828)
  • Hernani (1830; Hernani)
  • Marion de Lorme (1831; Marion de Lorme)
  • Le roi s’amuse (1832; Kral Eğleniyor)
  • Lucrèce Borgia (1833)
  • Marie Tudor (1833)
  • Angelo, tyran de Padoue (1835; Padova Tiranı Angelo)
  • Ruy Blas (1838; Ruy Blas)
  • Les Burgraves (1843; Derebeyler)
  • Théâtre en liberté (1886; Özgürlükte Tiyatro)

Diğer

  • Le Rhin (1842; Ren)
  • Napoléon le Petit (1852; Küçük Napolyon)
  • Actes et paroles – Avant l’exil (1841-1851; 1. c. Eylemler ve Sözler – Sürgünden Önce)
  • Actes et paroles – Pendant l’exil (1852-1870; 2. c. Eylemler ve Sözler – Sürgünden Sonra)
  • Actes et paroles – Depuis l’exil (1870-1885; 3.-4. c. Eylemler ve Sözler – Sürgünden Bu Yana)
  • Histoire d’un crime (1877; Bir Suç Öyküsü)
  • Alpes et Pyrénées (ölümünden sonra 1890; Alpler ve Pireneler)
  • La France et la Belgique (ölümünden sonra 1894; Fransa ve Belçika)
  • Choses vues (ölümünden sonra 1887-1899, 2 cilt; Görülen Şeyler)
Cengiz Han

CENGİZ HAN

Cengiz Han (doğum adıyla Temuçin, y.1162 – 18 Ağustos 1227), Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk Kağanı olan Moğol komutan ve hükümdardır. Hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen Cengiz Han, Dünya tarihinin en büyük askeri liderlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. 13. yüzyılın başında Orta Asya’daki tüm göçebe bozkır kavimlerini birleştirip bir ulus hâline getirerek Moğol siyasi kimliği çatısı altında toplamıştır. Cengiz Han, hükümdarlığı döneminde, 1206-1227 arasında, Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin Hanedanı; Türkistan’daki Kara Hıtay, Maveraünnehir; Harezm, Horasan ve İran’daki Harezmşahlar, Kafkasya’daki Gürcüler, Deşt-i Kıpçak’taki Rus Knezlikleri, Kıpçaklar ile İdil Bulgarları üzerine seferler yaptı ve imparatorluğu döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmedi. Bunların sonucunda Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizi’ne ve Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan bir imparatorluk kurdu.

1162 civarında Moğolistan’daki Onon Nehri yakınlarında doğduğu düşünülen Cengiz Han’ın gerçek adı ”Temuçin”dir. Babası Yesügey, düşman bir kabile olan Tatarlar tarafından zehirlenerek öldürüldüğünde Temuçin henüz 9 yaşındaydı. Temuçin’in kabilesi, küçük yaştaki bir çocuğun liderliğini kabul etmedi ve kardeşleri ve annesiyle birlikte onları ölüme terk ederek kabileden sürdüler. Moğolistan’ın acımasız bozkırlarında kaçarak ve saklanarak hayatta kalmaya çalıştılar. Temuçin daha küçücük bir çocukken, avladıkları bir hayvanı paylaşmak istemeyen üvey kardeşini çıkan bir kavga sonucu öldürdü. 16 yaşına geldiğinde, daha önceden yaptıkları bir anlaşma sayesinde nüfuzlu bir kabileden olan Börte isminde birisiyle evlendi. Henüz 20 yaşına geldiğinde, tüm Moğolistan’da tanınan ve saygı duyulan bir komutan haline gelmeyi başarmıştı. Moğolistan’daki göçebe kavimleri birer birer kendi bayrağı altında birleştirdi. 1206 yılına gelindiğinde Moğolistan’da birlik sağlanmıştı.

Cengiz Han

1206 yılının ilkbaharında Onon Nehri’nin yakınlarında, kendisine bağlanmış olan bütün kabileleri bir araya getirerek büyük bir kurultay topladı. Tüm göçebe kavimleri birleştiren Temuçin tek bir ulus yaratmıştı ve bu ulusa “Moğol Ulusu” adını verdi. Bu kurultayda Temuçin, daha önceden aldığı “Kağan” unvanına ilaveten ”Cengiz” unvanını aldı ve bu tarihten sonra kendisine “Cengiz Kağan” veya “Cengiz Han” diye hitap edilmesini istedi. Moğol toplumu, Cengiz Han’dan önce teşkilatsız ve düzensizdi. 1206 kurultayında devletin ordu ve toplumsal teşkilatını düzenledi.

Cengiz Han, hükümdarlığı döneminde, 1206-1227 arasında, Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin Hanedanı; Türkistan’daki Kara Hıtay, Maveraünnehir; Harezm, Horasan ve İran’daki Harezmşahlar, Kafkasya’daki Gürcüler, Deşt-i Kıpçak’taki Rus Knezlikleri, Kıpçaklar ile İdil Bulgarları üzerine seferler yaptı ve imparatorluğu döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmedi. Bunların sonucunda Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizi’ne ve Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan bir imparatorluk kurdu.

Bozkır geleneğinden gelen onlu teşkilatı kullanarak, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne dayanan meritokratik bir ordu meydana getiren Cengiz Han’ın büyük bir asker olarak ün kazanmasının temelinde, kurduğu posta teşkilatı ve casus ağı ile istihbarat sanatına verdiği büyük değer önemli bir yer tutmaktadır. Yaptığı seferler sonucunda pek çok şehir tahrip olmuş ve milyonlarca insan da katledilmiştir, ancak Cengiz Yasası adı ile metinleştirilen kuralları ile işkenceyi, yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı ve zina etmeyi de yasaklamış; zanaatkârlar, doktorlar, belli bilgi becerisi olan eğitimli kişiler ve her dinden din adamlarına, hangi milletten olursa olsun aralarında bir ayrım yapılmaksızın saygı gösterilmesi ve vergiden muaf tutulmalarını da kanunlaştırmıştır.

Cengiz Han aynı zamanda, halkının yazıya sahip olmasını sağlamak için Uygurlardan önemli kişileri başkenti Karakurum’a çağırmış ve Moğolca için Uygur alfabesini uyarlatarak bunu çocuklarına da öğretmesini istemiştir. Bu sayede Moğol dilinin de yazılı hale getirilmesini sağlamıştır.

Cengiz Han, 1227 yılında Kuzey Çin’deki Tangutlar’ı yendiği seferden dönerken bilinmeyen bir nedenle öldü. Mezarının yeri ise günümüzde hâlâ bilinmemektedir. Ünlü bir söylentiye göre, kendisi ölmeden önce mezarının gizli tutulmasını vasiyet etmiş, o ölünce de yakınları onu bilinmeyen bir yere gömmüş, daha sonra cenazeye katılan herkes mezarın yeri hiçbir şekilde bilinmesin diye kendilerini öldürmüştür. Fakat bu iddia, birçok kişi tarafından uydurma olarak kabul edilir. Günümüzde arkeologlar Cengiz’in gömüldüğü yere yaklaştıklarını düşünüyorlar. İlerleyen yıllarda modern Moğolistan’ın muhteşem bir keşfe ev sahipliği yapması mümkündür.

Cengiz Han öldüğünde sahip olduğu topraklar, tahmini olarak Büyük İskender’in dört, Roma İmparatorluğu’nun ise iki katı büyüklüğündeydi. Kurmuş olduğu imparatorluk, günümüzde Rusya hariç tüm ülkelerden daha geniş topraklar üzerine yayılmış vaziyette olup, onun ölümünden sonra oğulları ve torunları döneminde daha da genişleyerek, insanlık tarihinin gördüğü bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluk hâline geldi.

2003’te araştırmacılar American Journal of Human Genetics’te, yaklaşık 900 yıl önce yaşamış bir erkeğin genetik materyalinin günümüzde her 200 erkekten birinde bulunduğunu, yani Avrasya’da 16 milyon erkeğin bu genetik materyali paylaştığını iddia eden bir araştırma yayımladı. Bunun Avrupa’dan Afrika’ya kadar örnekleri vardır. Araştırmacılar, bu süper başarılı atanın kim olduğu sorusuna getirilebilecek en mantıklı açıklamanın Cengiz Han olduğuna karar verdiler. Çünkü Cengiz Han’ın, vaktinde Çin’den getirttiği Taoist bir bilgeden ömrünü uzatmak için yardım istediği ve bunun sonucunda, yaptığı seferlerle büyük şehirleri ele geçirdiğinde oralarda yaşayan birçok kadını himayesine alıp onlarla cinsel ilişkiye girdiği bilinmektedir.

Cengiz Han’ın ataları ve kökleri

Cengiz Han’ın şeceresi yarı mitolojik bir şekilde sis perdesi arkasındadır. Onun atalarının ve kendisinin doğuş efsanesi, Moğol mitolojisinin önemli belgelerindendir. Yazılış tarihi itibarı ile Cengiz Han’ın yaşadığı döneme en yakın olanı Şamanizm etkilerinin görüldüğü, 1240 yılında Moğolca olarak kaleme alınmış olan Moğolların Gizli Tarihi adlı esere göre Cengiz Han’dan 10 nesil önce yaşayan Alangoya, Cengiz Han soyunun efsanevi büyük annesi olarak kabul edilmiştir. Moğolların Gizli Tarihinde yer alan efsaneye göre Alangoya dul kaldıktan sonra evlenmediği hâlde üç oğlu daha olmuştur. Cengiz Han ve onun mensup olduğu Börçiginler bu çocuklardan “Bodoncar” adlı en küçük olanının soyundan gelmektedir. Alangoya efsanesi yalnızca Cengiz Han’ı değil onunla birlikte “Nirun” yani ışığın çocukları adı verilen bir yığın boyu ilgilendirse de Cengiz Han soyunun en büyük efsanesi olarak kabul edilmiştir. Nirun boylarından öncelikle Cengiz Han’ın boyu Borciginler ardından Tayciutlar, Barlaslar, Derbenler, Salciutlar ve başka birkaç boy daha sayılabilir. 1140 yılında Moğol kabilelerinden Börçiginlere mensup Kabul, bütün Moğolların ilk lideri olarak “Han” unvanını almıştır. Cengiz Han’ın babası Yesügey Bahadır onun torunudur.

Kabul Han ve onun halefi Ambakay Han zamanında Moğollar, Çin’deki Jin İmparatorluğu ile mücadele edecek kadar kuvvetlenseler de Tatarlar, Çinlileri hoşnut etmek için Ambakay’ı Çin’e teslim ettiler. Ambakay hiç alışılmadık bir şekilde, “tahta eşek şekli” denen bir duruma sokularak çarmıha gerilip infaz edildi. Cengiz Han’ın büyük amcası Kutua, bu hakarete Çin üzerine ve Tatarlara bir dizi saldırı düzenleyerek cevap verdi ve bu akınlar sonunda “Moğol Herkülü” unvanını kazandı. Fakat, 1160 yılında, detayları bilinmeyen bir dizi olay sonunda, Kuzey Çin’in hakimi Jin Hanedanı, Moğolları hezimete uğrattı. Moğollar bir süre karmaşa içinde dağıldılar. Sefalet içinde yüzen bu karmaşık hâldeki Moğollar’ın içerisindeki önemsiz liderlerden biri olan Kabul Han’ın torunu Yesügey Bahadır, ittifaklar kurarak Moğolları güçlendirmeye çalıştı. Moğolların batı komşularından biri olan Türk boylarından Keraitler idi. Keraitler 200 yıldan beri Nasturi Hristiyan’dı. Hristiyan Keraitlerin o zamanki lideri Tuğrul idi. Tuğrul, 1160 yılında iç meseleler sonucu tahtını kaybetmişti. Moğolların lideri Yesügey, Tuğrula kabilesinin önderliğini yeniden ele geçirmesi için yardım etti. Tuğrul ve Yesügey anda ile kardeşilik yemini ettikten sonra, daha sonraları Moğolların yeniden ortaya çıkışında olağanüstü önem taşıdığını kanıtlayacak olan bir ittifak kurdular.

Rivayetlere ve efsaneye göre Yesügey Bahadır bir gün Onon nehri kıyılarında şahini ile avlanırken gelinleri taşımak için özel olarak tahsis edilmiş, bir at arabasına rastladı. Yesügey, arabada oturan kıza ilk görüşte âşık olmuştu. Yesügey iki kardeşini yanına alarak ve birlikte ağır ağır giden düğün arabasına yetiştiler. Üç kardeş Onggirat boyunun Olkunat kabilesinden olan Höelin adındaki yeni evli gelini yakaladılar. Höelin başke seçme şansı olmadığı için Yesügey Bahadır’ı yeni kocası olarak kabullendi. Yesügey onunla, doğurduğu oğlan bir kahraman olacak diyerek evlenmişti.

Cengiz Han

Doğumu

Evlilikten bir süre sonra Yesügey, Tatarlar üzerine yaptığı bir akından geri döndüğünde, karısı Höelin’in hamile olduğu haberiyle karşılandı. Kaynaklarda bebeğin doğumu sırasında Höelin’in kapısına bir yay ve ok asılarak şeytanın girmesinin engellendiği ancak yakın akrabalar ve bir kadın Şamanın ebe olarak görev yaptığı ileri sürülmektedir. Şaman, bebeği çok yakından inceleyerek, geleceği hakkında kehanette bulunabilecek bir işaret arayacaktı. Efsaneye göre sağ avucunun içinde sonraları gayet doğal olarak, gücün ve çok kan dökeceğinin simgesi olarak nitelendirilecek aşık kemiği şeklinde bir kan pıhtısı ile doğdu. Yesügey Bahadır düşman olduğu Tatar kabilelerinden birinin reisi olan Temuçin adlı bir kişiyi esir almıştı. İşte bu esir ve hadise üzerine Yesügey Bahadır oğluna Temuçin adını verdi. Temuçin, katı, sağlam, sert, dayanıklı ve demir gibi anlamlarına gelmektedir.

Arap ve İranlı tarihçilere göre Temuçin’in doğum tarihi 26 Ocak 1155’tir. Ancak Çin kaynaklarınca Temuçin, 12 Hayvanlı Türk takvimine göre domuz yılının başında dünyaya gelmiştir. Bu hesapla 12 Hayvanlı Türk Takviminde 1 yıl 12 yılı kapsadığı için 1155 ile 1167 arasında sonu 2 ile biten bütün senelerden yola çıkarak doğum tarihinin 1162 olabileceği kabul edilmektedir. Uzmanlar Temuçin’in doğum tarihini nasıl kanıtlamaya çalışıyorlarsa doğum yerinin de kesin olarak nerede olduğunu tartışmaktalar. Cengiz Han zamanından günümüze kalan tek kaynak olan “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde bu yerin Onon yakınlarında Dülün-Boldak adıyla bilinen bölge olduğu yazmaktadır. Bu adın anlamı “Dalak Tepeciği” dir.

Çocukluk ve gençlik yıllarında verdiği hayatta kalma mücadelesi

Yesügey Bahadır ve Höelin’in Temuçin’den başka Hasar, Haçi ve Temüge adlarını taşıyan üç oğlu ile Temulun adında bir kızları olmuştur. Bunun yanı sıra Temuçin’in Bekter ve Belgütay isimli iki üvey kardeşi vardı. Temuçin 9 yaşındayken, babası Yesügey Bahadır onu evlendirmek için kendisini de yanına alarak Temuçin’in annesi Höelin’in kabilesi olan Onkıratların yanına gitti. Yesügey, kayın biraderinin kızı Börte’yi oğlu Temuçin’e istedi. Börte adındaki kız Temuçin’den bir yaş büyüktü. Anlaşma gereği Temuçin orada kalacaktı. Burada evlilik yaşı olan, 10 yaşına gelene kadar evin reisine hizmet edecekti. Fakat Yesügey Bahadır evine dönerken yolda karşılaştığı ve konuk olduğu Tatarlar tarafından, eski husumetlerinin sonucu olarak zehirlendi. Yesugey Bahadır ne olursa olsun ölmeden önce Temuçin’in geri getirilmesi için emir verdi fakat Temuçin gelmeden öldü. Temuçin ve ailesi, ilk olarak akraba kabilelerden Tayciutlara katılmaya karar vererek yanlarına gittiler ancak, Tayciutlar Temuçin ile ailesini yanlarına almak istemediler. Yesügey’in erkek kardeşleri de Höelin ve çocuklarına yardım etmediler. Bir müddet sonra da Yesugey’in kabilesi Temuçin’in annesi Höelin’in yani bir kadının emri altında kalmak istemeyerek göç etti. Höelin, kabilesinin sürülerinden hiçbir hak iddia etmeyerek Burhan Haldun Dağının eteklerindeki ormanlık yamaçlara ailesi ile birlikte yerleşti. Sürü sahibi olamadıkları için et yiyemeden, süt içemeden sadece nehirde balıkçılık yaparak, ormanda yabani meyveler ve kökler toplayarak hayatlarını devam ettirebiliyorlardı. Temuçin On-on bir yaşlarında iken çok iyi bir arkadaş edindi. Bu çocuk Cacırat boyundan Camuka adlı kendi yaşıtında birisi idi. Sonunda dostlukları o derece ilerlemişti ki anda yani kan kardeşi olmak için yemin ettiler. Temuçin 13 yaşında iken üvey kardeşi Bekter ile arasındaki rekabet ileri boyutlara vardı ve Temuçin, Yesügey’in diğer hanımından doğan üvey kardeşi Bekter’i bir av meselesi sonucu çıkan kavgadan sonra öldürdü. Bekter, Höelin’in öz oğlu olmamasına rağmen Tayciutlara karşı birlik olmak gerekirken böyle bir hareket yaptıkları için Temuçin’e çok sinirlendi. Nitekim Tayciutlar kısa bir süre sonra saldırarak Temuçin’i esir aldılar. Tayciutların lideri tarafından tutsak edilen Temuçin, bir köpek gibi boynuna bir tahtadan yapılmış tasma takarak kabilelere teşhir edildi. Fakat bir gün bekçisinin elindeki halatı birdenbire şiddetle çekerek başına vurduğu bir darbe ile saf dışı bırakıp koruluğa doğru kaçarak Onon Nehri kıyısına doğru koştu. Nehirde boylu boyunca uzandı. Tahta boyunduruk başının soğuk sudan yeterince yüksekte durmasını sağlıyordu. Peşindekilerin tümü koruluğu araştırırken nehrin aşağısındaki evine doğru giden bir adam Temuçin’i yattığı yerde görür görmez tanımıştı. Bu adam, Temuçin esir edildikten sonra evinde tutulduğu Sohan Şira idi. Uzaktan Temuçin’i arayan takipçilerin bu tarafa geldiğini görünce Sohan Şira onlara mani olmak için herkese şimdiye kadar aradıkları yerleri bir kez daha kontrol etmelerini önerdi. Temuçin, tehlike geçtikten sonra Sohan Şira’nın gittiği yoldan sendeleyerek ilerledi ve bir önceki geceyi geçirdiği çadıra ulaştı. Üzerinden sular damlayan titreyen Temuçin’i gören Sohan Şira oradan uzaklaşmasını istedi. Buna rağmen ailesi, karısı, iki çocuğu ve kızı Temuçin’e yakın davranarak boyundurluğu ve kelepçesini çıkararak Temuçin’in karnını doyurdular ve ıslak elbiselerini kuruttular. Daha sonra da Temuçin’i koyun yünüyle dolu bir arabanın içinde sakladılar. Ertesi gün Tayciutlar, Sohan Şira’nın çadırına gelerek her tarafı karıştırıp yatakların altına baktılar. Sıra yün dolu arabaya geldiğinde, tam Temuçin’in ayaklarını görecekleri sırada Sohan Şira, böyle sıcak bir havada bu kadar yünün altında kim saklanır diyerek takipçilerin oradan uzaklaşmasını sağladı. Sonunda, Sohan Şira Temuçin’in kaçma şansını arttırmak için yiyecek, içecek ve iyi bir at verdi. Temuçin, Annesinin Onon’un üst kesimlerindeki sığınağına giden yolu takip ederek sonunda ailesine geri döndü. Temuçin, ileri de Cengiz Han olduğunda kendisine yardım edenleri hiç unutmamıştır ki bunlar arasında kendisini esaretten kurtaran Sohan şira ve onun çocukları da vardır. Bir tanesine general rütbesi vermiştir.

Bu hadisenin üzerinden bir yıl geçmişti. Aile sadece bir sürüye ve dokuz tane ata sahipti. Bir gün Temuçin’in üvey kardeşi Belgütay’ın marmot avlamak için kamp dışına çıktığı sırada hırsızlar kalan sekiz atı çaldılar. Temuçin ellerinde kalan son ata atladı ve sonraki iki gün boyunca hırsızların izini sürdü. Üçüncü gün sabahı bir çadıra ve çadırın yanındaki ağıldaki oldukça büyük bir at sürüsüyle ilgilenen Bughurçi isimli bir gence rastladı. Bughurçi, Temuçin’in uzun süredir koşturduğu atının hâlini görünce Temuçin’e yorgunluktan neredeyse ölmek üzere olan atını sürüsündeki zinde atlardan biriyle değiştirmesi için ısrar etti. Temuçin atını değiştirip oradan ayrılırken Bughurçi aniden bir karar verdi ve at hırsızlığı hepimizin ortak sorunu bende seninle birlikte geleceğim dedi. Üç gün sonra Temuçin ve Bughurçi hırsızlara ve çalıntı atlardan oluşan sürülere yetişti. İki arkadaş anında harekete geçerek sürünün arkasına daldı ve Temuçin’e ait olan atların iplerini kesip yedeklerine alarak dörtnala uzaklaştılar. Bughurçi’nin babasının kampına yaklaştıkları sırada Temuçin, sen olmasaydın atlarımı nasıl bulurdum gel bunları bölüşelim sadece hangilerini almak istediğini söyle yeter dedi. Babası varlıklı biri olan Bughurçi hayır diye yanıtladı. Temuçin gerçekten Bughurçi’nin asil davranışını unutmayacak ve Bughurçi ileride yanından ayırmadığı sağ kolu, atlarının baş seyisi, zırhlı tümen komutanı ve Moğolların en büyük generallerinden biri olacaktı.

Cengiz Han

Börte’nin kaçırılması Tuğrul Han ve Camuka ile birlikte Merkitler’e karşı sefer

Temuçin, 9 yaşındayken nişanlandığı Börte ile babasının ölmeden önce kararlaştırdığı gibi evlilik düğünü yapmak için kayınpederini ziyaret etmeye ve evlilik anlaşmasına hâlâ razı olup olmadığını sormak için üvey kardeşi Belgütay ile birlikte Kongirat ülkesine doğru yola çıktı. Temuçin’i çok iyi karşıladılar ve evlilik gerçekleşti. Evlilik tarihi olarak kesin olmamakla birlikte 1178, 1180 ve 1181 tarihleri ileri sürülmektedir. Temuçin Börte ile evlendiği zamanlarda Merkit kabilesinin büyük bir saldırısına uğradı. Bu saldırıda Temuçin kendi canını ve karargahını kurtardığı hâlde henüz yeni evlendiği eşi Börte Merkitler tarafından kaçırıldı. Bataklıkları yararak düşmanı ağır mağlubiyete uğratan Temuçin, karısını onların elinden alamamış ancak bu zafer ona çok büyük bir ün ve itibar kazandırmıştı. Temuçin’in doğumundan önce babası Yesügey Bahadır, Keraitlerin lideri Tuğrul ile kardeşlik yemini etmişti. Temuçin, kardeşi Kasar ve üvey kardeşi Belgütay’yı yanına alarak yeni bir müttefik kazanmaya gitti. Başlarına geleni Tuğrul’a anlattı. Vaktiyle Temuçin’in babası tarafından yardım gördüğünü hatırlayan Tuğrul Han, Temuçin’i himayesine aldı. Tuğrul onu çok iyi karşıladı ve kendisine evladım diye hitap etti. Tuğrul, Temuçin’in Cungar kabilesi şefi Camuka’ya da uğramalarını ve onlarında desteğini almalarını söyledi. Üç kardeş Camuka’ya da giderek durumu anlattılar. Temuçin’in kan kardeşi olan Camuka, kendi namusu gibi hiddetlendi ve Tuğrul’un taahhüdüne uyacağını teyid etti.

Merkitlere karşı savaş hazırlıkları süratle tamamlandı. Camuka toplanma bölgesine üç gün evvel gelerek Temuçin’e hazır olduklarını bildirmiş Tuğrul komutasındaki Kerait’lerin de gelmesinden sonra saldırıya başlandı. Saldırı haberini alan Merkit kabileleri Selenge nehri akıntısı boyunca kaçmışlardı. Ama çoğu büyük baskında avlanmıştı. Temuçin ilk gece baskınında, Börte’nin kurtarıldığını Camuka’ya bildirdi ve saldırıyı yavaşlattı.

Cuci’nin doğumu

Bu zamanın sürpriz hadiselerinden biri de, Merkitler elindeki esaretten kurtulan Temuçin’in karısı Börte’nin doğurması idi. Bu beklenmeyen bir çocuktu. Yeni doğan çocuğa, misafir anlamına gelen Cuci adını koydular. Cuci, Börte’nin Merkitlerden kurtarılmasından 9 ay sonra doğdu; böylece de babasının kim olduğu hakkında hep soruları da beraberinde getirdi Cuci ilerki zamanlarda Temuçin’in en büyük oğlu olarak anılacaktı. İleride Temuçin’in başka kadınlardan da çocukları olacaktı ancak ilk karısı ve imparatoriçesi Börte’nin doğurdukları Cuci, Çağatay, Ögeday ve Tuluy en sevdikleri oldu. Temuçin’in diğer eşlerinden olan çocukları onun yerini almaktan muaf tutuldular.

Temuçin’e Kağan unvanının verilmesi ve Camuka’nın başkaldırışı

1189’da toplanan bir kurultay kararı ile Temuçin’e Kağan unvanı verildi. Bu kurultayda Temuçin, teşkilatı için en güvenilen yakınlarından bir danışma meclisi oluşturmuştur. Ancak 1189 kurultayı kararlarını herkes tanımamıştı. Tatarlar bu dönemde Çin’in sınır bölgelerini yağma ediyor ve korku saçıyorlardı. Moğollar, Tatarların bölgelerinin ötesinde Çinlilere en yakın olanlardı. 1198 yılında Kuzey Çin’deki Kin Hanedanı Tatarlara karşı Temuçin’den yardım istedi. Çünkü Tuğrul uluslararası alanda tanınan bir şahsiyetti ve onun Temuçin’e ile ittifak halinde olmasıyla Temuçin’in gücünü görmüşlerdi. Temuçin de ataları ile olan husumeti ve babası Yesügey Bahadır’ı zehirleyerek öldürdükleri için Tatarlardan nefret ediyordu. Bunu fırsat bilerek Tuğrul ile birlikte Tatarlar üzerine bir sefer gerçekleştirdi. Önderleri öldürüldü, ülkeleri ve kampları yağma edildi. Fakat Çinliler Tatarlara karşı zaferin tümünü Tuğrul’a atfettiler. Çinli general ona Moğolların Ong olarak telaffuz ettikleri “Wang” yani kral unvanını bahşetti. Tuğrul artık Wang-han olarak tanınacaktı.

Temuçin’in gücünün artması karşısında Temuçin’e ilk baş kaldıran kan kardeşi Camuka oldu. Tatarlar, Merkitler, Naymanlar, Oyradlar ve Taycutlar, Camuka’ya yakınlaştı ve bir ittifak kurarak 1201 yılında Camuka’yı Gur Han(evrensel lider) unvanıyla liderleri yaptılar. Camuka’nın kardeşi Taiçar’ın, Temuçin’in oğlu Cuci’nin sürüsünü çaldığı için Cuci tarafından öldürülmesi, Camuka’ya Temuçin üzerine sefere çıkma fırsatını verdi. Camuka’nın üç tümenlik gücüne karşı Temuçin’in de üç tümen kadar gücü bulunuyordu. Savaş esnasında Camuka’nın izlediği strateji ile Temuçin tuzağa düşmüş ve ok yağmuru altında atılan bir ok Temuçin’i ıskalayarak atının boynuna saplanarak atının ölümüne neden olmuştu. Temuçin atını değiştirdikten sonra bu sefer başka zehirli bir ok kendi boynuna isabet etti. Kardeşi Haçiun ile yetmiş kadar adamı da Camuka’nın eline esir düştü. Camuka bu yetmiş adamı kaynayan kazanların içine attırarak feci şekilde öldürttü. Temuçin’in kardeşi Haçiun’un ise başını kılıcı ile kesip, kellesini atının kuyruğuna bağladı. Ele geçirdiği okçuların parmaklarını kestirip, izcilerin gözlerine mil çektirdi. Böyle yaparak psikolojik olarak onları korkutmak istemişti. Yardımcısı Celme, Temuçin’in boynuna saplanan zehirli oku çıkararak yarayı emerek ateşten yarı baygın bir şekilde yatan Temuçin’in yarasını temizledi. Celme gece karşıda duran düşman denklerinin arasına giderek gizlice kaymak çalarak Temuçin’i doyurdu getirdi. Temuçin, gerçekten de doğduğu günden beri yanında olan yardımcısı Celme’nin iyiliğini hiç unutmamış ve onu ileride general rütbesi ile mükâfatlandırmıştır.

Temuçin eski sağlığına tekrar kavuştuğunda kardeşinin ölüm haberini alınca herhangi bir tepki göstermemiştir. Bu da onun kardeşinin ölümüne fazla üzülmediğine veya artık ölümlere alıştığına yorumlanmıştır. Ama intikam almak için iyice hırslanmıştır. Temuçin’in vurulduğu halde ölmemesi, onun askerleri arasında itibarını daha da arttırmış ve bundan manevi bir güç kazanarak Camuka’ya yeniden saldırmışlardı. Sonuçta Camuka’nın ordusunu dağıldı. Savaş kazanılıp Camuka kaçtıktan sonra, zamanında Tayciutlardan kaçmaya çalışırken Temuçin’e yardım eden Sorhan Şira bir arkadaşı ile Temuçin’in yanına geldi. Şimdi ona katılmakta serbest idi. Temuçin, Sorhan Şira’ya atını öldüren oku kimin attığını görüp görmediğini sordu. Bu sorunun cevabı Sorhan Şira’nın arkadaşı Jirko’dan geldi. Oku atan kendisi idi. Temuçin kendisine neredeyse öldürecek olan bu düşman savaşçıyı idam edebilirdi ama genç, hayatını kurtarmış olan adamın arkadaşı idi. Jirko, her buyruğuna boyun eğeceğine dair söz verdi. Eğer beni öldürürsen toprak parçasında çürüyüp giderim fakat merhamet gösterirsen senin için dağları okyanusları aşarım dedi. Temuçin, onun dürüstlüğünden etkilendi ve bu adam benim dostumdur diyerek yaptığı hareketin anısına ona yeni bir isim verdi. Bundan sonra ismi Cebe(okçu) olacak ve ben onu okum olarak kullanacağım dedi. Cebe’nin bir atı yoktu. Bir at talep etti. Temuçin onun arzusunu yerine getirerek genç Cebe’ye burun delikleri beyaz bir at verdi. Cebe ata binince bir yolunu bulup kaçtı ama daha sonra geri dönerek Temuçin’e hizmet etmek arzusunda olduğunu söyledi. Gelecekte, Türkistan, İran ve Rusya’yı fethedecek olan Cebe Noyan işte budur. Epeyce sonra Cebe, Karahitaylar ile savaş esnasında Tiyan Şan yaylasından geçerken beyaz burunlu bin at toplayarak Cengiz Han’a hediye ederek hayatını borçlu olduğu bu hadiseyi unutmamış olduğunu gösterecekti. Temuçin, Tatarlar’ın Camuka ile olan savaşta onun tarafında olması Temuçin’e onlara güvenmemesi gerektiğini göstermişti. Tatarlara karşı nihai darbeyi indirmek için 1202 yılında tekrar harekete geçti. Sefer sonucunda Tatarlar, Temuçin tarafından yenilerek parçalanmışlar ve bütün mensupları da diğer boylar arasında paylaştırılmıştı. Tatar hanı Yekeçeren’in güzel kızı esir düşmüştü. Temuçin, Yesujen adlı bu güzel Tatar kızının nişanlısını kendi gözleri önünde öldürerek, ondan da güzel olan Yesui adlı ablası ile evlendi. Temuçin’in bu hanımına şiddetle âşık olduğu belirtilmektedir.

Temuçin ile Tuğrul’un arasının açılması

1203 yılı başlarında Temuçin ve Tuğrul Han güçlerini birleştirerek Naymanlara karşı sefere çıktılar. Naymanların hükümdarı Buyruk Han bu güç karşısında dayanamayarak Altay Dağlarına çekildi. Bir süre takipten sonra Temuçin’in güçleri ona yetişerek ve Buyruk Han’ı öldürdüler. Ancak Tuğrul’un oğlu Sangum tam düşmana esir düşmek üzere iken Temuçin’in güçleri tarafından kurtarılınca Tuğrul, Temuçin’e oğlunun onun himayesine girmesini teklif etti. Temuçin bununla da kalmayıp, en büyük oğlu Cuci’ye Tuğrul’un kızını isterken Tuğrul’un oğlu Sangum’a kendi ailesinden bir kız vereceğini söyleyerek aralarındaki bağı daha da kuvvetlendirmek istiyordu. Ancak Tuğrul’un oğlu Sangum kendisini daha üstün gördüğünden bu teklifi reddetti. Temuçin bu durumu hiç hoş karşılamadı. 1203 yılının baharında Tuğrul’un oğlu Sangum babasını bir hile ile Temuçin’i ortadan kaldırmaya ikna etti. Bu sırada yanlarında bulunan birisi Temuçin’den büyük mükâfat alacağını düşünerek bunu gelen adamlarına söylemişti. Bunu duyan Temuçin ve adamları hemen bulundukları yerden uzaklaştılar. Her iki tarafın orduları savaşa hazırlanmış ve Temuçin’e Halalhalcit çölünde Kerayitlerin geldiği haberi ulaşmıştı. Tuğrul ve Camuka birlikte idiler ve Tuğrul yaşlı olduğu için ordunun komutasını Camuka’ya vermişti. Savaş sonunda Kerayitler teslim olmak zorunda kaldı. Ancak ne Tuğrul ne de oğlu Sangum savaş meydanında bulunamamışlardı. Savaş kazanıldıktan sonra Kerayit halkı itaat altına alınmış ve gruplar hâlinde değişik boyların arasına dağıtılmışlardır. Tuğrul ile oğlu müttefikleri olan Camuka’nın ülkesine kaçmışlardı. Ancak Tuğrul bir karakol postasını Kerayit hanı olduğuna ikna edemeyince onun tarafından öldürüldü. Oğlu Sangum ise seyisinin ihanetine uğradı. Karısı seyise; altın elbiselerini giyerken, tatlı yemeklerini yerken iyiydi şimdi onu nasıl terk edersin demesine rağmen, seyis Temuçin’in yanına giderek ona Sangum’un bulunduğu yeri söyledi. Ancak seyis umduğunu bulamamıştı, Temuçin; karısını ödüllendiriniz, öz hanına ihanet edenin ise kafasını kesiniz diyerek ihanet edenin cezasız kalmayacağını gösterdi.

Cengiz Han

Camuka’nın yakalanışı ve infazı

Camuka’nın yanındakiler ile beraber pek çok boy da Temuçin’e tabi olmuşlardı. Camuka, Temuçin’in eline düşmekten kurtulan Nayman ve Merkit güçleri ile birleşerek Temuçin’e karşı harekete geçti ancak başarılı olamadı. Nayman ve Merkitler bu şekilde dağıtılıp tamamen güçsüz hâle getirildikten sonra, onlarla birlikte Temuçin’e karşı savaşan Camuka desteğini kaybedip sadece beş yakın arkadaşı ile birlikte kaldı. Ancak bu yakın arkadaşları onu satmaktan geri durmadılar ve yemek yerken onu yakalayıp Temuçin’e teslim ettiler. Böyle yapmakla da tıpkı seyis gibi Temuçin’den büyük mükâfat alacaklarını düşünmüşlerdi. Ancak Temuçin bütün ihanet edenlere acımadığı gibi onlara da acımamış ve öz hanlarına ihanet edenleri bütün nesilleri ile yok edin emrini vererek onları infaz ettirdi. Gizli Tarih’e göre, Temuçin Camuka’ya tekrar arkadaş olmalarını ve yanında olmasını teklif etti. Camuka bunu reddetti ve kendisinin bir asile yakışır şekilde kanının dökülmeden öldürülmesini, cesedinin yüksek bir yere gömülerek saygıdan mahrum edilmemesini rica etti. Temuçin’de senin hayatını bağışlamak istediğim hâlde bunu kabul etmiyorsun öyleyse seni kendi arzuna göre kanını akıtmadan öldürteceğim dedi ve onun(boyun) kemikleri kırılarak öldürülmesini emretti.

1206 kurultayı ve Temuçin’in Cengiz Han oluşu

Tuğrul ile Camuka’nın ortadan kaldırılması ve Temuçin’in Merkitler’i, Naymanlar’ı, Keraitler’i, Tatarlar’ı ve diğer küçük kabileleri liderliği altında birleştirmesi onu Orta Asya bozkırlarındaki tek güç hâline getirdi. 1206 yılının ilkbaharında Onon nehrinin kaynaklarında, kendisine bağlanmış olan bütün kabileleri bir araya getirerek büyük bir kurultay topladı. Tüm göçebe konfederasyonları birleştiren Temuçin tek bir ulus yarattı ve bu ulusa “Moğol Ulusu” adını verdi. Artık o Moğolların mutlak efendisi idi. 1206 kurultayının en önemli kararı Temuçin’in daha evvel aldığı “Kağan” unvanına ilaveten “Cengiz” unvanını almasıdır. Bu tarihten sonra kendisine “Cengiz Kağan” veya “Cengiz Han” diye hitap edilmesini istemiştir. Aslında bu o dönemin teleffuzu ile “Çinngiz Kan” şeklinde idi. Temuçin bu sırada 44 yaşında bulunuyordu. Moğol toplumu, Cengiz Han’dan önce teşkilatsızdı. 1206 kurultayında devletin ordu ve içtimai teşkilatı düzenlendi. Cengiz Han kurultayda Mukhulai’ı baş yardımcısı, süvari birliklerinin başındaki Bugurçi’yi de danışmanı olarak atadı. Celme ve Subutay kardeşleri ise binbaşı olarak atadı. Tayciutlardan kaçtığı sırada kendisini kurtaran Sorhan Şira, her iki oğlu gibi Cengiz Han’ın yaveri ve ok taşıyıcısı oldu. Bu atamalar göçebe imparatorluğun yönetiminde büyük değişiklilere damgasını vurdu. Moğol birliği geçmişte kabile rekabetlerinden büyük zarar görmüştü. Cengiz Han şimdi atayacağı kişileri kabile hiyerarşisine göre değil liyakata göre belirleyecekti. Anahtar kelime ise sadakatti. Sorhan Şira ve oğulları hiçlikten yöneticiliğe gelmiş tek örnek değillerdi. Çobanlar, marangozlar vb. aynı haklara sahipti. Celme ve Subutay birer demircinin oğulları idi. Subutay, stratejik zekasından dolayı Cengiz Han’ın ailesinden olmadan Cengiz Han’a en yakın isim hâline gelmiştir. Cengiz Han kendisi ile aynı yolda yürüyen herkese karşılığını fazlası ile vermiş ve bundan sonra yeni muhafız birliğinin teşkil edilmesi için çalışmalara başlamıştır. Cengiz Han, ordusunu göçebelerin yüzyıllardan beri kullandığı onluk sisteme göre düzenlemeye başladı. On askerlik birim arban, yüz askerlik birim jagun, bin askerlik birim minghan, on bin askerlik birim ise tümen olarak adlandırılmıştı. Askerî faydalarının yanı sıra, onluk sistemin kullanılmasının asıl nedeni, Cengiz Han’ın, güçlü askerî birimler kurarak askerlerin kendi kabilelerine değil de, bu birimlere özellikle minghan seviyesinde bağlılık duymasını istemesiydi. Cengiz Han, aynı düşünceyle 1206 yılında mevcudu 10.000’e ulaşan keshig adındaki muhafız birliğini kurdu. Genişleyen imparatorluğa komutan ve idareci yetiştiren ve Cengiz Han’a sadakati ön planda tutan keshig’e katılabilmek büyük bir onurdu. Kabilelere duyulan sadakati kendisine yönlendirmeyi başarabilmesi, Cengiz Han’ın yeteneğinin diğer bir göstergesiydi.

Cengiz, han seçilirken Şaman Kökçü onun lehine bir hayli kehanette bulunarak birçok boy yöneticisinin oyunu da etkilemişti. Kökçü, Cengiz Han’ın babası Yesügey ve annesi Höelin’in güvenilir adamı olan Şaman Münglik’in oğlu idi. Kerayitler ile olan mücadelesinde Tuğrul’un oğlu Sengün tarafından hazırlanmış olan bir tuzak ile ilgili Cengiz Han’ı zamanında uyaran yine Münglik olmuştur. Kökçü’nün babası yaşlı ve bilge Münglik Cengiz Han’ın hayatında çok önemli bir rol oynamış ve sonunda Cengiz Han’ın dul annesi Höelin ile evlenmişti. 1206 kurultayında Kökçü, Ulu Gök Tengri’nin Cengiz Han’a kainatın kağanlığını verdiğini ilan etmişti. Bu ilahi tasdik Cengiz Han’a otoritesinin temelini sağlamıştı. Bu nedenle Kökçü’nün Cengiz Han’ın nazarında ayrı bir yeri vardı. Moğolların Gizli Tarihi’ne göre Kökçü ve kardeşlerinin değişik boylardan oluşan ve henüz Cengiz Han’a biat etmeyen toplulukları kendi etraflarına toplamaya başladıklarından bahsedilmektedir. Şaman Kökçü, Cengiz Han’a iktidarının temellerini atmasına yardımcı olmuştu. Ancak hem sihirli gücü ve hem de imparatorluk ailesi içinde babası Münglik’in durumundan dolayı kendisinin dokunulmaz olduğunu sanarak çok geçmeden küstahça davranmaya, tabiatüstü nüfuzundan yararlanarak Cengiz Han’ı ve imparatorluğu yönetmeye kalkışmıştı. Cengiz Han’ın kardeşi Kasar ile kavga etmişti bu nedenle Kasar’ı yok etmek maksadıyla Han’a ruh bana Gök Tengri’nin bir buyruğunu vahyetti, önce Temüçin hüküm sürecek ve ondan sonra Kasar gelecek, Kasar’ı yok etmezsen tehlikedesin diyerek Cengiz Han’ın ruhunda kardeşi Kasar için kuşku uyandırmıştı. Kasar, Cengiz Han’ın gazabından annesi Höelin sayesinde kurtulmuştu. Kökçü Cengiz Han’ın en küçük kardeşi Temüge Oçigin ile de bozuşmuş ve ona herkesin içinde hakaret etmişti. Cengiz Han’ın karısı Börte kocasını ikaz etmişti. Bu defa Cengiz Han durumu anlamış ve Temüge’ye şamandan kurtulması için müsaade etmişti. Temüge tarafından vazifelendirilmiş üç muhafız Kökçü’yü kanını dökmeden bel kemiğini kırarak infaz ettiler. Kökçü’nün bertaraf edilmesi Cengiz Han imparatorluğunun dini temel üzerine kurulmayacağının habercisiydi.

Moğol İmparatorluğu bir devlet olarak gerçek oluşumunu ancak Uygurların tam iştirakı ile sağlamıştır. Moğol İmparatorluğunun ilk hocaları ve ilk memurları Uygurlar olmuştur. Uygular, yerleşik hayata geçmişler, edebiyat, sanat açısından olduğu kadar ticaret açsından da parlak bir uygarlığa sahiplerdi. Bu sebeple bir devlet idaresi için ne gerekiyorsa onu biliyor ve uyguluyorlardı. Cengiz Han, Naymanlara karşı savaşı esnasında esir aldığı bir Uygur mühürdarı sayesinde Uygurların mühür ve yazı kullandığını görünce, Uygur mühürdarını emirlerini yazması için görevlendirdi ve mührü bastıktan sonra koruması için emanet etti. Bunun ötesinde Cengiz Han, yazabilmenin ne kadar önemli olduğunu görmüştü. Uygurların kendilerine ait bir alfabeleri vardı. Yüzyıllardan beri gelişen bu yazı hemen Cengiz Han tarafından benimsendi ve Cengiz Han, Uygur mühürdardan bu yazıyı Moğolca için uyarlamasını ve dört oğluna da bu yazıyı öğretmesini istedi. Bu hususta aile içinde başlatılan eğitim ile Uygur yazısı akabinde tüm Moğol İmparatorluğu’nda kullanılmaya başlandı. Moğollar’ın Uygurların kültürüne olan alakaları Uygurlar ve Moğollar arasındaki karşılıklı bir çekime yol açtı ve Uygur hükümdarı Barçuk, Cengiz Han’ı kutlamak için elçilerini yolladı. Cengiz Han da bunun karşılığında onu Karakurum’a davet etti. Uygur hükümdarı Barçuk değerli mücevher ve kumaşlarla Cengiz Han’ın huzuruna geldiğinde görkemli bir biçimde karşılandı. Cengiz Han kızı Altun Beki’yi onunla evlendirildi. Böylece Uygurlar ile Cengiz Han arasında bir akrabalık kurulmuş oldu.

Cengiz Han

Uygur yazı sisteminin kullanılmaya başlamasından sonra Uygur mektebinin ilk mezunu, aslı bir Tatar olan Cengiz Han’ın evlatlığı Şiki Noyan idi. Cengiz Han, onu kanunlarını ve değerlerini yazıya geçirmesi için görevlendirdi ve onları mavi bir defterin beyaz sayfalarına kaydettirdi. İşte Şiki Noyan’ın bu defteri Cengiz Han öldükten sonra dahi Çin’den Doğu Avrupa’ya kadar birçok milletin yönetilmesine rehberlik eden ünlü Yasa idi. 33 defterden oluştuğu, çok hacimli olduğu için bir deve üzerinde taşındığı ve devlet hazinesinde muhafaza edildiği kabul edilen Cengiz Han Yasası, ilerleyen dönemlerde de geliştirilmiştir. Cengiz Han, Yasanın emirlerini tatbike oğlu Çağatay’ı vekil bıraktı. Çağatay sert idi ve yasayı harfi harfine tatbik ederdi. Bu yasalar öylesine sert uygulanıyordu ki, “Cengiz ülkesinde bakire bir kız başında altından bir taç ile ülkenin bir ucundan diğer ucuna en ufak bir tacize uğramadan giderdi.” denilirdi. Yasa kapsamında zinanın, eşcinselliğin, kasten yalan söyleyenin, sihirbazlıkla uğraşanın, ormanları yakanın ve suyu kirletenlerin cezasının idam olduğu, alkol kullanan kişi eğer bırakamıyorsa bir ay içinde sadece üç kez sarhoş olabilmesi, bütün dinlere eşit olarak saygı gösterilmesi ve herhangi bir mezhebin üstün tutulmaması, bütün fakirlerin, din alimlerinin, hekimlerin, bilginlerin ve Tanrıya adanmış tapınakların vergiden muaf tutulması gibi kurallar yer almaktaydı. Daha çok askerî ve hukukî içerikli olan bu Yasa’nın orijinal metni günümüze gelmemiştir. Yasa’nın içeriği 14. Yüzyıl Arap seyyahları, 13. Yüzyıl Ermeni tarihçileri ve 15. Yüzyıl İranlı tarihçilerin eserleri sayesinde bilinmektedir.

Kurultay’dan bir süre sonra Cengiz Han 1207’de kuzey’deki ormancı boyları egemenliği altına alması için en büyük oğlu Cuci’yi, ordusunun sağ kanadını vererek görevlendirdi. Cuci burada diplomatik kabiliyet ile iyi bir taktik sergileyerek orman halklarını, Sibiryanın güneyini ve Kırgızları kendine bağlayarak geri döndü.

Kuzey Çin’deki Batı Xia ve Jin üzerine sefer

Xi Xialara karşı savaşın başlangıcı

Cengiz Han zamanında bugünkü Çin sahasında üç devlet vardı. Kansu civarında Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia veya Xi Xia hanedanı, kuzeyde Jin hanedanı ve güneyde Sung hanedanı bulunuyordu. Cengiz Han, Moğolların ezeli düşmanı Jin hanedanı üzerine bir sefer yapmadan önce büyük bir sefer için kaynak elde etmek hem de Jin ile muhtemel bir ittifakın önüne geçmek için ilk olarak Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia hanedanı üzerine bir sefer gerçekleştirdi. Kansu bölgesinde yaşayan Tibet ırkından ve Budist dininden olan Tangutlarla olan mücadele, Cengiz Han’ın yerleşik ve medeni bir millete karşı yaptığı ilk sefer oldu. 1205’te gerçekleştirilen ilk baskın küçük düzeyde olmuş ve birkaç esir almakla yetinilmişti. 1207’de gerçekleştirilen seferde Cengiz Han, Tangutların önemli şehirlerinden Vulahay’ı kuşattı. Aşamadıkları surların önüne yerleşmiş olan Moğollar, Tangutlara şehrin tüm kedileri ve kuşları karşılığında kuşatmayı kaldırmayı teklif etti. Bu denli önemsiz bir şart karşısında şaşıran Tangutlar, bunu yerine getirdi. Fakat Moğollar kedilerin kuyruklarına ve kuşların bacaklarına kıtık parçaları bağlamıştı. Ateşe verip hayvanları saldılar. Korkmuş ve alevler içerisindeki hayvanlar hemen yuvaları ve sepetlerine dönüp ambar ve mahzenleri ateşe verdiler. Savaş tam anlamıyla 1209 yılında başladı. Tangut kralı, Moğol ordusu karşısına veliaht prensi çıkardı ancak prens mağlup oldu. Böylece Vulahay oldukça tuhaf bir kurnazlık sayesinde ele geçirilmiş oldu. 1209 yılında Tangutların başkenti günümüz Ningsia’sı kuşatıldı. Cengiz Han, Sarı Irmak’ın akıntısını taşırmak için yönünü değiştirmeye kalktı, ancak ele geçirdiği esir yığınlarına nehre dayanacak bir bent yaptırmayı başaramadı. Sonbahar yağmurları, taşkınları büyüttü ve bendi sürükledi. Moğol kampını su bastı. Kuşatmayı kaldırmak gerekiyordu. Fakat bir diğer yandan Moğol ordusu kırsal bölgeleri talan ediyordu. Tangut kralı barış istemeyi yeğledi. Kızı Çaka’yı Cengiz Han’a vererek onun sağ kolu olmak istediğini bildirdi. Tangut kralı Li An-şu an ihtiyaçları olursa Moğollara yardım etmek için süvari birlikleri yollayacağına söz verdi. Bunun yanı sıra develer, av şahinleri, yün ve ipekli kumaşlardan oluşan basit bir haraç vermekle yetindi. Cengiz Han şimdilik büyük Jin seferinden önce Tangutları kendine taabi kılmış oldu.

Kuzey Çin’deki Jin Hanedanına karşı savaş ilanı

Moğol yurtlarında hiç kimse Pekin sarayında Cengiz Han’ın büyük dedesi Ambakay Han’ın uğradığı işkence ve aşağılamayı unutmamıştı. Moğollar yüzyıllardır Kuzey Çin’de hüküm süren Jin Hanedanı hükümdarlarına, hanedanın adı olan Jin kelimesi Çince altın demek olduğundan Altın Han demekteydiler. Cengiz Han gençliğinde Tuğrul ile birlikte Tatarlar ile savaşırken Jinler ile birleştiğinden beri onlar tarafından kendilerine tabii bir hükümdar olarak görülüyor ve onlara haraç ödüyordu. Şimdi hem Tuğrul hem de bu bağlılık anlaşmasının yapıldığı Jin İmparatoru hayatta olmadığı için Cengiz Han kendini bağımlılıktan azat edilmiş kabul etti. Çin memuruna haraç vermeyi reddeden Cengiz Han, protokol gereği elçiyi diz çökerek karşılaması gerekirken diz çökmeyi reddedip eskiden vermekte olduğu haracı vermedi. İmparator Wanyan Yongji bunu haber aldığında, öylesine sinirlendi ki Moğol elçisini infaz etti. Moğollar ile Jin hanedanı arasındaki gerginlikler tırmanmaya başladı. Cengiz Han Çin’e karşı sefer kararı vermeden önce kurultayı toplayarak komutanlara ve ileri gelenlere danışarak savaş kararı alındı. Mart 1211’de, Moğollar, Jin hanedanına karşı bir sefer için 90.000 asker toplamıştı. Bu durum Moğolistan’daki üslerini korumak için yalnızca yaklaşık 2.000 kişinin geride kalmasına neden olmuştur. Bu, Moğol güçlerinin % 90’ından fazlasının sefer için harekete geçirildiği anlamına geliyordu. Sefere başlamadan önce, Cengiz Han, Moğolları zaferle kutsamak için Gök Tengri’ye dua etti ve 1146 yılında Jin İmparatoru Xizong emriyle çarmıha gerilen atalarından Ambagay’ın intikamını almak için sembolik bir yemin etti.

Yehuling Savaşı

1211 yılının ilkbaharında Mukhulai, Cebe ve Subutay komutasındaki muazzam ordunun arkasında olduğu 30 bin kişilik öncü birlik kısa sürede Çin hududuna dayanmıştı. Çin Seddi’ne hiçbir zorlukla karşılaşmadan yaklaştılar. Jin ordusunun komutanı Wanyan Chengyu’nun amacı, Yehuling’deki dağlık araziyi Moğol süvarilerini engellemek için kullanmaktı. Çin ordusu Moğol ordusundan daha kalabalık ve silahlanmış durumdaydı. Khitan kökenli bir yetkili olan Shimo Ming’an’ı Cengiz Han’la tanışmak ve barış görüşmelerine başlamak için gönderdi. Bununla birlikte, Cengiz Han, Shimo Ming’an’ı kendi tarafına çekmeyi başardı. Shimo Ming’an, Jin ordusu hakkında Moğollara askeri istihbarat sağladı. Cengiz Han, General Mukhulai önderliğinde sürpriz bir süvari akını başlattı. Savaştan önce Mukhulai Cengiz Han’a söz verdi: “Jin ordusunu yenemezsem canlı olarak geri dönmeyeceğim!” Moral gücü yüksek olan Moğollar, Jin güçlerini mağlup ederek Wanyan Chengyu’nun ana karargahına doğru savaştı. Sonunda, Jin ordusu dağınık hâle geldi, moralini kaybetti ve parçalanmaya başladı. 300.000 kişilik güçlü Jin Ordusu yok edildi. Bu savaş 1211 Ağustos’unda gerçekleşti. Bu o kadar korkunç bir savaştı ki toprağın üzeri cesetlerle doldu. Buradan dokuz yıl sonra geçen Taoist rahip Şang Şun sonsuzluğa uzanan beyazlaşmış insan kemiklerini seyrettiğini aktarır. Wanyan Chengyu, Yehuling Savaşı’ndan sonra dağılmış Jin güçlerini topladı ve Huihe Kalesi’nde bir araya geldi. Bununla birlikte, 12 Ekim 1211’de Moğol kuvvetlerini takip ederek saldırıya geçti. Moğollar, Jin kuvvetlerini hızla kuşattı ve üç gün boyunca şiddetli bir savaşa girdiler. Cengiz Han bizzat yönettiği 3.000 atlıyla bir süvari akını başlatırken kalan Moğol kuvvetleri ise geride kaldı. Wanyan Chengyu zorlukla hayatta kaldı fakat tüm Jin ordusu yok edildi. Yehuling Savaşı, Jin hanedanına 950.000 askerinin yarısına mal oldu. Yaklaşık olarak on Jin şehri Moğollar tarafından yağmalandı. Yehuling savaşından sonra, Jin imparatoru Wanyan Yongji, Pekin’de generali Hushahu tarafından düzenlenen bir suikaste kurban gitti. Cengiz Han’ın en parlak komutanlarından bir diğeri olan Cebe Noyan, Çin Seddinin çevresinden dolaşarak donmuş Liao Nehri’ni geçip Mançurya’nın güneyindeki Mukden’i (bugünkü adı ile Shenyang) ele geçirdi. 2 Şubat 1212’de elde edilen bu zaferden sonra Mançurya’daki Liao hanedanı Jin’den ayrılarak Cengiz Han’a bağlı bir prenslik hâline getirildi. Cengiz Han, Cebe’nin başarısından çok memnun oldu ve beklemeye çekildi. 1212 yılı, Çin İmparatoruna karşı isyanlar yılı oldu ve Cengiz’in casusları tarafından ülkede adeta bir iç savaş çıkarılması başarıldı. Pekin politik kargaşalarla sarsılıyordu. Cengiz Han, casus teşkilatı sayesinde fethedeceği ülkenin muhalif adamlarını, hoşnutsuzları kendi hizmetine almaya uğraşırdı. Ve onlara ganimetten pay ve yüksek memuriyetler vadederdi. Çin ordusunda bulunan Ongut, Kongrat ve Tatar kabileleri saf değiştirerek soydaşları olan Moğolların tarafına geçtiler. Çin Seddinin neredeyse bütün kapıları ihanet edenler tarafından açılmıştı. Bu sebeple Moğol ordusu gayet seri bir şekilde Çin Seddini aştı.

Cengiz Han

Pekin’in fethi

1212 yılının sonbaharında Cengiz Han, Pekin’e bir saldırı düzenleme kararı almış ancak bir çarpışma sırasında ok ile yaralanınca saldırıya ara verilmişti. Ertesi yıl tekrar Pekin’e giden geçidin üzerindeki iki kaleye saldırı düzenlenerek geri dönüldü. Çin kuvvetleri Moğol ordusunun geçeceği yollara atları yaralamak gayesi ile dört tarafında çivi olan toplar serpiştirmişlerdi. Cebe ve Sübedey kaleleri teslim almak için epey uğraşmışlar ve sonuçta Pekin yolunu tekrar açmayı başarmışlardır. 1214’te Cengiz Han üç ordusunu Çin başkenti Pekin duvarları önüne yığdı. Pekin muhasarası 1214 yılının ilkbaharına kadar yaklaşık bir yıl sürmüştü. Ancak Moğolların savaşta en geri oldukları konu kuşatmaydı. Sorunun ciddiyetinin farkına varan Cengiz Han atlıları ile orada kalamazdı. Kış Moğollar için oldukça zor şartlar altında geçmiş salgın hastalıklar ve kıtlık yaşanmıştı. Şehir halkının da durumu hiç iyi değildi. Cengiz Han çaresizlik içerisinde ne yapacağını düşünüp, geri dönmeye niyetlenirken, Çin imparatorundan barış teklifi geldi. İmparator, altın, gümüş, ipekle bunların yanı sıra beş yüz oğlan, beş yüz kız ve üç bin at verdi ve on bin top kumaş verdi Ayrıca kızı Ki-Kuo’yu da Cengiz Han ile evlendirdi. Cengiz Han, imparatorun verdiklerini kabul eder gibi görünüp Karakurum’a geri dönünce Pekin sarayı bir an kurtulduğunu sanarak rahat nefes aldı. Bu Çin seferi, Cengiz Han’ın bu güne kadar en çaplı ve getirisi en fazla olan seferi niteliğindeydi. Şimdi dünyanın belki en zengin ülkesinin çok büyük bir kısmı çok kısa sürede ele geçirilmişti. Ancak Çin’i gerçekten istila etmek için Pekin’i ele geçirmek gerekiyordu. Cengiz Han bir sene önceki Pekin kuşatmasında Çin usulü bu müstahkem kenti atlı birliklerden kurulu göçebe ordusu ile düzenli bir kuşatma ile ele geçiremeyeceğini anlamıştı. Bu nedenle Çinli istihkâmcıları ordusuna dahil etti. Bu istihkâmcılar, Moğollara Çin mancınıklarını kullanmayı öğretti; Çin mancınıklarının hafif olanlarının kolunu kurabilmek için 40, ağır olanları için ise 100 kişi gerekiyordu. Mancınıkların menzili 100-150 metreydi, attıkları taşlar ise küçüktü 1-13 kilo arası. Artık Pekin’in burçlarını nasıl zorlayacaklarını biliyordu. Cengiz Han, kenti düşürebilmek için esir edilen Çinli mühendislerden yararlanma yoluna gitmişti. Hareketli saldırı kuleleri hazırlanmıştı. Mancınıklar ile ordunun gücü daha da pekiştirilmişti.

Haziran 1214’te imparator Pekin’i bırakıp Sarı Irmağın ötesine Kai-fong şehrine çekildi. Ne var ki bu durum halkının gözünde bir kaçıştı. Pekin’deki devlete ait evraklar ile maddi varlıklar 3 bin deve ve 300 araba ile Sarı Irmağın ötesindeki güvenli bölgeye taşınmaya başlanmıştır. Ancak imparatorluğun içerisindeki Mançurya’dan gelen 2000 Hitay askerî atalarından kalan topraklardan ayrılmak istemediler ve Pekin’den 50 km uzaklaştıktan sonra isyan ettiler. Cengiz Han’a da bir haber göndererek onun emrine girmek istediklerini söylediler. Cengiz Han, Jin imparatorunun bu taşınma kararını; sözüme güvenmedi, beni aldatmak için barış yaptı diye yorumlayarak terk edilen Pekin’in güçsüz kaldığını düşünüp buraya tekrar sefer düzenleme kararı aldı. Şimdi daha hazır durumda olan ordusu ile Mart 1215’te Pekin surlarına dayandı. Pekin hücumunu Mukhulai idare etmekte idi. Subutay, Mukhulai’ın ordusunun bir kanadını koruyordu. Zamanın kendileri lehine olduğunu biliyordu. Kuşatma aylardan beri sürmesine rağmen, surların üzerinde tam donanımlı Çin askerleri savaşmak için bekliyordu. 9 ay süren kuşatma boyunca yiyecek sıkıntısı çeken Pekinliler arasında yamyamlık yapanlar bile olmuştu. Çin askerleri duvarlara tırmanmaya çalışan Moğol askerlerinin üzerine ok yağdırıyorlardı. Saldırının en önemli anında Cengiz Han, Çinli esirleri savaş arabaları ile surlara doğru sürdü. Cengiz Han aldığı binlerce esiri saldırılarda en önde savaşmaya zorladı. Şimdi Çin askerleri, arabaları itmekte olan Çinli esirleri okluyordu. Sonrasında, ağır taş gülleri atan mancınıklar harekete geçmişti. Büyük taşlar, Pekin kentinin duvarlarını parçalıyordu. Çinliler de bu arada boş durmuyordu. İleri teknikleri kullanarak ürettikleri, petrol ve farklı kimyasal maddelerden yapmış oldukları yangın bombalarını Moğolların üzerine atıyordu. Cengiz Han. Durumun zorluğunun farkına varmış ve askerlerine, bedeli ne olursa olsun, surlardan gedik açılarak kentin içine girilmesi emrini vermişti. Çinli esirler kentin surlarına uzun merdivenleri dayamayı başardığında, kuşatma altındakiler surların altında kızgın yağlarda kavurdukları yığınların kendi akrabaları olduklarını fark ettiklerinde onlara karşı dayanmaya dayanamayıp teslim oldular. Bu sırada Surlarda gedikler açılmıştı ve Moğol askerleri gediklerden, kentin içine sızmayı başarıyordu. Moğollar kentin surlarına kendi bayraklarını dikmeye başladığında, bayrakları gören Çinli komutanlar utançlarından kendilerini öldürmeye başlamışlardı. Artık zaferinden emin olan Cengiz Han atını kentin sokaklarından sürerek, kent merkezine ilerliyordu. Moğollar, kentte insanlık tarihinin en büyük yağmalarından birine bu şekilde başlamıştı. Batılı kaynaklarda; o donemde kentte bulunan Batılı diplomatlar ve gezginlerin şahitliği ile şunlar yazacaktır:

« Kemikten meydana gelmiş dağlar yükseliyordu kentin meydanlarında, sokaklardan nehir gibi kan akıyordu. Her yer kanla ıslanmış, sokaklar kaygan hale gelmişti. İnsanların eti sokaklarda paramparça ediliyordu. »

Mukhulai, Pekin’de hazine ve cephane namına ne varsa toplatarak Cengiz Han’a gönderdi. Cengiz Han, kendisine meydan okuyan Pekin kentine vahşice bir ceza vermişti. Artık bütün dünyanın başkentleri Çin’de olanlarla yakından ilgilenmeye başlamıştı. Harezmşah hükümdarı Sultan Alaaddin Muhammed Harezmşah, kendi ideâli olan Çin’in, Moğolların eline geçmesine inanamadı. Haberin doğruluğunu tetkik ettirmek için Seyyid Behâeddîn-i Râzî’nin idaresinde bir heyeti Çin’e gönderdi. Harezmşâh elçileri Çin hududuna vardıkları zaman, çok uzak mesafeden bembeyaz bir yığın gördüler. Önce bunu karla kaplı bir tepe zannettiler. Yerli halktan, burada bir tepe olmadığını, Cengiz askerlerinin öldürdüğü Çinlilerin kemikleri olduğunu öğrendiler. Bir müddet gittikten sonra toprağı insan kanından simsiyah kesilmiş bir bölgeye geldiler. Bu siyahlık kilometrelerce devam ediyordu. Pekin’e vardıklarında kale burçlarının dibinde bulunan kemik yığınlarının da, Cengiz’in Pekin’i ele geçirdiği zaman, zâlim Moğol askerinin eline düşmemek için kendilerini burçlardan atarak ölen yirmi bin bakire kıza ait olduğunu öğrendiler.

Çin’in fethinin devamı ve idare işlerinin Mukhulai’a devredilmesi

Pekin’in fethinin ardından Mukhulai ve Cengiz’in kardeşi Kasara baştan başa tüm Mançurya’yı geçtiler ve güneye doğru ilerlediler. Mukhulai kusursuz planlama yeteneği ile Cengiz Han’ın en büyük komutanlarından biriydi. Mançurya’da Liao’nun başkenti Pei Ching’i hiç alışılmadık bir şekilde fethetti. Mukhali, Yesen isimli hem Çince hem de yerel Türk dillerini bilen bir Moğol subayını görevlendirerek şehrin idaresini devralmak için gelen yeni Jin komutanını tuzağa düşürmek için görevlendirdi. Yesen isimli casus Jin komutanının evraklarını alarak muhafızları yeni gelen general olduğuna inandırdı. Daha sonra şehrin yeni hakimi olarak tüm muhafızlara kalenin dışına çıkmalarını emrederek Mukhulai’ı şehre davet etti. Mukhulai neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan yürüyerek şehirdeki 100 bin eve halkına silahları ve yiyecekleri ile bilrikte el koydu. Kendisine karşı direnç gösteren iki kasabayı cezalandırmak için marangozlar, kale ustaları ve sanatkarlar hariç her iki kasabada yaşayanların da öldürülmesini emretti. Cengiz Han, kuzeydeki vaziyeti tetkik için Subutay kumandasında başka bir kol gönderdi. Leao-dong körfezini kaplayan yarımadayı dönerek yeni bir ülkenin keşfine çıkmış gibiydi. 1216’da Yalu Irmağının geçilmesi Kore’ye girilmesine yol açtı. Subutay, burada Jin imparatoruna bağlı krallığı kendilerine taabi kılmak için kaçırılmaz bir fırsat olduğunu gördü. Küçük bir ordu ile bugünkü Kuzey ve Güney Kore arasındaki sınırda bulunan zengin ve kozmopolit bir şehir olan Kaesong’taki hükümdar sarayına bir yolculuk yaptı. Cengiz Han’ın başarısından etkilenen kral yeni ve korkutcu komşularına haraç ödemeyi kabul ettiler. Bu haracın kapsamında 100 bin yaprak en büyük boy Kore kağıdını da içeriyordu.

Cengiz Han artık bütün Kuzey Çin’in hakimiydi. Cengiz Karakurum’un ipek çadırını eski Çin’in başkentinin şaşaasına tercih etti. Cengiz Han, Çin’in maddi değeri fazla ağırlıklarını Karakurum’a taşırken Ye-Liyu Çutsay gibi birçok bilgini de yanında getirdi. Onlardan dünya ahvalini, ticareti, dilleri, dinleri, milletleri öğrendi. Uygur aydınlarını da bu bilginler aracılığı ile yüksek Çin teknolojisi ile tanıştırdı. Cengiz Han Çin’i kendi adamları ile idare etme yolunu ömrünün sonuna kadar sürdürdü. Ye Liyu Çutsay’ın Ceniz Han’a verdiği; sen büyük bir imparatorluğu at üstünde fethettin ama at üstünde idare edemezsin öğütü üzerine fethedilen yerlere yerel yöneticiler atadı. Ye Liyu Çutsay, Cengiz Han’a şehirleri yerle bir etmek yerine onları geliştirmeyi teşvik dilmesi gerektiğini çünkü bunların zenginlik kaynağı olduğunu anlattı. Cengiz Han, Çin’in tamamının fethinin uzun süreceğini anlayıp, buranın fetih ve idare işlerini 1217’de Mukhulai’a devrederek Mukhulai’ı burada bırakıp kendi yurduna geri döndü. Mukhulai’a “Bütün ulusun Guyang’ı” ünvânı verilmişti. Reşidüddin bu unvanının Farsça’daki Han-ı Buzurg ”Büyük han” olduğu ve onun Çin’deki görevi esnasında Çinliler tarafından kendisine verilen lakap olduğu ileri sürülmektedir. Mukhulai, Moğol İmparatorluğunun kuruluşuna büyük katkıda bulunduğundan kendi adına ferman çıkarmak ve ortasında siyah ay bulunan dokuz ayaklı Beyaz Tuğ ve Büyük Han’ınki ile aynı olan süslü eyer, kemer, davul ve kendine has taht kullanma hakkına da sahip idi. Mukhulai yedi yıl boyunca başarılı savaşlar sonunda Kin krallığını Honan’a hapsetmeyi başarmış Çin topraklarını Cengiz Han adına yönetmiş ve 1223’te burada ölmüştür.

Cengiz Han

Otrar hadisesi

Harezmşahlar ile Moğollar’ın ilk kez karşı karşıya gelmesi 1218 yılında gerçekleşmişti. Kara Hıtaylara sığınan Naymanların son hükümdarı Güçlük üzerine karşı Cengiz Han 1218’de Cebe Noyan komutasında 20.000 kişilik bir kuvvet yollamıştı. Cebe Noyan, Güçlük’ü öldürüp, Kara Hıtay devletine son vererek İli, Issık gölü, Talas ve bütün Türkistan’ı Cengiz Han’a bağlayınca Cengiz Han Harezmşahlar ile sınırdaş olmuştu. Kara Hıtay toprakları üzerinde her iki imparator hakimiyet tesis ederken birçok sınır olayı olmuş ve Cengiz Han’ın oğlu Cuci güçleri ile bizzat Harezmşah Alâeddin Muhammed’in de iştirak ettiği bir çarpışma yaşanmıştı. Bu çarpışma esnasında oğlu Celâleddin, babası Alâeddin Muhammed’i ölümden kurtarmış ancak Harezmşah’ın saldırıda yaptığı zulüm sinirleri oldukça germiş Cengiz Han bu hadisenin ilk olması nedeniyle büyük bir tepki göstermemiştir. Cengiz Han’ın Çin’i fethettiğine ihtimal vermeyenlerin başında Harezmşah hükümdarı Sultan Muhammed geliyordu. Bu sebeple Bahaaddin Razi adlı bir adamını Pekin’e kadar göndermiş ve bizzat Çin’in artık Cengiz Han’ın mülkü olduğunu tespit ettirmişti. Bahaaddin Razi Çin dönüşünde Karakurum’a gelerek Cengiz Han’ı ziyaret etti. Cengiz Han yaptıkları görüşmede ona kurulacak barış neticesinde her iki tarafın kervanlarının serbestçe gidip gelmelerini memnuniyetle karşılayacağını, tüccarların kendi ülkesi dahilinde tam bir emniyet içinde bulunacağını ifade etti.

Cengiz Han 1218 yılının başlarında Harezmşah tüccarları ile ticaret için tamamen Müslüman üyelerden oluşan bir heyeti anlaşma şartları için Harezm’e gönderdi. Sultan Muhammed, Cengiz Han’ın heyetini 1218 yılı baharında kabul etti. Heyet sözcüsü verdiği izahatta Cengiz Han’ın Harezmşah Alâeddin Muhammed’i “en sevgili oğlu” olarak gördüğünü, onunla dost olmak istediğini, her iki milletin ticaret erbabına kapılarını açık tutmasını istediğini bildirdiler. Harezmşah Alâeddin Muhammed heyetin yüzüne karşı; “Benim ülkemin genişliğini, ordularının büyüklüğünü biliyorsunuz; nasıl olurda Hanınız bana “oğul” diye hitap etmeye cesaret ediyor?” diyerek tehditler savurmuş ancak Mahmut Yalvaç onu teskin ederek iki devlet arasında bir ticaret anlaşması yapılmasını sağlayabilmişti. Cengiz Han’ın Çin ülkesini fethederek çok zengin olduğunu duyan Harezmli tüccarlar satacakları malları Cengiz Han’ın ülksine götürerek ticari ilişkiler içine girmeye başlamışlardı. Ardından o da oğulları ve komutanlarına bir talimat vererek sermayeyi hazineden temin ederek kıymetli mallar getirmeleri için seçilen 450 kişilik bir heyeti de Harezmliler ile birlikte o tarafa gönderdi. Müslümanlardan müteşekkil 450 kişilik bu kafilede toplam 500 deve yükü kıymetli mallar, ipek dokumalar, samur ve kunduz kürkleri, Çin sanat eserleri bulunuyordu. Cengiz Han’ın heyetinin ilk konaklayacağı yer Sir Derya üzerinde yer alan ve Maveraünnehir’in son noktası olan Otrar idi. Otrar valisi İnalcık, Harezmşah Muhammed’in annesi Terken Hatun’un da yakın akrabası idi. Otrar Valisi İnalcık, Cengiz Han’ın 450 kişilik heyetini tutuklattı. Ardından onları öldürtüp mallarına da el koydu. Cengiz Han bu hadiseyi duyduğunda oldukça fazla hiddetlenmiş ve kendisini sakinleştirmek için Burhan Haldun’a çıkarak inzivaya çekilmiştir. Cengiz Han, İnalcık’ın cezalandırılarak, malların bedelinin ödenmesi için Harezmşahlara elçilik heyeti gönderdi. Ancak Harezmşah Alâeddin Muhammed elçiyle birlikte elçilik heyetini de öldürttü. Otrar hadisesi hakkında dönemin eserlerinde Müslüman yazarlar dahi kabahati İnalcık ve Harezmşah Alâeddin Muhammed’in üzerine yıkmaktadırlar. Nesavi kervancıların öldürülmesini inalçık’ın şahsi tamahına bağlamakladır. Cuzcani bu hareketin üstü kapalı bir şekilde Alâeddin Muhammed tarafından tasvip gördüğünü düşünmektedir. ibn al-Alhir bu suçu tamamen Harezmşah Alâeddin Muhammed’in üzerine atmaktadır.

Harezmşahlar ile savaş

Otrar’da Cengiz Han’ın elçilik heyetinin öldürülüp mallarına el konulmasından sonra toplanan 1218 kurultayında Moğol elçilerine karşılık olarak Harezm’e saldırma kararı alındı. Seferde başına bir şey gelirse diye tahtın varisini belirlemek için oğullarını topladı, ancak Cuci ve Çağatay’ın Cuci’nin Cengiz Han’ın gerçek oğlu olup olmadığı konusunda birbirlerine girdiler. Cengiz Han, Çağatay’ın önerisiyle, Ögeday’ı tahtın varisi olarak belirledi. En küçük kardeşi Temuge’yi, ocağı beklesin diye ordugah komutanı olarak Karakurum’da bıraktı. Harezm seferi Cengiz Han’ın yaşantısında bir dönüm noktası olacağı gibi tüm Avrasya hatta insanlık tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.

1219 yazında Cengiz Han’ın ordusu Altay dağlarının güney yamacında yığınak yaptı. Zungan kapısını geçerek Yedi Irmak ilinin alt ovasına ulaştılar. Cebe, Subutay ve Tohoçar’ın öncü güçlerinin sayısı 100 binden fazla idi. Bu arada hâkimiyeti altındaki kabilelerden istediği askerler gelirken Tangut Krallığına da elçi yollamış ancak Tangut Kralının kendisi değil de askerî gücün lideri konumundaki Aşa adındaki kişi “Cengiz Han mademki bu kadar zayıf, neden Han olmak için bu kadar sıkıntı çekiyor” şeklinde aşağılayıcı bir cevap göndermiştir. Cengiz Han o anda Harezmşahlar üzerine yürümekte olduğu için Tangutları cezalandırabilecek bir durumda değildi ama bu yapılanı unutmadı. Cengiz Han, bu seferinde kullanmak üzere ordusunun teçhizatını en iyi şekilde tamamlamış, beraberinde kuşatma malzemeleri, Çin’den getirttiği mühendisler ile askerî nakliyat için pek çok deve getirmişti.

Cengiz’in orduları Aral Gölünün güneyinde Amu derya üzerinden Harezm sınırlarına yaklaştığında Harzemşah Muhammed, hazırlıklarına askerî bir şura toplayarak başlamış, ordusunu Sir Derya ile Maveraünnehir’in müstahkem mevkilerine dağıtarak Moğol ordusunu Semerkant’ta karşılamaya karar vermişti. Güçlerini belli başlı şehirlere dağıtması sayı üstünlüğüne rağmen kuvvetlerinin azalmasına yol açmıştır. Cengiz Han ilk olarak Eylül 1219’da, elçilerinin ve ticaret kervanlarının katledildiği Otrar’a saldırma kararı aldı. Bu sembolik açıdan son derece önemliydi. Cengiz Han, Otrar önlerine geldiğinde Harezmşah Alaeddin Muhammed’in savaş planını öğrenerek şehirlerin arasına girecek şekilde ordusunu düzenleyerek Maveraünnehir’deki şehirlerinin birbirlerine yardım etmesini önlemeye karar verdi. Yaptığı plana göre orduyu üçe ayırdı. Oğulları Çağatay ve Ögeday, Otrar önlerinde kalarak şehri alacaklar. Yanlardan gelebilecek bir karşı saldırıyı önlemek için Cuci, Sir Derya boylarına ilerleyerek Cend’i alacak, Cengiz Han ise Buhara’ya yürüyecekti. Böylece Harzemşah ordusunun birbirleriyle teması önlenecekti. Cengiz Han, Çağatay ve Ögeday’ı Otrar’da bırakıp Buhara’ya doğru yola çıktı. Yol boyunca konaklar tesis ediliyor ve posta menzilleri kuruluyordu. Kendi ülkesi Maveraünnehir’de bile Harezmşah Aleaddin Muhammed, 1216’da Sufi Kubravi tarikatından Şeyh Mecideddin Bağdadi’yi idam ettirmesinden dolayı Müslüman din adamlarının düşmanlığını çekmiş vaziyetteydi. Ailesi Harezmşah Alaeddin Muhammed tarafından öldürülmüş bir genç Cengiz Han’a katılarak Maveraünnehir hakkında bilmediği bilgiler veriyor, yolları ve bölgeleri bilen tüccarlar da Cengiz Han’a eşlik ediyorlardı. Cengiz Han’ın bu sefer sonucunda yaptığı yeniliklerden birisi de harita kullanmak olmuştur. Harita işini de oğlu Cuci’ye vermiştir. Topoğrafya’dan haberdar olmaları da Harezmlilerin elinden önemli bir kozu alıyordu. Buz tutmuş gölü hiçbir engelle karşılaşmadan geçti. Siri Derya Savunma hattına birliklerini yayan Harezmşah Alaeddin Muhammed karşısında Cengiz Han, kendi ordusunun ağırlık noktasının bilinmeyeceği bir yerleşik saldırı tuzağı kurmuştu. Cengiz Han’ın yaptığı plan sonucunda üç ordusundan biri kuzeyden, Cebe komutasındaki diğeri doğudan gelirken Cengiz Han’ın bizzat kendisinin ve Subutay’ın yönettiği bir üçüncü ordu da Kızılkum Çölü’nü geniş bir daire çizip geçerek görünmez biçimde Buhara’ya ve Harezmşah Alaeddin Muhammed’in kuvvetlerinin arkasına yöneldi. Cengiz Han çölden çıkıp göründüğünde ve Buhara yolunu tuttuğunda batıdan geliyordu. Gafil avlanma öylesine etkilidir ki Harezmşah Alaeddin Muhammed, geri çekilme hattının kesildiğini ve Horasan’dan beklediği kuvvetlerin gelmediğini görünce paniğe kapılarak Cengiz Han ile karşılaşmadan maiyetiyle birlikte Semerkant’ı terk etti. Cengiz Han Buhara önlerine geldiğinde Buhara eşrafı, hakimleri ve ulema vaziyeti müzakere ettikten sonra şehrin anahtarlarını 10 ya da 16 Şubat 1220’de Cengiz Han’a teslim ettiler.

Cengiz Han, Buhara’da iki gün kaldıktan sonra sonra Semerkant’a ilerledi. Otrar’ı ele geçirmiş olan Çağatay ve Ögeday ile Cend’i ele geçirmiş olan Cuci de ona katıldı ve 22 Nisan 1219’da Cengiz’in üç ordusu da Harezmaşahların başkenti Semerkant yakınında birleşti. Otrar’ın ele geçirilmesinden sonra yakalanan İnalcık Cengiz Han’ın huzuruna getirilerek öç işkencesi olarak kulaklarıyla gözlerine eritilmiş gümüş dökülerek infaz edildi. Harezmşah Muhammed daha kalabalık olan ordularının başında savaşmak yerine asker toplamak gibi bahanelerle sürekli kaçıyordu ve Cengiz Han, Semerkant önlerine geldiğinde Semerkant halkının gözü savaştan korktuğu için şehri teslim etmeye karar verdiler. Şehrin kadısından, Şeyhülislamından ve alimlerinden oluşan bir heyeti Cengiz Han’a yolladılar. İbnül Esir’e göre şehir teslim olduğu için katliam olmadı. Cengiz Han’a Semerkant’ta verilen kalifiye zanaatkâr sayısı 30 bin kişi kadardı. Onlara da aynı hoşgörü gösteriliyordu. Bu, Cengiz Han’ın ilim ve sanat adamlarını kendi tarafına çekerek onun şanı namına hizmet etmeleri için uyguladığı bir yöntemdi. Yağmalama ve haraçtan sonra şehir halkı evlerine dönebildi.

Cengiz Han

1220 baharını Semerkand yakınlarında geçirip oradan Nahşeb bahçelerine geçen Cengiz Han Tirmiz’ hareket doğru hareket ederek şehri ele geçirdi. Cuci, Çağatay ve Ögeday’ı 1220 yılının sonlarına doğru Harezm’in merkezi Gürgenç’i fethetmeleri için görevlendirirken Alâeddin Muhammed’i ne olursa olsun onu canlı yakalamaları için peşinden yetenekli generallerinden Cebe Noyan ve Subutay Noyan’ı gönderdi ve yol boyunca direniş olmadığı sürece savaşılmaması ve kesinlikle yağmaya girişilmemesini emretti. Alâeddin Muhammed kaçışına devam ederken, Cengiz Han, Harezmşah Muhammed’in annesi Türkan Hatun’a kendisine karşı kötü bir niyeti olmadığını yalnızca oğlu ile görülecek bir hesabı olduğunu ifade etmek için bir elçi gönderdi. Ancak Türkan Hatun yanıt vermemeyi yeğledi ve Harezmşah’ın kızları ve oğulları ile İran’ın kuzeyinde Hazar Denizi kıyısındaki Mazenderan’a kaçtı. Subutay, Alâeddin Muhammed’in ailesinin saklandığı Mazenderan’ı kuşattı ve kaleyi teslim olmak zorunda bıraktı. Türkan Hatun Moğolistan’a sürgün edildi. Harezmşah’ın çocukları öldürüldü, kızları ise Moğolların hizmetine girmiş kişilere dağıtıldı. Subutay ve Cebe, Harezmşah’ın izini Eylül’de Batı İran’da Hemedan’da kaybetmişlerdi. Harezmşah Muhammed batıya kaçarak Hazar Denizi üzerinde bir küçük adaya sığınmıştı. Aralık 1220’de bu adada neden olduğu bilinmez şekilde öldü. Gürgenc kuşatmasına, Cengiz Han’in muhafız kıtasının bir birliğini yöneten Bughurçi ile, sağ kanatta binbaşı olan Tolun-çerbi de katılmıştı. Bu zor kuşatma sırasında Cuci son derece zayıf bir idare göstermişti. Kararsızlığını tenkit eden Çağatay ile yaptığı münakaşaları Cengiz Han’ı her ikisini birden kardeşleri Ögeday’in emri altına sokmaya mecbur etmişti. Gürgenç kuşatması 1221 ilkbaharına kadar, Reşîdüddîn’e göre 7 ay, İbnül Esir’e göre ise 5 ay sürdü. Bu Moğolların en zor savaşlarından biri oldu. Cüveynî, bu savaşta iki tarafın kaybettiği insan sayısını bana söyledikleri zaman inanamadım onun için de buraya yazmadım demektedir. Zafer, 1221 yılının Nisan ayında geldi. Karşı koyan kalmayıp herkes teslim olunca, şehirde bulunanları dışarıdaki boş alana sürdüler. Bunlar arasında meslek ve sanat sahibi yüz binden fazla kimseyi ayırdılar kadınları ve küçük çocukları köle yapıp esir aldılar.

Gürgenç’in 1221’de Moğolların eline geçmesiyle Harezmşahlar Devleti resmen tarihe karışmış oldu. Harezm’in zaptından sonra Cengiz Han, oğlu Cuci’ye, Harezm ülkesinin bu bölümü de dahil olmak üzere ele geçirdiği Batı Sibirya’yı vererek onu bölgeye idareci olarak gönderdi. Alâeddin Muhammed’in ölüm haberini aldıktan sonra Amu Derya’yı geçerek Horasan’a girdi ve Belh şehrini fethetti. Küçük oğlu Tuluy’u ise Horasan’daki şehirleri ele geçirmesi için yolladı. Horasan’da insanlık tarihinde eşine az rastlanır biçimde bir katliam gerçekleştirildi. Cüveynî, seferden sonra geriye halkın onda birinin bile kalmadığını söyler. Nişabur’da Cengiz Han’ın en sevdiği damadı olan Toguçar bir Nişaburlunun attığı ok ile ölmüştü. Bu olayın Şubat 1221’de Tuluy’un şehri ele geçirdikten sonra yaşanan bir isyan sırasında mı yoksa kuşatma sırasında mı olduğu açıklığa kavuşmuş değil. İki ihtimalde de şehirdeki insanların ölüm fermanının imzalanmasının bu olay sonucu olduğu biliniyor. Cengiz Han’ın kızı, kocasının ölüm haberini aldığı için acılıydı ve Nişabur’daki her insanın öldürülmesini istedi. Tuluy orduyu yönetiyordu ve bu görevi yerine getirdi. Kadınlar, çocuklar, bebekler hatta köpekler ve kediler bile katledildi. Bazı şehir sakinlerinin yaralı olup ölmemesinden endişelenen Cengiz Han’ın kızı söylenenlere göre herkesin kafasının kesilmesini istedi, kesilen kafalarla piramitler oluşturuldu. On gün içinde piramitlerin hepsi tamamlanmıştı. Nişabur’da kaç kişinin öldüğü her zaman tartışma konusu olsa da çok sayıda insanın yaşamını yitirdiği bilinmekte. Bu katliam yaşanırken Cengiz Han’ın şehirde olmadığı tahmin ediliyor. Nişabur’un ardından direnen Merv de ele geçirildikten sonra korkunç bir yıkıma maruz kaldı. Kale yerle bir edilirken Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer’in anıt mezarı tahrip edildi. Horasan’ın en zengin ve gelişmiş şehirlerinden Merv harabe hâline dönüştü. Cüveyni’nin aktardığına göre Merv’de bir milyon üç yüz binden fazla insan öldürüldü. Nişabur ve Merv’deki katliamlardan gözü korkan Herat ise teslim oldu. Böylece Tuluy üç ay gibi kısa bir sürede Horasan’ın Merv, Nişabur ve Herat şehirlerini ele geçirdi.

Alâeddin Muhammed ölmeden birkaç gün önce oğlu Celaleddin’i veliaht ilan etmişti. Celaleddin bu devleti yeniden toparlamak istedi. Bunun için Moğollarla mücadele etti. Celaleddin Harezmşah, Hindikuş’un güneyinde önemli bir ordu kurmuş ve tehdit oluşturmaya başlamıştı. Gazne’de 60 bin askerle yerleşmiş olan Celaleddin, Toharistan’da Valiyan’ı kuşatan Moğol ordusunu yendi. Sultan Celaleddin’in sayısı az olan ve başka yerden yardım alamayan Moğol ordusunu yendiğini haber alınca Cengiz Han hiç vakit geçirmeden, Gazne’ye geldi. Celaleddin’in on beş gün önce oradan Sind geçidini geçerek Hindistan’a gitmek için ayrıldığı haberini alması üzerine Celaleddin’in peşine düştü. Cengiz Han, 26 Kasım 1221’de İndus nehri sahilinde ona yetişti ve her taraftan Sultan’ın ordusunu kavis içine aldılar. Şiddetli bir çarpışma yaşandı. Celaleddin mağlup olarak annesini ve karısını nehre attırdıktan sonra nehri geçip Hindistan’a kaçtı. Cengiz Han, Celaleddin’e karşı zaferinin etkisini güçlendirmek için Hindistan’a girip onu takip etmedi. Hindistan çok büyüktü ve hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. Delhi Sultanlığı hatırı sayılır bir güce sahipti. 1223 yazını bugünkü Taşkent’in bulunduğu yerde geçiren Cengiz Han, geri dönüş için hazırlıklara başladı.

Subutay ve Cebe 1221’de yakalamakla görevli oldukları Harezmşah Alaeddin Muhammed’in ölümünü öğrendiklerinde artık tek amaçları olan Harezmşah’ı ele geçirmek söz konusu olmadığı için serbest hareket etmeye başladılar. Bu serbestlik onlara insanlık tarihinin bugüne kadar bilinen en büyük süvarilik harikalarından birini gerçekleştirmelerine imkân tanımıştı. Kafkasya’ya girerek Gürcüleri kış ortasında başkentleri Tiflis’te yenilgiye uğrattılar. Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Kıpçaklar, Moğollar ile tek başlarına başa çıkamayacaklarını anlayınca Ruslara çağrıda bulundular. Cebe ve Subutay, 31 Mayıs 1223’te 80 bin kişilik Rus-Kıpçak ordusunu Kalka Nehri kıyısında mağlubiyete uğrattılar ve oradan Kırım’a doğru uzanarak Sudaka’yı zaptettiler. Dönüş yolunda Hazar Denizi kuzeyinde İdil Bulgarları tarafından kuşatıldılar. Subutay ve Cebe birçok tarihi kaynağa göre İdil Bulgarlarlarını mağlup etti. Bazı tarihçiler, Moğollarn yenildiğine dair rivayetleri İdil Bulgarlar’ının Ruslara, Moğolları yendiklerini ve onları topraklarından sürdüklerini söylemek için uydurdukları hikâyelerin oluşturduğunu iddia etmektedirler. Cebe ve Subutay, 1223’ün sonu veya 1224’ün başında İrtiş Vadisi’nde, dönüş yolunda olan Cengiz Han’a katıldılar.

Cengiz Han

Son seferi ve Ölümü

Cengiz Han, Harezmşahlar üzerine sefere gitmeden önce yardım için asker istediği kendisine tâbi Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia hanedanının tavrını unutmamıştı. Karakurum’a döner dönmez bu sorunu halletmek için hazırlıklara başladı. Sefere yanında eşlerinden Yesüy ile birlikte 1225 sonbaharı ya da 1226 ilkbaharında çıktı. Av esnasında attan düştü. Karın bölgesinde çok ciddi ağrıları vardı ve ateşi çok yüksekti. Telaşlanan Yesüy, kazayı ve Cengiz Han’ın rahatsızlığını haber vermek için oğullarını ve komutanlarını topladı. Seferin ertelenmesi önerisi kabul edildi. Tam toplanıp gidilecekken Cengiz Han; “Eğer geri çekilirsek Tangutlar korktuğumuzu düşünür.” diyerek karşı çıktı. Meseleyi diplomasi yoluyla çözmek için Tangut kralına bir elçi gönderildi. Kral barıştan yanaydı ancak bakanı Aşagambu onu vazgeçirdi ve “Moğollar savaşmak istiyorlarsa gelsinler boy ölçüşelim, altın, gümüş ve ipek istiyorlarsa almak için ilerlesinler” diye cevap gönderdi. Yüksek ateşten bitkin bir vaziyette olan Cengiz Han, “Ölmem gerekse bile artık geri çekilemeyiz” dedi ve Moğollar saldırıya geçti. Cengiz Han, Lipuan Dağları’nda gizli bir vadiye götürülerek ve şifalı bitkiler ile tedavi edilmeye çalışıldı. Diğer taraftan Moğol ordusu bölgeyi öyle kötü yıkıp yağmalamıştı ki Tangut Kralı barış istemek zorunda kalmıştı ama Cengiz Han’ın huzuruna çıkarılmadı. Yalnızca otağının önüne gitmesine izin verildi. Gerçeği saklamak çok da mümkün olamamıştır ancak bu haberin dışarı sızmaması gerekiyordu. Cengiz Han: “Ölümümü kimsenin öğrenmesine izin vermeyin. Hiçbir zaman ağlamayın ve yas tutmayın, böylece düşmanlarımızın hiçbir şeyden haberi olmaz. Tangutlu idareciler ve halk belirlenen zamanda şehri terk ettiklerinde hepsini yok edin!” demiştir. Akabinde Tangut kralı öldürülmüş, Yinçuan şehri yağmalanmış, hükümdar mezarları açılmış ve halkı tamamen ortadan kaldırılmıştı. Bu yüzdendir ki kaynaklarda bundan sonra Tangutlar hakkında bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Böylece Cengiz Han’ın emri yerine getirilmişti.

Cengiz Han 1227 yılının Ağustos ayının ortası civarında hayatını kaybetmiştir. Neden öldüğü tam olarak bilinmemektedir. Ölüm sebebi hakkında çeşitli rivayetler vardır. Cengiz Han’ın naaşına ne olduğu ve nerede bulunduğu konusu günümüzde bile hâlâ sırrını korumaktadır. Moğolların Gizli Tarihi’nde bu konu ile ilgili hiçbir kayıt yoktur. Ülkesinden yaklaşık 1600 km uzakta ölen Cengiz Han’ın naaşının ülkesine nasıl götürüldüğü konusunda soru işaretleri vardır. Moğollar mumyalama tekniklerini bilmedikleri için bazı yazarlar Cengiz Han’ın öldüğü yere defnedildiğini iddia etmektedirler. Bazıları doğduğu yerde gizli bir yere gömüldüğünü, cenaze konvoyunda görev alan herkesin öldürüldüklerini ve mezarının gizli tutulması için birçok atın mezarın üstüne gezdirilerek mezarın belirginliğinin giderildiğini kaydederler. Çünkü bir Orta Asya inancına göre, Cengiz Han’ın mezarının bulunduğu gün, Dünya’nın sonu gelecekti. Bazıları ise naaşın Karakurum’a getirilerek Onon ve Kerulen nehirlerinin kaynakları civarında bulunan kutsal Burhan Haldun Dağı’nda gizli bir yere gömüldüğünü söylemektedirler. Cengiz Han’ın mezarı bütün arkeolojik arama ve çalışmalara rağmen hâlâ bulunamamıştır.

Kişiliği ve karakteri

Cengiz Han’ın fiziksel görünümü hakkında 1221’de kendisine yollanan Song elçisi, Çinli general Meng-hung ve onu Horasan’da görmüş olan insanlardan bilgi alan İranlı tarihçi Cüzcani’nin anlattıkları dışında hiçbir bilgi yoktur. Meng-hung, onun uzun boyu, geniş yüzü ve uzun sakalıyla diğer Moğollardan farklı olduğunu söylerken Cüzcani, hanı yapılı, beyaz saçlı ve kedi gözleri olan biri olarak tasvir eder. Cengiz Han’ın, düşmanlarına ve kendisine ihanet edenlere karşı acımasız ve sert bir tavır sergilerken kendisine sadakat gösterenleri de o derecede mükafatlandırdığı görülmektedir. Küçük yaştan itibaren zorluklar ve yok olma tehlikesi içinde yaşamış bu nedenle kendine yardım eden herkesi kardeşi ve babası gibi görmüş ve davranmıştır. Hükümdar olduğu zaman gençlik yıllarında verdiği mücadele esnasında yanında olan herkesi mükafatlandırmıştı. Tayciutlara esir düştüğü zaman kaçarken onu evinde saklayan Sorhan Şira ve çocukları, çalınan atlarını bulmak için at hırsızlarının peşindeyken tanıştığı ve çok iyi dost olduğu Bughurçi, Camuka ile savaşı esnasında yaralandığı zaman onun yarasını iyileştiren ve karnını doyuran Celme ile yine Camuka ile savaşında atını öldüren oku atmasına rağmen gelip bağlılığını bildiren Cebe, her birini en yüksek mevkide rütbelerle mükafatlandırmıştır. En karakteristik vasıflarından biri de hainlere karşı duyduğu nefretti. Kötü duruma düşen efendilerine ihanet ederek kendisine yaranacaklarını sananları derhal idam ettirir, düşmanı olan hükümdarlara sonuna kadar sadık kalanları da hizmetine alarak mükafatlandırmıştır. Mükafatlandırılacaklarını umarak Kerayitlerin lideri Tuğrul’un oğlu Sangum’u yerini söyleyen onun seyisi ile Camuka’yı yakalayıp Cengiz Han’a teslim eden beş arkadaşının da akıbeti felaket olmuş, öz hanlarına ihanet endenleri bütün nesilleri ile yok edin emrini vererek onları infaz ettirmiştir. Pekin’in fethinden sonra ele geçirilen esirler arasında yer alan Jin Hanedanına hizmet etmiş Liyaso Tunglu bir prens te vardı. Ye Liyu Çutsay adındaki alim Cengiz Han’ın dikkatini çekmiş; asırlarca size düşman kesilmiş bir hanedana niçin hizmet ediyordun diye sorunca Ye Liyu Çutsay’ın, babam ve ailemden birçok kimse onların hizmetinde bulundu benim de başka türlü yapmam münasip olmazdı şeklinde cevap vermesi Cengiz Han’ın hoşuna gitmiş, demek ki bana da sadıkane hizmet edebilirsin demişti. Ye Liyu Çutsay, Cengiz Han’a sadakat yemini etti ve ölene kadar onu yanından ayırmadı.

Cengiz Han, insanları seçme ve onların yeteneklerini ortaya çıkarma konusununda da oldukça başarılıydı. Mukhuali, Cebe, Subutay her biri ayrı ayrı onunkilerle eş değer askerî zaferler kazansalar da hiçbir zaman bundan kişisel bir çıkar sağlamayı düşünmediler. Onları kendinden kopmayacak şekilde bağlamayı başardı ve hiçbir zaman ihanete uğramadı. 1206’dan sonra ölene kadar 21 yıl boyunca kimse onun hükümdarlığını sorgulamadı. Düşmanı olmayanlara karşı da oldukça lütüfkardı. Güney Çin’deki Song hanedanının elçisi Meng-hung yanından ayrılırken, her önemli şehirde birkaç gün durun, ona en güzel şaraplar, en güzel kokulu çaylar ikram edilsin, şerefine güzel yüzlü kadınlar çalgılarını tıngırdatırken yakışıklı gençler fülüt çalsın emrini vermişti. Her tür eğlenceyi çok severdi. Büyük tutkusu avın yanı sıra ayak topundan da çok keyif alırdı. Song elçisi Meng-hung’un aktardığına göre bir gün haber yollayarak; bu gün top oynadık niçin gelmedin dedi. Elçi davet edilmedim dedikten sonra her şölende oyun ya da top oynandığında gelip bizimle eğlenmeni bekliyorum demişti. Meng-hung, o gün şölene katılan sekiz kadınının göz kamaştıran beyaz yüzleri var ve çok güzeller diyerek onun zevkini över. İçki içmekle birlikte ayda yalnızca üç kere sarhoş olunmasını öneriyordu. Lüks giysilere ve gösterişe meraklı değildi. Her türlü görkemli unvanı reddetti. Uygurların verdiği şatafatlı unvanları kullanmak istemedi. İranlı bir katibin onu tanıtmak için kullandığı süslü ifadeleri gülünç ve çirkin buldu. Cüveynî ve Makrizî, onun eğitimli kişiler ve her dinden din adamlarına saygı duyduğunu, aralarında bir ayrım yapılmasını yasakladığını anlatmaktadırlar.

XIII. yüzyılın keşiş seyyahlarından Plano Carpini, Moğolların yaşadığı yerlere giderek Cengiz Han hakkında edindiği bilgileri raporlaştırmıştı. Cengiz’in savaş esnasındaki kararlılığı hakkında bilgiler sunan Carpini, Cengiz’in Kıtaylarla mücadelesinde ordusunun tüm yiyecekleri bitmesine rağmen saldırılarını sürdürdüğünü ifade eder. Öyle ki Carpini’nin aktardığına göre askerlerinin yiyecek bir şeyleri kalmaması üzerine Cengiz Han her 10 kişiden birinin kesilip, diğer askerlere yiyecek olarak verilmesini dahi emretmişti.

Cengiz Han

Dinler ile ilişkisi

Cengiz Han, Çinli Tao rahibi Çang Çuen’in şöhretini duyunca onunla görüşmek için kendisini davet etmiştir. Çang Çuen, Cengiz Han Harezmşahlara karşı seferde iken 1222 yılında huzuruna getirilmiştir. Cengiz Han; bana uzaklardan, ölümsüzlük için ne getirdin diye sormuş rahip de hayatı uzatmanın çaresi var, ama ölmemek için ilaç yok diyerek cevap vermiştir. 21 Ekim 1222’de Semerkant yakınlarında Cengiz Han’ın Çang Çuen’un öğretilerini dinleyeceği özel bir çadır kurulur. Bu, Babür İmparatoru Ekber döneminde görülecek olan konuşmaların yapıldığı göçebe felsefe evlerinin prototipidir. Çang Çuen Cengiz Han’a Taoizmi anlatır ve ona şehvetini köreltmeyi, zevki okşayan tatları reddetmeyi, taze ve hafif yiyecekler yemeyi, nefsin isteklerinden uzak durmayı öğütler. Bütün bir ay boyunca sadece uyumaya çalışmasını, manevi zenginlikleri ve enerjisi karşısındaki artışa şaşıracağını söyler. Cengiz Han ise bu öğütlerin faydalı olduğunu anlar, fakat Moğolları eski alışkanlıklarından vazgeçirmenin kolay olmayacağını söyler. Nitekim 10 Mart 1223’te Taşkent bölgesinde bir sürek avı sırasında attan düşerek yaralanır. Çang Çuen bu durumdan ona ilerlemiş yaşında avın oluşturduğu tehlikeleri göstermek için yararlanır. Ancak Cengiz Han ona öğütlerini takdir ettiğini ama avlanmanın asla vazgeçemeyeceği bir zevk olduğunu söyledi. Bu görüşmelerden en kârlı çıkan ise Taoistler olur. Cengiz Han, Çang Çuen adına, Taoizm üstadını vergiden muaf tutma amacı taşıyan mühürlenmiş bir yarlık hazırlamıştı.

Cengiz Han yönetimde kaldığı süre içerisinde bu duruma dikkat etmiş, yönetiminde farklı dinlere mensup insanları önemli görevlere getirmekten kaçınmamıştır. Ona göre farklı dini grupları bir arada tutmanın ve itaatlerini sağlamanın en önemli metodu buydu.

Tarihe bıraktıkları

Cengiz Han’ın imajı askerî harekâtları esnasında sorumlu tutulduğu kıyımlar ve kültürel hazinelerin yerle bir edilişi gibi sebeplerden dolayı özellikle İslam dünyasında iyi değildir. Dönemin İran ve Arap kaynakları cani ve kana susamış bir adam portresi çizer. Kimi kaynaklara göre Cengiz Han’ın fetihlerinin yaklaşık olarak 40 milyon insanın ölümüne sebep olduğu tahmin edilmektedir. Bu; o zamanki dünya nüfusunun %11’ine denk gelmekteydi.

Nişaburlu bir askerin damadı Toquchar’ı öldürmesinden sonra; Cengiz Han Harezmşah İmparatorluğu’na saldırmış, galip geldiği bu savaş sonrası ise İran nüfusunun dörtte üçünü öldürmüş olduğu tahmin edilmektedir. Sadece damadının öldürüldüğü Nişabur’da, intikam almak için 1 milyondan fazla insan öldürdüğü düşünülmektedir. Ancak onun büyük bir asker olarak ün kazanmasının temelinde o güne kadar bir birleri ile savaşmaktan başka bir şey yapmayan Moğol boylarını bir araya getirip 10’luk-100’lük-1000’lik gruplara ayırarak, liyakata bağlı bir ordu meydana getirmiş olması, bununla beraber askerlerini böyle gruplara ayırarak, askerlerin savaş alanında mensup oldukları kabilelere değil de savaş gruplarına karşı aidiyet hissi benimsemelerini sağlamasında yatmakta idi.

Bu düşünceyle askerleri içerisindeki en seçkin 10.000 askerî seçerek, kendisine sadakati ön planda tutan keshig adındaki özel muhafız birliğini kurdu. Tüm askerî seferleri, sağlam bir hazırlıktan sonra yöneten Cengiz Han’ın büyük bir asker olarak ün kazanmasının bir diğer önemli sebebi kurduğu posta teşkilatı ve casus ağı ile istihbarat sanatına verdiği büyük değerdi. Casuslar, bilgi toplamakla, söylentiler yaymakla ve araziyi tanımakla görevlendirilirken alimler geçtikleri nehirlerin ne zaman donacağını, balık veren gölleri ve çeşitli maden ocaklarının vaziyetlerini kaydedip fethedilen yerler için haberleşme ağını oluşturmak için posta menzilleri kuruyorlardı.

Cengiz Han, koyduğu kuralları Yasa adını verdiği kanunlarla metinleştirdi ve o öldükten sonra bile Japon denizinden Polonya içlerine ve Macar ovalarına kadar Çin, İran, Rusya dahil birçok ülke Cengiz Han Yasası adı verilen bu kurallara göre yönetildi. Cengiz Han’ın Asya’yı birleştirmesiyle sınırlar ve gümrükler kalkmış, Asya’daki iktisadi yapı değişmiştir. Halklar arası ticaret artmıştır. Hem Asya hem de Avrupa’daki sınırları sayesinde iki kıta arasında bilgi ve tecrübe akışını, kısa bir süre de olsa, sağlamıştır.

İpek Yolu”nun işlek ve güvenli bir hâle gelmesiyle doğu ile batı arasındaki ticaretin gelişmesindeki rolü ve ipek, ipekli kumaş, barut ve matbaa gibi Uygurlar ve Çinliler tarafından kullanılan pek çok unsurun Batıya taşınmasındaki etkisi Cengiz Han’ın başlattığı bu ilerleyiş ile ilgili olarak günümüzde, günümüz terminolojisinde globalleşme veya küreselleşme adı verilen kavramın babası olarak Cengiz Han’ın kabul edilmesi gerektiği şeklinde görüşler ileri sürülmüştür. Bu nedenle Aralık 1995’te ABD’de, Washington Post gazetesi Cengiz Han’ı son bin yılın en önemli adamı olarak ilan etti. Cengiz Han aynı zamanda Michael H. Heart tarafından belirlenen ‘tarihin en fazla etki bırakan liderleri’ arasında 29’uncu sırada yer alırken National Geographic tarafından tarihin en önemli 50 politika liderlerinden biri olarak seçilmiş, 1998’de Dr G. Ab Arwel’ın araştırması sonucunda bin yılın en büyük 10 kültürel efsanesinden biri olarak belirlenmiştir.

Cengiz Han Sovyetler Birliği tarafından desteklenen komünist yönetim dönemince millî duyguları ön plana çıkarmamak için geri plana itilmişti. Sovyet baskısı altındayken Moğollar Cengiz Han’ın ismini yüksek sesle bile telaffuz edemiyorlardı. Cengiz Han, Moğolistan komünist rejimden çıkınca bağımsız devletin bir simgesi hâline gelmiştir. Günümüzde Cengiz Han doğduğu topraklar olan Moğolistan’da, Moğolistan’ın gelmiş geçmiş en büyük ve efsanevi lideri olarak görülmektedir. Moğolistan’ın politik ve etnik kimliğinin var olmasında büyük önem taşır. Moğollar bu sebeple Moğolistan’a Cengiz Han’ın Moğolistan’ı kendilerine de Cengiz Han’ın çocukları demektedirler. Moğollar bu ismi birçok ürüne, sokağa, binaya ve diğer yerlere de vermişlerdir. Ayrıca Cengiz Han’ın resmi para birimleri Tugrik’in ₮500, ₮1000, ₮5000 ve ₮10,000’in üzerinde bulunmaktadır. Başkent Ulaanbaatar’daki hava alanının ismi Cengiz Han Uluslararası Havaalanı’dır. Halk Cengiz Han’a büyük saygı duymaktadır. 2006 yılında, başkentte Cengiz Han’ın ve oğullarının heykelleri konmuştur. Devlet resmi törenlerde Cengiz Han’ın askerleri ve süvarileri yer almaktadır. 2008 yılında Ulanbatur’a bir saat uzaklıkta Tsonjin Boldog bölgesinde çöl ortasında inşa edilen dev Cengiz Han heykeli 40 metre boyu ile dünyanın en büyük heykellerinden biri konumundadır. Heykelin içinden geçen bir asansörle atının kafasına ulaşan ziyaretçiler, buradan uçsuz bucaksız Moğol bozkırını seyredebilmekteler.

Çin’de ise Cengiz Han Çinliler tarafından Çinli bir ulus kahramanı olarak ve Çin’in Moğollar tarafından fethinden sonra Çin’de torunu Kubilay Han tarafından kurulan ve 1271–1368 arasında yaklaşık 100 sene Çin’i yöneten Kubilay Hanlığı olarak bilinen Yuan Hanedanının kurucusu olarak görülmektedir. Yuan Hanedanı, Çin hanedanları listesinde saygın bir yer edinmiştir. Cengiz Han hayatta iken Çin’in kuzeyini ve Pekin’i fethetmişti ancak buraya yerleşmemişti. Torunu Kubilay Han’ Çin’in tamamını fethedip başkentini Karakurum’dan Pekin’e taşımıştır. Günümüzde bağımsız Moğolistan’ın yanı sıra Çin’de İç Moğolistan Özerk Bölgesi bulunmaktadır ve burada 5 milyon Moğol yaşamaktadır. 1962 yılında Cengiz Han anısına çıkarılan pullar ve bir bilim akademisi tarafından düzenlenen bir sempozyum ile Cengiz Han’ın 800. Doğum yıl dönümü Çin Halk Cumhuriyti İç Moğolistan Özerk Bölgesinde kutlandı. Cengiz’in 10 metrelik bir heykelinin yapımının ardından Onon nehrinin Balj ile birleştiği Dadal civarı resmi olarak Cengiz Han’ın doğduğu yer olarak belirlendi.

Günümüzde Cengiz Han sadece Moğolistan ve Çin’in sahiplendiği bir tarihi miras değil tüm Avrasya güzergahındaki birçok millet için ortak değer konumundadır. Cengiz Han, İmparatorluğunu Orta Asya’da yaşayan halkların desteği ile kurdu. Onlardan destek alarak muazzam bir imparatorluk inşa etti. Cengiz Han ve onun haleflerinin olmadığı bir modern devir Orta Asya Türk halklarının tarihi yazmak mümkün değildir. Bu nedenle Cengiz Han Moğollar için olduğu kadar Uygurlar, Tatarlar, Nogaylar, Özbekler ve Kazaklar için de ortak değerdir. Cengiz Han Uygur yazısını kullandı ve onun halefleri döneminde dahi Uygurca diplomatik yazışmalarda kullanılan bir dil olarak bürokraside yerini korudu. Devletin inşasında Uygur devlet adamlarını kâtiplerini, sanat ve bilim adamlarını danışmanı olarak kullandı, onlardan hayatın her alanında yararlandı.

Maveraünnehir’i kapsayan Batı Türkistan’ın yanı sıra Uygurların yaşadığı Kaşgar ve çevresindeki toprakları kapsayan Doğu Türkistan da Cengiz Han ölmeden yaptığı taksimat sonucu sonra oğlu Çağatay’a verilmişti. Çağataylılar 18. Yüzyılın sonuna kadar Doğu Türkistan’daki varlıklarını sürdürdüler. Uygurların Cengiz İmparatorluğunun kuruluşundaki rolleri ve Uygurların yaşadığı Doğu Türkistan’ın yaklaşık 500 sene Cengiz Han neslinden gelen hanlar tarafından yönetilmesi sebebi ile Uygurlar Cengiz Han’ı tarihlerinin bir parçası olarak görmüşlerdir. Bu nedenle 1933 yılında Muhammed Ali Tevpik tarafından Uygurca olarak kaleme alınan ve 1949’da Çin tarafından ilhak edilene kadar Uygurların millî marşı olarak kullanılan Doğu Türkistan Cumhuriyeti ulusal marşında Attila, Cengiz, Timur dünyani titretken idi, kan birip nam alimiz biz unlarn evladi biz dizeleri Uyguların Cengiz’i tarihlerinin en büyük şahsiyetleriden biri olarak gördüklerini göstermektedir.

Cengiz Han’ın en büyük oğlu Cuci’nin soyundan gelenler tarafından idare edilen Altın Orda’nın ise Özbek, Kazak, Nogay, Kırım ve Kazan Tatar halklarının oluşmasındaki rolleri Orta Asya tarihi için çok önemli sonuçlardır. Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin oğlu Batu Han’ın kurduğu Altın Ordu Hanlığının parçalanması ile ortaya çıkan Tatar Hanlıklarından Kırım Hanlığı, Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı ve Kasım Hanlığı, Cengiz Han soyundan gelen hanlar tarafından idare edilmiştir. Ruslar, Tatar Hanlıklarından Kazan Hanlığına 1552’de, Astrahan Hanlığına 1556’da, Kasım Hanlığı ise 1681’de ve son verirken içlerinde en uzun ömürlüsü olan Kırım Hanlığının kurucusu Hacı Giray, Cuci’nin küçük oğlu Tokay Timur soyundan gelmekteydi. Tokay Timur aynı zamanda Altın Orda’nın kurucusu Cuci’nin büyük oğlu Batu Han’ın da kardeşi idi. Kırım Hanlığı, Kırım’ın Ruslar tarafından ilhak edildiği 1783 yılına kadar Cengiz Han soyundan gelen Giraylar tarafından yönetilmiştir. Âl-i Cengiz olarak da anılan Girayların yönettiği Kırım Hanlığı 18. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin herhangi bir etkisi değerlendirmeye alınmadığında bile Avrupa’nın en önemli güçlerinden biriydi. 18. yüzyıla kadar Rusya ve Polonya’nın hanlığa vergi ödemesi bunun en güçlü örneğidir.

Cengiz Han nesli modern Özbek halkının oluşumunda oynadığı rol nedeniyle bu halkın tarihinin en önemli kesitini oluşturmaktadır. Günümüzde Orta Asya’nın en kalabalık halkı olan Özbeklerin adı Altın Orda Hanı Özbek Han’dan gelmektedir. Özbek Han, Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin soyundan Toğrılca’nın oğludur. Bozkırda genellikle tanınmış bir idarecinin veya kumandanın başında bulunduğu grubun zamanla onun adını taşıması geleneği uyarınca Cuci’nin haleflerinden Özbek Han’ı liderleri olarak kabul eden Cuci ulusu onun ismini kendilerini tanımlamak üzere kullanmaya başlamış, böylece Özbekler denen topluluk ortaya çıkmış Özbek Ulusu tâbiri bütün Altın-Orda’yı ifade eder hâle gelmiştir.

Altın Orda’nın parçalanması ile Özbek ulusunun bağımsız bir hâle gelişi, 1428’de Cuci’nin 5. oğlu ve Batu’nun kardeşi olan Şeyban’ın (Şiban) sülalesinden Ebu’l Hayr Han’ın, Batı Sibirya’da Tura ırmağının kıyısında Özbek ulusunun hanı olarak ilân edilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu hanlık tarihe Şeybani Hanlığı ya da Özbek Hanlığı olarak geçmiştir. Şeybani Hanlığı 1561’de yönetim merkezini Buhara’ya taşıdığı için, Buhara Hanlığı olarak anılmaya başlamıştır. Buhara Hanlığı, 1753 yılına kadar Cengiz Han soyundan gelen hanlar tarafından yönetilirken Buhara Hanlığını işgal eden Cengiz Han soyundan olmayan Mangitler 1753’te Emirliğini ilan etmişti. Dönemin Orta Asya’nın töresine göre Cengiz Han soyundan gelmeyenler Han olamadığı için Mangit hanedanı 1920’de Buhara Cumhuriyeti kurulana dek tıpkı Timur gibi Emir unvanını kullanmıştı.

Sadece Cengiz Han soyundan gelenlerin “Han” unvanını kullanabildiği bir dünyada Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’ın kurduğu Çağatay Hanlığı topraklarında Semerkand’ta askeri bir lider olarak ortaya çıkan Timur(1370-1405) gibi bir askeri deha bile Cengiz Han soyundan olmadığı için “Han” unvanını yerine “Emir” unvanını kullanmıştır ve hayatı boyunca “Han” olarak Cengiz Han soyundan birini yanında taşımıştır. Cengiz Han soyundan biri ile evlenerek han damadı anlamına gelen “küregen” unvanını kullanmıştır. Tarihte Buhara ve Hokand Hanlığı ile birlikte Üç Özbek Hanlıkları olarak anılan hanlıklardan biri olan Hive Hanlığı da 20. yüzyıla kadar belli aralıklarla yine Şeybanilerin farklı bir kolu olarak zikredilen, Cengiz Han soyundan gelen Yadigaroğulları tarafından yönetilmiştir.

Altın Orda’nın parçalanmasından sonra Cetisu Nehri kıyılarında 1465 yılında kurulan ve günümüzde Kazakların kökenini oluşturan Kazak Hanlığı da Cengiz Han’ın oğullarından Cuci’nin ulusuna bağlı Toka Temür neslinden Canibeg ve Kerey tarafından kurulmuştur. Günümüzde Kazakistan Cengiz soyunun hâlâ değerli olduğu ülkelerden biridir. Kazak bilim adamları yaptıkları genetik araştırmalar sonucunda Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in de soy olarak Cengiz Han’ın torunu olduğunu iddia etmişlerdir.

Rusya da Cengiz Han İmparatorluğunun en çok etkilediği ülkeler arasında yer alır. Moğollar Cengiz Han hayatta iken 1223’te ilk olarak Ruslar’ı yenilgiye uğratmış, 1235-1242 arası Batu Han’ın, Moskova ve Kiev’i fethetmesiyle Rusların Tatar Boyundurluğu dediği yaklaşık 300 sene sürecek dönem başlamıştır. Sovyet yönetiminin Rusya’da 80 sene sürdüğü düşünülürse bu muazzam bir süredir. Günümüzdeki Rus devleti 1480 yılında kurulan Moskova Knezliği üzerine inşa edilmiştir.

1317 yılında Moskova Knezi Yuri Daniloviç, Cengiz Han soyundan gelen Altın Ordu hanı Özbek Han’ın kız kardeşiyle evlendi. Bu nedenle Moskova Rus Knezleri Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci nesli ile akrabalık tesis etmiş oldu. Özbek Han, Moskova Knezi Yuri Daniloviç’i büyük knez ilan ederek Rusya’nın temelini oluşturacak olan Moskova Kenzliğinin ön plana çıkmasını sağladı. Altı Ordu’nun parçalanmasından sonra ortaya çıkan Tatar Hanlıklarından biri olan Kasım Hanlığı hükümdarlarından Sayın Bulat Han 1573’te Hıristiyanlığı kabul etmiş ve Semön Bekbulatoviç adını almıştı.

Yaptığı çeşitli seferlerle Moskova Knezliği’ni genişletip bu durumdan faydalanarak kendini “Tüm Rusya’nın Çarı” ilan eden Rus Çarlığının kurucusu Korkuç İvan, İsveç ile yaptığı Livon savaşlarında zor duruma düşünce ülke içindeki boyar ve yerel knezlerin muhalefetini ancak Rus tahtına Cengiz Han soyundan biri geçtiği takdirde bastırabileceğini düşünüyordu. Korkunç Ivan, bu amacına ulaşmak için de 1574 yılında Simeon Bekbulatoviç ’den daha uygun aday bulamazdı.

Simeon, Cengiz Han’ın torunu Orda’nın soyundan geliyordu ve Altın Orda’nın son hanı Ahmet’in en büyük torunuydu. Böylece, Rus Çarı Korkunç Ivan hem Cengiz Han soyundan gelen hem de aynı zamanda Han olan Simeon ’u Rus tahtına çıkartarak, Rusya’nın merkezileşme ve çarın otoritesini artırmaya yönelik politikasını temellendirmek amacıyla onu tüm Rusya’nın Grandükü olarak atamış kendisini sadece “Moskova’nın Ivan’ı” olarak isimlendirmişti.

Simeon, Livonya Savaşı’nda Moskova ordusunun baş alayında (Bolşoi Polk) komutan olarak yer almıştır. Simeon, Moskova Kremlini’ndeki bir yıllık hükümdarlık süresinde, III. İvan’ın büyük büyük torunu Anastasya Mstislavskaya ile evlenmiştir. Simeon 1576’da da kıdemi düşürülerek “Tüm Rusya’nın Grandükü” iken “Tver’ ve Torjok Şehirlerinin Grandükü” oldu.1585 yılında, Çar Feyodor Ivanoviç onun “Tver’ ve Torjok Şehirlerinin Grandükü” unvanını kaldırarak onu Kuşalov’daki kendi mülkünde hapse attırdı.

1616 yılında Moskovada bir manastırda öldü. Ruslar’da tıpkı Avrupalılar, Araplar ve İranlılar gibi Moğollara Tatar demekte idi. Moğol İmparatorluğu ve onun ardılı olan hanlıklar çöktükten veya Rusya tarafından ilhak edildikten sonra onların bünyesindeki halklara da Tatar demeye devam ettiler. Günümüzde Kırım Tatarları, Tataristan’daki Kazan Tatarları ve Başkurdistan’daki Tatarlar Rusya Federasyonu içerisindeki kendi özerk cumhuriyetleri içerisinde yaşamakta olup 10 milyonluk nüfusları ile Rusya Federasyonu içerisinde Ruslardan sonra en kalabalık ikinci etnik gruptur.

İskender’den sonra İran’ın ikinci büyük fatihi olarak kabul edilen Cengiz Han döneminden başlayan İran’daki Moğol hakimiyeti, onun torunu Hülagü Han tarafından kurulan başkenti Tebriz şehri olan İlhanlılar dönemi boyunca yaklaşık 110 sene devam etmiştir. Altın Ordu ve Çağatay Hanlığının aksine İlhanlıların çöküşünden sonra kapsadığı topraklarda Cengiz Han soyundan başka oluşumlar meydana gelmedi. Siyasi ve askerî yaşantısına Cengiz Han soyundan İlhanlılara bağlı bir beylik olarak başlayan Osmanlı Devleti döneminde Cengiz Han soyuna karşı herhangi bir olumsuz yaklaşım görülmemiştir. Hatta Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, yayınlanan bir tarihî takvimde Cengiz Han, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülagü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Cengiz Han soyundan kağanlar rahmetle anılmıştır.

Osmanlıların Cengiz Han soyundan gelenlerle yakın ilişkisi Kırım Hanlığını yöneten Âl-i Cengiz olarak anılan Giray Hanedanı ile olan müttefikliği sayesinde gelişmiştir. Kırım Hanlığı, Osmanlılar için daha çok müttefik devlet statüsündeydi. Kırım Hanları, kendi adlarına para bastırıyor ve kendi adlarına hutbe okutuyorlardı. Osmanlılar da Ukrayna bozkırlarının sadece Kırım yönetimine ait olduğunu kabul ediyordu. Osmanlılar Kırım Hanlığı’ndan vergi almıyor, hatta seferlerde başarılı olurlarsa onlara vergi bile ödüyorlardı.

Kırım hanlarının Osmanlı Veziriazam’ının ordudaki mevkiine rağmen Kırım Hanlarının teşrifattaki dereceleri veziriazamdan yukarı idi. Kırım Hanları padişah tarafından kabullerinde bir minder üzerinde otururlar halbuki veziriazam 17.yüzyıl ortalarından itibaren padişah huzurunda ayakta dururdu. Yine Kırım Hanı ata biner veya attan inerken padişahlara mahsus binek taşı üzerine basar vezirazamlar ise iskemle üzerine basardı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1532 yılından sonra Kırım’ınhükümdarailesi Giray Hanedanından bir ya da birkaç kişi İstanbul’da ve hemen yakınındaki mülkleriolan,avcılığıyla ünlü Çatalca’da yaşardı.

Osmanlı Devleti’nin 14. Padişahı Sultan I. Ahmet zamanında,OsmanlıDevleti’nin Altın Orda’nın varisleri Kırım Hanları ile yaptıkları antlaşmada Hanedan-ı Ali Osman’da erkek kalmazsa Kırım HanlarıotomatikmanOsmanlı Devleti’nin başına geçecekti. Cengiz Han soyundan gelen Kırım Hanları, Osmanlı İmparatorluğu’nunmeşruvarisi sayılmıştır. Yani Osmanlı soyundan bir erkek dünyaya gelmeseydi veya öldürülüp de hanedanda kimse kalmasaydı, “Devlet-i Ali Osmaniye’yi”KırımHanları’dan,yaniCengiz Han soyundan gelen biri yönetecekti.

Osmanlı’nınCengiz Han’ınvârisleriyle ile ilişkisi bu kadar derindi. On sekizinci yüzyıl sonlarında Kırım Hanlığı’nın Ruslar tarafından yıkılmasından sonra II. Kaplan Giray Çatalca’ya gelerek Subaşı Köyü’ne yerleşti. Köyde Han’ınvesoyununyaptırdıklarıHanCamii, Selim Giray Sultan Çeşmesi ve mezar taşları vardır. Kırım Hanları’ndan Selim Giray Han da Kırımdan Çatalca’ya gelip yerleşenlerdendir. 19. yüzyılda Sultan II. Mahmud döneminde, Kırım Hanlığının yıkılışından 60 sene sonra Osmanlının Kırım Hanlık sülalesi ile ilgili olarak Selatin-i Cengiziyeden hangileri hayatta ve hangilerinin vefat etmiş olduğu tespit edilip soyu sopu Cengiz Hana dayandırılan Kırım Hanlarından Devlet Giray Sultanın kanını taşıyanların maaşa bağlanmasıyla ilgili 1837 tarihli bir belge bulunmaktadır. Bugün torunların bir kısmı İstanbul, Ankara ve Bursa’da yaşamakta olup hanedanın İngiltere’de yaşayan bir kolu da bulunmaktadır.

Cumhuriyet döneminde ise Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı tarih ve Türkoloji çalışmaları ile teşekkül eden Türklük litaretürü ile birlikte Türkiye’de Cengiz Han ile çalışmalara ağırlık verildi. Bu yeni Türklük Litaretüründe bu dönemden itibaren uzun süre Türklerin tarihinin Osmanlıdan ibaret olmadığı ve Müslüman olmadan önce de büyük bir millet olduğu Cengiz Han ve Atilla gibi cihangirler çıkardığı kültü işlenmiştir. 1931 yılında Harold Lamb’in “Cengiz Han; Tüm İnsanların İmparatoru” adlı eseri ve 1950’de B.Y Vladamirov’un Cengiz Han adlı eseri millî eğitim bakanlığı tarafından Türkçeye tercüme edilerek basılmıştır. Profesör Zeki Velidi Togan’ın, 1941′de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı eseri, 1946′da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı eseri Cengiz Han ile ilgili detaylı çalışmalardır. Cengiz Han ve Moğollar ile ilgili en önemli ve çağdaş tek kaynak olan 1240 yılında yazılmış olan Moğolların Gizli Tarihi ise Türkolog Prof. Dr. Ahmet Temir tarafından Almanca ve Rusça tercümeleri, Moğolca aslıyla karşılaştırılarak Türkçeye tercüme edilmiş ve 1948 yılında Türk tarih Kurumu yayınları arasında neşredilmiştir.

Cengiz Han, haleflerinin asırlarca hüküm sürdüğü Rusya’dan Çin’e, Türkiye’den, İran’a ve Ukrayna’ya kadar geniş bir sahada büyük etkiler bırakmıştır. 2003 yılı Mart ayında, American Journal of Human Genetics dergisinde yayınlanan makaleye göre 23 genetik bilimciden oluşan bir grup bilim insanı, Avrasya’da 2000 kadar erkekten alınan DNA örneklerini inceleyerek günümüzde 16 milyon erkeğin ortak atasının Cengiz Han’ın soyundan geldiği kanısına varmıştır.

Cengiznâmeler

Cengizname, Cengiz Han’ın hayatı etrafında teşekkül etmiş bir destansı bir hikâyedir. Bu destan’ın Kazan Tatarları tarafından oluşturulduğu veya Tataristan’da oluştuğuna dair kuvvetli emareler vardır. Yazıya geçirildiği zamana dair işaretler ise 16. yüzyılı göstermektedir. 1551’de, “Ötemiş Hacı” adlı bir Kazak tarafından Çağatayca yazılmış olan Cengiznâme, Cengiz Han destanının bilinen ilk yazma nüshası (kopyasıdır). Yine Çağatayca yazılmış olan ve 17. yüzyılda yazıldığı belirlenen diğer eser ise Defter-i Çingizname’dir. Defter-i Çingizname’nin Kazan Tatarlarına ait olan nüshası araştırmacıların üzerinde en çok durdukları nüshadır. Defter-i Çingizname’nin Paris Millî Kütüphanesinde, Berlin Devlet Kütüphanesinde ve British Museum’da yazma nüshaları vardır. İlk matbu nüshası İbrahim Halfin tarafından 1822’de Kazan’da bastırılmıştır. Destan, Orta Asya’da Başkurtlar, Kırgız-Kazakları, Yakutlar-Tunguzlar arasında yayılmış ve değişik anlatımları ortaya çıkmıştır. Kendisi de Cengiz Han’ın soyundan gelen Özbek Hanlıklarından Hive Hanlığı hükümdarı Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın 17. Yüzyılda kaleme aldığı “Şecere-i Türkî” ve “Şecere-i Terâkime” adlı eserlerinde “Cengiznâme”nin 17 varyantını tespit ettiğini söylemektedir. Cengizname’de anlatılan olaylar, Cengiz Han’ın ve çocuklarının tarihi hikâyelerine uygun bir seyir izlemektedir. Destan, Han’ın atalarını ve doğuşunu anlatarak başlar. Evlenmesi, kabileleri etrafında toplaması, yaptığı savaşlar ve fetihleri anlatıldıktan sonra kurduğu imparatorluğu çocukları arasında paylaştırarak ölmesiyle bitmektedir.

Ailesi

Eşleri

  • Börte
  • Yesüy

Yirmi yıl boyunca kendisine devamlı birçok kız getirilmesine rağmen büyük bir bağlılık ve sevgi gösterdiği eşleri Börte ve Yesüy olmuştur.

Erkek çocukları

  • Cuci
  • Çağatay
  • Ögeday
  • Tuluy
    Cengiz Han’ın yasal varisleri yalnızca Börte’den olan oğulları idi. Başka kadınlardan da oğulları olsa da yasal olarak varislik haklarından mahrum edildikleri için haklarında hiçbir bilgi yoktur.

Kız çocukları

  • Alaltun

Cengiz Han’ın Börte’den iki kızı olduğu bilinmektedir. Esasen Cengiz Han’ın birçok kızı olmuştur ancak birçoğunun ismi bilinmemektedir.

Honoré de Balzac

BALZAC

Honoré de Balzac (asıl ismi Honore Balssa; 20 Mayıs 1799, Tours – 18 Ağustos 1850), Fransız yazar.

Hayatı

Asıl adı Honore Balssa’dır. Ancak ismini Balzac olarak değiştirmiş ve De ön takısını eklemiştir. Köy kökenli bir ailenin çocuğudur. Babası tüccardır. 6 yıl Vendome’da College des Oratoriens’te öğrenim gördü. Napolyon’un devrilmesinden sonra ailesi Paris’e taşındı. Burada 2 yıl daha okula gitti. 3 yıl bir avukatın yanında çalıştı. Ama küçük yaşlardan beri edebiyata gösterdiği eğilim ağır bastı. Trajedi türünü denediği 1819’da yazılmış “Cromwell” başarı kazanamayınca romana yöneldi. Para kazanmak için tarihsel, mizahi ve gotik romanlar yazdı. Bunları değişik adlarla yazdı. Basımcılık, yayıncılık, hatta dökümcülük yaptı. Başarılı olamayınca tekrar edebiyata döndü. Edebiyat hayatında çok başarılı eserler sundu. Birçok ülkede satılan romanları ve kitapları çok büyük ilgi gördü ve tepkileri üstüne topladı. Edebiyatta başarılı olan Balzac hayatının sonuna kadar edebiyatla uğraştı.

Edebiyat kariyeri

1829’da yazdığı “Les Chouans” isimli tarihi roman tanınmasını sağladı. Bu eser Türkçeye (Köylü İsyanı 1974 ve Şu Anlar 1977 olarak) çevrildi. 1824-1834 arasında yayıncılarından aldığı parayla bohem bir yaşam sürdü. 1829-1831 arasında yergici gazetelere yazılar yazdı. 1830’lardan sonra bir toplum tarihi yazmak amacıyla, eski ve yeni romanlarını üç bölüm altında toplamaya karar verdi. Örf ve âdet incelemeleri, felsefi incelemeler ve çözümleyici incelemeler. Bu tasarı 1834-1837 arasında 12 cilt olarak gerçekleşti. 1840’ta bu yapıtların hepsine Dante’yi anımsatan bir başlık koydu: “İnsanlık Komedisi”. 1842-1848 arasında 17 ciltlik bir baskı yapıldı. 1869-1876 arasında da 24 cilt olarak yayınlandı. Eserlerinde aynı kahramanlara tekrar tekrar yer verme düşüncesini geliştirdi. Bunu gerçekçiliğin baş romanı kabul edilen ve 1834’te yayınlanan “Goriot Baba”da uyguladı. 1836 ve 1837’de İtalya gezisine çıktı. 1828’de Versailles yakınlarında pahalı bir ev yaptırdı. Borç sorunu nedeniyle Passy’de bir eve yerleşti (Bugün Balzac müzesi). Para kazanmak için tiyatroda başarısız denemeler yaptı. Edebiyatçılar Derneği başkanı olarak yazar haklarıyla ilgili girişimlerde bulundu.

1847’de Polonya’da sevgilisi Eveline Hanska’nın şatosunda kaldı. 1850’de Eveline ile evlendi Paris’e döndüler. Birkaç ay sonra yaşamını yitirdi. Geride 85’i tamamlanmış, 50’si taslak halinde eser bıraktı. Romanda gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı olarak kabul edilir. Mantıksal bir sıra izleyen olayların her şeyi gören bir gözlemcinin ağzından anlatıldığı, kahramanların tutarlı bir biçimde sunulduğu, kuralları belli “klasik roman tekniğini” Balzac’ın kurduğu benimsenir. Olağanüstü bir gözlem yeteneği ve güçlü bir hafızası vardı. Kendisini başka insanların yerine koyup onların duygularını paylaşmayı biliyordu. Eserlerinde nedenselliği ve arka plan ile karakterler arasındaki ilişkiyi açıklamakta ustadır. Bütün bu özellikleriyle “romanın Shakespeare’i sayılır.

1789’la başlayan ve uzun bir süreç alan Fransız Devrimi sırasında gelişen toplumsal değişimi anlatan; çatışmaları, iyiyi kötüyü ortaya koyan, Cumhuriyetçiler ve Kraliyetçiler’in 1830’da ülkeyi bırakıp gitmek zorunda kalan X. Charles’e dek yaptıkları kanlı kansız tüm çekişmeyi özellikle göz önüne seren, bireylerin bu çatışmadaki ulu düşüncelerin altında aslında kendi çıkarlarını nice korumaya çalıştıklarını betimleyen; sevgi, güç gibi evrensel konuları tüm çıplaklığı ve eleştirel bir yaklaşımla inceleyen; günümüz okuruna sıkıcı gelebilecek ama öncelikle Fransa ve demokrasiyi algılayabilmekte yardımcı olması bakımından tüm dünya için önemli bir Roman yazardır. Fransız Devrimi’nin geçmişsel belgesidir kitapları.

İnsanlık Güldürüsü, yazarın 1830’da kendi yapıtlarını toplamaya başladığı bir üst yapıttır. Şu anda emin değiliz ama belki de 1830’da Kraliyetçiler’in yenilgisini perçinleyen sürgünden sonra devrimdeki ulu düşüncelerin bir yalan olduğunu düşünerek böyle bir yola gitti.

Honoré de Balzac

Eserleri

Başlıca eserleri

  • Les Chouans (1828; Köylü İsyanı, 1974)
  • La Peau de chagrin (1830; Tılsımlı Deri, 1940, 1968)
  • Le Chef-d’œuvre inconnu (1831; Mahvolan Şaheser, 1944/Bilinmeyen Şaheser, 1945)
  • Le Colonel Chabert (1832; Kolonel Şabert, 1938/ Albay Chabert, 1944, 1974)
  • Le Médecin de campagne (1832; Köy Hekimi, 1942, 1979)
  • Eugénie Grandet (1833; Eugénie Grandet, 1938, 1991)
  • Histoire des Treize, comprenant :
    • Ferragus, 1833
    • La Duchesse de Langeais, 1833, 1839
    • La Fille aux yeux d’or, 1835
  • La Recherche de l’absolu (1834; Mutlak Peşinde, 1945, 1965)
  • Le Père Goriot, (1835; Goriot Baba; 1943, 1991)
  • Le Lys dans la vallée (1835; Vadideki Zambak, 1941, 1990)
  • La Vieille Fille (1836; )
  • César Birotteau (1837; César Birotteau, 1945, 1990)
  • La Maison Nucingen (1838; Nucingen Bankası, 1950)
  • Les Secrets de la princesse de Cadignan (1839)
  • Béatrix (1839)
  • Illusions perdues (I, 1837; II, 1839; III, 1843; Sönmüş Hayaller, 1949)
  • La Rabouilleuse (1842)
  • Modeste Mignon (1844; Modeste Mignon, 1947)
  • La Cousine Bette (1846; Bette Abla, 1977)
  • Le Cousin Pons (1847)
  • Splendeurs et misères des courtisanes (1838-1847; Kibar Fahişelerin İhtişamı ve Sefaleti, 1946/Kibar Fahişeler, 1972, 1990)
  • Ursule Mirouët (1841; Ursule Mirouët, 1849)

Türkçeye çevrilmiş diğer eserler

  • Tours Papazı (1949)
  • Otuz Yaşındaki Kadın (1963)
  • Vandetta (1943)
  • Tefeci Gobseck (1947-1961)
  • Kırmızı Han (1946)
  • Terör Devrinde (1979)
  • Lois Lambert (1946)
  • Bir Havva Kızı (1970)
  • Onüçlerin Romanı (1945)
  • Altın Gözlü Kız (1943)
  • Kötü Kadınların Parlayış, Düşüşü (1981)
  • Köy Papazı (1952)
  • Karanlık Bir İş (1947)
  • Esrarlı Bir Vaka (1949-1964)
  • İki Gelinin Hatıraları (Mémoires de deux jeunes Mariées) (Letters of Two Brides) (1940 – 1983)
  • Köylüler (1845, 1976-1985)
  • Gizli Başyapıt (Le Chef-d’oeuvre İnconnu) (2007 Samih Rıfat)
  • Evde Kalmış Kız (La Vieille Fille) (2008 Yaşar Avunç)
error: İçerik korunuyor !!!